Yarının Kültürü diyor ki –
“Türkiye, 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamak üzereyken birtakım
bunalımlara şahit olmaktadır. Bunları aşmak için gerekli olan araçlar
ise dönemimizin koşulları gereği kısıtlanmıştır. Diğer bir deyişle, popülizm çağından nasibini alan Türkiye, her ne kadar küresel ve teknolojik
gelişmelerin avantajlarına sahip olsa da bir bunalımdan diğerine sürüklenirken ulusal kriz içerisine girmiştir. Türkiye’de böyle bir krizin
geçmişte daha ağır şartlarda yaşandığını göz önüne aldığımızda bu bunalımların önüne geçme çabasının önemi anlaşılacaktır. Çünkü yüz yıl
önce Cumhuriyet Türkiye’si de devraldığı sorunları 19. ve 20. yüzyılın
en güncel ve akılcı yöntemlerini tercih ederek çözmüştür. Bu noktada
hatırlatılması gereken en önemli detay, Cumhuriyet Türkiye’sinin en
büyük talihinin, neredeyse her türlü probleme çözüm önerisi sunan
eser ve düşüncelere sahip olmasıdır. Bugünkü Türkiye’de ise bireyler
ideolojik kamplaşmanın esiri olarak günlük politika girdabına sürüklendiği için başlıca sorunlar hep anlık değerlendirilmektedir. Sonuç
olarak, bunalımların sürekliliğini yaratan sorunların ağır olması bireyleri gaflete düşürerek atalete sürüklemiştir.
Bugün 21. yüzyılın ikinci çeyreğine hazır olmamız için binmemiz gereken treni belki de çoktan kaçırdık. Sorunların ağırlaştırdığı
bunalımların önüne geçilmesi, bu mümkün değilse bile bir nebze dindirilmesi gerekmektedir. Burada da güncel ve akılcı düşüncelere ihtiyaç
vardır. Tıpkı yüz elli yıl önce Gasprinski İsmail’in yaptığı gibi, Türkçe
konuşan insanların birbiriyle iletişime geçmesi, fikirlerini tartışması ve
buradan da özgün düşüncelerin doğması gerekmektedir. Yarının Kültürü’nde tartışması tamamlanmış bir düşünce demetiyle ‘bugünü
miras edebilmeyi’ amaçlıyoruz. Bu amaçla çıktığımız yolda, mevcut
toplumumuza sağlıklı bir şekilde yaklaşabilmeyi umuyoruz. Zira düşünce insanının dahi, ideolojik kamplaşma ortamında, herhangi bir
tarafın kolayca askeri olabildiği bu zamanda, düşünce kısırlığına mahal
vermemeyi ilke edinen Yarının Kültürü, Türk kültürüne ve Türkiye’nin yarınlarına bir katkı olacaktır.”
© Muratcan Zorcu, ileride markalaşacak Yarının Kültürü
Yarının Kültürü II (2023)
Yıllık Derleme Eser
Yarının Kültürü Kitaplığı – No: üç.
Kurucu ve Yazı İşleri Koordinatörü: Muratcan Zorcu
Editör: Nazlı Esen Albayrak
Logo ve Kapak Tasarımı: Ece Konuk
Son Okuma: Ekin Bayur
Kapak Resmi: Nazmi Ziya Güran, Taksim Meydanı, 1935.
ISBN: 978-625-94491-0-4
Birinci Baskı: Şubat 2024 (150 Adet)
İletişim: yarininkulturu@gmail.com
Açık Erişim: http://yarininkulturu.org/e-kitap/
Baskı
Göktuğ Ofset Yayıncılık Matbaacılık Tic. Ltd. Şti.
Zübeyde Hanım Mah. Sedef Cad. No. 1
İskitler-Altındağ/Ankara
Matbaa Sertifika No: 47538
Tel: 0312 341 38 08
E-posta: goktugofset@gmail.com
Matbaa Sertifika Numarası: 47538
Bu yıllık derleme eserde yazısı bulunan tüm yazar, tercüman ve fotoğraf
sahiplerinden yazılı izinler alınarak Nazlı Esen Albayrak editörlüğünde
hazırlanmıştır. Kaynak gösterirken kitap esas alınmalıdır.
YARININ KÜLTÜRÜ II
(2023)
EDİTÖR
Nazlı Esen Albayrak
Yarının Kültürü Kitaplığı
Ankara
Şubat 2024
KÜLTÜR HİZMETİDİR
PARAYLA SATILAMAZ
Kurucu: Muratcan Zorcu
1995 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nden 2019 yılında; Boğaziçi Üniversitesi Atatürk
Enstitüsü’nden 2021 yılında yüksek lisans derecesiyle mezun
oldu. Koç Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora araştırmasına
devam etmektedir.
Editör: Nazlı Esen Albayrak
1995 yılında Adana’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Ayrıca
üniversitenin Film Çalışmaları Sertifika Programı’nı tamamladı.
Şu anda uluslararası bir dernekte İş Geliştirme Bölümü’nde çalışmakta, aynı zamanda çeşitli platformlarda içerik editörlüğü
yapmaktadır.
İ ÇİNDEKİLER
Takdim
xiii
Ön Söz
xvii
I.
Bölüm: Haftalık Yazılar
Bir Yaşındayız!
1
3
Muratcan Zorcu
Zübük Nereden Gelmektedir?
7
Zafer Engin Pekel
Nerimanov Savunması: Güney Kafkasya’da Çarpışan
Milliyetçilikler ve ‘Ücralarda İnkılabımızın
Tarihine Dair’
20
Ulusal Kimlik İnşasında Yemek Kültürü ve Yemek
Kitapları: Ne Yiyorsak O Muyuz?
30
Nasıl Millet Olduk: Yeni Türk Devletinin Temelleri
38
İsveç Kralı XII. Karl’ın Osmanlı Maliyesine Etkisi
50
Oğul Tuna
Işıl Sevimli
İrem Ertürk
Mustafa Koç
v
Bir Deprem Yazısı
67
Muratcan Zorcu
6 Şubat Depreminin Ardından: Kayıp Kamu Vicdanı
ve Medya
74
Tamer Çerçi
Unutulacak Dünler ve Bugünler: Steinbeck’in
Rusya Günlüğü
84
Erdal Bilgiç
Afet Döneminde Kadın Olmak
101
Ekin Bayur
8 Mart Dünya Kadınlar Günü ve İranlı Kadınlar
106
Japonya’da Depremin Tarihi
111
Machiavelli ve Hobbes’a Göre Siyasetin Alanı
121
Fetih’ten Sonra Osmanlı-Türk Mimarisinde
Bizans Etkilerinin İdeolojik Niteliği
127
Ece Uğuz
Yalın Akçevin
Caner Şafak
Hakan Dumlu
Türkiye’de Basın Özgürlüğü ve RTÜK Kararları
141
Alkan Özdemir
Yeni Toplumsal Hareketler ve Fransa’da Emeklilik
Reformu
Funda Helin Coşkun
vi
147
Sığ Ekolojinin Sonuçları: Türkiye’nin AB’den
Çöp İthalatı
158
Eylül Arslan
Operada Kadın Besteciler ve Kendi Odasını Var
Edebilenler
165
Melissa Aykul
30 Yıllık Uykusundan Uyanan Hazine: Botter Han
176
Turan Farajova
Nasıl Bir Yarın?
184
Batuhan Aksu
Asya-Pasifik’teki Kritik Güçler Dengesi: Kore-Japonya
İlişkilerine Bir Bakış
197
Üremek Bir Hak Mıdır?
206
Bahmut Cephesinde Yaşananlar Bize Ne Anlatıyor?
212
1980’lerde Kırdan Kente Göç ve Kadının Şehirde
Oluşan Yeni İmajı
227
Yalın Akçevin
Yıldız Tuğçe Erduran
Enes Gündoğdu
Zeynep Ezgi Kaya
Türkiye’nin Yeni Baştan İhyası
235
Hamza Dülger
vii
V. Karl’ın Osmanlılara Karşı Elde Ettiği Tunus
Zaferinin Propaganda Unsuru Olarak Halılar
242
Emir Gürsu
Bir Muhalifin Gözünden 14-28 Mayıs Seçimleri
258
Kutay Yavuz
21. Yüzyılda Schmitt’in Siyasal Kavramı’nı Yeniden
Düşünmek
266
II. Abdülhamid Kimdir?
283
Caner Şafak
Tutku Akın
İnönü Vakfı, Yüzüncü Yıl Dönümünde
Lozan Arşivini Açtı!
290
Editöryal Haber
Neoliberalizm ve Cemaatler: Yeni Devletler
292
Ekin Bayur
Destansı Kadın Kahramanlar: Reşad Ekrem Koçu’nun
Erkek Kızlar’ı
297
Zeynep Hazal Sevinç
Rami Kütüphanesi’nin Dünü ve Bugünü ya da
Bir Kütüphanenin Serüveni Üzerine Notlar
304
Bahaddin Tuncer
İtalya’nın İlk Kadın Yargıtay Başkanı ve
Türk Hukuk Tarihi’nde Öncü Kadınlar
Selin Topkaya
viii
311
Leh İhtilalciler: Osmanlı İmparatorluğu’nda
Vatan Arayanlar
332
Kadir Yozkalach
Uzumaki ve Dışarıya Dair
342
Mustafa Türkan
Pembe, Feminist Bir Ütopya: Barbieland
358
Nazlı Esen Albayrak
Oceangate Titan Denizaltı Felaketi ve Hayatta Kalma
Sineması Üzerine Bir Yazı
366
Asu Ege Zorlu
“Sinemadan Nemalanan Simalar – Dahası :
Sinemanın Yarını”
371
Halil Suat Saraç
Cumhuriyet’in 100. Senesinde Türkiye’yi Bekleyen
Çevresel Tehlikeler
382
Ece Özen İldem
Bizim Ülkemizde Voleybol Asla Sadece Voleybol Değil… 393
Hilal Önal
Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı’nda Kadın Olmak
397
Doç. Dr. Hazal Papuççular
İstanbul Modern Notlarım
401
Beril Şen
ix
Japonya’nın “Kürt Sorunu”: Göçmen Karşıtlığı ve
Toplumsal Dinamikler
416
Mehmet Gönültaş
Talim ve Terbiyede İnkılap Yapan Bir Aydın:
İsmail Hakkı Baltacıoğlu:
422
Hilâl Ahenk Aki
Yunanistan Genel Seçiminin Ardından: Batı Cephesinde 434
Yeni Bir Şey Yok
Emrah Aslan
Nâzım Hikmet’in Aşkı: Hatıraları Işığında Şairin
Gizemli İlham Perisi Vera Tulyakova
441
Margarita Tuna
1923 Enflasyonu: Savaş, Para, Travma Sergisinden
Notlar
450
Beste İrem Köse
Futbolun İstenmeyen İşlevi: Şiddet
453
Emre Duman
Türkiye’nin Siber Ufku: 100. Yılında Geleceğe Bakış
459
Ayşe Özge Erceiş
II.
Bölüm: Mektuplar
Cumhuriyet’imiz 100 Yaşında!
475
477
Muratcan Zorcu
Berlin’den Mektubunuz Var!
Melissa Aykul
x
481
Bakü Mektupları – I
485
Bakü Mektupları – II
494
Filistin’in Zeytin Ağaçlarına Vefa
502
Oğul Tuna
Oğul Tuna
Ekin Bayur
24 Aralık 1984’ün Ardından: Kim Bu Bulgaristan
Türkleri?
506
Sinem Arslan
III.
Bölüm: Röportajlar
Fotoğrafçı Sena Nur Altay ile Fotoğraf Üzerine
525
527
Muratcan Zorcu
Tayyib Gökbilgin’i Oğlu Altay Bey’den Dinliyoruz!
537
Emir Gürsu
Sinema Oyuncusu Esin Eden’le Röportaj
545
Burak Süme
Bir Günlük Cumhurbaşkanı Abdülhalik Renda’yı
Günsel Renda Anlatıyor!
555
Muratcan Zorcu
IV.
Bölüm: Metin Neşri
561
“Rize’de Çay İşi Nasıl Başladı?”
563
Katkı Sağlayanların Listesi
575
Ali Şefik Bakay
xi
6 Şubat Depremleri’nde
Hayatını Kaybeden Vatandaşlarımızı
Rahmetle Anıyoruz…
TAKDİM
Yarının Kültürü ismiyle hafızalara kazınan sitemiz, üçüncü yılında Halit Refiğ’in Hanım (1989)
filmindeki Kaptan Necip Bey’in çatanasına telmihen İstanbul Boğazı’nda süzülerek yeni deneyimler kazanıyor. Bu
deneyimleri içeren kaptanın seyir defterini birlikte inceleyelim mi?
Öncelikle, geçtiğimiz yıl Takdim’imde belirttiğim üzere
Beşiktaş-Kadıköy vapurlarının dakikliği gibi güzel bir ritim
yakaladık. Bu seyahatin ilk cildi sizlere 2023 yılının sonunda ulaştı, kitabımız yazarlara ve kütüphanelere dağıtıldı. Bu yolculuk bizim için çok öğretici oldu. Yarının Kültürü-II (2023) ismiyle serimizin yeni cildini hazırlayarak
sizlerle buluşturuyoruz. Elinizdeki bu eserde de 2023 yılı
boyunca yayımladığımız yazıların hepsi tekrar gözden geçirildi. Kimileri tekrar yazıldı, kimileri de genişletildi. Bu
süreçte yazarlarımızın ilgisini düşündükçe bu eseri sizlere
ulaştırmanın haklı kıvancı içerisindeyiz.
Bir yandan yarininkulturu.org/ adresinde haftalık yazılarımız mütemadiyen devam etmekte. Ancak İstanbul Boğazı’
ndaki seyrüseferi düşündüğümüzde tüm trafik yalnızca Beşiktaş-Kadıköy vapurlarından ibaret değil. Bir yandan
Montrö Boğazlar Sözleşmesi şemsiyesi altında uluslararası
xiii
trafik devam ediyor. Yarının Kültürü’nün İsveç’le 2023 yılında yaptığı iş birliğini hatırlatıyor bana. 2024 yılında da
yeni bir iş birliğinin içerisindeyiz, meyvelerini bu yıl vereceğini umuyoruz.
Gelelim iç hatlara. Şehir Hatları’nın Rumelikavağı-Eminönü seferleri gibi markamız altında ana direği haftalık
yazılarımızdan mürekkep yıllık derleme kitaplarımız olan
bir kitaplık kurduk. Rahmetli tarihçimiz M. Tayyib Gökbilgin’in Atatürk ve ulusal bayramlardaki yazı ve konuşmalarının derlendiği kitabı, Yarının Kültürü Kitaplığı’nın
ilk kitabı oldu. Altay Gökbilgin’in hatırşinas yaklaşımıyla
Atatürk ve Türk Milleti kitabımız Türk okuyucusunun
karşısına çıkmakla kalmadı, Macar okuyucusunun karşısına Macarca çıkması için hazırlıklara başlandı. Peki,
önümüzdeki aylarda başka yayınlarımız olacak mı? Bu sorunun biraz merak edilmesini isterim. Söyleyebileceğim tek
şey, merak uyandırabilecek bir İçişleri Bakanlığı raporu
gündemimizde. 1940’lı yıllardan… Onu da 1950’li yıllardan yakası açılmamış mektuplar takip edecek. Böylece
Türk kültür hayatının daha da canlanacağını umuyorum.
Peki, kaptanın seyir defterinde bunlar varken 2023 yılı nasıl geçti? Güzel tecrübelerin yanında zor bir yıldı. Şubat
ayında Kahramanmaraş merkezli iki depremden yaklaşık
yirmi milyon insanımız etkilendi. Deprem gündemi sıcakken öfkemizi ve düşüncelerimizi bu yılki ciltte bulabileceksiniz. Burada hayatını kaybeden vatandaşlarımıza rahmet dilerken deprem kayıplarını ağırlaştıranları da aziz
ulusumuza havale ediyorum. Deprem sonrası krediyle ev
xiv
satanları, kefenler üzerinde oy bezirgânlığı yapanları,
EMASYA protokolünü kaldıranları, arama kurtarma faaliyetleri sırasında sela okutanları da!
Ekim ayı ise Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başarıyla çıkılan bağımsızlık mücadelesinden sonra Cumhuriyet’le
hakimiyette kılıç kuşanan Türk ulusunun bu hakkı elde etmesinin yüzüncü yıl dönümü idi. Ekim ayı boyunca çeşitli
konulardaki Cumhuriyet yazılarımıza yine kitabımızdan
ulaşabileceksiniz. Modern Türk müzik tarihinin önde gelen ailelerinden Selçuk ailesinin üçüncü kuşak temsilcisi
Hazal Hanım, yazısının internet sitemizde kalmasını rica
etti. O yazıyı derlememize alamadığımız için burada adresini belirterek 1 onun da 2023 yılı içerisinde değerlendirildiğini söylemek isterim. Bu vesileyle Münir Nurettin Bey
ve Timur Selçuk’u tekrar özlemle anıyoruz. Yine Cumhuriyet’imizin yüzüncü yılı kapsamında karşımıza sık
çıkmamış, arşivlerde kalmış nadir Atatürk fotoğraflarından
oluşan mini bir albümü de kitabımızın sonunda sizlerle buluşturuyoruz.
2023 yılı Bugünü Miras Edenler sloganının hakkının verildiği bir yıl oldu bizler için. Fransa’da emeklilik yasası
tartışmaları sırasında meydana gelen olaylar, Rusya-Ukrayna Savaşı süregiderken Bahmut cephesi özelinde
paramiliter grupların hükûmetlerüstü hareketleri, İran’da
1
https://yarininkulturu.org/2023/10/13/turkiyede-muzik/.
Bkz. Hazal Selçuk, Cumhuriyet’in 100. Yılında Türkiye’de Müzik, 13 Ekim 2023.
xv
rejimin gazladığı okullar bu minvalde değerlendirilmesi gereken yazılardı. RTÜK yasakları, seçim sonuçlarının
değerlendirilmesi, Botter Han’ın ve Rami Kütüphanesi’nin
açılmasını sizlere sunmaktan dolayı mutluyuz. Diğer bir deyişle, Emirgan açıklarında süren gecelerde, Dolmabahçe’ye
demirlediğimiz ikindi vakitlerinde, İstinye’de günü karşıladığımız sabahlarda gemimiz seyrine devam ediyor. 2023
yılında da farklı seyrüsefer tecrübelerini yine kaptanın seyir
defterinden takip ediyorum.
Kaptan’ın seyir defterini temize çekip sizlerle paylaşırken
tayfamızın yoğun mesaisini yadsıyamam. Bu yoğun mesaiyi
öncelikle zabitimiz, editörümüz Nazlı üstleniyor. Sizlerin
huzurunda kendisine şükranlarımı sunuyorum. Tayfamız
gemimizin günlük, aylık ve yıllık bakımlarıyla sürekli ilgileniyor. Mustafa Türkan, Selin Topkaya, Ekin Bayur ve Emir
Gürsu özelinde tüm ekibimize teşekkür ediyorum.
2024 yılı içinden 2025 yılını selamlarken hangi yazıları ve
kitapları yayımlayacağımız az çok belli olsa da her Türk faaliyeti gibi, seferimiz yolda belli oluyor. 2025 yılının ilk
aylarında 2024 yılında neşrettiğimiz yazıları yayımlarken
nasıl bir haletiruhiyede olacağız, müteakip Takdim’de nelerden bahsedeceğim? Bu yıl da ben bu şahsi merakımla
sizlere geçici bir veda ediyorum.
Muratcan Zorcu
İstinye / Şubat 2024
xvi
ÖN SÖZ
Değerli Okuyucu,
Elinizde tuttuğunuz kitap, yayın hayatına 2022 yılında başlayan Yarının Kültürü’nün 2023 yılında yayımlanan altmış bir yazısını içermektedir. Edebiyattan siyasete,
güncel kültürden sinemaya çeşitli konularda kaleme alınan
çalışmalar, çoğunluğu akademik hayatına devam eden yazarlarımız tarafından özenle hazırlanmıştır.
Türkiye’nin kültür hayatına destek olmak, bir anlamda yarınlara güncel bir miras bırakmak amacıyla çıktığımız bu
yolda, kararlılığıyla bize yol gösteren Muratcan Zorcu’ya,
desteklerini hiçbir zaman esirgemeyen bütün yazarlarımıza, logo tasarımı için Ece Konuk’a, röportaj, tercüme,
danışma ekiplerimize ve kitabın son okumasını detaylı bir
şekilde yapan Ekin Bayur’a çok teşekkür ederim. Herhangi
birinizin eksikliğinde yürütülmesi çok zor olacak bir süreci
son derece keyifli hale getirdiniz.
Kitap boyunca dipnotlarda göreceğiniz yazar künyeleri, yazarların, yazıların yayımlandığı tarihteki konumlarını ifade
etmektedir. Bazı durumlarda, aynı yazarın farklı iki kurumda lisans ve yüksek lisans hayatına devam ettiği, yılın
başında yayımlanan bir yazısında öğrenciyken daha sonra
mezun olduğu görülebilir. Ayrıca, yazıların düzelti sürecinde Türk Dil Kurumu’nun bütün kurallarına uyulmaya
xvii
çalışılmamış, dilin sezgisel kullanımı ön planda tutulmuştur.
Yarının Kültürü ismiyle üçüncü yılımızı kutluyoruz. Biz
her cuma günü sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında Türkçe
içerikler hazırlamaya devam edeceğiz.
Bu ekibin bir parçası olmak, projemize yazılarınızla katkı
sunmak isterseniz bize yarininkulturu@gmail.com adresi
üzerinden ulaşabilirsiniz.
Keyifli okumalar dilerim...
Nazlı Esen Albayrak
Nispetiye / Şubat 2024
xviii
I. B Ö L Ü M
HAFTALIK
YAZILAR
BİR YAŞINDAYIZ!
Muratcan Zorcu1
Yarının Kültürü ailesi olarak sizlerin de gayet iyi
bildiği şekilde yayımladığımız ilk yazı, 31 Aralık 2021 tarihindeydi. Sitemizin giriş yazısını, niyetlerimizi ve öykümüzü benim kalemimden okudunuz. O günden bugüne tam
tamına bir yılı geride bıraktık. Geride bıraktığımız bu sürede, daha başlar başlamaz çok önemli bir krizle baş başa
kaldık: On dört günde bir yazı yayımlanacağı yıllık olarak
planlanmış, yazarlarla görüşülmüş ve yola çıkılmıştı. On
dört günde bir yazı yayımlanması senaryosunda, sitenin geri kalan günlerde atıl kalacağı eleştirisi haklı bir itirazdı ve
bizi yeniden yönlendirdi. Şubat 2022 itibarıyla her ay haftalık düzenle ilerlemeye çalıştık. Yüksel Gölpınarlı röportajımızı da Şubat 2022’de yayımlayarak Türk kültür hayatına
reverans yapmamız çok kıymetliydi. Türkan Şoray röportajımız da yine Türk sinemasına gösterdiğimiz saygıyı ifade
ediyordu.
Yıllık programımızı takip ederken çerçeveyi geniş tutmaya
çalıştık. İstanbul temasıyla kıymetli büyüğümüz Gavsi
(Bayraktar) Bey’in hatıralarına yer verdik. Politik gündemin nabzını tuttuk: Rusya-Ukrayna Savaşı’nın deniz ticaKoç Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora öğrencisidir. Yazarın “Bir Yaşındayız!” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 30 Aralık 2022 tarihinde yayımlanmıştır.
1
3
retine etkisini kıymetli bir yazıyla ilan ettik, Kıbrıs’ı da gündemimize aldık. Angela Merkel sonrası Alman politikasını
Emrah (Aslan) Bey’in değerlendirmeleriyle sizlerle buluşturduk. Sabık İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth’in vefatına
yetiştik; Kutay Yavuz dostumuz fotoğraflarını ve düşüncelerini bizle paylaştı. Yazının bir hafta içerisinde yazılması,
editör arkadaşımız tarafından düzenlenerek yayına hazırlanmasıyla en hızlı yazılarımızdan biriydi. Altı çizilmesi
gereken diğer bir çerçeve de hiç şüphesiz Japonya idi. Japonya politikası tarihsel arka planlarıyla incelendi kıymetli
yazarlarımızca. Gezi yazılarımızın sayısı çok olmasa da bu alanda da kıymetli yazılar yayımlandı. Ceren Turna Fide’nin
İsviçre yazısı ve Ece Uğuz’un Edinburgh yazısı ilk aklımıza
gelenler… Bugünkü Türkiye şartlarında, oralardan Türk
gençliğinin nefesini duymamız bizi iyileştirdi. Bahsetmek
istediğim son nokta da ulusal bayramlarımız oldu. M. Kemal Atatürk’ün vizyonunu her daim zihinlerimizde taşıyan, her adımımızda ona minnet duygusuyla hareket eden
Türk gençliği olarak ulusal bayramlarımıza özel bir önem
gösterdik ve birbirinden kıymetli yazılar yayımladık. Nedense artık üzerinde pek durulmayan ama T.C. Anayasası’
nın amir hükmü laiklik, sekülarizm ve devlet dini meselesi,
Selçuk Erenerol dostumuzca yazıldı. 30 Ağustos’ta, Büyük
Taarruz’un yüzüncü yılında, Doğukan Oruç arkadaşımız
genel çerçeveyle bu kıymetli günü değerlendirdi. 29 Ekim’
de de Türk gençliğinin gür sesini Gaye Naz (Özyol) Hanım’ın sesiyle bir kez daha duyduk.
4
Eksiklerimize gelirsek… En başta tercüme meselesine değinmek isteriz. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın yıla damga vurduğu
2022’de, Ukrayna konulu bir İngilizce yazıyı Batuhan Aksu
arkadaşımız özenle Türkçemize kazandırdı. Keşke bunun
gibi onlarca yazıyı dilimize kazandırabilecek kıymetli bir
ekibi kurabilseydik. İlk eksiğimiz bizce burası. İran’da
Mahsa Amini’nin katledilmesi sonrası meydana gelen gösterilere kolumuz yetişmedi. İçeride olanları yansıtan bir
İran yazısı yayımlayabilirdik; planlarımız aksadı. Arkeoloji
yazısı yayımlama maceramız keza aynı minvalde değerlendirilmeli. Arkeoloji yazısı yazmak isteyen insanlar çıksa da
süreçler bir şekilde tamamlanmadı. Türkiye’nin özelindeyse düzensiz göçler, kadın, toplumsal cinsiyet, spor eksik
kaldığımız, kolumuzun yetişemediği kısımlar oldu. Mesleki
deformasyon olarak yorumlanabilecek, tarih içeriklerinin
biraz fazla olmasıysa 2023 içerisinde çözeceğimiz bir mesele, hiç merak etmeyin. Bugünü Miras Edenler olarak bu
eksiklikleri de belirtmek isteriz. Önümüzdeki yıl, yine eksikliklerimiz olacak ama bunlardan bahsedilmesi bile Yarının Kültürü’nü inşa ederken birer tuğla görevi görecektir.
Yazıyı tamamlarken teşekkürlerden önce 2023 yılında devam edeceğimizin müjdesini tekrar vermek isterim. Belli bir
düzene kavuşan Yarının Kültürü, bugünlerde yazılacak,
yarınlarda paylaşılacaktır. En büyük umudumuz, yıllardır
hep aynı fasit daire içerisinde dönüp duran politik dünyanın, daha renkli, daha kaliteli bir yere evrilmesi ve bu dönüşümün başta Türk halkı olmak üzere Türk politik dünyasına da etki etmesidir. Teşekkürlere gelince, bizi var eden
5
tüm yazarlarımıza çok teşekkür ediyoruz. Birçok yazarımızın ciddiyetini son teslim tarihlerine gösterdikleri uyumdan anladık. Bunun için tüm yazarlarımıza siz değerli okuyucularımızın önünde teşekkür ediyorum. Bu teşekkürü
pek tabii, editörümüz Nazlı E. Albayrak takip edecek. Yazarlığa ilk adımlarını atanlardan yıllardır profesyonel
olarak içerik üretenlere kadar geniş yazar kitlemizin yazılarını düzelten kıymetli mesai arkadaşıma teşekkür ediyorum. Hem yazıların kalitesi konusunda değerli fikirleri,
hem de Yarının Kültürü için ne zaman karmaşık bir zihne
düşsem zihnimi berraklaştıran tavsiyeleriyle bir yılı başarıyla geride bıraktık. Sonrasında da sitemizin logosunu kullanmaya devam etmemize izin veren arkadaşımızdan, içerik
için kıymetli fikirlerini devamlı olarak paylaşan sitemizin
teşekkür listesindeki arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum.
2023’te de her Cuma Yarının Kültürü’ne bekleniyorsunuz.
6
ZÜBÜK NEREDEN
GELMEKTEDİR?
Zafer Engin Pekel1
2000’lerin başında televizyonda sık sık görüp izlediğim filmlerden biri de Zübük’tü. Filmde 68 plakalı
araçlar kullanıldığı için hikâyenin geçtiği Gülören’in Aksaray’da olduğunu sanmıştım. Tabii bu yanılgım çok uzun
sürmedi. Son zamanlarda Zübük filmini ne televizyonlarda
görebiliyoruz ne de internette filmin düzgün bir kopyasını
bulabiliyoruz. Fakat kitabı okumak isteyenler için Zübük
romanını internetten veya bir kitapçıdan temin etmek çok
kolay. Yaklaşık altmış sene önce yazılan bu roman geçen zaman içinde hem bir külte dönüştü hem de yeni bir kavram
olarak dilimize yerleşti.
Zübük’le alakalı süregelen tartışmalardan biri, Zübük’ün
kim olduğu ve memleketi Gülören’in neresi olduğu. Benim
de kafamı meşgul eden bu soruyla ilgili birkaç küçük araştırma yaptım. İnternette bu konuyla alakalı bazı bilgiler
mevcut. Aziz Nesin’in Yurt Gezileri isimli kitabında Zübük’e ilham kaynağı olan Anadolu gezisini ve doğrudan
Zübük romanına referans olan bazı noktaları bulmak
Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrencidir. Yazarın “Zübük Nereden Gelmektedir?” başlıklı yazısı
yarininkulturu.org/ sitesinde 6 Ocak 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
7
mümkün. Ayrıca Mum Hala isimli hatıra kitabında da yazarın kendisi bu konuya değiniyor.
Zübük’le alakalı olarak, bu kitabın tek bir insana ve şehre
dayanarak yazılmadığını; bilakis pek çok şahıs ve mekândan
beslenen bir kompozisyon olduğunu söylemek gerekiyor.
Yine de kitabı kurgularken Aziz Nesin’in çıkış noktası olarak kullandığı bir şehir ve politikacıdan bahsetmek mümkün. Kitapta Gülören olarak anlatılan şehrin ilham kaynağı
Sivas’ın Suşehri ilçesi; Zübük karakterinin ana referans
noktası da Demokrat Parti (DP) mensubu, 50’lerde Suşehri
Belediye Başkanlığı ve Sivas Mebusu olarak görev yapmış
politikacı Abdurrahman Doğruyol. Yurt Gezileri’nde romana mesnet olan kısımları bu yazıda tespit etmeye
çalışacağız.
Suşehri ve Gülören arasındaki benzerliklerden bahsetmeye
romandaki şu satırlardan başlayabiliriz: “Otellerden birinin adına neden ‘Turistik’ eklenmiş diye şaşma. Çünkü
içinde kaç yıl yaşıyacağımı bilmediğim bu ilçe, Türkiyeİran transit yolu üzerindedir.”2 Aynı konuyu Yurt Gezileri’nde de görüyoruz: “Söylenenleri size anlatıyorum:
Suşehri transit yol üzerindedir. Avrupa’dan karayoluyla
İran’a gidecek olanlar Sivas’tan geçer, Suşehri’ne uğrar
2
8
Aziz Nesin, Zübük (İstanbul: Nesin Yayınları, 2021), 101.
öyle giderler. Günde onbeş-yirmi, kimi zaman daha çok turist arabası Suşehri’ne uğrar. Orda geceleyenler olur, geçip
gidenler olur.”3
Sadece Suşehri için geçerli olmayan ancak romanda karşımıza büyük bir mesele olarak çıkan cami yaptırma
derneğini gezi notlarında şu satırlarda ana hatlarıyla görebiliyoruz: “Bu gezimizde şimdiye dek en az kırk yerde bu
türlü camiye yardım ilanları gördüm. Ama bitek okul
yaptırmak için yola dikilmiş yardım ilanı, okula yardım
için otobüsün yolunu kesip para toplayan görmedim.”4 Kitabın genelinde hemen her şehirde bu meseleyle alakalı
kısımlara rastlayabiliriz. Belli ki o dönemde ülkede cami
yaptırma furyası varmış.
Zübük’te meşhur bir kaybolan manda hikâyesi vardır. Kasabın mandası kaybolur, bir ay kadar bulunamaz. Bir ay
sonra mandanın camiye girip kendi kendine çıkmayı başaramadığı, bir aydır kimse camiye girmediği için de bir türlü
bulunamadığı ortaya çıkar. Bu meselenin orijinali Nesin’in
ismini vermek istemediği bir Karadeniz kıyı şehrinde geçer.
“Koca manda köy içinde gezerken başını vurup caminin
kapısını açıyor. Camiye giriyor. Cami kapısı hamam kapıları gibi, itince açılıyor, sonra kendiliğinden kapanıyor.
Elle çekmeyince içerden açılmaz. Manda içerde kalıyor, dışarı çıkamıyor. Yirmiyedi gün camiye kimse girmediği için
Aziz Nesin, Yurt Gezileri (İstanbul: Nesin Yayınları, 2009),
302-303.
4
Nesin, Yurt Gezileri, 94.
3
9
ordaki mandayı gören olmuyor. Yirmiyedi gün değil, yetmişyedi gün de camiye uğrayan yok ya… Mandayı hergün
heryerde arıyorlar, camiyi aramak hiçbirinin aldına gelmiyor. Mandanın camide işi ne?”5 Orijinal hikâyede de yirmi yedi günün sonunda mandayı köyün delisi buluyor.
Yurt Gezileri’nde Aziz Nesin’in detay vermeden bahsettiği
iki hikâye vardır. Ancak yazdıklarından Nesin’in bu
hikâyeleri kitapta yer verdiğinden daha detaylı dinlediği
bellidir. İlk hikâye, her siyasetçinin taşralıya evire çevire
yutturmaya çalıştığı “Sizi vilayet yapacağız!” yalanı yüzünden Ankara’ya giden bir heyetle ilgilidir: “Söyleye söyleye
Suşehrilileri de heyecanlandırmışlar. Suşehrililer il olma
isteklerini Ankara’ya gidip ilgililere duyurmak için ilçeden bir kurul kurmuşlar. Bu kurulun Ankara’ya bir
gidişini anlattılar, güle güle bir hal oldum! Sonunda Ankara’da kimseyle de görüşememişler. Bir de ters geri dönüşleri var…”6 Romanda Ankara’ya Zübük’ün yanına gittikleri faslın bu hikâyeden beslendiğini de tahmin edebiliyorruz.
Üstü kapalı geçilen diğer kısım da belki Abdurrahman
Doğruyol’u anlatmasa da esin kaynaklarından birisi gibi
duruyor: “Amasya’dan tirenle Sivas’a geliyordum. Başka
bir adamın adını daha tirende duydum. Tirendekiler, siz
onu daha çok duyacaksınız, dediler. Öyle de oldu. Sivas’ta
herkes ondan konuşuyor. Ordan ayrılıncaya dek dinledim
5
6
Nesin, Yurt Gezileri,126.
Nesin, Yurt Gezileri,307.
10
de dinledim, anlattılar da anlattılar. 1,90 boyundaymış.
İleri gelenlerden biri gelmeye görsün, hemen kuzuları kestirir, zurnaları çaldırır, davullar vurdurur, köylüye
halaylar çektirirmiş. Eskiden… Söylemeyeyim daha iyi…
Okuması yazması yokmuş. Yükselmiş de yükselmiş.”7
Nesin’in Zübük için Suşehri ve Doğruyol’dan esinlendiğini
gezi yazılarının birinde net bir şekilde anlıyoruz. Yazının
başlığı: “İt Kağnı Gölgesinde Yürümüş, Kendi Gölgem
Sanmış.” Yazının muhtevası şu şekilde: “Biçok atasözü topladım. Ama bunların en güzelini Suşehri’nde duydum.
Bakınız, ne güzel: ‘İt kağnı gölgesinde yürümüş de, kendi
gölgem sanmış.’ İşte bir tümce içine sıluşurılmış bir kitap
dolusu gerçek. Bu sözü Suşehrililer bir politikacı için söylüyorlar. Bu politikacı konuştu mu mangalda kül
bırakmazmış. Sözünün en küçüğü, DP’nin en büyüğü
olurmuş. Örneğin Adnan Menderes için ‘bizim Adnan’
diye konuşurmuş; ‘şu bizim Koraltan’…
Konuşmalarından bikaçı: ‘Gelip bana danıştılar. Olmaz
Hasan, dedim, olmaz kardeşim. Beni dinlemediler. İşte
gördüler. Şimdi ocağıma düştüler. Aman, diyorlar. Acıyorum. Şeytan diyor ki hiç karışma. Ama olmuyor…’; ‘Dün
bana telefon etti. Evde yok dedirttim.’; ‘Gazinoda içiyoruz.
Garson hesap pusulasını getirdi. Bizim Hasan’ın rengi sarardı. Hemen anladım, parası yok. Yavaştan bir binliği
parmağıma sıkıştırıp masanın altından buna uzattım.
7
Nesin, Yurt Gezileri, 234.
11
Parayı alınca bir ferahladı. Bu iyiliğin hiç unutmayacağım, dedi.’ Daha bunun gibi neler…”
“Bigün Ankara’dan (!) karısına telefon ediyor, ama başka
sesle. Karısına kendisini soruyor. Kadın,
— Yok efendim. Kimsiniz? diyor.
— Ben (…). Kendisine bişey danışacaktık da…
Kadın şaşırıyor. Korkudan elinden telefonu düşürecek.
— Gelince söylerim efendim. Başüstüne.
— Acele (…)’e kadar gelsin. Çok rica ederiz. Biraz sonra
evine geliyor. Karısı,
— Bey, seni (…) aradı. Acele (…)’e gelsin, bişey danışacağız,
dedi.
Elinin tersiyle havayı itiyor.
— Bırak canım, gitmeyeceğim.
— Aman git, ayıp olur.
—Gitmeyeceğim işte…
Sonra kadıncağız bu olayı herkeslere anlatıyor:
—Bizim beyi rica ediyler, yalvariyler de gene gitmiy…”8
Bu yazıda işin rengi iyice ortaya çıkıyor. Zübük’ün Doğruyol’dan yola çıkılarak oluştuğu belli olmaya başlıyor. Bu
8
Nesin, Yurt Gezileri, 311-312.
12
yazıda Doğruyol isminin henüz açıkça telaffuz edilmediğini de söylemek gerek. Doğruyol’un mebusluk dönemi
bittikten sonra siyasi olarak faaliyetlerine devam ettiğini de
görebiliyoruz: “Bu konuşmalar askerlik şubesi başkanının
yanında geçiyor. Bu sırada Kaymakam Vekili Hamit Nacar şube başkanına dönüp dert yanıyor:
— Memleketimizde dört-beş tane grup var. Eski milletvekili Doğruyol grubu, belediye başkanının grubu, DP
Başkanı Kırca’nın grubu, bir de CHP grubu. Birinin istediğini yapıyorum, öbürü darılıyor. Ne yapacağımı
şaşırdım.”9
İt Kağnı Gölgesinde Yürümüş, Kendi Gölgem Sanmış başlıklı yazı yayımlandıktan sonra Abdurrahman Bey bir
tekzip yayımlatıyor. Tekzip yazısında Aziz Nesin’in daha
önce isim vermeden bahsettiği politikacıyla ilgili yazıyı üstüne alınarak içinde Nesin’e yönelik hakaretler de bulunan
bir tekzip metni gönderiyor. Tamamını buraya almayacağımız tekzip yazısı kurnaz taşra politikacısına has ucuz,
hamasi bir üslupla yazılmış. Yazının tamamına Yurt Gezileri kitabında da yer veriliyor.
Aziz Nesin daha sonra bu tekzibe şöyle cevap veriyor: “Suşehri’ne gitmiştim. Orası için de beş yazı yazmıştım. Elbet
kendi görüşüme göre… Suşehri’nde bir politikacı tipi anlattılar. Çok ilginç bir tip. Onun için anlatılanları yalnız
muhaliflerden duymadık, kendi parti arkadaşları da öyle
9
Nesin, Yurt Gezileri, 319.
13
anlatıyorlardı. Bu adamın yaptığı işler bir gülmece romanı konusu… Kimdi bilmem. Görmedim, tanışmadım. Adını bile bilmiyorum. İlginç olan onun adı-sanı, kimliği değil yaptığı işlerdi. Bunların yazılıp duyurulmasını yararlı
gördüm, yazdım. Haydi, savcılık eliyle bir yalanlama… Bu
nasıl yalanlama? Biz yazmışız da ad vermemişiz, kimlik,
kişilik göstermemişiz; yer, zaman bildirmemişiz. Neyi yalanlıyorsun? Yalanlamada bir eski DP milletvekili olan
Abdurrahman Doğruyol, ‘O yazıda anlattıkların var ya,’
diyor, ‘işte o işleri yapan benim…’ Ne diyelim? Bizim bişey
dediğimiz yok, kendisi diyor.”10
Abdurrahman Doğruyol’un biyografisine baktığımızda
Wikipedia sayfasında dedesi Hacı Celâl Doğruyol’un da
daha önce Suşehri Belediye Başkanı olduğu bilgisi veriliyor.
Kesin olarak teyit edemesek de Doğruyol’un Suşehri eşrafından olmasına ve uzun siyasi kariyerine bakılırsa tutarlı
bir bilgi. Siyasi kariyerinde işgal ettiği ilk makam DP Suşehri İlçe Başkanlığı olan Doğruyol, önce Suşehri Belediye
Başkanı, 1954 seçimlerinde de Sivas Mebusu olarak seçiliyor. 1957 seçimlerinde ikinci kez milletvekili olamasa da
aktif siyasetle bağlarını koparmıyor.
Romanda milletvekilliği sonrası tasviri şu şekilde: “Onunla
bir akşam öğretmenler derneğinde tanıştım. Adam birden
beni sardı. Hiç de anlattıkları gibi değil, dahası, anlatılanların tersi. İçim ısınıverdi. Evet, liseyi bile bitirememiş
ama, oldukça geniş bilgisi var. Dili bura ağzına çalıyor,
10
Nesin, Yurt Gezileri,323-324.
14
anlatışı tatlı, sözü de dinleniyor, kavrayışlı bir adam. O da
benim konuşmamdan, benden memnun kaldı sanırım.
Kırk yaşlarında var yok. Evinden dışarı pek seyrek çıkıyor.
Daha bu yaşta yalnızlığa gömülmüş, küskün. Hemşerilerinin onunla dostluk yapmağa pek niyetleri yok. Yanına bile
sokulmuyorlar. Uzaktan selâm verip geçiyorlar. Onun da
partiye, belediyeye uğradığı yok. Arada bir öğretmenler
derneğine gelip yalnız başına oturuyor. Yanına gelen yok.
Arada bir memurlar konuşuyorlar.”11
Doğruyol’un mebusluk sonrası dönemi bu romandaki gibi
yalnız ve dışlanmış değil; bilakis aktif siyasete devam ediyor.
1963 ve 1968 seçimlerinde iki dönem üst üste Suşehri Belediye Başkanı seçilerek 1973’te kendi isteğiyle siyaseti
bırakıyor. 21 Haziran 1982 tarihinde vefat ediyor.
Aziz Nesin hayattayken de Zübük-Doğruyol benzerliği
gündeme geliyor. Hatta Aziz Nesin Sivas’a gittiğinde sürekli bu konu açılıyor. Bu kısmı kendisinin Mum Hala
isimli hatıra kitabından alıntılıyoruz: “Vatan gazetesi benden bir mizah romanı isteyince, yine böyle yapacaktım.
Romanın adı Vilayetlik İstiyoruz!’du. 1959’daki yurt gezisinde kafama takılmıştı bu konu. Ekonomik planda
başarısız DP iktidarı oy avlamak için türlü yollara girmişti. Bunlardan biri de ilçeleri vilayet yapmak vaadiydi.
İlçe bile olmaması gerekli küçücük, verimsiz, az nüfuslu,
bakımsız, yoksul yerlere ‘Vilayet Yapcağız!’ deniliyordu.
Vilayet olmayı bir çıkar yol sananlar da inanıyordu. Yurt
11
Nesin, Zübük, 252-253.
15
gezisinde bu konuda çok gülünç olaylar gördüm, dinledim:
Şebinkarahisar, Suşehri, Merzifon, Akşehir vb. yerlerde…”
“Vilayetlik İstiyoruz! romanında bunları yazacaktım. Romanın geçtiği çevre Suşehri olacaktı. Burda madrabaz bir
politikacı, muhalifleri susturmak için, biçok yerde de olduğu gibi, ‘Vilayetlik istiyoruz!’ parolasını atmıştı. Halk
buna inanmış, bağlanmış ve iktidarın burasını vilayet yapacağı umuduyla muhalifler seslerini çıkarmaz
olmuşlardı. Bu madrabaz politikacı tipi de, gezide gördüğüm biriydi. Onun hakkında biçok gülünç olay
dinlemiştim.”12
Mum Hala kitabındaki yazının devamından: “Romanın
bu kadar iyi olmasını isteyince, hiç yazamadım, Vilayetlik
İstiyoruz! Olmadı. Bu romanın tasarısındaki tip, Zübükzade İbraam Bey öne geçti. Yani benim uzun mizah
hikâyelerimdeki tutumum değişti. Bir ana düşünce eksenine sıralanmış gülünç olaylar zinciri yerine bu sefer
Zübükzade İbraam Bey diye bir karakter almış oldum.
Böyle başlamak mizah romanı ‘uzun hikâyesi’ için zor. Bir
belli karaktere durmadan gülünç olaylar yaşatamıyorsunuz. Oysa benden istenen bu. Okur her tefrikada gülecek.
Yazdım bozdum, yazdım bozdum. Onüç gün durmamasıya kıvranarak çalıştıktan sonra, en sonunda bugün
Aziz Nesin, Mum Hala, (İstanbul: Nesin Yayınları,2009), 1:
81-82.
12
16
olumlu bir yol buldum. Sanırım adını Kağnı Gölgesindeki
İt koyduğum roman iyi gidecek, iyi bir roman olacak.”13
Aynı kitaptan, 1987 yılında Nesin Sivas’a gittiğinde yaşadıklarını da öğreniyoruz: “Sivas’ta bu kez kaldığım beş gün
boyunca çok kişi (öğretmenler) Zübük’ten konuştu. Öyle anlaşılıyor ki Zübük bir söylence olmuş. Ne var ki, Zübük’ten
konuşanların çoğunun Zübük romanını okumamış olduklarını, okumuş gibi davrandıklarını konuşmalarından
anladım. Ben Abdurrahman Doğruyol adını bile unutmuştum. Belki romanı yazarken bile bilmiyordum. Ben ordayken o sevimli, tombul DP’li belediye başkanı vardı. O
kalpten öldü. Ondan sonra Abdurrahman Doğruyol Suşehri belediye başkanı olmuş.
Zamanım olsaydı, yolları da kardan kapanmamış olsaydı
Suşehri’ne gidip bikaç gün kalmayı çok isterdim. O zamanlardan beri ne gibi değişiklikler olmuş! 1958’di ilk gelişim.
Yirmidokuz yıl olmuş. Asıl Zübük, bana Abdurrahman
Doğruyol’u Zübük olarak anlatan avukat Vahit Bozatlı.
Abdurrahman Doğruyol, hiç olmazsa partiden partiye
transfer olmadı, hep DP ve süreği olan AP’li kaldı. Asıl Zübük Vahit Bozatlı, mecliste CHP’nin en atağıyken AP’ye
geçip AP’nin havhavcısı olmuş.
Para oyunlarını filan anlattılar. Şimdi Istanbul’da notermiş. Çok merak ediyorum. Bir gidip görsem…
13
Nesin, Mum Hala, 1: 83.
17
Zübük’ün süreği olarak bir roman daha yazmak istiyorum. İkinci Zübük’ü yazarsam, başına bir önsöz yazıp
Zübük romanının nasıl oluştuğunu yazmalıyım. Aslında
romanda salt Abdurrahman Doğruyol anlatılmış değil
ki… Bütün o Sivas, Zara, Suşehri, Tokat bölgelerinin Zübük’ünü anlattım. O tip bir kompozisyondur. (Sanat
gerçeği budur.)
Kısacası, Zübük söylencesi Zübük romanını çok aştı.
Romandaki Zübük’ün Abdurrahman Doğruyol sanılmasının nedeni, roman Akşam gazetesinde tefrika edilirken,
o ben değilim yollu yalanlama göndermesidir Abdurrahman Doğruyol’un.
İkinci Zübük’te Vahit Bozatlı’yı anlatmalıyım.”14
Romanda Avukat Burhan karakteriyle temsil edildiğini düşündüğümüz Vahit Bozatlı da aynı dönemde Suşehri CHP
İlçe Başkanı. Avukat Burhan’ın aydın, mücadeleci, idealist
bir karakter olarak tasvir edildiğini düşünürsek hadiseler
yıllar içinde Aziz Nesin’in Bozatlı hakkındaki fikirlerinde
büyük değişikliğe sebep olmuş. Yukarıdaki satırlardan da
anlaşılacağı üzere Zübük kavramı ne Doğruyol’a ne de Suşehri’ne özgü bir durum. Anadolu’nun pek çok yerinde
benzer olaylar ve kişiler o dönemde mevcut. Doğruyol ve
Suşehri sadece tetikleyici konumundalar. Bu sebeple Zübük’lüğün yükünü onlar kadar herkese yüklemek
gerekiyor.
14
Nesin, Mum Hala 2: 197-198.
18
Yurt Gezileri kitabında buraya alınabilecek daha bir dolu
anekdot var, ancak o kadar detaylı bir yazı için bu satırlar
yeterli olmaz. Uzun uzadıya hususi bir inceleme yazısı yazmak gerekir. Yurt Gezileri oldukça akıcı, kıvrak bir gazeteci
üslubuyla yazılmış, okurken akıp giden bir kitap. Eğer ilginizi çektiyse okumanızı muhakkak tavsiye ederim. Zübük’
ün yeni baskılarında da romana ilham veren kitap olarak tanıtımı yapılmaya başlanmış.
Yazıyı Suşehri Belediyesi’nin internet sitesinde yer alan ve
Atatürk’e ithaf edilen bir sözle bitirmenin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu sözlere göre, Suşehri Belediye
Başkanlığı, Atatürk’ün alternatif kariyer planında da kendine yer edinmiş fevkalade mühim bir makam.
“Reis-i Cumhur olmasaydım Yalova’da ya da Suşehri’nde
Belediye Reisi olmak isterdim.” (M. Kemal Atatürk)15
http://www.susehri.gov.tr/ilcemizin-tarihcesi, Erişim: 23
Ocak 2024.
15
19
NERİMANOV SAVUNMASI:
GÜNEY KAFKASYA’DA
ÇARPIŞAN MİLLİYETÇİLİKLER
ve
“ÜCRALARDA İNKILABIMIZIN
TARİHİNE DAİR”
Oğul Tuna1
Sovyet Azerbaycanı’nın ilk lideri ve Kafkas Bolşeviklerinin önde gelen ismi Neriman Nerimanov (18701925), Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü koruma hususunda önemli bir rol oynadı. Azerbaycan Sovyet Sosyalist
Cumhuriyeti Halk Komiserliği, bir başka ifadeyle Başbakanlığı görevini yürüttüğü süreçte (1920-1922) Nahçıvan
ve Dağlık Karabağ’ın ülke sınırları içerisinde kalmasını sağladı. Öğretmenlikten hekimliğe uzanan hayatı İran (19061911) ve Rus devrimlerinin (1905 ve 1917) gölgesinde geçti.
1
Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü Tarih Bölümü doktora öğrencisidir. Yazarın “Nerimanov Savunması: Güney Kafkasya’da Çarpışan Milliyetçilikler ve ‘Ücralarda İnkılabımızın
Tarihine Dair’” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 13
Ocak 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
20
“Doğu’nun Lenin’i” olarak da anılan, Bolşevik Devrimi’
nin lideri ile mesai arkadaşlığının yanı sıra dost da olan Nerimanov’un milliyetçiliğe ve sosyalizme bakışı zaman içinde
değişti. Bunda hiç şüphesiz Sovyet liderliğinin Güney Kafkasya’da uyguladığı ve Lenin ile Stalin arasında büyük
tartışmalara sebep olan milliyetler politikası etkili oldu. Nerimanov, Azerbaycan Komünist Partisi (AKP) içinde
Müslüman-Türk proleterlerinin nüfusa oranla az temsiline
karşı çıkıyor ve parti içinde Moskova destekli ErmeniGürcü kliğinin yerel halkın âdetlerine saygı göstermediğini,
Rusya’daki gibi topyekûn bir ihtilalin destek bulmayacağını, Müslüman işçilerin Ermeni ve Rus işçiler kadar
önemsenmediğini söyleyerek tepki gösteriyordu. Özellikle
Karabağ meselesindeki tutumu sonrası, önce 1922 Cenova
Konferansı’na delege olarak yollanmış, ardından da Moskova’da daha üst bir mevkie “terfi” ile bölgeden el
çektirilmişti.
Doktor Nerimanov’un fikrî ve eylemsel değişiminin en
önemli tanığı, Stalin’e yazdığı 1923 tarihli mektuptu. Ermeni ihtilalcilerle uzun zaman yoldaşlık etmiş, Bakü
Komünü’nün (1918) liderliğini üstlenen Stepan Şaumyan
ile sürgün ve devrim yıllarını paylaşmış Nerimanov’un
“milliyetçi, şoven” olarak suçlanmasına karşı çıktığı mektubu anlamak için dönemin önemli gelişmelerine kısaca
bakmak gerekiyor. Güney Kafkasya tarihindeki bir dönüm
noktasını simgeleyen bu metin ise milliyetçilik ve sosyalizm
arasındaki ilişkiyi; Sovyetler’de milliyetler politikasındaki
21
değişimin daha küçük bir bölgeyi ve yerel iktidar mücadelesini nasıl şekillendirdiğini anlamamıza yardımcı olabilir.
SÜRGÜNDE SAVUNMA
Nerimanov’un kısa fakat Azerbaycan tarihini değiştiren liderliği, onu 1923’te Moskova’ya sürükledi.
Komünist Parti’nin merkezine yükseltilmişti. Fakat bu
yükseliş, aslında bir sürgün ve düşüş anlamına geliyordu.
Bunda da en büyük pay Azerbaycan’daki parti içerisinde
aktif olan ve farklı etnik kökenlerden gelen komünistlerdi.
Tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte Nerimanov’un
düşüşü, kendisi için, yakın olduğu Mirsaid Sultangaliyev’in
“ayrılıkçılık” suçundan mahkûm edilmesi kadar elim sonuçlara yol açmadı.
Yine de bu “terfi”, Nerimanov’u Stalin ve Parti Merkez Komitesi’ne kendisini savunmak zorunda kalmasını önleyemedi. Ucqarlarda inqilabımızın tarixinə dair (Ücralarda
İnkılabımızın Tarihine Dair) adı verilen mektubunda
Azerbaycan’daki parti içinde eş zamanlı yükselen Ermeni,
Gürcü ve “genç” Azerbaycanlı kadroların milliyetçi ve ayrılıkçı olduğuna dair suçlamalara yanıt verdi. Haziran
1923’te kaleme alınan ve Stalin ile Rus Komünist Partisi
(Bolşevik) Merkez Komitesi’ne yazılan mektubun kopyaları Trotskiy ile Karl Radek’e de yollandı. Nerimanov bu
mektuba Aralık 1923 ve Mayıs 1924 tarihlerinde iki ayrı
metin ekledi. Belgelerin tamamı Rusça olarak 1990’da ve
Azerbaycan dilinde 1992 yılında yayımlandı.
22
Nerimanov’un savunması, temelde Stalin ve Gürcü yoldaşı
Sergo Orconikidze’nin “Büyük Rus şovenleri” olmakla suçlandığı “Lenin’in vasiyeti” ile benzeşmektedir. Lenin’in
Sovyet milliyetler politikası kurgusu, Stalin’inkinden ayrışmaktaydı. Nitelik ve nicelik olarak küçük ulusların büyük
ulusların bir parçası ve bunların her türlü otonomiden uzak olması gerektiğini savunan Stalin’in aksine Lenin bu
küçük uluslara belli bir kültürel özerklik verilmesi gerektiğini savunmaktaydı. Nerimanov da bu bağlamda şunu
yazıyordu mektubunda:
“Azerbaycan’ı Sovyetleştirirken Rusya’da ettiğimiz hatalara yol vermemeli, yerel şartlarla hesaplaşmalı;
müstakil, örnek bir Sovyet Cumhuriyeti yaratmalıyız
ki Şark işçileri öncelikle bizim işgalci, emperyalist maksatlarımız olmadığını bilsinler ve ikinci olarak görsün
ve hissetsinler ki kendi hayatlarını hanlar, beyler ve başkaları olmadan kurabilirler.”2
Nerimanov, Lenin’e yazdığı daha önceki tarihli bir mektupta Stalin’in başını çektiği Uluslar Halk Komiserliği’nin
(Narkomnats) “Denikin destekçisi” Ermenistan’ın ve “siyaseten ikiyüzlü” Gürcistan’ın bağımsızlıklarını tanırken
Azerbaycan’ın topraklarını ve bağımsızlığını kaybetmesine
yol açmasına tepki göstermişti.3 Savunma metninde de aynı
noktada durarak Orconikidze ve Ermeni Bolşevik Anastas
Neriman Nerimanov, Seçilmiş əsərləri (Bakü: Azərbaycan Milli
Ensiklopediyası, 2017), 473.
3
Nerimanov, Seçilmiş əsərləri, 519.
2
23
Mikoyan’ı suçluyordu. Doktor’a göre kendisini Azerbaycan’daki görevinden “onların ‘Kafkas politikasının’
gelişmesini engellediği için” azleden bu ikiliydi. 4 Ayrıca Nerimanov, Mikoyan’ı Müslüman proletaryaya karşı ayrımcı
davranmakla itham ediyordu.5 Milliyetçi olduğuna dair
suçlamalara cevap verdiği bir bölümde de Güney Kafkasya’da Mikoyan ve ekibinin milliyetçiliğine ve Azerbaycan’daki Rus proleterlerin kibrine karşı koymak için “milliyetçi eğilime” sahip olduğunu ifade ediyordu.6 Devrim
öncesine dönerek geçmişteki Ermeni yanlısı duruşuyla Mikoyan’ın milliyetçi eylemlerini kıyaslayan Nerimanov,
Bakü ve Moskova’ya şöyle sesleniyordu: “Benim ‘Bahadır
ve Sona’ adlı romanım yoldaş Mikoyan henüz Taşnak iken
başarı kazanmıştı. Ben yirmi yıl geçtikten sonra nasıl milliyetçi oluyorum da yoldaş Mikoyan [hâlâ] beynelmilelci
[enternasyonalist] olabiliyor?”7
Nerimanov, Seçilmiş əsərləri, 514.
Jörg Baberowski, Der Feind ist überall. Stalinismus im Kaukasus (Munich: DVA, 2003), 286.
6
Nerimanov, Seçilmiş əsərləri, 494. Mikoyan da kendi anılarında
Ermenilerin Rus İç Savaşı’nda Anton Denikin ile ittifak kurduğunu tasdikliyor: Anastas Mikoyan, Memoirs of Anastas
Mikoyan: Volume I, trans. Katherine T. O’Connor ve Diane L.
Burgin (Madison: Sphinx Press, 1988), 554. Öte yandan Denikin’in ajanlarının Azerbaycan’daki varlığının ve “Azerbaycan
burjuva hükûmetiyle” (Müsavatçılar) yakın ilişkisini vurguluyor: age., 487.
7
Nərimanov, Seçilmiş əsərləri, 484. Bahadır və Sona, Azerbaycan Türkçesiyle yazılmış ilk romanlardan biri olarak kabul edilir
4
5
24
Nerimanov’un bir başka tepkisi de devrim sonrasında kamuda ve basında “Türk dilinin” yerine Rusça ve Ermenicenin ağır basar hale getirilmesiydi.8 Ermenilerin Azerbaycan’da artan etkinliğine dikkat çeken Doktor’un hedefinde
bir başka Ermeni figür Levon Mirzoyan da vardı. Mirzoyan’ı da Azerbaycan’da yükselen Ermeni milliyetçiliğinin
bir parçası olmakla itham ediyor; AKP içindeki Ermeni ve
Taşnak örgütü yanlısı kliği, bunlara yol verdiğini ileri sürdüğü Stalin ve Orconikidze’yi suçluyordu.9
Bu noktada Nerimanov’un geçmişte Ermeni devrimcilere
dair yazdıklarına aykırı bir durumla karşılaşıyoruz. Azerbaycanlı lider, Ermeni milliyetçiliğine ve Türk (Azerbaycanlı)-Müslüman işçilerin partiden uzaklaştırılmasına dair
argümanlarını meşru zemine taşımak adına eski bir dostundan, yoldaşından söz açıyor: Eylül 1918’de Bolşevik karşıtı
kuvvetlerce katledilen Ermeni devrimci Stepan Şaumyan.10
Ekim Devrimi’nin ve Bakü Komünü’nün hemen ardından
partinin kapılarının yalnızca Türk değil, diğer Müslüman
proleterlere de kapandığını şöyle ifade ediyor: “(Parti üyesi
olan) Müslüman işçilerin sayısı suni şekilde azaltılıyor.
Hatta Mirzoyan, Fars işçilerini partiye kabul etmek lazım
(1896) ve bir Türk erkeği ile Ermeni kadınının aşkını konu alır:
Azərbaycan Sovet Ensiklopediyası, vol. 7, s.v., “Nərimanov,
Nəriman Nəcəf oğlu.”
8
Nəriman Nərimanov, “Bəzi Yoldaşlara Cavab”, Bakinsky rabochi, 15 Haziran 1922.
9
Nərimanov, Seçilmiş əsərləri, 518.
10
Nərimanov, Seçilmiş əsərləri, 490.
25
değil, demişti. Bu acayip değil mi? Sarkis 11, Azerbaycan’ın
Sovyetleştirilmesinden sonra […] beş yüz İranlı işçiyi partiden kovdu, Mirzoyan da şimdi bunları partiye almak
istemiyor.”12 Kendisine yöneltilen milliyetçi iddiasına karşı
çıkarken de partideki Müslüman sayısının artışı için “Rus,
Ermeni işçileri gibi devlet kuruculuğunda iştirak” etmeyen Müslüman işçiler “Bakü’de proletaryanın ekseriyeti[ydi]” diyor.13 Nerimanov’a göre bu iştirak etmeyişin,
dışlanışın sebebi de Müslüman proletaryanın “gelişmişlik
seviyesi” ile alakalıydı. 14 Müslüman topluluklar, tıpkı Rusya İmparatorluğu döneminde olduğu gibi geri kalmış olarak sınıflandırılıyor, ayrımcılığa tabi tutuluyordu.
NERİMANOV SAVUNMASININ
TARİHTEKİ YERİ VE ÖNEMİ
Azerbaycanlı devrimcinin partideki Rus ve Ermeni
kliklerin kolonyalist ve ayrımcı tutumuna karşı çıkışı, savunmasının en önemli noktasını oluşturuyor. Bu tarihî metin, ayrıca, Nerimanov’un hayatının önemli bir kısmında iş
birliği içinde bulunduğu Ermeni devrimcilere bakışında da
bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Gelgelelim, bütün bu
suçlamaları ve savunmaları iki gelişmeden ayrı tutamayız:
İlki, AKP’deki iç iktidar mücadelesi. Bu mücadele yalnızca
Azerbaycanlı devrimciler değil, aynı zamanda farklı etnik
Kasyan mı kastediliyor?
Nərimanov, Seçilmiş əsərləri, 497.
13
Nərimanov, Seçilmiş əsərləri, 476.
14
Nərimanov, Seçilmiş əsərləri, 476.
11
12
26
kökenden gelen isimler arasında da yaşandı ve kaybeden
Nerimanov oldu. İkincisi ise Lenin’in vefatıyla beraber
yükselmeye başlayan Stalin’in yerel milliyetçiliklere yaklaşımı. Millî soruna Marksist-Leninist cevap, şüphesiz
Stalinist yaklaşımdan daha kapsayıcı ve daha hoşgörülüydü. Azınlıklara geniş kültürel, siyasi ve sosyal otonomi
vaat ediyordu. Kafkasların patronu Stalin ve Orconikidze
ise bu topluluklara ve ulusal hareketlere daha şüpheci yaklaşıyordu. Bununla birlikte Müslümanların “geri kalmış
halklar” olarak sınıflandırılması, Nerimanov’un siyasi eylem ve söylemlerinde bir dönüm noktasına yol açtı. 15 Nerimanov her ne kadar daha yüksek bir mevkie “terfi” etse de
AKP’deki Ermeni kadroların, kendi ifadesiyle, Müslüman
proletarya üzerinde hakimiyet kurarak Müslümanların
bundan zarar görmesine sebep olmasına karşılık vermeye
devam etti. Son tahlilde, “geri kalmışlık” tanımında cisimleşmiş kolonyal bakış, Stalin ve müttefiklerinin “Ermeni ve
Rus yanlısı” tutumunu açıklamaya yetmiyor gibi gözüküyor. Tarihin bu dönemecinde, yeni belgelerle beraber
Nerimanov’un ideolojik dönüşümünü ve yorgunluğunu da
tartışmak gerekiyor. Böylece Sovyetler’in kuruluş sürecinde milliyetler politikasında ve Kremlin’de yaşanan
değişim daha iyi anlaşılabilir.
15
Audrey L. Altstadt, The Politics of Culture in Soviet Azerbaijan, 1920-1940 (New York: Routledge, 2016), 37.
27
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf I – Neriman Nerimanov ve Lenin bir arada, H. Ağayev. (S. Oğul Tuna aracılığıyla).
28
Fotoğraf II – Neriman Nerimanov (ilk kişi) ve Azerbaycan
Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Başkanı Nesib Bey Yusifbeyli
(en sağdaki kişi) Ukrayna’da öğrenciyken (Kaynak: Ceyhun
Nabi).
29
ULUSAL KİMLİK İNŞASINDA
YEMEK KÜLTÜRÜ VE YEMEK
KİTAPLARI :
NE YİYORSAK O MUYUZ?
Işıl Sevimli1
İnsanlık, doğuşundan beri dört eylemi kesintisiz
gerçekleştirmiştir: Nefes almak, uyumak, üremek ve yemek
yemek. Konuşmaya, yazmaya, yürümeye bile oldukça geç
başlayan insan, hayatını sürdürebilmek için nefes almış,
dinlenmek için uyumuş, yeni nesiller üretebilmek için sevişmiş ve hayatta kalabilmek için yemiştir. Bu dört
eylemden yemek, bizi tarihte geriye götürebilen ender olgulardan biridir. Çünkü insan, yiyebileceği yemeklerin
olduğu coğrafyalarda yaşamış, bu bölgelerde tarım yapmış,
keşfettiği yeni yerlere hem eski dünyasından tohumlar götürmüş hem de yeni yiyecek maddeleriyle tanışmıştır. Bu
yüzden denebilir ki insanların yediği yemeklerden geçmişte
neler yaşandığına dair ipucu çıkarılabilir.
Bu yazının öteki yüzüne konu olacak, ulus devletlerin inşasında güçlü bir rol oynamış olan milliyetçilik kavramı, ne
Boğaziçi Üniversitesi Tarih ve Siyaset Bilimi Bölümleri öğrencisidir. Yazarın “Ulusal Kimlik İnşasında Yemek Kültürü ve
Yemek Kitapları: Ne Yiyorsak O Muyuz?” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 20 Ocak 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
30
zaman ortaya çıktığı hâlâ tartışmalı olsa da 19. yüzyıldan
sonra popülerleşmiştir. Bugün bile gerek dünya siyasetinde
gerek Türkiye siyasetinde etkili olmaya devam etmektedir.
Milliyetçilik, insanların “biz” ve “onlar” şemaları üretmelerini, bir noktada dünyayı belirli bir kalıba sokarak kendilerini anlamlandırmalarını sağlayan olgudur. Bu yüzden, sadece siyasette veya bir üst kimlik inşası olarak karşımıza
çıkmaz. Aksine, “öteki”den bahsedilen herhangi bir yerde
bu olguyla karşılaşmak mümkündür. “Biz bu müzikleri
dinleriz, onlar başka.” “Biz bayramlarımızı bu şekilde
kutlarız, onlar başka.” “Biz bu yemekleri yeriz, onlar başka.”
Tabii ki, milliyetçiliğin “ben ve başka” imajını besleyen tek
olgu olduğunu savunmuyorum. Milliyet kavramı sesli olarak dile getirilmeye başlanmadan önce de insanlar kendilerini diğer insanlardan farklı kılan bazı durumların farkındaydı. Bu farkındalığa din, dil ve kültürel farklılıkları görerek ulaşabiliyorlardı. Ancak milliyetçiliğin inşası ve insanların kendilerini bir millete olan aidiyetleriyle tanımlamalarının yaygınlaşmasından sonra dil ve kültür gibi kavramlar,
milliyetçiliğin kimlik yaratmada kullanılan güçlü aygıtlarından oldular. Ben bu naçizane yazıda çok konuşulmayan
ancak yukarıda bahsi geçenler kadar etkili olan diğer kavramlardan ve bunların kimlik ve millî bilinç inşasından
bahsetmek istiyorum: Mutfak ve yemek kitapları.
Yemek yemenin sadece karın doyurmak olmadığını; insanlarla, anılarla veya çevreyle bağlantı kurmaya yarayan bir
31
eylem olduğunu düşünüyorum. Nitekim bu şekilde düşünen başkaları da var. Counihan, yemeğin organize bir sistem; yapısı ve bileşenleri aracılığıyla anlam taşıyan, doğal ve
sosyal dünyanın organizasyonuna katkıda bulunan bir dil
oluşturduğunu savunur.2 Uzun lafın kısası yemek, sosyal
çevremizdeki ilişkilerimizi belirlememize yardımcı olabilir.
Bu düşünceyi milliyetler ve cemaatler için yorumlayacak
olursak, yemek yeme alışkanlıkları ve ritüellerinin bir topluluğu birbirine yakınlaştırabileceği söylenebilir. Milliyetçilik alanında çalışmalar yapmış Benedict Anderson, Hayali Cemaatler adlı kitabında ulusal bir mutfağın ulusal bir
kültür oluşturmanın yararlı bir parçası olduğunu iddia
eder.3
Yani bir ulusun ne yediğiyle kendini betimlemesi mümkündür. Bir başka deyişle, tıpkı dil ve din gibi mutfak
kültürü de insanları kendileri gibi beslenmeyenlerden ayırmaya yardımcı olur. İnsanların “ben” ve “diğerleri” imajını
çizerken çizgiyi nereden çekeceklerini belirlemelerini kolaylaştırır ve kimlik inşasında bazı ülkeler için önemli bir
rol oynar.
Yemek kitaplarının buradaki rolü, hangi yemeğin hangi ülkeye ait olduğunu söylemeleridir. Yemeğin üstünde hak
iddia etmek her zaman masum bir durum değildir. Hangi
2
Caroline, Counihan. The Anthropology of Food and Body: Gender, Meaning and Power, New York: Routledge, 1999.
3
Benedict, Anderson. Imagined Communites. Revised Edition,
London, Verso, 1991.
32
yemekleri yediğinizi söylemek hangi coğrafyada yaşadığınızı söylemenin de bir yoludur. “Bizim burada Türkiye’
nin en iyi domatesi yetişir” dediğinizde, domatesin yetiştiği
o bölgeyi kendinizin addetmiş olursunuz. Yani, yemek aracılığıyla o coğrafyayı da sahiplenmiş olursunuz. Yemek kitapları bu durumu kâğıt üzerine geçirerek meşrulaştırır.
1870’li yıllarda Bulgaristan’da Dimitri Smrikarov’un çıkardığı yemek kitabı, bu savın üzerinde temelleneceği bir örnek olma niteliğini taşır.
Öncelikle Smrikarov’un yemek kitabı hakkında bilinmesi
gereken en temel şey, hitap ettiği kitlenin evde yemek pişiren insanlar olmadığıdır. Smrikarov, kitabının önsözünde
Bulgar mutfağını modernleştirmeyi ve “kendi” topraklarının yemeklerini insanlara hatırlatmayı amaçladığından
bahseder. Aynı zamanda bu yemek kitabını vatanına faydalı bir iş yapmış olmak için yazdığını da belirtir. Yani aslında yazdığı yemek kitabı, onun gözünde bir yemek kitabı olmaktan çok daha farklı amaçlara hizmet eder.
