Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
B. 1923–1938 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 16. Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi Engin Berber  Ege Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Prof. Dr. Yakın Doğu İşlerine İlişkin Lozan Konferansı’na, Ankara Hükümeti’nce gönderilmiş delegelerin, 24 Temmuz 1923 günü imzaladığı bağıtları onaylayan TBMM TBMM barışa kavuşmayı ve bağıtları genel olarak olumlu karşılamakla birlikte adalar, Musul, Boğazlar ve savaş tazminatı konusunda sert eleştiriler yönelten milletvekilleri de olmuştu. Lozan bağıtları, meclisin 23 Ağustos 1923 günlü oturumunda, dört ayrı yasa şeklinde oylanmış ve milletvekillerinin % 90’ından fazla bir kısmı kabul oyu vermişti. Ayrıntılar için bkz. Zeki Arıkan, “Lozan Görüşmeleri ve Türkiye Büyük Millet Meclisi”, 80. Yılında Lozan Penceresinden Lozan Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 2005, s.s. 61-80., üç ay sonra, Türkiye’yi cumhuriyet yönetimine geçiren düzenlemeyi de gerçekleştirmişti 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı: Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevaddının (maddelerinin) Tavzihan (açıklayarak değiştirilmesine) Tadiline Dair Kanun ile.. Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanı yapan bu düzenlemeyle gerçekte, birkaç yıldır fiilen var olan bir durum resmileştirilmiş oluyordu. Ebediyete göçtüğü 1938 yılına kadar, her defasında yeniden Cumhurbaşkanı seçildiğinden ve döneme özgü başka nedenlerden ötürü 1923, 1927, 1931 ve 1935’te cumhurbaşkanı seçilen (dört kez) Mustafa Kemal’e, 1924 anayasasının vermiş olduğu yetkiler, Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Görüşmeleri (1789–1980), İstanbul (Ocak 1998), s. 303’te yazıldığı üzere, 1921 tarihli anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) verdiklerinden daha zayıf olup, Cumhurbaşkanı siyasal hayattaki gücünü, “Kurtuluş Savaşı mirası, (kişisel) karizma, tek parti (Cumhuriyet Halk Fırkası), ordu desteği vb)” almaktaydı., cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk 15 yılı genellikle, “Atatürk Dönemi” olarak isimlendirilmektedir Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923–1938), III/2, Ankara, Temmuz 1996, s. 115’te, 24 Kasım 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu ile “öz adı Kemal Cumhurbaşkanına Atatürk soyadı” verilmişti.. Özgür Dünya’nın güvenlik aradığı; 1929’da patlak veren ekonomik buhran ve Avrupa ile Uzakdoğu’da iktidar olan totaliter rejimlerin yarattığı sorunlarla boğuştuğu aynı dönemde Bu dönem siyasi tarihte, “İki Savaş Arası Dönem” veya “Milletler Cemiyeti Dönemi” olarak anılmaktadır., Türk dış politikasının Mustafa Kemal’den sonraki en önemli yüzleri, Başvekil İsmet Paşa (İnönü) ile ara vermeden tam 13 yıl Hariciye Vekilliği yapan, Tevfik Rüştü (Aras) Bey’di. Lozan’da sergilediği diplomatik yetkinliğin, Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’yı, yedi kez hükümet kurmakla görevlendirmesinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. İsmet Paşa’nın kurduğu ilk iki hükümette (30 Ekim 1923’ten 22 Kasım 1924’e kadar), Hariciye Vekâleti’ni de üslenmesini, bu bağlamda değerlendirmek gerekir Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, Ankara, 1981, s.s. 270-271’de, TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa’dan, Hariciye Vekil Vekili Yusuf Kemal Bey’e, 24 Ekim 1922’de gönderildiği anlaşılan bir telgraftan, Yusuf Kemal Bey’in İsmet Paşa’nın diplomasi konusundaki maharetiyle ilgili, Mustafa Kemal’in birkaç kez dikkatini çektiği anlaşılmaktadır.. Cumhuriyet Türkiyesi’nin en uzun süre görev yapan Dışişleri Bakanı olan (1925–1938) Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’dan çok önce ve yakından tanıdığı bir tıp doktoruydu Tevfik Rüştü Aras’ın biyografisi için bkz. Melih Tınal, Bir Siyasal Kişilik Portresi Olarak Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İzmir, 2001.. Mustafa Kemal, daha askerlik mesleğinin ilk yıllarında iken, görev yaptığı Selanik’teki Olimpos Gazinosu’nda yenilen bir yemekte, arkadaşlarına bir devlet başkanı edasıyla resmi görevler dağıtırken Tevfik Rüştü’ye dönerek, “bu kötü dış politikayı Doktor’un aracılığıyla düzelteceğim” demiş, Nuri (Conker) Bey şaşırınca, “Evet, Doktoru Dışişleri Bakanlığına atayacağım ve diplomasinin inceliklerini ona bırakacağım” diyerek Paraşkev Paruşev, Atatürk, Türkçesi: Naime Yılmaer, İstanbul, 1981, s. 51. sözlerinin arkasında durmuştu. Bu sözlerin, içkinin etkisiyle sarf edilmediğini sonraki yıllar ispatlamakla birlikte, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi, Cumhurbaşkanlığı makamında bulunduğu yıllarda da, dış politika konusunda “kesin belirleyiciliği söz konusuydu, Aras ise uygulayıcı konumdaydı” İlhan Uzgel, “TDP’nin Oluşturulması”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, İstanbul, 2001, s. 74.. Bu durum, Mustafa Kemal’in diplomaside uzman görüşüne başvurmadığı anlamına gelmemelidir. 