Değinilmesi gereken bir diğer önemli nokta da kitabın sadece “Bulgar” yemek tariflerinden oluşmadığıdır. Tam tersine, bu kitabın içindeki yemeklerin daha sonraları Bulgar
yemekleri olarak adlandırıldığı ve Ulusal Bulgar Mutfağı’
nın oluşmasına yardımcı olduğu söylenebilir.4
Stefan, Detchev “From Istanbul to Sarajevo via Belgrade—A
Bulgarian Cookbook of 1874”. In Earthly Delights, (Leiden,
The Netherlands: Brill, 2018).
4
33
Bir başka deyişle, 1870’li yıllarda yaşayan biri, kitapta yer
alan tariflere “Bulgar tarifi” demeyebilirdi; fakat bu yemeklerin “Bulgar yemekleri” adını alması, yazarların tıpkı
Smrikarov gibi yemek kitaplarında bu tariflere yer vermelerinden kaynaklanmış olabilir. Buradan, yemek
kitaplarının aynı zamanda yönlendirici bir role sahip olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. Yani yemek kitapları, geçmişten gelen ve insanların kendilerini tanımladıkları, büyükannelerinin veya büyükbabalarının pişirdiği yemekleri
içeren kitaplar olmanın ötesinde bir işlev taşır. Aynı zamanda, kişinin büyükannesinin ne tür yemekleri
pişirdiğini veya pişirmesi gerektiğini de söyler.
Smrikarov’un kitabının evde yemek yapmak isteyen insanlara yardımcı olmak için yazılmadığını hatırlatalım. Smrikarov, “kendi” topraklarından çıkan yemekleri insanlara tanıtmayı hedeflemiş, şehirli halkın yemek pişirme yöntemlerinin ve mutfağın modernleşmesinde de etkili bir kitap
yazmayı amaçlamıştır. Kitapta sadece yerel tariflere değil,
Balkan ve Osmanlı coğrafyasına 19. yüzyılda girmiş malzemelerden oluşan Batı usulü tariflere de yer verilmesi bu savı
destekler. Okuyuculara sığır eti, rosto, çeşitli dolgulu yemekler, profesyonel şefler tarafından icat edilen sofistike
yemekler, kekler, çikolatalar, tatlılar, kremalar ve jöleler
için yönergeler verilir.5
5
Stefan, Detchev , a.g.y.
34
Bu durum yalnızca olanı göstermekle kalmaz; yazarın, okuyucuya bir mutfağın sahip olması gereken yemeklerle ilgili
fikir aşılamaya çalıştığını da işaret eder.
Dünyanın farklı bölgelerini incelediğimizde, farklı ulusların da gastronomi ve mutfak kültürüyle ilişkisinin Bulgaristan örneğinde olduğu gibi toplumun kimlik süreciyle yakın temasta olduğunu fark edebiliriz. Arjun Appadurai,
How to Make a National Cuisine: Cookbooks in Contemporary India adlı makalesinde yemek kitaplarının Hindu
mutfağındaki şekillendirici ve betimleyici rolünü tartışır.
Appadurai, yemek kitaplarının sadece tarif içeren kitaplar
olmadığını, aynı zamanda insanların yeme içme alışkanlıklarına dair düşüncelerini şekillendiren bir anlatı özelliği
taşıdığını ve kültürel bir bağlam sunduğunu iddia eder.
Ona göre yemek kitapları, Hindistan’ın çeşitli ve çoğulcu
bir toplum olarak imajının şekillenmesinde, ayrıca tarihî ve
kültürel geleneklerine dair bir anlatı oluşmasında rol oynamıştır.6
Bulgaristan örneğinde görülebileceği gibi, Hindistan’daki
yemek kitapları da belli değer ve düşüncelerin empoze edilmesinde bir mekanizma olarak kullanılmıştır. Örneğin, bazı yemek kitaplarının yerel ve geleneksel tariflere yer verdiğini, bazılarının ise “modern” Hindistan mutfağında olma-
Arjun, Appadurai. “How to Make a National Cuisine: Cookbooks in Contemporary India: Comparative Studies” Society
and History 30 (1): 1988, 3-24.
6
35
sı gereken tarifler içerdiğini gözlemleriz. Yani yemek kitapları, bir mutfak kültüründe hangi elementlerin olduğunun
bilgisini verirken nelerin olması gerektiğine dair de bazı fikirler içerir.
Bu yazıda mutfak kültürünün; bir topluluğun, cemaatin
veya ulusun kendini tanımlamada ve diğer takım oyuncularını belirlemede kullandığı araçlardan biri olarak ulusal
kimlik inşasında oynadığı rolü anlatmaya çalıştım. Haritayı
Avrupa ve Avrasya ekseninden çıkarıp Afrika kıtasına baktığımızda da durumun pek farklı olmadığını görüyoruz.
Ulusal kimlik yaratmak için uğraşan ülkelerin yolu bir noktada mutfağa düşüyor ve tıpkı diğer uluslarda olduğu gibi
Afrika uluslarının da kendi mutfaklarını tanımlamak için
çabaladığı görülüyor.
Örneğin, Angola devletinin internet sitesinde “Sanat ve
Kültür” başlığı altında “Angola Mutfağı” ibaresini de görürüz. Burada Angola’nın ulusal yemekleri denebilecek
tarifler yazılıdır. Bir devleti tanıtmak için yapılan internet
sitesinde, insanların kendilerine ait varlıkları gösterirken
yemeği de es geçmeyip “bizim yemeklerimiz” olarak işaret
etmeleri, mutfak kültürünü kendi kimliklerini meşru kılacak bir araç olarak gördüklerini doğrular. Buna ek olarak,
Igor Cusack’ın African Cuisines: Recipes for Nation Building adlı makalesi, birçok Afrika ülkesinin, farklı kültürel
geçmişlerini ve mutfak geleneklerini yansıtan bir ulusal
mutfak tanımlama mücadelesi verdiğine dikkat çeker. Bunun kısmen, yerel yemek yollarını Avrupa’dan etkilenen,
36
ithal edilmiş yemekler lehine bastıran sömürgeciliğin mirasından kaynaklandığını savunur.7 Gerçekten de Afrika yemekleri diyebileceğimiz yemeklerin içindeki baharatın
Türkiye’den, yanındaki eşlikçilerin Britanya’nın biralarından, pişirme tekniklerinin Fransızlardan geldiğini göz
önünde bulundurursak bu tartışma daha farklı yerlere ilerler.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, dil, din, coğrafya gibi
olguların yanı sıra mutfağın ve mutfak kültürünün de milliyetçilikle yakın ilişkide olduğu, kimi zaman milliyetçiliğin
mutfak kültürünü, kimi zaman ise mutfağın milliyetçiliği
ve kimlik inşasını şekillendirdiği söylenebilir. Bu düşüncemi öne sürerken yemek kitaplarının içinde geleneksel
yemeklere yer verildiğini; fakat bazı yemeklerin devamlı bir
grubun veya cemaatin yemeği olmakla anılarak zamanla bu
grubun yemeğine dönüştüğünü ve yemek kitaplarının bu
inşada aktif rol oynayabildiklerini iddia ettim. Çok sevdiğim bir hocam, yemek yemenin literatürdeki anlamına
değinirken “Yediğiniz yemekleri kendinize ait hale getirirsiniz” demişti. Gerçekten de yediklerimizi kendimize ait
kılıyor, bu aitlik üzerinden bizimle aynı sofrayı paylaşan insanları kendimize daha yakın konumlandırıyor, paylaşmadıklarımızı ayırıyor ve bazen de birbirimizi birbirimizin
sofralarından yemek çalmakla suçluyoruz.
7
Igor, Cusack. African Cuisines: Recipes for Nation-Building?
Journal of African Cultural Studies, Dec., 2000, Vol. 13, No. 2
(Dec., 2000), pp. 207-225.
37
NASIL MİLLET OLDUK?
YENİ TÜRK DEVLETİ’NİN
TEMELLERİ
İrem Ertürk1
Hannah Arendt, totaliter rejimlerin istediği ideal
yurttaşı, olgu ile kurgu, doğru ile yanlış arasındaki ayrımın
artık farkında olmayan kişi olarak tanımlar. Arendt’in bu
yerinde tespiti, günümüz toplumlarını yorumlarken gerçeğin izinde yol almak isteyen biz sosyal bilimcilerin omuzlarına tarihî bir sorumluluk yüklemektedir. Bu sebeptendir
ki, temel kavramların içini boşaltmaya ve manipülasyona
yönelik tüm popülist çabalara karşı bir duruş olarak bu yazıyı kaleme almak istedim. Sözü geçen kavramların tarihsel
gerçekliğiyle ortaya konmasına bir katkı sağlamayı temenni
ediyorum.
Son zamanlarda Türkiye gündemini meşgul eden ‘Türk
milleti’ ve ‘Cumhuriyet’ kavramları üzerinde yaşanan tartışmaların da bu kurgu ve olgu sorununa güzel bir örnek
teşkil ettiğini düşünüyorum. Ayakları yere basan sağlam bir
Boğaziçi Üniversitesi Tarih ve Siyaset Bilimi Bölümleri öğrencisidir. Yazarın “Nasıl Millet Olduk: Yeni Türk Devletinin
Temelleri” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 27 Ocak
2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
38
argüman kurabilmek için de 20. yüzyılda yeni bir Türk devleti olarak Türkiye’nin ortaya çıkışında ve 19. yüzyılda tüm
dünyayı etkisi altına almış düşünce hareketlerini, ulus-devlet akımlarını ve bunun Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
karşılığı olan ulusal kimlik denemelerini ve kökenlerini anlamaya ihtiyacımız var. Bunun için de bu kimliği barındıran, Türk-Osmanlı tarih yazımında ‘millet’ kavramının
içeriğinden ve tarihsel dönüşümünden başlamamız gerektiğini düşünüyorum ki bu, bizi yeni Türk devleti kurulurken
özellikle seçilmiş ‘Türk milleti’ kavramının neye tekabül ettiğine götürecek. Nam-ı diğer dilimiz Türkçeye.
‘Millet’ kelimesi semantik olarak karşımıza 19. yüzyıl Osmanlı metinlerinde Osmanlı yönetimindeki dinî gruplar,
Müslüman milleti, Yahudi milleti gibi dinî aidiyeti simgeleyen bir anlam ile çıksa da aslında dinî ve etnik referansın
ötesinde ‘halk’ anlamında kullanışı, çok daha eski dönemlere rastlamaktadır. Türk-Osmanlı tarih yazımında ‘millet’
kavramına bu dinî atıf ile yaklaşan geleneksel görüşün aksine, Nikos Sigalas geçtiğimiz günlerde, millet kelimesinin
aslında polisemik bir anlam yapısına sahip olduğunu ortaya
koyduğu önemli bir çalışma yayımladı. Bu çalışmadan yola
çıkarak özellikle 17. yüzyıl Osmanlı belgelerinde millet kelimesinin eklestik anlamda kullanılmadığı görülüyor. Yine
öne çıkan önemli detaylardan biri, Âşıkpaşazade tarihinde
de millet kavramının aslında ‘halk’ anlamında kullanılmış
olması.
39
Diğer yandan 18. yüzyıl metinlerinde de ‘halk’ kelimesiyle
aynı anlamda, bir grupla birlikte ulusu temsil eden, İngilizce nation kelimesinin tercümesi olarak kullanıldığını
görüyoruz ki bu Antik Yunan’daki laos, genos, ethnos kelimelerine yakın bir anlam taşıyor. Farabi de benzer bir şekilde millet kavramını, Antik Yunan’daki politea’ya benzer
olarak, “bir kanun ve bunları uygulatan bir yönetici çerçevesinde şekillenmiş bir toplumun içindeki düşünce ve
eylemlerin toplamı” olarak yorumlar. Dinî metinlere baktığımızda da ‘millet’ kelimesinin (kökeni milla) çoğu yerde
ruhsal bir liderlik altında örgütlenmiş insanlar anlamında
kullanılmış olduğunu görüyoruz. İbrahimî dinlerin kutsal
kitaplarında geçen “Âdem’in tüm çocukları tek bir millet
oluşturmuştu… Milletlerinin arasında hiçbir kavga yoktu,
melekler inip ellerini sıkıp onları kutlamışlardı” anlatısında da dinî referansın yanında onun ötesine geçen ve tüm
toplumu kapsayan seküler bir atıf görüyoruz. Bu noktada,
Osmanlı tarih yazımında, nation kelimesinin karşılığı olarak kullanılmış seküler bir anlam içeren ‘millet’ kelimesinin
18. yüzyılda Batı etkisiyle, Avrupa siyasetinin üstünlüğüne
işaret eden ya da Batı’dan alınan bir kavram olduğu algısının yanlış bir kurgu olduğu görülüyor.
20. yüzyıla geldiğimizde, ‘millet’ kelimesinin ‘ulus’ ile eş anlamda kullanılmaya başladığını ve 19. yüzyılda başlayan
ulus-devlet akımlarının bir parçası olarak ortaya çıktığını
gözlemliyoruz. Avrupa’da 18. yüzyılda ulus-devletlerin ortaya çıkması toplumsal yapıları kökten bir değişime uğratmıştı. Ulus-devletlerin ilk olarak ortaya çıktığı Fransa, İtal40
ya ve Almanya gibi devletlerde ulus-devletin meşruiyet kaynağı, din, soy veya krallık olmaktan çıkmıştı. Devletin
meşruiyet kaynağı artık milletti. Aidiyetini millete yönelten bu toplumların içinde daha seküler ve demokratik bir
yapı içerisinde eşit vatandaşlık kavramı da ortaya çıkmıştı
ki bunun Osmanlı İmparatorluğundaki ilk karşılığı Osmanlı vatandaşlığıydı. Tabii ki her toplumu kendi dengesi
içinde, bağlı olduğu dönemin konjonktüründe değerlendirmek gerekiyor. Avrupa ulus-devletlerine baktığımızda
neredeyse tamamında gördüğümüz etnik temelli millet yapısı, kozmopolit Osmanlı’da mümkün değildi. Bu nedenle
aidiyet duygusu vatanseverlik olarak karşılık buldu demek
yanlış olmayacaktır. Çünkü özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında, kendini Osmanlı halkına ve kültürüne ait hisseden
ve Türkçe dilini sahiplenen, geniş kitlelerde yankı bulmuş,
kozmopolit ve çok kültürlü bir millet yapısı gözlemliyoruz.
İmparatorluktan koparak kendi ulus-devletlerini kurmayı
tercih eden milletler de vardı. 1821’de başlattığı bağımsızlık savaşıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak kendi
ulus-devletini kuran ilk millet Yunanistan olmuştu. Lakin,
1830’da kurulan Yunanistan’a değil de Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kalmayı tercih eden, Sultan tarafından atanmış Hristiyan bir Prens ile otonom bir şekilde yönetilen,
kendi bayrağına sahip bir Sisam (Samos) Adası örneği de
vardı.
Vatanseverlik değeri tüm dinden ve ırktan Osmanlı vatandaşları tarafından karşılık bulmuştu. İlerleyen dönemlerde
41
Nahda düşünce hareketinin ve Arap milliyetçiliğinin öncüleri olarak tarih sahnesine çıkacak olan Butrus Büstani gibi
isimler, Osmanlı vatandaşlığını destekleyen vatansever
isimler arasındaydı. O dönem Suriye Vilayetine vali olarak
atanmış olan Mithat Paşa, Arapça gazete ve dergilerin basılması için verdiği destekle, Arap dili ve edebiyatının ve
Arap milliyetçiliğinin önünü açan figürlerden olacaktı.
Aynı vatansever duygularla hareket eden Yeni Osmanlılar,
Tanzimat ve Islahat Fermanı’yla birlikte iyice perçinleşmiş
sosyal eşitsizliklere ve yolsuzluklara karşı yeni bir entelektüel hareket başlatmışlardı. Cemiyetin uleması olarak bilinen Ali Suavi, Ermeni Filip Efendi ile Muhbir Gazetesi’nde
bu reformist düşüncelere yer vermişti. Filip Efendi Osmanlı vatandaşlığının en büyük destekçilerindendi. Girit
Krizi sırasında, Yunanistan işgali karşısında bitap düşmüş
Müslüman ada halkı için, Filip Efendi önderliğinde bir yardım kampanyası başlatılmış ve Osmanlı Devleti’ndeki tüm
vatansever Hristiyanlardan, Yahudilerden, Girit’teki Müslüman Osmanlı vatandaşları için yardım toplanmıştı.
Osmanlı tarihindeki ilk Türkçe mizah dergisi olan Dijoyen’i yayımlayan Rum kökenli Teodor Kasap da vatanseverliğiyle öne çıkan bu isimler arasındaydı. Yeni Osmanlı
elit hareketinin ve Osmanlı vatandaşlığının en büyük destekçilerindi.
Osmanlı vatandaşlığı, dönemin tabiriyle Devlet-i
‘Aliyye’nin taht-ı raiyetinde olan herkesi kapsayan Osmanlıcılık akımının bir neticesiydi. “Üç Tarz-ı Siyaset” olarak
42
bilinen (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) düşünce
akımlarından ilki olan Osmanlıcılık, o dönem için örneklerinde gördüğümüz gibi kozmopolit ve modern bir
kavramdı. Tanzimat ve Islahat Fermanı sonrası gayrimüslimlere uygulanan ek vergiler, devlet memuru olma,
askerlik gibi o güne kadar gayrimüslimlere yasaklanan çoğu
uygulama kaldırılmış, tüm Osmanlı tebaasına kanunlar
nezdinde eşit haklar verilmişti. Bu reformlar, tüm vatandaşlarına mal ve mülk sahibi olma hakkı tanıyan 1858 Arazi
Kanunnamesi ve 1868’de imzalanmasıyla yabancılara da
toprak sahibi olma hakkı tanıyan İstimlâk Nizamnamesi ile
devam etti. Lakin Yeni Osmanlıların da eleştirilerinin hedefi olarak, sadece teoride bahsi geçen bu reformların
hayata geçmesi gecikiyordu. İmparatorluğun tüm tebaasına Osmanlı vatandaşı olma hakkını tanıyan 1869
Osmanlı Tâbiiyet Kanunu ile dil, din ırk ayrımı olmaksızın
imparatorluğun tüm vatandaşlarına eşit haklar sunan bir
çalışmayla tüm bu reformlar taçlandırıldı diyebiliriz. Sonucunda, hem kendi ulus-devletlerini kurmak isteyen
milletler hem de Fransız ve İngiliz himayesine girmeyi ticari
avantaj olarak gören yabancı uyruklu vatandaşlar yüzünden Osmanlılık denemesi başarılı olamadı. Ulus-devlet
projesi İslam-Türk ekseninde şekillenmeye devam etti.
Nitekim Osmanlılık akımının, Osmanlı toplum hayatı ve
sonrasında Türk milletinin oluşumuna katkısı küçümsenemeyecek kadar büyük. Osmanlılık, Yeni Osmanlılar başta
olmak üzere, dönemin aydınlarının vatansever duygularla
desteklediği millî bir kimlik haline gelmişti. Her şeyden
43
önemlisi Osmanlı tebaası artık okuyan, düşünen, yazan,
üreten, dünyadaki gelişmeleri takip eden, söz hakkı olan aktif yurttaşlar olarak harekete geçmişti. II. Abdülhamid,
gayrimüslimlerin yabancı devletlerin himayesine geçme
sevdalarından vazgeçmeyeceğini anlayınca, Panislamizm
projesiyle senelerce atıl kalmış halifelik makamını canlandırmak istemiş, İslam kimliğiyle imparatorluğun tüm vilayetlerini bir arada tutmaya çalışmıştı. Tabii ki tüm bu millî
kimlik projelerinin ana ekseninde başta İngiltere ve Fransa
olmak üzere yabancı devletlere toprak kaybetmemek vardı.
Ama samimi bir şekilde Osmanlı İmparatorluğunun tüm
vatandaşlarını tek bir millet olarak birleştirme arzusu da
vardı.
*
Bu noktada, tarihsel kopuşların yanında süreklilik
arz eden detayların da altını çizmek gerekiyor ki, özellikle
milleti tanımlayan ‘dil’ olgusunun önemini belirtmek istiyorum. 20. yüzyıl aynı zamanda metodolojik milliyetçilik
çalışmalarının da başladığı dönem. Metodolojik milliyetçilik; dil, din ve etnik karakter ekseninde ulus-devlet
yapısındaki sorulara veya sonuçlara odaklanan bir araştırma yaklaşımıdır. Ulus-devleti yeniden anlamaya ve
tanımlamaya çalışır ve hangi dinamiğin (dil, din ya da etnik) ulusun kimliğini belirlemede daha etkin olduğunu
sorgular. Şahsen, Türk milleti için buradaki belirleyici etkenin ‘dil’ olduğunu düşünüyorum. (Amiyane tabirle,
milliyetçi olmak için illa etnik yönelimleriniz olması, ırkçı
44
olmanız gerekmiyor anlamına geliyor bu. Özellikle de 19.
yüzyıl konjonktüründe.)
Avrupa ulus-devletlerinin neredeyse tamamının sistematik
olarak düzenlenmiş dil bilgisi ile ulusal bir dile sahip olması
da burada dikkat çeken bir unsur. Bugün Avrupa’daki çoğu
ulusal dil, 19. yüzyıldan önce gerçek anlamda mevcut değildi. 19. yüzyıl Osmanlı’sında da Tanzimat edebiyatı olarak bildiğimiz dönemde, başta Namık Kemal olmak üzere
dönemin yeni tip Osmanlı aydınlarının da benzer bir misyon üstlendiğini görüyoruz. Bahsi geçen vatansever aydınların amacı ve temel motivasyonu imparatorluğun içinde
bulunduğu durumla ilgili halkı bilgilendirmek ve hep birlikte mevcut krizden çıkabilmenin yol haritasını geliştirmekti. Bu projelerini de dönemin gazeteleri üzerinden gerçekleştirdiler. 1860 itibarıyla Tasvir-i Efkâr ve Muhbir gibi özel gazeteler çıkarmaya başladılar. Ama halka ulaşabilmek için, herkesin anlayabilmesi için de o ağdalı ve ağır saray Türkçesinin sadeleştirilmesi gerekiyordu. Saraya hapsolmuş olan dil ve edebiyat artık sade ve yalın bir Türkçe
olarak halka inmeyi başardı. Dönemin gazetelerinde yazılan
bu sade Türkçeyle ilk tiyatro oyunlarından, makalelerden,
hikâyelerden Tanzimat edebiyatı doğdu. Bu vesileyle de
toplumda okuma yazma oranı artmıştı ki bu tam olarak
halk kitlelerinin sisteme dahil olduğu aşamadır.
Burada tüm ulusu birleştiren ana unsurun vatanseverlik
duygusu ve bu duygunun ifade bulduğu, yazılan ve konuşulan dil olan Türkçe olduğunu görüyoruz. Öyle ki aynı
dönemde Ermeni, Rum ve İbrani harflerle Türkçe roman
45
yazan ve gazete çıkaran gayrimüslim vatandaşlar vardı. Ermeni harfleriyle Türkçe metin yazmak yüzyıllar öncesine
uzanan bir âdetti. Aynı Karamanlıların Yunan harflerini
kullanarak Türkçe yazması gibi. Arap milliyetçiliğinin çıkış
noktasında da tıpkı Tanzimat edebiyatında olduğu gibi,
Nahda öncesinde basılan Arapça gazete ve dergiler yoluyla
Arap dilinin gelişimi yatıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan tüm milletlerin ve hatta Yugoslavya ve
SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni devletlerin de kendi dillerini ilan etmiş olması bu savı destekler
niteliktedir. Arap isyanları, Arap milliyetçiliği ve imparatorluğun içindeki diğer milletlerin koparak kendi devletlerini kurmaya başlaması, İslamcılık düşüncesinin de yerini
(zaten dille belli bir olgunluğa ulaşmış olan) Türkçülük düşüncesine bırakmasına neden oldu. Müslüman Türklerin
askere alınmış olması da Türk milliyetçiliğinin yadsınamaz
temellerinden biri olmuştu. Türkçülük düşüncesi 1913 yılından itibaren yönetimdeki İttihat ve Terakki’nin
benimsediği ana ideoloji olacaktı.
*
Şahsen, bu ulusal kimlik sorununun bugüne kadar
yanlış şekilde ele alındığını ve ulus-devlet yapısının göz ardı
edildiğini düşünüyorum. Kemalizm’e odaklanarak bu durumu hegemonik baskıcı bir unsur gibi gösterip tüm
faturayı Atatürk ve devrimlerine kesen popülist bir yaklaşım var. Halbuki burada söz konusu olan, 19. yüzyıl
itibarıyla kademeli olarak gelişen, Avrupa’yı, hatta tüm
46
dünyayı etkisi altına almış modern ulus-devlet sisteminin
toplumlara vermiş olduğu yeni şekildir.
Anne-Marie Thiesse’in de dediği gibi “Ulusal kimliklerin
şekillenmesinden daha uluslararası olan bir şey yoktur.
Ancak bu kimlikler oluşumu yoğun uluslararası alışverişler çerçevesinde gerçekleşmiş olan tek bir modelden
türemiştir.” Bu değişim, zamanın Avrupa’sında olduğu gibi her toplumda benzer tepkilerle karşılanmıştır. Bu tepkilerin temelinde de dinî kimlik arayışı, devletin sosyal bağı
olarak dini muhafaza etme arayışı vardır. Millet kavramı ise
tüm bunların üzerinde seküler bir kavrama evrilmiştir.
Peki, yeni Türk devleti Türkiye kurulurken Türk milleti ne
anlama geliyordu? Bunu da Namık Kemal ve arkadaşlarının izinden gittiğini çoğu yerde paylaşmaktan geri durmayan Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisinden, el yazılarından öğrenelim:
“Millet dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir birliktir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk
milleti denir… Türk milletinin dili Türkçedir. Türk
milletinin her kişisi birtakım farklarla fakat genel olarak birbirine benzer, bazı yapı farklarını da doğal
bulmak gerekir. Çünkü Mezopotamya ve Mısır vadilerinden başlayarak bilinen tarihten önce Orta Asya,
Rusya, Kafkasya, Anadolu, dünkü ve bugünkü Yunanistan, Girit, Romalılardan önce Orta İtalya, velhasıl
Akdeniz kıyılarına kadar yayılıp yerleşmiş ve bu başka
47
iklimlerin etkisi altında başka ırktan insanlarla binlerce yıl yaşamış, kaynaşmış olan bu kadar eski ve büyük
bir insan topluluğunun bugünkü çocuklarının tam anlamıyla birbirine benzemesi mümkün müdür? […]
Milli ahlak ise toplum vicdanı olarak, din birliğinin
ötesinde milli bir duygudur.”
Toparlayacak olursak; ‘millet’ ortak geçmişe, tarihe, ahlaka,
hukuka sahip bireyler topluluğudur. Burada vicdanları ve
zihinleri birleştiren en güçlü araç ise dildir diyebiliriz. Bu
noktada bizi millet yapan, Türk milleti yapan konuştuğumuz ortak dil olan Türkçe ve onun binlerce yıllık çanağında yoğrulmuş ortak kültürel ve tarihî mirasımızdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bahsettiği, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran “Türkiye halkı kimdir?” sorusuna cevap
olarak da “1921 Anayasası’nı oluşturan ekiptir” demek
yanlış olmayacaktır.
48
KAYNAKLAR
Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3: Totalitarizm.
Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah
Arendt’in Politika Anlayışı.
Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları.
Nikos Sigalas “‘And Every Language that Has Been Voiced Became a Millet’: A Genealogy of the late Ottoman Millet”,
Die Welt des Islams, 62, 3-4 (2022), 325-359.
Hasmi A. Stepanyan, Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli
Yayınlar Bibliyografyası, 1727–1968 (2005).
Anne Marie Thiesse, Ulusal Kimliklerin İnşası.
49
İSVEÇ KRALI XII. KARL’IN
OSMANLI MALİYESİNE ETKİSİ
Mustafa Koç1
Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıla mağlup bir imparatorluk olarak girmişti. Dış siyasetteki başarısızlıklar iç
siyaseti de etkilemiş, 1703 yılında Sultan II. Mustafa tahttan indirilerek yerine Sultan III. Ahmed geçirilmişti. Bu
yıllarda Osmanlılar, Karlofça (1699) ve İstanbul (1700)
Antlaşmaları ile kaybetmiş oldukları toprakları geri kazanma gayreti içindeydi. Öte yandan, Avrupa’da genel bir
savaş durumu hâkimdi. İspanya Veraset Savaşları (1701–
1714) nedeniyle Orta ve Batı Avrupa ülkeleri birbirleriyle
savaş halindeyken İsveç ile Danimarka, Saksonya ve Lehistan arasında Büyük Kuzey Savaşı (1700–1721) sürmekteydi. Avrupa’da devletlerin merkezîleşip büyümesi ile taraflar arasında uzun savaşların olması “güç dengesi”
kavramını ortaya çıkarmış, ittifaklar kurulmuş, diplomatik
girişimler önem kazanmıştır.2 18. yüzyılın ilk çeyreğinde
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Tarih Bölümü yüksek lisans öğrencisidir. Yazarın “İsveç Kralı XII. Karl’ın Osmanlı Maliyesine
Etkisi” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 3 Şubat 2023
tarihinde yayımlanmıştır.
2
Mehmet Yılmaz Akbulut, The Scramble for Iran: Ottoman Military Diplomatic Engagements During the Afghan Occupation
1
50
Avrupa’da siyasi ve diplomatik tablo bu şekildeyken Osmanlı İmparatorluğu toparlanma sürecindeydi. Ancak 27
Haziran 1709 tarihinde İsveç Kralı XII. Karl’ın Poltova’da
Rus Çarı Petro’ya yenilmesi neticesinde Osmanlı tarihi için
önemli olaylardan biri yaşanmıştı. Yenilginin ardından İsveç Kralı, ordusunun kılıç artıklarıyla birlikte Osmanlı
hududuna doğru yönelmiş ve 3 Ağustos 1709 tarihinde Osmanlı mülkü olan Bender’e gelmişti.3
Esasında XII. Karl’ın amacı, Osmanlı topraklarında uzun
süre kalmak değildi. Padişaha yazdığı mektupta birkaç gün
Bender’de dinlendikten sonra İsveç müttefiki olan Polonya’ya giderek oradaki birlikleriyle Ruslara karşı
mücadelesini sürdürmek istiyordu.4 Ancak gerek kralın yaralı halde olması gerekse hâlâ mevcut olduğunu düşündüğü
birliklerin etkisiz hale getirilmesi sebebiyle kralın dönüş
planları gerçekleşememiş ve Osmanlı mülkünde oturmakta
karar kılmıştır. Bu çalışmada ise İsveç Kralı XII. Karl’ın Osmanlı topraklarında kalmış olduğu beş yılın (1709–1714)
Osmanlı ekonomisine maliyeti incelenecektir. Bunun için
öncelikle 18. yüzyıl başlarında Osmanlı mali durumu irdelenecek, ardından XII. Karl’ın giderleri ele alınacak ve bu
mali duruma yükü değerlendirilecektir. Son olarak ise İsveç
of Iran, 1722–1729, (İstanbul: Libra Kitapçılık ve Yayıncılık,
2017), 36-37.
3
Akdes Nimet Kurat, XII. Karl’ın Türkiye’de Kalışı ve Bu Sıralarda Osmanlı İmparatorluğu, (İstanbul: Rıza Koşkun
Matbaası, 1943), 93.
4
Kurat, a.g.e., 93–94.
51
Kralı’nın ülkesine dönüş süreci ve bu süreçte yaşananlar ele
alınacaktır.
XVIII. YÜZYILIN İLK YARISINDA OSMANLI
MALİ DURUMU
Felaket Yılları olarak adlandırılan ve Büyük Türk
Savaşları şeklinde anılan 1683–1699 yılları arasındaki
uzun savaş dönemi, Osmanlı mali yapısını oldukça kötü etkilemişti. Karlofça Antlaşması ile kaybedilen verimli
Macaristan ovaları ile ticari konumu önemli olan Mora’nın
Osmanlıların elinden çıkması mali durumu zora sokan diğer etkenlerdendi. 17. yüzyılın sonları ile 18. yüzyılın
başlarında yaşanan bu zorluk, Osmanlıların malikâne ismini verdiği uygulama ile hazineye sıcak (nakit) para girişi
sağlanarak giderilmeye çalışılmıştı.5
Bununla beraber 18. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun başta İstanbul olmak üzere Halep, Selanik,
Edirne ve Bursa gibi şehirlerinde dokuma tezgâhlarının
yaygınlaşması neticesinde üretimde artış görülmektedir. Bu
durum ticaret ve üretim sektörlerinde büyüme ve genişlemeye yol açmıştı.6 Bu büyüme ve genişleme yalnızca sanayi
ürünlerinde değil, tarım ürünlerinde de görülmekteydi. 7
Yine 17. yüzyılın sonları ile 18. yüzyılın başlarında Osmanlıların para politikalarında düzenlemeler yaptıkları
Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, (İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000), 156-157.
6
Genç, a.g.e., 212.
7
Genç, a.g.e., 213.
5
52
görülmektedir. Avrupa’dan (esasında Amerika kıtalarından) gelen paraların enflasyon yaratması söz konusuydu.
Osmanlılar 1690 yılında ilk büyük gümüş parayı basmışlardı.8 Para politikasında yapılan diğer bir düzenleme ise
III. Ahmed döneminde Zer-i İstanbul veya Fındık Altın denilen altın paranın da basılmasıdır.9 Bunun yanında
III. Ahmed döneminde tedavüle giren bir gümüş kuruş’un
yüz yirmi akçe ettiğini belirtmekte de fayda var. 10 18. yüzyılın ilk döneminde ekonomide gözlenen rahatlamanın
diğer bir etkeni de yeni madenlerdir. Gümüşhane başta olmak üzere Balkanların çeşitli yerlerinde gümüş madenlerinin bulunmuş olması dikkat çekmektedir. Öyle ki maden
sahiplerinin işçi kapmaya çalışmaları görülmektedir. 11 Dolayısıyla yeni madenlerin bulunması ile uygulanan para
politikalarının bu dönemde gerçekleşmesi tesadüfi değildir.
Tüm bunlar göze alındığında, Osmanlıların “felaket yıllarından” ekonomik anlamda toparlanarak çıktıkları görülmektedir. Osmanlıların 1710/1711 yılında hazinelerine giren gümüş kuruş yaklaşık 11 milyon iken giderleri ise
Şevket Pamuk, A Monetary History of the Ottoman Empire,
(New York: Cambridge University Press, 2003), 160.
9
Ursula Hagen Jahnke, Reinhold Walburg, Annelore Schmidt,
Early Modern Gold Coins from the Deutsche Bundesbank Collection, çev. Edward Besley. (Munich: Giesecke & Devrient,
1985), 186.
10
Şevket Pamuk, “Kuruş”, TDV İslam Ansiklopedisi (DİA, (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2003), 26, 438.
11
Genç, a.g.e.,213.
8
53
yaklaşık 8 buçuk milyondu.12 Mehmet Genç’in gelir-giderlere dair yapmış olduğu tabloya bakılırsa, 17. yüzyıl sonu ve
18. yüzyıl başlarındaki gelişmelerin kendisini daha çok yüzyılın ortalarında hissettirdiği görülmektedir. Öyle ki
haritada (yani topraklarda) büyük değişiklikler görülmezken yüzyılın ortalarında gelirlerin yüzde 40 arttığı görülmektedir. Buna mukabil giderler de artmıştır. Ancak burada önemli olan nokta, İsveç Kralı XII. Karl Osmanlı
mülküne sığındığında Osmanlıların mali durumunun 18.
yüzyılın en iyi durumunda olduğudur. Böylelikle Osmanlıların iltica eden krala karşı misafirperverlikten çekinmedikleri söylenebilir.
İSVEÇ KRALI XII. KARL’IN OSMANLI
MALİYESİNE ETKİSİ
İsveç Kralı’nın yanındaki maiyetin sayısı tam olarak
bilinmese de yaklaşık bin kişilik bir birlikle Bender’e ulaştığı düşünülmektedir.13 Aynı zamanda, yanında Ukrayna
Kazaklarının lideri olan müttefiki İvan Mazepa da bulunmaktaydı. Osmanlılar İsveç Kralı’nı “büyük bir saygıyla
karşıladılar”.14 Bunun yanında Osmanlılar ilk başta İsveç’e
Rusya karşısında siyasi ve askerî anlamda yardım etmeyi
düşünmüyordu. Osmanlılar ile Ruslar arasında halihazırda
12
Genç, a.g.e., 222.
Kurat, a.g.e., 95.
14
Dimitri Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve
Çöküş Tarihi, çev: Özdemir Çobanoğlu c. 2, (İstanbul: Cumhuriyet Kitap Kulübü), 854.
13
54
bir barış antlaşması bulunmaktaydı. Üstelik Osmanlılar,
Rusların İsveç’in hâkimiyetindeki önemli bölgelerinden
biri Livlandiya’yı (Livonya/Litvanya) işgal ettiklerini öğrendiklerinde barışı korumaya daha çok özen
göstermişlerdi.15 Bu gelişmeler üzerine XII. Karl Osmanlı
mülkünde durmaya karar vermiş ve Osmanlıları Ruslara
karşı savaşa sokmaya gayret etmiştir.16
XII. Karl’ın Bender’de ikameti esnasında kendisine ve maiyetine Osmanlı İmparatorluğu tarafından maaş
bağlanmıştı. Aynı zamanda yiyecek giderleri ve diğer giderler de Osmanlılar tarafından karşılanmaktaydı. 17 1710
yılının ilk yarısında XII. Karl’ın giderleri yaklaşık 750 bin
akçe tutmaktaydı.18 Bu hesapla XII. Karl’ın Osmanlı hazinesine maliyeti günlük 206 gümüş kuruş, aylık 6200 gümüş
kuruş ve yıllık 74.412 kuruşa denk gelmekteydi. Bunun yanında kralın masrafları zaman içinde artmıştır.
Osmanlıların Bender’de ikamet eden krala bağladıkları
maaş zaman içerisinde XII. Karl’a yeterli gelmemiştir. Bunun üzerine Osmanlılar, 1710/1711 yılında krala 800 kese
(400 bin) gümüş kuruş borç vermiştir. 19 Devamında ise verilen miktar İsveç Kralı’na yeterli gelmemiş, Osmanlı tarafı
15
Kantemir, a.g.e., 854.
Kantemir, a.g.e., 856.
17
Tahir Sevinç, İsveç Kralı XII. Şarl’ın Osmanlı Devleti’ne İlticası ve İkameti, Journal of History Studies 6/1, (2014): 141.
18
BOA, Başmuhasebe Defteri, 1164. D.BŞM.d…
19
BOA, İbnülemin Hariciye, 19-1691. İE.HR.
16
55
bunun üzerine 200 kese gümüş kuruş daha borç vermiştir.20 Verilen paranın oldukça yüklü bir miktar olduğu göze
çarpmaktadır. Osmanlıların yıllık gelirinin 1710/1711 yılında yaklaşık 11 milyon gümüş kuruş olduğuna değinilmişti. Bu durumda kaba bir hesaplamayla her ay için devletin hazinesine yaklaşık 1 milyon gümüş kuruştan az bir
meblağ girmekteydi. Bu durumda XII. Karl’a verilen borç,
Osmanlı hazinesi için en az 15 gün anlamına geliyordu. Osmanlı tarafının borcun tahsisi için cizye gelirlerini
kullanması21 ise dikkat çekicidir. Öyle gözüküyor ki yöneticiler, İmparatorluğa sığınmış olan gayrimüslim bir kralın
giderlerini karşılamak için Müslüman tebaanın değil gayrimüslim tebaanın vergilerini kullanma kararı almışlardı.
Bunun yanında XII. Karl yalnızca Osmanlılardan maddi
yardım görmüyordu. İstanbul tüccarlarından ve Fransızlardan da borç para almaktaydı.22
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.4/1, (Ankara:
TTK Basımevi, 1988), 93.
21
Sevinç, a.g.m., 145.
22
Voltaire, XII. Şarl’ın Tarihi, çev. Nahid Sırrı. (Ankara: Hilmi
Kitabevi, 1939), 186. Voltaire, XII. Karl’ın Osmanlılardan günlük beş yük ekü aldığını yazmaktadır. Ekü’nün (ecu) değeri için:
Pamuk, A Monetary History of the Ottoman Empire, 186. Aynı
zamanda Jeremy L. Caradonna adlı tarihçi XVIII. yüzyılda bir
Ekü’nün 3 Livre’ye denk geldiğini ve bir Fransız işçinin günde
ortalama 3-10 Livre kazandığını belirtmektedir: https://www.
jeremycaradonna.com/french-currency-18th-century (Erişim:
12 Nisan 2021).
20
56
Bütün bunların yanında XII. Karl aldığı borçları yalnızca
günlük giderlerine harcamıyordu. Topkapı Sarayı’nda dönen siyasi meselelere dahil olma arzusu içerisindeydi. Kralın
Osmanlı topraklarında yaşıyor oluşu Osmanlı yöneticilerinin olduğu kadar saray ahalisinin de ilgisini çekmekteydi.
Ancak iki kesimin de krala dair görüşleri tamamen uyuşmuyordu. Padişah ve saray çevresi XII. Karl’a sempatiyle
bakarken Bab-ı Âli ise genç kralın bir sıkıntı yaşanmadan
ülkesini dönmesini arzulamaktaydı.23 Voltaire bunun nedenini kralın genç, atik ve muzaffer (gerçekten de XII. Karl
Poltova Savaşı’na kadar hiç yenilmemiştir) biri olması dolayısıyla kadınları etkilemesine bağlamaktadır.24 Bunun
yanında, XII. Karl Ruslara karşı Osmanlıları tamamen yanına çekebilmek için Stanislaw Poniatowski ve Portekizli
Yahudi tabip Fonseca’yı görevlendirmiştir.25 XII. Karl’ın
kendisine göndermiş olduğu paralarla hediyeler alan Poniatowski de Osmanlı saray çevresinin gönlünü kazanmaya
çalışmış ve bu amacında başarılı olmuştur.
23
Kantemir, a.g.e., 858.
Voltaire, a.g.e., 185.
25
Voltaire, a.g.e., 184. Voltaire bu bölümde bahsi geçen Portekizli tabiple çok iyi tanışıklığının olduğunu ve bu bilgileri ondan
edindiğini belirtmektedir. Eğer bu durum gerçekten doğruysa
Voltaire’in anlattıklarında gerçeklik ihtimali yüksektir. Nitekim,
Fransa’da yaşayan birisinin bu kadar uzakta olmasına rağmen konunun detaylara hâkim olması ikili ilişkilerinin önemini
göstermektedir.
24
57
Bu durum neticesinde ortaya çıkan durum şu şekildedir.
Osmanlılar hazinelerinin aylık gelirinin büyük bir bölümünü krala borç vermişlerdir. Bunun yanında yevmiye
olarak krala bir maaş da bağlamışlardır. Bağlanan maaş kral
ve maiyetinin günlük giderlerini karşıladığı gibi verilen nakit borç para İsveç kralınca farklı şekillerde kullanılmıştır.
Bu borç paranın İstanbul’da XII. Karl’ın elçileri tarafından
bir nevi lobicilik faaliyetleri kapsamında kullanıldığı söylenebilir. Öyle ki Valide Rabia Gülnuş Sultan’ın, vezirleri
padişahın İsveç’e yardım etmesine ikna çabaları kaynaklara
yansımaktadır.26 Yani Osmanlıların XII. Karl’a sağlamış oldukları maddi yardım, siyasi entrika ve rüşvetlerle paşaların
ceplerine giriyordu. Kısacası, hediyeleşmeler ve rüşvetler
neticesinde Osmanlı sarayından çıkan paraların bir kısmı
tekrar bir şekilde Osmanlı sarayına geri dönüyordu.
İsveç Kralı’nın ve Poniatowski’nin kışkırtmaları Osmanlıları etkilemişti. Öyle ki Poniatowski’nin, Rusya’nın
Karadeniz’e dökülen nehirlerinde tersaneler kurması ve ileride Osmanlı’ya büyük tehdit oluşturacağı yönündeki
uyarıları Osmanlıları rahatsız etmişti.27 Bununla beraber
Rusların Azak Kalesi’ni ele geçirmeleri Osmanlılar için sıkıntı yaratan bir durumdu ve burayı Karadeniz’e açılma
fırsatı kollayan Ruslardan geri almak önemli hedeflerden
26
Voltaire, a.g.e., 185. Bu iddia pek gerçekçi gözükmese de Voltaire devam eden satırlarda Poniatowski ile Valide Sultan’ın
mektuplaştığını ve bu mektupların Poniatowski’de bulunduğunu belirtmektedir.
27
Kantemir, a.g.e., 859.
58
biriydi.28 Zaten gergin olan iki taraf, 1711 yılında savaş durumuna gelmişti.
PRUT SAVAŞI VE XII. KARL’IN GERİ
DÖNÜŞÜ
Osmanlılar 20 Kasım 1710 tarihinde Rusya’ya karşı
savaş kararı almıştı.29 Ancak iki tarafın savaş meydanlarında karşılaşması bir sonraki senenin yaz aylarında
gerçekleşecekti. Bu arada XII. Karl’ın Osmanlı ordusuna
katılması gündeme gelmişti. Bu durum Sadrazam Baltacı
Mehmed Paşa tarafından kabul edilmiş olmasına rağmen
XII. Karl Osmanlı ordusuna katılmamıştır. Bu arada Dimitri Kantemir de Osmanlıların atadığı Boğdan voyvodası
olmasına rağmen Rusların tarafına geçmiş durumdaydı.
Petro mart ayında Moskova’dan hareket etmiş, temmuz
ayında Boğdan’a gelmişti. Ordusu ise oldukça yorgun ve erzak sıkıntısı içerisindeydi.30 Temmuz ayının sonlarında,
Petro ve ordusu Osmanlılar tarafından kuşatılmış haldeydi.
20 Temmuz gününe gelindiğinde ise Ruslar beyaz bayrak
çekmişlerdi. Taraflar 21 Temmuz 1711’de barış görüşmelerini neticelendirmişti. İmzalanan antlaşmaya göre,
Osmanlılar 1699/1700’den beri hedeflerinden biri olan
Kemal Beydilli, “Prut Antlaşması”, TDV İslam Ansiklopedisi
(DİA), (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007), 34, 360.
29
Beydilli, a.g.y., 360.
30
Virginia Aksan, Kuşatılmış Bir İmparatorluk: Osmanlı Harpleri 1700-1780, çev. Gül Çağalı Güven. (İstanbul: Türkiye İş
Bankası Yayınları, 2010), 103.
28
59
Azak’ı geri almayı başarmışlardı. Ancak en önemlisi, İsveç
Kralı XII. Karl’ın ülkesine güvenli bir şekilde dönmesi
Petro tarafından garanti edilmişti. Fakat XII. Karl antlaşma
maddesi gereği ülkesine dönmeyi reddetmiş ve Osmanlı
mülkünde kalmaya devam etmiştir.
İsveç Kralı’nın Osmanlı topraklarındaki iltica durumu bu
dönemden sonra değişikliğe uğramıştır. Öncelikle XII.
Karl imzalanan Prut Antlaşması’ndan hiç memnun değildi.
Padişahı, Baltacı Mehmed Paşa’nın Prut’ta kaçırdığı fırsat
hakkında elçileri vasıtasıyla bilgilendirdi. Nitekim Baltacı
Mehmed Paşa, 20 Kasım’daki Prut dönüşünde sadrazamlık
makamından azledilmişti.31 Ancak Osmanlı yönetimi artık
XII. Karl’ı gitme vakti gelmiş olan bir misafir olarak görmekteydi. Zira hem antlaşma maddesince geçiş garantisi
vardı, hem de artık maliyeye yük oluyordu. İlerleyen aylarda kral ile Osmanlılar arasında çeşitli görüşmeler yaşandı
ancak kral dönme konusunda hâlâ ayak diretmekteydi.
1712 yılı bu tartışmaların gölgesinde geçmişti. Ancak 1713
yılına gelindiğinde, Osmanlıların sabrı tükenmiş ve silahlı
birliklerini kralın bulunduğu Bender’e yollamıştı. Literatürde Bender Çatışması (Kalabaliken i Bender) olarak
geçen küçük çaplı çarpışmada Osmanlılar Kral XII. Karl’ı
derdest etmişlerdi. Akabinde kral alıkonularak Dimetoka’ya gönderilmişti. Bender Çatışması Osmanlı yönetimi
31
Beydilli, a.g.y., 361.
60
tarafından tepkiyle karşılanmış, olayı düzenleyenler ise azledilmiş ve cezalandırılmıştır.32 Bu sırada İsveç Kralı’na
gittiği tarih olan Ekim 1714’e kadar tekrar maaş bağlanmıştır.33 Aynı zamanda Osmanlılar dönüş yolculuğu için de
krala çeşitli hediyeler ve yol parası vermiştir.
SONUÇ
Bütün bu gelişmeler üzerine Osmanlıların İsveç
Kralı XII. Karl’a neden “Demirbaş” lakabı taktıkları ortaya
çıkmaktadır. Poltova’da mağlup olarak Osmanlılara sığınmış olan XII. Karl geldiğinde Carolus Rex olarak
anılıyordu. Osmanlı topraklarından çıktığı vakitte ise lakabı Demirbaş idi. XII. Karl Osmanlı topraklarını terk
ettiğinde arkasında ödenecek yüklü miktarda borç bırakmıştı. Buna rağmen, döndükten sonra İsveç düşmanlarına
karşı Büyük Kuzey Savaşı’nı sürdürmeye devam etti. Bundan dolayı Osmanlı İmparatorluğu’na ödenecek borç
ertelenmişti. Osmanlılar alacaklarını nakit olarak temin etmediler. 1718 yılında XII. Karl Norveç’te Frederikshald
Kalesi’ni kuşatırken kör kurşunun başına isabet etmesiyle
hayatını kaybetti. Tahtı kardeşi Ulrika’ya (dolayısıyla
Ulrika’nın kocası Frederick’e) kaldı. Buna rağmen Osmanlılar alacakları parayı temin etmek için İsveç tarafıyla
görüşmeleri sürdürmüş ve taraflar 1738 yılında anlaşmaya
varmışlardır. İsveç tarafı, XII. Karl’ın vereceklerine karşılık
32
33
Sevinç, a.g.m., 153.
Sevinç, a.g.m., 153.
61
olarak Osmanlılara büyük bir gemi ve otuz bin tüfek temin
edecekti.34
Siyasi açıdan, XII. Karl’ın Osmanlılara ilticası Avrupa’daki
güç dengesini etkilemiştir. Kralı ülkesine döndüğünde İsveç her taraftan kuşatma altındaydı ve çok geçmeden
Nystadt Antlaşması ile (1721) Büyük Kuzey Savaşı sonlandı. Böylelikle Baltık Denizi’ne çıkan Ruslar ilgilerini
güney bölgelerine çevirebilecek ve İran-Kafkasya sahasında
Osmanlılar ile karşı karşıya geleceklerdi.35 Avrupa için 30
Yıl Savaşları’na damgasını vurmuş olan İsveç artık büyük
güç olmaktan çıkacaktı. İsveç’in Pomeranya’daki topraklarını ele geçiren Prusya ise yükselmekte olan bir devlet haline
gelecekti. Fransa, müttefiki İsveç’in saf dışı kalmasına karşın İspanya Veraset Savaşları neticesinde İspanya tahtına
Bourbon prensini oturtmuştu. Buna rağmen zamanla Avrupa’daki gücünü ve Yeni Dünya’daki kolonilerinin bir
kısmını kaybedecekti.
XII. Karl’ın Osmanlı hazinesine maliyeti oldukça yüksek
olmuştur. Hata payı bulunmakla birlikte kralın giderleri
için Osmanlılar beş yılda toplam 372 bin gümüş kuruş harcamıştır. Borç olarak verilen para ise 500 bin gümüş
kuruştur. İsveç kralının ülkesine dönüşü için yapılan harcamalar da göz önüne alındığında toplamda bir milyon
gümüş kuruşa yaklaşan bir masraf ortaya çıkmaktadır. Nitekim 1738 yılında tarafların yaptıkları antlaşmaya
34
35
BOA, Cevdet Hariciye, C.HR. 173-8634.
Akbulut, a.g.e., 17-18.
62
bakıldığında verilecek geminin ederinin 600 bin kuruş, silahların da 200 bin kuruşa denk geldiği görülmektedir.
Buradan çıkan sonuca göre, Osmanlı hazinesinin 60 aylık
gelirinin bir ayı İsveç Kralı’nın giderlerine ve maaşına ayrılmıştır.
Osmanlı tarihinde bir kralın Osmanlılara sığınması eşine az
rastlanır bir olaydır. Aynı durum İsveç için de söz konusudur. XII. Karl’ın ilticası iki ülke arasındaki kültürel
etkileşimlerin artmasına neden olmuştur. İsveç Devleti’nin
resmî Twitter sayfası, günümüzde “İsveç Köftesi” olarak
bilinen yemeğin aslında Türk kökenli olduğunu itiraf
etti.36 Bunun yanında, yukarıda Bender Çatışması olarak
ele alınan olayın İsveç kaynaklarında Kalabaliken i Bender şeklinde geçmesi yine Türk etkisini göstermektedir.
Kalabaliken, Türkçe kalabalık (kargaşa) kelimesinin yalnızca telaffuzunun değişmesiyle İsveççeye geçmiştir.37 XII.
Karl’ın ülkesine dönüşü esnasında ona refakat eden Türkler, İsveç’ten geri dönmemiş ve orada yaşamaya devam
etmişlerdi. Günümüzde hâlâ İsveç’te yaşamakta olan bu insanların soy ismi “Askersson”dur.38 XII. Karl’ın Osmanlı’ ya
ilticası ve Bender Çatışması popüler kültürde de kendine
İlgili paylaşım için: https://twitter.com/swedense/status/990223361648275456 (Erişim: 16 Nisan 2021).
37
https://www.wordsense.eu/kalabalik/ (Erişim: 16 Nisan
2021).
38
https://en.wikipedia.org/wiki/Turks_in_Sweden (Erişim: 16
Nisan 2021).
36
63
yer bulmuştur. İsveçli ünlü bir müzik grubu olan “Sabaton”, yayımladıkları bir klipte Bender Çatışması’nı konu
edinmektedir.39
İlgili video için: https://www.youtube.com/watch?v=kZN5
bw3wg9g (Erişim: 16 Nisan 2021).
39
64
KAYNAKLAR
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) Kaynakları
Başmuhasebe Kalemi Defterleri (D.BŞM.d…): 1172, 1164, 173 –
8634.
Cevdet Hariciye (C.HR.): 32 – 1584.
İbnülemin Hariciye (İE.HR.): 19 – 1691.
Makale ve Kitaplar
Ahmet Cavid Bey’in Müntehabatı. Haz. Adnan Baycar. İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2004.
Akbulut, Mehmet Yılmaz, The Scramble for Iran: Ottoman Military Diplomatic Engagements During the Afghan
Occupation of Iran, 1722-1729, İstanbul: Libra Kitapçılık ve Yayıncılık, 2017.
Aksan, Virginia H. Kuşatılmış Bir İmparatorluk Osmanlı
Harpleri 1700-1789. Çev. Gül Çağalı Güven. İstanbul:
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2010.
Beydilli, Kemal. “Prut Antlaşması”. TDV İslam Ansiklopedisi
(DİA) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007, 34, 359362.
Dimitri Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi. Çev: Özdemir Çobanoğlu, c. 2. İstanbul:
Cumhuriyet Kitap Kulübü, 1998.
Genç, Mehmet. Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi.
İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000.
Hagen-Jahnke, Ursula ve Walburg, Reinhold ve Schmidt Annelore. Early Modern Gold Coins from the Deutsche
65
Bundesbank Collection. Çev. Edward Besley. Munich:
Giesecke & Devrient, 1985.
Jorga, Nicolae. Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. c. 4, İstanbul:
Yeditepe Yayınevi, 2005.
Kurat, Akdes Nimet. Prut Seferi ve Barışı. Ankara: TTK Basımevi, 1951.
Kurat, Akdes Nimet. XII. Karl’ın Türkiye’de Kalışı ve Bu Sıralarda Osmanlı İmparatorluğu. İstanbul: Rıza Koşkun
Matbaası, 1943.
Pamuk, Şevket. A Monetary History of the Ottoman Empire.
New York: Cambridge University Press, 2003.
Pamuk, Şevket. “Kuruş”. TDV İslam Ansiklopedisi (DİA) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 26, 458-459.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi. c. 4/1, Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1988.
Voltaire, XII. Şarl’ın Tarihi. Çev. Nahid Sırrı. Ankara: Hilmi
Kitabevi, 1939.
Sevinç, Tahir. “İsveç Kralı XII. Şarl’ın Osmanlı Devleti’ne İlticası ve İkameti”. Journal of History Studies 6/1, (2014):
139 – 159.
İnternet Kaynakları
https://en.wikipedia.org/wiki/Turks_in_Sweden (Erişim: 16
Nisan 2021).
https://www.wordsense.eu/kalabalik/ (Erişim: 16 Nisan 2021).
https://twitter.com/swedense/status/990223361648275456
(Erişim: 16.04.2021).
66
BİR DEPREM YAZISI
Muratcan Zorcu1
Hiçbirimiz iyi değiliz. Kimse iyi değil! Deprem gerçeğinin önlem alınmamış, müdahalede gecikilmiş bir
veçhesine tekrar maruz kaldık. 1999’da İzmit, 2011’de Van
yerle bir olmamış gibi. Her yerinden fay hattının geçtiği bir
coğrafyada yaşarken sürekli ataletin hâkim olduğu bir ülkede hiçbir önlem alınmıyor olmasına şaşırıyoruz! Çünkü,
“Benim manevi mirasım akıldır” diyen ülke kurucusunun
idealleri ve politikalarını hatırlarken atalete sürüklenmiş ve
kaderci bir zihniyete düşmüş bir cinnet evine dönüşmemizi
kabullenemiyoruz! Bu yazıda mantık silsilesi takip etmeye
çalıştım, ancak Kahramanmaraş depremleri ile olası büyük
İstanbul depremi birbirinin içerisine geçerek bilinç akışının
devam ettiği bir yere doğru evrildi.
6 Şubat 2023 Pazartesi günü merkez üssü Kahramanmaraş’
ın Pazarcık ilçesi olan 7.8 büyüklüğündeki deprem haberini
takip ederken bölgeden bir şekilde haber alıp felaketin boyutlarını düşündük. Öğle saatlerinde de Elbistan’dan 7.6
büyüklüğünde ikinci bir deprem haberi aldık. Depremin
merkez üssü Kahramanmaraş iken mücavir yerleşim yerleri
de (Adıyaman, Malatya, Hatay, Adana, Gaziantep, Kilis)
Koç Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora öğrencisidir. Yazarın “Bir Deprem Yazısı” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/
sitesinde 17 Şubat 2022 tarihinde yayımlanmıştır.
1
67
depremden etkilenerek yaklaşık on beş milyon nüfusun hayatlarını değiştirdi. Peş peşe vuku bulan bu iki büyük
deprem, devlet aygıtının sınırlarını da tartışmaya açtı, beklenen büyük İstanbul depreminin yine felaket getirecek
sonuçlarını da. Biz Yarının Kültürü olarak iletişimin sınırlandırıldığı anlarda bile sosyal medya gücümüz yettiğince
hesaplarımız üzerinden haberleşmeye katıldık, AKUT ve
AHBAP Derneği’ne yardım edilmesini tavsiye ettik. Neticede bir kültür platformu olsak da herhangi bir depremde
hayatımıza kastedildikten sonra Yarının Kültürü de pek
bir anlam içermiyor. O yüzden, yazıma başlamadan önce
hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımızın dinlerince dinlenmelerini diliyorum. Yaralarımızı da umuyorum ki en
kısa zamanda sararız.
1999 İzmit Depremi’ni bizzat yaşamış biri olarak depremin
hayatın gerçeği olmasıyla çok erken yaşlarda tanıştım. O
meşum geceye ait belli belirsiz bazı fotoğraf kareleri hâlâ
zihnimdedir: Babamın kucağında olmam, sabaha karşı kaldırımda şortla oturmam, yakınlarımızın göçük altında
kalması… Dönemin hükûmeti yine görevde başarısız kalmış; EMASYA protokolü sayesinde Türk askerinin
inisiyatifi birçok yerde yüzlerce can kurtarmıştı. Ancak bugün olduğu gibi realist bir toplum değildik. Kocaeli’nin
Körfez ilçesindeki Tüpraş tesisleri yanmaya başladığında,
Körfez halkının yüksek yerlere çıkarak camilerden dualar
okuduğu ortadaydı. Yangın söndürmek için camilerde dua
etmek… Deprem günü yine aynı camilerden selaların yükselmesi gibi, yirmi dört yıl sonra. Bunlar deprem denince
68
benim kişisel hatıralarım. Bir de Prof. Dr. A. M. Celal Şengör’ün büyük İstanbul depremi konusundaki bilimsel
açıklamaları daha lisans yıllarımdayken hayatımı şekillendirdi. İstanbul’a karayoluyla giriş çıkışların kapanacağını
öngören projeksiyonlar ortadayken korkmamak elde değildi, hâlâ değil! Yani, deprem her zaman hafızalarımızda
olan, bir tarafımızda kayıplarımızı hissettiğimiz, uzak ama
bir o kadar da yakın bir diyardaydı. Bu sefer de Kahramanmaraş’ta altı-yedi yüzyıldır hareketi kilitlenmiş, beklenen
bir yerde deprem oldu. Bu depremlerin üzerinden biraz evvel bahsettiğim gibi yirmi dört yıl geçmesine rağmen daha
ağır bir senaryo ile karşı karşıya kaldık. Hatay’daki bir arkadaşımın, Adana’da depreme yakalanan editörümüzün
hayatta olduğu haberi bizleri mutlu etse de on binlerce insanımız göçük altında kaldı. İlk üç gün mezkûr yerleşim
yerlerindeki insanlara ulaşılmaya çalışıldı. Bu sürede
de Twitter depremlerdeki yaşam üçgeni kadar değerli bir
konumdaydı. Hayattan daha değerli şeyler bulanlarsa insanların yaşam üçgeni Twitter’ı kapatarak oralara bomba
atmayı ihmal etmediler. Devlet kurumlarının hem kurumlar arası hem de sivil toplumla gereksiz yarışı şahit
olduğumuz diğer bir olaydı. ‘Günlük siyasi didişmelere’
kaptırdığımız için kendimizi, milletimizin kara gündeki kenetlenmesine tekrar şahit olduk. Bunun üzerine sivil
toplumun, Türk ulusunun fedakârlığıyla büyüyen birlikteliği karar vericileri mutlu etmesi gerekirken korkuttu,
çünkü sivil toplum, otoriter rejimlerde müsaade edilmemesi gereken bir olgudur.
69
Depremin öldürmediğini bir kez daha gördük, bunu da eklemek gerek. Avrupa Birliği’nin Adıyaman’da inşa ettiği
kültür merkezinin camından aksamına hiçbir yerinde sorun yoktu. Benzer şekilde, Hatay’da bir cam mağazasındaki
tabak ve çatalların yerlerinden dahi kıpırdamadığına sosyal
medya videolarından şahit olduk. 16 Şubat itibarıyla resmî
rakamlara göre 36 bini aşkın canımızı kaybettik. Tek görevi
sıhhi şekilde Müslümanları gömmek olan Diyanet İşleri
Başkanlığı, devasa bütçesi ortadayken insanlar toplu mezarlara yığıldığında ne hissetti, hiçbir fikrim yok! Twitter
üzerinden kefen arandı, kefen!
Önlem alınması üzerine konuştu bilim insanlarımız. Ama
önlem alabilmek için bilimsel düşünce ve gelir düzeyi gerçekten ilk sıralarda yer alıyor. Yoksa Prof. Dr. Naci Görür’
ün dediği üzere, Avcılar’da bir ev inşa ettiğinizde temelini
sağlam bir zemine sabitlemeniz gerekiyor. Fakat bunu yaparken inşaatçı firmanın kârı gündeme geliyor ve öylesine
bir zemine önlemsiz hareket ediliyor. Önümüzdeki depremin müstakbel mezarları. Ya imar afları… Demografik
düzen, devleti temsil eden hükûmetlerin bile üstünde olmalıyken yirmi milyonu aşkın insanı, İstanbul gibi küçük ve
susuz bir coğrafyada, gecekondulardan dönüşmüş evlere,
ölümlerini beklemeye hapsettik. İmar aflarıyla bu müstakbel mezarlara yasallık kazandırdık. Şimdi kapımızda büyük
İstanbul depremi var. Bu yazıyı biraz da bu yüzden yazdım.
Bakalım o depremden sonra arkamızdan mı yazı yazılacak
70
yoksa yine bu mecrada el birliğiyle “Önlem, önlem!” dediğimiz deprem yazılarına devam mı edeceğiz? O kara gün
geldiğinde göreceğiz!
71
6 ŞUBAT DEPREMİNİN
ARDINDAN:
KAYIP KAMU VİCDANI VE
MEDYA
Tamer Çerçi1
– Prof. Dr. Ahmet Ercan, göçük altında kurtarılmayı bekleyenlerin sayısının 155 bin olduğu tahmininde bulundu.
– Bakan Murat Kurum, imar barışından 7 milyon 238
bin bağımsız birimin yararlandığını, toplanan paranın
da 25 milyar 592 milyon Türk lirası olduğunu açıkladı.
– Hatay’da yıkılan üç yıllık sitenin müteahhidi “Bana binayı soramazsınız; bir sürü bina yıkıldı” dedi.
– Depremden etkilenen 10 ilde 294 bin yapı imar affından
yararlandı.
Dinlediğiniz haberlerden özetler…
Eskiden televizyon ve radyoda o günün deyimiyle
ajanslar-haber bülteni sona ererken anons bu olurdu. Birkaç ay sonra acaba kaçımız yukarıdaki haber başlıklarını
hatırlayıp rahatsız olacak?
35 yıllık gazetecidir. Yazarın “6 Şubat Depreminin Ardından:
Kayıp Kamu Vicdanı ve Medya” başlıklı yazısı yarininkulturu.
org/ sitesinde 3 Mart 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
72
1999 Marmara depreminden 2023 Kahramanmaraş depremine uzanan yolda yükselen binaları, çıkarılan imar
aflarını, deprem toplanma alanlarının bir bir yok olmasını,
birkaç istisna hariç, ne basın ne birey ne de toplum olarak
sorguladık. Bu mecburi alışma hali sonunda yaşadığımız
son felaket gösterdi ki bir zamanlar filmlerde, romanlarda,
açık oturumlarda sık sık duyduğumuz vicdan, kamu vicdanı gibi kavramları da unutmuşuz. Vicdanı, kamu vicdanını ayakta tuttuğu varsayılan Basın dördüncü kuvvettir
kavramı da yok olmuş. 6 Şubat depreminden sonra ne olacağını anlamak için bu tarihe kadar neler yaşandığına;
basın, vicdan ve kamu vicdanı açısından bakmamız gerekiyor.
VİCDANIN DOĞUŞU BİLE TOPLUMSALDI!
Vicdan kavramının kaybolup nereye gittiğini anlamak için önce nasıl doğduğuna bakmak gerekiyor. Bilim
insanları İlk Çağ felsefesinde vicdan diye bir kavramın henüz yerleşmediğine dikkat çekiyor. Kavram ilk olarak
Roma döneminde kullanılmış. Latincede ‘con’ müşterek
anlamına gelirken ‘scientia’ ise bilgi anlamına geliyor. Bu
iki sözcük zamanla, ‘conscientia’ yani toplum standartlarıyla ilgili bilgi anlamında kullanılmaya başlandı.2
O nedenle vicdan kavramının doğuşu toplumsaldır, kamuyla ilgilidir. Burada çıkış noktamız insan olduğuna göre,
vicdan kavramını bireyin ahlaken doğru ya da yanlış şey
2
Patricia S. Churchland, Vicdan: Ahlaki Sezginin Kökeni, 9.
73
hakkındaki yargısı şeklinde tanımlamak mümkün. Bu tanımı yapan Patricia Churchland, vicdanın yalnızca bilişsel
olmadığına ve iki bağımsız unsuru içerdiğine dikkat çekiyor. Birincisi bizi genel bir doğrultuya sevk eden hisler;
ikincisi ise belirli bir eylemde bulunma itkisini şekillendiren muhakeme.3
Dolayısıyla, hisler ve muhakeme bireyin eylemde bulunma
itkisini şekillendirirken kavrama toplumsal bir boyut katıyor. Bu boyut 19. ve 20. yüzyılda kamusal alan, sivil toplum
gibi kavramlarla daha geniş şekilde tartışılacaktır.
Sonuçta, kamu vicdanını toplumun kendi birikimi ve bilgi
birikimi ile kendini sorgulama yetisi olarak düşünebiliriz.
Zaten modern toplumların ortaya çıkmasını sağlayan da bu
muhakeme ve sorgulamadır.
18. YÜZYIL VE EDMUND BURKE’ÜN
VİCDAN TANIMI
Modern toplumlarda toplumun kendi kendini sorgulamasının, denetiminin siyasi partiler, dernekler ve temel
konumuz olan medya tarafından yapıldığına inanılırdı. Bu
nedenle medya; yasama, yargı, yürütme güçlerinin yanında
sivil bir unsur olarak dördüncü kuvvet olarak tanımlandı.
Bu tanımı ilk kez yapan ise 18. yüzyılda İrlandalı siyasetçi
ve siyaset kuramcısı Edmund Burke oldu.
Dördüncü kuvvet kavramının ülkemizde yaygınlaşması ise
Türkiye’deki anayasa geleneği ile ilgilidir. Devletin idare
3
Patricia S. Churchland, a.g.e., 11.
74
tarzı olan yasama, yürütme ve yargının ayrı ve bağımsız olarak çalışacağı kuvvetler ayrılığı ilkesinin 1961 Anayasası’
na girmesi ile basın henüz medya haline dönüşmeden dördüncü kuvvet olarak görülmeye başlandı.
Bu dönemde yine her türlü yayın tekeli tamamen devletin
elindedir. Özel gazetelerin kontrolü ve desteklenmesi,
kamu ilanları ve kâğıt ithalatına konan kotalar ve vergilendirme yoluyla yapılmaktadır. Aslında daha o dönemde
basın gerçek anlamıyla dördüncü kuvvet değil, Pierre Bourdieu’nün nitelemesiyle habitusun ve devletin doğal
uzamıdır. Ancak, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği demokratik haklarla idealize edilmiş hür basın havası bir süreliğine
de olsa toplumu sardı. Basın, dördüncü kuvvet rolünü,
merkez çizgideki gazetelerin toplumsal bakış açısına yönelmesi ve yeni fikir gazete-dergileri ile 12 Mart dönemine
kadar kısmen de olsa oynayabildi. Bu dönem bağımsız basını savunan gazeteciler açısından da parlak bir dönemdi.
Devlet tekelindeki TRT’de bile başarılı haberciliğin, tarafsızlığa yakın siyasi duruşun örnekleri görüldü.
Buna rağmen, asıl belirleyici olan devlet ve sermayenin basın üzerindeki tekelidir. Bu gerçeğe rağmen bir işletme
olarak gazetelerin mülkiyet yapısı, hür teşebbüs olarak kabul edildiklerinden pek tartışılmamıştır. Bir başka deyişle
basının iktisadi, kültürel ve sosyal sermayedeki konumu yeterince düşünülmemiştir. Bu nedenle de gerek devletin
gerekse sermayenin kendisini yeniden üretmede oynadığı
rolü yeterince bilmiyoruz. Özgür basının önemini vurgulayan muhalefet partilerinin de seçim ve program çalışmala75
rında bu çözümlemeden uzak durması dikkat çekicidir.
Çünkü tıpkı basın gibi siyasi partiler de özerk gibi görünse
de büyük siyasi alanın küçük bir parçasıdır. Toplumu oyunun oynandığı büyük bir saha olarak kabul edersek, basın
da küçük bir oyun alanı olarak toplum sahasının içindedir.
Bu nedenle toplumun tüm özelliklerini, çelişkilerini barındırır. Siyaset de dahil fizikteki bileşik kaplar kuralındaki
gibi çalışır.
TOPLUMSAL ALAN VE MEDYA
O nedenle medyalaşan basının kamu vicdanı üzerinde ne gibi bir etki yarattığını anlamak için Pierre
Bourdieu’nün alan kuramından yardım almak gerekiyor:
“Devlet alanı, siyasi alan tarafından ele geçirilmiş bir
makro alandır. Bu makro alan diğer bütün mikro
alanları şekillendirir ve medyayı öncelikle kendine ve
daha sonra diğer mikro alanlara hizmet edecek şekilde
yapılandırır. Mikro alanların devletle rekabet edecek
kuvvetleri bulunmadığından her şey devlet alanına
dâhil edilmiştir. Bu aşamada medya sadece bir mikro
alan olarak devlete tabi olmakta ve devletin mutlak
kontrolündeki bir alana dönüşmektedir. Medya siyasi,
ekonomik ve sosyal alanlar arasında alanları içine hapsedilmiştir. Bunlara hizmet edecek bir yapıda
geliştirilmiştir. Medyanın en önemli unsuru olan enformasyon işlevi bu alanlara hizmet etmektedir”.4
Hüseyin Çelik, “Yeni Medyayı Bourdieu Açısından Okumak”,
İletişim Çalışmaları Dergisi 18, (2020).
4
76
Bu hizmet de yukarıda belirttiğimiz gibi büyük toplum sahasında geçerli olan kurallara göre verilecektir. Bir farkla:
Sahanın hakemi yani devlet dilediği vakit bu kuralları değiştirebilir.
ENFORMASYON MU HABER Mİ?
Dikkat ederseniz Bourdieu medyanın en önemli
unsuru olan haberi, enformasyon olarak ifade etmektedir.
Çünkü günümüz medyasında söz konusu olan, olayları haber vermek değil; siyasetten otomobile, parfümden giyime
kadar insanları neyi tüketmesi-seçmesi gerektiği konusunda enforme etmektir.
Bir zamanlar haberin bir günde eskidiği söylenirdi. Şimdi
ise enformasyon saniyede eskiyor ve yüksek ses, hızlı görüntü, hızlı konuşma ama kısa süreli bir yapım olarak
bilinçaltını güdülüyor. Bağırarak konuşan sanatçı, futbol
yorumcusu ve siyasilerin ikna edici bulunması, saydığımız
bu teknolojik olanaklarla destekleniyor.
Bağıran satıyor, kapan alıyor ve haklı oluyor.
Kültür kuramcısı ve sosyolog Byung-Chul Han ise bu açıdan günümüz toplumunu “şeffaflık ve performans
toplumu” olarak tanımlıyor.5 Buna göre, her şey aynı zamanda görünür hale geliyor ve bu teşhircilikten şeffaflık
anlaşılıyor. Günümüzün mottosu böylece, “Her eyleminde
skoru kır, teşhir et ve puanı kap” oluyor. Enkaz altındaki
Han Chul-Byung, Psikopolitika Neoliberalizm ve Yeni İktidar
Teknikleri, 16-35.
5
77
binlerce kişinin akıbetinin tartışılması yerine zaman ve kurtarılan kişi sayısı, bölgede bulunan görevli sayısı
skorlaştırılarak ekranlara yansımaktadır. Depremden önceki dönemde ise birbirini kaybeden anne kızın canlı
yayında kavuşması, istifaların Twitter’dan açıklanması, televizyonda doğumun canlı yayımlanması, intiharların
sosyal medyaya bırakılan sesli ve görüntülü mesajların ardından gerçekleşmesi; bu skor ve teşhirin sadece birkaç
örneği olarak hatırlanabilir.
Walter Benjamin daha 1930’larda bu trendi fark etmiş ve
ünlü Pasajlar kitabında şu uyarıyı yapmıştı:
“Kısa ve belli bir bağlam içerisinde yer almayan haber,
ayrıntılı haberle rekabet etmeye başladı. Kısa haber, ticari bakımdan değerlendirilebilir oluşu nedeniyle
rağbet gördü. ‘Reclame’ diye adlandırılan tür ile kısa
haberlerin tarihini, basının yozlaşmasının tarihinden
ayrı olarak kaleme almak, çok güçtür.” 6
Görüldüğü gibi teknoloji geliştikçe ve devletin kültürü
kendi meşruluğunun yeniden üretimi sürecine katkıda bulundukça haberler kısalıyor, içerik boşalıyor ve reklam ağır
basıyor. Puanlama, skor, performans kriterlerinin evveliyatı sinema ve radyonun 1930’larda Almanya’da devlet
tarafından propaganda aracı olarak kullanılmasına kadar
gidiyor.
6
Walter Benjamin, Pasajlar, 122.
78
“OKUR”DAN PERFORMANS ÖZNESİNE
Peki, bu süreçte gazete okuruna ne oldu?
Byung-Chul Han, performans toplumunda yurttaşın yerini performans öznesi kişilerin aldığına dikkat çekerek bu
soruyu yanıtlıyor. Bu yanıt okurun da günümüzde nasıl değiştiğini, piyasa ekonomisinde nasıl konumlandığını
anlamak için önemli. Han’a göre, bir topluma ait olma aidiyetini kaybetmiş okur, günümüz performans toplumunda sadece tüketicidir. Yorgundur, canı sıkılmaktadır, vakti
yoktur.7
Hem okur hem yurttaş olarak kişinin, olayları vicdani bir
muhasebeye tabi tutması değildir söz konusu olan. Tek
doğru yoktur, herkesin kendi doğrusu kendinedir artık. O
zaman talep buysa medya işletmesine düşen de buna uygun
ürün arz etmektir. Benjamin’in “Reclame” diye bir tür olarak nitelediği yeni medya anlayışı budur. Reclame denilen
tarz, elektronik posta, podcast ile devam etmiş, nihayetinde
Batı basını artık robot gazetecileri, yapay zekâ ve algoritma
ile haber üretiminin ne zaman başlayacağını tartışmaya başlamıştır. Gazeteci de performans öznesi okur karşısında
yenilmiştir. Zaten kendisi de performans, tıklanma öznesidir. Bu yenilgi aslında gazete, televizyon muhabirlerinin
haberci, yayın kuruluşlarının ise şirket diye adlandırıldığı
2000’li yılların başında gerçekleşmişti.
7
Han Chol-Byung, Şeffaflık Toplumu, 16-35.
79
ÖNCE TECRİT SONRA TAHAKKÜM MÜ?
Yurttaştan performans öznesine, gazete okurundan medya
seyircisine dönüşen bireyi bekleyen bir başka tehlike ise dijitalleşmenin insanları önce tecrit etmesi sonra da üzerinde
tahakküm kurmasıdır. Bu durumun boyutlarını ve ileride
alacağı şekli bilemiyoruz. Ancak Elon Musk’ın Twitter’ı aldıktan sonra kullanıcıları cezalandırması ve çalışanları hızla
işten atması, bazı gazetecilerin hesaplarını askıya alması; dijital tahakkümün sinyallerini vermektedir. Anlaşılıyor ki
yöntem dijital olmakla birlikte tahakkümün klasik mekanizması işleyecektir. Hannah Arendt Totalitarizmin
Kaynakları eserinde bu mekanizmayı şöyle anlatmaktadır:
“Tecrit, ortak bir tasanın peşinde birlikte hareket ettikleri yer olan yaşamlarının siyasal alanı tahrip
edildiğinde insanların içine çekildikleri çıkmaz bir sokaktır.” 8
İster klasik ister dijital olsun, bu mekanizma o kadar mükemmel işlemektedir ki gerek düşünsel gerek eylemsel
şekilde siyaset alanından tecrit edilen birey, sadece üretme,
tüketme ve üreme görevini yerine getirmektedir. Bu bireyler tüzel kişiliklerini kaybettikleri için günden güne
büyüyen yığınların arasına dâhil olmaktadır. Toplumsal
alan daraldıkça, habere olan ihtiyaç da azalmaktadır.
Daha önce toplumsal olaylarda ve doğal afetlerde gördüğümüz gibi 6 Şubat depreminde Twitter’ın fişinin belirli bir
8
Arendt Hannah, Totalitarizmin Kaynakları, 308.
80
süreliğine çekilmesi, ardından Türk hükûmetinin bazı taleplerinin Twitter tarafından dikkate alınacağının açıklanması bunu doğrulamaktadır. Depremin acısının ülkemizdeki göçmenlere yöneltilmesi gerek afet bölgesinde gerekse
sosyal medyada yığınlar halinde desteklenmektedir.
TABANDAN YENİ BİR DALGA
Franco ‘Bifo’ Berardi ise The Third Unconscious adlı kitabında, bu çöküşün sonuçlarına daha olumlu
yaklaşıyor: “Bütün bu dijitalleşme süreci, her ne kadar
vahşi ve patolojik olsa da bir yandan da pek çok kişiyi kolektif bir yazarlığa da itti, birlikte düşünüp çözüm
aramaya yöneltti.” Buna ‘yeni kozmos’ diyor Berardi; bütün bu kaotik süreçte herkesin kendi hikâyesinin kaydını
tuttuğu, kendi mahallesindeki küçük küçük olayları, durumları büyük hikâyeye eklemeye çalıştığı bir yazma
süreci…
“Bu neoliberal küreselleşmenin sonu, tabandan gelen
yeni bir küreselleşmenin önünü açacak gibi görünüyor.”9
Sosyal medya, tüm kısıtlamalara ve “Yüzyılın Depremi” sloganıyla kesilmeye çalışılan aykırı seslere rağmen,
yardımlaşma ve olup biteni sorgulama konusunda kamuoyunu motive etmeyi başardı. Belki de bu durum,
Berardi’nin söz ettiği, ters yönden yeni bir küreselleşmenin
ilk örneklerinden olabilir. Tabii fiş çekilmediği sürece.
9
Bülent Usta, “Kaçış Yok”, Birgün Gazetesi, 9 Kasım 2022.
81
21. yüzyılın ilk çeyreğinde post-modernizmin bu yıkımıyla
akılcılık, birey hakları ve toplumsal sorumluluğun yanı sıra
aradığımız kamu vicdanı da kötü pozitivist anlayışın atıldığı çöp sepetindedir. Vicdanla birlikte canlı-cansız bütün
varlıklar ve duygular, tüketildikten sonra çöp sepetinde yer
almaktadır. Bu çöp sepetinin en önemli özelliği “risk toplumu algısının yarattığı bellek ile unutma arasındaki
gerilimdir…”10
Anlaşılıyor ki hem medya hem de yurttaş, sıfatsız, tanımsız,
aidiyet duygusu olmayan, sadece yiyen, içen, izleyen, uyuyan ve çalışan iki ayaklı-iki elli bir canlıya dönüştürülmeye
çalışılan okur rolünden memnun olmak zorundadır.
“Hiçbir yükümlülük altına girmeme günümüzde, şehrin en cazip ve en çok oynanan oyunudur. Hareketin
hızı ve özellikle de kuşların tünemek için yuvaya dönme
vaktinden önce kaçışın hızı bugün en yaygın kullanılan
iktidar tekniğidir.”11
Medyanın, dijitalleşmenin bundan sonraki seyri; mülkiyet
ilişkilerine, teknolojik mülkiyetin yapısına, kullanılış şekline (devlet, devlet-sermaye-teknoloji, bürokrasi, devletsermaye) ve okurun bürüneceği yeni kimlik veya kimliksizliğe bağlı olacaktır.
İleride gerçekleşmesi muhtemel doğal afetlerin bizi etkileme derecesi de.
10
11
Zygmunt Bauman, Tim May, Sosyolojik Düşünmek, 189.
Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, 22.
82
KAYNAKLAR
Arendt, Hannah. Totalitarizmin Kaynakları, çev. İsmail Serin,
İletişim Yayınları, İstanbul 2017.
Banman, Zygmunt. Bireyselleşmiş Toplum, çev. Yavuz Alogan,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2020.
Bauman, Zygmunt, May, Tim. Sosyolojik Düşünmek, çev. Akım
Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2021.
Benjamin, Walter. Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018.
Berard, Franco. ‘Bifo’, The Third Unconscious, Verso Books,
2021.
Churchland, Patricia. Vicdan: Ahlaki Sezginin Kökeni, çev.
Mehmet Doğan, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul
2021.
83
UNUTULACAK DÜNLER VE
BUGÜNLER : STEINBECK’İN
RUSYA GÜNLÜĞÜ
Erdal Bilgiç1
Bu yazının amacı, John Steinbeck’in 1947 yılında
Sovyetler Birliği’ne gerçekleştirdiği gezisinin ardından kaleme aldığı Rusya Günlüğü kitabı üzerinden savaşın
yıkıcılığının unutulmamasını sağlamaktır. Savaş, bir yılı aşkın süredir bütün yıkıcılığı ile Ukrayna topraklarında
devam ediyor. Savaşın getirdiği ve insanları mecbur ettiği
açlık, ölüm, hastalıklar, yaralanmalar, çaresizlikler; gözlerimizin önünde şiddetinden hiçbir şey kaybetmeden sürüyor. Steinbeck, Rusya Günlüğü kitabında aslında tek bir
cümle ile “Sovyetler Birliği coğrafyasında yaşayan ve savaş
istemeyen insanların gündelik hayatlarında ne kadar da geleceğe umutla bakmak istediklerini” anlatır. Steinbeck’in
anılarında yer alan Moskova, Kiev, Stalingrad, Tiflis ve Batum’un insanlarının, kaleme alındıktan yıllar sonra bile
gelecekle ilgili kaygılarının değişmediğine şahit olmak gerçekten üzücü. Steinbeck’in bu eseri, Amerika’ya dönüşün-
İstanbul Topkapı Üniversitesi (Türkçe) Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir. Yazarın “Unutulacak Dünler ve Bugünler:
Steinbeck’in Rusya Günlüğü” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/
sitesinde 3 Mart 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
84
den bir sene sonra basıldı. Rusça baskısı ise Gorbaçov döneminin Perestroyka’sını beklemek zorundaydı. Türkçeye
Deniz Keskin’in enfes tercümesiyle kazandırıldı ve 2022’
nin aralık ayında satışa sunuldu.
Steinbeck, Sovyetler Birliği’ne gidip sonradan gözlemlerini
aktarabileceği bir gezi düzenlemeye New York’ta müdavimi olduğu bir barda karar verir. Yazarın motivasyonu, bu
dünyada bireylerin özgürlüğünden yana ve dürüst insanların ne yapabileceği üzerine olan düşünceleridir. Steinbeck’in aklından bu düşünceler geçerken Amerikan toplumu aslında Stalin’in ne düşündüğünü merak etmektedir.
Basın; Sovyet ordusunun savaş planları, askerî manevralar
ve tatbikatlar, nükleer silahların durumu ve konuşlanması,
güdümlü füze denemeleri hakkında çalkalanmaktadır. İnsanlar, yaklaşan başka bir dünya savaşı hakkında haklı
olarak endişeler taşımaktadır. Ancak Steinbeck, toplumdaki bu kaygılardan ziyade Sovyet insanlarının özel
hayatlarını ve ritmini merak ediyordu. Kafasını meşgul
eden soruların yanıtlarını aramak adına dönemin ünlü savaş fotoğrafçılarından olan yakın arkadaşı Robert Capa’yı 2
ikna etmesi fazla uzun sürmedi ve birlikte gidecekleri Sovyetler Birliği seyahatini büyük bir iştahla planlamaya
Robert Capa, Macaristan doğumlu dünyaca ünlü savaş fotoğrafçısıdır. İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Arap-İsrail
Savaşları’nda görev yapmıştır. 1954 yılında Vietnam’ın Fransız
işgali sırasında mayına basarak hayatını kaybetmiştir.
2
85
başladılar. Sovyetler’e dair anlatılmayanları dile getirecekler ve Sovyetler’in görünmeyen yüzünü fotoğraflayacaklardı. Ancak birbirlerine söz verdiler; anlatılarda mümkün olduğunca siyasi konulara girmeyeceklerdi. Steinbeck ve fotoğrafçı Capa, seyahatleri neticesinde izlenimlerini aktarmada başarısız olabilirlerdi; ancak akıllarında kalan tarifsiz
hikâyelerle Sovyetler’den döneceklerine eminlerdi. Böylelikle konuyu Herald Tribune gazetesinden George
Cornish’e açtılar ve maceralarını bastırmayı kabul ettirdiler.
Rusya’ya olumsuz yargılarla gitmek istemeyen Steinbeck ve
Capa, yazılarında Sovyetler’i sorgulayan bir üslup kullanmayacaklardı. Gördüklerini yorumlamadan kayda geçirecekler, hakkında yeterince bilgi sahibi olmadıkları konularda kesin hükümlerle Amerikan okuyucusuna aktarım
yapmayacaklardı. Bu motivasyon ile hareket eden Steinbeck ve Capa, New York’taki Sovyetler Birliği elçiliğine
vize için başvurdular. Ünlü yazar vizesini hemen aldı; ancak
fotoğrafçı arkadaşının biraz beklemesi gerekecekti. Steinbeck Sovyetler’in bu tavrına şaşırmıştı. Çünkü ona göre,
insanların çektikleri fotoğrafları negatiflerine el koyarak
engelleyebilirdiniz. Ancak bir insanın, bir yazarın gördüklerine ve zihnine nasıl ket vurabilirdiniz? Steinbeck’in,
Sovyet elçiliğinin neden bir fotoğrafçıya böyle davrandığı
konusunda okuyucularını ikna etmesi uzun sürmedi. Sovyetler Birliği, yıkıcılığı ağır bir savaştan yeni çıkmıştı ve
yaralarını sarıyordu. Fotoğraf ise bombalarla yerle bir olan
bir ülkenin travmalarını canlandırıyordu. Bunun nedeni
86
ise basitti. Her bombalamadan önce bombalanacak bölgenin fotoğrafları çekiliyor ve insanlar bunu biliyordu. Bu
nedenle, fotoğraf makinesi savaşın yıkıcı etkisini gösteren,
halkın gözünde korkutucu bir nesneydi. İnsanların belleklerinde anıları kaydeden bir aletten çok yıkımın öncüsü
olarak yer alıyordu.
Steinbeck ve Capa yola çıkmadan tanıdıklarıyla planlarını
paylaştılar. Amerika’da herkes duyduklarının, okuduklarının ve yönlendirilen düşüncelerinin etkisiyle birer Sovyet
uzmanı kesilmişti. Tanıdıklarının yargıları kesindi. Ünlü
yazar ve fotoğrafçı arkadaşı kesinlikle birer ajan damgası yiyecekler, sorgulanıp ağır işkenceler sonucunda ruhlarını
teslim edeceklerdi. Steinbeck haklı olarak acaba Ruslar da
biz Amerikalılar için aynısını mı düşünüyor diye sorgulamadan edemiyordu. Steinbeck ve Capa Sovyetler’e
giderken yanlarında o zamana dek iyice demlenmiş ve derlenmiş bir rivayet arşivini de yanlarında götürdü.
Steinbeck ve Capa, Sovyetler’e Helsinki üzerinden uçarak
ulaştılar. Steinbeck’in ilk karşılaştırması, İsveç’in tertemiz,
pırıl pırıl uçakları ile Amerikalıların savaştan önce ve savaş
sırasında Sovyetler’e sattığı C47 tipi uçaklar hakkındadır.
Boyaları dökülen Sovyet uçakları, kırık dökük görünümlerinin altında içinde havalandırması olmayan uçan
kafeslerdir. Rus uçaklarında emniyet kemeri yoktur, havada sigara içilmesi yasaktır ve yemek servisi bulunmamaktadır. Rus pilotları ile havalimanında karşılaşan yazarın Ruslara dair ilk izlenimi ise umursamaz olmalarıdır.
87
Rus uçaklarının Rusya coğrafyasında iniş yapmak konusunda herhangi bir sıkıntısı yoktur. Rus coğrafyasının her
yeri dümdüz alanlardan oluşmaktadır. Moskova’ya ulaşmak için Leningrad üzerinden aktarma yaparlarken
Steinbeck’in Rus kadınlarıyla ilk teması gerçekleşir. Havalimanında bagaj boşaltmada görevli kadınlardan bahseden
yazar, kadınların kaslı ve güçlü olduklarının altını çizer. Yazar kuvvetle muhtemel bir kadını başkalarıyla konuşurken
de görmüştür. Çünkü kadının altın dişlerini görünce şu yorumu yapar: “İnsan ağzını bir tür makine parçası gibi
gösteren paslanmaz, parıldayan çelik dişleri var!”
Moskova’ya indiklerinde Amerikalı çok bilmiş Sovyet uzmanlarının tahminlerinin aksine, havalimanında kahramanlarımızı karşılayan ya da takibe alan kimse yoktur. O
kadar ki havalimanından şehre varmaları ancak Fransız elçiliğinde görev yapan birinin yardımıyla olacaktır.
Sovyetler’in kültür alanında dünyada da sözü geçen bir kurum olan VOKS’tan3 kimsenin gelmemesi Steinbeck’i biraz
korkutmuş ve hayal kırıklığına uğratmıştır. Çünkü eğer
VOKS Sovyetler Birliği’nde 1925 yılında yurt dışı ile kültürel
bağları kuvvetlendirmek ve Sovyet kültürünü tanıtmak üzere
kurulan kurumdur. VOKS’un Türkiye ile olan ilişkilerini konu
eden Raşit Tacibayev’in Kızıl Meydan’dan Taksime (Truva Yayınları) ve Antonina Sverçeskaya’nın Türkiye-Sovyetler Kültürel
İlişkiler 1925-1981 başlıklı kitapları bulunmaktadır. VOKS Steinbeck ve Capa’ya yardımcı olduğu gibi Türkiye’den Sovyetler’i
ziyarete giden Aziz Nesin ve Yaşar Kemal gibi yazarlara da tercüman temin etmiştir.
3
88
VOKS’un himayesinde değil, Dışişleri Bakanlığı’na akredite olarak gezilerine devam edeceklerse, Moskova’dan
başka bir yer görmeleri mümkün olmayacaktır. Steinbeck
ve Capa’nın şansına, şehirde görevli olan Amerikalı muhabirler vardır ve onlar bir otel odası bulmalarına yardımcı
olur.
Kahramanlarımızın yanında ruble yerine dolar olduğundan sağlıklı bir döviz kuru üzerinden paralarını bozdurmaları gerekmiştir. Resmi kur beş ruble iken Amerikan elçiliğinin kabul ettiği kur bir doların 12 rubleye eşit olduğudur. Ancak doları karaborsa dahil olmak üzere birçok
yerde bu kurun üzerinde bozdurmak mümkündür. Moskova’ya varır varmaz açlıktan kırılan Steinbeck ve arkadaşı
hemen otelin restoranına iner ve başkentin gündelik hayatına dair ilk gözlemlerini edinmeye başlarlar. İlk olarak,
Sovyetler’de insanların yemek yiyebileceği iki farklı restoran türü vardır. İlki karne ile yenen veya daha ucuz ürünlerin bulunduğu restoranlardır. Ancak, yabancıların yoğunlukta olduğu otellerde hiç de ucuz olmayan ama iyi
yemeklerin bulunabildiği restoranlar da vardır. Buralarda
ise sıkıntı her yerdeki ile aynıdır. Yemek servisleri oldukça
uzun sürmektedir. Bürokrasinin tekelci yapısından kaynaklanan bir muhasebe sistemi yemek servislerine de sirayet
etmiş ve süreleri uzatmıştır. Otel restoranında özellikle
swing müzikleri çalarken insanlar Frank Sinatra parçalarının Rusçası eşliğinde eğlenmektedir.
Steinbeck’in Moskova’ya ilk gelişi 1936 yılıdır. Yazara göre
Moskova büyük bir değişim geçirmiştir. Eski Moskova’nın
89
caddeleri dar ve pisken yeni Moskova geniş caddeleri olan,
yeni apartmanlarla büyüyen farklı bir kenttir. Savaş yıllarında hava savunmasının mükemmelliğinden dolayı Almanlar Moskova’ya istedikleri zararı verememiştir. Yakın
zamanda ise Moskova’nın kuruluşunun 800. yılı kutlanacaktır. Şehirde hummalı bir çalışma vardır. Bütün sokaklarda, caddelerde ve binalarda hummalı bir çalışma içinde
süsleme, onarım ve bakım çalışmaları devam etmektedir.
Ancak sokaktaki insanlar bütün bu hengâme içinde yorgundur. Kadınlar makyajsızdır, kıyafetleri eskidir ve şık
değildir. Erkeklerin çoğu terhis olduğu halde üstlerinde
hâlâ eski asker kıyafetlerini apoletsiz ve rütbesiz bir şekilde
taşımaktadır. Moskova’nın ruh hali Steinbeck ve Capa’nın
orada olduğunu fark edecek durumda değildir. Bırakın takip edilmeyi, belki de hiçbir devlet görevlisi kahramanlarımızın Moskova caddelerini arşınladığını bilmiyordur.
Steinbeck ve Capa, Moskova’ya ulaştıkları günün ertesinde, yapacakları gezilerde fotoğraf çekmek ve kalacakları
yerleri ayarlamak için resmî dairelere başvuru yapmak ister.
Fakat ikilinin sonradan kendi aralarında “Rus Hamlesi”
olarak adlandıracakları bir bürokratik refleksle karşılaşırlar. Hiçbir devlet dairesinde kendileri ile muhatap olacak
bir görevli yoktur. Memurlar ya tatildedir ya hastadır ya da
görevleri gereği bir yerlere kadar gitmiştir. Dahası, Rus devlet dairelerinde öğleden önce işbaşı yapılmıyordur. Herkes
öğleden sonra işbaşı yapmakta ve gece geç saatlere kadar çalışmaktadır. Moskova’da birçok şey aksasa da hemen bulunabilecek ve ulaşılabilecek tek şey sıcak sudur.
90
Steinbeck ve fotoğrafçısının beklediği cevap birkaç gün
sonra nihayet gelir. VOKS kurumundan aranırlar ve görüşmek üzere davet edilirler. Böylelikle diğer şehirlere de gidebilecekler, Sovyet hayatının gündelik ritmine şahit olabileceklerdir. VOKS’ta Steinbeck ve Capa’yı Karaganov isimli
bir görevli karşılar. Görüşme, bir tanışma faslından ziyade
sorgulama gibi geçer. Karaganov’u, Steinbeck’in edebiyatçı
kimliği ilgilendirmiyordur. Aklında daha çok Amerikalıların Sovyetler’e saldırıp saldırmayacağı vardır. Steinbeck ise
doğal olarak aynı meraklı sorulara Amerikalılar tarafından
da cevap arandığını söyler. Arkasından ise şu yorumu yapar: “Rus yazarlara Rus devletinin iyi olduğu, yazarın
vazifesinin devleti hep ileriye taşımak olduğu ve onu her halükârda desteklemek zorunda olduğu öğretiliyor.” Steinbeck’e göre Amerikalılar ve İngilizler’de durum bunun tersidir. Kimsenin yazarlara bir şey öğretemeyeceği, yazarların
ortak olarak devletin her türlüsünün bir miktar tehlikeli olduğunu sezdikleri herkes tarafından bilir. Karaganov ile
görüşme neticesinde Steinbeck ve Capa gereken izinleri alır
ve yanlarına Svetlana isimli İngilizcesi oldukça iyi olan bir
tercüman verilir.
Steinbeck ve Capa, gezinin ilerleyen kısımlarında yanlarına
verilecek olan diğer tercümana yaptıkları gibi, bir kelime
oyunuyla Svetlana’yı Sweet Lana olarak çağırmaya başlarlar. MGU’da Amerikan Edebiyatı yüksek lisans öğrencisi
olan Svetlana, aslında ketum biridir. Ancak, Steinbeck ve
Capa’yı gezdirmekten büyük bir zevk almış ve ikiliyle beraber oldukça eğlenmiştir. Steinbeck’in Moskova’daki kadın91
lara dair bazı tespitleri belki de insanlarda savaş sonrasında
oluşan travmalardan kaynaklanmaktadır. Yazara göre,
Moskovalı kadınlar yeni bir ahlak anlayışı üretmişlerdir. Bu
ahlak anlayışına göre, iyi kadınlar kulüplere gitmez, sigara
içmez, oje sürmez, içki içmez, edepli giyinir. Svetlana ile beraber gittikleri Lenin müzesinde Steinbeck enteresan bir
tespit yapar. Lenin, sanki hayatı boyunca her şeyi saklamış,
tek bir çöp bile atmamıştır. Müzede devrimin liderinin hayatındaki her anına şahit olmak mümkündür; ancak
Lenin’in gülen yüzünü gösterecek ne bir fotoğrafı ne de bir
resmi vardır. Diğer yandan, Troçki sanki hiç var olmamış,
devrime hiç katkı sunmamış gibidir. Troçki’nin izleri Sovyetler’in tarihinden ustalıkla silinmiştir. Moskova sokaklarını arşınlarken Capa sık sık fotoğraf çeker. Lakin sürekli
polis tarafından durdurulmakta olan ikiliye izin belgeleri
sorulmaktadır. Steinbeck ve Capa’ya asıl vakit kaybettiren
şey, sürekli durdurulmalarından ziyade, polislerin devamlı
olarak üstlerine danışma gereği duymalarıdır. Memurların
hiçbiri herhangi bir soruya evet ya da hayır dememektedir.
İhtiyaçları olan tek şey üstlerine sorup onaylarını almaktır.
Moskova’daki ortalama bir Rus’un önemli gıda maddeleri
ekmek, lahana ve patatestir. Karneli satış yapan mağazalarda bu ürünleri genelde ucuz yollu bulmak mümkündür.
Kıyafetlerin satıldığı mağazalardaki kumaşlar ise genelde
kalitesizdir. İkinci el ve karaborsa ürünler de bulmak mümkündür. Mağazalar genelde doludur ancak alışveriş
yapanlar azdır. Mağazaları dolduran Rusların en çok sevdiği şey ise yeni bir şeyler alan insanları seyretmektir.
92
Moskova’da kıymetli olan diğer şeyler ise arabalar ve şoförlerdir. Şoförlerin canını sıkmamak gerekir, yoksa gideceğiniz yol her halükârda uzayacaktır.
Steinbeck ve Capa’nın bir sonraki durağı, savaşın yaralarının henüz sarılmadığı Kiev’dir. Bu sefer yanlarında
Hmarsky isimli ama Humor Sky dedikleri bir tercümanları
vardır. Havalimanında gördükleri Stalin fotoğrafları için
Steinbeck şöyle düşünür: “Ruslar Çar döneminden bu
yana devlet liderlerinin fotoğraflarını asmaya alışkındır, ya
da Ruslar ikon asmaya alışık olduklarından Sovyet rejiminde ikonların yerini devlet başkanlarının fotoğrafları
almıştır, ya da Ruslar Stalin’i çok sevmektedirler.” Ukraynalılar, kahramanlarımızı Kiev havalimanında karşılarlar.
Steinbeck’in daha ilk görüşte kanı bu güleç yüzlü insanlara
kaynamıştır. Ukraynalılar açık yürekli, güler yüzlü, rahat ve
içtendir. İri kıyım olan Ukraynalılar mavi gözlüdür. Ayrıca
kadınları çok güzeldir. Steinbeck, Moskova’da bulamadığı
sıcak ortamı daha havalimanı çıkışında Kiev’de bulmuştur.
Ukraynalılar Moskova’daki Ruslardan daha iyi giyimlidir.
Ukraynalıların dillerindeki tarımla alakalı sözcüklerin tamamı Macarcadan alınmadır. Ayrıca dilleri Rusçaya değil
Çekçeye daha yakındır.
VOKS’un Ukraynalı üyeleri, Amerika konusunda Moskova’daki meslektaşlarından daha meraklıdır. Steinbeck’e
yakın ilgi gösterip birçok soru sorarlar. Ukraynalıların soruları daha derin konuları içerdiğinden Steinbeck ve Capa
cevapların çoğunu bilmedikleri için yanıt veremezler.
93
Çünkü onların da Amerika’ya dair anlamadıkları mevzular
vardır.
Steinbeck’in Ukraynalılar ile sohbetlerinde ilgisini çeken
konu, Ukraynalı yazarların atom bombasından korkmadıklarının altını birkaç defa çizmeleridir. Atom bombası ancak
şehirleri yıkabilir. Zaten Ukrayna’nın şehirleri yerle bir olmuştur. İşgalin ne demek olduğunu bildiklerinden,
Amerikalıların ülkelerini işgal etme ihtimalini önemsemezler. Eğer işgal olursa yine aynı şekilde direnerek cevap
vereceklerdir. Karın içinde, ormanlarda, tarlalarda vatanlarını savunacaklardır. Ancak Ukraynalılar, Steinbeck ve
arkadaşına Amerika’nın bir işgal hareketine hazırlanıp hazırlanmadığını, atom bombası kullanmaya niyetlerinin
olup olmadığını sormaktan kendilerini alamazlar. Öte yandan Ukraynalılar, Stalin’in herhangi bir savaşta asla atom
bombası kullanmayacakları sözüne çok güvenmektedir.
Steinbeck Kiev’de her türlü makinenin parçalanmış veya
götürülmüş olduğunu tespit eder. Tarih boyunca Ukrayna
birçok kez işgale uğramıştır ancak Almanlar kadar cani olanıyla karşılaşmamıştır. Ukraynalılar şehirlerini, ülkelerini,
evlerini, iş yerlerini yeni baştan kol gücüyle inşa etmektedir.
Ukraynalılar ülkelerini yeniden ayağa kaldırırken bir yandan da Sovyet coğrafyasının tahıl ambarı oldukları için
bütün bir ülkeyi beslemekle yükümlüdür. Bu nedenle, inşa
süreci devam ederken bir yandan da gıda üretmeye devam
ediyorlardı. Akıllarında sadece gelecek vardı. Çiftçinin karnını yarmışlar, içinden kırk yıl çıkmış misali Ukraynalılar
94
da hep gelecek yıllardan bahsediyordu. Sadece onlar değil,
bütün Sovyetler enerjisini umuttan alıyordu.
Kiev’de Steinbeck ve arkadaşı şehrin sirkindeki bir gösteriye katılır. Sovyetler’in hemen her şehrinde bir sirk
bulunuyordu. Sirkin gösterilerinden birinde palyaçolar
Amerikalı taklidi yapıp insanları güldürüyordu. Palyaçolardan kadın olanı zengin bir Chicagolu’yu canlandırıyordu. Sirkteki eğlenceli gösterilerin ardından Kiev’deki bir
gece kulübüne giden kahramanlarımız yerel müziklerin yanında Rusça, Gürcüce, Ukraynaca şarkılar eşliğinde doyasıya dans eder, kadehlerini barış için kaldırırlar. Burada Steinbeck Moskova’da kötü şarkı taklitlerinden kurtulduklarını ima etmektedir.
Steinbeck ve Capa, Ukrayna’da birkaç köyü ziyaret edip
kırsalın yaşam ritmine tanık oldular. Şevçenko ismi verilen
köylerde Steinbeck’in ilk dikkatini çeken şey, insanların ve
evlerin tertemiz oluşudur. İkincisi, birçok insanın savaş nedeniyle uzuvlarını kaybetmiş olmasıdır. Buna rağmen Ukraynalılar yaşama sevincinden bir şey kaybetmemiştir. Sürekli şakalar yapıp şarkılar söylemektedirler. Tarlalarda
herkes yalın ayaktır. Çünkü savaş sonrası ayakkabı üretimi
henüz istenilen seviyede değildir. Ayakkabı lüks bir üründür. Ancak yine de köylülerin neşeleri yerindedir çünkü
1941’den beri ilk defa hasat bu kadar iyidir. Biraz vakit geçtikten ve köylüler tarlalardaki işlerini bitirdikten sonra,
misafirleri kimin konuk edeceğine dair aralarında bir yarış
başlar. Misafir oldukları evde kalabalıktırlar. Köylülerin
Amerika ve Amerikalılara dair kafalarında bir sürü soru
95
vardır. Steinbeck kendi sorularından önce köylüler tarafından sıkı ama neşeli bir sorguya çekilir. Şevçenko iki
köyünde de Steinbeck savaşın yıkıcı izlerine şahit olur.
Köyde neredeyse uzvunu ve yakınlarını kaybetmemiş birisi
yoktur. Bu köyde Amerikalı misafirlerin şerefine köy sahnesinde bir piyes oynanır. Oyun, genç kızlık hayallerinin
peşinde koşmak için büyük şehirlere gitmek isteyen köyün
tembel kızının piyesin sonunda akıllanmasını, sosyalist
ekonominin önemini kavrayıp çalışkan ve üretken biri haline gelmesini anlatmaktadır. Ancak bu sefer oyunun
ritmini Capa’nın çektiği fotoğraflar bozar. Oyuncular fotoğrafları çekilince bir anda konsantrasyonlarını kaybeder,
repliklerini unuturlar ve bir curcuna başlar. Ama utanılacak, üzülecek bir şey yoktur çünkü köylüler bu oyunu zaten
sıkılıncaya kadar tekrar tekrar görmüşlerdir. Oyunun ritminin bozulması, ortaya herkesin eğlendiği bir kurgu
çıkarır ve buna neden olan bir fotoğraf makinesidir.
Kiev’e geri döndüklerinde VOKS üyeleri ile konuşmalarında Steinbeck Sovyetler’in ünlü piyes, şiir ve roman
yazarı Simonov’un4 yeni bir oyun sahnelemek üzere olduğunu öğrenir. Simonov üretken biridir ve savaş yıllarında
cephede bulunmuştur. Savaş yıllarında karısına yazdığı
“Bekle Beni” isimli şiiri hâlâ Rus ve Ukrayna coğrafyasını
etkileyen bir başyapıttır. Simonov yeni oyununda Amerikalı bir muhabiri konu almaktadır. Zamanın ünlü ve
4
Konstantin Mihayloviç Simonov.
96
zengin bir ismi, Sovyetler’e gidip muhabirden gezi notlarından oluşacak bir metin ortaya koymasını ister. Ancak
metin, kapitalist hınzırın istediği şekliyle Sovyetler’i kötüleyecek ve insanların bu sistemden uzaklaşmasını sağlayacak şekilde hazırlanmalıdır. Muhabir Sovyetler’i gezer, notlar alır; ama sistemi kötüleyecek ya da Rusların Amerika’ya
saldırmaya hazırlandığını düşündürecek herhangi bir şey
görmez. Patronun talebi, Rusların savaş istediği yönündeki
telkinleri işe yaramaz, muhabir kendi gözlemlerini aynen
aktarır ve vaat edilen refaha ulaşamaz.
Steinbeck ve Capa’nın bir sonraki durağı, savaşın en yıkıcı
anlarına şahit olmuş Stalingrad’dır.5 Sovyet coğrafyasının
birçok şehri bombalar altında ezilmişti ama hiçbiri Stalingrad gibi roketler ve topçu ateşleriyle yerle bir edilmemişti.
Savaşın ardından geçen iki senede henüz yaralar sarılmış değildi. Stalingrad bir enkaz denizini andırıyordu. Yine de
Stalingradlılar şehirlerini terk etmemişlerdi. Şehrin içindeki enkazlarda, deliklerde, kilerlerde yaşıyorlardı. Steinbeck ve Capa, Stalingrad’da Sovyetler maceralarındaki en
etkili sahneye tanık oldular. 20. yüzyılda yaşamayı reddeden, aklını yitirmiş ufak bir kız çocuğu, bahsi geçen
deliklerden birinde yaşıyor ve çöplerden besleniyordu.
Capa hemen fotoğraf makinesine sarıldı ve bu üzücü sahneleri sonsuzluğa kazımak için deklanşöre bastı. Ne var ki,
Moskova’dan ayrılırlarken Sovyet yetkililer özellikle bu fotoğrafa el koydular. Fotoğraf albümleri, Rus günlük
5
Şehir, Rusya Federasyonu kurulunca Volgograd adını almıştır.
97
hayatında önemli yerini korumaya hâlâ devam eder. Ruslar
anı biriktirmeyi ve onları özlemle yad etmeyi severler. Fotoğraf albümleri eve gelen misafirlere övünçle gösterilen ve
anlatılan hikâyelerle doludur. Steinbeck, Stalingrad yıkıntıları arasında yaşayan bir aileyle bu tecrübeyi yaşar. Aile
yazarla tanışınca yıkıntıların arasından fotoğraf albümlerini çıkararak savaşın etkilerini anlatmaya koyulur. Aile,
savaş koşulları sürse de anılarının silinmesine müsaade etmemiştir. Steinbeck’e göre, Stalingrad’a Sovyet yönetimi
tarafından sürekli olarak payeler veriliyordu. Ama şehrin
ihtiyacı olan yeni bir madalya değil, buldozerlerdi. Stalingradlılar şehirlerini yeniden inşa etmek istiyorlardı.
Steinbeck ve Capa, Stalingrad’dan sonra Rusların gözünde
rüya gibi bir anlatısı olan Tiflis ve Batum’a doğru yola çıkar. Gürcistan, Rusların dilinde sihirli bir kelimedir. Gürcistan’a gıpta etmeyen neredeyse yok gibidir. Steinbeck’in
aktardığına göre, iyi bir insan olarak vefat edenlerin cennet
yerine Gürcistan’a gönderileceklerine dair şakalar bile yapılmaktadır. Gürcistan’dan bu şekilde övgüyle bahsedilmesinin sebepleri arasında meyvenin bol, ikliminin ılıman olması, plajlarının ve doğasının tadına doyulmaz olması ve
tabii ki Stalin’in Gürcü olması etkili olmuş olabilir. Steinbeck bütün bunlara bir ek yapar, Gürcistan’da bütün
erkekler bıyıklı, kadınlar ise çok güzeldir.
Tiflis’teki insanlar diğer Rus şehirlerindeki insanlardan
daha iyi giyimli, daha bakımlı ve neşelidir. VOKS’un şehirde geniş bir örgütlenmesi vardır. Tiflis’e çok ziyaretçi ve
turist gelmektedir. Tiflis’in başka bir özelliği, şehirde çok
98
sayıda kilisenin yer alması; ama şehrin bir o kadar da engin
bir hoşgörüye sahip olmasıdır. Fotoğrafçı Capa ilginç bir
yorumla Steinbeck’e katkıda bulunur. Capa’ya göre, Sovyetler’de kilisenin yerini müze almıştır. Aynı Kiev’de
olduğu gibi Tiflis’te de insanlar futbolu çok sevmektedir.
Tiflis İşçiler Parkı’nda şahit oldukları bir olay, Sovyet coğrafyasının makineleşmeye ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Parkın içinde tamamını çocukların işlettiği bir
tren çalışmaktadır. Makinistinden biletçisine bütün çalışanlar çocuktur. Çünkü her Gürcü için demiryollarında
görev almak bir şereftir. Tiflis’teki VOKS üyeleri ile koyu
bir sohbet ortamında birçok yemekli davete katılırlar. Steinbeck’e göre, Sovyet yazarlarının misyonu, sistemi ileri
taşımak için ellerinden geleni yapmaktır. Ama Amerikalı ve
İngiliz yazarların kendilerine biçtikleri böyle bir misyon
yoktur. Yazarlar bu toplumlarda herkesi göz altında tutan
bir bekçidir. Ama mantalite olarak bir ziyaretçi Amerika’ya
gelse, hemen ulusun neler başardığını anlatan binalara, yapılara götürülür. Rusya’da ise misafirlere ilk olarak müzeler
ve kültür evleri gösterilir.
Steinbeck’in Gürcistan’da hayran olduğu ikinci yer plajları,
çay bahçeleri ve yemekleriyle Batum’dur. Steinbeck, çay
bahçelerinde Ukraynalı yetimleri görür. Tercümanları vasıtasıyla köylülerle konuşur. Gürcistan’ın vakur emekçileri,
Ukraynalı yetimlere sahip çıkmalarının bir borç, savaş gören yerlere bir vefa göstergesi olduğunu söyler. Bu sırada
Steinbeck, bitmek tükenmek bilmeyen yemek ikramlarından ötürü, Rusya’nın gizli silahının yabancı misafirlere
99
yapılan ikramlar olduğunu söyler. Steinbeck’e göre Gürcüler isteseler de sıkıcı olamazlar. Ruhlarındaki bireysellik
buna asla izin vermez. Steinbeck ve Capa, Tiflis’ten dönerken uçaklarını kaçırırlar. Bir sonraki uçak, eğer kabul
ederlerse, Türkiye’den Moskova’nın 800. yıl kutlama törenlerine gitmek için gelen diplomatik bir heyetindir.
Steinbeck her nedense burada gurur yaparak Türk heyetinin yüzüne söylemese de içinden “Yüce devletlerindeki
demokrasiyi korumak için Amerikalı vergi mükelleflerinin
ödedikleri vergilerden finanse edildiğini unutmamaları gerekir” diye geçirir.
Steinbeck ve Capa, arada dil bariyeri olsa da Sovyet coğrafyasında unutulmaz anlar geçirerek Moskova’dan ayrılırlar.
Dönüşlerinden önce Moskova VOKS üyeleri tarafından
kendileri için düzenlenen bir yemeğe katılırlar. Yemekte
Rus yazarlar Steinbeck’ten hakikatin görünmeyen yüzleri
olduğunu unutmamasını isterler. Sovyetler ve Amerika arasındaki iyi ilişkiler ancak hakikatin değişik yüzlerini
anlamakla mümkün olacaktı. Steinbeck ise bu hakikati kitabının sonunda şöyle dile getirir: “Rusya’da tanıştığım
insanlar savaştan nefret ediyorlar, başka insanlar ne istiyorlarsa onlar da onu istiyor. Daha iyi, daha rahat, daha
güvenli ve barış içinde yaşamak!”
100
AFET DÖNEMİNDE
KADIN OLMAK
Ekin Bayur 1
6 Şubat 2023’te dokuz saat arayla gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli iki deprem 11 şehrimizi etkiledi. Bu
depremlerde on binlerce kişi hayatını kaybetti, on binlerce
bina yıkıldı. İlk depremin gerçekleştiği anı takip eden 72
saat ise aklımızdan çıkmayacak görüntülerle ve yardım çığlıklarıyla geçti, hepimizde ömür boyu unutmayacağımız
yaralar açtı. Deprem sonrası arama kurtarma süreci ve depremzedelerin ihtiyaçlarını karşılama noktalarında eksikliklere ve ihmallere şahit olurken odaklanılması gereken bir diğer konu ise depremzede kadınların özel istek ve ihtiyaçları
olmalıydı.
DEPREM SIRASINDA KADIN OLMAK
Deprem anlarındaki tahliye süreçleri ikiye ayrılabilir. İlki binanın az veya orta hasarlı olup yıkılmadığı
durumlardaki tahliye süreçleridir. Tahliye planlarının olmaması, kaçış planlarının bilinmemesi ve hatta afet
Sabancı Üniversitesi Çatışma Analizi ve Çözümü yüksek lisans
mezunudur. Yazarın “Afet Döneminde Kadın Olmak” başlıklı
yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 8 Mart 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
101
koordinasyon anında acil müdahale ekiplerinin alanda olduğu durumlarda dahi erkek görevlilerin çoğunlukta
olması, kadınların tahliyesini zorlaştırmaktadır.2 Bunun
yanında kadınların mahremiyet ve güvenlik endişesiyle tahliyelerde erkeklere kıyasla daha çok zaman kaybetmesi, hasarlı binalardan acil çıkışın önemi göz önünde bulundurulduğunda hayati tehlike taşımaktadır.
Binaların yıkıldığı ve arama kurtarma çalışmalarının yapıldığı tahliye anlarında ise enkaz altındaki kadınların
mahremiyet temelli isteklerine ek olarak, arama kurtarma
ekiplerinin büyük çoğunluğunun erkeklerden oluştuğu da
düşünüldüğünde, hayati tehlike atlatmış kadınların kurtarılma süreçleri ekstra bir psikolojik yük oluşturmaktadır.
Bunun en yakın örnekleri ise 2020 Elazığ depreminde ve
2023 Maraş depremlerinde enkazdan çıkarılırken başörtüsü isteyen kadınlar 3, yine 2023 Maraş depremleri sonrası
enkazlardan kurtarılan kadınların sosyal medya video görüntülerinde bu rahatsızlıklarını dile getirmeleridir. Bu
nedenle arama kurtarma ekiplerinde kadınların yer alması,
kadınlara özel ihtiyaçların da göz önünde bulundurulması
hayati önem taşımaktadır.
2
Pincha C. Gender sensitive disaster management: A toolkit for
practitioners. Mumbai: Earthworm Books, 2008.
3
https://www.haberler.com/guncel/enkazdan-cikarilmadan-on
ce-basortusunu-istemisti-12883315-haberi/, https://www.yenisafak.com/gundem/28-saat-sonra-enkazdan-cikti-ilk-istegibasortusu-oldu-imanini-seveyim-imanini-4505807. (Erişim: 7
Mart 2023).
102
DEPREM SONRASINDA KADIN OLMAK
Afet sonrasında ise kadınların ihtiyaçları erkeklere
göre büyük farklılıklar göstermektedir. Kadınlara özel hijyen ürünleri (ped gibi) ihtiyacının karşılanması ve bu ihtiyaçların dağıtımı sırasında kadın görevlilerin yer alması gerekmektedir. Regl dönemlerinde kadınların ihtiyaçlarını
en iyi anlayacak olanlar yine kadınlardır.
Aynı zamanda tuvalet, duş vb. hijyen alanlarının sağlanmasının hem tüm depremzedeler hem de özellikle mahremiyet
ve güvenlik endişesine sahip olan kadınlar için önemi barizdir. Bugünlerde de gördüğümüz üzere kadınların deprem
sonrası bu alanlara erişimi yok. Daha geriye gittiğimizde,
2011 yılında gerçekleşen Van depremi sonrası çadır kentlerdeki kadınlar, tuvalet ve duşlara gitmeye çekindiklerini,
hatta engellendiklerini4 anlatmışlardır. 2020 Elazığ depremi sonrasında ise kadınların en çok zorluk yaşadıkları konulardan biri yine tuvalet erişimi ve hijyen eksikliği 5 olmuştur.
Güvenlik ve şiddet ise deprem sonrasında geçici barınma
alanlarında geçecek sürenin en büyük sorunudur ve Maraş
Işık Ö., Özer N., Sayın N., Mishal A., Gündoğdu O., Özçep F.
“Are women in Turkey both risks and resources in disaster management” Int’l J. Res. Public Health 12 (2015): 5758-5774.
5
https://t24.com.tr/haber/depremin-ardindan-elazig-da-yasayan-kadinlar-anlatti-4-derecede-yasam-kurma-cabasi,858910.
(Erişim: 7 Mart 2023).
4
103
depremleri sonrasında da gözlemleyeceğimiz en büyük sorunlardan biri olacaktır. Çadırlarda yalnız yaşamaya çekinen kadınların hasarlı binalarda kalmaya devam etmesi6,
yoğun artçı depremlerle birlikte hayati tehlike yaratmaktadır. Geçici barınma alanlarında yalnız başına veya çocuklarıyla kalan kadınlar için de güvenlik endişesi oluşmaktadır. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada yayılan bir
videoda, çocuklarıyla toplu alandan uzakta kendi imkânlarıyla yaptığı yarım çadırda kalan ve düzgün bir çadır isteyen
depremzede kadının çocukları ve kendisi için yaşadığı güvenlik endişesi de net olarak görülmekteydi.7
Barınma sorunlarının ağırlaşması ile kadınlara yönelik fiziki, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddetin artması da
önceki depremleri göz önüne aldığımızda beklenmeyen bir
sonuç değil.8 Özellikle 2011 Van depremi sonrasında bölgedeki intiharlarda şiddet görmüş kadın oranının oldukça
Okay, N. & İlkkaracan, İ. “Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Afet
Risk Yönetimi” Resilience 2 (1) (2018): 1-12 . DOI: 10.32569/
resilience.431075.
7
https://twitter.com/kazimkizil/status/162658102711956685
3. (Erişim: 7 Mart 2023).
8
Karancı N., Kalaycıoğlu S., Başbuğ B. B., Özden T. TabanlıVan (23 Ekim 2011) ve Edremit-Van (9 Kasım 2011) ODTÜ
Depremleri İnceleme Raporu. Ankara, 2011.
6
104
yüksek olduğu açıklanmıştır.9 Bu durumların önüne geçilmesi için tüm geçici barınma alanlarında asayişin
sağlanması, güvenlik güçlerinin arttırılması, hatta kadın
güvenlik görevlilerinin de bölgede sürekli kadın odaklı çalışmalar yapması önem arz etmektedir. Bunlar geçici
çözümler olmakla beraber, insanlık onuruna yakışır barınma olanaklarının sağlanması devletin topluma yönelik
bir görevidir. Bölgede özellikle yalnız başına kalan kadınların ekonomik olarak güçlendirilmesi ve bu alanda sivil
toplum iş birliği ile projeler yürütülmesi kadınların güvenliği ve geleceği açısından önemlidir.
Yıllardır her deprem sonrası tüm Türkiye’nin dayanışması
ile çözülmeye çalışılan bu sorunların hiç yaşatılmaması asıl
öncelik olmalıdır. Kriz ve afet yönetim planlamalarında kadınlara özel ihtiyaçların göz önünde bulundurulması,
uygulama aşamasında dikkat edilmesi gereken hususların
önceden belirlenmesi ve kadınların planlama aşamalarına
dahil edilmesi gerekmektedir. Halkı daha ölmeden tabutlarda yaşamaya zorlayan inşaat-rant sisteminin yok
edilmesine, müteahhitleri değil halkı önceleyen politikaların geliştirilmesine ön ayak olunmalıdır. Her afet sonrası
yalnız bırakılan değil, devletin yanımızda olacağını bilenler
olmalıyız. Her olağanüstü durumda kadınlar olarak iki kat
endişe yaşamak yerine eşit, huzurlu ve güvenli bir hayat yaşamak hepimizin hakkı.
Işık Ö., Özer N., Sayın N., Mishal A., Gündoğdu O., Özçep F.
(2015). “Are women in Turkey both risks and resources in disaster
management”. Int’l J. Res. Public Health 12: 5758-5774.
9
105
8 MART DÜNYA KADINLAR
GÜNÜ VE İRANLI KADINLAR
Ece Uğuz1
Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanan ve her yıl
mart ayının 8’inde kutlanan Dünya Emekçi Kadınlar Günü, temelinde insan haklarını barındırarak kadınları bilinçlendirmek amacıyla onların sosyal, siyasi ve ekonomik
bağımsızlıklarını ve eşitliğini savunmak adına düzenlenmiş
bir sivil farkındalık, diğer bir deyişle ayrımcılıkla mücadele
günüdür.
Farklı yaşam tarzlarını gördükçe sıklıkla dile getirdiğimiz
bir cümle: “Coğrafya kaderdir.”
Çoğu batılı ülkede her yıl daha özgürce, daha büyük bir
coşkuyla kutlanabilen 8 Mart, maalesef bazı ülkelerde kutlanamıyor. Kadın haklarının hiçe sayıldığı ülkelerin başında da İran geliyor. 1979 yılında gerçekleşen İslami Devrimle birlikte özgürlüklerini her geçen gün biraz daha
kaybeden, şeriat kanunları altında ezilen İranlı kadınlar
Edinburgh Üniversitesi Uluslararası Hukuk Bölümü yüksek lisans mezunudur. Yazarın “8 Mart Dünya Kadınlar Günü ve
İranlı Kadınlar” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 10
Mart 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
106
uzun zamandır özgürlük mücadelesi vermekte. Batı’nın kadına “insan hakkı” olarak tanıdığı her hak için İran’daki
kadınlar yıllardır mücadele ediyor.
Son zamanlarda ise bu mücadelenin sesi çok daha yüksek
bir şekilde duyuluyor. 6 ay önce öldürülen Mahsa
Amini’yle birlikte ardı arkası kesilmeyen protestolar, hâlâ
şiddetli bir biçimde devam ediyor.
Kısaca hatırlayacak olursak; 13 Eylül’de ailesiyle birlikte
Tahran’a gelen Mahsa Amini, başörtüsünü düzgün takmadığı ve “İslam’a uygun giyinmediği” gerekçesiyle ülkede
görev yapan “Ahlak Polisleri” tarafından gözaltına alındıktan sonra darp edilerek öldürülmüştü. Amini’nin ölümüyle
birlikte neredeyse ülkedeki 7’den 70’e kadın/erkek tüm vatandaşlar, özgürlükleri için ayaklandı.
Hak mücadelesi sadece sokaklara değil, okullara da sıçradı.
Liselerdeki kız öğrenciler sokak protestolarına destek vermekle birlikte, okullardan başörtüsüz fotoğraflarını paylaşarak hiç olmadığı kadar cesur bir biçimde eylemleri devam
ettirdiler. Tüm bunların karşısında afallayan rejim, tabii ki
en iyi bildiği şeyi yaparak, aralarında pek çok öğrencinin de
bulunduğu binlerce vatandaşı tutukladı; darplar, işkenceler, hatta tecavüzler havada uçuştu. Birçok şehirde çeşitli
bahanelerle okulların kapatılması bile gündeme geldi.
Tüm bunlar konuşulurken son günlerde gündemi sarsan
bir başka büyük olayla karşılaşıldı. Kız okullarında farklı
zaman dilimlerinde zehirlenme vakalarının yaşandığı öğrenildi. 3 ay önce Kum kentinde 18 öğrencinin zehirlenme107
siyle başlayan bu olay, Tahran, Kirmanşah ve Erdebil gibi
İran’ın pek çok şehrine yayılmış durumda. Farklı zaman dilimlerinde meydana geldiği için ilk etapta “tesadüf” olarak
nitelendirilse de şu ana kadar 1200 kişinin zehirlenmesi ve
buna karşı yükselen toplumsal tepki, rejimin durumu resmî
olarak soruşturmasını zorunlu kıldı.
Henüz kim/kimler tarafından yapıldığı bilinmese de bunun bir saldırı olduğu ve birileri tarafından kasten organize
edildiği apaçık ortada. Dinî lider Hamaney her ne kadar bu
zehirlenmeleri dış güçler tarafından toplumu kışkırtmak
amacıyla yapılmış devlet karşıtı bir saldırı olarak nitelendirse de halk bu işin arkasında bizzat rejimin kendisinin
olduğunu iddia ediyor. Geçtiğimiz 6 ayda öğrencilerin rejim karşıtı eylemlerde ne kadar aktif rol aldığını ve rejimin
nasıl zalimce kadınları susturmaya, bastırmaya çalıştığını
göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu aslında çok da
absürt bir iddia değil. Rejim, kız öğrencileri korkutmak,
onların protestolara katılımını engellemek ve hatta zehirlenme bahanesiyle okulların kapatılmasının önünü açmak
istiyor olabilir.
Uzun yıllar İran’da yaşamış bir kadın olarak aslında oradaki
durumun kadınlar adına ne kadar can sıkıcı olduğunu daha
önce uzun uzun anlatmıştım.2 Kamusal alanda başörtüsü
takmak, vücut hatlarının herhangi bir kısmı belli olmayacak şekilde uzun ve bol kıyafet giymek zorunda olan kadınhttps://aposto.com/s/62dfcd734c4ba300067accbb (Erişim: 8
Mart 2023).
2
108
lar, anayasada yer alan bu kurallara uymadıkları takdirde
kırbaç ve hapis cezası ile karşılaşıyorlar. Kadınlar baba izni
olmadan evlenemiyor, koca izni olmadan ülke dışına çıkamıyor. Boşanma özgürlüğü sadece erkeklerde. Kadınlar
çocuklarının velayetini bile alamıyor. Dolayısıyla dışarıdan
bakıldığında, başörtüsü zorunluluğu aslında buzdağının
sadece görünen kısmı.
2014’te “Kadınların Gizli Özgürlükleri” hareketiyle başlayıp 2017’de “Beyaz Çarşamba” hareketiyle rejim karşıtı
protestolarına devam eden İranlı kadınlar, özellikle son 6
ayda belki de ilk defa bu kadar kararlı ve korkusuz bir şekilde rejime başkaldırıyor. Ve bunu, alışılmış bütün tabuları yıkarak yapıyorlar. Bu durum da baskıcı şeriat rejiminin haliyle uykularını kaçırıyor. Çünkü korkuyorlar. Özgürlüğe susamış halkın neler yapabileceklerinden çok korkuyorlar.
Kimse, kadınların demokratik hak ve özgürlüklerini dinî
gerekçelerle onların elinden alamaz. Her özgürlük gibi kapanma özgürlüğü de kişinin inancına göre Allah ile kul
arasındadır. Allah ile kul arasına girmek de kimsenin haddi
değildir. Amini cinayeti, İranlı kadınlar için bir dönüm
noktası olarak baskıcı rejimin yarattığı korku eşiğinin aşılmasını sağladı. İranlı kadınlar korkusuzca, hiç olmadıkları
kadar kararlı bir biçimde bağımsız bir birey olmanın haklı
mücadelesini veriyor.
Kadın-erkek eşitliğine inanmayanların, tecavüzcüyü değil
kadını suçlayanların, kadının kahkahasına bile tahammül
109
edemeyenlerin, kadını köle olarak gören hastalıklı zihniyetin karşısında adil bir yaşam, eşit hak ve özgürlükler uğruna
yüzyıllardır mücadele eden tüm kadınlara bin selam olsun.
Bundan böyle korkması gerekenler sadece kadın düşmanları ve gerici mollalardır.
Öldürülmediğimiz, giyim ve yaşam tarzımızla yargılanmadığımız, kalıplara sokulmadığımız, bastırılmaya çalışılmadığımız, daha eşit ve özgür yaşayacağımız nice 8 Mart’lara…
110
JAPONYA’DA
DEPREMİN TARİHİ
Yalın Akçevin1
6 Şubat’ta ülkemizde meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremler yarattıkları yıkım ile sebep oldukları
ölüm ve acılarla bizleri yasa boğduğu gibi, kadim bir coğrafyanın hafızasına da darbe vurarak bizleri derinden
etkiledi. 20 Şubat’taki Hatay depremi de bir önceki depremlerle birlikte Türkiye’de baştan başa deprem
konusunda yeni bir bilgilendirme seferberliği başlattı. Hem
yaşadıklarımızı anlamaya çalışırken hem de enkaz altında
kalan bir milletin ve devletin hayatına nasıl devam edeceğini tartışırken pek çok ülkeden kendimize örnekler
çıkardık. Ancak bu örneklerin herhalde hiçbirini Japonya
kadar tekrar etmedik. Depremle bu kadar iç içe yaşayan Japonya adeta bir şimal yıldızı halini aldı ve depreme hazır
olmaktan uygun inşaata kadar birçok örnek Japonya’dan
çıkmaya başladı. Tarihin bu tekerrüründe Japonya yine
yapmamız gereken ancak bir türlü yapamadığımız şeyleri
başaran örnek devlet olarak karışımızda beliriverdi.
Boğaziçi Üniversitesi Asya Araştırmaları Programı yüksek lisans mezunudur. Yazarın “Japonya’da Depremin Tarihi” başlıklı
yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 17 Mart 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
111
Ancak Türkiye’nin senelerdir gelemediği bu noktaya, Japonya bir akşam ansızın, insanlarının “Japonlukları”
neticesiyle ya da alın yazıları sayesinde gelmedi. Japonya’da
devlet ve iktidar işini ne şansa ne de kadere bıraktığı, deprem dendiğinde taviz vermeyen bir tutum takındığı ve
ihmalle yetersizlikler vatandaşlarca affedilmediği için bugünlere gelinebildi. Japonya, deprem tarihini unutmadığı
ve “deprem ülkesi” olmayı felaket anlarında pazara çıkarmak yerine hayatın temel taşı olarak zihinlere yerleştirdiği
için insanların depremlere –büyük özveri, cesaret ve başarıyla– göğüs gerebildiği bir memleket haline geldi.
Japonya’nın kurmuş olduğu depremle mücadele rejiminin
evrimini daha iyi anlayabilmek ve bu rejimin oluşmasına sebep olan deneyimlerin Türkiye’nin deneyimlerinden pek
de farklı olmadığını göstermek amacıyla, burada modern
Japonya’nın depremlerle olan tarihini mercek altına alacağım.
DEPREMLE YAŞAMAYI ÖĞRENMEK
Modern Japonya’nın depremle mücadele rejimini,
büyük felaketler ve bu felaketlerden alınan dersler oluşturmaktadır. Her biri büyük can kayıplarına ve yıkıma yol
açmış olan 1923 Büyük Kanto depremi, 1948 Fukui depremi, 1978 Miyagi depremi, 1995 Kobe ya da Büyük
Hanshin depremi ve 2011 Tohoku (Fukuşima) deprem ve
tsunamisi, bütün yüzyıl boyunca Japonya’nın deprem ve
tsunami konusundaki durumunu gözden geçirmesine sebep olmuştur. Yaşanan her felaketten sonra afetlere
hazırlık, yapısal dayanıklılık ve afet bölgelerine müdahale
112
edilmesi gibi çok çeşitli konularda hem toplumdan gelen
tepkilerin ışığında hem de bilimsel çalışma ve gözlemlerden
alınan verilere dayanarak Japonya’nın depremle mücadele
rejimi geliştirilmiştir.
Bu süreç, 1923 Büyük Kanto depremi ile başlamıştır. 1 Eylül 1923 tarihinde sabah 11.58’de gerçekleşen Büyük
Kanto depremi Japonya’nın 20. yüzyılda yaşadığı en ölümcül doğal afet olmuştur. Bu dönemde Tokyo ahşap
binaların çoğunlukta olduğu, çok katlı tuğla ya da beton binaların yeni yeni inşa edildiği hızla modernleşen bir şehirdi.
Tahminen 100 bin ila 140 bin arasında insanın ölümüne
sebep olan deprem, şehrin –bu boyutta bir depreme hazır
olmayan– ahşap yapılarıyla, yeni inşa edilmiş olan tuğla ve
zayıf beton binalarını yerle bir etmiştir. Ancak ölümlerin
çoğu depremin kendisinden değil, yemek hazırlıklarının
devam ettiği saatte gerçekleşen yıkımların arasında
Tokyo’nun bir ateş gölüne dönmesi sebebiyle gerçekleşmiştir. Buradan alınan dersler ışığında, 1924 senesinde
Japonya’da ilk defa depreme dayanıklı inşaatın nasıl yapılacağına dair bir yönetmelik hazırlanmış, ancak bu
yönetmelik sadece şehirlerde uygulanmaya başlamıştır. Bu
dönemde Japonya’da şehirlerin sürekli büyüme ve gelişme
halinde olması ve bu sebeple depreme karşı zafiyetlerinin ve
afet riskinin kesintisiz şekilde artmasının, deprem yönetmeliğinin sadece şehirlerde uygulanacak şekilde
düşünülmüş olmasında etkili olduğu söylenebilir.
1924’te formüle edilen deprem inşaat yönetmeliği ilk defa
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra elden geçirilmiştir. 1948
113
Fukui depreminin, ismini aldığı ve savaş sonrasında yeniden inşa edilen Fukui şehrini ve çevredeki tarım
bölgelerindeki evlerin büyük kısmını neredeyse tamamen
yerle bir etmesi deprem yönetmeliğinin uygulanmasındaki
eksikliği gözler önüne sermiştir. 1950 senesinde sadece şehirlerde uygulanmakta olan yönetmelik kaldırılmış, yerine
Japonya’nın ilk İnşaat Standartları Yasası çıkartılarak depreme dayanıklı inşaat standartlarının ülke çapında uygulanmasına başlanmıştır. 1960 senesinde inşaat standartları
üzerinde yapılan yasal düzenlemelerin yanı sıra, 1923 Büyük Kanto depreminin yıl dönümü olan 1 Eylül günü
Afetlerden Korunma Günü ilan edilmiştir. Bu kararın alınmasından sonra her sene 1 Eylül’de Japonya’nın her yerinde afet tatbikatları düzenlenmeye başlanmış ve hem vatandaşların hem de ulusal ve yerel yönetimlerin afetlere karşı
hazırlıklı olmaları için çalışılmıştır.
1950’de oluşturulmuş olan depremle mücadele rejiminin
ilk büyük revizyonu 1978’de yaşanan Miyagi depreminden
sonra yapılmıştır. 1948 Fukui depremi gibi yıkımın öne
çıktığı bir deprem olan Miyagi depreminde yaşanan yıkımın boyutları neredeyse otuz senedir kullanımda olan
İnşaat Standartları Yasası’nın yetersiz kaldığının bir göstergesi olmuştur. Buradan alınan dersler ışığında 1950’den
beri yürürlükte olan İnşaat Standartları Yasası’nda köklü ve
kapsamlı bir değişiklik yapılmış ve 1981’de Japonya’nın
depremle mücadele rejimi topluca revize edilmiştir.
1981’de yapılan bu köklü değişikliğin ne kadar gerekli ve
isabetli olduğu ise 1995 Kobe depremiyle anlaşılmıştır.
114
Yaklaşık 6500 kişinin hayatını kaybettiği depremde hem
geniş çaplı yıkımlar olmuş hem de bölgesel altyapı çökmüştür. Ancak depremde yaşanan yıkımın sadece yüzde üçünü
1981 sonrası standartlarda inşa edilmiş olan yapılar oluşturmuştur. Burada hem eski binaların yapımında gözetilen
standartların yetersizliği bir kez daha görülmüş hem de
Kobe gibi deprem riski ve zafiyetinin az olduğunun düşünüldüğü bir bölgede bile depreme karşı hazırlıklı olmanın
gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.
Kobe depremi bir yandan yeni deprem rejiminin güvenilirliğini kanıtlamışsa, diğer yandan Japonya’da o dönemde
mevcut olan idari afet müdahale mekanizmalarının yetersizliğini göstermiştir. Dönemin Tomiichi Murayama
hükûmeti; kriz anında hızlı bir şekilde harekete geçmediği,
Japon Öz Savunma Kuvvetleri’ni (JSDF) harekete geçirmede geciktiği ve uluslararası toplumun yardım tekliflerini
geri çevirdiği için eleştirilmiştir. Devletin bu şekilde yetersiz kalması karşısında alternatif kurumlar öne çıkmış, bir
yanda gönüllü yardım hareketleri oluşurken diğer yanda
Yakuza (Japon mafyası) gibi kendi paralel lojistik yapıları
ve kaynakları olan örgütler Kobe’de insanlara yardım etmek için harekete geçmiştir. Burada yaşanan sıkıntıların
sonunda Japonya’nın afetle mücadele ve müdahale rejiminde düzenlemeye gidilmiş, hem JSDF’nin hükûmet
direktifi olmadan müdahale edebilmesinin kriterleri belirlenmiş hem de afet koordinasyon ve iletişim mekanizmalarının geliştirilmesi sağlanmıştır. Ancak Murayama
hükûmeti göstermiş olduğu yetersiz performansın altından
115
kalkamamış, 1995 seçimlerinde Japonya Ulusal Dieti’nin
üst kamarası olan Danışmanlar Meclisi kontenjanının neredeyse yarısını kaybettikten sonra Ocak 1996’da istifa
etmiştir.
Japonya’da yakın dönemin en büyük ve yıkıcı depremi, 11
Mart 2011’de gerçekleşen Tohoku depremi olmuştur. Bu
deprem 1981’de yapılan depremle mücadele rejimi revizyonlarının isabetliliğini tekrar göstermiş; ayrıca JDSF’nin
hızlıca bölgeye gönderilmesi, ulusal ve yerel yönetimler arasındaki iletişimin açıklığı ve uluslararası yardımın hem
kabul hem rica edilmesiyle Kobe depremindeki başarısızlıktan bazı derslerin alındığı gözler önüne serilmiştir. Ancak
bu sefer de Japonya’nın tsunamilere ve nükleer afetlere
karşı hazırlıksızlığı ve bunlarla bürokratik olarak baş etmedeki yetersizliği fark edilmiştir. Yaklaşık 23 bin insanın
depremde değil, sonrasında gelen tsunamide hayatını kaybettiği bilinmektedir. Yaşanan yıkımın da en büyük
kaynağı deprem değil, sonrasında gelen tsunami olmuştur.
Fukuşima Daiichi nükleer reaktöründe yaşanan afet ise tsunaminin başlattığı ancak gerçek zararının; hükûmetin,
bürokrasinin ve Tokyo Elektrik Şirketi’nin (TEPCO) ihmalleri ve süreci yönetmekteki başarısızlıkları sebebiyle
insan yapımı olduğu bir afettir. Görüleceği üzere, depreme
karşı alınan önlemler yeterli olmuş, ancak bu sefer de tsunaminin verebileceği zarar öngörülemediği ve kriz yönetiminde başarısızlıklar olduğu için insanlar hayatlarını kaybetmiş ve nükleer serpinti sebebiyle çeşitli bölgeler yaşanmaz hale gelmiştir. Dönemin iktidar partisi olan Japonya
116
Demokratik Partisi –çeşitli sorunlar sebebiyle zaten popülerliğini kaybetmekteydi– Tohoku depreminden sonra
aldığı tepkilerle 2021 seçimlerinde ezici bir yenilgiye uğrayarak iktidardan düştü.