1936 yılında, genç ve meslekte yeni bir diplomat olan Feridun Cemal Erkin’in 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, 26 Mart 1962- 19 Şubat 1965 tarihleri arasında Dışişleri Bakanlığı yapmıştır., İngiltere Büyükelçiliği’ne verilmek üzere kaleme aldığı bir notayı okuyan Atatürk’ün, kendisini tebrik ve teşekkür ettikten sonra, “Notayı evvelâ Hariciyeye yollayın, bir defa da onlar görsünler. Sonra İngilizlere verirsiniz” demesini, Feridun Cemal Bey’in “Dikkat edilecek nokta, Atatürk büyük devlet adamı: Ben gördüm yeter, derhal İngilizlere gönderin emrini vermiyor; istiyor ki, yetki sahibi devlet makamı da metni görsün ve düşüncesini bildirsin” şeklinde değerlendirmesi Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar-Yorumlar, 1. Cilt, Ankara, 1980, s.s. 82-83., bu bağlamda çok açıklayıcıdır. Yapılan işlerden hareketle, Atatürk döneminde Türk dış politikasını, iki ana başlık altında incelemenin uygun olacağını düşünüyoruz: A. Dünya Barışının Korunabildiği Süreçte Dış Politika: 1923–1930 Medeniyete girmek arzu edip de Garbe teveccüh etmemiş (yönelmemiş) millet hangisidir? Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 3. Cilt, Toplayan: Nimet Arsan, Ankara, 1961, s. 69. Mustafa Kemal, Şubat 1924. Avrupa ve Uzak Doğu’daki sınaileşmiş revizyonist (değişimci) devletlerin Bu devletler: Almanya, İtalya ve Japonya idi., Dünya barışını tehdit eden girişimlerde bulunmadığı bu dönemde, Mustafa Kemal’in önderlik ettiği bir grup asker ve sivil aydın, Türkiye Cumhuriyeti’ni “muasır medeniyet seviyesine” yükselmiş ülkeler içine katmayı hedefleyen, köklü yenilikler gerçekleştirmişti Mustafa Kemal’in, muasır (çağdaş) medeniyet seviyesine yükseldiğini düşündüğü ülkelerin Batılı (coğrafi anlamda değil) olduğu açıktır. Bu ülkelerin alt yapısı kapitalizm, üst yapısı laik ve demokratik yaşam olan bir medeniyet (uygarlık) paydasında buluşmuş oldukları bir gerçektir.. Toplumsal, kamusal ve bireysel yaşamı baştan aşağı değiştiren bu köklü yeniliklerin (Türk Devrimi) neden olduğu ayaklanmalarla meclis içi ve dışındaki muhalefetin (karşı devrimin) boğulup susturulduğu aynı dönemde Ayaklanmalarla ilgili olarak, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924–1938), Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, Seri No: 8, Ankara, 1972, s.s. 19-365’ten, Menemen Olayı dışında bu dönemde, tamamı Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da dokuz ayaklanmanın olduğunu ve ordunun bunları bastırmak için sürekli harekât yaptığını söylemekle yetiniyoruz. Meclis içindeki muhalefet, Halk Fırkası’ndan kopan muhalif milletvekillerince, 17 Kasım 1924’de kurulmuş Terakkiperver (İlerlemeyi seven) Cumhuriyet Fırkası çatısı altında toplanmıştı ki, bu fırkanın programı, Meclis dışındaki muhalefet odakları tarafından da benimsenip desteklenmişti. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Meclis dışındaki tüm destekçileri (karşı devrimciler), 1925 Şubatı’nda patlak veren Şeyh Sait Ayaklanması’nı bastırabilmek için, 4 Mart 1925’te kabul edilmiş: “Takrir-i Sükûn Kanunu” (Huzuru Koruma Yasası) döneminde (1925–1929) tasfiye edilmişlerdir. , iktidarın dikkati ister istemez iç politikaya: Devletin (dolayısıyla kendisinin) gücünü pekiştirmeye odaklanmıştı. Hal böyle olmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti, üç boyutlu bir dış politikayı, büyük bir özenle yürütmeyi de ihmal etmemişti. Önem sırasına göre bunlar: Lozan’da Çözülemeyen Pürüzlerin Giderilmesi İmzacıların onay işlemi beklenmek gerektiği için, 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girebilen Lozan bağıtları, Türkiye Cumhuriyeti’nin, eşit ve egemen bir devlet olarak uluslararası sistemdeki varlığını tescil etmişse de, taraflar arasındaki anlaşmazlıkların tümünü çözmüş değildi. Kemalist seçkinler, iktidarda kalmaya devam edebilmek ve böylece, sözünü ettiğimiz köklü yenilikleri yapabilmek için adil ve de acil olan bir barışa gereksinim duymaktaydı. Lozan’da, Misak-ı Milli’den siyasal, ekonomik ve adli alanda verilen ödünlerle Bunların ekonomik ve adli nitelikte olanları, belli bir takvim dahilinde sona ereceği kararlaştırılmış ya da iç hukukta yapılacak düzenlemeler sonucu telafi edilebilecek noktalardı. anlaşmaya varılamayan konuların, belirlenmiş bir takvim ve yöntem çerçevesinde ele alınmak üzere sonraki sürece bırakılmasını, bu bağlamda değerlendirmek gerekir Dünya tarihi, devrimci iktidarlar için acil bir barışın, kaçınılmaz olduğunu gösteren örnekler sunmaktadır. Oral Sander, Siyasi Tarih İlkçağlardan-1918’e, 2. Basım, Ankara, Kasım 