Modern Japonya’nın deprem tarihçesine şöyle bir dönüp
baktığımızda ortaya iki önemli sonuç çıkıyor. Bunlardan
ilki, ülkenin afet öncesinde ve sonrasında gerekli müdahaleyi yapabilmesini sağlayacak depremle mücadele rejiminin
oluşturulması ve bunun katı bir şekilde uygulanması gerektiğidir. Deprem kendisinin öğretmenidir; nasıl oluştuğundan başlayıp verdiği zarara kadar incelenmeli, edinilen deneyim ve bilgilere göre hareket edilmelidir. Japonya’nın
tecrübeleri bize gösteriyor ki, depremden ders çıkarmak,
depremle mücadele rejimi oluşturmak ve bunları ülkenin
her yanında sıkı bir şekilde işletmek, sadece kamu kurum ve
kuruluşlarının değil, aynı zamanda vatandaşların da depreme (ve her türlü afete) karşı hazır ve bilgili olmasını
sağlamak elzemdir. İkinci sonuçsa, depremin bittiği noktada başlayan ve depremin etkileriyle birleşen diğer afetlerle
idari yetersizliklerin krizleri daha kötü hale, hatta can kayıplarının ana sebebi haline bile gelebileceğidir. Depreme
hazır olmak, sadece sağlam binalar inşa etmek ve deprem
için tatbikat yapmak demek değildir. Depremle beraber
tsunamilere, yangına, salgın hastalıklara, yağmaya, hipotermiye hazır olunmalı, gerek ulusal gerek yerel yönetim ve
kurumların inisiyatif alabilmelerinin önü açılmalı, sivil
toplumun ve gönüllülerin yardımlarının koordinasyonu ve
iş görürlüğü de gözetilmelidir.
117
DEPREMLE YAŞAMAK, DEPREME
RAĞMEN YAŞAMAK VE YAŞATMAK
Bugüne kadar Japonların kendi vatanlarından, üzerinde yaşadıkları coğrafyadan ve deneyimledikleri yıkımlardan çıkardıkları dersleri Türklerin çıkarmasının önünde
zihniyet haricinde hiçbir fark yok desek yeridir. İnsanoğlu
yaşadıklarından ders çıkarabildiği için yükselmiş bir varlıktır; yaşamak, düşünmek, anlamak ve edinilen bilgiye uygun
hareket etmek insanlığın alametifarikalarından biridir.
Eğer bir memlekette insanlar deprem gibi bir afetten ders
almıyorsa, depremi sadece gerçekleşince hatırlıyorsa, depremden sadece yıkım ve ölüm olduğunda korkuyorsa ve
depremi unuttuğu gibi aynı tas aynı hamam devam ediyorsa bu müthiş bir zihniyet sorunun eseridir. Bu
zihniyetle çıkılan yolda kim bilir insanlığın geleceğini aydınlatacak nice güneşler doğamadan sönmüştür, kim bilir
bizleri biz yapan kültürümüzün ve tarihimizin nice parçaları yok olmuştur ve nice güneşler sönmeye, nice parçalar
yok olmaya da hâlâ mahkumdur.
118
KAYNAKLAR
BBC. “Fukushima Disaster: What Happened at the Nuclear
Plant?” BBC News, 10 Mar. 2021,
http://www.bbc.com/news/world-asia-56252695. Accessed 24 Feb. 2023.
Choate, Allen. “In Face of Disaster, Japanese Citizens and Government Pull from Lessons Learned.” The Asia
Foundation, 3 Apr. 2016, asiafoundation.org/2011/03/16/in-face-of-disaster-japanesecitizens-and-government-pull-from-lessons-learned/.
Accessed 24 Feb. 2023.
Cooper, James D., and Ian Buckle. “Lessons from the Kobe
Quake.” Public Roads, vol. 59, no. 2, 1995,
highways.dot.gov/public-roads/autumn-1995/lessonskobe-quake. Accessed 24 Feb. 2023.
Edgington, David. Lessons for Japan from Kobe Quake. Interview by The Diplomat, 23 Mar. 2011,
thediplomat.com/2011/03/lessons-for-japan-fromkobe-quake/. Accessed 24 Feb. 2023.
Jameson, Sam. “Criticism of Quake Response Rises in Japan;
3,000 Dead: Disaster: More than 600 People Remain
Missing, and 240,000 Are Homeless. Officials Decry
Government Tardiness in Kobe, Which Has Little
Food and No Water, Gas, Electricity.” Los Angeles Times, 19 Jan. 1995,
http://www.latimes.com/archives/la-xpm-1995-01-19mn-21833-story.html. Accessed 24 Feb. 2023.
119
Japan Property Central. “Earthquake Building Codes in Japan.” JAPAN PROPERTY CENTRAL,
japanpropertycentral.com/real-estate-faq/earthquakebuilding-codes-in-japan/.
Narafu, Tatsuo, et al. “Outline and Features of Japanese Seismic Design Code.” 16th World Conference on
Earthquake, 2017, http://www.wcee.nicee.org/wcee/article/16WCEE/WCEE2017-770.pdf.
Plaza Homes Ltd. “Earthquake Resistance of Buildings in Japan.” Plaza Homes, 2018, http://www.realestatetokyo.com/news/earthquake-resistance-of-buildingsin-japan/. Accessed 24 Feb. 2023.
Schencking, J. Charles. “The Great Kantō Earthquake of 1923
and the Japanese Nation.” Education about Asia, vol.
12, no. 2, 2017, pp. 20–25, http://www.asianstudies.org/publications/eaa/archives/the-great-kantoearthquake-of-1923-and-the-japanese-nation/.
Schenking, J. Charles. “The Great Kantō Earthquake of 1923.”
http://www.greatkantoearthquake.com, 2013,
http://www.greatkantoearthquake.com/index.html.
120
MACHIAVELLI VE HOBBES’A
GÖRE SİYASETİN ALANI
Caner Şafak 2
Bu yazıda, siyaset felsefesi ve siyaset biliminin kurucu sayılabilecek metinlerini ortaya koyan Machiavelli ve
Hobbes’un siyaset anlayışlarını, meşruluk ve egemenlik
gibi kavramlar etrafında karşılaştırarak ele almaya çalışacağım. Yazıda derinlemesine bir çözümleme veya yorumlama
yapmaktan ziyade siyaset ile temel düzeyde ilgilenen okuyucu için genel bir çerçeve çizmeye çalışacağım.
Machiavelli’ye göre siyaset biliminin konusu, olması gerekeni tasarlamak değil, olanı yani siyasal olguları incelemektir. Machiavelli, siyasal olguları da iktidarın kazanılması ve
korunması şeklinde anlamlandırır. Dolayısıyla siyasetin konusu, normatif olmaktan çıkmış; stratejik ve teknik bir
konu haline gelmiştir. Hem dinsel dogmaları hem de geleneksel ahlaki değerleri, siyasetin alanı dışına çıkarmıştır.
Hobbes da benzer şekilde dinsel savların, siyasal alanla ilgili
değerlendirmelerin dışında olması gerektiğini söyleyerek
felsefe/bilim ile teoloji arasına bir sınır koyar.
Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü yüksek lisans öğrencisidir. Yazarın “Machiavelli ve Hobbes’a Göre Siyasetin Alanı”
başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 24 Mart 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
2
121
Yani her iki düşünür de görüşlerini laik savlar üzerine geliştirmişlerdir. Ve her iki düşünür de bize rasyonel bir insan
portresi çizerler. Machiavelli; insanın doğası gereği kötü olduğunu, sürekli bir elde etme isteği ve sahiplenme güdüsü
tarafından yönlendirildiğini söyler. Yani insan, sahip olduklarıyla yetinmez ve her zaman elde etme tutkusu ile
davranır. Her insan, diğerinin önünde bir engel teşkil eder
ve ona göre kötüdür. Dolayısıyla insan hırsının bir sınırının
olmaması bireysel istekler ile çıkarların çatışmasına yol açar.
Machiavelli, “Birileri elde etmek isterken, diğerleri elde ettiklerini yitirmekten korkarlar” der ve “Her insan, elindekini yeni şeyler elde ederek korumayı düşünür” diye ekler.
Hobbes’a göre de insan, varlığını sürdürebilmek için kendine zararlı olan şeylerden uzaklaşıp yararlı olan şeylere
ulaşmaya çabalayan bencil bir varlıktır. Her iki düşünür
için de insanlar, kendi yararları peşinde koşarlar.
Machiavelli’ye göre insanlar, sürekli daha fazla iktidar peşinde koşarlar, dolayısıyla sürekli bir iktidar mücadelesi
içindedirler ve bu durum siyasal alan için de geçerlidir. Siyaset; siyasal aktörlerin, siyasal iktidarı ele geçirme veya
koruma amacıyla birbirleriyle giriştikleri bir iktidar mücadelesidir.
Hobbes’a göre de insanın doğasından kaynaklanan bu özellikler, henüz bir egemenin var olmadığı doğa durumunda
sürekli bir belirsizliğe, çatışmaya ve şiddete yol açacaktır.
Hobbes, bir savaş durumu olan doğa durumunu “homo homini lupus” (insan, insanın kurdudur) şeklinde betimler.
122
Bir egemenin var olmadığı bu durumda; insanın sınırsız
güç isteği içinde oluşu, insanın varlığını yok eden bir tehlikeye dönüşür. Dolayısıyla, en temel güvence olan yaşam
güvencesinin olmadığı bu doğal savaş durumundan çıkmak
insanların yararınadır ve insanların akıllarını kullanarak
barışı aramaları gerekir. Herkes, her istediğini yaptığı sürece savaş durumu ortaya çıkacağı için tüm insanların
haklarından feragat etmesi gerekir. İnsanlar doğal haklarından vazgeçerek aralarında bir sözleşme yaparlar ve haklarını
egemene devrederler. Böylece çokluk, tek bir kişide birleşmiş olur, devlet (Commonwealth) yani ölümlü tanrı olan
Leviathan doğar.
Hobbes’un kuramındaki doğa durumu ve sözleşme, tarihsel değil kurgusal bir niteliktedir. Hobbes, “Kılıcın zoru
olmadan, sözleşmeler sözlerden ibarettir ve insanı güvence
altına almaya yetmez” diyerek zorlayıcı bir güç olmadan
toplum sözleşmesinin bir hükmü olmayacağını ifade eder.
Machiavelli de benzer şekilde bütün silahlı peygamberler
galip gelirken silahsızların yıkıma uğradığını söyleyerek güç
kullanılmadığı takdirde kötü bir sonla karşılaşılacağını ve
hiçbir şey gerçekleştirilemeyeceğini ifade eder. Bu durumu,
“Musa, Kyros, Theseus, Romulus silahsız olsalardı yasalarına uzun süre saygı gösterilmesini sağlayamazlardı”
diyerek örneklendirir.
Machiavelli’ye göre, salt kendilerini düşünen ve kötülüğe
eğilimli olan “insan doğası”ndan dolayı insanlar ancak
virtu sahibi bir egemen tarafından kurucu şiddet kullanılarak ortak bir amaç doğrultusunda harekete geçirilebilir ve
123
zorunluluk içine sokulabilir. Machiavelli, mücadele etmenin insanlara özgü yasa ve hayvanlara özgü güç olmak üzere
iki yolu olduğunu ve egemenin başarılı olmak için ikisini de
kullanması gerektiğini söyler. Prensin “tuzakları tanımak
için tilki, kurtları korkutmak için de aslan” olması gerektiği
söyler; yani siyasal öznenin kaba güç kullanması yetmez,
aynı zamanda kurnaz olması da gereklidir.
Hobbes, vazgeçilmez, mutlak ve bölünmez bir egemenlik
olması gerektiğini söyler. Egemen, sözleşmeye taraf olmadığından sözleşmeyi ihlal edip egemenlikten vazgeçemez.
Yönetim biçimi ne olursa olsun, tek yasa koyucu güç egemen olmalıdır. Dolayısıyla insanları yasaya uymaya zorlayan, mutlak egemen güçtür; egemen, devredilemeyen ve
vazgeçilemeyen yetkilerle donatılmış olmalıdır. Egemen,
auctoritas ve potestas’ı elinde bulundurur. Temsil edilenler,
egemeni kendileri hakkında karar alma konusunda yetkilendirmişlerdir; halkın iradesi, egemenin iradesi şeklinde
vücut bulur, yani egemenin kişiliği ile halkın kişiliği özdeştir. Bu yüzden egemen, meşruluğunu halktan alır
diyebiliriz.
Machiavelli ise meşruluğu iktidarı elde etme ve koruma olgusu içinde değerlendirir. İktidarı ele geçirmek ve korumak
maksadıyla gerçekleştirilen eylem, başarıya ulaşırsa meşru
olur. Machiavelli, Hobbes’tan farklı olarak yurttaşları siyasal yaşamın kurucu öğeleri olarak değil prensin iradesine
bağımlı bir topluluk olarak görür. Yönetimin amacı, halkın
124
esenliği değil, devletin istikrarı ve düzenin devamıdır. Bununla birlikte Machiavelli, istikrarlı bir yönetim için
yurttaşların desteğini almak gerektiğini de yadsımaz.
Hobbes’ta ise halkın güvenliği, adaletin eşit bir biçimde
sağlanması, halkın eğitimi ve kamu esenliğinin sağlanması
egemenin görevidir. Bunun yanında, Hobbes’a göre uyruğun özgürlüğü, egemenin yasaklamamış olduğu şeylerdir.
Machiavelli ile benzer şekilde özgürlük, devletlerin yani
egemenin özgürlüğü anlamına gelir. Son olarak Hobbes,
ruhani iktidar ile dünyevi iktidar arasına bir ayrım koymaz;
ruhani olanın tamamen dünyevi olanın egemenliği altında
olması gerektiğini söyler. Aynı şekilde Machiavelli de dini
siyasetin hizmetine sokar; dini siyasal bir araç olarak görür
(Machiavelli burada “din”i teolojik anlamının dışında sosyolojik bir öğe olarak kullanıyor.)
Tüm yazdıklarımızı irdeleyecek olursak diyebiliriz ki, her
iki düşünürde de sarsılmaz, kalıcı ve sınırsız bir güce sahip
olan siyasal iktidarın amacı; özel çıkarları bastırarak, zor
kullanarak güvenliği, adaleti, esenliği, eğitimi vb. sağlayarak genel iyiye ulaşmaktır. Bununla birlikte devlet, yasalarla
işlemelidir; “hukuk devleti”nden söz edemesek de bir yasa
devletinden söz edilebilir. Egemenliğin kaynağını tanrısal
haklara gönderme yapmadan açıklamaları da son derece
önemli bir gelişmedir. Böylece devletin laik bir temele oturtulmasıyla sürekli, kalıcı ve kurumsallaşmış egemenliğin
yani modern devletin temelleri atılmıştır.
125
KAYNAKLAR
Ağaoğulları, M.A. Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2018.
Hobbes, T. Leviathan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2019.
Machiavelli, N. Prens, İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2018.
126
FETİH’TEN SONRA
OSMANLI–TÜRK
MİMARİSİNDE
BİZANS ETKİLERİNİN
İDEOLOJİK NİTELİĞİ
Hakan Dumlu1
Büyük Konstantin’in kurduğu Konstantinopolis,
bin yılı aşkın bir süre boyunca Doğu Roma İmparatorluğu’na başkentlik yapmış ve böylelikle Roma İmparatorluğu mirasının Hristiyanlık ve Doğu kültürüyle harmanlandığı bir medeniyet merkezi olmuştur. Türklerin hakanı
II. Mehmed, 1453’te bu şehri fethetmiş ve Konstantinopolis o günden bugüne dek bir Türk şehri olarak varlığını ve
dünyadaki önemini sürdürmüştür.
Bir şehrin kimliği, o şehri elinde tutan hakim kültür tarafından inşa edilmektedir. Devletler, geçmişten günümüze,
sahip oldukları kültürü egemen kılmak için mimariyi adeta
bir “dil” olarak kullanmıştır. Konstantinopolis’i bir Hıristiyan-Roma şehri yapmış dilin en güzide ifadesi ise Ayasofİstanbul Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde
araştırma görevlisidir. Yazarın “Fetih’ten Sonra Osmanlı-Türk
Mimarisinde Bizans Etkilerinin İdeolojik Niteliği” başlıklı yazısı
yarininkulturu.org/ sitesinde 31 Mart 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
127
ya olmuştur. Hakeza Türk İstanbul’un kulaklarımızda sonsuza değin yankılanacak en muhteşem sözleri Fatih,
Süleymaniye ve Sultanahmet camileri ve külliyelerinde terennüm etmektedir. Nitekim Osmanlı-Türk mimarisi de
aynı bir dil gibi öncülleri ve çağdaşlarından etkilenmiş,
böylelikle kendi oluğunu bulup nihayet özgün bir ifade yakalamıştır. Söz konusu mimari ifade, bilhassa Fetih’ten
sonra edinilen imparatorluk mirasıyla kendisini kuvvetle
besleyecek ideolojik bir kaynağa sahip olmuştur. Bu bakımdan Osmanlı-Türk mimarisinin bütünüyle Doğu Roma
mimarisinden etkilenip onun bir devamı olma hüviyetine
büründüğünü iddia etmek her ne kadar yanlış olsa da Doğu
Roma’nın imparatorluk ideolojisinin mimariye yansıyan
dilini, Osmanlı Türklerinin Fatih’ten itibaren resmî olarak
benimsedikleri iddia edilebilecektir.
Osmanlı-Türk mimarisi, birçok farklı medeniyetin mirasıyla yoğrulmuştur. Selçuk, Anadolu Türk Beylikleri,
Bizans ve Memlûk renklerini Osmanlı-Türk mimarisinin
kuşağında görmek mümkündür. Ancak Osmanlı Türkleri,
siyasi teşkilatlarını coğrafi bakımdan Bizans sınırlarında
vücuda getirmiş ve Anadolu’daki diğer Türk illerinden evvel Bizans topraklarında hakimiyet kurmuştur. Böylece
erken dönemde, Osmanlı Türklerinin mimari birikiminde
128
Bizans etkisi aşamalar halinde görülmektedir. Ahmet Ersen’e göre, Fetih’e kadar bu aşamalar şu şekildedir: 2 (i).
Devşirme malzeme kullanma – doğrudan aktarma, (ii).
Doğrudan aktarma – uyarlama, (iii). Uyarlama – özgün tasarım. Ersen’in ortaya koymuş olduğu bu aşamalar dikkate
alındığında, Osmanlı-Türk mimarisinin doğrudan doğruya Bizans mimarisinin bir devamı olmadığı; aslında
Bizans’ın yanı sıra başka birçok kültürün de tesirinde gelişme gösterdiği görülebilecektir. Nitekim Selçuklular ve
Beylikler de bu sentez mimari anlayışta mühim bir yer işgal
etmiştir. Buna rağmen Bizans topraklarında yürütülen fetihlerin bir sonucu olarak Osmanlı Türklerine etki eden
Bizans tortusu da göz ardı edilmemelidir.3 Ancak Fatih Sultan Mehmed ile edinilen imparatorluk ideolojisi sayesinde
Osmanlı-Türk mimarisi özgün bir niteliğe kavuşmuştur.
Artarak devam eden Türk fetihleri neticesinde Bizans, 14.
yüzyıldan itibaren siyasi bir istikrarsızlık ve toplumsal karışıklıklara sürüklenmiştir. Böylece Bizans’ta sanat faaliyetlerinin ve mimarinin ancak söz konusu yüzyılın ortalarına
kadar sürdüğü görülmektedir. Nitekim kabaca 1350’den
sonra, Bizans’ın hakim olduğu bölgelerde kayda değer bir
mimari eser meydana getirilememiştir. Bununla beraber
Ahmet Ersen, Erken Osmanlı Mimarisinde Cephe Biçim Düzenleri ve Bizans Etkilerinin Niteliği (İstanbul: İ.T.Ü. Mimarlık
Fakültesi Baskı Atölyesi, 1986), 58.
3
a.g.e., 56.
2
129
önemli bir hususa da dikkat çekmek gerekmektedir. Fetihler neticesinde Türk hizmetine girmiş Bizanslı ustalar, birtakım teknik bilgileri Osmanlı-Türk mimarisinin bilhassa
ilk yıllarında inşa edilen bazı Türk eserlerinde kullanmışlardır. Fakat yine de Bizans sanatı ile Osmanlı-Türk mimarisi
arasında bir devamlılık söz konusu olamaz. Zira Bizans mimarisinde yaşanan yaklaşık bir yüzyıllık, yani iki ya da üç
nesillik bir kesinti buna engel teşkil etmiştir.4 Bu sebeple
Osmanlı Türkleri, Fatih döneminden itibaren kurgulamaya başladıkları kendi imparatorluk ideolojilerinin Türk,
İslam ve Roma medeniyetlerinden oluşan sacayağındaki Bizans mimarisini bir dil olarak yani yalnızca ideolojik açıdan
benimsemiştir. Zira henüz bir imparatorluk tecrübesine sahip olmayan Osmanlı Türklerine, mimarlık alanında Doğu
Roma mirası mükemmelen rehberlik edebilecek nitelikte
olmuştur.
Söz konusu imparatorluk ideolojisi, geniş bir bakış açısına
sahip olmayı ve yüksek bir medeniyet inşa etmeyi gerektirmiştir. Bu bağlamda Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı
Türklerini bir beyliğin mahdut dünya görüşünden kurtarıp engin bir imparatorluk bakış açısına kavuşturmuştur.
Bu iddialı geçişi mümkün kılan İstanbul’un fethi olmuştur.
Zira Osmanlı Türkleri, Türk-İslam-Roma sacayağı üzerinde imparatorluklarını inşa etmek uğrunda mühim bir
Semavi Eyice, Son Devir Bizans Mimarisi: İstanbul’da Palaiologoslar Devri Anıtları (İstanbul: Türkiye Turing ve Otomobil
Kurumu Yayını, 1980), 141
4
130
psikolojik engeli aşmıştır. Böylece Fatih döneminde, Osmanlı-Türk sanatı ve mimarisinin klasik biçimlerinin doğmasına elverişli bir ortam oluşmuştur.5
Doğu Roma’nın imparatorluk ideolojisinin mimari dildeki
en mümtaz temsili şüphesiz ki Ayasofya olmuştur. Kendisini “Kayser-i Rûm” yani Roma İmparatoru olarak tanımlayan Fatih için Ayasofya, bu sebeple artık bir rekabetin ve
bu rekabet sonucunda kendi oluğunu bulacak olan Osmanlı-Türk mimarisi için gelişmeye yol açan nazirelerin mücessem bir muhatabı haline gelmiştir. Zira genç Fatih, İslam
bilimleri ve sanatının yanı sıra Hristiyan kültürüne de fevkalade alaka göstermiştir.6 Böylece bir dünya devleti yaratmayı arzulayan Fatih, bir eline Türk ve İslam medeniyetlerinin, diğer eline ise Hristiyan Roma medeniyetinin ekinlerini almıştır. Fakat Fatih’in Türk İstanbul’da büyütmeye
başlayacağı bu ekinler, ancak kendisinden sonra biçilecek
olgunluğa erişebilmiştir.
Ersen’in ortaya koyduğu aşamalardan sonuncusu Fatih dönemine denk düşmektedir. Osmanlı-Türk mimarisi bu
dönemde, Ayasofya ile sonunda kendi oluğunu bulacağı bir
rekabete girişmiştir. Zira Roma mimari geleneğinin tekâ-
Hatice Eker, “İstanbul’un Fethi’nin Osmanlı Cami Mimarisi
Üzerindeki Etkileri,” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
c. 9, S. 43 (Nisan 2016): 731, http://dx.doi.org/10.17719/jisr.
20164317644.
6
a.g.m., 730.
5
131
mül ettiği nihai nokta olan Ayasofya, kubbe mimarisi bakımından şüphe yok ki her mimar için amansız bir çekişmenin, kimi zaman zayıf kimi zamansa kuvvetli nazirelerin
muhatabı olmuştur.7 Bu noktaya dair Stephanos Yerasimos’un tespiti mühimdir. Ona göre “Bizans ve OsmanlıTürk mimarisi arasındaki gerçek bağlar Konstantinopolis’in fethinden sonra Ayasofya’nın gölgesinde ve imparatorluk ideolojisi bağlamında ortaya çıkmıştır.”8
Ayasofya, Doğu Roma’nın en mümtaz imparatorluk simgesi olmuştur. Konstantinopolis’i 6. yüzyılda harabeye
çeviren Nika Ayaklanması’nı İmparator Justinianus güçlükle bastırmış olmasına rağmen kesin zaferi sonucunda
elde ettiği muazzam gücünü mimari olarak sergilemek istemiştir. Bu durum, imparatorluk ideolojisinin mimarlık
sayesinde mücessem bir hale bürünme durumudur. Justinianus, isyan sonrasında ciddi biçimde hasar gören
Ayasofya’yı da eskisinden daha görkemli bir şekilde yeniden inşa ettirmiştir.9 Buna binaen Fetih’ten sonra kendisini
Roma İmparatorluğu’nun vârisi ilan eden Fatih Sultan
Mehmed’in Ayasofya’yı camiye dönüştürerek fethin bir
simgesi haline getirmesi de kurguladığı imparatorluk ideolojisine yönelik tarihî bir dayanağı haiz önemli bir adım
olmuştur.
7
a.g.m., 731.
a.g.m., 731.
9
Timothy E. Gregory, Bizans Tarihi, çev. Esra Ermert (İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2016), 148-150.
8
132
Konstantinopolis’in fethinden sonra iskânlar ve mimari faaliyetlerle şehrin Türk İstanbul haline getirilmesi amaçlanmıştır. Zira sanayi devriminden önceki dönemlerde siyasi
ve toplumsal değişimin en önemli temsil aracı mimarlık olmuştur.10 Bu sebeple Fatih, bugünkü Türk İstanbul’un
kurucusu olmuştur ve onun devrinde klasik Osmanlı-Türk
mimarisinin esasları ortaya çıkmıştır.11 Bu amaçla başlatılan
mimari faaliyetlerin en önemlisi Fatih Camii ve Külliyesi
olmuştur. Zira doğrudan doğruya Fatih’in emriyle inşa edilen bu külliye, daha sonraki bütün külliyelerin esası olmuş
ve ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün zirvesine
ulaştığı dönemde Süleymaniye Külliyesi ile aşılabilmiştir.12
Fatih, Roma İmparatorluğu’nun mirasını sahiplenmek
adına Ayasofya’ya dokunmamış ama bir yandan da şehrin
Türk kimliğine bürünmesi için derhal mimari faaliyetleri
başlatmıştır. Doğu Roma’nın simgesi Ayasofya’ya nazire
için evvela bir imparatorluk camii inşa ettirmek istemiştir.
Bunun için seçilen yerde, Roma mirasını devralmanın siyasi tutumu görülmektedir. Zira Fatih Külliyesi’ndeki
cami, Bizans’ın önde gelen temsilî yapılarından Havariyun
Nuray Özaslan, “Konstantinopol’da Bir Osmanlı Kentinin
Kuruluşu: Eyüp,” Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı: Uluslarüstü Bir Miras (İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları,
1999), 242.
11
Oktay Aslanapa, Osmanlı Mimarisi (Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1996), 33.
12
a.g.e., 33.
10
133
Kilisesi üzerine inşa edilmiştir.13 Ayrıca külliyenin inşası
için seçilen söz konusu arazi üzerinde, Büyük Konstantin
gibi Bizans imparatorlarının gömülü olduğu yere Fatih
kendi türbesini de yaptırmıştır.14 Bütün bunlar, Fatih’in
imparatorluk ideolojisine hizmet eden ve Roma İmparatorluğu’nun vârisi olma iddiasını meşrulaştırmaya yönelik
simgesel anlamlar taşımaktadır.
Ayasofya’ya nazire için inşa edilen Fatih Camii, sultanın arzusunu pek tatmin etmemiştir. Zira Ayasofya’ya denk bir
cami bina edilememiş ve bu sebeple yapının mimarı Azadlı
Sinan, sultanın emriyle öldürülmüştür.15 Genç sultanın
amacı, yeni fethettiği şehre Türk kimliği kazandırmanın
yanı sıra Ayasofya’ya denk bir cami inşa ettirerek kendi iktidarını ve saygınlığını sergilemek olmuştur. Fakat buna
mâni olan etmenlerin başında tecrübeden yoksunluk gelmiştir. Zira Ayasofya’nın mimari modeli, Bizans mimarları
tarafından zaten çok uzun zaman önce unutulmuş ve Osmanlı-Türk mimarisinde ise daha önce hiç tecrübe
edilmemiştir. Hal böyleyken büyük ve yekpare bir kubbenin inşası statik sorunlar yaratmıştır. Buna ilaveten
Ayasofya, daha önce de bahsedildiği üzere Doğu Roma imparatoru Justinianus döneminde yapılmış ve bu bakımdan
13
Eker, a.g.m., 731.
Stephanos Yerasimos, “Osmanlı İstanbul’unun Kuruluşu,” Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı: Uluslarüstü Bir Miras
(İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, 1999), 201-202.
15
a.g.m., 204.
14
134
imparatorluğun eşi benzeri olmayan bir örgütlenme gücünün şaheseri olarak yükselmiştir. Ayrıca mimarları da birer
deha olan Ayasofya’ya nazire için Osmanlı Türkleri, ancak
Muhteşem Süleyman’ın rakipsiz gücünü ve o dönemin mimarı olan Sinan’ın eşsiz dehasını; yani Justinianus devriyle
benzer koşulların oluşmasını beklemek zorunda kalmıştır.16 Nitekim birçok Osmanlı mimarı, Ayasofya’ya denk
bir eser meydana getirmeye çalışmış ve hatta onun kubbe
genişliğini geçmeyi bile denemiştir. Fakat bunu yalnızca
büyük dâhi Mimar Sinan, Edirne’de inşa ettiği Selimiye Camii ile başarabilmiştir.17
Mimar Sinan, kendi ağzından yazdırdığı kabul edilen Tezkiret’ül-Bünyan’ın, Selimiye Camii ile alakalı bölümünde
başarısının sırrını âdeta destanlaştırmıştır. Buna göre Hristiyanlar, Ayasofya’nın mimari olarak katiyen geçilemeyeceğini her fırsatta dile getirmiş ve bu sözler de Sinan’ın
içinde bir ukde olmuştur. Fakat nihayet büyük dâhinin azmedip meydana getirdiği eser, Ayasofya’yı bile geçmiştir.18
Ayasofya ile rekabet etme geleneği, sonuç itibarıyla tek
kubbeli cami modelinin Osmanlı-Türk mimarisinde benimsenmesine olanak sağlamıştır.19 Bursa tipi cami modelinden tek kubbeli cami modeline geçiş, aslında Osmanlı
16
a.g.m., 203.
Eker, a.g.m., 731.
18
Aslanapa, a.g.e., 71.
19
Yerasimos, a.g.m., 202.
17
135
Türkleri için ideolojik bir eşiğin aşılması anlamına gelmiştir. Bu konu hakkında Aptullah Kuran’ın tespiti takdire
şayandır. Ona göre “Osmanlı camiinin giderek merkezileşmesi ve bunun sonucunda iç mekânın büyük ve yekpare bir
orta kubbe altında toplanması bir boyutuyla evrenin bütünlüğünü simgeliyorsa diğer bir boyutuyla da Osmanlı
Türklerinin siyasi gücünü yansıtmaktadır.”20 Böylece Osmanlı-Türk mimarisi, Fatih’in imar faaliyetleri sayesinde
Roma mirasını “Osmanlıca” yorumlayarak görsel bir “dil”
haline getirmiştir.
Fetih’ten sonra gerçekleştirilen yoğun imar faaliyetlerinin
amacı, yalnızca politik bir iddiaya meşruiyet kazandırmak
değil, aynı zamanda bu iddiayı jeopolitik seçimlerle güvence altına almak olmuştur. Topkapı Sarayı, Büyük
Konstantin’in de kavramış olduğu, şehrin jeopolitik önemini yeniden canlandırmıştır. Zira saray, Boğaz’dan geçen
gemileri gözetleme ve denetleme imkânı sunan yarımadanın burnunda inşa edilmiştir.21 Öte yandan, Topkapı,
mütevazı yapısına rağmen Fatih’in kurguladığı imparatorluk ideolojisinin mücessem hali olmuştur. Fatih, sarayın
bahçesine, vârisi ve mümessili olduğu üç dünyayı temsilen
Türk, İran ve Bizans tarzında üç tane köşk yaptırmıştır.22
Köşklerden birinin İran tarzında olmasının sebebi, muhtemelen, İslam medeniyetine yapılmak istenen bir referanstır.
20
Eker, a.g.m., 731.
Yerasimos, a.g.m., 202.
22
a.g.m., 204.
21
136
Zira Türkler, Anadolu ve sonrasında Balkanlar’a ulaşabilmek için evvela İran platosundan geçmiştir. Hal böyleyken
ata yurtları Türkistan’dan çıkıp İran’ı bir geçit olarak kullanan Türkler, buradan geçerken İslamiyet’i İranlılardan
öğrenmişlerdir. Sonuç itibarıyla bu köşkler, âdeta Osmanlı
İmparatorluğu’nun piştiği sacayağını temsil etmektedir.
Fethin ve mimari dille şehirde inşa edilmeye çalışılan Türk
kimliğinin güvencesi İstanbul’daki iskân faaliyeti olmuştur. Bilhassa Türkleri iskân edebilmek için bir “mitoloji”ye
ihtiyaç duyulmuştur. Bunun için de şehre, sahip olduğu iddia edilen kadim bir Müslüman kimlik üzerinden bir
kutsallık atfedilmiştir. Eyüp Sultan efsanesi sayesinde, fethedilen Konstantinopolis’te başlangıcı sahabeye dayanan
dinsel bir ortaklık yaratılarak Türk İstanbul’a yerleşim teşvik edilirken aynı zamanda bu yerleşimlere bir meşruiyet de
kazandırılmıştır. Öyleyse bu efsane, Fetih ve türbe arasında
kurgulanan politik ve sembolik bir ilişkiyi işaret etmektedir. Aslında bu kurgu, İstanbul’un fethine de özgü değildir.
Zira dinî bir figür etrafında bir mitoloji yaratarak fethedilen yerlere iskânı teşvik edip yerleşimleri meşrulaştırma
sanatı, diğer Osmanlı fetihlerinde ve Anadolu’nun Selçuklular tarafından fethedilmesi sürecinde de görülmektedir.
Böylelikle fethedilen topraklarla yeni gelenler arasında fiziksel, işlevsel ve kültürel bir bağ oluşturulmuştur.23 Bu
inanış, aslında eski Türk dininin bir kalıntısıdır. 24 Zira
23
24
Nuray Özaslan, a.g.m., 240.
a.g.m., 241.
137
Eyüp Sultan’ın türbesi, Fetih sırasında inşa edildiğinden
beri, kutsal olduğu düşünülen kişilerden yardım dileme ve
onlara tapınma güdüsüyle hareket eden insanların zihinlerinde İstanbul’un geçmişindeki Müslüman izlerinin bir
temsili haline gelmiştir. Fakat işin aslı şudur ki Eyüp Ensari
efsanesi Fetih’ten sonra uydurulmuştur. Zira Tursun Bey,
Aşıkpaşaoğlu ve Kritovolous gibi çağdaş kaynaklar, sonradan inşa edilen külliyeden bahsetmelerine rağmen Eyüp
Ensari’nin mezarının mucizevi keşfinden söz etmemektedirler. Hakeza Fatih Sultan’ın, Fetih’i Müslüman dünyaya
ve Mekke’ye duyurmak için yazdığı mektuplarda da Eyüp
Ensari’nin mezarının bahsi geçmemiştir.25 Halbuki Müslümanlar için büyük bir öneme sahip olduğu aşikâr olan bir
keşfi duyurmak hem Fatih’in Müslüman âlemindeki saygınlığını hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun vesayetini
daha da artırmak için bir fırsat olmuştur. Bu yüzden söz konusu keşfin gerekçesi ve anlamı irdelenmelidir.26
Osmanlı Devleti’nin siyasi ve ekonomik çıkarları, genç sultanın tecrübeli vezirlerine galebe çalıp otoritesini tesis etmesi ve dehasını kanıtlayabilmesi Konstantinopolis’in düşmesine bağlı olmuştur. Gerçek bir dâhi olan genç Mehmed,
bu nedenlerden ötürü askerlerinin daha inançlı savaşabilmeleri için böyle bir dinî referans yaratmıştır. Demek ki
Fatih Sultan’ın, dünyaya gönderdiği mektuplarında keşiften bahsetmemiş olmasına rağmen kuşatma sırasında keşfe25
26
a.g.m., 240.
a.g.m., 240
138
dildiği iddia edilen Eyüp Ensari’nin mezarının çevresinde
bir külliye yaptırması, askerlerin motivasyonunu yükseltmekle alakalıdır.27 Eyüp Ensari örneğinde de görüldüğü
gibi, yaratılan ve hatta daha sonra farklı yorumlarla yeniden
üretilen çeşitli mitolojiler, bir devletin, bilhassa yeni teessüs
eden bir devletin ideolojisini besleyen en kuvvetli kaynaklar
olmuştur.
Fetih’ten sonra Roma mirasına sahip çıkıp kendisini kayser
ilan eden Fatih, bu iddiasını gerçekleştirmek hususunda,
kendi ölçütlerine göre, büyük oranda başarılı olmuştur.
İskân ve imar faaliyetleri birbirini beslemiş, yekdiğerine
olanak sağlamıştır. İmparatorluk ideolojisinin geçmişten o
güne dek yankılanan gür sesini Ayasofya’da işiten Fatih
Sultan, bu evrensel dilin inanç ve köken fark etmeksizin
herkes tarafından anlaşılabileceğini bizzat tecrübe etmiştir.
Böylelikle imparatorluk ideolojisinin Türk sesini, OsmanlıTürk mimarisiyle o günden günümüze ve hatta günümüzden de geleceğe taşımıştır. Hazreti Fatih’in eşsiz dehası, üç
medeniyeti birden bilen, anlayan, kavrayan ve nihayet
özümseyen engin ufku sayesinde Doğu Roma’nın başkenti
Türk İstanbul haline getirilmiş ve taşa, toprağa Türk mührünü vuran Osmanlı-Türk mimarisinin asırlara meydan
okuyan eserleri adeta birer tapu senedi olmuştur.
27
a.g.m., 241.
139
KAYNAKLAR
Aslanapa, Oktay. Osmanlı Mimarisi. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1996.
Eker, Hatice. “İstanbul’un Fethi’nin Osmanlı Cami Mimarisi
Üzerindeki Etkileri.” Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi c. 9. S. 43 (Nisan 2016): 728-732. http://dx.doi.
org/10.17719/jisr.20164317644.
Ersen, Ahmet. Erken Osmanlı Mimarisinde Cephe Biçim Düzenleri ve Bizans Etkilerinin Niteliği. İstanbul: İ.T.Ü.
Mimarlık Fakültesi Baskı Atölyesi, 1986.
Eyice, Semavi. Son Devir Bizans Mimarisi: İstanbul’da Palaiologoslar Devri Anıtları. İstanbul: Türkiye Turing ve
Otomobil Kurumu Yayını, 1980.
Gregory, Timothy E. Bizans Tarihi. çev. Esra Ermert. İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2016.
Özaslan, Nuray. “Konstantinopol’da Bir Osmanlı Kentinin Kuruluşu: Eyüp.” Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı:
Uluslarüstü Bir Miras. İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, 1999.
Yerasimos, Stephanos. “Osmanlı İstanbul’unun Kuruluşu.” Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı: Uluslarüstü Bir Miras.
İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, 1999.
140
TÜRKİYE’DE BASIN
ÖZGÜRLÜĞÜ VE RTÜK
KARARLARI
Alkan Özdemir 1
Basın özgürlüğünün Türkiye yolculuğu, Cumhuriyet öncesi yıllara kadar uzanıyor. Hatta Agâh Efendi’nin
Şinasi ile birlikte Tercüman-ı Ahval gazetesini çıkardığı
1860 yılına kadar gidebiliriz. Söz konusu deneyim önemlidir çünkü halkın yaşananlarla ilgili fikir sahibi olması
gerektiği ilk kez Şinasi’yle ortaya koyulur. Birinci sayıda,
Osmanlı’da padişahın mülkü olarak görülen insanları nitelemek için kullanılagelmiş “tebaa” kelimesi yerine “umum
halk” ifadesinin bilinçli tercihi dikkate değerdir. 2 Yüzyıllar
boyunca süregelen topluma dönük edilgenlik beklentisi,
yerini etken olmayı teşvike bırakır. İtaat eden, emri uygulayan, sorgulamayan kişi arzusu; fikir sahibi, uyanık,
aydınlanmış, farkındalığı yüksek bireylerin ortaya çıkması
isteğine dönüşür. Ne var ki, çabası cezalandırılır: Belli bir
zaman sonra, Şinasi’nin gazetesinin yayımlanmasına son
Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yüksek lisans öğrencisidir. Yazarın “Türkiye’de Basın Özgürlüğü ve
RTÜK Kararları” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 7
Nisan 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
2
Şerif Mardin, Türkiye, İslam ve Sekülarizm (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2021), 19-20.
1
141
verilir; Genç Osmanlılar hareketi içinde de yer alan yazar
sürgüne gönderilir.
İlk özel girişimli basın deneyiminin üzerinden yüz altmış
yılı aşkın bir zaman geçti. Bu uzun sürede imparatorluktan
Cumhuriyet’e geçildi; dünya düzeni, devlet yapıları, fikirler, kurumlar başkalaştı. Fakat eleştirel bakışa dönük tepkisellik, yerilmekten rahatsız olan iktidarın karşıdakini sessizleştirme isteği var olmaya devam etti. Lord Acton’a atfedilen “Güç, yozlaştırır; mutlak güç, mutlaka yozlaştırır”3
sözü, kendini kanıtlarcasına yeniden ve yeniden devlet-toplum ilişkisinde haklılık payı üstlendi. Cumhuriyet ile basın
özgürlüğünde tedrici bir iyileşme yaşandı; ancak Türkiye’yi
çağdaşlaştırıcı devrimleri kısa bir süre içinde gerçekleştirme
zorunluluğu, kuruluş yıllarını olağanın dışında bir evre kılmıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyet fikri hür,
vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” sözü hedeflenen gayeyi gösteriyordu. Diğer yandan, çok partili siyasal yaşam,
demokratik rejim, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve
basın özgürlüğü gibi noktalarda olumlu gelişmeler yaşanmasına karşın bu noktalarda istenilen sonuca ulaşılamamıştı.
Cumhuriyet tarihinde 1960’lı yıllarda yaşanan özgürleşme
ortamının yanında, 1980 sonrasında özgürlüklerin kısıtlanışına da şahit olundu. Dolayısıyla, geçmişten bugüne ba-
“Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely.”
3
142
sın özgürlüğünde dalgalı bir seyir izlendiği söylenebilir. Demokrasimizin raya oturamayışında basına yönelik tavrın da
payı büyüktür. Demokratik rejimin inşasında özgür basın
olmazsa olmazdır. Özgür basının güçlü olabilmesi ise söz
konusu basın yayın organlarının bağımsız şekilde var olabilmeleriyle mümkündür. Geçmişten bugüne bakıldığında, çeşitli parti, kurum, ticari kuruluşlar eliyle sürdürülen
basın faaliyetlerinin, ait oldukları zümrelerin isteklerine
uygun hareket etmek durumunda kaldığı söylenebilir.
Halkın “doğru haber alma hakkı”nın savunulmasıysa yayın
organlarının bu odaklardan bağımsızlaşabilmeleri derecesinde mümkün olmuştur. Seçimlerin düzenli şekilde
yapıldığı, demokrasisini ağır aksak da olsa bugüne dek sürdürebilen Türkiye için basın özgürlüğü güvence altındaymış gibi gözükmektedir. Burada “-mış gibi”nin altı çizilmeli; çünkü pratikte böyle olmamasına karşın ifade
hürriyetinin ve basın özgürlüğünün var olduğu savunulmakta, aksi iddialar otoriteler tarafından reddedilmektedir.
Ülkemizde her dönemin kendine has kısıtlamaları, sansür
uygulamaları, basına dönük baskı mekanizmaları olmasına
rağmen bugünkü kadar ağır bir yıldırma çabasının olduğu
dönemler enderdir.
2000’li yılların başında iktidara yakın ve muhalif gazeteler
ya da televizyon kanalları bulunduğu gibi aynı zamanda
“merkez medya” da vardı. Genelde ana akım medya organları içinde her iki tarafa da yakın, çıkar ilişkileri gözetmeden
fikrini paylaşan insanlar bulundurulur; doğrudan bir partinin tarafı olunmaz. Bugünse ana akım medya ortadan
143
kalkmış durumda. Mevcutta bütünüyle hükûmeti savunan
ya da hükûmete muhalefet eden yayın organları göze çarpıyor. Hükûmetin sözcülüğünü üstlenen gazetelerin ve televizyon kanallarının ekonomik açıdan desteklenerek faaliyetlerine kolaylıkla devam edebilmelerinin önü açılırken
diğer yanda muhalif yayın organları mali kaynaklar yaratmanın mücadelesini veriyor. Yazılı basın üzerindeki hükûmet baskısı genellikle sözlü tehditler, idari para cezaları, yayın yönetmelerine ve yazarlara yönelik davalar, haberlere
erişim kısıtlamaları ve ilan yasakları üzerinden devam ediyor. Bünyesinde tartışma ve haber programlarını içeren
televizyon kanallarında ise benzeri bir baskı mekanizması,
RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurumu) eliyle sürdürülüyor. Muhalif TV kanallarının, RTÜK aracılığıyla sıkı bir
denetime tabi tutulmaları, kamuoyu önünde itibarsızlaştırılmaya çalışılmaları ve büyük miktarda para cezalarına
çarptırılmaları onları olumsuz şekilde etkiliyor.
Bu durumun en yakın örneklerinden biri olarak, şubat ayının son haftasında TELE1’in üç gün ekran karartma
cezasına çarptırılması gösterilebilir. Benzer şekilde, iki gün
sonra Fox TV, KRT ve Halk TV de para cezalarına çarptırıldı. Yine mart ayının ilk haftasında Flash TV ve
Habertürk’e verilen idari para cezaları dikkat çekiyor. 6 Şubat 2023’te yaşanan deprem sonrası verilen cezalarda bir
artış olduğu görülüyor. Deprem sonrası basın yayın organlarına ilişkin kısıtlayıcı girişimlerle ilgili Emre Kongar’ın
yazısı bir özet niteliğinde. Kongar, Utku Çakırözer’in raporundan yararlanarak sadece birkaç hafta içinde yaşananları
144
şöyle özetliyor: “Deprem bölgesinde 20’den fazla gazeteci
engellendi. 3 kanala 7 milyon liralık ‘deprem yayını’ cezası
verildi. TELE1 ekranı üç gün boyunca tümüyle karartıldı.
Twitter en kritik zamanda kapatıldı. (…) İktidar daha arama kurtarma çalışmaları tamamlanmadan televizyon kanallarına ‘normale dönün, depremzedeleri yayına almayın’
talimatı verdi. Ekşi Sözlük kapatıldı. 340 haber ve siteye erişim engellendi. 31 gazeteci, hâkim karşısına çıktı.”4
RTÜK kendileriyle aynı düşünmeyenleri ezme amacıyla,
onların üzerinde tehdit edici bir unsur gibi durdukça TV
kanallarında sağlıklı tartışma ortamının ve özgür yayıncılığın var olması oldukça zor. Yıldırmaya dönük bu cezalar,
aslında muhalif yayınlar yapmaya çalışan kanalları baskı altında tutmanın ötesinde halkın bir kesimini cezalandırma
amacı da taşıyor. Kanal eliyle toplum da cezalandırılıyor.
Oysa bir demokrasinin gelişmesi, insanların düşünce özgürlüklerinin var olması ve farklı fikirlerin rahatça ifade
edilebilmesi, hoşgörülü tartışma ortamlarıyla mümkün.
Çoğulcu demokrasiler çok seslilik esasına dayanmaktadır.
Üstelik, demokratik rejimin hayati bir unsuru olmasının
yanı sıra “Basın özgürlüğü neden önemlidir?” sorusuna
güncel bir örnekten yola çıkarak yanıt vermek de mümkün.
Cumhuriyet gazetesi yazarı Murat Ağırel, mart ayının ilk
haftasından itibaren ülke çapında ses getiren bir habere
imza attı: Kızılay, afet anında çadır satmıştı. Birkaç gün
Emre Kongar, “Su, Özgürlük, Deprem ve Seçim,” Cumhuriyet
(İstanbul), 5 Mart 2023.
4
145
arayla devam eden yazılarında Türkiye; yalnızca çadır satılmadığını, fasulye ve barbunya gibi konserve yiyeceklerin,
buna ek olarak halktan toplanan ikinci el eşyaların parayla
satıldığını öğrendi. Eğer Murat Ağırel, yazılarını özgürce
yazmasına ket vurabilecek bir holdinge bağlı kuruluşun
köşe yazarı olsaydı bulguları bu şekilde kamuoyuyla paylaşamayabilirdi. Çünkü paylaşmak istese işinden olmak ya da
sessiz kalmak seçeneklerinden birini tercih etmek zorunda
kalabilirdi.
Dolayısıyla, geçmişi çok uzun bir sürece yayılan özgür basın
mücadelesinin, günümüzde basılı yayın organları ve TV kanallarında sürdüğü söylenebilir. Çoğulcu demokrasi,
anayasal haklar, demokratik rejim, hukukun üstünlüğü, fikir hürriyeti, liyakate dayalı atamalar, eleştiriye tahammül
gibi hayati noktalar, basın özgürlüğüyle doğrudan ilgilidir.
Bu özgürlükse yalnızca demokrasiye katkı sunmakla kalmayıp halkın haber alma hakkının da savunulmasını sağlar.
Yazıda bahsedilen örneklerde olduğu gibi, kapalı kapılar ardında yaşananların halkla buluşturulabilmesi, farklı bakış
açılarının topluma sunulabilmesi, çıkar ilişkilerine bağlı kalınmadan hür iradeyle yazılar yazılıp haberler yapılabilmesi; basının güç odaklarından bağımsızlaşabilmesi ve basın özgürlüğünün sözde değil özde sağlanabilmesiyle
mümkündür.
146
YENİ TOPLUMSAL
HAREKETLER VE FRANSA’DA
EMEKLİLİK REFORMU
Funda Helin Coşkun1
Size böylesine hâkim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye
sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da
sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer
siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu?
Étienne de La Boétie – Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev.
En basit ifadesiyle kolektif bir eylem biçimi olarak
tanımlanan toplumsal hareketler, 20. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde var olan uluslararası ve ulusal konjonktürlerin etkisi altında bir dönüşüm geçirmiştir. Yeni toplumsal hareketlerin amaçları, katılan eylemcilerin profilleri,
eylemlerin stratejileri, kazanımları ve sonuçları eski toplumsal hareketler ile karşılaştırıldığında başka bir nitelik ve
yön kazanmıştır. Bir diğer deyişle, 1970’li yıllar itibarıyla
gelişmiş sanayi ülkelerinde yaşanan kolektif eylemlerin biçimi ve niteliğindeki değişim, toplumsal hareketlerin o za1
Grenoble-Alpes Üniversitesi Sciences Po Grenoble yüksek lisans öğrencisidir. Yazarın “Yeni Toplumsal Hareketler ve
Fransa’da Emeklilik Reformu” başlıklı yazısı yarininkulturu.
org/ sitesinde 14 Nisan 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
147
mana değin var olan özüne dair bir değişimi veyahut dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bu değişiklik özellikle kıta
Avrupası literatüründe “Yeni Toplumsal Hareketler” olarak kavramsallaştırılmıştır. Kendisinden önceki toplumsal
hareketlerin aksine yeni toplumsal hareketler, “devlet” olgusunun dönüşümüne de eşlik etmekte ve post-modernitenin etkisi altında devlet ve toplum arasındaki yeni ilişkileri de göz önüne alarak yeni bir paradigma yansıtmaktadır.2 Nitekim bu paradigma, modernleşme sürecinin ve
20. yüzyıl refah devletinin ortaya koyduklarına dair bir
eleştiridir; post-endüstriyel toplum yapısı ve ortaya koyduğu çelişkilere karşı bir duruştur.3 Var olan toplumsal
düzende maddi ve somut taleplerin yanı sıra, post-modernitenin sebep olduğu bir kimlik buhranıyla bir hak arayışı
ortaya çıkmıştır. Yeni toplumsal hareketler artık ideolojik
bilinç ya da sınıf bilinci ile açıklanamayacaktır. Nitekim bu
hareketleri oluşturanlar tek bir talep veya tek bir gruba aidiyet belirtmemekte ve heterojen bir yapı sergilemektedir.
Bir diğer deyişle, yeni toplumsal hareketlerin talepleri arasında tek bir odak yoktur; gündelik olan siyasete dahil
Claus Offe, “New Social Movements: Challenging the Boundaries of Institutional Politics”, Social Research 52 (4) (1985):
826.
3
Alain Touraine, Moderniliğin Eleştirisi, Çev. Hülya Tufan,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007, 274.
2
148
edilmek istenir. Genel çerçevede karşımıza “hayatı anlamaya yönelik yeni bir paradigma arayışı”, yaşam kalitesi ve
kültürel değişim4 talepleri çıkar.
Bunların yanı sıra küreselleşmenin, olguların, fikirlerin, değişimin ve dönüşümlerin; sınırları, bölgeleri ve coğrafyaları
aşarak hızlı ve kontrolsüz bir şekilde yayılmasını sağlayan
özü, eski ve yeni olarak ayrım yaptığımız toplumsal hareketlerin yapısında, niteliğinde, yayılabilme ölçeğinde ve
başarısında belli başlı değişiklikler yaratmıştır. Aslında, eskinin yeniden ayrılmasını gerektiren en önemli özelliklerden biri de küreselleşmenin toplumsal hareketlere kattığı
bu yeniliktir: Mobilizasyonların çok hızlı ve efektif gerçekleşebiliyor olması ve hareketlerin “ulus-ötesi” hareketler
olarak nitelendirilmeleri. Bu yenilik, teknolojinin ilerlemesiyle ortaya çıkan kitle iletişim araçları ve sosyal medyanın
sivil halkı bir araya getirmekte eskisine nazaran çok daha
efektif olabilmesiyle yakından ilgilidir.
Yeni Toplumsal Hareketler, talepleri ile bağlantılı ve kendi
kimliklerine özgü bir eylem repertuarı barındırır ve siyasi
alanda kendisine ait bir yer talep eder. Bu, muhakkak kurumsallaşmış siyaset alanlarında olmak zorunda değildir.
Asıl amaç iktidarı ele geçirmek değildir. İstenen, iktidarın
güdülmesinde efektif olabilecek bir kamuoyu yaratımıdır. 5
Bunun yanı sıra hareketlerin örgütlenmesi, sosyal medya ve
Nelson A. Pichardo, “ New Social Movements: A Critical Review ”, Annual Review of Sociology 13 (1997): 414.
5
Alain Touraine, a.g.e., 274.
4
149
ağlar, forumlar ve platformlar gibi çağın getirdiği yenilikler
aracılığıyla sağlanmaktadır. Özellikle Facebook ve Twitter,
eylemcilerin haberleşme ağı olarak öne çıkan iki sosyal
medya aracıdır. Burada eylemciler arası koordinasyon sağlanabilmesinin yanı sıra polis şiddetine karşı güdülecek
eylem repertuarları dahi kararlaştırılabilmektedir.6 Tilly,
yeni toplumsal hareketlerdeki bu “yeniliğin” önemini gösterebilmek için 2011 yılında Sınır Tanımayan Gazeteciler’
in Basın Özgürlüğü raporunu işaret ederek, 2006’dan beri
devletlerin sosyal medyayı kendisine yönelik bir tehdit olarak gördüğünü söyler.7
Bu yazının amacı, özellikle 20. yüzyıl sonunda toplumsal
hareketlerin kavramsallaştırılması sonucu ortaya çıkan
Yeni Toplumsal Hareketler’in kriterleri göz önüne alınarak
son dönemlerde Fransa’yı büyük ölçüde etkisi altına alan
emeklilik protestolarının ve protestolara dair kişisel gözlemlerin okuyucuya sentezlenerek aktarılmasıdır.
AVRUPA’DA EMEKLİLİK REFORMU
DALGASI
Aslında emeklilik reformlarına dair tartışmalar, son
birkaç senedir Brüksel merkezli düşünce kuruluşlarının
ajandasını meşgul eden bir konu. Özellikle Ukrayna-Rusya
savaşının etkisiyle ekonomik olarak zor bir dönemden geçen Avrupa ülkeleri, bütçe açıklarını kapatabilmek için
6
Charles Tilly, Ernesto Castaneda, Lesley J. Wood, Toplumsal
Hareketler, çev: Orhan Düz, İstanbul: Alfa Yayınları, 2022, 31.
7
a.g.e., 185.
150
yıllar önce tartışılmaya başlanmış bu konuyu tekrar gündeme getirdi. Konu ulusal olduğu için Avrupa Birliği’nin
müdahale yetkisi yok; fakat reform tartışmalarının arkasında yatan düşünce işçiliği diğer birçok konuda olduğu
gibi Brüksel merkezli.
Fransa’da bir yüksek lisans öğrencisi olarak gerçekleştirdiğim staj programının sorumluluklarından biri de Avrupa’
yı etkisi altına alan tartışmaların çeşitli düşünce kuruluşları
ve kurumlar tarafından nasıl ele alındığını aktarmak ve
konu üzerinde perspektif kazanmak. Bu bağlamda, otoriteler tarafından Avrupa ekonomisinin yeşil dönüşüm ve
dijitalleşme ile paralel şekilde yol alması teşvikinin yanı sıra
kamu reformları konusunda atılacak adımlara da bir ivme
kazandırılmak isteniyor. Brüksel’de katıldığım Centre for
European Policy Studies tarafından gerçekleştirilen “Public
Pension Systems: Changing Narratives, Changing Realities?” adlı panelde İspanya ve İtalya ekonomi bakanları ve
bakanlık çalışanları emeklilik reformunun kendi ülkeleri
açısından ne derecede hayati bir önem taşıdığının önemi
üzerinde uzun uzun durmuştu. Panelde bize aktarılan meselenin özü şuydu: Avrupa’da gittikçe artan ortalama
yaşam süresi, emeklilik hakkına sahip olmuş her kişinin, hayatının sonuna kadar almaya devam edeceği emeklilik
maaşını daha uzun süreyle almasıyla sonuçlanacağından
devletler hazinelerini korumayı görev ediniyor ve emeklilik
yaşlarını yukarıya çekmeye yönelik reformları empoze etmek istiyor.
151
Bir diğer deyişle, devlet mekanizması gözünü yıllarca vergisini aldığı vatandaşının güvencesine dikmiş aç bir canavara
dönüşmüş durumda. Fransa’da ise halk, devlete hiçbir şey
borçlu olmadığına ve alacaklı olanın kendisi olduğuna
emin; bu nedenle de sokaklarda.
“KATI OLAN HER ŞEY BUHARLAŞIYOR”8
“Macron İstifa” pankartlarının görüldüğü grev gösterileri ilk büyük çaplı eylem değil aslında. 2018
sonbaharında da Fransa’nın bütün şehirlerini ele geçiren
büyük çaplı bir rüzgâr yaratılmıştı. Sarı Yelekliler Hareketi,
Yeni Toplumsal Hareketler kavramsallaştırmasına büyük
ölçüde uyum sağlıyordu. Karbon vergisinin artırılmasının
tetiklediği protestolar, büyük ölçüde ekonomik sebeplerle
sosyal medyadan mobilize olan halkı sokağa dökmüştü.
Halk, vergi yükünün orta sınıfın üzerine düşürüldüğünden
şikâyetçiydi ve yatırım bankası Rothschild & Cie’nin yönetim ortaklarından biri olan başkanlarının istifasını istiyordu. Katılımcıların profilleri de çok genişti, öyle ki eksenin
en zıt cepheleri olan radikal sol ve ekstrem sağ tabanlarının
ikisi de Sarı Yelekliler hareketini “ideolojisiz” olmakla suçluyor ve düşmanı gördüğü bileşenlere sahip bir harekete
katılmayı açıkça reddediyorlardı. Bununla beraber, Sarı Yeleklilerin bütün ülkeyi etkisi altına alması hiç de zor olmadı.
Gerçekten de halk eski toplumsal hareketlerin aksine bir siyasi parti ya da sendika bayrağı altında birleşmektense
Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul:
İletişim Yayınları, 2021.
8
152
toplumsal bir sorun olarak gördüğü problemlerin ortadan
kaldırılabilmesi için “birey” sıfatıyla harekete katılıyordu.
Hareket daha sonra İtalya, Belçika ve Hollanda’ya sıçradı.
Nitekim Sarı Yelekliler Hareketi sırasında Devlet Bahçeli’nin, sosyokültürel yapısı bambaşka olan ve binlerce
kilometre ötemizde yaşanan bu hareketin Türkiye’ye sıçraması endişesiyle yaptığı “Sarı yeleklilere özenen olursa
bedelini öder”9 konuşmasını hatırlamakta fayda var.
Yeni Toplumsal Hareketler gerçekten de sınırları devirip
çevresinde böylesine etkili bir rüzgâr oluşturabilecek güçte
miydi? Evet. 2011 – 2012 İspanya Protestolarını hatırlayalım. “Indignados” adlı, Türkçeye “Öfkeliler Hareketi”
olarak çevirebileceğimiz bu hareket İspanya’dan sıçrayarak
bütün Avrupa’yı etkisi altına almıştı.10 Neoliberal ve kapitalist sistem eleştirisini merkezine alan bu hareket aynı
zamanda okyanusu aşarak New York’ta gerçekleştirilen
“Occupy Wall Street” hareketinin de tetikçisi haline gelmişti.11 Bunların yanı sıra, lisanstan mezun olurken Latin
Amerika’ya ve toplumsal hareketlere olan ilgim sebebiyle
Devlet Bahçeli: Sarı yeleklilere özenen olursa bedelini öder
https://www.evrensel.net/haber/368247/devlet-bahceli-sariyeleklilere-ozenen-olursa-bedelini-oder. (Erişim: 13 Nisan 2023)
10
Indignados : quelles leçons pour la démocratie? http://
www.nouvelle-europe.eu/indignados-quelles-le-ons-pour-la-democratie. (Erişim: 13 Nisan 2023).
11
Castañeda, Ernesto. The Indignados of Spain: A Precedent to
Occupy Wall Street. Social Movement Studies, 2012.
9
153
bitirme tezimi Şili ve Bolivya’da gerçekleşen toplumsal hareketler üzerine yazdım. Bu hareketlerin sonucunda, halkın
kendi liderini iktidara taşıdığını ve hareket sırasında da
kendine özgü bir demokrasi mekanizması güderek “kurumsallaşmış siyaseti” inşa edebildiğini savundum. Araştırma
yaparken beni oldukça şaşırtan bazı bulgulara da rastladım.
Latin Amerika’daki toplumsal hareket kültürünü ve geleneğini anlayabilmem için büyük ölçüde eski hareketlerden
veri toplamam gerekliydi. Brezilya’da 2013 yılında gerçekleşen Devlet Başkanı Dilma Roussef karşıtı protestolar
sırasında röportaj yapılan birkaç kişi, Türkiye’deki Gezi
Parkı Protestoları’nı işaret ederek Türkiye’de olanlardan
etkilendiklerini söylüyorlardı. 12 Biz de Gezi Parkı Hareketi’nin Arap Baharı’nın sonuçlarından biri olup olmadığına dair yapılan tartışmaların tanığı değil miyiz? Veyahut
şimdiki Rus-Ukrayna savaşının tetiklerinden biri olan
2014 Maidan Olayları sırasında eylemcilerin Gezi Parkı’nın
“Zıpla, Zıpla, Zıplamayan Tayyip’tir!” sloganını Başkan
Yanukovych’a uyarlayarak kullandıklarını biliyor muydunuz?13
Brezilyalı göstericiler: ‘Türkiye’deki eylemlerden etkilendik’
https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/06/ 130621_brezilya_eylemciler. (Erişim: 13 Nisan 2023)
13
Ukraine On Fire (Belgesel Film), Igor Lopatonok, 2016.
12
154
FRANSA’DA DİRENMENİN ESTETİĞİ14,
SARI YELEKLİLER’DEN EMEKLİLİK
REFORMU’NA
Fransız halkının emeklilik reformuna karşı başkaldırısı, ülke çapında sendikaların başlattığı grevler olarak
cereyan etti. Benim bu harekete dair kişisel gözlemlerim ise
çoğunlukla öğrenci merkezli. Yüksek lisansımı yaptığım
Avrupa’nın Yeşil Başkenti Grenoble şehri Yeşiller (Europe
Écologie-Les Verts) tarafından yönetiliyor. Bunun bir getirisi olarak şehir çoğunlukla sol eksende ve Grenoble küçük
bir şehir olmasına rağmen mikro düzeyde toplumsal hareketlerin çokça yaşandığı bir geleneğe sahip. Bunun yanı sıra
okulum Sciences Po Grenoble, gerek kendi akademik kadrosu gerek öğrenci profili olarak solun en kuvvetli olduğu
fakültelerden biri. Nitekim ulaşım sendikalarının grev ilan
etmesinden sonra okulun öğrenci meclisi ve kampüs sendikalarının iş birliği çerçevesinde, benim daha önce emsaline
tanık olmadığım bir blocage süreci yaşandı. Bu süreç daha
önceki jenerasyonların bıraktığı bir miras olmalı ki öğrenci
sendikası ve öğrenci meclisi arasında konsensüs sağlandıktan sonra okul yönetiminin kendisi resmî bir bildiriyle
derslerin iptal edildiğini ve okulun öğrenci işgali altında
bulunduğunu ilan etti. Fakat yalnızca kendi okulum nezdinde değil; Fransa’daki birçok okul ve fakültenin de greve
Peter Weiss, Direnmenin Estetiği, çev: Çağlar Tanyeri, Turgay
Kurultay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.
14
155
katıldığını, şu anki süreçte üç ayı aşkın süredir okul işgallerinin eylem ve protestolara eşlik ettiğini söylemem gerek.
Bu nasıl mı gerçekleşiyor? Yalnızca öğrenci kesimi değil,
gündelik hayatın devam etmesini sağlayan iş ve endüstri
sektörleri, sendikalarıyla hem sokaklarda hem de politik hayatta kendi temsillerini sağlamakta. Eylem ve protestoların
3 ayı aşkın süredir devam ettiğini göz önüne alırsak, kamuoyunda buna karşı bir tavır alınması da söz konusu değil.
Eylemciler ve polis arasındaki çatışma sonrası yangın çıkan
bir sokakta yemeklerini yemeye devam eden Fransızların
görüntüsü sosyal medyada oldukça tartışılmıştı. Fransızlar
içinse gelinen süreçte bu normalleşti-rilmek zorunda. Şehirlerarası trenlerin grev sebebiyle iptal edilmesine yönelik
dahi bir eleştiri yok. Paris içinde normalde metroyla 20 dakika sürebilecek bir yolu 3 saatte gidebiliyor olmak da
garipsenmiyor. Bir diğer deyişle, toplumun bütün tabakalarının dahil olduğu bu grev ve protestolar ağı örgütlülük
anlamında oldukça kuvvetli. Devlet tarafından kıskaca
alınmasını gerektiren, yasal olmayan hiçbir etiketi de yok.
Hareket, bir politik parti bayrağına sahip değil; katılımcılar
kendi özneleriyle bu hareketin bir parçası ve Macron’un istifasını istiyor.
Eylem repertuvarları ise 21. yüzyılın gelmesiyle cereyan etmeye başlayan toplumsal hareketlere nazaran daha klişe
ögelerden oluşuyor. Hareketin tabanı, ilan edilen gün ve saatlerde yürüyüşler düzenleyerek grevler aracılığıyla
direnişlerini devam ettireceklerini duyuruyor. Fakat bu süreçte aslında söz edilmesi ilgi çekici olabilecek ve belki
156
Fransa’daki politik hayatın bir dönüşümden geçtiğini gösterebilecek bir olay yaşandı. Bir kadın direnişçinin kortej
sırasında yaptığı dans hem Türk hem de Fransız kamuoyunun oldukça dikkatini çekti.15 Yazımızın en başında da
bahsettiğimiz gibi, yeni toplumsal hareketler kendi özüne
uygun bir eylem repertuvarı ortaya koyuyor. Örneğin 2011
Şili Baharı gösterilerinde, parasız ve eşit eğitim hakkı için
öğrenciler Michael Jackson’ın Thriller şarkısı eşliğinde
3000 kişilik bir dans performansını sokağa taşımışlardı.16
Fransa’da şu anda gerçekleşen protesto gösterileri sırasında
bir kadın direnişçinin kortej esnasında yaptığı dansa verilen
tepkiler ise Fransa solunun birçok konuda içine düştüğü kırılmanın bir yansıması olarak nitelendirilebilir. Fransa
başkaldırış tarihinin bir geleneği olan sokak çatışmaları ve
devlet kurumlarının ateşe verilmesinin yerini kortejlerde
eylemciler tarafından performe edilen dansların alması,
Fransız sol geleneğinde ve daha genel olarak Avrupa solunda bazı çözülüşler yaşandığının da habercisi aslında.
Ateşe verilen kamu binalarının yerini dans gösterilerinin alması yeteri kadar güçlü bir karşı koyuş mudur? Veya iktidar
bu eylem biçimini kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak
algılayacak mıdır? Göreceğiz.
15
On a retrouvé Mathilde, la danseuse star des manifestations,
Le Parisien, https://www.youtube.com/shorts/-x-AhnVEM_A.
(Erişim: 13 Nisan 2023).
16
Spirit of the Chilean Students Protests… We Love You!
https://www.youtube.com/watch?v=mInwTgalfKc&ab_channel=99thminer. (Erişim: 13 Nisan 2023).
157
SIĞ EKOLOJİNİN SONUÇLARI:
TÜRKİYE’NİN AB’DEN
ÇÖP İTHALATI
Eylül Arslan1
“Modern toplumlar ne kadar çok çöp üretirse, bu toplumların fertleri de çöp konusunda o kadar az kafa
yormak isterler. Bu nedenle de kültürel anlatılarda büyüme ve kirlilik arasındaki bağlantıyı yok etme eğilimi
gittikçe artmaktadır.”
Luis I. Pradanos, Postgrowth Imaginaries, 165.
BBC Türkçe’nin 18 Mayıs 2021 tarihli haberine
göre, dünyanın en büyük plastik atık ithalatçılarından biri
olan Çin’in 2017 yılında atık ithalatını yasaklaması sektörde yeni ülkelerin yükselişine neden oldu. Bu ülkelerden
biri de Türkiye. Statista’nın BM Comtrade veri tabanından
derlediği bilgilere göre Türkiye, 2019 yılında dünyanın en
büyük plastik atık ithalatçısı oldu.2 Bu yazıda, dünya plastik atık ticaretini ve Türkiye’nin nasıl dünyanın en büyük
plastik atık ithalatçısı haline geldiğini anlamaya çalışacağım. Hem Avrupa Birliği (AB) ülkeleri hem de Türkiye gibi
Koç Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
doktora öğrencisidir. Yazarın “Sığ Ekolojinin Sonuçları: Türkiye’nin AB’den Çöp İthalatı” başlıklı yazısı yarininkulturu.
org/ sitesinde 21 Nisan 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
2
BBC Türkçe.
1
158
AB dışı ülkeler tarafından çevrenin korunması için geliştirilen politikaların ve denetim mekanizmalarının etkinliğini
sorgulayarak Norveçli filozof Arne Næss tarafından ortaya
koyulan ‘sığ ekoloji’ kavramıyla çöp ve plastik atıkları düşünmeye çalışacağım. Çöpün (atığın) görünmezliğinin
çevresel ve politik sonuçları nelerdir? Türkiye’nin, dünyanın en büyük plastik atık ithalatçısı olmasının sonuçları
nasıl yorumlanmalı?
“Geri dönüştür!” Geri dönüşüm, çevreye verdiği zararla bilinen plastikle mücadele için kabul edilebilir bir çözümdü.
Sanırım geri dönüşüm dendiğinde hepimiz çevre için iyi bir
şey yaptığımızı düşünüyoruz. Türkiye’de ve birçok AB ülkesinde aynı oranda olmasa da plastiğin ayrıştırılıp
toplandığını biliyoruz. Peki plastik atık ticareti nereden
çıktı? Ülkeler kendi sınırları içinde ürettikleri plastik atıkları toplayıp ayrıştırarak geri dönüştürmüyor mu? Daha da
önemlisi, her ülke tükettiği plastiği geri dönüştürecek altyapıya sahip mi? Geri dönüşüm gerçekten düşündüğümüz
kadar işlevsel mi? Dünyanın en büyük plastik tüketicisi
olan bazı gelişmiş ülkelerde yeterli geri dönüşüm tesisi yok.3
Ayrıca, bazı hükûmetler atık yakma fırınlarının neden olduğu hava kirliliği nedeniyle ülkelerine atık yakma tesisleri
inşa etmek istemiyor.4 Eurostat’a göre, plastik ambalajların
yüzde 78,5’i AB’de ayrıştırılıp toplanıyor; ancak plastik
3
4
BBC Türkçe.
BBC Türkçe.