1992, s. 285’ten, 1917 Kasımı’nda Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşeviklerin barışı sağlamak için, Almanya ve müttefikleriyle barışı sağlamak için, Brest-Litovsk Barış Antlaşması’yla verdiği ödünler gerçekten büyüktü: 3.000.000 km2’lik bir toprak parçası (Türkiye’nin yaklaşık dört katı büyüklüğünde) ve 62.000.000 insanını kaybeden Rusya, tarihi başkenti St. Petersburg sınıra çok yakın olduğu için, başkentini Moskova’ya taşınmak zorunda kalmıştı. A.Z. Manfred, Yakın Çağlar Tarihi Sovyet Devriminden Birinci Dünya Savaşı Sonuna 1917–1938, Cilt: 2, Çev: Ergün Tuncalı, İstanbul, Aralık 1976, s. 25’te yazıldığı üzere, Almanlar barış yapmak için aynı zamanda, Bolşeviklerin tazminat ödemesini de istemişler, “… barış Sovyet Hükümeti için bir yaşama sorunu olduğundan (Almanların önerisi uyarınca) anlaşma imzalanmıştı”. . İngiltere’yle Musul (ya da Türkiye-Irak sınırının tespiti), Fransa’yla Osmanlı borçları, Yunanistan’la yerleşik (établi) konusu, çözümü Lozan sonrasına bırakılmış temel pürüzlerdi. Özetle söylemek gerekirse, İngiltere ve Irak’la, 5 Haziran 1926’da imzaladığı bir sınır ve iyi komşuluk (Hudut ve Münasebat-ı Hasene-i Hemcivari) antlaşması ile Türkiye, Musul konusunun aleyhine sonuçlanmasına razı olmuştu. Diğer anlaşmazlık konuları, 1930’lu yılların başına taşmakla birlikte, genellikle Türkiye’nin istediği biçimde çözümlenmişti. Türkiye’yi İstismar Etmeye Yönelik Girişimlerin Boşa Çıkarılması Hariciye Vekâleti Siyasal İşler Müdürlüğü yapmış (1920–1925) olan Yusuf Hikmet Bey (Bayur), Atatürk döneminde Türk dış politikasını masaya yatırdığı bir çalışmasının üçüncü bölümüne şu cümlelerle başlamaktadır: “Sulhun başka vasıtalarla devam eden bir harp olduğu hakkındaki iddia doğru ise, bu tarif Lozan sulhunun akabinde (arkası sıra) bize karşı takip edilen siyasette oldukça geniş bir tatbikat sahası bulmuştur. Türk dehası ve Türk azmi bütün düşmanlarını birer suretle yenmişti… Artık Türklerle muamelede eski zihniyet ve adetlerden tamamıyla tecerrüt edilmesi (sıyrınılması), asırlardan beri onlara karşı kullanılan istismar (sömürü) usullerinden vazgeçilmesi lazım ve makuldü. Fakat garp (batı) büyük devletlerinde çocukluklarından beri Türklük hakkında eski düşünceler içinde büyümüş ve yetişmiş birçok rical (seçkin) vardı ki, fikirlerini bir türlü değiştiremiyorlardı” Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devletinin Dış Siyasası, Ankara, 1973, s. 150. . Ankara’daki iktidar odağının dış politikada benimsediği ilkeler esasen, Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olan Avrupalı büyük devletlerce, Kurtuluş Savaşı döneminden beri gayet iyi bilinmekteydi İngiltere, Fransa ve İtalya’nın, Londra Konferansı’nda kendileriyle, Misak-ı Milli ile çelişen anlaşmalar imza eden Bekir Sami Bey’in, Hariciye Vekâleti koltuğunu kaybettiğini ve TBMM’nin söz konusu anlaşmaları onaylamadığını unutmuş olması mümkün değildi.. Bu ilkelerin başında, Hariciye Vekâleti’nin, cumhuriyetin ilk 15 yılındaki etkinliklerini değerlendirdiği bir bilânçoda altını çizdiği, tam eşitlik (müsavat) gelmekteydi. Lozan bağıtlarıyla “kapitülasyon belasından kurtulmuş olan Türkiye” için, başka devletlerle kurulacak ilişkiler ve imzalanacak anlaşmaların, tam eşitlik zemininde (ayrıca, uluslararası hukuka uygunluk; karşılıklılık ve içişlerine karışmama çerçevesinde) gerçekleşmesi son derece önemliydi Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 490.01/580.2308.02 numarada kayıtlı “Hariciye İşleri” başlıklı (22s.). Ahmet Şükrü Esmer, Siyasi Tarih (1919–1939), Ankara, 1953, s. 190, dipnot 8’den, bu bilânçonun Hariciye Vekâleti’nce, 1938 yılında Ankara’da bir broşür olarak da basıldığı anlaşılmaktadır.. Ancak, Lozan bağıtlarına taraf olan/olmayan devletler, Yusuf Hikmet Bey’in belirttiği sebepten ötürü, Türkiye’nin eşit ve egemen bir devlet olmadığı anlamına gelebilecek bazı girişimlerde bulundular. Bu girişimlerin belli başlıları: Başkent yapılan Ankara’ya büyükelçi gönderilmek istenmemesi; Türkiye’deki yabancı okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türkçe okutulmasına karşı çıkılması; Boğazlar Komisyonu’nun kendine özel bir bayrak edinmek istemesi ve Bozkurt-Lotus olayında Türk adliyesinin kaza yetkisinin tanınmak istenmemesiydi. Hoş görüldüğü taktirde, Lozan bağıtlarını yıpratacak başka adımlara kapı aralayacak bu girişimler Bayur, s. 151., Türkiye’nin sergilediği direnç ve kararlılık sayesinde sonuçsuz kalmıştı. Uluslararası Alandaki Gelişmelere Seyirci Kalmama Lozan bağıtları yürürlüğe girdiğinde Türkiye, kuzeyde Sovyetler Birliği; doğuda İran; güneyde: Kıbrıs ve Irak mandası üzerinden İngiltere, Suriye mandası üzerinden Fransa ve Onikiadalar üzerinden İtalya ile batıda: Yunanistan ve Bulgaristan’a komşu, genç bir