159
ambalajların yalnızca yüzde 41,5’i AB içinde geri dönüştürülüyor. Çok fazla plastik tüketen gelişmiş AB ülkeleri,
bölgelerinin ekosistemine zarar vermemek için tüm bu kirli
işleri kendi ülkelerinde yapmak istemiyor. Bunun bir sonucu da plastik atık ticareti.
Son yıllarda Türkiye, dünyanın en büyük plastik atık ithalatçısı haline geldi ve basında “Avrupa’nın çöplüğü” olarak
eleştirildi.5 Basında yer alan bu tür manşetler aslında küresel sistemi oluşturan merkez ve çevre (core and periphery)
ülkeler arasındaki ayrıma gönderme yapıyordu. Immanuel
Wallerstein tarafından geliştirilen dünya sistemleri teorisinde, çevre ülkeler (periphery countries), yarı çevre (semiperiphery) ve merkez (core) ülkelerden daha az gelişmiş ülkelerdir. Bu ülkeler genellikle küresel servetten orantısız
olarak küçük bir pay alırlar. Zayıf devlet kurumlarına sahiplerdir ve bazı dünya sistemleri teorisyenlerine göre daha
gelişmiş ülkelere bağımlılardır. Son dönemde dünyanın en
büyük plastik atık ithalatçısı olan Türkiye’nin, Wallerstein’ın çevre ülke tanımına yaklaştığı söylenebilir. Bu
durumda merkez ülkeleri temsil eden AB ülkelerinin, plastik atığın çevreye verdiği zararı bilmelerine rağmen, küresel
sistemdeki “merkezî” konumlarını kendi ekosistemlerini
korumak için kullandıklarını ve plastik atık ihraç ettiklerini
söyleyebiliriz. Burada çevresel adalet kavramını Wallerstein’ın dünya sistemleri teorisi ile ele almak istiyorum.
Çevresel adalet nedir? Defne Gönenç’e göre çevresel adalet,
5
Diken.
160
doğal kaynakların, ekolojik faydaların, çevresel tahribatın,
zararların ve risklerin toplumun farklı kesimleri arasındaki
dağılımını ve bu dağılımdaki siyasi süreçleri ve katılımcıları
inceleyen bir kavramdır.6 Öte yandan, çevresel adaletsizlik,
toplumun bazı kesimlerinin çevresel bozulmaya, tahribatlara ve risklere az/çok maruz kalması ve/veya doğal
kaynaklardan, güzelliklerden ve ekolojik faydalardan diğerlerinden daha az/fazla yararlanması durumunda ortaya
çıkar.7 Bu noktada çevre ve merkez ülkeler arasında uluslararası arenada gözlemlenen güç eşitsizliklerinin dünya
plastik atık ticaretine yön verdiğini ve çevresel adaletsizliğe
sebep olduğunu söyleyebiliriz. Plastik atık ticaretinin Türkiye için sonuçları nelerdir? Türkiye’nin ithal ettiği plastik
atık miktarı dikkate alındığında Türkiye’de ilgili kurumların gerekli denetimleri yaptığı söylenebilir mi?
Yine BBC Türkçe’nin Mayıs 2021 tarihli haberine göre,
Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, 2017’den bu yana Türkiye’de
bu atıkları geri dönüştürmek için birçok fabrika kurulduğunu, devletin bu fabrikalara getirilen her plastik atık için
ekonomik büyüme ve istihdam sağlamak amaçlı teşvik verdiğini söylüyor. Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’ya göre, devlet
tarafından verilen bu teşvikler merdiven altı birçok fabrikanın kurulmasına sebep oldu.8 Ayrıca BBC Türkçe’nin
Defne Gönenç, “Çevresel Adalet.” Çevre Hukuku ve Politikaları: Kavramlar, Teoriler ve Tartışmalar. Ankara: Seçkin,
2021, 83.
7
Gönenç, a.g.y., 83.
8
BBC Türkçe.
6
161
haberinde, Türkiye’nin AB ülkelerinden tonlarca plastik
atık ithal etmesine rağmen ilgili kurumların çoğunlukla gerekli kontrolleri yapmadığı ve ithal edilen tüm bu atıkların,
içinde yaşadığımız ekosisteme ya yakılarak ya da dökülerek
karıştığı bilgisi veriliyor. Uluslararası seviyede, merkez ve
çevre ülkeler arasındaki güç eşitsizliği yapısal sorunlara neden oluyor. Bunu Wallerstein’ın dünya sistemleri teorisi ile
açıkladım. Benzer şekilde, ulusal düzeydeki plastik atık ticaretinin sonuçlarına baktığımızda, uluslararası düzeydeki
çevresel adaletsizliklerin yerel sonuçları olduğunu görüyoruz.
Bu çevresel adaletsizliklerin olumsuz sonuçlarının uluslararası düzeyden ulusal düzeye sirayet etmesini önlemek için
başta Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olmak
üzere yerel kurumların Greenpeace Türkiye gibi çevreci sivil toplum kuruluşlarının raporlarını dikkate alan etkin bir
çevre koruma politikası geliştirmesi ve uygulaması gerekmektedir. Ama belki de öncelikle içinde yaşadığımız insanmerkezci çağı ve çevre sorunları karşısında üretilen geri dönüşüm gibi kısa vadeli ve yüzeysel çözümleri sorgulamalıyız. Bu bağlamda Norveçli filozof Arne Næss tarafından
ortaya koyulan ‘sığ ekoloji’ kavramından bahsetmek istiyorum. Næss, sığ ekoloji terimini ilk olarak 1972’de Bükreş’te
düzenlenen “Üçüncü Dünya Geleceğinin Araştırılması”
konferansında, sığ ekoloji ile derin ekoloji arasında ayrım
162
yaparak ortaya attı.9 Næss için sığ ekoloji, çevre sorunlarına
kısa vadeli ve oldukça yüzeysel bir yaklaşım sunuyordu.
Bunlar arasında geri dönüşüm, elektrikli araba kullanma,
enerji tasarruflu tüketim ürünleri satın alma gibi girişimler
vardı. Bu yaklaşımlar ne kadar yararlı olsa da “insan-merkezci, fosil yakıta bağımlı, tüketici odaklı yaşam
tarzlarımızla kendimize çok az sıkıntı vererek ve dünyada
bulunan diğer tüm canlıları düşünmeden devam etmemizi sağlıyor” (Ceylan, Derin Ekolojiyi Anlamak).
Benzer şekilde, dünyadaki güç dengesizlikleriyle şekillenen
geri dönüşüm mitinden doğan plastik atık ticareti, ülkelerin çevre sorunlarına derin çözümler aramak yerine
ekosistemimiz pahasına sistemsel sürekliliğe öncelik verdiğini gösteriyor. Sonuç olarak, gerek Türkiye gerekse gelişmiş ülkeler bağlamında plastik atık sorunuyla karşı karşıya
kalındığında, uluslararası ve yerel kurumlar, Næss’in derin
ekoloji kavramına göre oluşturulan yeni bir paradigmayı
benimsemeli ve uygulamalıdır.
Cansu Ceylan, “Derin Ekolojiyi Anlamak.” https://thepentacle.org/2023/04/02/derin-ekolojiyi-anlamak/ (2023).
9
163
KAYNAKLAR
Ceylan, Cansu. “Derin Ekolojiyi Anlamak.” https://thepentacle.org/2023/04/02/derin-ekolojiyi-anlamak/ (2023).
Gönenç, Defne. “Çevresel Adalet.” Çevre Hukuku ve Politikaları: Kavramlar, Teoriler ve Tartışmalar. Ankara:
Seçkin, 2021.
Wallerstein, Immanuel. World-Systems Analysis: An Introduction. Duke: Duke University Press, 2004.
“Plastik atık ticareti nedir, Türkiye nasıl en çok atık alan ülkelerden biri oldu?” https://www.bbc.com/turkce/haberlerdunya-57142579. (Erişim: 19 Nisan 2023).
Luis I. Pradanos. Postgrowth Imaginaries: New Ecologies and Counterhegemonic “Culture in Post-2008 Spain.
Liverpool: Liverpool University Press, 2018.
164
OPERADA KADIN BESTECİLER
VE KENDİ ODASINI
VAR EDEBİLENLER
Melissa Aykul1
İflah olmaz bir sonbahar romantiği olduğum için
ekinoksun gelişi ile Nat King Cole’dan Autumn Leaves dinlemeyi severim, öyle ki kimileri için ilkbahar gelmişçesine çocuklar gibi şenim; çünkü bilirim ki sonbahar beni
daha neşeli ve çalışkan yapar. Daha ne isterim? İneceğim
durak ve evimin kapısı arasındaki süre ise kritik. Adımlarımı ve seçeceğim parçaları öyle ayarlamalıyım ki kapıya
vardığımda parçanın da sonu gelmeli. Gelmeyeceğini hissettiğim noktada süratimi düşürmem ya da yolumu
uzatmam gerekebilir. Tabii müziği durdurmayıp direkt
odama çıkmayı da tercih edebilirim; ama ev arkadaşınızın
küçük bir kızı var ve anahtar sesini duyar duymaz sizi kapıda karşılıyor ise bunu yapmak büyük kabalık. Yürümeyi,
müzik dinlemeyi ve bu ikisini aynı anda yaparken düşünmeyi çok seviyorum. İşbu yazının konusu da sonbaharın
olabilecek en güzel haline geldiği bir ekim günü, West Lafayette’in kırmızıya dönmüş akçaağaçları arasında, sık kulFreie Universität Berlin Fizik Bölümü’nde araştırmacıdır. Yazarın “Operada Kadın Besteciler ve Kendi Odasını Var
Edebilenler” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 28 Nisan 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
165
landığım müzik platformunun hazırladığı liste kulağımda,
evime doğru yürürken ortaya çıktı. Bu listede Nat King
Cole yok. Hayatta sadelikten ve sakinlikten yana olan ben,
sanatta Barok döneme bayılıyorum ve o gün, Antonio Vivaldi’den Autumn I Allegro ile yere düşen yaprakları
kutluyorum ve diyorum: “Ne de güzel düşmüşsünüz, turuncudan kırmızıya dar bir spektrum ama hoş bir renk
paleti.” Demiştim ya, çocuklar gibi şenim. Fakat şu dikkatimi çekiyor; bu listedeki bestecileri çok iyi tanıyorum ama
içlerinde tanıdığım bir kadın besteci yok. Orta Çağ’ın buhranında kendini hezarfen olarak var edebilmiş Hildegard
von Bingen’i biliyorum, tamam. Fakat bu liste gerek Barok
gerek Klasik ve Romantik dönem bestecilerinden oluşuyor
ve listede kadın besteci göremiyorum. Kapının önündeyim,
müziği durduruyorum ve anahtarı çeviriyorum.
“Kendi kapımın basamaklarına vardığımda, dahası,
bir yüz yıla kadar kadınlar korunan cins olmaktan çıkmış bulunacaklar, diye düşündüm. Sonuçta bir
zamanlar kendilerinden esirgenen tüm eylemlere ve etkinliklere katılacaklar.”
(Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf, Eylül 1929)
O sırada Virginia Woolf da nehir kıyısındaki evine dönüyor. Viktorya döneminin kadına dikte ettiği toplumsal
rollere inat, Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde edebiyatta
neden kadın yazarların sayıca az olduğunu sorgulayıp yazar
olabilenlerin de eril tahakküm altında var olabilme çabasını
bize oda metaforu üzerinden açıklıyor. Ben de Woolf’tan
bir yüzyıl sonra odamın kapısındayım, laboratuvardan eve
166
dönüşlerimde vaktimin çoğunu geçirdiğim, okuduğum,
yazdığım, çizdiğim, önünde kırmızıya dönmüş akçaağacı
olan odam. Çemberi daraltıyorum, yol üstünde başlayan
sorgulamalarım merdivenden çıkarken “Neden kadın
opera bestecileri az ve besteci olanlar ne şartlar altında başarılı olabilmiş?” sorularına evriliyor, penceremi hafif
aralıyorum, güzel bir esinti var ve bilgisayarımı açıyorum.
Size bu yazıda, bugüne dek karşıma çıkmış tüm kadın opera
bestecilerine kısaca yer vermek yerine, odaklandığım iki
isimden bahsetmek istiyorum. İlki 17. yüzyıldan Francesca
Caccini, diğeri ise Woolf’a da ilham vermiş Ethel Smyth.
Tabii önce yaşadıkları dönemde kadın olarak var olabilmeyi ve toplumun kadına bakış açısını açıklamak daha
yerinde olur diye düşünüyorum.
Opera, ilk olarak Jacopo Peri ile Rönesans’ın sonunda Floransa’da ortaya çıkıyor ve Barok Dönem boyunca Medici
ailesinin de desteği ile gelişmeyi sürdürüyor. “Concerto
delle donne” adı verilen kadın vokal grupları sayıca artmaya
başlıyor. Bu önemli; çünkü Erken Barok Dönemi’ne dek
yalnızca erkekler ve rahibeler müzik eğitimi alabiliyor.
1600’lerde Venedik’te yetim çocukların öğrenim gördüğü
“ospedale” adı verilen manastırlardan da bahsetmek istiyorum, zira varlıkları beni bir nebze mutlu ediyor. Yetim kız
çocuklarına din eğitiminin verildiği bu okullar aynı zamanda konservatuar işlevi görüyor. Örneğin, Ospedale de
Medicanti’den, yazdığı bir mektupta kadınların sanatsal
duyarlılığını ve zekasını aşağılayan J. J. Rousseau’yu hayran
bırakacak sesler çıkıyor, çevre ülkelerden besteciler bu kız
167
çocuklarını dinlemek için Venedik’i ziyaret ediyor. Bir
nebze diyorum, çünkü kız çocuklarının bazı enstrümanları
çalması hoş karşılanmıyor. Çellonun prototipi diyebileceğimiz “lirone” ya da diğer adı ile “lira da gamma” toplumun
nezdinde onları ahlaksız yapan enstrümanlardan yalnızca
biri.
Venedik’in zat-ı muhteremleri toplumun kurallarını yazarken Floransa’da Francesca Caccini ilk kadın opera bestecisi
olarak ortaya çıkıyor. İlk sahne deneyimini aile üyelerinden
oluşan Concerto Caccini topluluğu ile 1. Ferdinando de
Medici’nin önünde elde ediyor. Jacopo Peri’nin, Maria de
Medici’nin ve 4. Henry’nin düğünü onuruna bestelediği Euridice operasında koroda yer alıyor. Ardından
Fransa’dan gelen davet üzerine Concerto Caccini ile turneye çıktığında kendisine 4. Henry tarafından “La
Cecchina” adı veriliyor. Saray orkestrasında müzisyen olması için 4. Henry’den davet gelse de ailesi ile Floransa’ya,
Riccardi Sarayı’na dönüyor. Burada tanışıp evlendiği müzisyen eşi ile turnelere çıkıyor ve 1625’te, Polonya prensi 4.
Ladislaus’un ziyareti üzerine librettosunu Saracinelli’nin
yazdığı La liberazione di Ruggiero dall’isola d’Alcina’yı
(Ruggiero’nun Alcina Adasından Kurtuluşu) besteliyor.
Caccini’nin bu operası günümüze dek ulaşabilmiş tek eseri.
İlk operalar mitolojiden beslenirken Caccini’nin eseri, konusunu Rönesans şairi Ludovico Ariosto’nun epik
şiiri Orlanda Furioso’nun (Çılgın Orlando) 6., 7. ve 8. kantosundan alıyor. Operanın başlığından anladığımız üzere
168
eserin protagonisti Ruggiero, antagonist olarak ise Alcina’yı görüyoruz. Melissa ise Ruggiero’yu Alcina’dan
kurtarmaya çalışan büyücü rolünde karşımıza çıkıyor. Caccini’nin başarısında müzisyen babasının rolü de mutlaka
önemli ama hangi dönem olursa olsun klasik müzikte adınızı duyurmak istiyorsanız turnelere çıkmak, çevrenizi
genişletmek zorundasınız. Kadının yerinin evi olduğu bir
dönemde, erkek egemen bir mesleği icra etmek kolay olmasa gerek. Barok Dönem’de kadınları daha çok operalarda
ve madrigallerde vokal olarak görebiliyoruz. Caccini’nin
asıl başarısı ise besteci kimliğiyle öne çıkmış olması. Aşağıda, Caccini’nin en sevdiğim aryasını bulabilirsiniz.
(Acaba neden?)
Bu yazıda yer vermek istediğim bir diğer isim ise Ethel
Smyth (1858-1944). Smyth’in hayatının büyük bir kısmı
Londra’da, Viktorya Dönemi’nde geçiyor. Önce Viktorya
Dönemi’nden biraz bahsetmek istiyorum. Smyth’in çocukluğunda kızların her zaman daha aşağıda olduğu kabul
edilirken oğlanlar bağımsızlıklarını geliştirmeye teşvik ediliyordu. Öyle ki bu dönemde kız çocuklarının
yetiştirilmesine dair makaleler ve kitaplar literatüre girmişti. Örneğin, Sara Stickney Ellis’in The Daughters of
England (İngiltere’nin Kızları) adlı kitabı ebeveynlere tavsiye niteliğinde idi. Kız çocuklarına ev işleri öğretilir, bilim
ya da mühendislik gibi alanlarda eğitim görmelerinin feminenliklerine zarar vereceği düşünülürdü. Ellis’e göre, bir
noktaya dek entelektüel uğraşlar kabul edilebilirdi, en azından gelecekteki eşlerini dinlerken konuya yabancı
169
kalmamaları için. Toplum için güçlü kadın; dobra, küstah,
kibirli, inatçı, topluma aykırı olan demekti. Bilgili ve başarılı olmak ise yalnızca erkeklere atfedilirdi. Buna rağmen bir
kadının sanata ve müziğe aşina olması, bilime ve mühendisliğe ilgi duymasından daha kabul edilebilirdi, ne de olsa
çocuklarını ve eşini eğlendirebilirdi; ancak yine de sanatta
profesyonel düzeyde ilerlemek istemese iyi olurdu çünkü
evini, eşini ve çocuklarını aksatırsa toplumun dayattığı ideal kadın imajından aforoz edilirdi.
Ethel Smyth böyle bir ortamda çocukluğunu ve gençliğini
geçirdi. Her ne kadar ailesi istemese de 17 yaşında Leipzig
Konservatuarı’nda müzik eğitimine başladı. Brahms ve
Clara Schumann ile tanıştı. Grieg, Dvorak ve Tchaikovsy
ile aynı havayı soludu. 1878’de bestelerini kendi ismi ile yayımlatmak istese de reddedildi. 50 yıl önce Fanny
Mendelssohn’un erkek kardeşi Felix’in adıyla, Clara Schumann’ın ise eşiyle bestelerini yayımlatabildiği bir dönem
için Smyth’inki oldukça marjinaldi. Shakespeare’in Antony
ve Cleopatra’sına bestelediği uvertür olumlu eleştiriler aldı,
daha sonra bestelediği Mass in D ise Beethoven’ın Missa
Solemnis’i ile karşılaştırıldı. 1890’da İngiltere’ye dönüp bir
süre ailesi ile yaşadı. Sonrasında Frimhurst yakınlarındaki
küçük kulübesinde çalışmalarını sürdürdü. İlk operası Fantasio 1898’de prömiyer yaptı ve sonrasında 2.
operası Der Wald, 1902’de Berlin Operası tarafından sahnelendi. Kadınlara en fazla iyi bir eş ve anne rolünün
biçildiği bu dönemde, Smyth’in kendi odasını inşa edip yetişkinliğinde bestelediği Der Wald operası, New York
170
Metropolitan Opera tarafından sahnelenen, bir kadın tarafından bestelenmiş ilk opera olacaktı.
Operalarının librettoları Henry Brewster tarafından Almanca yazılmıştı; çünkü Royal Opera, yeni bestecilerin
eserlerini sahnelemekten imtina ediyordu. En azından Almanca librettolar ile Kıta Avrupası’nda tanınabilirdi.
Başarıyı yakaladığı 3. operası The Wreckers’ın librettosu ise
yine Smyth’in Cornwall kıyısında yaptığı bir geziden aldığı
notları dostu Henry Brewster’a göndermesi üzerine Fransızca yazıldı, sonra İngilizceye çevrildi. The Wreckers, Musical Times tarafından “Müzikteki harika eserler
arasında sayılması gereken, çok az modern operadan
biri” olarak nitelendirildi. Tüm bunlar olurken maestrolar
ile sorunlar yaşıyordu. Leipzig’teki maestronun, The Wreckers’ın 3. perdesini oldukça karmaşık yönettiğini fark etti.
Ertesi gün, birlikte çalıştığı şeflere bu konu ile ilgili notlar
gönderdi; ancak geri dönüş alamadı. Bunun üzerine bir sabah partisyonlarını orkestradan geri aldı ve konserini iptal
ederek Prag’a geçti. The Wreckers’ın Londra’da sahnelenmesini çok istiyordu. Birkaç arkadaşının araya girmesi ile
sahneleyebildi. Londra’daki konserinden etkilenen arkadaşı Mary Dodge’un, daha rahat çalışabilmesi için hediye
ettiği evde ölümüne dek yaşadı. 1913’te duyma yetisini kaybetmeye başladı, buna rağmen Fete Galate ve Entente
Cardiale ismini verdiği iki opera daha besteledi. Bu süreçte
süfrajet hareketinde aktifti. Oy kullanma hakkını isteyen
kadınlar için bestele-diği The March of the Women (Kadınların Yürüyüşü), süfrajet hareketinin marşı oldu.
171
Bakan Lewis Harcourt’un penceresine taş attığı için tutuklandı ve hapse atıldı. Orkestralarda daha fazla kadının
istihdam edilmesi için makaleler yazdı, kampanyalar yürüttü. Besteciliğinin yanında kadın yazarların ve
müzisyenlerin biyografilerini yazdı. Woolf’un dostluğundan oldukça etkileniyor ve onunla sürekli fikir alışverişinde
bulunuyordu. Özetle Smyth, döneminin “kadın” anlayışına meydan okudu.
Latincede “boş zaman” anlamına gelen sevdiğim bir kelime
var: “otium”. Otiumu en verimli şekilde kullanmanın yolu;
kişinin, yapmakla mükellef olduğu işlerden arta kalan zamanını entelektüel uğraşlarına ayırabilmesi. En azından
benim için. Fiziksel ya da zihinsel emeğin gerektiği bir
alanda kendini var edebilmek de otiumu en verimli şekilde
kullanabilmekten geçiyor. Francesca Caccini ve Ethel
Smyth kendi odasını var edebilenlerden ve Woolf haklı; kadının kendine ait bir odası olabilmeli ki entelektüel uğraşına ayırabileceği otiumu olsun. Yukarıda alıntıladığım cümlelerde bir yüzyıl sonrasından umutlu, kadınların kendilerinden esirgenen tüm eylemlere ve etkinliklere katılabileceğini düşünüyor. Kırmızı yapraklı akçaağacı gören odamda,
oturduğum noktadan Eylül 1929’a baktığımda iyimser olmakta da haklı. Çalıştığım alanın en iyi okullarından
birinde, kimilerinin “erkek mesleği” olarak gördüğü havacılık mühendisliğinde araştırma yapıyorum, kendime ait
bir odam var, otiumumu kendimce en doğru şekilde kullandığıma inanıyorum. Fakat içinden geldiğim toplumun
nezdinde fikirlerimin, merakımın ve literatüre katkımın bir
172
ehemmiyeti olmadığını gördüğüm anlar da oldu. “Erkek
gibi kadın” değilseniz ve naif, sakin, sade biriyseniz hoş geldiniz, Hugovari bir sefilliğin içindesiniz, belki de Sefiller’de
bir yan karaktersiniz. Bunun yanında toplumun kadına
yüklediği sorumluluklar, onları kendilerini gerçekleştirmekten, kıyıda köşede bulduğu otiumunda çevreye kulak
tıkayarak ilerleyebilmekten alıkoyuyor. Toplumun nesilden nesile çeyiz gibi taşıdığı sıfatlar sandığından payıma
düşenler de kibirli, ukala ve asi oluyor. Bilgisayarımı kapatıyorum, West Lafayette’de güneş batıyor, odamın içi
serinlemiş. Ben penceremi kapatana dek kırmızı bir akçaağaç yaprağı masama düşüyor.
Not: Okuyucuya ipucu vermeyi pek tercih etmem; ancak bu yazıda vermek istiyorum. Sonbahar boyunca
akçaağaç yaprağı sarıdan kırmızıya renk değiştiriyor.
Kırmızı akçaağaç yaprağı ise Japon kültüründe sabrı ve
dayanıklılığı sembolize ediyor.
173
KAYNAKLAR
Woolf, V. Kendine Ait Bir Oda, İstanbul, İletişim Yayınları,
2022.
Gorham, D. The Victorian Girl and The Feminine Ideal, London: Routledge Library Editions: Women’s History,
1982.
Cusick, S. G. Francesca Caccini at the Medici Court, Chicago,
IL: The University of Chicago Press, 2009.
Clements, E. Virginia Woolf, Ethel Smyth, and Music: Listening as a Productive Mode of Social Interaction, Baltimore, MD: The John Hopkins University Press, 2005.
Moon, M. S. The Organ Music of Ethel Smyth: A Guide to Its
History and Performance Practice, Bloomington, IN:
Indiana University Press, 2014.
Beer, A. Sounds and Sweet Airs: The Forgotten Women of Classical Music, London: Oneworld, 2016.
Letzter, J., Adelson, R. French Women Opera Composers and the
Aesthetics of Rousseau, Feminist Studies Inc., 2000.
McVicker, M. F. Women Composers of Classical Music, London:
McFarland, 2011.
Colin, C. A. Exceptions to the Rule: German Women in Music
in the Eighteenth Century, Los Angeles, CA: UCLA
Historical Journal, 1994.
Alexander, R. J., Savino, R. Francesca Caccini’s Il Primo Libro
Delle Musiche of 1618, Bloomington, IN: Indiana University Press, 2004.
174
Tonelli, V.M. Women and Music in the Venetian Ospedali, East
Lansing, MI: Michigan State University, 2013.
Wiley, C. Music and Literature: Ethel Smyth, Virginia Woolf,
and “The First Woman of Write an Opera”, Oxford:
Oxford University Press, 2013.
https://www.classicfm.com/discover-music/periods-genres/baroque/francesca-caccini-earliest-opera-womancomposer/ (Erişim: 25 Nisan 2023).
https://www.metmuseum.org/art/collection/search/21426
(Erişim: 24 Nisan 2023).
175
30 YILLIK UYKUSUNDAN
UYANAN HAZİNE:BOTTER HAN
Turan Farajova1
Asırlık Botter Han, 30 yılı bulan uykusundan nisan
ayında uyanarak tekrar şehrimize döndü!
İBB Miras tarafından restorasyonu devam eden 123 yıllık
Botter Han’ın giriş ve birinci katı ziyarete açıldı. Güzelleştirilmiş haline yönelik düşüncelerimden önce Botter’in
tarihinden kısaca bahsetmek isterim: 1900 yılında mimar
d’Aronco tarafından II. Abdülhamid’in terzisi Jean Botter
için inşa ettirilen Botter Apartmanı, Art Nouveau tarzdadır. Aynı zamanda ilk modaevi unvanını da taşıyan bina,
İstiklal Caddesi üzerindeki İsveç Sarayı’nın yanında bulunuyor. Botter Modaevi, 1901 yılında, yani binanın inşasından bir yıl sonra açılır. Bir modaevi olmasının yanı sıra
defilelerin de gerçekleştirildiği binada Avrupa modasının
son kreasyonları da sergilenirdi. Dönemin giyim modasını
30 yıl boyunca belirlemiş olan Botter, saray eşrafından Atatürk’e, memurdan esnafa kadar her kesimden insanın giyim
tarzına etki eder. Apartman, 1917 yılında Botter Ailesi tarafından Mahmud Nedim Paşa’nın oğluna satılır.
İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde doktora öğrencisidir. Yazarın “30 Yıllık Uykusundan
Uyanan Hazine: Botter Han” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/
sitesinde 5 Mayıs 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
176
Jean Botter’in dönem modası açısından mihenk taşı olmasını sağlayan işlerinden biri de Osmanlı Devleti’nde
hazırlanmış ilk beyaz gelinliği Naime Sultan için tasarlamış
olmasıydı. Sultan II. Abdülhamid, Avrupa’da katıldığı bir
düğünde gelinin beyaz gelinlik giydiğini görür ve çok beğenerek kızı Naime Sultan’ın düğünde beyaz gelinlik
giymesini ister. Beyaz gelinliğin ilk kez giyildiği bu düğüne
kadar Osmanlı düğünlerinde genellikle kırmızı renkli elbiseler giyilirdi.
İşte tüm bu zengin tarihiyle Beyoğlu’nun en gözde noktalarından birinde yer alan Botter Han, ne yazık ki uzun yıllar
boyunca bakımsız ve atıl durumda kaldı. İyiden iyiye metruk hale gelen Botter, 2021 yılının şubat ayında başlayan
restorasyon çalışmalarına kadar artık bir hazine olmaktan
çıkmış, korkunç bir hal almaya başlamıştı ne yazık ki. Şehrin kültür varlıkları arasında ilk Art Nouveau örneği
olması, ilk modaevine ev sahipliği yapması gibi birçok özgün ve önemli özellikle öne çıkan Botter, Beyoğlu severlerin
her zaman odak noktasında oldu. Akıbetinin ne olacağını
merakla beklediğimiz, kimi zaman üzülerek kimi zaman
hayranlıkla baktığımız bu güzel ev, hak ettiği değeri görmeye başladı.
14 Nisan’da görkemli bir açılışla halka takdim edilen kültür
mirasımız, geçtiğimiz yıl restorasyon öncesi gerçekleşen
lansmanda gördüğüm halinden hayal edemeyeceğimiz aşamaya gelmiş. Zarif vitrayları, yüksek tavanları, eşsiz
manzarasıyla büyüleyen Botter, özenli çalışma sonrası güzelliğine güzellik katmışa benziyor.
177
Öncelikle yenileme çalışmalarında gözüme en çok çarpan,
aslının korunmasına verilen önem oldu. Yıpranmış duvarları, önceki yıllarda gerçekleşen restorasyon çalışmalarında
sıkça gördüğümüz şekilde yeniden sıvalamak yerine temizleyerek yaşanmışlıkların izini silmeden bırakmaları oldukça
şık olmuş. Tarihî yapıları güzelleştiren en önemli şeylerden
biri de bu yaşanmışlıklar değil midir zaten? İşte tam da merak ettiğim bu konu, tercih edilen yöntemle beni mutlu
etti. Eminim tarihî yapılarda yaşanmışlıkların izini arayan,
anılara dokunmayı bilen ve seven herkesin de hoşuna gidecektir.
Gelelim kullanım şekli hakkındaki görüşlerime… Son yıllarda kamu kurumları tarafından restore edilen birçok
tarihî yapının, halka açık alanlara dönüştürülmesinden oldukça memnun olduğumu söylemek isterim. Kültür
varlıklarının bireylerin inisiyatifine bırakılmayacak kadar
önemli bir konu olduğunu her zaman vurgularım. Maliklerin insafına bırakılan yapıların, çoğu zaman metruk
yapılara dönüştüğüne ne yazık ki şahit oluyoruz. Kamu kurumlarının bu konuda yetkiyi ele alması, gereken güçlendirme çalışmalarını yapması bile oldukça önemli bir konuyken bir de şehre geri kazandırılan yapıların halka açık hale
getirilmesi bu işi daha da cazibeli kılıyor. Kurumların tarihî
yapıları topluma geri kazandırma yarışını keyifle izlediğim
bu dönemde, Botter Han’ın hem sergi hem de Beyoğlu’nun
orta yerinde bir çalışma alanı olarak faaliyet gösterecek olması biz İstanbul severleri oldukça mutlu etti.
178
Casa Botter adıyla yaşamına devam edecek olan Botter
Apartmanı’nın giriş katı ücretsiz sergi alanı olarak dizayn
edildi. 14 Nisan-16 Temmuz 2023 tarihleri arasında ziyarete açık olacak olan Düşler, Hakikatler adlı sergi, Casa
Botter’in ev sahipliği yaptığı ilk sergi olarak kayıtlara geçti.
Melike Bayık küratörlüğünde hazırlanan sergi, farklı disiplinlerden sanatçıların eserleriyle rüya, hatırlama, canlanma
ve uyanış gibi soyut kavramları kullanarak gerçek bir uykudan dinlenmiş, kendisiyle ve sokakla bütünleşmiş olarak
uyanmayı odağına alıyor.
Ziyarete açılan bir diğer bölüm olan birinci kat, Art
Nouveau balkonuyla İstiklal Caddesi’ni seyretmek isteyenlerin ilk günden gözdesi oldu. İlk haftasında 100 bin insanı
ağırlayan Casa Botter’in en gözde noktalarından biri tartışmasız balkonu oldu diyebiliriz. Elbette sadece balkonuyla
değil, çalışma alanları ve İstanbul hakkında birçok bilgiye
erişilebilen kitaplığıyla da Beyoğlu’nda keyifli vakit geçirmek isteyenlerin uğrak noktası olacağa benziyor. Ayrıca
Papier Atelier’nin uluslararası camiada da oldukça beğeni
toplayan Anka Kuşu eseri, sizi bu katın girişinde zarafetiyle
karşılıyor.
Restorasyon sürecinde en merak ettiğim konulardan bir diğeri de binanın asansörüydü. Eski Beyoğlu evlerinde rastladığımızda oldukça mutlu olduğumuz tarihî asansörlerden
biri de Botter’de bulunuyor. Henüz yeniden çalıştırılmamış olan asansörün, restorasyondan sonra açılıp açılmayacağı belli değil. Kim bilir? Belki bu zarif asansör de yeniden
çalışır ve bizi zamanda yolculuğa çıkarır…
179
Henüz restorasyonu tamamlanmamış diğer katların akıbetini sabırsızlıkla beklediğimiz Botter Han’la ilgili ilk
izlenimlerim bu şekildeydi. Gitmek isteyenlere önerim, binayı gezerken dönem ruhunu hissetmeleri olacak. Sayıları
çok az kalan eşsiz kültür varlıklarımızı geri kazandıktan
sonra unutmamak, ruhunu anlamak, sahip çıkmak bu güzel emanetlere yapabileceğimiz en büyük iyilik olacaktır.
İBB Miras başkanı Sayın Oktay Özel’in açılış günü dediği
gibi, “Biz yaptık, sizlere emanet ettik. Bundan sonra bu yapılar size emanet.” Zaten şehremaneti yani emanet şehir de
böyle bir şey değil mi? Yöneticiler ve halk olarak el ele verip
daha nice güzellikleri sahipleneceğimiz günleri görmemiz
dileğiyle…
180
FOTOĞRAFLAR2
Fotoğraflar telif hakkına sahip olup yazarın kendisi Turan Farajova’dan temin edilmiştir.
2
181
182
183
NASIL BİR YARIN?
Batuhan Aksu1
Yüzyılımızın ilk 22 yılı, dünyayı şekillendiren ve
dünya karşısında şekillenen insanlığın tarihî eşikleri teker
teker geçmesine sahne oldu. İnsanlık, karanlık bir galaksi
denizinin içinde bazen yanan bazen yüzen ışık kümeleri
olan yıldızların arasında yalnızlığıyla yürüyen bir dünyanın
düşünebilen sakinleri. Yaşadıklarımızı tasvir ve yaşayacaklarımızı tahmin etmeden önce önemli bir noktayı hatırlayalım. Bir kelimenin köküne inmek, bir kaleyi temelinden
kuşatmak gibidir. Kelimelerin köküne doğru indikçe, kelime kendi kabuğundan sıyrılır, kavuşmak için soyunur. Bir
kelimenin kökünü anladığımız an zihnimiz kelimeyle evlenir. Kale kilidini, kelime kendisini sunar. İnsan kelimesinin
kökü ise “unutmak” (nisyan) fiili. Latincedeki bir tabir de
bu tanımı tamamlar: “Nomen est omen” yani ismin senin
işaretin. Bu anahtar kelime sanki şunu hatırlatır: “İnsan”
kelimesi unutmaya işaret eder ve belki de insanlık unutmamak için dünü yazar, bugünü yaşar ve yarına yürür. Bu
sebeple insan, “geçmiş zamanın” selinden bir avuç hatırayı
elinde tutar ve yarına uzatır. Bu denemede benim teşebbüsüm unutmamak için dünyamızın son 22 yılının ruhunu
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisidir. “Nasıl Bir Yarın?” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 12 Mayıs 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
184
anlatmak ve “yarının kültürünü” anlamaya çalışmak. Bu
deneme, yazarının yaşadığı yurdu ve kenti ihmal ediyor.
Vatan ve şehir kümelerini aşarak bu kümelerin hepsini içine dolduran dünya çuvalını ele alıyor.
DEMOKRATİKLEŞEN VE TEKELLEŞEN
TEKNOLOJİ
Geçmiş 22 yıldaki teknolojik gelişmeler insanlığın
ilerleyişine umut dolu sinyaller sundu. Yeni bir milenyuma
girmenin de heyecanıyla 1 Ocak 2000 sabahı geç uyanan,
ekonomik alım gücü oldukça kuvvetli bir dünya vatandaşını hayal edin. Bu insan masa başına oturduğu zaman
karşısında beş kilodan ibaret kocaman bir masaüstü bilgisayar bulacaktı. Windows 98 işletim sistemine sahip bilgisayarıyla yavaş interneti kullanıp sınırlı bir yelpaze arasından
bilgiye ulaşmak isteyecekti. 413 milyon internet kullanıcısından biri olmasına rağmen neden her şey kör bıçağın
hafifçe zedelediği bir damardan akan kan gibi yavaştı? Cevabı, Bill Gates’in kara yol kapaklı kitabı The Road
Ahead’de (1995) arama macerasını “Dünya aslında yuvarlak değil” diyenlere bırakmak hayırlı olacak. Bu insanın
Apple’a büyük bir rağbet göstermediğini düşünmek mümkün. Zira 1990’larda devamlı gerileyen müessese, 1997’den
sonra toparlansa dahi mazideki itibarını henüz tamamıyla
tesis edememiş, teknolojik istidadını tekrar ispat edememişti. 700 MB hafızaya sahip CD-ROM’lar ve disketlerin
yaygınlaşmasına paralel olarak birkaç GB hafızaya sahip
olan DVD’ler henüz 1996’da icat edilmişti. Böylece, dünya
vatandaşının masasında bir yığın disket kutusu ve CD185
ROM paketinin varlığını tahayyül etmek makuldür. Şu
noktayı hatırlamak gerekir ki bu insan Windows 98 sistemli bilgisayarını asla kâfi göremeyecek; ansiklopedi,
gazete ve televizyon gibi öğrenim ve iletişim vasıtalarını
kullanmayı ihmal etmeyecekti. 1999’un sonunda basılan almanaklar ise başucu kitabı olacaktı.
Elinde tuttuğu cep telefonunun her geçen yıl popülerleşen
Nokia’ya ait 3210 model olduğu farz edilebilir. Mart
1999’da piyasaya sürülen Nokia 3210 yeniliklerin müjdecisi ve ilerlemenin mübeşşiri yani habercisi sıfatını
kendinde tutabilecek birçok vasfa sahipti. Resimli mesaj
yüklenebilen, 270 saate kadar konuşulabilen ve üç farklı
oyun oynanabilen bu model, 160 milyon alıcısıyla en çok
satılan cep telefonuydu ki 2000 yılında dünyada cep telefonu sayısı topyekûn 738 milyon olacaktı. Bundan böyle
muadillerini senelerce raflarda beklettirecek bir teknoloji
titanı ve iletişim ahtapotu vardı. Öyle ki bu satış rekorunu
yine 2003’te Nokia 1100, 250 milyonun üzerindeki satışıyla tazeleyecekti. Televizyonlar ise tıpkı bilgisayarlar gibi
küp şeklinde ağır bir kutuydu. Yine de yukarıda bahsedilen
insan, akşam evine gelince birkaç saat bu kutunun kuyusuna eğilerek eğlence yudumlayabilirdi.
Nihayet bu insanı 2022’ye getirince hayatında nelerin değiştiğini tasavvur etmek için yukarıda bahsedilen marka ve
modellere dönüş yapmak lazım. 6 milyar insanın dünyada
nefes aldığı 2000’de 738 milyon cep telefonu tedavüldeydi.
Yani, dünya vatandaşımız cep telefonuna sahip olma açısından küredeki en şanslı kişilerden biriydi. Mamafih, 20 yılda
186
telefon sayısı 10 kat artarak 2021’de 7 milyar eşiğini geçti.
Son 22 yılda icat edilen ve inanılmaz bir hızla imal edilen
akıllı telefon kullanıcısı sayısı ise 6,5 milyara erişti. 2000’in
imtiyazı, 2022’nin ihtiyacı olmuştu. Teknolojinin
tekâmülü bir statü sembolünü hayatın orta noktasına fırlatmıştı. Bugün insanların yüzde 83’ü akıllı telefona, 91’i
ise cep telefonuna sahip. Her evrimin bir mağlubu, her devrimin bir mahsulü olacaktı. Nokia’nın giderek silinişi ve
Apple’ın silkinerek yükselişi geçen 22 yılın önde gelen mağlup ve galiplerini işaret ediyor. Amazon ve Tesla gibi şirketler zuhur edip büyümekle kalmadı, devasa monopoliler haline geldi. Tam bir tezat olmak üzere büyük şirketler
konglomerasından halka inelim. 1999’da insanların yüzde
4,6’sı internet sahibiyken 2020’de bu oran yüzde 60’a
ulaştı. İnternet kullanıcı sayısı 2000’de 413 milyonken
2005’te 1 milyar eşiğini geçti. Bugün ise internet kullanan
5 milyardan fazla insan var. Geçen 22 yıl bize iki farklı senaryo gösteriyor: Demokratikleşen bir teknoloji ve tekelleşen bir bilgi kontrolü mekanizması. Bir yandan bilgiye erişmek her geçen gün kolaylaşıyor ama diğer yandan bilgiye
ulaşmayı kontrol eden şirketlerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. 1999’da internet ve cep telefonu sahibi olan yukarıdaki
zat bugün belki de böyle bir şirkette terfi alarak LinkedIn’de ilan etmiştir, kim bilir? Aksi takdirde 2008 ve
2020’deki krizlerle sallanıp yerinde sayması ve son çare olarak Apple Watch ile oynaması da muhtemel. Amiyane ve
bazen pespaye bir LinkedIn sertifikası ve “Gülerseniz hayat
187
da size güler” diyen bir TED konuşması moral kaynağı olarak yetmez mi?
Şimdi müstakbel mesleki pelerinimi (inşallah tarihçilik) çıkararak ve sadece geçmişin bana sunduğu bazı bilgilere
dayanarak tahmin etmek istiyorum. 19. yüzyılın sonu ve
20. yüzyılın başında da teknolojide benzer bir sancı vardı.
Bu devirde demiryolu ve otoyol ağları bütün dünyayı örerek sadece seçkin şahsiyetleri değil sıradan insanları da
birbirine hızla ulaştırdı. Buna ulaşımın demokratikleşmesi
denebilir. Lakin, J. P. Morgan ve John Rockefeller’in öncülüğünde kurulan monopoli ve trust’lar (bir nevi birleşen
korporasyonlar) bu ulaşım ağının beynini kontrol eden kişi
sayısını hızla azaltıyordu. ABD ve Avrupa’da yüzlerce müteşebbisin beraber başlattığı demiryolu projelerinin nihai
ve yegâne tamamlayıcısı bir avuç şirket oluyordu. Böylece,
trust mekanizması dolaşımdaki halkı kontrol edebilir bir
mahiyet alarak cemiyeti yönlendiren bir organa dönüştü.
Bu, “modern devlet” için esaslı bir tehditti ve devletler birçok tedbirle tekellerin gücünü II. Dünya Savaşı’nın sonuna
kadar kısmen kırabildi. Son 22 yılda gürbüzleşen teknolojinin yarını için de buna benzer bir senaryo düşünüyorum.
10 yıllık kripto para teknolojisi ve merkezî devlet bankalarının buna verdiği tepkiler fikrimi destekliyor. Herkesin
erişimine açık olan bir sanal para âleminin damarlarını
kontrol eden beynin Pandora’nın kutusunda cilveyle saklanması ne hazin. Dünün teknolojik kavgasının merkezi,
ulaşımın demokratikleşmesi ile tekelleşmesi arasındaki gerilimdi. Yarının çatışmasının fay hattı, erişimin demokra188
tikleşmesi ile tekelleşmesi arasındaki çekişme. Mars’ın hayalperesti, Tesla’nın kadim ve Twitter’ın taze sahibi ile
Biden Hükûmeti arasındaki mücadeleye benzer birçok mücadele birçok farklı aktör arasında farklı zemin ve
zamanlarda tekrar edebilir. Şirketler ile devletlerin global
savaşlarında veya şirketlerin lokal savaşlarında galip kim
olursa olsun sıradan insanlar nerede yer alacak? 21. yüzyıl
boyunca teknolojinin paletinden bizi kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı eserler çıkacak. Mesele şu ki, bu cilveli güzellerin
resimlerini kim çizecek? Yarın bize iyimser bir ihtimal teklif
ediyor ama aynı zamanda kötümser bir çöküşü de sunuyor.
Bence, ihtiyatlı bir iyimserlikle yarına bakabiliriz. Elektronik arabaların hem iklim değişikliğiyle mücadele etmesi
hem de (21. yüzyıl boyunca hızla düşeceğini düşünsem de)
fiyatlarının cep yakması ihtiyatlı iyimserliğin güzel bir timsali değil mi?
SİYASET VE SAVAŞ: DÜDÜKLÜ
TENCERELER
Soğuk Savaş’ın sona ermesi sayesinde 2000 yılında
bilim insanları, diplomatlar ve siyasetçiler yeni yüzyıl için
gayet iyimser yorumlar yapıyordu. 1995’te Bosna’da,
1999’da Kosova’da yaşanan katliamlara rağmen ABD ve diğer NATO ülkeleri için Berlin üzerinden politik duvarlar
yıkılmış, Doğu bloğu tamamen zapt edilemese bile zayıflatılmıştı. Kapitalist sisteme alışma yolunda Çin, muhteşem
bir partner; Rusya, muhtemel bir müttefik olabilirdi. Bu
esnada, eşitsiz büyüme tuzağına rağmen neoliberal ekonomi, kısa vadede kârlı teklifleriyle ABD’de Cumhuriyetçi
189
Reagan-Bush (1980-1992) ve Demokrat Clinton (19922000) hükûmetleri altında popüler oldu. İngiltere’de bu iktisadi modelin sancaktarı Thatcher-Major (1979-1997)
hükûmetleri idi. Bu optimizm meltemi arasında bir hadise
öyle bir anafora yol açtı ki 2022’nin dünyası hâlâ o girdabın
büyülü sihrinden ve büyük tesirinden çıkmaya çalışıyor. Bu
satırların yazarı 11 Eylül 2001’i hatırlamasa da bu kanlı günün çift başlı neticesi Afganistan-Irak Savaşları’nın zuhuru
(2003) onun hayata dair hayal meyal de olsa ilk intibalarından birisidir. Bu savaşlar, tarihin sonunu müjdeleyen
masalları spekülasyonlar müzesine bile kaldırmadı, geçmişin ninniler çöplüğüne fırlattı. Diplomaları müphem ve
meçhul, kerametleri kendinden menkul bazı sözde Orta
Doğu uzmanları dışında bu ninniler 2022’de kimseyi uyutamıyor. Bununla beraber, yine bazı Orta Doğu
uzmanlarının Ukrayna hakkında ufuk turuna çıkaran (!)
yorumları istisna tutulursa III. Dünya Savaşı’nı gösteren
hiçbir işaret bulunamıyor.
2001’le birlikte 21. yüzyılın başında askerî karşılaşma ve çatışmaların mihveri Balkanlar’dan Orta Doğu’ya kaydı.
Yazının başında bahsedilen kişi, önündeki 20 yıl boyunca
önce gazetelerden sonra sırayla televizyon, bilgisayar ve
akıllı telefonundan Mezopotamya hattı boyunca savaş faylarının sık sık çatırdadığına şahit oldu. Savaşın şapkasından
neler çıkmıyordu ki? Bombalı eylemler, bitmeyen idamlar,
aşırıcı hareketler, kaybedilen hak ve hürriyetler… Kanlı
oyunun ilk perdesi Irak’ta sekiz sene sürdü (2003-2011). 20
yıl devam eden ikinci perdenin merkezi ise Afganistan’dı
190
(2001-2021). Bu iki savaş küçük küremizin sakinlerine askerî kuvvete sahip olmanın mutlak muvaffakiyet manasına
gelmediğini gösterdi. Aksine, bu iki örnek Soğuk Savaş sonrası karanlıkta kalan coğrafyanın reddedilemez rolünü tekrar aydınlattı. Birinci karşılaşmada Saddam’ın ordusu bütün tedhiş ve tehdidine rağmen yenildi. Zira, Irak topraklarının kuzey kısımları dışında dağlık olmaması, ABD ve
koalisyon kuvvetlerinin hareket manevrasını genişletti ve
Saddam’ın mukavemetini geriletti. İkincisinde ise Afganistan’ın dağlarla ve mağaralarla kaim tabiatı ABD ve NATO
birliklerinin kaderini mühürledi: El-Kaide ve Taliban’ın öldürüldükçe dirilen karanlık hayaletler gibi hortlaması. Bu
hayalet bir yılan başı gibi Akdeniz’e yaylanarak IŞİD
(DEAŞ) şeklinde göründü. Böylece, oyunun üçüncü dramatik perdesi 11 yıldır cereyan eden Suriye’de açıldı.
Herkesin hakkında bir şeyler düşündüğü ama pek az kimsenin fikir sahibi olduğu bu üçüncü perdeyi mülahaza ve
münakaşa etmeyi savaş sonrasına bırakmak şimdilik faydalı. Orta Doğu’nun çeyrek hatta yarım asırlık hortlaklarını boğmak gayesiyle Tunus’tan çıkan Arap Baharı rüzgârı, şimdilik, geride bir siroko fırtınasının acı izlerini bıraktı.
Türkiye’den gözlüklerle dünyaya bakan birçok izleyicinin
kaçırdığı karşılaşmalara ve çarpışmalara temas etmek de elzem. Hafızalarda tozlarla bulanan Sudan İç Savaşı 2011’de
kuzey ve güneyde iki müstakil ülke bırakmadan önce birkaç
milyon insanın ölümüne yol açtı. Yeni devletler yeni savaşları tetikledi. Güney Sudan’da 2013-2020 arası devam eden
191
383 bin insanın ölümüyle sona eren diğer bir iç savaş, Orta
Doğu’daki hesaplaşmalar arasında gölgede kaldı. 2014’ten
beri Yemen’in doğusundaki meşru hükûmetle Sana’yı işgal
eden gayrimeşru Husiler arasındaki mücadelede ibre her
sene değişiyor. Değişmeyecek olansa 377 bin insanın hayatını kaybetmesi, DSÖ’ye göre kolera salgınları ve BM’ye
göre yüzyılın en büyük kıtlığı. Afrika ve Asya merkezli savaş mihveri 2020’lerle beraber Ukrayna’da olduğu gibi
tekrar Avrupa’ya kaydı. Güney Osetya ve Abhazya ile başlayan Rusya-NATO karşılaşmaları gittikçe ciddileşti.
Bununla beraber Ukrayna’nın, Rusya’nın ikinci Afganistan’ı olacağına inanıyorum. Ukrayna, Afganistan’ın aksine
dağların ve mağaraların emzirdiği bir yurt değil, “dünyanın
ekmek sepeti” olarak adlandırılan bir tahıl beşiğinin üstünde beslenen bir step yavrusu. Böylece, Rusya’nın savaş
başındaki ilk müessir hücumunu Rus harp teknolojisinin
maharetinden ziyade steplerde ilerlemenin kolaylığına bağlamak mantıklı olur. Coğrafyanın dezavantajını şimdilik
NATO koalisyonu telafi etmeye çalışıyor. Yarının dünyasında bu mümkün olmasa bile Kiev’den ayrılan Ukrayna
rejimi Lviv’e, yani Ukrayna’nın Kırım dışındaki tek dağlık
sahası Karpat Dağları’nın gölgesine sığınacaktır. Lviv’de
yürütülecek bir yıpratma hamlesi, nihayetinde Rusya için
ricat çanlarını çaldıracaktır. Diğer taraftan, Ukrayna coğrafya ateşli dansıyla raks etmeden önce Rusya’yı yenebilse
bile Kırım Dağları’nı aşması lüzumu onu Dinyeper
Nehri’nin ötesine geçirmekten alıkoyabilir. Velhasıl, bir
192
barış masası kurulmadan Doğu Avrupa’da mutlak sulh sahasını tesis etmenin zaman içinde imkânsızlaşacağını
düşünüyorum. Ukrayna sonrası Polonya ve Macaristan’da
ideolojik kamplaşmalar ve politik kutuplaşmalar Doğu Avrupa’nın mukadderatını temsil edecek. Bu ülkeler Rusya’ya
mı yaklaşacak yoksa eski Yugoslavya gibi “üçüncü yol” veya
“bağlantısızlık” gibi tercihlere mi yönelecekler, göreceğiz.
Doğu Avrupa’da kaynayan düdüklü tencerenin kokusu ise
kısa vadede Balkanlar’a ulaşmayacaktır. Zira, AB 20 yıldır
boşuna mı dünyaya armağan toplayan Noel Baba gibi
kendi çuvalına Balkan ülkelerini doldurdu?
20 yılın sancısı arasında Çin’in yalnız yükselişini ele almak
için satırlar çok dar. Yine de Çin’in 2000’de 959 dolar olan
gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) 2021’de 12.500 dolar
sınırını aşması iktisadi gelişimi birçok boyutuyla gözler
önüne koyar. Yıllık yüzde 8 GSYİH büyümesine rağmen
Çin’de COVID-19 sonrası artan sosyal huzursuzluklar bugünkü İran’da olduğu gibi isyan ihtimalini tetikler mi? Çin
hükümeti milyarlarca insanı kontrol edebilen devasa bir robotik organizmadır ve bu organizmanın mekanik beyni ve
mutlak hakimi, Xi Jinping, koltuğunu tutmakta kararlı.
Doğu Türkistan ve Hong Kong’u aşan bu organizmanın
kolları Tanganika Gölü’nden Zagros Dağları’na uzanan
yeni bir İpek Yolu’nu döşüyor: Artık, bu yolun kervansaraylarında mor ipeklere bürünen esmer güzeller, geceleri
sarılmak için kimseyi beklemiyor. Bu yolun sıcağında
Çin’in borç vahaları ve kredi kuyularından beslenen mustarip ülkeler, Hobbit filminde Baggins ve arkadaşlarının
193
başına geldiği gibi önce hayallerle örülü bir rüya, sonra hakikatle yanmış bir dünya görüyor. Bu fakirin tahmini odur
ki Rusya ve Orta Asya yüzünden kuşatılması zorlaşan Çin’i
ancak kendi özünde filizlenen iç çatışmalar köreltebilecektir. Çin, komşuları üzerindeki ekonomik yayılmacılık
kılıcını Rusya’da olduğu gibi askerî yağmacılık silahıyla
beslerse, bu organizmanın zararlı difüzyonu kendi kendini
afallatıp topal bırakacaktır. Bu yüzden Hong Kong ve Tayvan’daki münakaşalar birkaç neslin ideolojik kavgalarının
ötesinde, yüzyıllardır bir sarkaç gibi Şangay’dan Kaşgar’a
sallanıp duran Çin hakimiyetinin hudutlarını gösterecektir.
NETİCE YERİNE
Teknolojik ve bilimsel ilerlemeler ile politik ve askerî gelişmeler bize 20. yüzyılda olduğu gibi hem müspet
hem de menfi bir yarın vaat ediyor. Geçen 22 yılın en
önemli sosyal hadisesi COVID-19 pandemisini gören günümüz dünyası daha olgun ve daha olumsuz bir yarın
kurguluyor. Olgun, çünkü 1945’ten beri büyük ölümlere
aşina olmayan dünya, yeni ihtimalleri ihtiyatla defalarca
düşünecek. Olumsuz, zira devlet ve şirketlerin aşılarla sağladığı geçici kontrol birçok topluluğu komplolara sürüklüyor. Böylece, siyaset sahasında ismi lazım olmayan bir yığın
siyasetçinin toplumlar arası temsil ettiği irrasyonel reaksiyonların geri çekilmesi kalıcı olmayabilir. Popülizm şu an
bir medcezir dalgasına benziyor ve şu an cezir safhasında olması yarın bu dalgaların geri gelmeyeceğini ispat etmez.
194
Kuzey Amerika ve Avrupa’da siyasetçileri artık muhafazakâr/liberal/sosyalist şeklinde tasnif ve tefrik etmenin
ötesinde popülist/popülist olmayan şeklinde yeni bir usul
gelişiyor. Yazının başında vurgulandığı gibi unutmasıyla
meşhur insanlık, umutlarıyla menfur kararlarla popülistleri besleyecek mi? Yine de COVID ile olgunlaşan
dünyanın yıpranan ama savaşlara dayanan demokrasi gemisi bu dalgaları aşacaktır. Elverir ki, yarına olan ümit ve
insana olan güven kaybolmasın! 19. yüzyılda doğan klasik
ideolojiler kendisini meydana çıkaran şartlar yok olunca silinebilir veya değişebilir. 21. yüzyılın ilk 22 yılı henüz bu
şartların tamamıyla yok olduğunu izah eden bir emareden
mahrum. Artan ideolojik kavgaların sarsmaya hazır fay hatlarına ve politik meydanların mayın tarlalarına dönüşmesi
gerçeği de malum. Bunun yerine galaksiler arası farklılıklara saygının esas olduğu, hayalî sınırları ve suni sınıfları
olmayan yeni dünyalarda UFO’larla seyahat etmek ve telepatik iletişim kurmak hayali muhteşem. 2122’de 22. yüzyılın ruhunu ve kültürünü anlamak isteyen birisinin 21. yüzyılın uç hayallerine çapkın bir tebessüm atması da
muhtemel. Yazının ilk kısmındaki teknolojik ilerlemeler
arttıkça 2122’de bugünlere hayretle gülümseyecek insanların sayısı da artacak. Yapay Zekâ (AI) sahasındaki her adım
bizi şimdiden hem güldürmüyor hem de düşündürmüyor
mu? Genetik ve moleküler biyolojideki ilerlemeler bütün
canlıları ve biz insanları yeni bir merhaleye sürükleyebilir
mi; kesin cevap vermek için çok erken veya çok geç. Çok
erken, çünkü 21. yüzyılın geriye kalan 87 yılında insan
195
zekâsının ulaşacağı hacmi hayalle hesaplamak çok zordur.
Çok geç, belki yarının hayallerinde çoktan taze bir hudut
çizilmiş, yeni bir boyut filizlenmiş, başka bir kâinat kurulmuştur.
196
ASYA–PASİFİK’TEKİ
KRİTİK GÜÇLER DENGESİ:
KORE–JAPONYA İLİŞKİLERİNE
BİR BAKIŞ
Yalın Akçevin1
Günümüzde küresel siyasette başlangıç evresinde
olan ve uzun dönemde de en belirleyici olacak hadise, Amerika Birleşik Devletleri’yle (ABD) Çin Halk Cumhuriyeti
arasında başlamakta olan Pasifik Soğuk Savaşı’dır. Bu yeni
çatışma –bir önceki halinden bildiğimiz gibi– her şeyden
önce ekonomik kuvvetlerin ve siyasi/ekonomik modellerin
çatışması şeklini alacaktır. Bu iki küresel devi birbirine bağlayan Asya-Pasifik coğrafyası ise kaçınılmaz olarak ana
sahne olacaktır. Bölgesel dinamiklerin büyük bir çoğunluğu hâlâ belirsiz ve değişim halinde olmakla beraber,
ABD’nin bölgesel politikasında kilit rol oynayacak iki ülkeye şimdiden işaret edebiliriz: Kore Cumhuriyeti ve
Japonya. Geleneksel olarak ABD’nin müttefiki olan bu iki
ülke arasındaki ilişkiler günümüzde oldukça gergin seyretmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceğine dair
belirsizliği arttırmaktadır.
Boğaziçi Üniversitesi Asya Araştırmaları Merkezi yüksek lisans
mezunudur. “Asya-Pasifik’teki Kritik Güçler Dengesi: Kore-Japonya İlişkilerine Bir Bakış” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/
sitesinde 26 Mayıs 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
197
16-17 Mart 2023’te Kore Başkanı Yoon Suk-yeol ve Japonya Başbakanı Kishida Fumio’nun ikili zirvesi on iki yıllık bir aradan sonra büyük bir gelişme olmuş, ancak Kore
halkının verdiği reaksiyonla birlikte ilişkilerin ne kadar engebeli olduğu bir daha gözler önüne serilmiştir. KoreJaponya ilişkilerinde halihazırda mevcut olan sorunlar ve
bu sorunların tatmin edici bir şekilde çözümlenip çözümlenememesi, bu ülkelerin ekonomik ağırlıkları ve stratejik
önemleri de düşünüldüğünde, bölgedeki dengeleri derinden etkileyecektir.
DİKKAT YÜKSEK GERİLİM: SEUL-TOKYO
ARASI DİPLOMASİ
Kore ile Japonya arasındaki gerilim iki ülke arasındaki tarihin günümüze bıraktığı bir mirastır. Ancak, bu
miras iki ülke arasında asırlarca devam etmiş olan ilişkilerin
değil, aksine geçtiğimiz yüzyılın başında Japon emperyalizminin Asya-Pasifik bölgesindeki yükselişinin bir eseridir.
Kendi emperyal ve kolonyal genişlemesi çerçevesinde, Japon İmparatorluğu Kore’yi 1910’da ilhak etmiş ve 1945’te
İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisine kadar Kore’yi kendi
ekonomisinin ve savaş makinesinin entegre bir parçası olarak yönetmiştir. Bu dönemin Kore’de açtığı maddi ve manevi yaralar ise 1945’te Kore’nin bağımsızlığını kazanmasıyla açığa vurulmuş ve iki ülke arasında kesintisiz denebilecek bir gerilimli diplomasi havası başlamıştır.
Bu yaraların en önemlisi, Kore’nin ilhak edilip sömürgeleştirilmesi ve bu süreçte Japonların Kore’nin insanını ve
198
kaynaklarını kullanıp kültürünü yok etmeye çalışmış olmasıdır. Japon İmparatorluğu, Kore’yi yönettiği dönemde
Korece yerine Japoncanın kullanılması politikasını gütmüş, Korelilerin Japonca isimler almalarını ve Japon
kültürüne uygun olarak her gün Tokyo’daki imparatoru
selamlamalarını zorunlu kılmış, birçok tarihî dokümanı ve
yapıyı yok etmiş, Korelileri Japon adalarında işçi olarak çalıştırmış ve yarımadanın ekonomisini tamamen imparatorluğun ihtiyacını karşılayacak şekle sokmuştur. Tarihi
boyunca kendi yüksek kültürüne sahip olmuş, Japonya ile
Çin arasında köprü görevi görmüş ve emperyalizmin Uzak
Doğu’ya tam anlamıyla el attığı 19. yüzyıla kadar bağımsızlığını korumuş olan Kore halkı için bu yaşananlar büyük
bir millete karşı işlenebilecek en fena bir suçu teşkil etmiştir.
Sömürgeleştirilmiş –ya da bu akıbetten kendini tüm benliği pahasına kurtarabilmiş– her milletin bilincine yerleşen
sömürgeci nefreti, ezilen ve kullanılan Kore halkının da bilincinde yer etmiştir. Bağımsızlığın üzerinden neredeyse
seksen yıl geçmiş olmasına rağmen bu yaralar tam anlamıyla
kapanmadığı gibi, Kore’nin yaşamış olduğu tahribatın
millî bilinçte bıraktığı iz, Kore ile Japonya arasındaki ilişkileri kaçınılmaz olarak etkilemektedir. Diplomasiyi ve insan
ilişkilerini her daim etkiler durumda olmanın yanı sıra, iki
ülke arasındaki tarihin özellikle Japonya’da okul kitaplarına sterilize edilmiş bir şekilde sokulmaya çalışılması Kore
(ve Çin’in) tepkisini çekmekte ve iki ülke arasındaki tarihî
“revizyonizm” kavgalarına sebep olmaktadır.
199
Bu dönemde Korelilere karşı işlenmiş olan suçlardan biri,
suçun boyutu ve Kore halkında yaratmış olduğu manevi etkiyle diğerlerinden sıyrılmakta ve iki devlet arasında başlı
başına bir anlaşmazlık kaynağı teşkil etmektedir: “konfor
kadınları”2. 1991’de Kim Hak-sun’un başlattığı adalet arayışı ile Kore ve dünya kamuoyunun gündemine giren
“konfor kadınları”nın bu talepleri Kore’de hem devlet kademelerinde hem de halkta karşılık bulmuştur. Japon
İmparatorluk Ordusu’nun elinde cinsel, bedensel ve zihinsel olarak şiddete maruz kalmış Koreli kadınların
hikâyeleri, Kore’nin millî bilincinde halihazırda Japonya’ya
yönelik var olan rahatsızlığa yeni bir boyut katmış ve iki
ülke arasındaki ilişkilerde de büyük bir tartışma konusuna
dönüşmüştür. Bugün, hayatta olan Koreli “konfor kadınlarının” sayısının giderek azalıyor olması da bu konu
üzerinde yaşanan sorunların çözülmesi için özellikle Kore
tarafında aciliyetten doğan bir baskı yaratmakta ve bu sorunun çözülmesine verilen önemi arttırmaktadır.
SEUL-TOKYO İLİŞKİLERİNDE
NORMALLEŞME DÖNGÜLERİ
Emperyalizmin ve sömürgeciliğin gölgesi, iki ülke
arasındaki ilişkileri zedelemiş olsa da ilişkileri düzeltmek ve
Bu terim için ufak bir not düşelim. İngilizcesi “comfort women”
olan bu terimin tatmin edici bir çevirisi maalesef yok. Bire bir
çeviri çok elverişli olmasa da alternatiflerinin yokluğunda kullanmayı tercih ediyorum. Bu terimin tırnak içinde kullanılması
üzerinde bir uzlaşı var.
2
200
normalleştirmek adına çeşitli adımlar da atılmıştır. 1965 yılında yapılan bir anlaşma ile iki ülke arasında ilişkiler
normalleştirilmiş, Japonya’nın Kore’yi ilhakı ve işgal dönemi için tazminat ödemesi kararlaştırılmış ve iki devlet
arasındaki sorunların “nihai” bir şekilde çözüldüğü ilan
edilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, Kore
tarafının bu anlaşmayı Park Chung-hee diktası sırasında,
ekonomik kaynaklara ihtiyaç duyduğu bir dönemde Japonya’ya açılmak motivasyonuyla da yapmış olduğudur.
Japon İmparatorluk ordusunda subaylık yapmış olan Park
Chung-hee’nin, bu anlaşmayı yakın ilişkiler kurduğu Japon
Başbakanı Kishi Nobusuke’nin kardeşi olan Başbakan Sato
Eisaku ile oluşturduğu da gözden kaçmamalıdır. Burada
kurulmuş olan diplomatik düzen, 1990’larda Kore’nin demokratikleşmesi ve “konfor kadınları” hikâyelerinin ortaya çıkması ile bozulmuştur. Kore halkının sesinin devlet tarafından bastırılamaz olduğu noktada, iki ülke arasında
kamuya mal olmuş hislerin ve rahatsızlıkların da kontrolü
zorlaşmış, gerilimler daha da açığa çıkmıştır.
Taraflar, 2015’te “konfor kadınları” sorununu çözmek
amacıyla özel bir anlaşma imzalamış ve bu anlaşma ile konunun “tamamen ve geri çevrilemez” şekilde çözüldüğü
açıklanmıştır. Ne ilginçtir ki, bu anlaşma yapıldığında
Kore’de başkanlık koltuğunda oturan Park Geun-hye,
1965 anlaşmasını yapan Park Chung-hee’nin kızı; Japon
Başbakanı Abe Şinzo ise Kişi Nobusuke’nin torunu ve Sato
Eisaku’nun yeğeniydi. Ancak 1965 anlaşmasında kurulmuş
olan düzenin kaderinden 2015 anlaşması da kaçamamıştır.
201
Kararlaştırılmış olan tazminat, içten bir özür bekleyen ve
çoğu artık ileri yaşta olan Koreli “konfor kadınları”nın bu
basit ama önemli taleplerine cevap ver(e)mediği için, anlaşma Kore’de pek de karşılık bulamadı. 2019 yılına
gelindiğinde, özellikle Kore’de halkın desteğini alamayan
ve eski “konfor kadınları”nın bir kısmı tarafından beklentileri karşılamadığı gerekçesiyle lanetlenen anlaşma, Başkan
Moon Jae-in’in aldığı bir kararla yürürlükten kalkmış oldu.
Kore-Japonya ilişkisinin temel sorunlarını teşkil eden bu
konuda huzursuzluğun ve anlaşmazlığın tam anlamıyla çözülememiş olması, iki ülke arasındaki ilişkilerin tamir
edilemeyecek düzeyde sorunlu olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Kore’de 2022 seçimlerinde iktidara gelen Başkan
Yoon Suk-yeol’un kabine üyeleri ve danışmanları arasında,
Kore-Japonya (ve ABD) arasındaki ilişkilerin ve iş birliğinin arttırılması konusunda açıkça taraftar olan kişiler
vardır. Japonya’nın ise Liberal Demokrat Parti iktidarda olduğu sürece, Kore ile olan tarihî defterlerin kapatılması
şartıyla, ikili (ya da ABD’yi ekleyerek çoklu) ilişkileri güçlendirmek konusunda hevesli olacağını söyleyebiliriz.
Mayıs 2023’te gerçekleşmiş olan Yoon-Kishida zirvesinde,
iki ülke arasında iş birliğinin yeniden sağlanması ve bölgesel
bir güç merkezinin tesis edilmesi için önemli kararlar alınmıştır. Ancak, özellikle Kore halkının alınan kararlara tepkisi ve uzmanlarla vatandaşların tarihe dayanan sorunların
çözülmesinde Japonya’nın üstte olmasına karşı çıkması,
normalleşmenin kolay olmayacağının bir göstergesidir.
Kore halkının bilincine işlemiş olan, Japonya’ya yönelik
202
olumsuz imge ve duygular tatmin edici bir şekilde çözümlenemediği sürece, iki ülkede devletler arası kararlar istenen
şekilde alınabilir; ancak toplum desteğinin olmadığı durumda ilerleme kaydetmek mümkün olmayacağı gibi,
Kore’de her iktidar değişiminde ilişkiler sıfırlanma riski yaşayacaktır. Japonya, Kore halkının gönlünü kazanmayı
başardığında iki tarafın ilişkilerini ileri taşımak için ortada
pek bir engel de kalmayacaktır.
YENİ SOĞUK SAVAŞTA SEUL-TOKYO
HATTI
Kore Cumhuriyeti ve Japonya ilişkilerinde yaşanacak her iyileşme, ABD-Çin arasındaki potansiyel
çekişmede, Asya-Pasifik coğrafyasında ABD ve bloğunun
hanesine yazılacak bir artı olacaktır. Bu iki kuvvetin iş birliği kurabilmesi ve sorunlarını çözme (ya da kenara koyma)
başarısını göstermesi durumunda, bölgede ekonomik ağırlık, stratejik konum, erişim ve diplomatik anlamda güçlü
bir odak oluşturmak da mümkün olacaktır. Bu hem Kuzey
Pasifik ve Doğu Asya’da stratejik üstünlük sağlanması konusunda, hem de Asya-Pasifik’te ekonomik kuvvet kullanılarak ilişkiler kurulmasında ABD tarafını avantajlı bir yere
getirecektir. Bu noktaya gelmek için iki tarafın ihtiyacı olan
tek şeyse, tarihin kendilerine miras bıraktığı çekişmeleri dürüst ve samimi bir şekilde çözmektir.
203
KAYNAKLAR
AsiaNews.it. “Seoul Critical of Tokyo’s Revision of History
Books.” http://www.asianews.it, 4 May 2022,
http://www.asianews.it/news-en/Seoul-critical-ofTokyo%27s-revision-of-history-books–55518.html.
Aum, Frank. “Mended Ties between Japan and South Korea
Would Boost Regional Security.” United States Institute of Peace, 28 July 2022,
http://www.usip.org/publications/2022/07/mendedties-between-japan-and-south-korea-would-boost-regional-security.
Blakemore, Erin. “How Japan Took Control of Korea.”
HISTORY, 27 Feb. 2018, http://www.history.com/news/japan-colonization-korea.
Cumings, Bruce. “Korea, a Unique Colony: Last to Be Colonized and First to Revolt.” The Asia-Pacific Journal:
Japan Focus, 1 Nov. 2021, apjjf.org/2021/21/Cumings.html.
Gramer, Robbie. “As Security Threats Mount, Japan and South Korea Begin (Carefully) Mending Fences.” Foreign
Policy, 30 June 2022, foreignpolicy.com/2022/06/30/japan-south-korea-bilateralrelations-north-korea-china/.
In-hwan, Jung, et al. “Korean Experts Call Yoon-Kishida Summit a One-Sided Win for Japan.” English.hani.co.kr, 17
204
Mar. 2023, english.hani.co.kr/arti/english_edition/e_national/1084090.html. Accessed 25 Apr.
2023.
Laufer, Jessie. “Hitting Reset on Japan-South Korea Relations.” Thediplomat.com, 9 Aug. 2022,
thediplomat.com/2022/08/hitting-reset-on-japan-south-korea-relations/.
Megerian, Chris. “US Seeks United Front in Asia despite Korea, Japan Tensions.” AP NEWS, 28 Sept. 2022,
apnews.com/article/taiwan-technology-japan-asia-united-states-ebbc0ee4cbf31d4d0b78a783e831a6a3.
Sharma, Abhishek. “South Korea and Japan Relations: Moving
beyond the Horizon.” WION (World Is One), 29 Aug.
2022, www.wionews.com/south-korea-and-japan-relations-moving-beyond-the-horizon-511160.
205
ÜREMEK BİR HAK MIDIR?
Av. Y. Tuğçe Erduran1
Tüm kavramların önce cilalanıp sonra eritilerek
birbirine lehimlendiği günümüzün “füzyon” hastalığından
hukuk da nasibini aldı. Nasıl almasın ki? Vecdi Aral
Hoca’nın hukuk felsefesine giriş notuyla, “Hukuk, adalete
yönelmiş bir toplumsal yaşama düzeni” değil artık. Ne yazık ki hukuk, ayrıcalıklı bir kesimin kullanışlı aparatı halini
aldı. Üstelik bu, pek de yerel bir sorun değil. Yani, eşitsizlikte eşitiz.
Bu yazıda, girişteki tiradıma tezat olarak bir kavramlar kokteyli irdeleyeceğim: Bilim, hukuk ve etik. Bu üçlünün
merkezinde üreme teknolojileri ve bu teknolojilerin köleleştirdiği kadınlar var.
Tarihçesine göz atmak istersek, 1980’li yılların başından itibaren dünya kendini hızlı bir biyoteknolojik devrimin
içerisinde buldu. Biyoteknoloji şirketi Genentech’in halka
arzıyla biyolojik ürünlerin artık borsada işlem gören bir
meta haline gelmesi ve ilk kez canlı bir organizmaya patent
verilmesi (Diamond v. Chakrabarty) 1980 yılına tekabül
İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku Bilim Dalı’ndan yüksek
lisans mezunudur. “Üremek Bir Hak Mıdır?” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 2 Haziran 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
206
eder. 2000 yılında İnsan Genom Projesi’yle insan genetik
haritası çıkarılarak bunun kamuya ifşası sağlandıktan sonra
“Kutsal Kâse” de kendi kırılımını yaratmaya başladı. Bir
açıdan biyolojik yazılımımız olan genler, dokunulmazlık
alanından çıkalı yıllar oluyor. Artık bu yazılım üzerindeki
ufak bir dokunuş, o genin bir şirketin güdümüne patent
yoluyla girmesine el veriyor.
Peki, bu gelişmelerin kadınlarla ne ilgisi var? Çok ilgisi var!
Doğal ürünün bir emtia olarak pazarda işlem görmesiyle,
teknoloji, hızını “paraya tahvil edilen” her olasılığı mümkün kılmaya adadı. Burada üreme teknolojilerinin de
oldukça önemli bir payı var. Çocuk sahibi olmak isteyen
çiftler için yeni olanakların sağlanması oldukça müspet bir
alan açsa da; madalyonun karanlık tarafı, bu teknolojilerin
bir “gen pazarına” dönüştüğünü de gösteriyor.
Artık laboratuvar ortamında sperm ve yumurta saklanabiliyor. Kadınların yumurtaları dondurularak çocuk sahibi
olmak istedikleri zaman vücutlarına nakledilebiliyor.
Sperm ve yumurta laboratuvarda döllenip donduruluyor
ve istek üzerine annenin karnına nakledilebiliyor. Dahası
da var; sperm bankalarından sperm, yumurta bankalarından yumurta satın alınabiliyor. Kendi yumurtasını
kullanmak isteyen bir kadın, sperm satın alabileceği gibi bir
kadın bedenini de “sözleşme” ile kiralayabilir. Üç farklı insanın iç içe girdiği bir ebeveynlik gibi görülse de burası
meçhul. Zira hamilelik sona erdikten sonra doğan bebeğin
–sözleşmeye göre “ürünün”– annesi, sözleşmesel ilişkide
207
ödemeyi yapan taraf oluyor. Duruma göre kiraladığı anneye yumurtasını veren kadın, duruma göre de kendi
bedeninde başka bir kadının yumurtasını kullanan kadın,
çocuğun annesi olmaya hak kazanmaktadır. Hatta kişi isterse yumurta ve spermi de marketten satın alabilir ve
kiralık bir kadın bedeninden çocuk sahibi olabilir. Bu çoklu
gen haritasında ebeveynlik hakkı sadece “ödemeyi” yapana
verilebilir. Zira “sözleşmesel hak ve sorumluluklar” zincirine göre ücretini ödediği takdirde bunların hepsine sahip
olmaya hakları var.
Bir çift, annenin hem bedenini hem de yumurtasını kullanabilir ve taşıyıcı anne ajansına parasını ödediği takdirde
kiralık anneyi kontrol altında tutabilir. Ola ki, bedeni o bebeğe yuva olmuş kiralık anne bebek üzerinde hak iddia
etmek için mahkemeye gitsin, burada da müspet bir düzen
tayin edilmiyor. “Çocuğun üstün yararı” gözetilerek verilen mahkeme kararları, çocuğun (ürünün) sahibine,
hakkını genelde teslim ediyor. Her ne kadar sosyal medya
reaksiyonunu eşcinsel erkek çiftlerin bir çekirdek aile olması alkışları üzerinden alsa da alttan düpedüz ticari bir
ilişki yürütülüyor.
Sperm ve yumurtanın, raf ömrü sınırlı tüketim ürünlerine
dönüşmesi, arz ve talep döngüsü içerisinde kendi standartlarını yarattı. Danimarkalı, yüksek lisans bitirmiş, boyu
1.85’ten uzun sperm bağışçıları bu marketin en lüks tüketim ürünü olarak talep görüyor. Enteresan bir biçimde
yumurta bağışçılarının ürünlerinde duygusal kodlara hitap
eden özellikler de var. Yani yumurta bağışçısının; yumuşak
208
kalpli, iyi huylu, neşeli bir karaktere sahip olduğu özellikleri de marka değerini belirliyor.2 Herhalde yumuşaklık
anneden, güç babadan geçer inanışını reklamcılar kullanmaya devam ediyor. Yumurta bağışçılığı, sperm
bağışlamaktan farklı medikal prosedürleri gerektirmektedir. Yumurtaların büyümesi için yapılan enjeksiyon
hormon dengesini değiştirirken yumurtaların vücuttan
alınması da bir operasyonla gerçekleştiriliyor. Bu komplikasyonlar kalıcı etkiler de yaratabilir ancak ajanslar elbette
bunlardan bahsetmiyor. Donör kadınların sağlık durumu,
bahsettiğimiz satış sözleşmesinin dışında kalıyor.
Kiralık annelik ise bambaşka bir boyut! Kiralık anneyle sözleşme yapan “ebeveynler”; kiralık anneyi 9 ay boyunca bir
çeşit hapis hayatına mahkûm edebiliyor. Örneğin bebeğin
sağlığı için, kiralık anneye takılan izleme cihazlarıyla günlük sporunun takibi, beslenme hakkında talim alma gibi
uzun listeler dayatılabilir. Kiralık annenin, bebek hakkında
hak iddia edemeyeceği akitte yer alıyor. Kiralık anneye ödemeler taksit halinde yapılıyor; bebek sağ doğmazsa son
taksit ödenmiyor. Doğum sırasında annede gerçekleşen
komplikasyonlara ilişkin bir maddeye ben rastlamadım.
Peki bebeklere ne oluyor? Sağlıklı doğmayan bir bebek
olursa, kiralık anne kusuru halinde tazminat doğuyor mu?
En nihayetinde borçlar hukukundaki “ayıplı mal” satıcının sorumluluğu hükümleri doğabilir. Peki, sağlıklı bebe2
Rene Almeling, Sex Cells The Medical Market for Eggs and
Sperm, California: University of California Press, 2011.
209
ğin, alıcılar tarafından “beğenilmemesi” hakkında bir genel
uygulama var mı? Bunların hiçbirinin cevabı yok. Üstelik
bu bebekler nüfusa geçirilmediği için “vatansız” statüsünde koruma altına alınabileceği bir devlet babaya da
sahip olmuyor. İşte bu düzene uygun olarak sadece kasanın
kazandığı bir sistem dizayn edilmişken buna olumlu bir
tablo olarak bakmak pek içimden gelmiyor.
Eşcinsel çiftlerin aile olmak istemesi elbette kimsenin el
uzatamayacağı ve haddinin olmayacağı bir talep. Ancak
kendi biyolojik materyalleri ile bir kadının köleleştirilerek
üremesi bir hak mıdır? Bu hakkın kullanımı için bir kadının bedeninin köleleştirilmesine göz yumulmalı mıdır? Ben
buna tamamen karşıyım. Aynı şey, hamile kalmayan/kalamayan kadınlar için de geçerli. Kantsal argümanla okursak,
insan bedeni asla araçsallaştırılmamalı. Nasıl ki böbrek satmak istisnasız her ülkede yasaksa, aslında kiralık annelik de
bundan farklı değil. Bilakis, hamilelik ve doğum vücutta
kalıcı değişimler bırakan bir süreç. Zaten bu sebeple, üremek bir hak öznesi olarak cilalanmaya çalışılıyor. Üstelik
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4. maddesinde öngörülen kölelik tamamen yasakken herkesin kendi biyolojik
ürününe “sahip olma” arzusunun bir hak olarak görülmesi
mümkün değildir. Dolayısıyla, üremek bir hak değildir.
Hukuki açıdan taşıyıcı annelik yasal değil ancak yasak da
değil. Gri bir alanda varlığını sürdürüyor. Yasaklı ülkeler
haricinde taşıyıcı annelik sözleşmeleri uygulanıyor. Ancak
yasal olmadığı için standartları, ihtilaflardaki çözüm yöntemlerinde bir birlik yok. Sorunlar genelde “çocuğun
210
üstün” yararı altında, esasen alıcının lehine çözümleniyor.
Ancak uygulama birliğinden söz edemeyiz. Şimdilerde
Hindistan, İngiltere gibi ülkelerde en azından hukuki standartların getirildiği görülmektedir. Ülkemiz, taşıyıcı
anneliği tanımıyor. Ticari yolla anne kiralamak yasak. Bu
açıdan içim rahat.
Kıssadan hisse: Teknoloji, hukuk ve etik disiplinlerinden
daha hızlı ilerliyorsa da bence sosyal bilimcilerin en önemli
görevi bu yenilikleri yere sağlam basan bir formda toplumun kullanımına sunmak. Aksi halde teknolojiye erişebilir
ayrıcalıklı kesimin yeni bir sınıf yaratması işten bile değil.
Görünen o ki, biz kadınlar yaklaşan bu canavarın ilk kurbanları olacağız. Bu sebeple erken dönemde şerhimi
koymak istiyorum.
211
BAHMUT CEPHESİNDE
YAŞANANLAR BİZE
NE ANLATIYOR?
Enes Gündoğdu1
Savaşların tarihteki önemini anlatarak başlamayacağım bu yazıya. Herhalde bu konuda hepimiz mutabıkız.
Hatta savaşların değişimdeki rolünü abartma eğiliminde olduğumuz bile söylenebilir. Bu, abartı tarihçiliğin kronik
sorunu olan dönemlendirme probleminden kaynaklanır.
Savaşların azameti ve dehşeti o denli göz alıcıdır ki tarihi
dönemlendirirken başka bir milat, nirengi noktası aramayız. Dönemleri savaşlarla başlatır savaşlarla bitiririz.
Osmanlı’nın yükselişi İstanbul’un fethiyle başlar, İnebahtı
(veya II. Viyana) kaçınılmaz sonun başlangıcıdır. Yükselme, gerileme gibi iddialı konseptler çağdaş tarihçilikteki
saygınlıklarını yitirmiş olsa da dönemlendirme yaparken
savaşlara referans vermeyi sürdürüyoruz. Osmanlı’nın kuruluş tarihinin genel kabulün aksine (1299 değil) 1302
olduğunu söylerken Halil İnalcık’ın dayanak noktası
Bafeus savaşıydı. 1299 yılında bir beyliğin miladı olmaya
İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü Lisans öğrencisidir. “Bahmut Cephesinde Yaşananlar Bize Ne Anlatıyor?” başlıklı yazısı
yarininkulturu.org/ sitesinde 9 Haziran 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
212
değer bir olay kayıt altına alınmamıştır. Bir beyliğin miladı
olmaya değer bir olay tabii ki bir savaştır.
Diğer taraftan, savaşın asıl önemi devlet yapıcı (state-maker) olmasıdır. Devlet yapıcılık kavramı Bafeus örneğinin
aksine devlet kuruculuğunu anlatmaz. Savaşma biçimindeki değişimin yeni bir rejim tipinin (state-formation)
oluşmasındaki rolünü anlatır. Ulus-devletin ortaya çıkışını
düşünün. Ateşli silahlarla birlikte meydan muharebeleri yerini kale kuşatmalarına bırakır. Top ateşine dayanıklı
kalelerin inşa edilmesiyle hem savaş süreleri uzar hem de savaşlar geniş bir coğrafyaya yayılır. Bu da daha fazla asker ve
daha fazla para demektir. Sonuçta halktan daha fazla vergi
ve orduya da daha fazla asker alınır. Ayrıca kuşatma savaşlarının doğası gereği sivil halk meydan muharebelerine
oranla savaşlardan çok daha fazla etkilenir. Bu durumun
doğrudan sonucu tebaanın politikanın parçası haline gelmesidir.
Tüm bunlar ulus-devlete giden yoldaki taşlardır. Elbette
süreç gerçekte bu kadar doğrusal işlemez. Dürüst olmak gerekirse savaş tarzının mı devlet tipini belirlediği, yoksa
devlet tipinin mi savaş tarzını belirlediği sorusunun kesin
bir cevabı yok. Hegelci bakışla, şeyleri aşan bir ruhun varlığından bahsedebiliriz. Şeyler eşgüdüm halinde değişmektedir. Değişen “bir” şey değil, “her” şeydir. Savaş ve devlet (ve
başka şeyler) sadece birer semptomdur.
Bu yazıda Ukrayna savaşının Bahmut cephesini merkeze
alıp ulus devletin kurumsallaştığı 19. yüzyıldaki savaşlarla
213
bugünün yeni savaşlarını karşılaştırarak geleceğin uluslararası düzeni hakkında öngörüde bulunmak istiyorum.
İzninizle sondan başlayacağım.
BAHMUT NEDEN ÖNEMLİ?
Şubat 2022’de başlayan Rus saldırısı beklendiği
gibi Kiev’in düşmesiyle sonuçlanmadı. Aslında “beklendiği
gibi” kısmına bir şerh koymak gerekiyor. Çünkü bu bir
medya aldatmacası. Kimse Kiev’in birkaç hafta içinde düşeceği gibi uçuk bir beklenti içinde değildi. Putin’in hareket
öncesi üst perdeden ettiği laflar tipik bir “gaza getirici konuşma” örneğidir. Rus karar alıcıların kısa vadeli askerî
hedefleri arasında Kiev’in fethi olduğunu düşünmemiz için
neden yok. Asgari savaş bilgisine sahip herkes ABD ordusu
dışında hiçbir kuvvetin böylesi hızlı ve kesin bir süpürme
harekâtını başarıyla sonuçlandıramayacağını bilir. Yıldırım
savaşı Amerikalılara Almanlardan miras kalmış bir ayrıcalıktır. Hedef odaklı yoğun hava bombardımanıyla
düşmanın savunma hattı çökertilir, ardından non-stop bir
kara harekâtıyla başkente girilir. Ruslar (el mahkûm) böyle
savaşmaz. Osetya işgalini kenara ayırırsak Çeçenistan ve Suriye savaşlarında yıldırım savaşından çok yıpratma savaşı
görürüz. Şehirlerin altyapısını çökertmeyi amaçlayan hava
saldırılarının, sabotajlar ve taktik operasyonlarla kombinlendiği hibrit bir savaştır. Hastane, okul gibi dramatik
hedeflere saldırılar, düşman devletin askerî ve siyasi liderlerine suikastlar hibrit savaşın gözde taktikleridir. Ancak
Rusya hibrit savaş taktikleriyle asla taktik bir zaferi amaçlamaz. Maksimum sayıda stratejik noktayı ele geçirip sivil
214
hedeflere yönelik saldırılarla düşman halkın moralini çökertmiş halde anlaşma masasına oturmayı amaçlar.
Yıpratma savaşı basitçe saldırgan ülkenin uyguladığı “teknoloji yoğun gerilla stratejileri”nin tümüdür. Alan
kontrolüne değil, öfke kontrolüne dayanır. İşgalci devletin
sahip olduğu sermaye, teknoloji ve insan kaynağını taktik
bir zafere değil de karşı tarafın moralini bozmaya harcadığı
düşünülürse yıpratma savaşı Hart’ın dolaylı tutumunun
militarist bir versiyonuna benzer.
Ukrayna savaşı ilk üç aydan sonra zaten yıpratma savaşına
dönmüştü. Savaşın bundan sonra (tıpkı Çeçenistan ve Suriye savaşlarında olduğu gibi) Rusya’nın halkı hedef alan
acımasız saldırılarıyla geçeceği, sahada oluşan pat durumunun ise kolay değişmeyeceği öngörülüyordu. Mart ayında
başlayan geniş çaplı Ukrayna taarruzu pek çok analisti şaşırttı. Ukrayna ordusu, Rusya’nın savaşın başında ele
geçirdiği az sayıdaki şehri geri almakla kalmayıp Donbass’ta
ilerlemeye başladı. Rusya’nın ilhak ettiği bölgelerde yaşadığı toprak kayıplarıyla birlikte Ukrayna’nın 2014’ten
sonra kaybettiği yerleri -Kırım dahil- geri alabileceği dillendirilmeye başlandı. Artık ufukta Rusya için başarısızlığın
ötesinde hezimet görünüyordu.
Aslında Rusya’nın kesin yenilgisi abartılı bir görüştür. Ukrayna Ordusu güneyde Herson’u geri almayı başarsa da
kuzeydoğuda Harkov’da durduruldu. Ukrayna ilerleyişinin hızı Rus sınırına yaklaştıkça kesildi. İç bölgelerde
ilerlemek kolaydı çünkü lojistik avantaj ev sahibi devletteydi. Ancak Rusya (ve Belarus) sınırına doğru Ukrayna
215
ordusu coğrafi avantajını kaybediyordu. Karadeniz’deki
Rus donanmasının varlığı düşünülürse Kırım’a saldırmak
da gerçekçi değildi. Üstelik Kırım’ı aldıktan sonra
Rusya’nın ilk işi büyük bir köprüyle yarımadayı ana karaya
bağlamak olmuştu. Ukrayna’nın bu köprüye sabotaj düzenlemesi bu yüzden büyük infial uyandırdı. Bu sabotaj
Kırım taarruzunun işaret fişeği olabilirdi. Ama olmadı.
Ukrayna taarruzunun hız kestiği mart sonunda Ruslar
Bahmut üzerindeki baskıyı arttırdı. Bahmut aslında ayrılıkçı Donetsk ve Lugansk cumhuriyetlerinin kesişiminde
yer alan küçük bir taşra kasabasıdır. Fakat hem ikmal yolları
üzerinde bulunması hem de Ukrayna’daki kömür madenlerinin yüzde 93’üne ev sahipliği yapması nedeniyle stratejik
önemi çok büyük. Bahmut düşerse (Bu yazı yayımlanana
kadar yüksek ihtimalle düşecektir), Rus ordusu tekrar Ukrayna içlerine dalacak. Ama girişte de belirttiğim gibi,
Bahmut benim için bir semptom. Savaşın gidişatına etkisi
bu yazı özelinde ilgilendiğim bir konu değil. Açık konuşmak gerekirse Ukrayna savaşının taktik seyrini -Suriye
savaşının aksine- pek takip etmedim. Sıcak çatışmalardan
çok savaşın diplomatik ve ekonomik gündemiyle ilgiliyim.
Savaş bültenlerinde Wagner’in adı bu kadar sık geçmese
Bahmut –büyük stratejik önemine rağmen– dikkatimi çekmezdi.
Wagner, adını dünya kamuoyuna Suriye savaşıyla birlikte
duyurdu. Ardından Afrika’daki iç savaşlarda boy gösterdi.
Bahmut’a kadar hakkındakiler spekülasyondan ibaretti.
Rusya resmî ağızdan varlığını kabul etmedi. Putin’in aşçısı
216
Yevgeni Prigojin tarafından kurulduğunu biliyorduk ama
bu sadece gerçekliğinden şüphe etmediğimiz bir efsaneydi.
Şimdiyse elimizde Prigojin’in öldürülen Wagner milislerinin cesetleri başında savunma bakanına küfrettiği bir
videosu var. Sadece bu tuhaf olay bile Bahmut’ta yaşananların önemini sezdirmiş olmalı. Ama esas olay, Wagner’in
sislerin arkasından çıkıp yüzünü göstermesi değil. Bahmut
harekâtı Wagner’in basit bir özel askerî şirket (private military company) olmaktan çıkarak konvansiyonel orduya
alternatif –SS ve Devrim Muhafızları namzedinde– bir milis ordusuna dönüştüğünü görmemizi sağladı.
Normalde bir askerî şirketin misyonu sabotaj, suikast ve
operasyon liderliği gibi tanımlı özel kuvvet görevleridir.
Ayrıca madenler, boru hatları ve tren yolları gibi stratejik
hedefleri korumak da bu şirketlerin sunduğu hizmetler arasındadır. Şirkete göre değişse de insan kaynağı ortalama bir
tugay büyüklüğünü geçmez. Bu da aşağı yukarı bin ile beş
bin arasında bir sayıya tekabül ediyor. Bahmut’a kadar hakkında çıkan haberler Wagner’in olağan büyüklükte bir
askerî şirketten fazlası olmadığı izlenimi verdi. Bu noktada
bir parantez açmam gerekiyor. Bir askerî şirket her ne kadar
uluslararası bağlantılara sahip olsa da mutlaka bir ulus-devletin koruması altındadır. Farklı uluslardan üyelere sahip
olabilir ama tıpkı çok uluslu diğer şirketler gibi ait olduğu
bir devlet vardır. Devletiyle şirketin ilişkisi karmaşıktır.
Yine de bu ilişkiyi kabaca ikiye ayırmak mümkün. İlk ilişki
biçiminde şirketler doğrudan devletin açtığı savaşlarda operasyonel görevler üstlenirler. Irak’ta Blackwater’ın, Suriye’
217
de ise Wagner’in rolü bu ilk ilişki biçimine örnektir. Fakat
devletler sürekli bir yerleri işgal edemezler. Bu durumda şirketlerin odağı çevredeki iç savaşlara kayar. Savaş beyleri
(warlords) ve yabancı şirketler müşteri portföyünü oluşturur. Savaş beyleri askerî şirketleri savaşçıların eğitiminde,
zorlu taktik görevlerde veya basitçe kendi şahsi güvenlikleri
için koruma (bodyguard) olarak kullanırlar. Bölgede yatırımı olan yabancı şirketler ise maden, fabrika, tren yolu ve
liman gibi stratejik hedeflerin güvenliğini sağlamak için
özel askerî şirketlerden faydalanır. Askerî şirketin bölgedeki faaliyetleri devletin çıkarlarıyla tam uyuşmak zorunda
değildir. Bu ikinci ilişki biçiminde askerî şirketler aslında
herhangi bir özel şirket gibi davranır. Devlete bağlı değildir,
tam bağımsız da değildir. Çıkarlar örtüşmek zorunda değildir ama çatışmamalıdır.
Nisan başında Bahmut cephesinden gelen haberlerde Wagner’in adı olağandışı sıklıkla geçiyordu. Kısa süre içinde
harekât neredeyse tamamen Wagner’le anılır olmuştu. Tam
kesinlikle bilgi almak zor olsa da insan mevcudunun bir
özel askerî şirkete nispetle optimum sınırı aştığı belliydi.
Söz edilen rakamlar sadece Bahmut’ta savaşan milis sayısının tümen hacmine ulaştığını gösteriyordu. Son yıllarda
Afrika’daki savaşlar sayesinde Wagner’in büyüdüğünü tahmin ediyorduk ama bu yeni durumda artık basit bir askerî
şirketten çok özel bir ordudan bahsetmemiz gerekecek.
Rus güvenlik bürokrasisini tedirgin edecek boyutta bir gelişmeden söz ediyoruz. Irak ve Suriye savaşları sonunda İran
218
Devrim Muhafızları, bütçesi ve asker sayısıyla İran ordusundan çok daha büyük ve güçlü bir orduya dönüşmüştü.
Devrim Muhafızları da başta tıpkı Wagner gibi bir özel
kuvvetler komutanlığı büyüklüğündeydi. Açıkça yeni savaşlar konvansiyonel ordulara göre değil. Savaş kendine
uygun ordu tipini yaratıyor ve yükselen yeni ordu tipi,
kökü yurttaş ordusuna dayanan cumhuriyetleri tehdit ediyor.
Bugünkü yurttaş ordusunun tarihini Napolyon savaşlarıyla başlatıyoruz. Oysa Fransızların Temmuz devriminden
sonra Cezayir’de kurdukları Zuhaf tugayları sömürge savaşlarında oldukça etkili olmuştu. Kısa süre içinde diğer
sömürgeci güçler de kendi Zuhaf tugaylarını kurdular.
Ama sonuçta zaman içinde Zuhafların savaştaki rolleri
marjinalleşti, sömürge çağının bitişiyle son buldu. Son
buldu demek belki de doğru değil. Komandolar aslında
konvansiyonel ordu içindeki Zuhaflardır. Bahmut cephesinde yaşananlar Zuhafların geri dönüşüyle ilgili sanrılar
yarattı zihnimde. Şimdi 19. yüzyıl savaş sahnesindeki bu ilginç durumdan kısaca bahsedeceğim.
ZUHAF TUGAYLARI: PARTİZANLARA
KARŞI LEJYONERLER
Temmuz devriminden sonra Fransızlar Cezayir’i işgal ettiklerinde Berberilerden oluşan gönüllü bir milis
kuvveti kurmak istediler. Gönüllü milisler, ya da bilindik
şekliyle Başıbozuklar, Osmanlı’nın ademi merkezîleşmesinin sonucunda bölgede öne çıkan bir fenomen haline
219
gelmişti. Fransızlar Mağrip’e ayak bastıklarında başıbozuklar son derece meşhurdur. Nasıl ve ne zaman ortaya
çıktılarını kestirmek zor. Başıbozukları Mağripliler ve Balkanlılar şeklinde ikiye ayırabiliriz. Mağripliler, Berberi
kabilelerden gelen paralı savaşçılardır. Balkanlılar ise çoğunluğu Arnavutlardan oluşan Yeniçeri mafyalarıdır. İki
grup da Osmanlı Devleti tarafından savaşlarda aktif kullanıldı. Ama esas güçlerini Osmanlı içindeki güç mücadeleleriyle elde ettiler. Başıbozukları Yeniçeri Ocağı’nın dağılma süreciyle ilişkilendirebiliriz. İlk başıbozuk lideri
Patrona Halil olabilir. Patrona bir askerden çok bir mafya
babasıydı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa da Napolyon’a karşı
Mısır’a gönderilen Arnavut başıbozuk grubunun lideridir.
1807 yılında Büyük Britanya’nın İstanbul’u işgal girişimi,
İngiliz deniz piyadelerinin İskenderiye’de Arnavut başıbozuklar tarafından mağlup edilmesiyle başarısız bir girişim
olmanın ötesine geçip –Çanakkale ve Kut’ül Amare ayarında– onur kırıcı bir hezimete dönüştü. İngiliz piyadeleri
kuşkusuz devrin en iyi askerleriydi. Karşılarında ise doğru
dürüst bir askerî eğitimden geçmemiş çapulcular vardı. İskenderiye savunması tam anlamıyla beklenmedik ve şok
ediciydi. Sömürgeci güçlerle baş etmek için ordularını Batılı standartlara göre modernleştiren Şark devletlerinin
hiçbiri Gelibolu’ya (1916) kadar -tüm reformlara rağmensömürgeci bir güce galip gelemedi. İskenderiye’de (1807)
olan ise bunun tam tersiydi. Düzensiz birlikler düzenli birlikleri taktik bir savaşta yendi.
220
Askerî tarihçi Fatih Yeşil, Trajik Zafer kitabında “Talimli
Ordu Her Zaman Muzaffer midir?” başlığı altında İskenderiye savunmasına özel bir bölüm ayırır. Şark devletleri,
batılı tipte modern ordular kurmak yerine büyük çaplı gerilla orduları örgütlemiş olsaydı; sömürgeci güçler
karşısında daha iyi direnebilir miydi? Bu soru bana ait.
Fatih hoca böyle spekülatif bir yaklaşıma sahip değil elbette. Ama Batı merkezli teleolojik anlatıyı bozmaya
niyetlendiği açık. Başıbozukların başarısından önce İngilizlerin başarısızlığına odaklanıyor.
İngilizler İskenderiye’ye mükemmel bir planla saldırdılar.
Yeşil’e göre, düzenli orduların handikabı bu “bağnaz” teoricilikti. Kurmay zihninde savaş bir matematik problemidir. Tüm olasılıklar hesaplanır, savaş daha başlamadan
masa başında kazanılır(!). Askerlerin görevi planı harfiyen
ezberlemektir. Kurmay subaylar, “dereyi geçerken at değiştirilmez” mantığıyla savaş esnasında planlarını değiştirmeye yanaşmazlar. Piyadeler ise “gözlerimi kaparım, görevimi yaparım” mottosuyla eğitilmiştir. İroni de burada
saklıdır. İngiliz piyadesi -efsanenin aksine- şövalyeden çok
bir robottu. Arnavut başıbozuklar ise savaşın dinamizmine
daha kolay ayak uyduruyordu. (Şimdi retorik bir cümle kuracağım.) “Mektepli” İngilizler selefi, “alaylı” Arnavutlar
ise modern (seküler) tarzda savaşıyordu.
Teoricilik (talimnamecilik) modern savaş tarihinde faydaları ve zararları hâlâ tartışılan bir konudur. Dünya savaşı
öncesinde Alman Genelkurmay’ın Fransa ve Rusya’yı işgal
etmek için yaptığı “obsesif” Schlieffen Planı savaş başlar
221
başlamaz rafa kaldırıldı. General Hamilton’un “gururla hatırladığımız” iki haftada Konstantinapol’de olma hayali de
kurmay zihnin ürünüdür. Sadece Batı orduları değil, Osmanlı ordusu da bürokratikleşme nedeniyle benzer bir
durumdaydı. Kahraman Şakul’a göre, Kara Mustafa
Paşa’nın yerinde acemi bir Tatar beyi olsaydı Viyana’nın
akıbeti farklı olabilirdi. Lehler yardıma geldiklerinde bir
haftalık ömrü kalmış bir şehir buldular. Paşa hesapladığı
optimum süreyi aşar aşmaz kuşatmayı kaldırmakta hiç tereddüt etmedi. Oysa birkaç sürpriz saldırıyla Viyana
düşebilirdi. Sadece bir tutam cahil cesaretine ihtiyaç vardı.
Şimdi de İskenderiye savunmasını İspanya’daki partizan savaşıyla karşılaştıralım. Napolyon’un İspanya ve Almanya
işgallerine karşı başlayan köylü-halk direnişinin, savaş teorisinde önemli bir yeri vardır. İspanyol direnişçiler (Alman
direnişi büyük ölçüde etkisiz kalmıştır) işgalci bir gücün gerilla savaşıyla yenilgiye uğratılmasının ilk örneğidir. 20.
yüzyıl boyunca üçüncü dünyada örneklerini gördüğümüz
başarılı direnişlerin ilkidir. Carl Schmitt, Partizan Teorisi
isimli kitabında İspanyol direnişine bakarak üçüncü dünya
solunu ikiye ayırmıştı: Partizanlar ve devrimci savaşçılar.
Partizanlar, kendi topraklarını korumak için örgütlenen
köylülerdir. Devrimci savaşçılar ise yüce bir ideoloji uğruna
savaşan enternasyonal militanlardır.
İskenderiye savunması ve İspanyol bağımsızlık savaşı aynı
döneme ait. İdeolojiler çağı henüz başlamadığı için “devrimci savaşçı” figürü yok ortada. Başıbozuklar kesinlikle
222
birer “mücahit” değil. Ama partizan da değiller. Yurtlarından uzakta savaşan paralı askerler. Hem partizanlar hem de
başıbozuklar Napolyon’a karşı savaştılar. İspanyol bağımsızlık savaşı on yıla yakın süren (1808-1814) bir gerilla
harbiydi. İskenderiye çıkarması ise manevra savaşıydı. Kesinlikle asimetrik bir savaş değildi. İngilizler açısından
bakarsak, tıpkı Gelibolu çıkarması ya da Kut savaşı gibi açık
bir hezimet söz konusudur. Stratejik değil, taktik bir yenilgi…
Başıbozuklar, partizanların aksine profesyonel savaşçılardır. Fakat devrimci savaşçılar gibi yüce idealler uğruna da
savaşmazlar; ceplerini doldurmak için savaşırlar. Schmitt’ten ilham alarak başıbozukların savaştaki başarılarını
altın oranı tutturmalarına bağlayabilirim. (Yine retorik bir
cümle geliyor:) Başıbozuklar; partizanlar kadar bencil, devrimciler kadar profesyoneldirler.
Fransız devrim ordusunun Napolyon’un işgal ordusuna evrimi ilginçtir. Öz savunma güçleri İmparatorluk ordusuna
dönüşmüştür. Fakat klasik imparatorluk ordularının aksine yapısı itibarıyla bir cumhuriyet ordusudur.
Yenilgisinde bu çelişkinin etkili olduğunu düşünüyorum.
Yurttaşlar mutlaka “Why are we in Vietnam?” diye sorar.
Modern dönemde profesyonel orduya dönüş Vietnam yenilgisinden sonra olmuştu. Ama erken Fransız tecrübesine
bakarsak yurttaş ordusuna geçişin o kadar püriten olmadığını görürüz. Rusya hezimeti Fransız emperyalistlerin
gözlerindeki perdeyi kaldırmış olabilir.
223
Zuhaf Tugayları, Temmuz devriminden sonra Cezayir’de
kuruldu. Kısa sürede Fransız yayılmacılığının en önemli
vurucu gücü oldu. III. Napolyon döneminde sayıları hızla
arttı. Kırım savaşıyla birlikte dünya çapında bir efsaneye
dönüştü. Henry Somerset, Zuhafların savaşta düzenli birliklerden daha etkili olduğunu itiraf edecekti. İngiltere
başta olmak üzere tüm sömürgeci güçler kendi Zuhaf tugaylarını yarattılar bu süreçte.
Lejyoner olarak çok etkili olsalar da Zuhaflar savaş topyekûn hale geldikçe marjinalleştiler. Topyekûnleşme, savaşı
yeniden memleket meselesi (national issue) haline getirdi.
Artık sömürgeci güçler yoktu. Savaş devletler arasında değil, halklar arasındaydı. Emperyalist paylaşım savaşı
emperyalistleri cumhuriyetçi olmak zorunda bıraktı. Savaş
meydanındaki lejyonerlerin yerini -yeniden- yurttaşlar aldı.
BU HİKÂYEDEN ÇIKARILACAK DERSLER
Monarşiden demokrasiye geçerken bir sömürge
çağı yaşadık. Yurttaşların ve lejyonerlerin savaş meydanlarında birlikte boy gösterdiği ilginç zamanlardı. 11 Eylül
2001’den beri imparatorlukların dönüşünü konuşuyoruz.
Ve ne yazık ki ulus-devletlerin çözülüşünü izliyoruz. Yurttaşları ve lejyonerleri yine omuz omuza savaşırken görmeye
başladık. Galiba bu defa süreç içinde etkisi marjinalleşecek
olan yurttaşlar olacak. Nedenlerini kısaca açıklayarak yazımı sonlandıracağım.
Yazı boyunca başıbozuk, yurttaş, lejyoner, partizan ve devrimci savaşçı konseptlerini kullandım. Wagner gibi
224
oluşumları açıklamak için en doğru konsept başıbozuktur.
Aynı zamanda en kapsayıcı olanıdır. Yurttaşın devletle, lejyonerin ekonomiyle, partizanın halkla, devrimcinin
ideolojiyle bağlantısını içerir. Wagner’in başarısını, bu dört
elemente neredeyse eşit mesafe konumlanmasında aramalıyız. Belki de dört elementin ideal bir kombinasyonudur.
Yurttaşlar gibi devletlu, lejyonerler gibi zengin, partizanlar
gibi haklı ve devrimciler gibi yüce; işte bunlar Wagner’in
savaşçılarına vaat ettikleridir.
Yeni savaşlar, ulus-devletleri parçalıyor. Başlayan hiçbir savaş bitmeyecek. Savaşın içine çekilen devletler süreç içinde
bir çeşit gaza beyliğine dönüşüyor. Bürokratların ve burjuvanın yerini ikisinin karışımı olan savaş beyleri alıyor.
Taliban, devrim muhafızları ve şimdi Wagner. Yeni başıbozuklar solcuların mafyokrasi kavramıyla işaret ettiği
gerçekliğin bir üst-aşamaya geçtiğini gösteriyor.⁴ Bu, politik aşama. Devletler mafyalaşırken mafyalar da
devletleşiyor. Üçüncü Dünya Savaşı’nı bekleyenler boşa
bekliyorlar. Savaş çoktan başladı. Savaş beyleri bürokratların ve burjuvanın yerini alacak (evet gelişmiş ülkeler dahil!).
Prigojin, savunma bakanına aklını yitirdiği için bu kadar
rahat sövüyor değil. Saçma gelecek ama onu Sezar’a benzetiyorum. Dönüp Roma’yı alabilir mi? Elbette hayır. Bunu
Kasım Süleymani bile yapamadı. Ama süreç ilerliyor. Er geç
olacak. Moskova’da Prigojin, Tahran’da Süleymani. İsimler
değişebilir. Sezar olmaz, Agustus olur. Eğer kapitalizmin
krizine alternatif ve yaratıcı bir çözüm bulamazsak ulus-
225
devletlerin yerini mafya/klan federasyonları/ağları alacak.
Bahmut sadece bir semptom.
KAYNAKLAR
Yeşil, Fatih, Trajik Zafer, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2017.
Şakul, Kahraman, II. Viyana Kuşatması, İstanbul, Timaş Yayınları, 2021.2
Schmitt, Carl, Partizan Teorisi, çev. Sibel Bekiroğlu, İstanbul,
Nika Yayınevi, 2019.
Kaldor, Mary, Eski ve Yeni Savaşlar, çev. Erdem Türközü, İstanbul, Fol Kitap, 2023.
Z Tarih dergisinde kitabı üzerine Kahraman Şakul ile yaptığım
söyleşiye bakabilirsiniz: https://youtu.be/Rq3T370gwdU.
2
226
1980’LERDE KIRDAN KENTE
GÖÇ VE KADININ ŞEHİRDE
OLUŞAN YENİ İMAJI
Zeynep Ezgi Kaya1
Göç kavramı ortaya çıktığı tarihten itibaren her
coğrafyada farklı şekillerde süreklilik göstermiştir. Göçün
ortaya çıkması birçok nedene bağlanabilir. İklim koşulları,
ekonomik, siyasi ve sosyal olaylar bu nedenlerin temelini
oluşturmaktadır. Aynı zamanda, kır ve kent kavramları da
kendi içerisinde farklı şekillerde tezahür etmektedir. Nitekim kentleşme olgusu, ilk şehirlerin kurulmasıyla başlayan
ve günümüze kadar uzanan uzun bir tarihsel süreçtir. Bu
olgu; iklim koşulları, siyasi ve ekonomik sebepler gibi pek
çok etkenden kaynaklanır. Türkiye’de de kırdan kente göç
hareketlerinin ivmesi zamanla değişmekle birlikte günümüzde dahi ülkenin pek çok alanında etkisi olan önemli bir
sosyolojik olaydır. Kırdan kente göçün göz ardı edilemeyecek bir dönemi de 1980’lerdir. Bu göç içerisinde kadınların
da olduğunu ve kentlerde kendi yaşamlarını oluşturduğunu görebiliriz.
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisidir. “1980’lerde Kırdan Kente Göç ve
Kadının Şehirde Oluşan Yeni İmajı” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 16 Haziran 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
227
1980 yılı Türkiye tarihi içerisinde sosyal, siyasi ve ekonomik yönden hareketli bir yıl olma özelliğine sahiptir. Bu
dönemdeki kırdan kente göç olgusunu inceleyebilmek
adına önce dönemin ekonomisine değinmenin yerinde olacağını düşünüyorum. Gerçekleşen 1980 ihtilali sonrasında
1983 yılında ekonomide bir atılım olarak serbest piyasa
ekonomisine geçilmiştir. Yine aynı zaman dilimi içerisinde
devlet, ihracata dayalı büyümeyi benimsemiştir. Bu dönem
içerisinde liberal ekonomi politikalarıyla hareket eden iktidar özelleştirme konusunda geniş adımlar atarak devletin
ekonomi alanındaki oranını daraltmıştır.2 Bu dönemde
hızlı bir tüketici topluluğu oluşmuş, ulaşım alanları gelişmiş, STK’ların sayısı artmıştır. Bu dönem ayrıca, bireyin ve
toplumsal hareketliliğin ön plana çıkmaya başladığı bir dönem olma özelliğine de sahiptir.3 Bu özellikler, 1980 ve
1990 arasındaki kırdan kente göçün nedenleri arasında
ifade edilmektedir. Ekonomide özelleştirme nedeniyle de
Bilsay Kuruç, Tuncay Artun, Yılmaz Akyüz, Korkut Boratav
vd., Bırakınız Yapsınlar Bırakınız Geçsinler Türkiye Ekonomisi 1980-1985, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987, 29-33.; Dışa açık
büyüme ve yeni liberal düzenlemeler hakkında detaylı bilgi için
bkz. Uğur Eser, Türkiye’de Sanayileşme, Ankara: İmge, 1993,
71-88.
3
Ahmet İçduygu ve İbrahim Sirkeci, “Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Göç Hareketleri”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, haz.
Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları,
1999), 253.
2
228
parça başına iş ve mevsimlik işçilik gibi durumlar zuhur etmiştir.4 Daralan iş imkânları enformel sektörün de
büyümesine neden olmuştur. Kırdan kente göç sürekli artış
göstermiştir. Özellikle 1980-85 yılları arasında önceki yıllara oranla göçte süreklilik sağlanmış, 1985 ve 1989 arası
dönemde de bu süreklilik oranı önceki dönemlerle aynı olmuştur. Nitekim Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE)
1996 verilerine göre, 1980 yılında kent nüfusu 20.330.000
iken kır nüfusu 24.407.000’dur. Fakat yine aynı istatistiğe
göre 1985’te kent nüfusu 26.865.000 iken kır nüfusu
23.798.000’dur.5
Bu dönemde kentler kırsal alandan gelen insanları barındırma konusunda yetersiz kalmıştır. Aynı zamanda
kırsaldan gelen insanları kentlerdeki işlere istihdam edecek
sanayi de tam anlamıyla gelişmediğinden bu durum bazı sorunlara yol açmıştır. Nitekim yukarıdaki nedenlerden
ötürü kentlerde gecekondu yapılarında gözle görülür derecede bir artış yaşanmıştır. Bu dönemde kent nüfusunun
fazlasını oluşturan kırdan gelen göçmen kitlesi, ikincil ekonomik sektörlerde yani ağır sanayi, dokuma, imalat işleri ve
gıda sanayi gibi işlerde çalışarak yaşamlarını idame ettirmeye çalışmışlardır. Kırdan kente göçü sürekli kılan
nedenleri özetlemek gerekirse; tarım alanında teknolojik
Mümtaz Peker, “Türkiye’de İçgöçün Değişen Yapısı”, 75 Yılda
Köylerden Şehirlere, haz. Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul:
Tarih Vakfı Yayınları 1999, 301.
5
Ahmet İçduygu ve İbrahim Sirkeci, a.g.m., 252.
4
229
aletlerin kullanılması sonucu ortaya çıkan iş gücü fazlasından dolayı gelir ve giderlerde yaşanan düşüş, tarım alanındaki verimsizlik, kır-kent arasında meydana gelen gelir alanındaki farklılıkların artması, ulaşım ve iletişim alanlarının
gelişim göstermesi, kentin sunduğu hizmetler, yaşanan siyasal ve toplumsal olaylar ile üniversite okumak için kırdan
kente gelip buralarda kalan genç nüfustan bahsedilebilir.6 Bu dönemde kırdan kente göç özellikle İstanbul,
Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlere yapılmıştır.7
Kırdan kente gelen nüfus içerisindeki erkek ve kadın oranlarına baktığımızda erkeklerin daha fazla olduğunu
görmekteyiz.8 Çünkü kırdan kente gelenlerin çoğu bekâr
erkektir. Evli olan erkekler de önce şehre tek gelerek belirli
Yüksel Kaştan, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi İç Göç Hareketleri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9 (42)
(2016): 697-700.
7
Oya Köymen, “Bazı İçgöç Verileri (1950-1980)”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, haz. Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul:
Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 260-263. Bu dönemde (1985-1990)
köylerden İstanbul’a gelenlerin İstanbul’un ilçelerine dağılımını
detaylı incelemek için bkz. Ferhunde Özbay, “İstanbul’da Göç ve
İl İçi Nüfus Hareketleri (1985-1990)”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, haz. Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı
Yayınları, 1999, 277-294.
8
Ahmet Koyuncu, 1980’den Sonra Kente Göç Edenlerin Tutunma Yolları: Konya Örneği, Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Konya 2011,
31.
6
230
bir süre zarfından sonra ailesini yanına almaktadır. Göç
eden kadının şehirdeki konumuna baktığımız zaman belirli
farklar görmekteyiz. Nitekim 1985 yılında kadınların
yüzde 43’ü erkeklerin de yüzde 78’i iş hayatında aktiftir.9 1980 sonrasında yaşanan ekonomik politikalar
neticesinde çeşitli iş sektörlerinde istihdam yavaşlamıştır.
Yavaşlayan bu istihdamdan yararlanan taraf genellikle erkekler olmuştur.10 Bu dönemde yaşanan enflasyon artışıyla
birlikte geçim sıkıntısı çeken ailelerde çalışan sayısı artmaya
başlamıştır. Çocuk, kadın ve yaşlılar bu artışı sağlamıştır.
Aynı zamanda kentlerde çalışmak isteyen kadınların sayısında da belirli bir oranda artış gözlemlenmiştir. Kırdan
gelen kadınların içerisinde okuma-yazma bilmeyenlerin
çoğu ağır işlerde, ev temizliklerinde veya enformel işlerde
çalışmaya başlamıştır. Kırdan gelen kadınların bu alanları
doldurması sonucunda da kentli kadınların birçoğu kayıt
dışı istihdama katılım sağlamıştır. Bu da iş gücüne katılım
oranlarındaki düşüşe neden olmuştur. 1988 yılına gelindiğinde ise kadınların iktisaden aktiflik oranı yüzde
Yeşim Ekmekçi, Türkiye’de Kadın İşgücünün Gelişimi ve Çalışma Yaşamında Karşılaştıkları Engeller, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Eskişehir 2004, 61.
10
Büşra Sağlık, “Türkiye’de İşgücü Piyasasında Kadının Konumu (1950-1980)”, Uluslararası Sosyal Bilimlerde Yenilikçi
Yaklaşımlar Dergisi, 5 (4) (2021): 264.
9
231
34,9’dur.11 Bu oranın düşmesindeki nedenleri şöyle sıralayabiliriz: Kırdan kente göç eden kadınların çoğu, tarım
alanlarında ücretsiz aile işçisi olarak faaliyet göstermiş, istatistiklerde bu şekilde yer almış ve kentlere geldiklerinde iş
bulamayıp ev hanımı rolleriyle iş gücünün dışında kalmıştır. Bu dönemde kentlerde gelirlerini arttıracak iş
sektörlerinde çalışan kadın sayısı çok sınırlıdır. Nitekim kadınların çoğu, ailenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına ev
işleri yapmaktadır ve bu tarz işler iktisadi alana dahil edilip
incelenmemiştir.
Sonuç olarak, 1980’ler her açıdan hareketli geçmiştir. Kentlerin büyümesi ve gelişmesiyle birlikte cazibe yerleri halini
alması göç olgusunun oluşmasını sağlamıştır. Bu göç içerisinde kadınların da yer alması onlara bir nebze de olsa
özgürlük alanları yaratmaya çalışmıştır. Kırdan kente gelen
kadınların farklı iş sektörlerinde çalışmaları kentte oluşacak
olan yeni imajlarının belirleyici bir etkeni olmuştur.
11
Ekmekçi, a.g.y., 65.
232
K A Y N AK L A R
Ekmekçi, Yeşim, Türkiye’de Kadın İşgücünün Gelişimi ve Çalışma Yaşamında Karşılaştıkları Engeller, Anadolu
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 2004.
Eser, Uğur, Türkiye’de Sanayileşme, Ankar: İmge, 1993.
İçduygu, Ahmet ve Sirkeci, İbrahim, “Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Göç Hareketleri”, 75 Yılda Köylerden
Şehirlere, haz. Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul:
Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 249-268.
Kaştan, Yüksel, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi İç Göç Hareketleri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 9
(42) (2016): 692-700.
Koyuncu, Ahmet, 1980’den Sonra Kente Göç Edenlerin Tutunma Yolları: Konya Örneği, Selçuk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora
Tezi, Konya 2011.
Köymen, Oya, “Bazı İçgöç Verileri (1950-1980)”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, haz. Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu,
İstanbul Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 260-263.
Kuruç, Bilsay, Artun, Tuncay, Akyüz, Yılmaz, Boratav, Korkut
vd., Bırakınız Yapsınlar Bırakınız Geçsinler Türkiye
Ekonomisi 1980-1985, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987.
Özbay, Ferhunde, “İstanbul’da Göç ve İl İçi Nüfus Hareketleri
(1985-1990)”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, haz. Ayşe
Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları,
1999,277-294.
233
Peker, Mümtaz, “Türkiye’de İçgöçün Değişen Yapısı”, 75 Yılda
Köylerden Şehirlere, haz. Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu,
İstanbul Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 295-304.
Sağlık, Büşra, “Türkiye’de İşgücü Piyasasında Kadının Konumu
(1950-1980)”, Uluslararası Sosyal Bilimlerde Yenilikçi
Yaklaşımlar Dergisi 5 (4) (2021): 256-278.
234
TÜRKİYE’NİN
YENİ BAŞTAN İHYASI
Hamza Dülger1
Ünlü Türkolog ve müzmin muhalif Rıza Nur’un
Halk Partisi’ne karşı yürüttüğü mezkûr mübayin hareketinin en mühim eserinin adı “Türkiye’nin Yeni Baştan İhyası
ve Fırka Programı” idi. Türkiye, mevcut tenakuzlarının
üzerine müselsel bir hal ile yeni bir Cumhuriyet şeklini aldığında rejimin en keskin mübayinleri arasında Türk
milliyetçiliğini idealize etmiş Türkiyatçılar bulunuyordu.
İmparatorluğun inkırazına tanıklık etmiş bir nesil için kurtuluşu, haşin ve ulu bir fikriyat olarak serdetmek
entelektüel tarihimiz için münasip bir yol olarak gözükür.
Zira, Türk milliyetçiliğinin önemli sekülarist teorisyenlerinin mihmandarlarından Akçura dahi, cesurane bir biçimde
“Osmanlı Devleti’nin hakiki kuvveti şekl-i hazır-ı coğrafisini muhafaza etmek midir?” sorusunu sorarken bilcümle
Osmanlıcılık fikrini akim kılıyordu.
Akçura, ortak siyasal yetkede buluşması gereken halk topluluğu manasında ortak atadan toplulukların ırk
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi doktora öğrencisidir. “Türkiye’nin Yeni Baştan İhyası” başlıklı yazısı yarinin
kulturu.org/ sitesinde 23 Haziran 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
235
namzediyle bir araya gelerek bir birlik teşkil etmesinin önemini erken tarihlerde, henüz 20. yüzyıl başlarında
kavramıştı. Bu kavrayış, Tanzimat Dönemi’nde benimsenen ve “Osmanlı milleti” biçiminde tezahür eden Fransız
ulus anlayışından (“millet-i iradi”) Alman ya da Slav ulus
anlayışına (“millet-i vaki”) geçişin bir nüvesini içinde barındırıyordu. Cumhuriyet idaresi, işbu şiarın üzerine inşa
edilirken Akçura ve Gökalp dehrîleştirici [säkularisierte]
devlet idealini tatbik eden ideologlar oldu. Türk milliyetçiliğinin mümeyyiz bir cüzünün resmî ideolojiye hasrettiği
aynı dönemin muhalif-ırkî milliyetçilerinden Rıza Nur’un
dehrî milliyetçiliğe karşı millî bir din tesis etme gayreti bir
şerh olarak milliyetçiliğin karakterini belirleme kavgasında
sonraki nesillerdeki milliyetçiler için muteber bir yere oturur. Fakat bu cüz saltık iç siyasal kültüre içkin değildir,
bahusus politik ayrım önemli bir haricî siyasal ayrım getirir: maksimalizm-minimalizm.
Türkiye’nin mevcut halini okuduğumuzda, Pantürkizm’den Mavi Anadoluculuk’a süregiden tartışmaların
çeperlerini anlamlandırmamız mümkün hale gelir. Mevzubahis milliyetçiliğin teganni ettiği zemin, tetkik edildiğinde
iki zıt dış politik siyasanın bir çarpışmasıdır. Cumhuriyet
tarihini bu minvalde serimlediğimizde Turanî ideolojinin,
dünya sahnesinde emperyal siyasalarının çöküşüyle kökten
bağı mevcut iken, Türkiye’deki anti-maksimalist ideoloji
(Kemalizm) de bunun karşıt cephesini husule getirir. Uzak
Doğu diyarındaki (Japonya) 15 Mart Olayı diğer Turanî
236
memleketlerdeki maksimalist-minimalist mücadelesinin
bir cüzü gibidir.
Dünya tarihindeki tersine dönüşler ve çevrimlerle süslü yeniden doğuşlarla kabil olan işbu süreç, günümüzde artık
benzer bir süreç ile iç içe yürüyor. Temsiliyetin dayandığı
temel hususların, ezcümle parlamentarizm ve yürütme erki
arasında sıkıştığını akılda tutmalı. Bu yoğunlaştırılmış süreç, tarihî tekerrür ile vuku bulan bir çevrimin son halkası
hüviyetinde. Tetebbu edildiğinde görüleceği üzere 1930’lar
siyasası ile günümüz politik durumunun benzeşikliği aşikâr
bir mümeyyizlikle önümüze seriliyor. Yukarıda bahsedilen
türden bir sıkışmışlığın kitleler lehine çözümlendiği tarihsel kesitin dünya-tarihsel zamanda 1945’e tekabül eden bir
biçimde pek çok tehdidi barındırdığı sabittir. Emniyet bürokrasisinin gün be gün kuvvetlenmesi 30’ların siyasasına
yakınlaşmanın hakikatini irae ediyor. Tüm bunlarla birlikte yeni bir Anschluss (Rus-Ukrayna Harbi) da mevcut ve
hal böyle iken bu tekerrürün nedenleri üzerine tekrar düşünmek icap ediyor.
Kojin Karatani’nin bahsettiği üzere, olayların tekerrürü tek
başına birbirine emsal değildir, ama biçim yönünden tekrarlanmaları kaçınılmazdır. Karatani’ye göre faşizm, siyasi
ve ekonomik bir kriz anında bastırılmış olan mutlakiyetçi
monark figürünü çağıran temsilî demokrasidir. Japonya
bağlamında “Şowa Restorasyonu”, Meiji Restorasyonu’nun
tekerrürü olarak bir imparatorluk restorasyonunu temsil
eder. Bu tekerrürler tarihsel mirasta yer alan deliklerden neşet ederek büyür. Bu delik, temsil sisteminin hem içinde
237
hem dışındadır. Temsilin dayandığı kütlenin, yürütme erki
ve yargı ile çatışık halde olduğu, kriz anında büyüyen, iktisadi çelişkiler barındıran bir deliktir bu.
Marx’ın bahsettiği veçhile, devletin kendisi kapitalist iktisadi krizlerde yahut temsilî parlamentoda görülen
tıkanıklıkta görünür olur; imparator, kayzer veya führer
onun (devletin) şahsileşmiş halidir ve bastırılanın yani mutlakiyetçi egemenliğin geri dönmüş biçimidir. Bu geri dönüş
süreci 18. yüzyıldan bu yana tekrar eden devrimsel süreçlerin bir yeniden okunuşudur. İmparatorluktan ulus-devlete
geçilen düzende, hukuki, ahlaki zeminin kayması sonucu
modern ulusların ifa ettiği görevler, imparatorluktan ulusdevletlere pay edilmiştir. Bu düzen, yetkenin tek bir erkten
tüm bir ulusa bölüştürülmesiyle beraber fetih düzeninin ilgası ve yeknesak bir millî hukuk düzeninin yaratım ve
tatbiki ile müyesserdir. Ancak ulus-devlet söz konusu düzende kalmaya teşne değildir, yeni sermaye yaratımları ve
bir kaynak ihtisası problemi göze çarpmaktadır. Amele iş
gücü ihtiyacı ve sermaye ihracı, ulus-devletin büyümesine
ve bir imparatorluğa öykünmesine sebebiyet verir ancak bu
imkânsız bir teşebbüstür çünkü yerleşik çelişkilerle (millî
hukuk, millî sermaye tahakkümü) bir emperyal imal etmek
olanaksızdır. Napoleon’un millî bir imparatorluk kurma
hevesi bu duvara toslamıştır. İmal edilen Fransız hukukunun Alman ananelerine uymak şöyle dursun, aksine onu
tek bir millî biçime soktuğu sarahaten söylenebilir. Ezcümle dünya siyasasının mevcut istihsal hali yeniden
238
imparatorluklar devrine ulaşmamızı mümkün kılmamaktadır.
Ancak yine de ulus-devletin bir uzamı olan emperyalizmin
dünya sahnesine yeniden çıkması bu imperyal ve emperyal
suretin yeniden dönüşü olarak okunabilir. Ezcümle, Schmittyen bir perspektif ile tüm parlamenter düzenin salt bir
mutlaka devri ile mevcut temsil krizinin aşılmağa çalışıldığı
dercedilmektedir. Türkiye de bu gidişatın teşrih edilebilir
aktörlerindendir. Türkiye’nin 1923’te tatbik ettiği Pantürkist ama minimalist milliyetçilik, günümüzde imperyal bir
sağ kavle (diskur) işaret ederken minimalist-maksimalist geriliminin yukarıda bir özetini sunmaya çalıştığımız siyasal
sıkışıklıktan gayri düşünmek yanlış olur.
Engels’in tarihsel materyalist nazariyesiyle tetebbu ettiği
devlet teorisi; ilkel kolektivizm → askerî demokrasi → konfederasyonlar → devlet planı ile vuku bulur. Askerî
demokrasinin bir nevi kahramanlar kültüne tevdi etmesi ise
kaçınılmazdır. Ancak tüm süreç, dışarıda saltık bir savaş
beyleri konfederasyonunun içte bütünleşik bir devlet ve
yetke (hükümdar, kayzer, sultan) eliyle sündürülmesini beraberinde getirir. Harp beyleri, bir çeşit millî kahramanlar
olarak konfedere devlet hükmünde zuhur eder. Öz bürokrasi, öz ordu ve öz harp teknikleri vardır. Fakat bürokratik
rasyonalizasyonun kaçınılmaz kaderi olarak hepsi tek bir
kamunun emrine girerek devlet tesis etmek zorundadır ya
da bu uğurda ortadan kaldırılmaları icap eder.
239
Günümüzde harp beylerinin devlet iktidarına yönelik yöntemsel ve ilkesel karşı çıkışları, aynı izleği tekrarlayacak
biçimde tekrar tekrar vaki olmasını görünür kılmıştır.
90’lardan itibaren adeta örtük bir iç harbin husule gelmesi
ile Türkiye’nin mezkûr siyasallaşma ve bürokratik rasyonalizasyon serüveni, yaşanan örtük iç harbin nüvelediği
çatışmaları yakın tarihte önümüze serdi. Farklı harp beylerinin ve kendilerine ait örgütlerinin, siyasal çözülmenin
(erken 90’lar) hemen ardından vuruşması, tarihsel izleğin
konfederasyonlar safhasına dönüşümüzü hatırlatır. Hemen hemen aynı zaman diliminde bürokratik olarak sil
baştan tesis edilen devletin güvenlik kadrolarının yeniden
savaş beylerine teslim edildiğini (İç İşleri, Millî Savunma
Bakanlıkları), bu kadrolar eliyle iç harbin bitirildiğini ve
yeni aşamada bürokratik rasyonalizasyonun artık yeniden
tezahür ettiğini vurgulamak gerekir.
İkonografik bir yeniden dirilimi mümkün kılmaya teşne
olan sorunlar yumağı başlıca olarak bu iki noktada toplanıyor görünmektedir. Birinci olarak, siyasal sıkışıklık hali
temsiliyetin bir kuvve olarak kalmasıyla yahut bu kuvvenin
kişiler kültü eliyle fiile geçmesiyle aşılmaya çalışılır. İkinci
husus, devletin iç teşkilatlanmasında yaşanan gerilim-çelişki ve hatta kaosun bir neticesi olarak bürokratik
rasyonalizasyon gecikir. İmperyal-maksimalist siyasanın
teşviki içte çelişkinin yitirilmesi, dışta ise kuvvetin (‘zor’un)
rasyonel ellerle tatbik edilmesini getirir. İç çelişkilerin bitirilmesi ise devletin ancak Greko-Romen “civitas”lardaki
240
gibi ahlaki nesnenin temerküz ettiği bir bütün olarak kavranması şeklinde meydana gelecek bir tersine sıçrayışla
mümkün olabilir. Zira dünyevileşme, bu bütünü egemen
lehine bozmuştur. Hegel bu bozulmaya dikkat çekerek tek
hakiki din olarak “devlet”in kaldığını söylerken haklıdır.
Tersine sıçrayış, dünyevi din olarak devletin şerik kabul etmez bir iç birlik sağlamasının artık tek yolu olarak
gözükmektedir. Ancak buradan maksimalist bir politik evreye geçişi mümkün kılacak politik enstrümanlar henüz
icat edilmemiştir. Nihayetinde devlet hâlâ ulus-millî devlettir ve siyasal uzamıyla hukuku, kendi tarihî mirasının bir
sonucudur.
KAYNAKLAR
Georgeon, François. Osmanlı Türk Modernleşmesi (19001930), Yapı Kredi Yayınları, 2006.
Georgeon, François. Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri / Yusuf
Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005.
Hassan, Ümit. İbni Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Sevinç Matbaası, 1972.
Karatani, Kojin. Tarih ve Tekerrür, Metis Yayınları, 2013.
Schmitt, Carl. Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine
Dört Bölüm, Dost Yayınevi, 2020.
Schmitt, Carl. Siyasal Kavramı, Metis Yayınları, 2014.
241
V. KARL’IN OSMANLILARA
KARŞI ELDE ETTİĞİ
TUNUS ZAFERİNİN
PROPAGANDA UNSURU
OLARAK HALILAR
Emir Gürsu1
Bu makalede, 1535 tarihli Tunus seferinin, V.
Karl’ın nazarında hangi etkenler sayesinde Osmanlılar ile
diğer karşılaşmalar içinde ayrıcalıklı bir konuma yerleştiğini irdeleyeceğiz. Yazımı, “Habsburg sarayının, Tunus’un
fethi için hem askerî hem de sanatsal bir hazırlık yapmasının arkasında yatan saikler nelerdir?” sorusu üzerine inşa
edeceğim. Bu sorunun cevabını, seferin zafere dönüşmesinin simgesi haline gelmiş halılar üzerinden vermeye
çabalayacağım. Çalışmayı, Tunus seferinin özetiyle başlatıp
V. Karl’ın, seferin hatırasını ölümsüzleştirme gayretinin
ürünü olan on iki halının içeriğinden bahsettikten sonra,
zaferin ve halıların ayrıcalıklı önemi ile kaynaklarıma değinerek sonlandıracağım. Makalenin, halıları dokuyan
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tarih Bölümü yüksek lisans
öğrencisidir. “V. Karl’ın Osmanlılara Karşı Elde Ettiği Tunus
Zaferinin Propaganda Unsuru Olarak Halılar” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 30 Haziran 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
242
zanaatkârlarla akdedilen sözleşme ve yazışmalar sayesinde2 zorlama yorumların kıskacında kalmaktan veya
niyet okumasından öteye gidememekten kurtulacağı zannındayım. Ayrıca bu yazı; sanat, ebat ve malzeme
bakımından halılar ve resimleri tahlil etme değil; nesneleri,
zihniyet tarihinin malzemesi haline getirme amacı taşımaktadır.
Barbaros Hayreddin Paşa, Kanuni Süleyman İran seferinde
iken, 1534’te donanmasıyla Tunus’a geldi. V. Karl, İspanya
ve İtalya’yı tehdit eden bu donanmayı imha kastıyla, 16 Haziran 1535’te Halku’l-vâd’a (Goletta) ulaştı. Muhtelif
sebepler dolayısıyla Osmanlılar 8 Ağustos’ta Tunus kalesini Karl’ın askerlerine teslim etti.3 Zinkeisen, Avrupa
kaynaklarına dayanarak Tunus seferini böyle tasvir ediyor.
Bu savaşın Osmanlı tarafını temsil eden Barbaros’un Gazâvatname’sinde ise daha teferruatlı ve süslü
ifadelerle dolu bir tasvire rastlıyoruz. Gazâvatname, birincil kaynaklar arasında bulunduğu için çağdaş olmayan
Zinkeisen’a nazaran daha ilginç ayrıntılar sunabiliyor. Mesela bu eserde, Hayreddin Paşa Cezayir’e gidecekken
rüzgârın Osmanlı donanmasını Tunus’a savurduğu, ancak
her ne kadar ilk hedef olan Cezayir menzilinden böyle tesadüfen çıkılsa da Barbaros’a göre Tunus’un, Melik Hasan’ın
Katja Schmitz von Ledebur, “Emperor Charles V Captures
Tunıs: a Unique Set of Tapestry Cartoons,” Studia Bruxellae 11
(2019): 389.
3
Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II,
çev. Nilüfer Epçeli İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2011, 543-545.
2
243
zulmü yüzünden fethi zorunlu bir bölge haline geldiği yazıyor. Bu kurgu, Osmanlıların iç ve dış meseleleri ele alırken
sık başvurdukları “adalet dağıtma ve zulümle savaş” söylemlerinin bir tekrarından ibarettir. Gazâvat’ta ayrıca,
Hayreddin Paşa’nın sadece Karl’ın donanmasıyla değil;
Papa, Portekiz, İspanya ve Almanların desteğiyle de mücadele ettiğini okuyoruz.
Tunus zaferini simgeleyen halılar hakkında geniş yayınlardan birine dair başarılı bir tanıtım yazısı kaleme alan
Veldman, Karl’ın “mülkünü geri almaya” geldiğini düşünmektedir. Ona göre, Mulay Han’ın Karl’ın safında
bulunması ve Hristiyanların Barbaros’a karşı ayaklanmaları dengeleri değiştirdi ve nihayet Osmanlılar mukavemete
dayanamayarak geri çekildi.4 Şimdi Karl’ın “mülkünü geri
alma” gayesiyle uğrunda tüm imkânlarını seferber ettiği
Tunus zaferinin, Habsburg başarıları arasındaki ayrıcalıklı
konumunu aydınlatan önemli göstergelerden biri olan on
iki halıya temas etmek suretiyle, seferin katmanlı yapısını
yukarıdaki özetten daha büyük bir bağlama oturtmaya çalışacağım.
İlja M. Veldman, “Jan Cornelisz Vermeyen, Painter of Charles
V and His Conquest of Tunis: Paintings, Etchings, Drawings,
Cartoons and Tapestries by Hendrik J. Horn,” Simiolus Netherlands Quarterly for the History of Art 1-2(1992): 97-98;
Barbaros Hayreddin Paşa Gazavâtnamesi ve Zeyli, haz. Abdullah
Gündoğdu, Hüseyin Güngör Şahin ve Dilek Altun (İstanbul:
Panama Yayıncılık, 2019), 50-52.
4
244
V. Karl Tunus’a yalnızca askerlerini göndermedi. Bir maiyet ressamı olarak Jan Vermeyen de Tunus seferinin
hatırasını ölümsüzleştirmek üzere sefere katıldı. Ressam,
1546-1550 yılları arasında çizdiği Tunus’un Fethi resimleriyle, müteakip yıllarda zaferin “parlak” remizleri arasına
girecek devasa halıların dokunmasına ilham verdi.5 Vermeyen’in karakalem ve suluboya resimleri, 5 metre
genişliğinde, 7 ila 12 metre uzunluğunda on iki halıya işlendi. İkisi kaybolan halılar, bugün Viyana Sanat Tarihi
Müzesi’nde saklanıyor. Halılarda görselliğin propaganda
gücünün yanı sıra Latince ve İspanyolca mısralarla gözü ve
zihni doyuran bir ikna edicilik yaratma amacı sezilmektedir. Hem imparatorluk hem de İspanya topraklarını öne
çıkarma çabası, Latince ve İspanyolcanın manzum birleşimiyle belirginleşmektedir. Elinde pusula ve üzerinde
mealen şu dizeler bulunan bir tablet tutan Vermeyen de
halı üzerinde dikkat çekmektedir: “olaylar aynen yansıtıldı; ülkeden ve sefer hazırlıklarından haberdar olasınız
diye tasvirler özünü doğadan almıştır.” Halılara dokunan
resimler aracılığıyla Karl’ın değil, seferin bir bütün olarak
merkeze alınması ve herhangi bir yazılı eserden daha akılda
kalıcı ve teferruatlı olma hedefi büyük oranda gerçekleşmiştir.6 Öyle ki bu “ulvi” hedefi temin eden halıların
dokunmasına öncülük eden Vermeyen için, maaşlı savaş
ressamlığı memuriyeti dahi ihdas edildi.7
Veldman, “Vermeyen,” 97.
Veldman, a.g.m., s. 98.
7
Von Ledebur, “Tunis,” 388.
5
6
245
Aşağıda, zikredilen halıların başlık ve içerik betimlemelerinin dökümünü sunarak Tunus’un zaptının övünç
aletlerine dönüşen bu külliyatın, âdeta “film şeridi” canlılığıyla askerî hazırlıkları nasıl ölümsüzleştirdiğini açıklığa
kavuşturmak istiyorum:
1. İmparator, Birliklerini Barselona’da Topluyor: V.
Charles, atının üzerinde askerlerini merkezde toplarken
tasvir edilmiştir.
2. Kartaca Burnu Açıklarına İniş: Amiral Andrea Doria’nın sancak gemisi, Karl’ın bulunduğu kıyıya yol alıyor.
3. Kartaca Burnu’ndaki İlk Çarpışmalar: İmparatorluk
birlikleri, önce Barbaros’un askerleri tarafından savunulan
La Goletta kalesine saldırdı.
4. La Goletta Kuşatması: Barbaros, yaklaşık 5000 Osmanlı
ve Mağribi askeriyle, La Goletta’da mevzi almıştı. Sayıca az
olmasına rağmen, 14 imparatorluk birliği kaleyi üç hafta
boyunca kuşattıktan sonra 14 Temmuz’da ele geçirmeyi
başardı.
5. Yem (fodder) Arayışı: Tunus Gölü ve La Goletta Kalesi
manzarası barizdir. Su kemeri kalıntılarının arkasındaki bir
ormanda, at yemi toplamak için yaptıkları bir keşif gezisinden dönen Marchese d’Alarcon ve adamları, atlı düşman
askerlerinin saldırısına uğradı. Ancak imparatorluk süvarileri ve piyadeleri onların yardımına koşuyor. İmparator V.
246
Charles’ın kendisi, atlı mızraklarının solundaki atının üzerinde tasvir ediliyor. Bu kez, en görünür manzarada cesurca
çarpışan Osmanlılar bulunmaktadır.