cumhuriyetti. Bulunduğu coğrafyanın, “kendi boyutunu aşan bir önem ve avantaj kazandırdığı” Bu ifade, Prof. Dr. Baskın Oran’a aittir. bu genç cumhuriyetin, çok komşulu olmaktan kaynaklanan güvenlik zafiyetini Kuramsal olarak, bir ülke ne kadar çok komşuya sahipse, o kadar çok tehdit edildiği/algıladığı; saldırıya uğradığı ya da aynı anda birden çok cephede savaşa girme olasılığının arttığı bilinmektedir. katmerleştiren, ilave bir sıkıntısı vardı: Japonya hariç, Avrupa ve Asya’nın en güçlü devletleri ile çevrelenmiş olmak. Bu devletlerden: İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan’la arasındaki husumet resmen sona ermişti ama çözüm bekleyen bildik ve henüz patlak vermiş (ve de verecek olan) bir dizi pürüz “1” ve “2” numaralı başlıklar altında değindiğimiz. nedeniyle, ilişkileri dostane olmaktan çok uzaktı. İşte bu nedenle Türkiye, suya atılan taşın yarattığı halkalar gibi, yakın çevresinden ötesine doğru genişleyen bir coğrafyada barış, dostluk ve uluslararası alanda işbirliğine hizmet edeceğini düşündüğü her etkinliğe katıldı ve katkıda bulundu. Hariciye Vekâleti’nin sözünü ettiğimiz bilânçosunda, yaptığımız tespit şu tümcelerle anlatılmaktadır: “Türkiye Hariciyesine terettüb eden (düşen) vezaiften (görevlerden) biri de, eski devirlerden kalma işleri tasfiye ederek gerek (var olanı) muhafaza, gerek ilave (etmek) sureti(yle) dostluk sahasını genişletmek olduğundan, kendi menafini nazar-ı dikkate almak (kendi çıkarlarını gözetmek) şartı(yla), bu hususta her güna (türlü) teşebbüsat ve icraattan bir an hali (geri) kalmamıştır. Avrupa, Asya ve Akdeniz’deki mevkii mahsusu (özel durumu) itibariyle Türkiye, siyaset-i hariciyesini mıntıkavi (bölgesel) bir vaziyette bırakmamış ve Avrupa ve Garbi Asya’nın bütün işleri ile alakadar olmuştur. Tarihi ve coğrafi rolünü bihakkın (gereği gibi) takdir eden Türkiye sulh ve refah aşkı ile infirad (yalnızlık) ve inziva (kendi içine kapanma) politikasını tercih etmemiş ve beynelmilel gerek mevzii ve mıntıkavi, gerek alemşümul (küresel) bilcümle (tüm) faaliyetlere iştirak eylemiş ve bu yol onu Milletler Cemiyeti’ne de dahil olmaya sevk eylemiştir” Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Belge no: 490.01/580.2308.02.. Türkiye’nin: Sovyetler Birliği ile ilişkilerini pekiştirmesi; Savaşın ulusal siyasetin aracı yapılmasını yasa dışı ilan eden Briand-Kellog Paktı ve Litvinov Protokolü ile henüz üye olmadığı halde, Cemiyet-i Akvam’ın (Milletler Cemiyeti) silahsızlanma çalışmalarına katılması; genel tahkim beyannamesini (Acte Général d’Arbitrage) imzalaması; İtalya ile Meis Adası çevresindeki egemenliği tartışmalı coğrafi biçimlenmelerle ilgili sorunları çözmesi ve Dünya’nın çeşitli şehirlerinde toplanmış çok sayıda kongre ve konferansta temsilcileriyle hazır bulunmasını Bu kongre ve konferansların eksiksiz bir listesi için bkz. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Belge no: 490.01/580.2308.02., bu bağlamda değerlendirmek gerekir. B. İkinci Dünya Savaşı’nın Gölgesinde Dış Politika: 1931–1938 Yurtta barış, cihanda barış için çalışıyoruz Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, 4. Cilt, Derleyen: Nimet Arsan, Ankara, 1964, s. 551.. Mustafa Kemal, Nisan 1931. Mustafa Kemal, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı sıfatıyla bu sözleri sarf ettiğinde, karşı devrim tasfiye edilmiş Bu durum, hiçbir zaman mutlak değildir. 1930’lu yıllarda da karşı devrim vardı, ancak 1920’lerle karşılaştırılamayacak ölçüde zayıftı. 1935 yılında, Atatürk’ün yaşamına kastetmek üzere kurulup açığa çıkarılan gizli örgüt ile 1937’de patlak veren Dersim (Tunceli) Ayaklanması tipik örneklerdir. , dolayısıyla Kemalist seçkinlerin iktidarı pekişmişti. 1920’lerde, özellikle Takrir-i Sükûn Kanunu döneminde yapılmış yeniliklerle (nicelik ve nitelik olarak) karşılaştırıldığında, 1930’lu yıllarda Türk Devrimi’nin hız kestiği ve Kemalist seçkinlerin, rejimi tek partili yapacak bir dizi düzenleme yaptığı bilinmektedir Bunların en önemlisi, 1934 tarihli ve 18 maddesiyle ünlü, “Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanunu” ile 1937 yılında, Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı ilkesinin anayasaya konularak devletin nitelikleri yapılmasıdır.. Özgür Dünya’nın, buhrandan ötürü ekonomide kendi yağıyla kavrulmaya yöneldiği (otarşi) Türkiye’nin, kendi yağıyla kavrulma bağlamında yaptıklarına, birkaç tümceyle de olsa değinmek yerinde olur. Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara, Eylül 1994, s. 123’te, “Dünya kapitalist pazarı içinde yer almış Türkiye için, bu buhranın etkilerinden kaçınmak imkânsızdı. Nitekim 1930’dan itibaren Türkiye iktisadi ve siyasi hayatındaki gelişmeler, tekelci kapitalizmin buhranı ile ilgilidir” diye yazmaktadır ki, yukarıda sözünü ettiğimiz: Türk Devrimi’nin hız kesmesi ile Kemalist seçkinlerin rejimi tek partili yapan düzenlemeleri, Türkiye’nin siyasi hayatındaki gelişmelerdi. İktisadi hayatta ise, Esmer, s.s. 207-208’de yazıldığı üzere Türkiye, milli parasını korumak için tedbirler almış; Osmanlı borçlarını, 1928’de imzalamış olduğu anlaşmayla tasfiye edemeyeceğini gördüğünden, moratoryum (olağanüstü koşullarda devlet borçlarının ertelenmesi) ilan edebileceğini açıklamıştı. Yabancı sermaye girmediği için, kapitalizme dış ticaret üzerinden bağlanmış olan cumhuriyet Türkiye’si (Timur, s. 123), Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Belge no: 490.01/580.2308.02’de belirtildiği üzere, “ithalatı tahdit eden (sınırlayan) kanuni tedbirler” almaktan da geri durmamış, ancak imza ettiği anlaşmalarda “memleketin iktisadi ve ticari bünyesinin müsaadesi nispetinde kontenjanlar tevzi” etmeye (ayırmaya) özen göstermişti. Bunların hepsinden önemli olan, Türkiye’nin 1932 yılında “devletçilik” ilkesini (devlet müdahaleciliği+devlet işletmeciliği ve tekelcilik+millileştirmeler) uygulamaya koymasıydı. ve revizyonist devletlerin, Dünya barışını tehdit eden girişimlerde bulunduğu Bunların belli başlıları: Japonya’nın Mançurya’ya ve Çin’e; İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ve Almanya’nın Versailles Barış Anlaşması’nın sınırlamalarından kurtulmak söylemiyle, Avrupa’nın bazı ülkelerini ilhak ve işgale varan uygulamalarıdır. aynı yıllarda, Türkiye’deki iktidar dikkatini bu kez dış politikaya: Özellikle ülkenin güvenliğini sağlamaya odaklamıştı. Bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti, uluslararası alandaki işbirliğini derinleştirirken “3” numaralı başlık altında değindiğimiz., komşularıyla ilişkilerinde inisiyatif aldığı için, bölgesinde kendisini öne çıkaran hareketli, etkin ve gerçekçi bir dış politika yürütmüştü: Parlamenter Diplomasiye Katılma: Cemiyet-i Akvam’a Üyelik Mustafa Kemal 1932 yılında, Amerikalı General Mc Arthur’a: “Versailles Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı’na götüren sebeplerden hiçbirini ortadan kaldıramadığı gibi, aksine dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Zira galip devletler mağluplara, barış şartlarını zorla kabul ettirirlerken, bu memleketlerin etnik, jeopolitik ve ekonomik özelliklerini asla göz önüne almamışlar ve sadece düşmanlık duygularından ilham almışlardır. Böylelikle bugün içinde yaşadığımız barış devresi, sadece mütarekeden ibaret kalmıştır… Bence dün olduğu gibi yarında, Avrupa’nın mukadderatı, Almanya’nın alacağı duruma bağlı bulunacaktır. Üstün bir dinamizme malik bulunan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir akıma kendisini kaptırdı mı, ergeç Versailles Antlaşması’nın tasfiyesine girişecektir” demiş ve İkinci Dünya Savaşı’nın, 1940–1946 yılları arasında başlayabileceği kehanetinde bulunmuştu Cumhuriyetin İlk On Yılı ve Balkan Paktı (1923–1934), Hazırlayan: Şükran Güneş ve Ali Hikmet Alp, T.C. Dışişleri Bakanlığı Araştırma ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü, Ankara, Ocak 1974, s.s. 6-7.. General Mc Arthur’un da paylaştığı bu değerlendirme bir anlamda, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler tarafından, uluslararasında barışın korunması ve kolektif (ortaklaşa) güvenliği sağlamak amacıyla kurulmuş olan Cemiyet-i Akvam’ın başarılı olamadığını göstermekteydi Cemiyet-i Akvam’ın karnesi konusunda bkz. Esmer, 51-57.. Mustafa Kemal’in, “İngiltere ve Fransa’nın elinde alet olduğu ve Amerika ile Sovyetler Birliği gibi iki büyük devlet dışında” kaldığından, girmeyi sakıncalı bulduğu Cemiyete Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara, 1991, s. 125. ülkesini neden üye yaptığı sorusunu yanıtlamadan önce, bazı açıklamaların yapılması yerinde olur. Hariciye Vekâleti’nde, Cemiyet-i Akvam işleriyle meşgul olan dairenin genel müdürü Aptülahat Bey’in de vurguladığı üzere, Türkiye gerçekte bu devletler ötesi kurulun amacını benimsemişti. Başka bir deyişle, Türk dış politikası ile Cemiyetin ilkeleri arasında herhangi bir çelişki yoktu. Bu nedenle Türkiye, üyesi olmadığı halde, Lozan bağıtlarının kapsadığı çeşitli işlerde: Musul, azınlıklar, sağlık, Trakya sınırı ve Boğazlar konusunda, Cemiyet-i Akvam’ın yetkisini fiilen tanımış Akşin, s.s. 169-170., ancak büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. İngiltere’nin, Musul anlaşmazlığını kendi lehine sonuçlandırmak için, Cemiyeti bir araç olarak kullanması, haklı olarak Türkiye’nin bu kurula bakışını bozmuştu Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim, Birinci Kitap, İstanbul, 1945, s.s. 102-103’te, Cemiyet-i Akvam’ı şöyle değerlendirmektedir: “Yirmi senelik sulh zamanını (1919–1939) iki büyük devreye ayırmak bana faydalı göründü. Böyle bir