6. La Goletta’nın Zaptı: Küçük bir İspanyol birliğinin
elinde tuttuğu Kartaca Burnu’ndaki bir kule, üstün bir güç
tarafından saldırıya uğradıktan sonra imparator, 14 Temmuz’da La Goletta’ya saldırmaya karar verdi. Kaleye
yönelen imparatorluk gemileri ve kadırgalar belirgin bir görünüm arz eder. İmparator ve Mulay Hassan, savaşı
gemilerin birinden izlemektedir.
7. Tunus Yolunda Meydan Muharebesi: Barbaros’un kaçan birliklerini takip eden imparatorluk ordusu, kavurucu
yaz sıcağına göğüs gerdi ve hem araziyi hem de kuyuların
yerini bilen Mulay Hassan kılavuzluğunda Tunus’a doğru
yürüdü. Tunus’tan yaklaşık üç kilometre uzaktaki bir
kuyu, Barbaros’un imparatorluk ordusuna saldırmasıyla
başlayan belirleyici savaşın merkeziydi. İmparator, birliklerini akıllıca konuşlandırdı ve düşmanı bozguna uğrattı. Jan
Cornelisz Vermeyen, tüm seferin tek meydan muharebesini dikkatlice tasvir ediyor: sağdaki imparatorluk ordusu,
Barbaros’un karşısında ve hilal sancağı altında yarım daire
şeklinde düzenlenmiş birliklerine doğru ilerliyor.
8. Tunus’un Ele Geçirilmesi ve Yağmalanması: Jan Cornelisz Vermeyen, savaş alanlarını tasvir ederken topografik
247
doğruluğa özellikle dikkat etti. Şehir, rakipsiz bir şekilde8 ele geçirilmesinin ardından talan edildi. Sakinlerinin
mallarına el konuldu ve birçoğu köle olarak satıldı. Vermeyen, bu resme kendisini bir “savaş muhabiri” olarak dahil
ederek gerçeğe bağlılığını vurguluyor. Kendisini, eskiz defterini tutarak küçük bir tepede dururken tasvir ediyor.
9. Ordu Tunus’tan Ayrılıyor; Rada’daki Kampa Giren
İmparatorluk Birlikleri: Tunus’ta sekiz gün geçirdikten
sonra imparator Rada’ya dönme emrini verdi. Orta sahanın
ortasında ata binerken gösterilirken birkaç Mağribi merhamet dilemek için önünde diz çöküyor. İmparator miles
christianus’a, çarmıha gerilmiş İsa’yı betimleyen bir sancağı
taşıyan süvari müfrezesi eşlik ediyor. Tüm geri çekilme bir
zafer yürüyüşü gibi düzenlenmiştir. Bagaj treni ganimeti
içerir.
10. Goletta’dan Ayrılış: Bakışlarımız kaleye ve ilk gemilerin yelken açmaya başladığı Kartaca Burnu açıklarında
“Rakipsiz ele geçirme” ifadesini bir gönderme olarak değerlendiriyorum. Tunus seferinde Habsburglar, Kanunî’nin Viyana
Kuşatması ve Alaman seferinde imparatorluk ordusunu karşısında bulamadığı için alaya almasına mukabele etmektedirler.
1532’de Güns Kalesi’nin ele geçirilişinden sonra, Kanunî,
V.Karl’ın kardeşi Ferdinand’ın elçilerine, imparatoru kastederek
“uzun zamandır üzerime yürüme niyetinden bahsediyor, cesareti
varsa muharebe edelim” mealinde bir cevap vermişti. Bkz. Feridun Emecen, Kanuni Sultan Süleyman ve Zamanı (Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 2022) 202-203; Zinkeisen, a.g.e.,
520.
8
248
demirlemiş imparatorluk filosuna kayıyor. Ön tarafta ordunun yakında ayrılışı için çeşitli hazırlıklar görülüyor:
ölüleri siperlere gömmek, topları ve gülleleri toplayıp gemilere yüklemek. Resmin merkezinde İmparator V. Charles,
Mulay Hassan ile müzakere ediyor. Bir siperde oturan Vermeyen, zamanını biraz daha eskiz yaparak geçiriyor.9
ÇIKARIMLAR
Makalenin son bölümünü, “Habsburg sarayının,
Tunus’un fethi için hem askerî hem de sanatsal bir hazırlık
yapmasının arkasında yatan saikler nelerdir?” sorusunu
maddeler halinde cevaplandırma maksadıyla hazırladım.
Başka bir yazımda da belirttiğim üzere, 16. yüzyılda evrensel hakimiyet davası güden hükümdarlar, dinî saiklerle
savaştıklarını vurgulamayı ihmal etmemişlerdi.10 Bu bölümde, V. Karl’ın hangi dinî ve siyasi dürtülerle Tunus
hamlesine kalkıştığını, halılar aracılığıyla hükümdarlığın
ruhani yönünü nasıl öne çıkardığını açıklamaya çabalayacağım.
Sanatkârların himayesi, evrensel bir tahakkümün gerçekleşmesi için şevki diri tutan ve üstünlüğün en yakına dahi
gösterilmesi anlayışının bir tezahürü olan icraat arasındadır. Sanatçılar, hükümdarlar tarafından ısmarlanan
görkemli eserler vücuda getirerek onların faaliyetlerini
9
Von Ledebur, a.g.y., 403-404.
Emir Gürsu “16. Yüzyılda Dünya Hakimiyetinin Meşruiyet
Kaynağı Olarak Din ve Propaganda,” Journal of Turkish Studies 56 (2021): 147-149.
10
249
ölümsüzleştirirler. Bu eserler hem hükümdarın öldükten
sonra anılmasını sağlar hem de yapıldığı dönemde onun
amaline hizmet eder. Açık ve seçik deyişle hükümdar, en yakınındaki saray çevresine bu eserler yoluyla temas ettiği için
meşruiyetini onlara bu şekilde kanıtlamayı diler. Yazımız
özelinde halıların oturduğu bu amale hizmet zeminine, siyasi araç olarak kullanılan her sanat eseri oturtulabilir.
Aşağıda maddeler altında sunacağımız Tunus zaferine hayati önem bahşeden etkenler, Karl’ın halılar yoluyla
çevresini neye inandırmayı ve ölümünden sonra nasıl anılmayı arzu ettiğini gösterir niteliktedir.
Veldman, Hendrik Horn’a atıfla, Tunus seferini gerekli kılan çok çarpıcı bir etkenden, “Haçlı ruhundan” bahseder.
Horn, V. Karl’ın, 8500 pound gibi hatırı sayılır bir meblağı,
görsel sanatların hamisi olmadığı halde Tunus halılarına
yatırmasını, bu seferin “ilk Haçlı seferi” olması münasebetiyle açıklar. Karl, sanatçıları himaye etmekle tanınmadığı
halde, hayli yüksek bir parayı Tunus zaferini ölümsüzleştirmek üzere gözden çıkarmaktan kaçınmamıştır. Bu cömert
yatırım, delice para saçmaktan son derece uzak, eserin istisnailiğini doğrulayan bir düşüncenin ürünüdür. İmparator,
Osmanlıları Tunus’tan eli boş döndürmeyi alelade bir askerî başarı saymıyor, mücadelesini “kâfire karşı Haçlı
seferi” olarak algılıyordu.11 Öyle ki, halılar da “Haçlı ruhunu” boydan boya aksettiriyor, imparator “kâfirlerin
11
Veldman, a.g.m., 98.
250
kırbacı” özelliğiyle betimleniyordu.12 Bununla birlikte, 9.
halıda göze çarpan miles christianus, yani Hristiyanlığın eri
(İslami karşılığı “Seyfullah” olabilir) ifadesi, hem ilk Haçlılar hem de Aziz Paulus’un mektubuna dek uzanan bir
geçmişin izini taşır.13
Elbette halılar, Karl’ın Tunus’a yüklediği anlamı çözmenin
tek aracı kabul edilemez. Bu yüzden, imparatorun aklında
“Haçlı kimliği” ve bununla bağlantılı olarak “şövalyelik”
tasavvurunun perçinlendiği zamanlara göz atmak, Tunus
zaferine giden sürecin düşünsel yapısını anlamaya yarar
sağlayacaktır. Karl, Burgondiya Sarayı’nda geçirdiği çocukluk yıllarında, Orta Çağ’ın ülkü ve kadim davranış
şekillerinin meczi sayılan şövalyelik kavramıyla yakınlık
kurmuştu. Üstelik bu yakınlık, çocuksu bir hayranlığın fevkine çıkmış, Karl, Olivier de Marche’nin Le Chevalier
Délibéré adlı eserini 1540’ta çevirterek merakını ileri yaşında arttırarak korumuştur.14 Karl’ın şövalyelik ile
Sylvia Houghteling, “Tapestry as Tainted Medium: Charles
V’s Conquest of Tunis,” Contamination and Purity in Early
Modern Art and Architecture, haz. Lauren Jacobi ve Daniel M.
Zolli (Amsterdam Üniversitesi Yayınları, 2021), 184.
13
Wikipedia, “Miles Christianus,” https://en.wikipedia.org/
wiki/Miles_Christianus (Erişim: 06.01.2023); Von Ledebur,
a.g.y., s. 404.
14
Tamás Kiss, “Instead of attacking the Turks…: The 1535 War
of Tunis in Habsburg Imperial Propaganda,” Medium Aevum
Quotidianum 68 (2014): 72, 88.
12
251
çocukluğuna dayanan ünsiyeti, imparatorluğu elde ettikten sonra güdeceği siyasete yön vermiş olabilir. Ancak onun
“kâfirle savaş”ı görev haline getirdiğinin daha somut bir delili vardır. İmparatorun Tunus seferi arifesinde, Habsburg
saray tarihçisi Giovio, Hristiyanları Müslümanlara karşı savaşmanın gereğine ikna etmek amacıyla Commentario
başlıklı kitabını yazmıştır.15 Tunus seferini “Haçlı kimliğiyle” izah etmek mantıklı olmakla beraber, söz konusu
bağdaştırmanın doğurduğu iki meseleyi göz ardı etmek
mümkün değildir. Meseleleri “Haçlı seferi tanımı” başlığı
altında toplayabiliriz. Buradan hareketle ilk olarak Habsburgların, Müslüman askerlerle ittifaka rağmen,
Tunus’taki savaşı nasıl Haçlı seferi kabul edebildiği meselesini; ardından Karl ve çevresinin, Osmanlılara karşı
düzenlenen çoğu seferin “Haçlı ruhu” taşıdığı halde, Tunus’taki muharebeyi sırf Haçlı seferi olarak nitelemekle
onu nasıl müstesna bir mevkie oturtabildiğini kısaca ele alalım.
V. Karl’ın hem Müslüman olan Mulay Han’la iş birliği yapıp hem Tunus seferini “Haçlı seferi” sayması çelişki
oluşturmuyor mu? Von Ledebur, asıl gayesi Osmanlılara
üstünlük kurmak olan imparatorun, Müslümanla, Müslümanın yardımını alarak savaşmanın kılıfını, Hristiyanları
Zahit Atçıl, “İtalyanca Osmanlı Kronikleri ve Osmanlı Tarihi
Kaynakları” (Osmanlı’da İlm-i Tarih Sempozyumu’nda sunulan
bildiri, İSAM Konferans Salonu, İstanbul, Aralık 16-17, 2022).
15
252
“zulümden kurtarma” bahanesiyle bulduğunu iddia etmektedir. Tarihçiye göre, Barbaros’un esir ettiği 20.000
Hristiyan, seferin kaçınılmaz hale gelmesinde kıvılcım vazifesi gördü. İmparator, dindaşlarını “düşmanın” elinden
kurtarmak uğrunda, zaruret halinde mübah sayılan “kâfirle
ittifak silahına” başvurdu.16 Haçlı seferi tanımına zıt düşüyormuş gibi görünen “dinsizle iş birliği”, Tunus zaferi
öncesinde böyle meşrulaştırılmak istenmiştir.
Şimdi, Osmanlılarla savaşın Haçlı seferine dönüşmediği
durumların istisna teşkil ettiği halde, Tunus’ta “Haçlı kimliğiyle” hareket edilerek zaferi ayrıcalıklı bir konuma
yerleştirmenin tersliği meselesini tetkik edelim. Seferin hazırlık süreci, meselenin aydınlanmasını sağlayabilecek bir
ipucu içeriyor. Şöyle ki, Hristiyanların ekseriyetle Papa’nın
davetiyle “küfrü temizlemeye” giriştikleri bilinmektedir.
Fakat 1535 tarihli Tunus muharebesi, Karl’ın talimatıyla
diğer Hristiyanların katıldığı bir hareketti. Dolayısıyla imparator en dindar, en hakiki koruyucu vasıflarını üzerinde
toplama maksadıyla Tunus yolunda Papa’nın ruhaniyetinden pay almaya çalışmıştır. Daha veciz bir ifadeyle “Papa’ya
rağmen Haçlı seferi” sayabileceğimiz söz konusu girişim,
evrensel hakimiyet yarışında birkaç Hristiyan rakibi bulunan Karl’ın kendisini var etme gayretinin neticesidir.17 O
16
Von Ledebur, a.g.m., 388.
V. Karl’ın Tunus hamlesinin, hangi yolla “kendine mahsus bir
haçlı seferi” mahiyeti kazanabildiğini anlamamı sağlayan hocam
Tuğba İsmailoğlu Kacır’a teşekkür ederim.
17
253
halde Karl’ın, Osmanlılara karşı Haçlı seferi düzenlemeyi
âdet haline getirmiş Avrupa ordularının Tunus’ta niçin
farklı bir iş yaptığını görmek istemesini, “en büyük Hristiyan” mesabesine ulaşma yolculuğuyla açıklayabiliriz.
Şövalyelik ve “Haçlı ruhu” bölümünden sonra, Tunus’a atfedilen ayrıcalıklı önemin altında yatan diğer
saikten, Reconquista’dan bahsedebiliriz. Sylvia Houghteling, Tunus Zaferi Halıları’na dair derinlikli araştırmasında, söz konusu nesnelerin malzeme ve üreticilerine yakından bakmak suretiyle Tunus seferine başka bir boyut
kazandırmıştır. Onun makalesi, tarihçilikte görsel malzemenin yazılı kaynaklardan daha konuşkan olabileceğini
ortaya koyması bakımından da son derece ibret vericidir.
Houghteling, halıların dokunduktan sonra boyandığı boyaların cinsini tespit ederek imparatorun zihninde yatan
niyetleri gün yüzüne çıkarmayı hedeflemiştir. Tarihçinin
nazarında V. Karl, halıları, “emperyal İspanya”yı inşa etme
ve “Yeniden Fetih”i yineleme hedeflerinin kıymetini aşılama aracı olarak kullanıyordu.
Halıların imal edildiği Granada ipliği, sırf değerli bir malzeme değil; halılar vasıtasıyla çizilmek istenen siyasi resmin
ana unsuruydu. Granada ipliğiyle dokunan bu eserler,
Habsburgların Kuzey Afrika hülyalarına ışık tutuyordu.18 V. Karl’ın halıları ürettirmek üzere seçtiği
Granada tüccarı ve o toprağın mahsulü olan iplik, imparatorun “işgal edilmiş” Tunus’u, tekrar “Hristiyan diyarı”
18
Houghteling, a.g.y., s. 185, 191.
254
haline getirme düşünün mücessem delilidir. Bu düşün,
Karl’ın haleflerine de miras kaldığı anlaşılmaktadır. Öyle ki
1630’larda, IV. Philippe on iki halıyı, 718’de Kuzey İspanya’nın Müslüman ordusundan kurtarılışını işleyen
resimlerin arasına yerleştirdi.19
Makalemde, Tunus seferini Osmanlılar ile “bir başka karşılaşma” tavsifine değer kılan etkenleri, Habsburgların
hummalı askerî ve sanatsal faaliyetlerinin birleşimi
olan Tunus Zaferi Halıları’nda aradım. Araştırmam sonucunda verebileceğim hüküm şu ki, Tunus halıları, evvela
Habsburgların Osmanlılarla savaşın “farz” olduğuna inanması ve bu inançla savaşma şevkini diri tutmasının yanı sıra,
“Haçlı ruhu”nun, “imparatorluk İspanyası”nın ve “Yeniden Fetih”in hatırasının ölümsüzleşmesini temin etmiştir.
19
Houghteling, a.g.y., 190.
255
KAYNAKLAR
Atçıl, Zahit. “İtalyanca Osmanlı Kronikleri ve Osmanlı Tarihi
Kaynakları” Osmanlı’da İlm-i Tarih Sempozyumu’nda
sunulan bildiri, İSAM Konferans Salonu, İstanbul, Aralık 16-17, 2022.
Barbaros Hayreddin Paşa Gazavâtnamesi ve Zeyli. Haz. Abdullah Gündoğdu, Hüseyin Güngör Şahin ve Dilek Altun.
İstanbul: Panama Yayıncılık, 2019.
Emecen, Feridun. Kanuni Sultan Süleyman ve Zamanı. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 2022.
Gürsu, Emir, “16. Yüzyılda Dünya Hakimiyetinin Meşruiyet
Kaynağı Olarak Din ve Propaganda.” Journal of Turkish Studies 56 (2021): s. 143-151.
Houghteling, Sylvia. “Tapestry as Tainted Medium: Charles V’s
Conquest of Tunis.” Contamination and Purity in
Early Modern Art and Architecture. Haz. Lauren Jacobi ve Daniel M. Zolli. Amsterdam Üniversitesi
Yayınları, 2021.
Kiss, Tamás, “Instead of attacking the Turks…:The 1535 War of
Tunis in Habsburg Imperial Propaganda.” Medium
Aevum Quotidianum 68(2014): 66-88.
Kunst
Historisches Museum Wien. “Past Exhibitions.” https://www.khm.at/en/visit/exhibitions/2015/
emperor-charles-v-captures-tunis/ (Erişim: 21 Ocak
2023).
Veldman, İlja M., “Jan Cornelisz Vermeyen, Painter of Charles
V and His Conquest of Tunis: Paintings, Etchings,
Drawings, Cartoons and Tapestries by Hendrik J.
256
Horn.” Simiolus Netherlands Quarterly for the History
of Art 1-2(1992): s. 96-102.
von Ledebur, Katja Schmitz, “Emperor Charles V Captures
Tunıs: a Unique Set of Tapestry Cartoons.” Studia
Bruxellae 11(2019): 387-404.
Wikipedia. “Miles Christianus.” https://en.wikipedia.org/wiki/
Miles_Christianus (Erişim: 06.01.2023)
Zinkeisen, Johann Wilhelm. Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II.
çev. Nilüfer Epçeli. İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2011.
257
BİR MUHALİFİN GÖZÜNDEN
14–28 MAYIS SEÇİMLERİ
Kutay Yavuz1
17 Eylül 2022’de yüksek lisans eğitimime başlamak
üzere İngiltere’ye taşındım. Henüz ne denli kalıcı olabileceğimi bilmesem bile buraya gelişimdeki asıl nedenlerden biri
Türkiye’nin kötüye gidiş olasılığına karşı B planı olarak
kendime yeni bir hayat kurabilmekti. Geride bıraktığımız
seçimler doğal olarak –ve maalesef– bu B planını A planı
haline getirmiş oldu.
Pek çok insan yurt dışına gitmeyi Türkiye’nin bütün gündeminden arınmak, sıfırdan başlayabilmek olarak algılıyor.
Bu kimileri için böyle, bunu inkâr edemem. Ancak pek çok
kişi giderken Türkiye’yi de yanlarında götürüyor ve her ne
kadar kendilerine başta söz verseler de gündemi takip etmekten, kaygılanmaktan geri duramıyor. Bu paradoksal,
neredeyse mazoşist bir ruh hali. Kendi ülkemizden uzak olduğumuz halde derdini beraberimizde taşıyoruz. Buna
amiyane tabirle “enayilik” denebilir. Ancak durum böyle ve
yapacak bir şey de maalesef yok.
York Üniversitesi’nde Sinematografi öğrencisidir. “Bir Muhalifin Gözünden 14-28 Mayıs Seçimleri” başlıklı yazısı
yarininkulturu.org/ sitesinde 7 Temmuz 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
258
Seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacağı belli olduktan sonra kamuoyunda adaylık tartışması daha fazla görünür oldu.
2023’ün başlarında muhalifler Mansurcular, Kemalciler ve
Ekremciler olarak üçe bölünmüştü. Hepsinin kendine ait
kimi argümanları vardı ve bunların pek çoğu belli noktalardan bakıldığında geçerliydi.
Mansurcular, Sayın Yavaş’ın tam bir devlet adamı profilinde olması, polemiğe girmeyen ve işine bakan yapısıyla
halkta sempati toplaması ve milliyetçi geçmişi sebebiyle
Cumhur İttifakı seçmeninden oy alabileceğini savunuyorlardı. Genelde Ekrem İmamoğlu’na karşı “İkinci Erdoğan”,
“Laz müteahhit” gibi ithamlarda bulunuyorlardı. Kemalciler, muhalefet adayının “Ali de Veli de olsa” kazanacağını,
önemli olanın aday değil sistem olduğunu, seçilecek cumhurbaşkanının bir “pop star” değil geçiş sürecini yönetecek,
hırslarından arınmış, egosunu yenmiş bir akil insan olması
gerektiğini söylüyorlardı. Son grup olan ve benim de dahil
olduğumu söyleyebileceğim Ekremciler ise seçimin çantada
keklik olmadığını, başkanlık sisteminde adayın önemli olduğunu, bir başarı hikâyesi mevcut olan ve de hem
milliyetçi hem Kürt seçmenden oy alabilecek bir adayın çıkması gerektiğini savunanlardan oluşuyordu. Bu
gruplaşmaya rağmen genelde Kemalciler; Mansurcular ve
Ekremcilere kıyasla azınlıkta görünüyordu. Bütün kamuoyu araştırmaları ise Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday adayları
arasında şansı en az olan kişi olarak gösterdi.
Şubat ayının başında kimi çevrelerde “Kılıçdaroğlu aday olmasın” kampanyası başladı. CHP Genel Merkezi’nde bir
259
genç “Kılıçdaroğlu aday olma!” diye bağırdığında yaka paça
uzaklaştırıldı. Genel merkez binası önünde “Kılıçdaroğlu
aday olmasın” pankartı tutan gence, CHP Gençlik Kolları
Başkanı Gençosman Kilik Twitter üzerinden “Sabrımızı taşırmayın” diye yanıt verdi. Bütün bir CHP örgütü
Kılıçdaroğlu adaylığı için var gücüyle çalışıyor ancak toplum bunu istemediği konusunda sesini yükseltiyordu.
Ardından deprem oldu…
Cumhuriyet tarihinin en büyük felaketi olan, on ilimizi vuran ve özellikle Antakya’yı yerle bir eden depremle birlikte
kamuoyunun ilgisi aday tartışmasından uzaklaştı. Depremin ikinci günü Sayın Kılıçdaroğlu’nun “Hükûmetle aynı
çizgide durmayacağım” dediği video yankı uyandırdı. İktidar, muhaliflerin beklentilerine kıyasla bile öyle bir
acziyette bulunmuştu, depreme müdahalede öyle çuvallamıştı ki artık muhalif seçmen ne olursa olsun seçimin
kazanılacağından emindi. Kılıçdaroğlu da bu süreçte üstlendiği “hesaplaşan lider” görünümüyle sempatisini artırdı.
2 Mart 2023’te Altılı Masa’nın aday belirleme toplantısında bir müsamere gerçekleşti ve beş parti Kemal
Kılıçdaroğlu’nun adaylığında anlaştı. İYİ Parti lideri Akşener bunu henüz kabul etmediği halde toplantı çıkışı pek
çok CHP’li hesap “13. Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu”
post’ları atmaya başlamış, toplum âdeta 31 Mart 2019 yerel
seçimlerinde İstanbul’da asılan “Teşekkürler İstanbul” afişleri gibi bir oldubittiye getirilmeye çalışılmıştı. Akşener 3
Mart’ta yaptığı basın toplantısı ile bir kıskaca alındıklarını
260
belirtip masayı dağıttı. Sonraki üç gün boyunca hem Meral
Akşener’in şahsına hem de İYİ Parti’ye karşı muhalif cepheden akıl almaz bir linç kampanyası gerçekleşti.
Yaşamında hiçbir sağ partiye oy vermemiş, kendini sosyal
demokrat olarak tanımlayan ben bile bu manzara karsısında hayrete düşüp Akşener’e haksızlık edildiğini, adaylık
sürecinin bir uzlaşma değil dayatma ile yürütüldüğünü söylediğim için solcu arkadaşlarımdan tepki görmüştüm.
Neticesinde 6 Mart günü Akşener masaya geri döndü ve
Kemal-Ekrem-Mansur triumvirliği formülünde uzlaşıldı.
Dürüst olmak gerekirse, ben 6 Mart gecesi oldukça umutlandım. Bu, Ekrem İmamoğlu’nun adaylığını savunan biri
olarak benim düşünmediğim bir formüldü ve beni masanın
dağıldığı günden öncesine kıyasla bile daha çok umutlandırdı. Neticede İmamoğlu ve Yavaş denkleme katılmıştı
ancak İstanbul ve Ankara’yı da iktidara teslim etmiyorduk.
Kaostan bir düzen doğmuştu ve belki bizlere seçimi kazandıracaktı. Bu yüzden her muhalif seçmen gibi ben de
heyecanlandım ve sonraki süreçte Kemal Bey’in kazanması
için gerek bireysel olarak gerek sosyal medyada tanıdığım
herkesi ikna etmeye çalıştım.
Muhalefetin kampanyasını genel olarak başarılı yürüttüğünü düşündüm. Tek sorun oldukça sıkıcı olan büyük
mitinglerdi. Örneğin İzmir mitinginde toplamda yüzde bir
bile oyu olmayan Davutoğlu, Uysal ve Babacan CHP seçmenine yarım saatlik konuşmalar yapıyordu. Dahası bu
partiler, özellikle Davutoğlu ve Babacan, listelerinde yer almalarını borçlu oldukları CHP’nin kurumsal yapısı ve
261
seçmeni üzerinde sürekli bir eleştiri baskısı yapıyor, kendileriyse özeleştiri vermiyorlardı. Mesela Sayın Babacan çıkıp
rahatça “Ortak listede yer alırsak seçmenimizin bir kısmının oy vermeyeceğini, geçmişte yaptıkları yüzünden
CHP’yi affetmediklerini söyledik” diyerek DSP-ANAPMHP koalisyonunda alınmış başörtüsü kararını CHP’nin
üzerine yıkma algısını sürdürüp bu algıya karşı herhangi bir
propaganda yürütmeden, bu durumu bir olgu olarak kabul
ettiğini gözler önüne seriyordu. Günahsız, kusursuz olmamakla birlikte CHP seçmeni, sürekli endişeleri gözetilen
muhafazakâr seçmenin aksine dövülebilen, kavga edilerek
özür dilemesi beklenen, bütün talepleri ayaklar altına alınan, kendi parti genel başkanının bile kendisiyle kavga
ettiği bir pozisyona getirilmişti. Bu seçmen buna rağmen
seçim günü sandığa gitti ve fire vermedi.
Seçimlerden önce pek çok anket sonucu Kılıçdaroğlu’nun
önde olduğunu ve hatta ilk turda bitirebileceğini söyledi.
Bahis siteleri en düşük oranları Kılıçdaroğlu’nun kazandığı
senaryoya veriyordu. Bu yüzden en ümitsiz olanlarımız bile
seçime bir hafta kala “Bu iş bitti” duygusuna kapıldı. 14
Mayıs gecesi Erdoğan’ın oyların yüzde 49,5’ini alması bu
yüzden pek çok kişi gibi benim için de beklenmedik bir sonuçtu. Doğrusunu isterseniz ben o gece ümidimi kesmiş,
ikinci turda bu farkın kapatılamayacağını söylemiştim. Nitekim öyle de oldu. Kazanacağından emin olan, belli ki
ikinci tur için hiçbir plan yapmamış Kemal Bey’in bu süreçte kampanyasını 180 derece değiştirmesi, Kürt seçmenin
“Piro” dediği Demokrat Dede’den bir anda Ümit Özdağ ile
262
ittifak yapan, “vatanını seveni” sandığa davet eden adaya
dönüşmesi çaresizlik ve panik içinde bir çırpınma örneğiydi
âdeta. 28 Mayıs akşamı arkadaşımla konuşurken “Eğer
Anadolu Ajansı Erdoğan’ı yüzde 55’in altında açarsa kazanma şansımız yüksek, üstündeyse geçmiş olsun”
demiştim. Sonuçlar açıklanmaya başladığında Anadolu
Ajansı Erdoğan’ı yüzde 58 ile başlatmıştı. O vakit arkadaşıma “Yüzde 51,5 ile Erdoğan kazanacak diyorum” diye
mesaj attım, sonuç yüzde 52 oldu.
Benim için bütün bunlar beklenir sonuçlardı, hatta Erdoğan’ın yüzde 60’larla kazanıp ülkede istediği gibi at
koşturmasından korkarken ikinci turda yüzde 52 ile bitirebilmesini neredeyse memnuniyetle karşıladım. Sonrasında
olanlar ise bence daha içler acısıydı.
Bu konuda kişisel konuşacağım: Eğer ben aday olma hırsı
uğruna kendimden popüler adayları bir şekilde devre dışı
bırakmış, kurduğu “Halil İbrahim Sofrası”nda dört partiye
rüşvet niyetine vekil verip en yüksek orandaki diğer partiyi
saf dışı bırakmış, bu yolda hem kendime, hem yanımdaki
liderlere ve belediye başkanlarına kaybettirmiş, en az 25
milyon insanın hayallerini, geleceğe dair ümitlerini yıkmış,
onların en az beş yıl daha hayatlarının zindan olmasının vebalini üzerime almış olsaydım bir daha aynada yüzüme
bakamazdım! Kemal Bey ise bu sürecin sonunda istifayı aklına bile getirmediğini, sanki seçimi kazanmışçasına
kendisini alkışlayan yalakalara “Bu mücadelenin öncüsü olmaya devam edeceğim!” diyerek gösterdi. Doğrusunu
263
isterseniz yıllardır Kemal Bey’i eleştiren biri olarak bu seçimi kaybetmesi durumunda insan içine çıkamayacağını
düşünüyor, bu kadar yüzsüzlüğü, bu kadar umursamazlığı
beklemiyordum. Ama elbette unuttuğum bir şey vardı: Aslında bu muhalif aktörlerin hiçbiri bir şey
kaybetmemişlerdi. Gerek Kemal Bey gerekse partilerindeki
diğer kişiler kendi konforlu alanlarında milletvekili maaşları ve kurdukları ilişkilerle bir elleri yağda bir elleri balda
yaşamaya devam edeceklerdi. Onlar hiçbir şey kaybetmemişti, asıl kaybeden en az 25 milyon seçmen olarak bizler
olmuştuk. Nitekim seçim sonrası cami avlusuna bırakılan
bebek gibi sahipsiz bırakıldık. On iki gün bize hiçbir açıklama yapmayan Kemal Bey’in Sözcü TV’de “Köylüler TRT
izliyor, 250 lira veriyorlar, geçiniyorlar, ondan kaybettik”
gibi kahvehane sohbetinden hallice açıklamalarına maruz
kaldık.
Ben arkadaş çevremde iflah olmaz bir iyimser olarak bilinirim. Yıllarca Türkiye’nin Rusya’ya, Azerbaycan’a ve hatta
Macaristan’a benzemediğini, bizde yüz yılı aşkın bir demokrasi geleneği olduğunu ve muhalif kamuoyunun bu
diğer ülkelerdeki gibi tek parti rejimlerine kolay kolay teslim olmayacağını savundum. Doğru bir aday ve doğru bir
ittifakla da Erdoğan iktidarının gönderilmesi işten bile değildi benim için. İkinci iddiamın hâlâ arkasındayım çünkü
bu seçim sürecinde hem aday hem ittifak hatalıydı. Öte
yandan bu benim birinci iddiamın da geçersizliğini ortaya
koyuyor. Ben bu süreçte Türkiye’deki iktidarın muhalefeti
dizayn etme becerisini, muhalif aktörler arasında kimin öne
264
çıkacağı, kimin engelleneceği konusundaki maharetini hafife aldım. Rusya gibi olmadığımızı düşünürken aslında
oldukça iyi dizayn edilmiş, rejimin istediği yönde hareket
eden bir muhalefete sahip olduğumuzu göremedim ya da
görmek istemedim. Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak geldiği gün bunun sadece iktidarı değil muhalefetteki bir
çevreyi de memnun ettiğinin farkındaydım, ancak bu çevrenin bir şekilde kamuoyu gücüyle yenilebileceğini
düşünmüştüm. Yanılmışım. Türkiye otoriterleşmede benim sandığımdan da öte bir noktadaymış. Pek çok kişinin
aksine benim hayal kırıklığım budur. Yoksa Aziz Nesin’in
sözleriyle toplumun “aptal” olduğu, kimilerinin söylemiyle
deprem bölgesinde yaşayanların yardımları hak etmediği
gibi ifadelere katılmam mümkün değil.
İktidar bu seçimleri hiçbir şekilde kazanamazdı ancak muhalefet kaybedebilirdi, öyle de oldu. Türkiye toplumu
kendisine giydirilmek istenen bu deli gömleğini çıkarmaya
hazırdı, ancak bu rejimin güdümlü muhalefeti buna fırsat
tanımadı. Bize en az beş yıl daha ikinci sınıf vatandaş olarak
yaşamak, yapabilenlerimizeyse ülkeden gitmek düştü.
265
21. YÜZYILDA SCHMITT’İN
SİYASAL KAVRAMI’NI
YENİDEN DÜŞÜNMEK
Caner Şafak 1
Bu yazıda 20. yüzyıl siyaset felsefesine damgasını
vuran Alman anayasa hukukçusu (Staatsrechtler) Carl Schmitt’in 1927’de yazdığı, 1932’de yeniden şekillendirdiği
Siyasal Kavramı (Der Begriff des Politischen) eserini 21.
yüzyılda –ana ilkelere sadık kalmak koşuluyla– yeniden düşünmeye çalışacağım.
Schmitt’in düşüncesine yönelik artan ilginin yalnızca Batılı
akademisyenler arasında olmadığı, daha geniş bir coğrafyada etkili olduğu görülmektedir. Anakara Çinli
akademisyenler arasında, Aleksandr Dugin aracılığıyla
(Neo-Avrasyacılık düşüncesinde) Rusya’da ve Latin Amerika’da Schmitt’in düşüncelerine yönelik artan bir ilgi söz
konusudur. Anglo-Sakson dünyada Schmitt’e olan ilginin
1987 yılında yayımlanan Telos dergisinin “Carl Schmitt:
Enemy or Foe?” başlıklı özel sayısı ile artmaya başladığı söylenebilir. Chantal Mouffe’un 1990’lı yıllardan itibaren
Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü yüksek lisans öğrencisidir. “21. Yüzyılda Schmitt’in Siyasal Kavramı’nı Yeniden
Düşünmek” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 14
Temmuz 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
266
Schmitt’in düşüncelerini (özellikle liberalizm eleştirilerini)
kendisine temel alarak yazdığı eserlerin de Schmitt’in yeniden gündeme gelmesinde özel bir yeri olduğu kuşkusuzdur.
Türkiye’de de 2000’li yıllardan itibaren Schmitt’in metinlerinin Türkçeye çevrilmeye başlamasıyla birlikte Schmitt
üzerine çalışmalar artmaktadır. Kanaatimce Schmitt’in günümüzde bu denli popüler hale gelmesinin nedenlerinin
düşünülmesi gerekmektedir.
Bu makalenin amacı, Schmitt’in Weimar Cumhuriyeti döneminde kaleme aldığı eserinin bir klasik olarak çağımıza
ne denli hitap ettiğini irdelemektir. İlk olarak Schmitt’in siyasal düşüncesini ve liberalizm eleştirisini Siyasal Kavramı’ndaki ana ilkeler çerçevesinde kısaca açıklayacağım.
İkinci olarak onun düşüncesini 21. yüzyılın getirdiği değişimleri ve temel problemleri göz önünde bulundurarak
tartışmaya çalışacağım. Son olarak ise bu ana ilkelerin özünün aynı kalması kaydıyla, Schmitt’in siyasala dair
düşüncelerinin nasıl geliştirilebileceğini yorumlamaya çalışacağım.
SCHMİTT’İN SİYASAL DÜŞÜNCESİ
Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı’ndan çıkarılabilecek üç temel ilkenin dost-düşman ayrımı ile bunun
yoğunlaşma derecesine dayanan siyasal tanımı, istisna durumu veya olağanüstü hal ve homojenliğe dayalı siyasal
birlik olduğunu düşünüyorum.
Schmitt’in siyasala dair kavrayışı, çatışma üzerine kuruludur. Ona göre meşru olan tüm siyasal ve hukuksal teoriler,
267
insan doğasını çatışmaya eğilimli olarak nitelendirenlerdir.
Schmitt, siyasalın gücünü insan yaşamındaki farklı alanlardan –dinsel, ahlaki, ekonomik, vb. karşıtlıklardan–
alabileceğini söylemektedir. Kendine haiz bir alanı bulunmamakla birlikte siyasal, değişik zamanlardaki insanlar
arasındaki dinsel, ulusal, ekonomik veya diğer alanlardaki
yoğunluk derecesine işaret etmektedir. Burada ifade edilen
dost-düşman ayrımının yoğunluğu öyle güçlü ve tayin edici
bir boyuta ulaşmıştır ki bu ayrıma sebep olan ve başlangıçta
siyasal bir nitelik taşımayan karşıtlık, artık siyasalın himayesine girmiştir. Schmitt’e göre siyasal, daima kriz anına
odaklanmış ve dolayısıyla tayin edici nitelikteki bir gruplaşmayı ifade etmektedir.2 Schmitt, eserine “Siyasal kavramı
devlet kavramından önce gelir” 3 gibi iddialı bir cümleyle
başlasa da kanaatimce siyasal olanı ortaya sererken devletten çok da kopamamıştır. Dolayısıyla dost, devlet ile
toplumsal ve siyasal yaşam biçimini paylaşan ve ona katılan
kişiyi ifade ederken düşman ise devletin somut fiziksel varlığına tehdit oluşturan kişiyi ifade etmektedir.4
Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe (İstanbul:
Metis, 2021), 68.
3
Schmitt, Siyasal, 49.
4
Jackson T. Reinhardt, “Totalitarian Friendship: Carl Schmitt
in Contemporary China”, Inquiries Journal 12, no 7 (2020): 1,
Erişim Tarihi: Haziran 13, 2023, http://www.inquiriesjournal.com/articles/1784/totalitarian-friendship-carl-schmitt-incontemporary-china.
2
268
Schmitt’e göre liberal düşünce, siyasal bedenin içine tarafsızlığı yerleştirerek dost-düşman ayrımına dayanan
siyasalın varoluşsal yoğunluğunu yadsımakta, yani siyasetin
imkânını yok etmektedir. Schmitt, siyasalın alternatifi olan
“depolitize liberalizm”in siyasal bedene yalnızca bir tekillik
ve bireycilik “patolojisi” bulaştırdığını söyler. Schmitt’e
göre siyasal birlik, gerektiğinde yaşamın feda edilmesini talep edebilmelidir. Oysa “siyaseten birleşmiş halk”ı “kültüre
meraklı bir kamuoyu” ile ikame eden liberal ideolojinin bu
talepte bulunması veya bu talebi gerekçelendirebilmesi
mümkün değildir. Schmitt’in bu noktadaki bir diğer eleştirisi de siyasal yaklaşımın geçerliliğinin gasp edilerek ahlak,
hukuk ve ekonominin norm ve düzenlerine tabi kılınmış
olmasıdır.5 Schmitt’e göre, dost-düşman ayrımının ortadan
kalktığı durumda siyasal yaşam da ortadan kalkacaktır.6
Schmitt, yasaların koyulması/kaldırması, bağlayıcılığı ve
yorumlanması bakımından Thomas Hobbes’unkine benzer şekilde egemene ayrıcalık tanıyan bir anlayışa
sahiptir.7 Ona göre, olağanüstü bir durum veya kriz karşısında hukuk yetersiz kalmakta, tükenmektedir. Schmitt,
5
Schmitt, Siyasal, 100-103.
Schmitt, Siyasal, 82.
7
Bkz: Thomas Hobbes, “İkinci Kısım: Devlet Üzerine,” içinde
Leviathan, çev. Semih Lim (İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat,2019), 200-208.
6
269
istisna haline karar verenin egemen olduğunu söyler. 8 Dolayısıyla egemen, aynı zamanda kriz durumunu ortadan
kaldırmak için hangi araçların kullanılacağına da karar vermektedir. Schmitt’e göre kural, hiçbir şeyi göstermez;
istisna, her şeyi ortaya koyar. Bu sebeple egemen, kriz
anında sınırlayıcı kurallarla bağlı olamaz. Schmitt, -kanımca- şu sözleriyle çok kesin bir raison d’État anlayışı
ortaya koymaktadır: “O halde anayasaya böyle bir saldırı
durumunda mücadele anayasanın ve hukukun dışında,
yani silah zoruyla yürütülmek zorundadır.” 9
Aristoteles, Politika Kitap III’ün 9. bölümünde devletin
karşılıklı koruma sözleşmesinden fazla bir şey olduğunu
ileri sürmekte ve bir entite olarak devlet ile onun yurttaşlarını ötekiler ile açıklamaktadır. Nikomakhos’a Etik 2’nci
Kitap’ın 1155. pasajında da dostluk tartışmasında âdeta
birlik kavramı ile dostluğu özdeşleştirmektedir. İyi bir Aristoteles okuyucusu olan Schmitt de homojenliği siyasal
birliğin devamı için elzem olarak görür. Homojenlik, tüm
yurttaşların devlete dost olduğu bir durumdur. Tayin edici
bir siyasal birlik olarak devlet jus belli’ye sahiptir. Bunun
sonucu olarak devletin, bir olasılık olarak savaş durumunda
kendi halkından ölmeyi ve öldürmeyi göze almayı talep
Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu (Ankara:
Dost, 2005), 13.
9
Schmitt, Siyasal, 76.
8
270
etme yetkisi olmalıdır.10 Ayrıca Antik Yunan düşüncesindeki eşitler arasında eşitlik anlayışına benzer bir kavrayışa
sahip olan Schmitt, eşitliğin (ve dolayısıyla demokrasinin)
de ancak homojenlik durumunda gerçekleşebileceğini öne
sürmektedir.11
POST-POLİTİK ÇAĞ
Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “tarihin sonu” iddiasıyla liberal demokrasinin
mutlak zaferini muştuluyordu. Fakat gerçekten komünizmin çöküşü, çoğulcu demokrasiye yumuşak bir geçişi
sağlamış mıdır? Kanaatimce tablo bu iddiadan uzaktır. Batı
demokrasilerinin siyasal yaşamında artan hoşnutsuzlukların yanı sıra demokratik değerlerde de aşınma yaşandığı
görülmektedir. Sovyetler’in dağılması, Soğuk Savaş düzenini sona erdirerek bir karşıtlığı bitirirken aslında yeni
antagonizmalar yaratmıştır. Aşırı sağ ve köktenciliğin yükselişi, gerçekte olanın evrensel değerlerin zaferinden ziyade
tikelliklerin ön plana çıkması olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla Batı evrenselciliğine karşı bir meydan okumadan bahsedilebilir.12
10
Schmitt, Siyasal, 75-76.
Carl Schmitt, Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus, 9. Baskı (Berlin: Duncker & Humblot, 2010),
13-14.
12
Chantal Mouffe, Siyasetin Dönüşü, çev. Fahri Bakırcı, Ali Çolak (Ankara: Epos, 2008), 13-22.
11
271
“Post-politik” vizyonun çizdiği tabloya göre, küreselleşme
ve liberal demokrasinin evrenselleşmesi; barış, refah ve insan haklarının gerçekleşeceği kozmopolit bir gelecek
vadediyor. Bu vizyona göre, kolektif kimlikler aşındığı ve
taraflar arasındaki çatışmalar geçmişte kaldığı için diyalogla
oluşturulmuş mutabakatın hakim olduğu “düşmansız” bir
dünya artık mümkün. Ancak bana göre, küreselleşmeci ve
mutabakatı hedefleyen bir demokrasi anlayışını savunan
“siyaset”in başarıya ulaşmasının imkânı tartışmaya açıktır.
Demokratik siyasetin amacının mutabakata ulaşmak olduğunu düşünmüyorum. Bu siyaset anlayışı bence hem teorik
olarak zayıf hem de tehlikelidir. Dışlama içermeyen rasyonel ve yansız bir mutabakat gerçekten mümkün olabilir mi?
Biz-onlar ayrımı gerçekten aşılabilir mi?
Mevcut durumun post-politik tahayyülden uzak olduğu
açıktır. Sağ ile sol arasındaki sınırların giderek bulanıklaşması, daha olgun demokratik koşulları yaratmamıştır.
Bunun yanı sıra Batılı demokratik kurumlar gittikçe meşruiyetlerini yitirmektedir. Ayrıca uluslararası siyasette de
çift-kutuplu dünya düzeninin sona ermiş olması, çatışmaları sona erdirmemiş ve daha uyumlu bir düzenle
sonuçlanmamıştır. Yugoslavya’nın dağılma süreci ve yaşanan iç savaş, 11 Eylül saldırıları ve “terörizme karşı savaş”
(Global War on Terrorism), Afganistan Savaşı (2001),
Irak’ın İşgali (2003), Rusya-Gürcistan Savaşı (2008), Arap
Baharı (2010), Rusya’nın Kırım’ı İlhakı (2014), Rusya-Ukrayna Savaşı (2022), cihatçı terörizm gibi yakın
272
geçmişimizde ve günümüzde yaşanan birçok olaya bakıldığında antagonizmaların ortadan kalkmak yerine hem
ulusal hem de uluslararası ölçekte devam ettikleri veya yeni
biçimlerde tezahür ettikleri görülmektedir.
Hakeza Avrupa’da yükselen aşırı sağ ve/veya sağcı popülist
hareketler de post-politik yaklaşımlar tarafından çözümlenememektedir. Liberal kuramcıların bireyci, rasyonel
seçim yapan, partizan olmayan, geleneksel bağlardan kopmuş şeklinde tahayyül ettikleri seçmen profili, onlara göre
“arkaik” olan millet/ulus gibi özdeşim biçimlerine başvuran ve/veya popülist siyaseti benimseyen siyasi hareketleri
takip edebilmektedir. Liberalizmin rasyonel kavrayışı, tam
da bu noktada siyasetin doğasını ve özdeşim biçimleri ile
tutkuların rolünü gözden kaçırmaktadır. Davranışlarımız,
seçimlerimiz, kararlarımız liberal teorideki gibi rasyonel olmak zorunda mıdır? Tek bir ratio’dan söz edilebilir mi?
Farkı itkilerle eyleme geçemez miyiz?
Aşırı sağ ve/veya sağ popülist partilere yönelişi, geçmişin
kalıntıları veya eğitim düzeyi gibi sebeplere bağlayarak
açıklamaya çalışmak da yetersiz kalacaktır. Çünkü bu artan
yöneliş farklı tarihsel arka planlara sahip ve faşist deneyim
yaşamamış, gelişmişlik endeksleri bakımından ilk sıralarda
yer alan ve ortalama eğitim düzeyinin yüksek olduğu ülkelerde de görülmektedir. Kanımca bu yükselişi “irrasyonel”
olarak atfetmeden önce sebeplerine bakmak daha anlamlı
olacaktır. Geleneksel ana akım demokratik siyasal partiler
arasındaki farklar gittikçe kaybolmakta ve sağcı demagoglar
273
boğucu mutabakata karşı arzulanan bir alternatif sunmaktadırlar. Yeni popülistler siyasetin her daim “onlar”a karşı
bir “biz” yaratmayı gerektirdiğinin farkında olduklarından
sundukları kolektif özdeşim biçimleri kitlelere cazibeli gelmektedir. Diyaloğu ve rasyonel müzakereyi vurgulayan
demokratik siyasetin rasyonel modeli, “millet” mefhumu
gibi yoğun duygusal bir içeriğe sahip kolektif özdeşimler
sunan popülist siyasetle karşılaştığında savunmasız kalmaktadır.
Küreselleşmenin mevcut neo-liberal biçimini tek alternatif
gibi gösteren hakim söyleme karşı halka bir alternatifleri olduğunu ve tekrardan karar alma iktidarını onlara
kazandıracaklarını söyleyen siyasetin çalışıyor olması, kanımca beklenen bir durumdur. Chantal Mouffe bunu şu
şekilde ifade etmektedir: “Demokratik siyaset insanları belirli siyasal projeler etrafında mobilize etme kapasitesini
yitirdiğinde ve piyasanın sorunsuz işleyişinin gerekli koşullarını güvence altına almakla sınırlandırıldığında,
popüler gerilimin siyasal demagoglar tarafından ifade
edilmesinin koşulları olgunlaşır.” 13 Sağcı popülist partiler,
geleneksel partilerin es geçtiği talepleri -bana göre sorunlu
bir şekilde bile olsa- dile getirerek insanlara bir şeylerin
farklı olabileceğine dair bir umut sunmaktadırlar. Bu hareketlerin yükselişine karşı ahlaki bir kınama veya onları
dışlama/izole etmeye çalışma şeklindeki tepkiler, bu olguyu
Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine, çev. Mehmet Ratıp (İstanbul: İletişim, 2018), 84.
13
274
görmezden gelmekten başka bir şey değildir. Kanaatimce
yapılması gereken bu olgunun sosyal, siyasal ve ekonomik
nedenlerini yakından incelemektir. Siyasal sınırın silikleşmesi ile siyasetin “ahlakileşmesi” arasında doğrudan bir
bağlantı söz konusudur. Siyasetin biz-onlar ayrımı yerine
iyi-kötü kavramları ile kurulmaya çalışılması, siyaseti ahlakın dil dizgesinde tüketmektedir.
Bu bölümde son olarak Schmitt’in Partizan Teorisi’nin sonunda post-politik siyasetin yeni antagonizmalara yol
açacağını öngören tespitine yer vermek istiyorum: “Birbirini fiziksel olarak yok etmeden önce benzerlerini tümden
değersizleştirmenin eşiğine ittiği bir dünyada, mutlak düşmanlığın yeni türleri ortaya çıkmak zorundadır.
Düşmanlık, belki düşman ya da düşmanlık hakkında konuşulamayacağı, hatta iki kelimenin de yok etme işlemi
başlamadan önce tamamen yasaklanacağı ve lanetleneceği
denli dehşet verici olacaktır. Dolayısıyla yok etme, tümüyle
soyut ve tümüyle mutlak hale gelir. … Bu durum mutlak
düşmanın yok edilmesine kapı açan gerçek düşmandan
vazgeçilmesidir.”14
SİYASETİN ANTAGONİSTİK KARAKTERİ
Schmitt’ten yararlanarak antagonizmanın indirgenemez bir niteliği olduğundan ve liberal düşüncenin bu
nitelik ile siyasetin doğasını anlamada yetersiz kaldığından
Carl Schmitt, Partizan Teorisi, çev. Sibel Bekiroğlu (Ankara:
Nika, 2019), 122.
14
275
yukarıda bahsetmiştim. Liberalizm, bireyci anlayışı sebebiyle, kolektif kimliklerin biçimlenmesini de kavrayamamaktadır. Schmitt, siyasalın ayırt edici özelliği olarak dostdüşman ilişkisine işaret ediyordu. “Biz”in inşası için zorunlu bir dışsal öğeye yani “onlar”a ihtiyaç vardır. Siyaset
her zaman için karşıtlıkların alanıdır ve liberal rasyonalizmin dışındadır. Siyaset “rasyonel” uzlaşının sınırlarını
belirlemektedir ve her uzlaşı bir dışlama içermektedir. Deyim yerindeyse siyaset evcilleştirilemez.
Schmitt’in siyasal kavrayışını günümüz için düşünmeye çalışırken Belçikalı politik kuramcı Chantal Mouffe’tan
yararlanarak Schmitt’le beraber Schmitt’e karşı düşünmenin zihin açıcı olabileceğine inanıyorum. Mouffe, Schmitt’i
âdeta bir duvarı aşmak için merdiven gibi kullanmakta ve
fakat ardında bırakmaktadır. Mouffe, Schmitt’in bireycilik
ve rasyonalizm bağlamında liberal eleştirilerini kabul eder
ve kullanır. Liberalizmin siyaseti siyasetsiz bırakmasına
karşı çıkar. Radikal demokrasiyi, liberal demokrasinin farklılıkları temsil etmedeki başarısızlıklarına karşı bir koşul
olarak görür. Bu farklılıkların ifade edilebilmesi için antagonizm yerine agonizmi önerir. Siyaset sonrası çağda
rasyonel uzlaşı, siyaset karşıtı bir tavırdır. Dolayısıyla gerekli olan agonistik bir mücadeledir. Çünkü siyasal olan
doğası gereği bir karşıtlığı içermektedir ve bir hegemonya
mücadelesini ifade etmektedir. Schmitt, siyasetin bir dostdüşman ayrımından ileri geldiğini söylüyordu.15 Mouffe ise
15
Shmitt, Siyasal, 57.
276
Schmitt’in “düşman” kavramını yumuşatarak “hasım” kavramı ile ikame etmektedir.
Elias Canetti’nin de “kitle” olgusuna dair tespitleri liberal
siyasal kuramda hakim olan rasyonalist bakış açısının eleştirisi için son derece önemlidir. Canetti, toplumsal faillerin
bir kalabalığın parçası olarak kendilerini kitlelerle birleşme
anında kaybetmek istemelerini sağlayan bir itki olduğundan bahseder. Kalabalığın cazibesi olarak ifade edilen bu
itki, modernitenin ilerlemesiyle ortadan kalkacak arkaik bir
olgu değildir.16 Rasyonalist yaklaşım, irrasyonel olarak gördüğü siyasal kitle hareketlerini kavramada bu olguyu
reddettiği için başarılı değildir. Mouffe’a göre mevcut demokratik kuram bu bakımdan yetersizdir. Çünkü antagonizmanın her daim var olan olanaklılığını reddetmekte ve
rasyonel olduğu müddetçe demokratik siyasetin her zaman
bireysel eylemler üzerinden yorumlanabileceğine inanmaktadır.17
Mouffe, günümüzde uzlaşıya yapılan vurguyu göz önüne
aldığımızda insanların siyasete olan ilgilerinin azalmasının
şaşırtıcı olmadığını söyler. Mobilizasyon, siyasallaşmayı gerektirmektedir. Siyasallaşma da insanların karşıt taraflarda
özdeşleşebilmelerine bağlıdır. Örneğin, rasyonalist yaklaşımda oy verme eyleminin altında yatan sebep basitçe
Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen (İstanbul:
Ayrıntı, 2006), 191-193.
17
Mouffe, Siyasal, 32-33.
16
277
çıkarların gözetilmesidir. Fakat burada oy vermenin duygusal boyutu ve özdeşim (identification) meselesi ihmal
edilmektedir. Mouffe bu durumu şöyle ifade etmektedir:
“İnsanların siyaseten eyleyebilmeleri için onlara kendileri
hakkında, değerlendirebilecekleri bir fikir sunan kolektif
bir kimlikle özdeşleşebilmeleri gerekir. Siyasal söylem, insanlara siyasalar sunmanın yanı sıra, onlara
deneyimlediklerini kavrayabilmelerine yardımcı olan ve
gelecek için umut vaat eden kimlikler de sunmalıdır.” 18
Liberal demokratik bir rejimde önemli olan mesele, siyaset
açısından kurucu olan biz-onlar ayrımının çoğulculuğunun tanınmasıyla uyumlu bir biçimde nasıl tesis
edileceğidir. Bu bağlamda Mouffe, çatışmanın bir antagonizm yani düşmanlar arasındaki mücadele değil, bir
agonizm yani hasımlar arasındaki mücadele biçimini almasını savunmaktadır. Agonizm, rakibi ortadan kaldırılması
gereken bir düşman değil, varlığı meşru kabul edilen bir hasım olarak hesaba katmaktadır. Bu bakımdan antagonizmden farklıdır. Burada farklı düşüncelere karşı güçlü bir mücadele olsa da düşünceleri savunma hakkı tartışma konusu
değildir.19
Agonistik bakış açısı, toplumsal bölünmenin kurucu karakterini ve nihai uzlaşının olanaksızlığını savunmasından
18
Mouffe, Siyasal, 33.
Chantal Mouffe, Sol Popülizm, Aybars Yanık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2019), 100-103.
19
278
dolayı demokratik siyasetin partizan karakterde olması gerektiğinin farkındadır. Bu karşı karşıya gelişin hasımlar
üzerinden ve demokratik kurumlar içerisinde gerçekleşmesine imkân sağlar. Agonistik bakış açısı, her toplumsal
düzenin siyasal olarak kurulduğu ve hegemonik müdahalelerin gerçekleştiği zeminin hiçbir zaman yansız olmadığı ve
her zaman önceki hegemonik ilişkilerin bir ürünü olduğu
gerçeğini dikkate almaktadır. Kamusal alan, nihai bir uzlaşma olanağının yokluğu dolayısıyla hegemonik tasarıların
bir diğeri ile karşı karşıya geldiği bir muharebe alanıdır.20 Mouffe’un bahsettiği agonistik karakter, ona göre
demokrasinin varlığının mutlak koşuludur.
Mouffe, sağ-sol ayrımının yeniden canlandırılarak siyasetin
karşıtlıklara dayanan niteliğinin teşvik edilmesini önerir.
Ancak yaptığı çözümlemede sağ ve sol kavramlarını statik
bir biçimde okumaz, yani bir geriye dönüşü önermez. Böylece toplumsal bölünme tanınmış ve çatışma
meşrulaştırılmış olacaktır. Siyasetteki çizgiler korunmadığı
taktirde toplumsal bölünme reddedileceğinden birtakım
sesler de susturulmuş olacaktır. Toplumsal bölünmenin
ifadesiz kaldığı durumda da tutkular demokratik siyasete
yöneltilemeyecek ve antagonizmalar demokratik kurumlar
için birer tehdit haline gelecektir.
20
Mouffe, Sol, 100-103.
279
SONUÇ YERİNE
Schmitt’in ortaya koyduğu biçimde olmasa bile siyasalın indirgenemez çatışmalı bir karaktere sahip
olduğunu düşünüyorum. Günümüzdeki neo-liberal hegemonya, var olan yeni antagonizmalar ile yüzleşmemizi
engellemektedir. Bu antagonistik boyutu reddetmek yerine, onunla yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü bu boyutu reddetmek, çözüm sağlamadığı gibi antagonizmaların demokratik siyasal kurumları tehlikeye
sokan bir hale evrilmesine yol açmaktadır.
Ayrıca Batı modelinin zorunlu olarak evrenselleşmesi gerektiği veya liberal demokrasinin biricik üstünlüğüne dair
olan inancın da sorgulanması gerekmektedir. Schmitt’in
çözümlemesinde kullandığı kavramlarla ifade edecek olursak, dünya tek bir evrenden (universe) değil, çoğul
evrenlerden (pluriverse) oluşmaktadır. Ulus-devletlerin
hâlâ önemli aktörler olduğunun yadsınması veya yerel/ulusal bağlılıkların “gerici” olarak addedilmesi yerine çokkutuplu perspektifin benimsenmesi daha gerçekçi olacaktır. Bölgesel güçlerin çoğulluğunun kabul edildiği
taktirde Jus Publicum Europeum benzeri bir dengeye küresel çapta erişilebilecek ve böylece uluslararası boyutta hiçbir
aktöre tek başına hegemon rolü atfedilemeyecektir. Uluslararası hukukun işleyebilmesi ve modern savaşların yıkıcı
etkilerinin sınırlandırılabilmesi de bu koşula bağlıdır.
280
Bu yüzden siyasalın ahlakileştirildiği, teknikleştirildiği, tek
bir doğrunun olduğu varsayımı ile rasyonelleştirildiği tasavvurun reddedilmesi ve çatışmalı boyutun kabul edilmesi
gerektiğini düşünüyorum. Bu cihette Schmitt’in dost-düşman ayrımına dayanan ve siyasal birlik içerisinde kati bir
homojenlik olması gerektiğini düşünen kavrayışının da tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Schmitt’in
siyasalın doğasına dair yaptığı çözümlemeyi dönüştürerek
düşmanlık ve homojenite yerine husumet ve çoğulculuğa
dayanan bir model öneren Mouffe’un kavrayışı üzerine eğilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
281
KAYNAKLAR
Canetti, E., Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2006.
Mouffe, C., Siyasetin Dönüşü, çev. Fahri Bakırcı, Ali Çolak,
Ankara, Epos Yayınları, 2010.
Mouffe, C., Siyasal Üzerine, çev. Mehmet Ratip, İstanbul, İletişim Yayınları, 2018.
Mouffe, C. Sol Popülizm, çev. Aybars Yanık, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2019.
Reinhardt, J. T. “Totalitarian Friendship: Carl Schmitt in Contemporary China.” Inquiries Journal. 12, no 7 (2020):
1, Erişim Tarihi: Haziran 13, 2023,
http://www.inquiriesjournal.com/articles/1784/totalitarian-friendship-carl-schmitt-in-contemporary-china.
Schmitt, C., Siyasi İlahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu, Ankara,
Dost Kitabevi Yayınları, 2005.
Shmitt, C., Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus, Berlin: Duncker & Humblot, 2010.
Schmitt, C., Partizan Teorisi, çev. Sibel Bekiroğlu, Ankara:
Nika, 2019.
Schmitt, C., Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, İstanbul, Metis Yayınları, 2021.
282
II. ABDÜLHAMİD KİMDİR?
Tutku Akın1
Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı II. Abdülhamid, ekonomik, sosyal ve politik değişimlerle çalkalanan bir dönemde Osmanlı halkının babası ve koruyucusu
muydu yoksa ellerine kan bulaşmış zalim bir sultan mıydı?
Diğer bir deyişle, ulu bir hakan mıydı yoksa kızıl bir sultan
mıydı? Son yıllarda kendisine popüler kültürde de yer edinmiş bu önemli tartışmaya net bir yanıt vermek biz tarihçiler
için de oldukça güç olmakla birlikte II. Abdülhamid’in şahsında ve Hamidiye dönemi (1876-1908) özelinde yapılan
yeni akademik çalışmaların açtığı rotayı izlemek önem arz
ediyor. Hamidiye dönemine dair yeni bir tarih felsefesi,
taze bir tarihsel metodoloji izleyen bu çalışmalar, II. Abdülhamid şahsında ortaya konan tüm bu ikiliklerden kurtularak dönemin değişmekte olan sosyal ve ekonomik dinamiklerini daha yakından analiz etmemizi öneriyor. Bu
yazıda, kızıl sultan ve ulu hakan düalitesi arasında şekillenen tartışmayı son dönem akademik çalışmaların açtığı
yeni bir pencereden ele almaya çalışacağım. Ana akım literatürde, II. Abdülhamid dönemindeki bu ikilemi İslam
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde doktora adayıdır.
“II. Abdülhamid Kimdir?” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 21 Temmuz 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
283
birliği ideolojisi ve kimlik siyaseti üzerinden ele alan yaklaşımlar vardır. Ben bu yaklaşımlara değinerek II.
Abdülhamid’i kızıl sultan ya da ulu hakan olarak ön plana
çıkaran dinamiklerin, aslında 19. yüzyılın ikinci yarısında
değişmeye başlayan sosyal ve ekonomik dengelerin bir tezahürü olduğu fikrini öne süreceğim.
Walter Benjamin, kriz anlarında geçmişin hayaletlerini bugüne çağırdığımızı ve geçmişten gelen bu hayaletlerin
bugünümüzde var olarak yeni ve eski, modern ve modern
olmayan arasında devamlı bir huzursuzluk hali yarattığını
söyler. Şu anımıza çağırdığımız Hamidiye dönemi hayaletlerinin bizde yarattığı huzursuzluk halinden kurtulmamızın önemli bir yolu bugünün üzerimizde bıraktığı sosyal,
ekonomik, politik etkilerden sıyrılarak 1880’lerin kılığını
giyebilmektir. Diğer bir deyişle, Hamidiye döneminin
kendi özgün pratik ve deneyimlerine odaklanabilmektir.
Prof. Nadir Özbek’in ifadesiyle, somut durumun somut bir
analizini mümkün kılabilmektir. Somut durumun somut
tahlili, bu zamana kadar sık sık dile getirilen, kendisine bir
varlık atfedilerek adeta metalaştırılan II. Abdülhamid’in
soyutlamasından kurtulduğumuzda mümkün görünmektedir. Philip Abrams’ın ifadesiyle, II. Abdülhamid soyutlamasının giyindiği maskenin arkasındaki tarihsel gerçeği görebilmekle ilgilidir. Bu noktada, Hamidiye adı ile şekillenen
tüm bir dönemi, II. Abdülhamid şahsı üzerinde süregelen
bir soyutlamadan kurtararak dönemin farklı aktörleri arasında şekillenen, değişen sosyal ve ekonomik dengelerle
neredeyse her zaman eşitsizlikler üreten somut ilişkilerin
284
ortaya çıkardığı somut durumlar üzerinden inceleyebilmek
önem arz etmektedir.
31 Ağustos 1876’da padişah ilan edilen, 7 Eylül’de Eyüp’te
kılıç kuşanan II. Abdülhamid, iktidarının ilk yıllarında
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ve harbin getirdiği
önemli politik ve demografik değişimlere şahit olmuştur.
Bu bağlamda, II. Abdülhamid ve yöneticilerinin ideolojilerinin değişen dinamiklerle şekillendiğini söylemek hatalı
olmayacaktır. Ana akım literatürde de anlatıldığı üzere,
Berlin Antlaşması ile gayrimüslim nüfusunun ciddi bir oranını kaybeden II. Abdülhamid idaresi, imparatorluğun
geleceğini Müslüman nüfusuna sarılmakta görmüş ve
1880’ler itibarıyla İslam birliği ideolojisi çerçevesinde hareket etmeye başlamıştır. Panislamizm ile şekillenen bu
politika dahilinde, aralarında güçlü aşiretlerin de bulunduğu Arap, Kürt ve Arnavut gibi Müslümanlar, bölgelerinin ekonomik ve sosyal ilişkilerinde daha avantajlı olurken
hayatlarını imparatorluk dahilinde sürdürmeye devam
eden gayrimüslim gruplar dezavantajlı bir konuma düşmüş
veya ekonomik ve sosyal çıkarlarını tamamen kaybetmişlerdir. 1860’lardan itibaren toprağın metalaşması özellikle
Osmanlı’nın doğu vilayetlerinde başlayan çıkar çatışmalarını daha da şiddetlendirmiştir. Başka bir deyişle, II.
Abdülhamid ve yöneticilerinin izlediği Panislamizm ideolojisi, imparatorluğun farklı unsurları arasında zaten
değişmekte olan sosyal ve ekonomik dengeler için bir katalizör olmuştur.
285
İslam birliği siyasetinin izlenmesiyle etkilenen sosyal-ekonomik ilişkiler ağının bölgesel olarak farklı tezahürleri
olmuştur. Sadece II. Abdülhamid’in etkisiyle şekillenmeyen Panislamizm ideolojisinin önemli uygulayıcılarından
biri de Mustafa Zeki Paşa’dır. II. Abdülhamid’in en güvendiği idarecilerden biri olan Mustafa Zeki Paşa, II.
Abdülhamid imajının ulu hakan ve kızıl sultan ikilemi arasında görülmesine yol açan önemli projelerin de fikir
babasıdır. 1890’larda iki önemli icraatı olan Mustafa Zeki
Paşa, Hamidiye Hafif Süvari Alayları (1891) ve Osmanlı
Aşiret Mektebi (1892) gibi iki önemli proje ile doğu vilayetlerinde imparatorluğun Kürt aşiretleri ve Ermeniler gibi
öne çıkan unsurlarının içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal ilişkiler ağının ve pratiklerinin hem kısa hem de uzun
vadede değişmesine neden olmuştur. Hamidiye alaylarında
önemli askerî rütbeler elde eden Kürt aşiret liderlerinin bu
sayede perçinledikleri bölgesel güçlerle vergi toplamaları ve
süregelen arazi anlaşmazlıkları gibi konularda daha avantajlı bir konuma gelmeleri, Ermeni nüfusun yoğunlukta
yaşadığı doğu vilayetlerinde dezavantajlı bir konuma düşmelerine sebep olmuş ve iki grup arasında önemli bölgesel
çatışmalara zemin hazırlamıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısında değişmeye başlayan sosyal ve
ekonomik ilişkiler dengesi, II. Abdülhamid ve idarecilerinin doğu bölgelerinde uygulamaya koyduğu projelerin
katalizörlüğü ile bölgesel çatışmaların farklı bir yere evrilmesine neden olmuştur. Bu durum, ana akım literatürde
etnik çatışmalar olarak da ele alınmaktadır. Kimlik siyaseti
286
ile şekillenen bu çalışmalarda, II. Abdülhamid imajı Ermeni
nüfus için kızıl bir sultan olarak gün yüzüne çıkmaktadır.
Oysaki, iki grup arasında süregelen çatışmaları etnisite başlığı altında ele almak, hem imparatorluğun doğu
vilayetlerindeki Ermeniler ve Kürtler arasındaki mücadelenin ekonomik ve sosyal dinamiklerini göz ardı ediyor hem
de onları Ermeni ve Kürt gibi kimlikleri verili birer tarihsel
kategori olarak öne çıkarıyor. Janet Klein’ın ortaya koyduğu üzere, doğu bölgelerinde farklı gruplar arasında
süregelen ilişkiler ağı stabil olmamakla birlikte her zaman
bir çıkar çatışması hali ile cereyan etmemiş, iki grubun da
kendi çıkarlarına göre bir iş birliği halini alabilmiştir.
II. Abdülhamid ve yöneticilerinin 1890’lar boyunca özellikle imparatorluğun uzak vilayetlerinde yaşayan güçlü
Müslümanların sadakat ve bağlılığını kazanmak için izlediği Panislamizm ideolojisi, bu bölgelerin ekonomik ve
sosyal ilişkiler dengesini önemli ölçüde etkilemiştir. Dönemin önde gelen isimlerinden Mustafa Zeki Paşa’nın doğu
bölgelerinde eşraf, ayan ve aşiret liderlerini daha kazançlı
duruma getiren desteği ve bu yöndeki uygulamaları, bölgedeki gayrimüslimlerin ve daha az nüfuslu bazı aşiretlerin
vergi ve arazi çatışmaları gibi konularda kaybeden taraf olmasına sebep olmuştur. Zamanla bu sosyal ve ekonomik
çatışmalar şiddetli ve kanlı bir hal almış; tüm bu yaşananlar,
II. Abdülhamid’in bir taraf için ulu hakan, diğer taraf
içinse ellerine kan bulaşmış kızıl sultan olmasına yol açmıştır.
287
Yazının başında çağırdığımız II. Abdülhamid döneminden
gelen hayaletler yalnızca bugünümüzü huzursuz etmek için
gelmediler, aynı zamanda geldikleri dönemin politik, sosyal
ve ekonomik somut gerçekliklerini de beraberinde getirdiler. Bu zamana kadar hem akademik camiada hem de
popüler medya kanallarında ulu hakan ya da kızıl sultan
düalitesinde tek tipleştirilen, II. Abdülhamid şahsında soyutlanan ve âdeta metalaştırılan bir dönemi 19. yüzyılın
ikinci yarısında değişmeye başlayan ekonomik ve sosyal ilişkiler ağı çerçevesinde incelemenin önemi de ortaya
çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, her tarihsel dönemin tek bir
müsebbibi olmamakla birlikte her tarihsel dönem farklı aktörlerin karşılıklı konumlanışları ile süregelen ilişkiler
ağının bir bütünüdür. Neredeyse her anında sosyal ve ekonomik eşitsizlikler üreten bu ilişkiler ağı içerisinde II.
Abdülhamid ve idarecilerinin müdahalesi bir tarafı kazançlı çıkartırken diğer tarafı da mazlum konumuna
getirmiştir. Bu grupların elde ettikleri pozisyonların, ekonomik ve idari çıkarlarının tarihsel süreç içerisinde her
zaman değişken olduğuna dikkat çekmek gerekir. II. Abdülhamid, gücüne güç katan taraf için ulu hakan olurken
çıkar çatışmalarının şiddetli ve kanlı mücadeleye dönüşmesiyle diğer grup için kızıl sultan olmuştur. Bu yazının
sınırlarının tartışmaya el vermeyeceği ölçüde, tarihsel dönemin konjonktürü dahilinde ne zaman ve hangi grup için
koruyucu bir baba veya ellerine kan bulaşmış bir sultan olduğu algısının da stabil olmadığı unutulmamalıdır.
288
KAYNAKLAR
Walter, Benjamin. Selected Writings. Edited by Howard Eiland
and Michael W. Jennings. London: Belknap, 2006.
Klein, Janet. “State, Tribe, Dynasty, and the Contest over Diyarbekir at the Turn of the 20th Century.” In Social
Relations in Ottoman Diyarbekir 1870-1915. edited by
Joost Jongerden and Jelle Verheij. Leiden; Boston: Brill,
2012, 147-178.