taksim, milletler arasındaki nizam ve ahenge bekçilik etmek üzere kurulan Milletler Cemiyeti’nin faaliyetindeki gelişmelere de uyar. Hakikat şudur ki, ilk devre esnasında Milletler Cemiyeti, galip devletlerin bir nevi kulübü idi. Burada toplanırlar, müşterek menfaatlerinden bahsederler ve dikte ettikleri muahedeleri her türlü tecavüzden korumanın yollarını aralardı… İkinci evrede, Almanya, Sovyet Rusya, Türkiye ve diğer bazı memleketler Cemiyete girdiler. Birleşik Amerika da yavaş yavaş, Cemiyetin çalışmalarına alaka göstermeye başladı… İşte o zaman Milletler Cemiyeti kendine mahsus yolu keşfetti ve vazifesini yerine getirmeyi iş edindi”.. Böyle olmakla birlikte Türkiye, Cemiyet-i Akvam’ın yürüttüğü çalışmalara katkı vermekten ve başta Briand-Kellog Paktı olmak üzere, Cemiyet tüzüğünün Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden devletlere imza ettirilen barış antlaşmalarının ilk 26 maddesini oluşturan bu tüzük için bkz. Nihat Erim, Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri: Cilt I. Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları, Ankara, 1953. bıraktığı boşlukları kapatan bir dizi anlaşmayı imzadan geri durmamıştı “3” numaralı başlık altında değindiğimiz.. Türkiye üye olmazdan önce, Mustafa Kemal’i Cemiyet-i Akvam’dan uzak tutan sebeplerden hiçbiri ortadan kalkmış değildi. Cemiyet hala, İngiltere ve Fransa’nın ulusal çıkarları için çalışan bir kuruldu. Tevfik Rüştü Bey’in, Cemiyet-i Akvam’a girme ihtimalinden söz ederek, inceleme yapmak üzere Cemiyet Sekreterliği’ne yolladığı Aptülahat Bey, bu gerçeği şu tümcelerle anlatmaktaydı: “Genel Sekreter İngiliz Sir Eric Drummond idi… Beni görüşmek ve izahat almak üzere, Genel Sekreter’in yardımcısı (İtalyan) Roddolo ile tanıştırdılar. Onunla uzun ve derin bir hasbıhalde (koyu bir sohbette) bulunduk. Fikirlerini şöylece özetleyebilirim: Cemiyete İngilizlerle Fransızlar hakimdirler. Sekreterliğin her şubesinde ya şef yahut da onun mahiyetinde bir memur İngiliz’dir. Her şey o İngiliz’in dediği gibi olur. Cemiyetin kırtasiye levazımı bile İngiltere’den sağlanır… Genel Sekreter her şeye hakimdir ve o bu mevkide oldukça, vaziyet böyle olmaya devam edecektir…” Akşin, s. 171.. Ne Amerika ne de Sovyetler Birliği, Cemiyet’e üye olmuştu. Üstelik Cemiyet-i Akvam’ın, yıllardır hazırlıklarını yaptığı Cenevre Silahsızlanma Konferansı hiçbir sonuç alınamadan dağılmıştı. Üye olması için, Cemiyet-i Akvam Genel Kurulu’nun Türkiye’yi davet etmesi (6 Temmuz 1932), kolektif güvenlik çabalarının başarısız olduğu ve revizyonist devletlerin, Cemiyet’ten uzaklaşma eğiliminin hissedildiği bir sırada gerçekleşmişti. Türkiye’nin, Dünya barışı için bir umut olmaktan çıktığı anda, Cemiyet-i Akvam’a üye olmasının birkaç nedeni vardı: Önem sırasına göre bunlar: a) Dünya ekonomik buhranından ötürü, yeniden anlaşmazlık konusu olan Osmanlı borçlarının tasfiyesi, Lozan’da verilmiş bazı ödünlerin (Boğazlarda Türk egemenliğini sınırlayan hükümler içeren Lozan Boğazlar Sözleşmesi) telafisi ve Türkiye-Suriye sınırının (Hatay Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine alınmış olarak) yeniden çizilebilmesi, Lozan bağıtlarını imza ettiği anda revizyonizmi terk etmiş Türkiye için, Cemiyet-i Akvam’a üye olmadan mümkün değildi. Bazıları revizyonist olsa da, Lozan bağıtlarına taraf olan devletlerin tümü Cemiyet üyesiydi. Üyelik Türkiye’ye, Cemiyet-i Akvam organlarında bu ülkelere, Türkiye’nin görüş ve düşüncelerini kolaylıkla ve kesintisiz olarak aktarma fırsatı verecekti ki, bunun ulusal çıkarların gerçekleşmesine hizmet edeceği açıktı. Nitekim Türkiye’nin üyelik işlemlerinin tamamlanmasından (18 Temmuz 1932) sonraki dokuz ay içinde, Türk- Fransız ilişkilerini zehirleyen: Osmanlı borçlarının tasfiyesi konusunda Esmer, s.s. 208-209’da, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi, Mustafa Kemal’e hükümeti adına bir albüm hediye edince, Fransız gazetesi Temps’in İngiltere’yi eleştirerek, Türkiye’yi “Garp âleminin düşmanı” olarak tanımladığı ve Mussolini İtalya’nın genişleme ihtiyacından söz ettikçe, Fransız gazetelerinin, İtalyan göçmenlerin Türkiye’nin geniş topraklarında yerleşebileceklerini yazdığı okunmaktadır. nihai anlaşmaya varılmıştı. Türkiye’nin 1936 yılında, Hariciye Vekâleti’nin deyişiyle: “eski devirlerden menkul (kalma) son takyid” yani ayak bağını ortadan kaldırarak Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Belge no: 490.01/580.2308.02. , Boğazlarda Türk egemenliğini yeniden kuran Montreux Sözleşmesi’ni imzalatabilmesi ve 1939 yılında Hatay Devleti’nin kendisine katılması ile Suriye sınırını istediği gibi çizdirmesinde, Cemiyet-i Akvam üyeliğinin ve Cemiyet organlarında yürüttüğü ısrarcı diplomasinin katkısı büyüktü. b) Cemiyet-i Akvam’a üyelik, 1923–1930 döneminde izlenen dış politikanın üçüncü boyutu olduğunu yazdığımız: Uluslararası alandaki gelişmelere seyirci kalmamanın doğal sonucuydu. Yeni bir Dünya savaşının ayak seslerinin duyulduğu 1930’lu yılların başında Kemalist seçkinler, Türk Devrimi’nin zorlu kazanımlarını sürdürebilmek için, öncelikle Dünya’da barışın gerekli olduğunu düşünmekteydiler. Tevfik Rüştü Bey’in kendisine, “Dünya’da her şey değişirken, her mesele yeni baştan tezgâha konup tetkik edilirken, bu meseleler hakkında seyirci kalmanızı doğru bulmuyorum” diye yazan bir arkadaşına verdiği, “Gerçektir ki, cihanda sulh olmayınca istesek de tek başımıza harici sulhumuzu kesin bir emniyet altında bulunduramayız. Şu halde dahilde sulhumuzu korumak için hürriyet ve haklarda müsavat şartları içinde ahenkli bir işbirliği yapılması tabii olduğu gibi, sulhu korumak ve kurmak için de, bizim gibi sulhu isteyenlerle yani milletlerin hürriyet ve istiklalleri esasında işbirliği taraflısı olanlarla gücümüzün yettiği kadar işbirliği yapmalıyız… Bu sebeple siyasi ve iktisadi, her türlü milletlerarası işleri mütalâa ederken elimde tuttuğum ölçü, daima daha iyi bir Türkiye, daha iyi bir Dünya’da şiarıdır” şeklindeki yanıt Aras, s.s. 18-20., böyle olduğunun açık kanıtıdır. Kolektif güvenlik çabalarının başarısız olmasını izleyen süreçte, Adalet Divanı’nın zorunlu kaza hakkını tanıması; Savvedra Lama Paktı’na (1936) katılması; Cemiyet-i Akvam (tüzüğü) ve Briand-Kellog Paktı’na aykırı olarak elde edilenlerin tanınmaması; saldırganın tarifi anlaşmasına taraf olması ve İtalya’nın Habeşistan’a saldırması nedeniyle, Cemiyet-i Akvam tüzüğünün 16. maddesiyle öngörülen yaptırımlara uymasını, Türkiye’nin Dünya’da barışın gereğine olan samimi inancının işaretleri saymak gerekir. c) İngiltere ve Fransa’yla olan anlaşmazlıklarını, neredeyse tamamen çözmüş olan Türkiye için, bu devletlerin başını çektiği Cemiyet-i Akvam’a girmek, muasır medeniyet saflarına katılmak anlamına gelmekteydi. İlginç olan, Cemiyetin Genel Kurul Başkanı M. Hymans’ın: “Avrupa’nın müntehasını (sınırlarının sonunu) teşkil eden Türkiye, medeniyetin bir ifadesidir” diyerek bu duyguyu paylaşmasıydı Cumhuriyet, 19 Temmuz 1932. Aynı tarihli Milliyet gazetesi, Hymans’ın bu sözünü, kırmızı mürekkeple birinci sayfasında manşete çıkarmıştı. Vatan, 3 Temmuz 1932’de yer alan bir demecinde ise Hymans’ın, “Türkler Avrupa harici olmayan Akdenizli bir millettir” dediği yazılmaktadır. Oysa, Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919–1938), Ankara, 1997, s. 95’te yazıldığı üzere, sadece iki yıl önce, Fransa Dışişleri Bakanı Briand, Avrupa Federal Birliği projesine Türkiye’yi (ve de Sovyetler Birliği’ni) dahil etmemişti. . 2. Bölgesel Paktlara Öncülük Ederken Batılı Demokrasilerle İttifak Arayışı Misak-ı Milli’nin altıncı maddesinde vurgulanan eşitlik ve egemenlik, Mustafa Kemal’in dış politikada önemsediği ilkelerin başında gelmekteydi. Dünya barışının korunabildiği 1923–1930 yılları arasında Türkiye; iyi komşuluk, uzlaşma, tarafsızlık, saldırmazlık, hakemlik, dostluk ve işbirliği anlaşmaları imza etmeye özen göstermişti. Çünkü Mustafa Kemal, büyük ve güçlü bir devletle ittifak yapmanın, (daha) küçük ve zayıf olan devletin egemenliğini sınırladığı ve onu, müttefikinin himayesi altına koyduğunu düşünmekteydi Akşin, s. 150. ki, son derece haklıydı. Türkiye’nin kendi coğrafyasında: Balkan ve Sadabat paktlarını kotarıp Batıyla ittifak aradığı 1930’lu yıllarda, Türk dış politikasında köklü bir değişikliğin olduğu açıktır ama bu durum, Mustafa Kemal’in ittifaklar hakkındaki düşünce ve kaygılarının değiştiği anlamında değerlendirilmemelidir. Balkan Antantı Paktı’nın imzalandığı günün ertesi sabahı, genel sekreteri Hasan Rıza Bey (Soyak), Mustafa Kemal’i hayli yorgun ve düşünceli bulunca, rahatsız olup olmadığını sormuş, “Hayır… Gece hiç uyuyamadım da… Şu üzerine düştüğümüz Balkan Anlaşması yok mu? İşte kafam ona takıldı. Biliyorsun bugüne kadar şöyle böyle, kendi iç ve dış meselelerimizle meşgul olduk, yani daha ziyade müstakil bir siyaset takip ettik. Oysa şimdi milletlerarası politika alanına giriyoruz ve üzerimize birtakım taahhütler alıyoruz. Acaba bu vaziyet bizim için ne gibi ihtimaller doğurabilir? diye düşündüm durdum, uykum kaçtı…” yanıtını almıştı Akşin, s. 272.. İttifakların Dünya savaşının kapısını araladığını ve Osmanlı Devleti’nin dağılmasıyla sonuçlanan sürecin, Almanya ve Avusturya-Macaristan ile imza edilen bir ittifakla başladığını Roderic H. Davison, “Osmanlı Diplomasisi ve Bıraktığı Miras”, İmparatorluk Mirası Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, Derleyen: L. Carl Brown, Çeviren: Gül Çağalı Güven, İstanbul, 2000, s. 294’te, 1914’te yapılan ve Osmanlı Devleti’nin sonunu getiren bu yanlışın, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne, nelerin yapılmaması konusunda bırakılan mirasın (genel savaşlara girmeme) bir parçası olduğu yazılmaktadır. bilenlerin başında, Mustafa Kemal ve dava arkadaşları gelmekteydi. Türk dış politikasında, Mustafa Kemal’in bile uykularını kaçıran bu köklü değişikliği tetikleyen, kolektif güvenlik arayışlarının başarısız olacağının anlaşılmasıydı. Bu durum Türkiye’yi, Dünya barışını korumayı amaçlayan uluslararası girişimlere destek vermekten Bunların isimlerini, önceki bölümün b) bendinde vermiştik.; dostluk ve tarafsızlık antlaşmaları imza etmekten (İran, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan ile) alıkoymadı. Ancak revizyonist devletlerin, özellikle İtalya’nın Balkanlar ve Doğu Akdeniz’deki tasarruflarının 31 numaralı dipnotta kısaca belirttiğimiz. derinleştirdiği güvenlik ihtiyacı, Türkiye’yi bir yandan, kendisini çevreleyen bölgesel paktların kurulmasına öncülük etmeye; öte yandan, Batılı demokrasilerle genel bir ittifak arayışına sevk etmişti. Uluslararası ortam, böyle davranmayı kaçınılmaz kılıyordu. Türkiye yanında; Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’nın taraf olduğu, 1934 tarihli Balkan Antantı Paktı ile İran, Irak ve Afganistan’ın taraf olduğu, 1937 tarihli Sadabad Paktı varlığını Sadabad Paktı, adının çağrıştırdığı gibi bir askeri ittifak değil, Atay Akdevelioğlu-Ömer Kürkçüoğlu, “Orta Doğu’yla İlişkiler”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, s. 368’de yazıldığı üzere, bir tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşmasıydı. büyük oranda, Türkiye Cumhuriyeti’nin yukarıda sözünü ettiğimiz yeni dış politikasına borçluydu. İngiltere, Habeşistan’ın saldırıya uğramasından (1935) sonra, İtalya’ya uygulanan yaptırımlara katılan, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Cemiyet-i Akvam üyesi bazı Akdeniz devletlerine, herhangi bir tehlikeye karşı yardım garantisi önermişti. Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye’nin olumlu yanıt verdiği bu öneri, Akdeniz Paktı diye bilinen ittifakı doğurmuştu (1936) Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih 1789–1960, İkinci Baskı, Ankara, 1973, s. 660.. Cemiyeti Akvam, İtalya’ya uygulanan yaptırımları kaldırınca İngiltere, bu pakta katılmış devletlere verdiği yardım garantisini tek taraflı olarak geri çekmişti. Bu gelişmenin ardından Türkiye, Ankara’daki büyükelçisi kanalıyla İngiltere’ye, uzun vadeli bir ittifak anlaşması önerdi. Durumun giderek yumuşaması nedeniyle, hükümetinin böyle bir ittifakı gerekli görmediğini söyleyen İngiliz büyükelçisine Atatürk, “Hükümetinize lütfen yazınız Sayın Büyükelçi, bu cevaptan teessür (üzüntü) duydum, tehlike vardır, büyümektedir. Avrupa semaları üzerinde kara bulutlar, her gün daha ziyade yoğunlaşmaktadır. Benim değerlendirmelerime göre dört, beş seneye varmayacak, İtalya ile Almanya birleşip başımıza İkinci Dünya Harbi felaketini çıkaracaklar” demişti Erkin, s. 83.. 1936 yılında reddedilen bu ikili ittifak, sadece üç yıl sonra: 19 Ekim 1939 tarihinde, Fransa’nın da katıldığı bir Üçlü İttifak olarak gerçekleşecekti. Bilânço Atatürk Dönemi’nde izlenen dış politika, daha 1930’ların başında, Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslararası alanda saygı duyulan, itibarı yüksek bir devlet yapmıştı. Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’a üye oluş biçimi, Yunanistan Başbakanı Venizelos’un, 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ve Türkiye hakkında Batıda çıkan övücü yayınların çokluğu, bunun somut göstergeleriydi. Ayrıca, çok sayıda yabancı devlet adamı, bu dönemde Türkiye’ye gelmişti. Afganistan, Irak ve Yugoslavya Kralı ile eski İngiltere Kralı gayri resmi bir şekilde; İran Şahı ise resmi olarak Atatürk’ü ziyaret etmişti. İsveç veliahdı, Ürdün Emiri Abdullah ve İbnissuud’un oğlu Faysal da, Atatürk’ün konuğu olmuştu. Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Macaristan’ın Başbakan ve Dışişleri Bakanları ile doğudaki dost ve müttefik devletlerin Dışişleri Bakanları ve Batı hükümetlerinden bazı önemli politikacılar, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinden muadillerini ziyaret etmişlerdi. Türk Başvekili ile Hariciye Vekili, bu ziyaretlerden bazılarını iade etmiş, bazılarını ise iade etmeyi kararlaştırmışlardı Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Belge no: 490.01/580.2308.02. . Cumhuriyet 15 yaşına bastığında Türkiye, resmi ilişkiler kurduğu kırka yakın devletten yirmi altısı ile dostluk anlaşmaları imzalamış Turan, s. 153., Montreux Sözleşmesi ve neredeyse topraklarına katmak üzere olduğu Hatay Devleti’ni kurdurmak suretiyle, verdiği ödünleri telafi ederek Lozan bağıtlarını taçlandırmıştı. Kaynak: Türk Dış Politikası 1919–2008, Ankara: Platin Yayınları, 2008. PAGE 3