Özbek, Nadir. “The Politics of Taxation and the Armenian
Question during the Late Ottoman Empire 18761908.” In Comparative Studies in Society and History. 54 (4) (2012): 770-797.
The Ottoman East in the Nineteenth Century: Societies, Identities, and Politics. edited by Yaşar Tolga Cora, Ali Sipahi,
Dzovinar Derderian. London: I.B. Tauris, 2016.
Duguid, Stephen. “The Politics of Unity: The Hamidian Policy
in Eastern Anatolia.” In Middle Eastern Studies. 9. no
2 (1973): 139-155.
289
İNÖNÜ VAKFI,
YÜZÜNCÜ YIL DÖNÜMÜNDE
LOZAN ARŞİVİNİ AÇTI!
Editöryal Haber1
Türkiye’nin Cumhuriyet dönemiyle ilgili zengin
bir arşiv koleksiyonuna sahip olan İnönü Vakfı, Lozan Barış Antlaşması ile ilgili İsmet İnönü’nün şahsi evrakını
https://lozanantlasmasi.com/ adresinde paylaştı. Vakıf, internet adresinde ilan ettiği “İnönü Vakfı Arşivi’ndeki Lozan Antlaşması ile ilgili bilgileri araştırmacılarımızın çalışmalarına destek olmak için bir web sayfası hazırlayarak
paylaşmaya karar verdik” cümlesiyle geçmişin izlerini koruma ve geniş bir kitleye erişim sağlama hedefini vurguladı.
Açıklamada, arşivdeki belgelerin Lozan Barış Antlaşması'nın siyasi, sosyal ve kültürel olaylarına ışık tutacağı
vurgulandı. Açıklamanın ayrıca Türkiye’nin Lozan sürecine dair önemli bilgiler içerdiği de söylenenler arasında.
İnönü Vakfı’nın tarihî arşivinin bir kısmını paylaşması kararı, ülkede tarih araştırmalarını teşvik etmek ve geçmişe
yönelik derinlemesine bir anlayış geliştirmek adına önemli
bir adım olarak değerlendiriliyor.
Yarının Kültürü ekibinin hazırladığı “İnönü Vakfı, Yüzüncü
Yıl Dönümünde Lozan Arşivi’ni Açtı” başlıklı haber niteliğindeki bu yazı yarininkulturu.org/ sitesinde 24 Temmuz
2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
290
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf I – İsmet Paşa’nın Lozan görüşmelerinde kullandığı
kartvizit. (Kaynak: İnönü Arşivi, a.299 s. 022.)
Fotoğraf II – İsmet Paşa’dan Mustafa Kemal Paşa’ya Lozan’dan mektup (19.12.1922) (Kaynak: İnönü Arşivi, 05404.)
291
NEOLİBERALİZM VE
CEMAATLER:YENİ DEVLETLER
Ekin Bayur 1
Neoliberalizm, 1970’lerden itibaren özellikle
Batı’da yaygınlaşan, temel olarak devletin müdahalesinin
azaltılması, özelleştirmelerin ve serbest ticaretin teşvik edilmesi, vergi indirimleri ve düzenlemelerin gevşetilmesi gibi
politikaları içeren bir öğretidir. Neoliberal politikalar, ekonomide özel sektörün önemini vurgulayan ve devlet
müdahalesinin ekonomik kararların belirlenmesine çok az
katkıda bulunduğu bir yaklaşımdır. Serbest ekonomi, sürekli özelleştirme ve esnek istihdam gibi politikalarla
devletin müdahalelerini minimuma indirmeyi amaçlar.
Türkiye’de de örneğini gördüğümüz üzere, bu müdahaleden etkilenen sadece üretim değildir. Eğitim, sağlık, altyapı
gibi alanlarda da özelleştirmeye gidilir ve devletin ücretsiz
olarak sağladığı imkânlar, para karşılığı özel şirketler aracılığıyla yapılmış olur. Bu durumda vatandaşların vakıf ve
derneklerle, genel olarak sivil toplumla ve geleneksel topluluk bilinciyle hareket etmek istediğini ve hatta buna
Sabancı Üniversitesi Çatışma Analizi ve Çözümü Programı
yüksek lisans mezunudur. “Neoliberalizm ve Cemaatler: Yeni
Devletler” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 28 Temmuz 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
292
mecbur bırakıldığını görebiliriz. Özellikle kapitalizmin insafına bırakılmış düşük gelirli vatandaşların hayatta kalmak
için bu tarz topluluklarla dayanışması, yardım ve desteğe
muhtaç kaldığında yanında devleti değil başka grupları bulması kaçınılmazdır.
Türkiye özeline geldiğimizde, bilindiği üzere tarikatlar Osmanlı döneminde –ve hatta Selçuklu’da da– oldukça
büyük ve önemli yapılardı. Özellikle İstanbul’un fethi sonrası artan İslamlaştırma politikalarını, İstanbul’da 1826
itibarıyla Bektaşi dergâhlarının kapatılıp Nakşibendilere
devredilmesini, Fatih ve Üsküdar ilçelerindeki dergâhları
da hesaba katarak hızlı bir yaygınlaşmanın bulunduğunu
göz önüne alırsak Cumhuriyet’in ilanı ve Tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile de tarikat düşüncesinin bitmeyeceğini
görebiliriz. Özellikle 1950 ve sonrasında cemaat olarak karşımıza çıkan yapılar da bu tarikatların kollarına bağlı ve
belirli liderler etrafında toplanmış küçük yapılanmalar olarak düşünülebilir. Günümüzde yaygın olarak konuşulan
Menzil, İsmailağa, İskenderpaşa gibi cemaatler Nakşibendi
tarikatının Halidiyye kolundandır. Türkiye’de genel olarak
Nakşibendi tarikatının Halidiyye kolu faaliyet göstermektedir. Nakşibendi dışında Kadiri, Mevlevi, Bektaşi, Halveti
gibi tarikatların isimlerini de duymanız mümkün.2
Nur Cemaati bu bahsi geçilen tarikatlarla alakalı değildir, Said
Nursi’nin öğretilerini temel alır. Tarikatlar konusunda detaylı
bilgi için TDV İslam Ansiklopedisi’ne bakabilirsiniz: https://islamansiklopedisi.org.tr/.
2
293
Cemaatler ise ülkemizde özellikle 1980 sonrasında dernekvakıf olarak yer bulmuş, dinî bir rehber olmanın yanı sıra,
İslam’ın da esaslarına uygun olarak, sosyal yardım, eğitim,
maddi yardım gibi hizmetlerde bulunmuştur ve bulunmaktadır. İslam’da “zekât,” “sadaka” ve “kurban,” toplumdaki
fakir ve zengin arasındaki uçurumu daraltabilen ve kaynakların yeniden dağıtılmasını sağlayan uygulamalardır.
Tarikatlar ve diğer dinî yapılar da dahil olmak üzere cemaatler, bu bağışları toplayan ve yeniden dağıtan aracılar
olarak bu görevi yerine getirir. Bu aracı konum, toplumun
her kesimine ulaşmalarına ve ek olarak sosyal hizmetler sağlamalarına olanak tanır.3
Bu hizmetler doğası gereği kişilerle iletişim kurmalarını kolaylaştırır ve insanları kendilerine katılmaya teşvik
etmelerine de yol açar. Özellikle devletin bu hizmetleri sağlayamadığı durumlarda, dinî kuruluşlar bu görevi
üstlenebilir. Sonuç olarak, dinî gruplar ile devletler arasındaki iş birliği genellikle bu sosyal yardımların, eğitim ve
sağlık gibi hizmetlerin üzerinden şekillenebilir.4 Ek olarak,
bu iş birliği sayesinde kamu yararına çalışan dernek statüsü
Arslan Köse, Sakine. “Faith-based organizations in Turkey as
indirect political patronage tools.” Palgrave Communi-cations 5
(1) (2019): 88.
4
Bielefeld, Wolfgang, and William Suhs Cleveland. “Faith-Based
Organizations as Service Providers and Their Rela-tionship to
Government.” Nonprofit and Voluntary Sector Quarterly
(SAGE Publications Inc) 42 (3) (2013): 468-494.
3
294
elde ederek arazi tahsisi ve devletten hibe alma gibi avantajlara sahip olurlar.5 Grup ve hükûmet, grup tarafından
sunulan sosyal hizmetleri birlikte gerçekleştirebileceği ve
iki tarafın da çıkar sağlayabileceği ortaklıklar kurduğunda,
süreç düzgün bir şekilde işler. Bu nedenle, devlet aktörleriyle iyi ilişkiler kurmak ve devlet kaynaklarına erişmek,
dinî gruplar için hayati öneme sahiptir. Devlet kaynaklarına ulaşmak da haliyle hayati önem arz etmektedir. Bu
nedenle, dinî gruplar etkili bir kapasiteye sahip olmayı hedefler, bu da onlara güçlü bir rekabetçi olma olanağı sağlar.
Daha etkili hale geldikçe, daha iyi pazarlık yapma kapasiteleri artar, bu sayede devlet kaynaklarına daha verimli bir
şekilde ulaşırlar. Bu da bir döngü halinde devlet ve dinî grubun iç içe geçme halini giderek arttırır.
Yukarıda bahsedilen süreç Türkiye’de de oldukça muntazam bir şekilde ilerledi. Geçtiğimiz günlerde “Gavs”ını
kaybeden Menzil’in Sağlık Bakanlığı’nda kadrolaşması,
hastaneler, sosyal yardım dernekleri ve iki köy sahibi olması
bu duruma bir örnek olabilir. Bence daha önemlisi, Menzil’in uyuşturucu ve alkol bağımlıları için bedava bir
rehabilitasyon merkezi yerini tutmasıdır. Birinci ağızdan
duyduğum birçok hikâyede uyuşturucu bağımlısı çocuklarını Menzil köyüne gönderen aileler hiçbir ücret ödemeden
özel bir rehabilitasyon merkezi hizmeti aldı. Bu çocuklar
5
Arslan Köse, Sakine. a.g.m., 88.
295
köyde kalmayıp evlerine geri döndüler ancak ailelerin Menzil ile gönül bağı devam ediyor, kurbanlarını Menzil aracılığıyla dağıtıyorlar.
İsmailağa cemaati ise daha çok dernekleri aracılığı ile sosyal
ve maddi yardıma yönelmiş durumda. Yine birinci ağızdan
duyduğum hikâyelerde ailelerin çocuklarına iş ve eş bulunması, kamp halinde ücretsiz dinî eğitim verilmesi, özellikle
devletten sosyal yardım almayan, maddi durumu kötü ailelerin her bir ihtiyacıyla detaylı ilgilenilmesi gibi çalışmalarla
gönül bağını aktif tutabiliyor. Cemaatin bağış kapasitesi
hakkında bir fikir edinmek için sitelerinde bulunan İsmailağa Külliyesi’ne (yapımına 2019’da başlandı ve salgına
rağmen 2021’de bitirildi)6 ve İDDEF aracılığı ile Suriye’nin
kuzeyine yapılan konutlara bakabilirsiniz. Yukarıda bahsettiğim örneklerin, devlet kurumlarının yerini alma
bakımından FETÖ ayarında olamaması belki iyiye işaret
olabilir. Ancak devlet kurumlarındaki kadrolaşma konusunda daha iyiye gidilmediği aşikâr. Devletin eli, özellikle
ara sokaklara ve gecekondulara uzanmadıkça yukarıda bahsedilen döngünün kırılması mümkün değil. İnsanların
cemaatlere mahkûm edilmediği bir düzen içinse sistemin
yıkılıp yeniden inşa edilmesi şart.
6
İsmailağa web sitesi: www.ismailaga.org.tr.
296
DESTANSI KADIN
K A H R A M A N L A R : R E ŞA D E K R E M
KOÇU’NUN ERKEK KIZLAR’I
Zeynep Hazal Sevinç1
“Sultan Mahmud acı bir tebessüm ile içini çekti, istediği
kadar celalli bir padişah olsun, insanların içindeki şeytanî nefsin hiçbir şeyden korkusu yoktu, halk denilen
esrarengiz kitlenin içinde kulaklarının asla duyamayacağı ve gözlerinin hiç göremeyeceği kim bilir ne garip
ve acayip şeyler oluyordu”
Koçu, Erkek Kızlar, 56.
Bu düşünceler Erkek Kızlar’ın bir öyküsünde Sultan Mahmud’un zihninden geçer. Erkek Kızlar tam da
kulakların asla duyamayacağı, gözlerin hiç göremeyeceği
türden acayip vakaları okura anlatır. Sultan Mahmud’un
zihninden geçenlerden ziyade yazıya şu alıntıyla başlasam
ne olurdu? Sıradan, apaçık bir girişten evla ve çarpıcı
olurdu sanırım:
“Ferhad Ağa Üsküdardan Tophaneye geçinceye kadar
Zehir Ali için işitilmemiş, görülmemiş bir idam şekli
Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yüksek lisans mezunudur. “Destansı Kadın Kahramanlar: Reşad Ekrem
Koçu’nun Erkek Kızlar’ı” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 4 Ağustos 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
297
düşündü. Tophanede Zehir Alinin evvelâ ayak, bacak,
diz kemikleri kırıldı, belden aşağısı kanlı bir et külçesi
haline geldi. Sonra yarı ölü bir halde yağlı paçavralara
sardılar ve bir havan topunun ağzına gülle gibi tıkadılar, ve topun fitiline ateş verdiler.
Bu mel’unu deryâ ve toprak kabul etmez!..
…diyen Ferhad Ağa, Zehir Aliyi bin parça olarak havaya savurdu” (Koçu, 97).
Bu satırlar ise eserin son sayfasında geçer. Erkek Kızlar’ın
son öyküsünün kapanışıdır bu infaz. İdamlar, baskınlar, avretler, köçekler, civelekler, deliler, korkusuzlar, maskeler,
esvaplar… Reşad Ekrem Koçu ve Erkek Kızlar’ı; sıra dışı,
capcanlı vakaların tahkiyesi.
Reşad Ekrem Koçu’yla ilk karşılaşmam sanırım Tarihimizdeki Garip Vakalar eseriyle olmuştu. Sonra insanı
kendisine hayran bırakan bir derya, İstanbul Ansiklopedisi.
Yarının Kültürü için bir Reşad Ekrem yazısı yazma emeli
doğmuştu içimde. Yazı, hangi eser üzerine olmalı diye düşünürken Erkek Kızlar’a rast geldim. Bu fikirden önce
miydi sonra mıydı bilmiyorum ama Müze Gazhane’de gittiğim bir sahaf festivalinde karşıma çıktı Koçu ve Erkek
Kızlar! Reşad Ekrem Koçu’nun Erkek Kızlar eseri, ilk
defa Koçu Yayınları tarafından 1962 yılında yayımlanmış.
Eserde yer alan görselleri ise Sabiha Bozcalı resmetmiş. Tarihten mülhem, tuhaf, sıra dışı ve kimi zaman vahşet dolu
diyebileceğimiz vakaların anlatıldığı bir hikâye kitabı Erkek Kızlar. Ben de bu yazıda Reşad Ekrem Koçu’
298
nun Erkek Kızlar’daki öykülerinde güçlü, tuhaf, kural dışı
kadın baş karakterler üzerinden nasıl bir kurgu oluşturduğunu inceleyeceğim.
İbrahim Voyvoda, Emir Talha, Köçek İbo, Topçu Emin ve
Civelek Mustafa. Beş ayrı hikâye, beş ayrı kadın kahraman,
beş ayrı “erkek kız”! Aslında tüm bu hikâyelerde “erkek”
dünyasının içinde var olan -belki de var olmaya çalışan-, bu
dünyada gedikler açan, kanun tanımayan, normları delen,
kılık değiştiren, meydan okuyan kadın karakterler inşa edilmiştir. Anlatıcılar bu vakaları çoğunlukla tarihten,
müverrihlerden, meddahlardan naklettiklerini ifade ederler; birbirinden farklı bu olayların vuku bulduğu dönemler
ise genellikle 16. ile 19. yüzyıllar arasındadır. Bu yazıda her
bir hikâyeden elbette bahsetmeyeceğim ki merak edenler
Koçu’nun tahkiyesini, kendine has üslubunu, yarattığı o
acayip dünyayı okusun! Okusun, belki ürksün, belki şaşırsın, büyülensin!
Erkek Kızlar’ın ilk hikâyesi “amansız kanlı haydut” İbrahim Voyvoda. Bosna’nın Kilissa kasabası ayanından
Hüsrev Ağa’nın tek evladı olan Rebia Hatun, bir oğlan çocuğu gibi yetiştirilir. Bu sebeple ona bir türlü kısmet
çıkmaz. Fakat gelin görün ki Bosna Valisi Salih Paşa’nın
oğlu Cafer Bey’le Rebia Hatun birbirlerine âşık olurlar. Cafer Bey’in ailesi buna razı olmaz, Rebia Hatun gibi bir gelin
istemezler. Ve Cafer Bey’e başka bir gelin alırlar. Lakin düğün vuku bulmaz. Çünkü Cafer Bey, Rebia Hatun’a
kaçmıştır! Kız, paşa oğlunu dağa kaldırmıştır! Bunların
hepsi birer sınır aşımıdır. Silah kullanan, erkek esvabı giyen
299
ve oğlan çocuğu gibi terbiye gören Rebia, diğer Müslüman
kızlardan hep farklıdır. “Normal” olarak addedilenin, biçilmiş rollerin hep dışındadır. Nitekim kendi arzusunun
peşinden –bu arzu bir vahşete dönüşecek olsa da– gider.
Âşık olduğu adamı dağa kaçıran bir kadındır o. Hikâyenin
devamında artık kan gövdeyi götürür. Cafer Bey’in oğlu Salih Paşa, adamlarıyla beraber amansız bir takibe, saldırıya
başlar.
Böylece ilk vahşet sahnesi karşımıza çıkar. Hüsrev Ağa hanedanından kırk erkek Kilissa sokaklarında asılırlar. Salih
Paşa’nın oğlu Cafer Bey de bizzat babasının adamları tarafından öldürülmüştür. Salih Paşa’nın zulmü dinmez; Salih
Paşa Hüsrev Ağa’ya kara çalar, hanedanı kâh çınar ağaçlarında astırır kâh kadın kafilesinin ardından azgın
sarıcalarını gönderip ırz u namuslarına tecavüz eder. Hüsrev Ağa hanedanının ortadan kaldırılmasından sonra
Benaluka dağlarında bir haydut türer. Bu haydut, İbrahim
Voyvoda’dır. İntikam, tehditler, gizli mektuplar, katliamlar başlar. Kendisini “Bende-i Hüsrev Ağa İbrahim
Voyvoda” olarak tanıtan bu haydut, Hüsrev Ağa hanedanının intikamını almaya ant içmiştir:
“Hüsrev Ağa hanedanından Kilissa sokaklarında bîgünah olarak astığın kırk nefer masumun her birine
karşılık yüz cana kıymak için ahdettim […] Merd isen
vilâyetin askerini topla, olduğum dağlara gel göreyim,
kavuğunla kürkünle seni dahi köçek oğlan gibi oynatıp
sonra kazığa vurmağa ahdim vardır.” (Koçu, 15)
300
Baskınlar, çırılçıplak soyulup köçek oğlanı gibi oynatılan,
sonra boğazlanan insanlar, kurban gibi kesilen bedenler,
ateşe verilen çiftlikler, kadın çocuk ayırt etmeden işlenen
cinayetler… İbrahim Voyvoda’nın intikamı âdeta bir katliam şölenine dönüşür. Fakat eşkıyanın bî-payan zulmü de
bir sona erişir. Bosna vilayetini yıllarca kasıp kavuran kara
esvaplı, zarif, göz kamaştırıcı güzellikte tüysüz bir oğlan
olan bu haydut, Rebia Hatun’un ta kendisidir. Vali Paşa’yı
kazığa oturtmaya ant içmiş olan İbrahim Voyvoda “namıdiğer Rebia Hatun” sonunda yakalanır, zincirlenmiş ve
çırılçıplak halde kasabada dolaştırılır, infazı da çengele atılmak olur. Öykünün kapanışında kadın karakter
cezalandırılır, öldürülür. Fakat bu bir mağlubiyet değildir.
Yasaları delen, dağa kaçan, eşkıyalık eden, intikam alan bu
kadın haydut, bir mağlup değil; sıra dışı epik bir kahramandır.
Erkek Kızlar’daki bir başka hikâye Topçu Emin vakasıdır.
II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı lağvettiği ve kabir taşlarına kadar yeniçerilerin imhasına giriştiği zamanlar.
“Padişahın nazarında en küçük bir uygunsuzluk, yeniçeri
ruhunun hortlaması demekti. 1826 ile 1830 arası memleketimizde ve bilhassa İstanbul’da insan hayatının en ucuz
olduğu devirlerdendir” (Koçu, 50). Ateşin, cellat satırının,
kemendin, ölümün, vahşetin eksik olmadığı bir tarih sahnesiyle anlatıcı öyküye giriş yapar. İşte böyle bir
devirde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adıyla yeni
bir ordu kurulur, tamamen acemi efradından mürekkep
ordu yetiştirilir. Bir gün yakışıklı, dilber bir tüysüz nefer,
301
elleri arkasında bağlanmış halde serasker paşa tarafından
padişaha yollanır. Sultan Mahmud’un huzuruna getirilen
yaverin meramı merak uyandırır; padişah, topçu neferi
Emin’e niçin buraya gönderildiğini sorar. Genç nefer “Padişahım, ben erkek değilim, kadınım!” (Koçu, 52) diye
söze giriş yapar. Padişahın yeni kurduğu ve üzerine titrediği
ordunun içinde erkek kılığına girmiş bir kadın nefer! Anlatıcının, metnin girişinde çizdiği o katı, zalim tarih
sahnesine tamamen aykırı bir acayip vaka. Bu hikâye de bir
sınır aşımını gözler önüne serer. Sınırları aşan, kanunu delen, kılık değiştiren, kural tanımayan, başkaldıran yine bir
kadın karakterdir.
Güzel, şirin ve dilbaz topçu neferi Emin sorguya çekilir; sergüzeştini padişaha anlatır. Genç nefer, padişahın kararıyla
Hekimbaşı’ya gönderilir; Emin’in “hakikaten kadın [olduğu] ve bâkire olmadığı” (Koçu, 57) tespit edilir.
Meselenin tahkiki başlar ve Darıcalı Emine’nin hazin
hikâyesi öğrenilir. Zulüm ve işkence gören, iftiralara uğrayan Emine, “dayak ve korku ile tecennün etmiş” (Koçu, 65)
ve evinden kaçmış bir kadındır. Emine’nin tımarhaneden
çıkarılıp Kaptan Paşa’yla evlendirilmesiyle ve böylelikle
eski kocasının, geçmişinin tasallutundan kurtulup şifa bulmasıyla öykü kapanır. Bu öyküde de düzeni sarsan, erkek
esvabı giymekle kalmayıp bir asker, bir topçu neferi kılığına
giren, üstüne bir de padişahın karşısında pervasızca konuşan kadın karakter düzene, kanuna meydan okuyan bir
cesur kahramandır. Her ne kadar “cünun”luk bir mazeret
302
olsa da padişahın huzurunda, Rami Kışlası’nda, erkek dünyasında bir kadın karakter tüm düzeni tehdit eder.
Reşad Ekrem, Erkek Kızlar’daki öykülerini evden ayrılan,
arzusunun peşinden giden, yoldan çıkan, kılık değiştiren,
sınırları aşan, kanunları delen, erkek kılığına giren, gizlenen, bazen deliren, bazen eşkıyalık eden kadın kahramanlar
üzerinden kurgulamıştır. Bu kadınlar ancak kılık değiştirerek, gizlenerek, erkek esvabı giyerek dışarıya adım atarlar,
arzularının peşinden giderler. Dışarıdaki dünyayı, normları
tehdit ederler, düzeni bozarlar. Neredeyse her hikâyenin sonunda sırları faş olur. Ya cezalandırılıp öldürülür ya da
düzene uydurulurlar. Fakat neredeyse her biri ayrı birer
nam salar, sıra dışı ve kural dışı hikâyelerin kahramanı olurlar. Acaba bu kadın kahramanları eski destanlarımızla,
masallarımızla beraber düşünebilir miyiz? Bu erkek kızların, eski anlatılarımızdaki epik kadın kahramanlarla bir
bağı var mıdır? Erkek kılığına giren, düzen bozan, aykırı
veya asi kadın kahramanlara o anlatılarda rastlayabilir miyiz, dolayısıyla Koçu’nun erkek kızlarını böyle bir geleneğe
bağlayabilir miyiz? Tüm bu soru işaretleriyle yazıyı sonlandırıyorum…
303
RAMİ KÜTÜPHANESİ’NİN
DÜNÜ VE BUGÜNÜ
YA DA
BİR KÜTÜPHANENİN
SERÜVENİ ÜZERİNE NOTLAR
Bahaddin Tuncer 1
I.
Tam 10 senedir Rami’de, Eyüp’te oturuyorum. İslambey’e de Eyüpsultan Camii’ne de Rami Meydan’a da
çok yakın bir yerde, oldukça dik bir yokuşa inşa edilmiş,
mütevazı, sessiz bir sokakta… O kadar ki, Eyüpsultan Camii’nden okunan ezanı duymak kabil olduğu gibi Rami
Kütüphanesi’ne de yaklaşık 10 dakika mesafede. Yaşadığım
yerden bahsetmemin sebebi, size Rami Kütüphanesi’ni
(yeni adıyla Rami Kütüphanesi, çok eski adıyla Rami Kışlası/Çiftliği) anlatırken bu atmosferi de mecburen hesaba
katacak olmam. Aynı zamanda edebiyat ve şiir üzerine de
bir bahis açacağım zira medeniyetimiz bir şiir medeniyeti ve ben, kişisel olarak bu tarz okumalara kalkışmaktan
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü yüksek lisans öğrencisi ve şairdir. “Rami Kütüphanesi’nin Dünü ve Bugünü ya da Bir Kütüphanenin Serüveni
Üzerine Notlar” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 11
Ağustos 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
304
da büyük bir haz duyuyorum. Konu Türkiye olduğu vakit
her zaman mesele şiire geliyor bir noktada ya da ben getiriyorum, kim bilir…
II.
Rami, Osmanlı İstanbulu’nun en eski yerleşim
alanlarından biridir. Meşhur Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasını sağlayan Rami Mehmed Paşa’dan gelen bu
adlandırma, Sultan İkinci Mustafa’nın ona, bugün “Rami
Kütüphanesi” dediğimiz arsayı hediye etmesi ve buradan
dalga dalga yayılan yapılaşmanın sonucudur. 1703’te Feyzullah Efendi Vakası sonucu mahlû hale gelen Sultan
Mustafa yerine, Sultan Üçüncü Ahmed tahta çıkar ve Rami
Mehmed Paşa, merkezden uzaklaştırılmak adına Kıbrıs ve
Mısır valiliğine atanır, 1705’te ise azledilerek Rodos adasına sürülür. 1707 senesinde burada ölen Rami Mehmed
Paşa’dan sonra çiftliğin başka bir hüviyet kazandığını, genişletilerek bir kışlaya dönüştürüldüğünü görmekteyiz.
Belediye tarafından, kışlanın hemen önünü kapsayan caddeye (yapının, Acemi Ocağı Kışlası halini aldıktan sonra
kullanımı da göz önünde bulundurulursa) “Talimhane
Caddesi” isminin verilmesine şaşmamalıdır.
Rami Mehmed Paşa, önemli bir siyasi kimliğe sahip olduğu
kadar, tezkirelerde ismi anılan, örneğin Mîrzâ-zâde Mehmed Sâlim Efendi’nin Tezkiretü’ş-şuarâ (XVIII. asır) adlı
eserinde hakkında bilgiler verilen, devrinde önemli bir
edebî şahsiyettir. Mensur eserlerinin yanında bir de divançesi (kayıtlarda divan olarak geçmekle beraber bir divançe
305
boyutundadır) bulunan Rami Mehmed Paşa’nın, mezkûr
ve adının geçtiği diğer tezkirelerde yer alan manzumelerine
bakıldığında âşıkane ve nâbiyâne bir üslubu kaynaşık bir şekilde kullandığını görmekteyiz. Nâbîyâne üslubunun
teşekkülünde, hiç şüphesiz hocası şair Nâbî Efendi’nin etkisi büyüktür. Nâbî’nin ona “oğlum” dediği dahi rivayet
edilir. Bu bilgiyi, Mehmed Sirâceddin’in Mecma‘-i Şu‘arâ
ve Tezkire-i Üdebâ adlı tezkiresinden almaktayız. Öldüğü
ve defnedildiği Rodos’ta, rıhletinden az bir zaman evvel
yazdığı dört beyitlik gazel ise dikkat çekici olup sürgünün
acısının izlerini taşımaktadır:
Mahv olmadayız za‘f ile pîrâhenimizden
Çekmez mi dahi destini gam dâmenimizden
Lâyık mıdır ey gonca-i gülzâr-ı letâfet
Lebrîz-i tebessüm olasın şîvenimizden
Biz mûrçe-i hırmen-i sahrâ-yı kelâliz
Pâ-mâl oluruz dûr olıcak meskenimizden
Ârâyişi kim verd-i tahammül ola Râmî
Gitmezse ne gam murg-ı elem gülşenimizden
Rami Mehmed Paşa’nın şiirlerinin tesirini, modern şiirimizin kurucularından sayabileceğimiz Yahya Kemal’de de
görmek mümkündür. Râmî Mehmed Paşa’nın Gazel
Matlaını Taştir isimli sonradan Eski Şiirin Rüzgâriyle’ye
alınan bu kısa şiir şöyledir (Yahya Kemal, araya üç mısra eklemiştir, birinci ve beşinci mısralar Rami’ye aittir):
Biz ol âşıklarız kim dâğımız merhem kabûl etmez
Gönül hem bir devâ-yı mutlak ister hem kabûl etmez
306
Felekden şâh-ı dârû verseler bir dem kabûl etmez
Yanar bir çöldür iklîm-i mahabbet nem kabûl etmez
Ol gülzârın ki âteşdir gülü şebnem kabûl etmez
Bu şiir, Yahya Kemal’in de Rami Mehmed Paşa’nın şiirine
itibar ettiğine kanıt olarak okunabilir zira taştir, nazire, tazmin gibi edebî türler, çoğunlukla şairin beğenisine göre
kaleme alınır ve bir çeşit (şairin tabiriyle) imtiddı da içeren
metinlerdir. Yahya Kemal’de de bu şekilde (taştir, nazire ve
tazmin gibi nazım şekillerini kastediyorum) yazılmış manzumeler pek azdır açıkçası. Yani Paşa’nın şiirlerinin etki
alanı küçümsenecek gibi değil bana göre. Aynı zamanda,
oğlu Ref’et de şairdir ve onun da bir divanı bulunmaktadır.
III.
Günümüzde Rami, İstanbul’da merkezî bir konum
teşkil ediyor. Her ne kadar yokuşları insanı yorsa da hem
yürüyerek Eyüpsultan’a gidip Pierre Loti Tepesi’ni ziyaret
edebiliyor hem de Eyüp sahilinde gezinebiliyor, geçmiş zaman insanlarının yaşadıklarını bir flaneur gibi seyredebiliyoruz.
Perakende satış alanlarının taşınmasından önce büyük bir
keşmekeşe sahiplik eden Rami’nin o halinin son derece gri,
anlaşılmaz ve biraz da komik olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Zaten yeşilliklerin devamlı budandığı, yerini iğrenç bir renksizliğin aldığı şu zamanda buna şaşmak da
abestir. Doğma büyüme İstanbullu biri olarak, bu şehirde
eskiden beri meskûn olanlara Boğaz’ın nasıl bir hale getirildiğini hatırlatmak isterim. Rami semti de aynı bu şekilde
307
idi fakat kütüphanenin açılmasıyla beraber etrafına ve içine
az çok yeşillik serpildi. Bunu, semtin diğer sakinleri ya da
gezginler doğrulayacaklardır.
Rami Kışlası’nın kütüphaneye dönüştürülmesi ve İstanbul’un en eski futbol kulüplerinden (1924) Rami Spor
Kulübü’ne önündeki bir halı sahanın tahsis edilmesiyle beraber bu alanın hercümerçten kurtulduğunu söyleyebilirim. Tabii ki şu anda da hem yanındaki oto-pazar hem de
dibindeki pazartesi/perşembe açılan pazar sebebiyle işbu
karmaşanın bir kısmına halen şahitlik ediyoruz fakat daha
nizami bir şekle kavuştuğunu söylemeden de edemeyeceğim. Önceleri trafik sorununun daha çok yaşandığı
Talimhane Caddesi’nin, perakende satışa son verilmesiyle
rahatladığı da ortada.
Her ne denli kamuya açılmış olsa dahi ne kütüphanenin dışının ne de içinin tamamlandığını söylemek mümkün.
Kütüphanenin, bazı alanlara tahsis edilmiş bölümlerinin
açık olmaması gerektiğini düşünüyor ve özellikle halı sahaya bakan yanındaki çıplak arazilerin zamanla şehre ve
topluma kazandırılacağını tahmin ediyorum. Bu arazilerin
bir kısmının pazar için kullanıldığını göz önünde bulundurarak bu cümleleri kurduğumu da belirtmeliyim. Bu şehrin
daha fazla yeşilliğe, daha az betona ve renksizliğe ihtiyacı
var. Zaten çevresinde bir “sanayi öbeği” bulunan Rami Kütüphanesi, bu açıdan büyük bir öneme sahip bence. Bugün
yapılan sözde park ve bahçelerin çoğunluğu ne yazık ki bu
renksizlikten payını alıyor, birkaç kaydırak ve salıncakla
kotarılmaya çalışıyor iş.
308
Kütüphanenin sistemine de değinmek istiyorum. Ben, devamlı kitaplardan kitaplara atlayan bir bibliyofilim ve
henüz oturmamış bir sisteme sahip olduğu için ne istediğim
kitabı yerinde bulabiliyor ne de bu kitaplara kayıtlarda rastlayabiliyorum. Bu, benim kusurum olarak da görülebilir
fakat aldığınız bilgi fişleriyle dahi bir kitabı saatlerce arayıp
bulamamak (ki bu tek sefer yaşanmadı) insanın canını sıkıyor. Neyse ki henüz açılmış bir mekân olduğu için tepkimi
dizginleyebiliyorum fakat zamanla hem eski eserlerin hem
de güncel yayınların, kitap ve dergilerin kolayca bulunabildiği bir yere dönüşmesini ümit ediyorum.
Kütüphanenin bahçesinde istediğiniz gibi piknik yapabiliyor, gezebiliyorsunuz; oturmak için güzel, kullanışlı alanlar
sağlanmış. Merkezinde (tam ortasında) ve kütüphanenin
birkaç yerinde daha kahve dükkânları bulunuyor. Burada
dikkat çekmek ihtiyacı hissettiğim mesele, bu dükkânların
çokluğu. Nereye dönseniz gözünüze kahve içecek bir yer
çarpıyor ve bu durum insanın canını bir yerden sonra sıkmaya başlıyor. Evet, burası bir kütüphane ve bahçe de
insanların gezmesi için; kahve içecek bir yer olmalı lakin yeşil alanların kısıtlanmasını beraberinde getirmekte bu
tasarruf. İçeride açılan bazı mağazalara ve içeriklerine de
asla anlam verebilmiş değilim lakin bu konuya girmeyeceğim.
Kur’an-ı Kerim’in muhtelif yazmaları ve daha pek çok yazmanın sergilendiği çok güzel bir sergiye de ev sahipliği yapıyordu kütüphane en son. Sırf o güzel yazmaları görebilmek
ve incelemek için dahi ziyaret edilebilir Rami Kütüphanesi.
309
IV.
Gezip görmek, bir entelektüelin en temel uğraşlarından biri olmalı; okumak, düşünmek ve yazmanın yanında. Bu eylemler, Türkiye gibi bir ülkede artık çok zor, bunlarla haşır neşir biri olarak ben de farkındayım fakat en
azından çevremizi tanımak bence zaruri, çok kısıtlı bir alanı
kapsasa da bu keşif (bunu, akademisyenlerin, bir konuyu
boylu boyunca bilmesine benzetebilirim). Umarım, bu yazı
vasıtasıyla hem civarda oturan sakinlerden bazılarını bu
mekâna davet edebilir hem de uzaklardan bazı ziyaretçilerin bu güzel mekânda geşt ü güzâr etmelerini sağlayabilirim.
BİR ÖNERİ YA DA SON SÖZ
Rami Kütüphanesi’nin dönüşüm süreciyle alakalı
daha geniş bilgiye sahip olmak için Yüksel Çelik’in 2022’de
Vakıfbank Kültür Yayınları’ndan neşredilen Rami Kışlası:
II. Mahmut Devrinde Aydın-Destopik Modernleşmenin
Karargâhı isimli çalışmasından yararlandım. Aynı zamanda Eyüpsultan’ın eski veçhesini daha iyi kavrayabilmek
adına Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ nin
ilgili maddelerine, Rami Mehmed Paşa hakkında ismini yukarıda da andığım bazı tezkirelerine ve İslam Ansiklopedisi’
nin Recep Ahıshalı tarafından kaleme alınan maddesine
gittim. Okur, eğer semt ve Paşa hakkında daha fazla bilgi
edinmek istiyorsa bu çalışmalara göz atabilir. Bu yazıyı okuduktan sonra ayağının tozuyla kütüphaneyi dolaşması da
en büyük temennimdir… Okur, yani: benzerim, kardeşim!
310
İTALYA’NIN İLK KADIN
YARGITAY BAŞKANI
VE TÜRK HUKUK TARİHİNDE
ÖNCÜ KADINLAR
Selin Topkaya1
İtalyan Yargıtay Mahkemesi’ne ilk defa bir kadın
başkan seçildi. Margherita Cassano, 1 Mart 2023 itibarıyla
görevine başladı. İtalya’nın Adalet Bakanı Carlo Nordio ise
Yargıtay başkanlığına bir kadının oturmasının, 60 yıl önce
başlayan bir yolculuğun hedefi olduğunu ve bu başarının,
kamu sınavını kazanan genç kadınlar için de bir referans
noktası olacağını belirtti.
1963 yılının şubat ayında çıkan 66 sayılı kanunla, İtalyan
kadınlar nihayet yargı da dahil olmak üzere kamu işlerinde
çalışabilmeye başladı. Bu tarihten iki yıl sonra ise kamu sınavını geçen 27 kadın, kamunun ilk kadın çalışanları oldu
ve sayıları toplam çalışanların yüzde 6’sını oluşturdu.2 Bu
Milano Üniversitesi Hukuk Bölümü yüksek lisans öğrencisidir.
“İtalya’nın İlk Kadın Yargıtay Başkanı ve Türk Hukuk Tarihinde Öncü Kadınlar” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/
sitesinde 18 Ağustos 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
2
Redazione (2023) Nordio: “Nomina Cassano, traguardo per le
donne in magistratura”.
Link: https://www.gnewsonline.it/nordio-nomina-cassano-traguardo-per-le-donne-in-magistratura/ (Erişim: 04 Mart 2023).
1
311
haktan önce ise, 27 Aralık 1956 tarihli 1441 sayılı kanunla,
kadınların yargıdaki rolü, Common Law sisteminden bildiğimiz, ağır ceza ve çocuk mahkemelerinde (belirli şartlar
altında) ‘jüri’ olarak bulunmayla sınırlı idi. 3
İtalyan kadınların 1963 gibi geç sayılabilecek bir tarihte kamuda çalışmaya hak kazandıkları düşünüldüğünde, 60 yıl
sonra atılan bu adım şaşırtıcı görünebilir. Ancak, meselenin
şaşırtıcı olmayan kısmı, 60 yıldır kamudaki –özellikle yargıdaki– kadın sayısının gitgide artması ve nihayetinde
2015’te erkekleri geride bırakması.
Yine de bir parantez açmak gerekirse, 1963 yılından önce
de kadınlar İtalya’nın hukuk tarihinde önemli bir rol oynamıştı. 1946 yılında yeni bir anayasa yazmaları için seçilen
556 kişilik İtalyan Kurucu Meclisi’nin içinde 21 kadın bulunuyordu. Bahsi geçen 21 kadından 5’i ise anayasanın
hazırlanması için kurulan komisyonda yer almıştı. Bu tarihten 30 yıl sonra içlerinden biri, Nilde Iotti, ilk kadın Meclis
Başkanı oldu.4 21 ismin ortak özelliği ise, II. Dünya Savaşı’nda İtalya’yı kuşatan faşizme karşı ön cephelerde
mücadele etmeleriydi.
3
(2021) Le donne nel diritto. Link: https://www.giustizia.it/
cmsresources/cms/documents/Donne_nel_diritto.pdf, 2. (Erişim: 04 Mart 2023).
4
(2019) Le donne della Costituente. Link: https://www.settantesimo.governo.it/it/approfondimenti/le-donne-dellacostituente/ (Erişim: 08 Mart 2023).
312
İtalyan yargısında, 30 Haziran 2022’den beri 4952 kadın
çalışan bulunuyor ve bu kadınlar toplam sayının yüzde
55’ini oluşturuyor.5 Ancak İtalyan kadınları için her şey her
zaman bu kadar ulaşılabilir değildi. İlk başta bahsettiğimiz
1946 Kurucu Meclis seçiminden birkaç ay önce yapılan
idari seçimler, kadınların oy kullanabildiği ilk seçim olmuştu. Bu tarihten önce kadınlara oy hakkı tanıyan ilk
kanun 1945 yılında çıkmış, ancak bu kanun kadınlara sadece seçme hakkı vermişti; seçilme değil. Ayrıca işlerini
‘açıkta yapan hayat kadınları’ oy verme hakkından muaf tutulmuştu. Sadece genelevlerde çalışan hayat kadınları oy
verebiliyordu. O dönemin İtalyan kamuoyunda kadınların
oy hakkı konusu bir gündem maddesi oluşturmamasına
rağmen, bahsi geçen karara karşı çıkan kadınların İtalya’nın
her yerinde protesto yapmaları sonucu kadınlar hem seçme
hem de seçilme haklarını elde etmişti. Kadınların bu hakkı,
“Seçim günü 25 yaşında olan İtalyan vatandaşları Kurucu
Meclis’e seçilebilir” diyen 10 Mart 1946 tarihli 74 sayılı kararname ile sağlanmıştır.6
Redazione (2023) Nordio: “Nomina Cassano, traguardo per le
donne in magistratura”.
Link: https://www.gnewsonline.it/nordio-nomina-cassano-traguardo-per-le-donne-in-magistratura/ (Erişim: 04 Mart 2023).
6
Turco, L. (2016) Perché le 21 donne costituenti sono le madri
della nostra Repubblica. Link: https://www.fondazionenildeiotti.it/pagina.php?id=402 (Erişim: 15 Mart 2023).
5
313
Kadınların bu başarısıyla ilgili, Kurucu Meclis’te de yer almış 21 kadından biri olan Philomena Delli Castelli şunları
söylüyor:
“…Kadınların oy kullanmasının savaş sonrası büyük
İtalyan devriminde temel bir adım olduğunun farkındaydık. Sonunda oy kullanabildik ve kadınları
seçtirebildik. Ve artık sadece ‘ev kadınları’ veya ‘sessiz
işçiler’ olarak değil, yeni İtalyan politikasının tam teşekküllü savunucuları olarak görülüyorduk.” 7
Seçme ve seçilme hakkına ulaşım buzdağının sadece görünen yüzüydü, zira hâlâ kadınların aşması gereken çok fazla
engel bulunuyordu. Örneğin 1968-1969 yıllarında, evli kadınların ‘basit aldatmasının’, sonra da evlilik dışı ilişkinin
suç unsuru olarak ceza kanununda bulunmasının anayasaya aykırı olduğu ilan edildi.8
Başka bir örnek ise 1978 yılına kadar, o dönem ülkede hakim olan ‘dinî etik’ fikri sebebiyle, kadınların isteğe bağlı
kürtaj hakkının, İtalyan Ceza Kanunu tarafından suç olarak görülmesiydi. Bu kanunun geçmesinden önce ortalama
7
(2008) Le donne della Costituente. Link: https://www.senato.it/application/xmanager/projects/leg19/file/repository/re
lazioni/biblioteca/emeroteca/Donnedellacostituente.pdf sf. 16.
(Erişim: 10 Mart 2023).
8
(2021) Le donne nel diritto. Link: https://www.giustizia.it/cmsresources/cms/documents/Donne_nel_diritto.pdf s.
2 (Erişim: 04 Mart 2023).
314
‘merdiven altı’ kürtaj sayısı yıllık 100-200 bin aralığındayken, yakın tarihlerdeki son tahminlere göre bu sayı şu an
yıllık 10 binin biraz üzerinde.9
Belki de en çarpıcı gelişmelerden biri 1981 tarihinde gerçekleşiyor. Bu yıla gelindiğinde bir erkeğin; eşinin, kızının
veya kız kardeşinin yaşadığı evlilik dışı ilişki yüzünden geçirdiği ‘öfke nöbeti’ anında işlediği suçtan indirim alması
ve tecavüzcünün, tecavüz mağduru ile evlendiğinde tecavüz suçunun düşmesini içeren kanunlar yürürlükten
kaldırılıyor.
TÜRK HUKUK TARİHİNDE ÖNCE
KADINLAR: İLK KADIN AVUKAT
Peki Türkiye gibi bir Akdeniz ülkesi olan İtalya’da
bunlar yaşanırken bizim ülkemizde neler oluyordu? Elbette
ilk akla gelen Cumhuriyet’in kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yürürlüğe giren Türk Medeni
Kanunu. Ancak bu kanunun yayımlandığı 1926 yılına gelene kadar geçen süreçte bile Türk kadınları İtalyan
kadınlara göre daha fazla hakka sahipti. Örneğin Türk tarihinin ilk kadın memuru 1913’te göreve başlamışken
Dalla Zuanna, G. (2018) La legge 194 del 1978 sull’aborto volontario
ha
raggiunto
i
suoi
obiettivi?
Link:
https://www.neodemos.info/2018/10/30/la-legge-194-del1978-sullaborto-volontario-ha-raggiunto-i-suoi-obiettivi/ (Erişim: 13 Mart 2023).
9
315
İtalyan kadınlar memur olabilmek için 1963 yılına kadar
beklemek zorunda kalmıştı.10
İki ülkenin de ilk kadın avukatları arasında, her ne kadar
‘resmiyette’ de olsa ciddi bir yıl farkı bulunuyor. Bu durum, İtalya’nın baroya giren ilk kadın avukatı Lidia
Poët’in, baroya kabulü sonrası 1883 yılında kendisine açılan dava ile baro üyeliğinin silinmesinden kaynaklanıyor.
Aleyhine sonuçlanan davayı Yargıtay’a taşıyan Poët, istediği sonucu elde edemiyor. 1884 yılında İtalyan Yargıtay
Mahkemesi, alt mahkemenin kararını; “Avukat mesleği bir
kamu işidir ve kanun, kadınların kamuda görev yapmasını
içermiyor” diyerek onuyor. Mesleğini resmiyette icra edemeyen Poët’i, Yargıtay’ın kararı pes ettiremiyor. Kendisi
erkek kardeşi Giovanni Enrico ile çalışarak özellikle kadınların ve çocukların savunmalarında aktif rol alıyor. 1919’da
yürürlüğe giren kanunla kadınların kamusal yargı, siyasi
veya askerî işler dışında meslekleri icra etme hakkı onaylanınca Poët, 1920 yılında, 65 yaşında, İtalya’nın ilk resmî
kadın baro üyesi oluyor.11
Levent, Z. (2022). Geç Osmanlı Dönemi’nde Kadınların İstihbarat Memurluklarında İstihdamı Girişimi. Journal of
Universal History Studies, 5(1), s. 18. DOI: 10.38000/juhis.1081303.
11
Borgato, R. (tarih belirtilmemiş) Lidia Poët. Link:
https://www.enciclopediadelledonne.it/biografie/lidiapoet/ (Erişim: 20 Mart 2023).
10
316
Bu sırada Türkiye’de ilk Türk kadın avukat Süreyya Ağaoğlu, 1921 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’
nde eğitim almaya başlıyor. Hâlâ savaşla mücadele eden bir
ülkede buna teşebbüs etmesi ve bunu başarması, öğrenilegelmiş “Türk halkına hakları havadan indirildi” tezinin pek
de doğru olmadığını gösterir niteliktedir.
Avukat olma arzusunu 7 yaşından beri dile getiren Ağaoğlu’na öncelikle gülünmüş, ileriki yaşlarında da bu
hevesinden vazgeçmediği görülünce ‘kadınlara uygun bir
meslek seçmesi’ konusunda tavsiyeler verilmiştir.12 Ancak
kendisi, 1921 yılında, dönemin kadınlarının çarşaf kullandığı bir vakitte başörtüsü bile takmadan İstanbul
Üniversitesi rektörlüğüne gitmiş ve Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırmak istediğini söylemiştir.13 Rektörlükte kendisine ancak üç arkadaş daha bulursa fakülte açılabileceği söylenmiştir, zira o dönem kadınlar ve erkekler ayrı ayrı eğitim
alıyordu.14 Süreyya Hanım, üç kız arkadaşını daha ikna etmiş ve nihayetinde istediğini elde etmiştir. Böylece bu dört
kişi; Bedia, Saime, Melahat ve Süreyya, Türk tarihinde
Ağaoğlu, Süreyya.“Bir Ömür Böyle Geçti” Hukukun Öncü
Kadını Avukat Süreyya Ağaoğlu ed.Celal Ülgen, Coşkun Ongun
(İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları, 2010), s. 20.
13
Emine Balcı, ‘Hukukun Öncü Kadınları: Türkiye’de Kadınların Hukuk Mesleğine Girişi Üzerine Bir İnceleme’. Fe Dergi
11, no. 1 (2019), s. 39.
14
Ağaoğlu, Süreyya. “Bir Ömür Böyle Geçti” Hukukun Öncü
Kadını Avukat Süreyya Ağaoğlu ed.Celal Ülgen, Coşkun Ongun
(İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları, 2010), s. 67.
12
317
Hukuk Fakültesi’nde okumaya başlamış ilk kadınlar olmuşlardır.15 Dört kadının bu girişimi aynı zamanda
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde karma eğitime
geçilmesine de vesile olmuştur, zira bütün profesörlerin
dört öğrenci için bir kere de öğleden sonra ders vermesinin
doğru olmadığı düşünüldüğünden ikinci dönem öğrencilerin ayrı okuma sistemi değişmiş ve karma eğitime
geçilmiştir. 1921-1922 eğitim döneminde İstanbul Darülfünunu’nda eğitim gören birinci sınıf öğrenci sayısı 63
erkek ve dört kadın öğrenci olmak üzere 67’dir.16
Süreyya Hanım ile Lidia Hanım’ın karşılaştıkları zorluklardan belki de en çok ayrışanı baroya kabul konusu
diyebiliriz. Zira İtalya’nın aksine, Türkiye’de kadın hukukçular, eğitimlerini tamamladıktan sonra barolara kabul
konusunda engellemelerle karşılaşmamışlardır ki zaten kabul konusunda yasal bir engel de bulunmamaktadır. 17 Ali
Haydar Özkent, Avukatın Kitabı isimli kitabında, avukatlık stajını bitiren Süreyya Ağaoğlu’nun kayıt için Ankara
Barosu’na müracaatının kabul edilmesinde, yasada kadınlara yönelik bir ayrımcılığın olmamasının etkili olduğunu
Konan, B., Tanzimattan Günümüze Hukuk Mesleğinde Kadın, Türkiye Barolar Birliği Dergisi 34, (157) (2021): 516.
16
Ağaoğlu, Süreyya.“Bir Ömür Böyle Geçti” Hukukun Öncü
Kadını Avukat Süreyya Ağaoğlu ed.Celal Ülgen, Coşkun Ongun
(İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları, 2010), 68-69.
17
Emine Balcı ‘‘Hukukun Öncü Kadınları: Türkiye’de Kadınların Hukuk Mesleğine Girişi Üzerine Bir İnceleme” Fe Dergi 11
(1) (2019), 40.
15
318
aktarmaktadır. Zira 460 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 2.
maddesi, kanun ve ahlak şartlarını haiz olan her Türk’ün
avukatlık müsaadesi isteyebileceğini ve cinsler arasında fark
gözetmediğinden baronun bu talebi kabul ettiğini belirtmektedir.18 1928 yılında Ankara Barosu’ndan serbest
avukatlık ruhsatını alan Süreyya Hanım, 1948 yılında Berlin, Milletlerarası Hukukçular Komisyonu Üyesi olmuştur.
Süreyya Hanım, sadece ilk Türk kadın avukat olarak değil,
aynı zamanda kadınlar ve çocuklar için yaptığı başka çalışmalar ve kurduğu sivil toplum örgütleri ile de övgüye
şayandır. Türk tarihinin en önemli kadın öncülerinden biri
olan Süreyya Hanım, aynı zamanda lokantalarda kadınların
yemek yememesi âdetinin de kalkmasına vesile olmuştur.
Mezuniyeti sonrası meslektaşı Melahat Hanım ile, hiç kadın müşterisi olmayan İstanbul Lokantası’na gitmeleri ve
iki kadın olarak yemek yemeleri, lokantada bulunan erkek
mebusları rahatsız etmiştir. Erkek mebuslar ise bu rahatsızlıklarını Süreyya Hanım’ın babasına taşımışlardır. Süreyya
Hanım’ın babasıyla dost olan Mustafa Kemal Atatürk’ün,
yaşanan olayı duyması üzerine Süreyya Hanım’a gösterdiği
desteği Süreyya Hanım şöyle anlatıyor:19
“Ertesi gün Vekalette çalışırken Vekil Necati Bey telaşla
odaya girdi: ‘Süreyya hazır ol, Paşa gelip seni yemeğe götürecekmiş’ dedi. Ben ve bütün arkadaşlar şaşırdık…
Dışarı çıkınca ‘Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor’
18
19
A.g.e., 40.
A.g.e., 40.
319
dedi. Şaşkınlıktan konuşamıyordum. Otomobile bindim. Yolda herkes bize bakıyordu. Bozüyük Mebusu
Salih Bey’i dışarı çağırttı. Tabii bütün mebuslar lokantadan fırladılar. Biraz onlarla konuştu, sonra yüksek
sesle: ‘Bugün Süreyya’yı bize götürüyorum, yarın lokantada yiyecek’ dedi… Biz bu hadiseden sonra rahatlıkla
dışarıda yemek yiyebildik.”
İLK KADIN HAKİM
Süreyya Ağaoğlu Ankara barosuna giren ilk kadın
avukatken Fatma Beyhan Nil ise İstanbul barosuna giren ve
dava alan ilk Türk kadın avukat ve hakimlerdendir. 22 Eylül 1928 tarihinde İstanbul barosuna müracaat eden
Beyhan Hanım’ı ve arkadaşlarını Cumhuriyet gazetesi şu
cümle ile birinci sayfasına taşımıştır: “Erkekler için tehlike
çoğalıyor! Dört hanım daha avukatlık yapmak için İstanbul barosuna müracaat etmek üzeredirler.”
Beyhan Hanım, ilk Türk kadın hakim unvanına sahip olmadan önce de Atatürk’ün isteği üzerine çok önemli bir
görevde bulunmuştur; kanunların çağdaş olmayan maddelerden temizlenmesi ve medeni esaslara göre yeni kanunlar
hazırlanması için Mayıs 1924’te oluşturulan Tadil-i Kavanin Komisyonu’nda görev almıştır.20 Beyhan Hanım, 1930
yılında İstanbul Asliye Mahkemesi üyeliğine, Nezahat Hanım ise Ankara Asliye Mahkemesi üyeliğine atanarak 28
Kodaz, Y. (2021) Fatma Beyhan Hanım (1903-1988). Link:
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/fatma-beyhan-hanim1903-1988/ (Erişim: 01 Temmuz 2023).
20
320
Nisan 1930 tarihinde Türkiye’nin ilk kadın hakimleri olmuşlardır.
Beyhan Hanım, hakimliğe başlamasında rol oynayan Atatürk ile ilgili anılarını şu şekilde kaydetmiştir:
“1926 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten
sonra İstanbul Ticaret Mahkemesi’ne zabıt kâtibi olarak girdim. O zamanlar henüz kadınlar hâkimlik
yapamıyorlardı. Mahmut Esat Bozkurt Bey Adliye Vekili’ydi. Bir gün İstanbul Adliyesi’nde yapılan
hâkimler toplantısına başkanlık etmek üzere geldi. Toplantıya beni çağırdılar. Mahmut Esat Bey şöyle dedi:
‘Atatürk’ün emri üzerine hâkimlik yapacak kadın arıyoruz. Hâkim olmak ister misin?’ Benim için
olağanüstü bir teklifti. Öyle şaşırdım ki. Sevinçle ‘evet’
diye cevap verdim. ‘O halde hemen bana talepnameni
yaz ve getir’ dedi. On dakika sonra yazdığım talepnameyi cebine koydu ve Adliye’den çıkıp gitti. İki gün
sonra zabıt kâtibi olarak çalıştığım Ticaret Mahkemesi’ne hâkim olarak tayin edilmiştim. Göreve
başladım.”21
Beyhan Hanım’ın baktığı ilk dava kamuoyunda yankı
uyandırmıştır.
Türkiye’de kadınların hakimlik pozisyonuna gelmesi hem
iç hem de dış kamuoyunda ilgiyle takip edilmesine rağmen
Topçuoğlu Orhan ve Topçuoğlu Tülin. Cumhuriyet Döneminde Olaylarda ve Mesleklerde Basınımızda Yer Alan
Kadınlar, 120 (Ankara: Demircioğlu Matbaası, 1998).
21
321
dönemin Batı ülkelerinde yaşayan kadınlar aynı şanslara sahip olamamıştır. İtalya’da hakimlik görevini yerine getiren
ilk kadın Letizia De Martino, 1963 yılına kadar kadınlara
kamuda çalışma şansının verilmesinin önünü açan kanunu
beklemek zorunda kalmıştır. İtalyan Anayasası yürürlüğe
girdikten 15, Türkiye’deki ilk kadın hakim göreve geldikten 35 yıl sonra, 1963 yılında yapılan kamu sınavını geçen
sekiz İtalyan kadın, 1965 yılında resmî olarak göreve başlamıştır. Letizia Hanım ise kamu sınavını ikincilikle
kazanmıştır.22
İLK KADIN ANAYASA BAŞKANI
Türk kadınlarının hukuk alanındaki öncülüğü sadece Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla sınırlı kalmamıştır. Tülay
Tuğcu 2005 yılında Türkiye’nin ilk kadın Anayasa Başkanı
olmuştur. Göreve geldikten sonra yaptığı açıklamada ‘çağdaş, insan hak ve özgürlüklerine, Atatürk ilke ve
devrimlerine, demokratik, laik, hukuk devletine bağlı olarak’ çalışmalarını sürdüreceklerini kaydetmiştir.23 Tuğcu,
bu başarısı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
2006 yılı açılış töreninde onur konuğu olarak konuşma
22
Di Dio , B. (2019) Letizia De Martino, una conquista in Magistratura
tutta
napoletana.
Link: https://www.liberopensiero.eu/20/09/2019/rubriche/letizia-de-martino-magistratura-napoletana/#:~:text=Napoletana
%2C%20madre%20di%20due%20figli,prima%20giudice%20do
nna%20d%27Italia. (Erişim: 01 Temmuz 2023).
23
Cumhuriyet, 26 Temmuz 2005, 1.
322
yapmak üzere davet edilmiştir ve AİHM’de açılış konuşması yapan ilk Türk hukukçu olmuştur. Törende
yaşadıklarını ise şu cümlelerle anlatmıştır: “Strasbourg’a
gittim ve törende bir konuşma yaptım. Büyük alkış aldım.
Tören sonrası dönemin Avrupa Konseyi Daimî Temsilcisi
Büyükelçi Daryal Batıbay yanıma geldi. Yanındaki konukların, ‘Türkiye’den gelen konuşmacı bize insan
haklarını anlatıyor. Hem de bir kadın. Bu bir rüya olmalı’ dediklerini anlattı. Türkiye’de yadırganmamıştım
ama Avrupalıyı şaşırtmıştım.” 24
Türk kadını sadece kendi coğrafyasında değil, bugün birçok konuda örnek aldığımız Avrupa coğrafyasında da çığır
açmış durumdadır. Kadınların en önemli mevkilere dahi
gelebilmesinin Türk halkını değil ama Avrupa halklarını
şaşırtması bunun bir örneğidir.
AİHM’de yaptığı konuşma sonrası Anayasa Mahkemesi’nin 44. kuruluş yıl dönümündeki konuşmasında da
bu olanağı sağlayan Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal Atatürk’e şükranlarını sunmuştur: “Anayasa Mahkemesi
Başkanlığını bir bayanın yürütmesi nedeniyle söz konusu
toplantıda şahsıma gösterilen ilginin, Atatürk’ün kurduğu demokratik, laik ve çağdaş Cumhuriyet’in bir eseri
Armutçu, O. (2018) Anayasa Mahkemesi’nin ilk ve tek kadın
başkanı Tülay Tuğcu: Bitsin bu ikiyüzlülük.
Link: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/anayasa-mahkemesinin-ilk-ve-tek-kadin-baskani-tulay-tugcu-bitsin-buikiyuzluluk-40764715 (Erişim: 25 Haziran 2023).
24
323
olmasından dolayı ayrıca gurur duyuyor ve bir Türk kadını olarak, yüce önder Atatürk’e bir kez daha sonsuz
şükran ve saygılarımı sunuyorum.”25
Tülay Hanım’ın İtalyan meslektaşı Marta Maria Carla Cartabia ise aynı görevi yerine getirebilmek için 14 yıl daha
beklemek zorunda kalmıştır, zira İtalya’nın ilk kadın Anayasa Başkanı 2019 yılında göreve gelmiştir. Göreve
geldikten sonra yaptığı ilk açıklamada ise bir kadın olarak
geldiği görev sayesinde yol gösterebileceğini umduğunu belirtmiş ve şöyle eklemiştir: “Gelecekte, Finlandiya’nın yeni
başbakanının yaptığı gibi, bizim için de yaşın ve cinsiyetin
önemli olmadığını söyleyebilmeyi umuyorum. Çünkü
İtalya’da hâlâ biraz önemliler.” 26
SONUÇ
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türk kadınının elde ettiği başarılar gurur duyulmayacak gibi
değildir. Bu başarıların ardında kadınların erkeklerle eşit
olmak için verdiği çabaların yanında, laiklik ve Cumhuriyet
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi (2006). Eski Başkanların Konuşmaları. Link: https://www.anayasa.gov.tr/tr/
baskan/eski-baskanlarin-konusmalari/h-tulay-tugcu/ (Erişim:
01 Temmuz 2023).
26
(2019) Consulta, eletta presidente Marta Cartabia: prima
volta per una donna: ‘Ho rotto un cristallo, spero di fare da apripista’. Link: https://www.repubblica.it/politica/2019/12/11
/news/consulta_eletta_presidente_marta_cartabia243161122/ (Erişim: 03 Temmuz 2023).
25
324
kurumu da büyük rol oynamıştır. Bahsi geçen modern ilkelere
sahip
Batı
ülkelerinde
dahi
kadınların
görünürlüğünün Türkiye’den çok sonra oluşması, bu ilkelerin özümsenemediğine örnek gösterilebilir. Türkiye’nin
Batı’dan bu konuda ayrıldığı nokta sadece sahip olduğu ilkeler değil, bu ilkeleri pratiğe dökecek kişilerin ve
mekanizmaların var olmasıdır. Günümüzde ise Atatürk
ilke ve inkılaplarından kopuldukça kadınların mesleki hayattaki görünürlüğünün azaldığını görüyoruz. Zira
kadınlara bakış açısı, toplumu şekillendiren siyasi mekanizmanın söylemleri ve aksiyonları sebebiyle yozlaştıkça,
kadınların mesleki hayatlarının önüne pratik engeller çıkmaktadır. Bu engellerin başında hukuk gibi bazı
mesleklerin ‘kadın mesleği’ olmadığı ve kadınların bu iş yükünün altından kalkamayacağı inançları yatmaktadır. Söz
konusu düşünce tarzını değiştirmek yerine besleyen bir siyasi ortamın içinde, kadınların önüne çıkarılan zorluklar,
yazılı bir engelleme olmasa dahi, pratikte artmıştır.
Cumhuriyet’imizin 100. yılını kutlayacağımız bu sene hukukun öncü Türk kadınlarıyla iftihar ediyoruz. Kadınlar
için hâlâ verilecek çok mücadele olduğu doğrudur. Ancak
Cumhuriyet’in bize sağladığı olanaklar sayesinde Batılı
meslektaşlarından yıllar önce tarih ve hukuk sahnesinde yerini alabilmiş kadınlarımız, Cumhuriyet’e, laik ve eşit bir
sisteme, özellikle de hukuka, ne kadar çok borçlu olduğumuzu gösterir niteliktedir.
325
KAYNAKLAR
(2008) Le donne della Costituente.
https://www.senato.it/application/xmanager/projects/leg19/file/repository/relazioni/biblioteca/emerot
eca/Donnedellacostituente.pdf (Erişim: 10 Mart 2023).
(2019) Consulta, eletta presidente Marta Cartabia: prima
volta per una donna: ‘Ho rotto un cristallo, spero di
fare da apripista’.
https://www.repubblica.it/politica/2019/12/11/news/consulta_eletta_presidente_ma
rta_cartabia-243161122/ (Erişim: 03 Temmuz 2023).
(2019) Le donne della Costituente.
https://www.settantesimo.governo.it/it/approfondimenti/le-donne-della-costituente/ (Erişim: 08 Mart
2023).
(2021) Le donne nel diritto.
https://www.giustizia.it/cmsresources/cms/documents/Donne_nel_diritto.pdf (Erişim: 04 Mart 2023).
(2023) 60 anni di donne in Magistratura.
https://www.linkedin.com/posts/ministero-della-giustizia_con-la-legge-n-66-del-1963-le-donne-hannoactivity-7036709021990498304-6hrC/?utm_source=share&utm_medium=member_desktop
(Erişim: 10 Mart 2023).
Ağaoğlu, Süreyya.“Bir Ömür Böyle Geçti” Hukukun Öncü Kadını Avukat Süreyya Ağaoğlu ed.Celal Ülgen, Coşkun
Ongun (İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları, 2010).
Akşam, 30 Nisan 1930.
326
Alper, S. ve Yıldırım, G. (2013) ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin ve
Ankara Barosunun İlk Kadın Avukatı’, Hukuk Gündemi Dergisi, Atatürk Özel Sayısı.
Armutçu, O. (2018) Anayasa Mahkemesi’nin ilk ve tek kadın
başkanı Tülay Tuğcu: Bitsin bu ikiyüzlülük.
https://www.hurriyet.com.tr/gundem/anayasa-mahkemesinin-ilk-ve-tek-kadin-baskani-tulay-tugcu-bitsinbu-ikiyuzluluk-40764715 (Erişim: 25 Haziran 2023).
Borgato, R. (tarih belirtilmemiş) Lidia Poët.
https://www.enciclopediadelledonne.it/biografie/lidia-poet/ (Erişim: 20 Mart 2023).
Corriere della Sera, 18 Haziran 1881.
Cumhuriyet, 22 Eylül 1928, 4 Mayıs 1930, 26 Temmuz 2005.
Dalla Zuanna, G. (2018) La legge 194 del 1978 sull’aborto volontario ha raggiunto i suoi obiettivi?
https://www.neodemos.info/2018/10/30/la-legge194-del-1978-sullaborto-volontario-ha-raggiunto-isuoi-obiettivi/ (Erişim: 13 Mart 2023).
Di Dio , B. (2019) Letizia De Martino, una conquista in Magistratura tutta napoletana.
https://www.liberopensiero.eu/20/09/2019/rubriche/letizia-de-martino-magistraturanapoletana/#:~:text=Napoletana%2C%20madre%20di%20due%20figli,prima%20gi
udice%20donna%20d%27Italia (Erişim: 01 Temmuz
2023).
327
Emine Balcı ‘‘Hukukun Öncü Kadınları: Türkiye’de Kadınların Hukuk Mesleğine Girişi Üzerine Bir İnceleme“ Fe
Dergi 11 (1) (2019).
Kodaz, Y. (2021) Fatma Beyhan Hanım (1903-1988).
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/fatma-beyhan-hanim-1903-1988/ (Erişim: 01 Temmuz 2023).
Konan, B., Tanzimattan Günümüze Hukuk Mesleğinde Kadın,
Türkiye Barolar Birliği Dergisi 34 (157) (2021).
Levent, Z. (2022). Geç Osmanlı Dönemi’nde Kadınların İstihbarat Memurluklarında İstihdamı Girişimi. Journal
of Universal History Studies, 5(1).
Redazione (2023) Nordio: “Nomina Cassano, traguardo per le
donne in magistratura”.
https://www.gnewsonline.it/nordio-nomina-cassanotraguardo-per-le-donne-in-magistratura/ (Erişim: 04
Mart 2023).
Topçuoğlu Orhan ve Topçuoğlu Tülin. Cumhuriyet Döneminde Olaylarda ve Mesleklerde Basınımızda Yer Alan
Kadınlar (Ankara: Demircioğlu Matbaası, 1998).
Turco, L. (2016) Perché le 21 donne costituenti sono le madri
della nostra Repubblica.
https://www.fondazionenildeiotti.it/pagina.php?id=402 (Erişim: 15 Mart 2023).
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi (2006). Eski Başkanların Konuşmaları.
https://www.anayasa.gov.tr/tr/baskan/eski-baskanlarin-konusmalari/h-tulay-tugcu/ (Erişim: 01 Temmuz
2023).
328
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf I – Kırmızılar kadınların, maviler ise erkeklerin yargıdaki sayısını temsil ediyor.27
Fotoğraf II – Corriere della Sera, 18 Haziran 1881, 2.28
27
(2023) 60 anni di donne in Magistratura.
Link: https://www.linkedin.com/posts/ministero-della-giustizia_con-la-legge-n-66-del-1963-le-donne-hanno-activity7036709021990498304-6hrC/?utm_source=share&utm_medium=member_desktop (Erişim: 10
Mart 2023).
28
“Doktora. Dün Torinolu Risorgimento bildirdi ki Torre Pellice'den Bayan Poet, üniversitemizden tam notla hukuk alanında
mezun oldu. Son sınavı mutlu bir şekilde geçtiği odadan çıktığında sınıf arkadaşları onu alkışladı.”
329
Fotoğraf III – Kurucu Meclis’te yer almış 21 kadını gösteren haber kupürü.29
29
(2008) Le donne della Costituente. Link: https://www.senato.it/application/xmanager/projects/leg19/file/repository/re
lazioni/biblioteca/emeroteca/Donnedellacostituente.pdf,
4.
(Erişim: 10 Mart 2023).
330
Fotoğraf IV – Alper, S. ve Yıldırım, G. (2013) ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Ankara Barosunun İlk Kadın Avukatı’, Hukuk
Gündemi Dergisi, Atatürk Özel Sayısı, 53.
331
LEH İHTİLALCİLER: OSMANLI
İMPARATORLUĞU’NDA
VATAN ARAYANLAR
Kadir Yozkalach1
“lehistan’dan gelmiş dedelerimizden biri,
gözlerinde karanlığı yenilginin,
saçları al kana boyalı.
uykusuz geceleri Borjenski’nin
benimkine benzer olmalı.
tıpkı benim gibi o da
çok uzaklarda kalan bir ağacın altında
unutmuş olabilir uykusunu.”
Nâzım Hikmet, Lehistan Mektubu adlı şiirinde büyük dedesi Polonyalı subay Konstanty Borzęcki 2 hakkında bu
satırları yazıyordu. Konstanty Borzęcki yahut Osmanlı hizmetine girdikten sonraki adıyla Mustafa Celaleddin Paşa,
Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Leh mültecilerin en
önemlilerinden biriydi. Kendisi köklü bir Leh ailesine mensuptu ve Varşova Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim
Uniwersytet Wrocławski’de Uluslararası İlişkiler Bölümü yüksek lisans öğrencisidir. “Lehistanlı İhtilalciler: Osmanlı İmparatorluğu’nda Vatan Arayanlar” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 25 Ağustos 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
2
General Borzęcki, aynı zamanda Oktay Rıfat Horozcu’nun da
büyük dedesidir.
1
332
görmüştü. Harbiye’de haritacılık dersleri vermiş olan bu
Leh asilzadesinin hayatı, bir Osmanlı paşası olarak Karadağ’da Sırp isyancılara karşı yapılan bir çatışmada sona
ermişti. Borzęcki, Osmanlı hizmetine giren birçok Polonyalı’dan sadece biriydi. Peki Borzęcki ve diğer onlarca Leh
aydını Osmanlı topraklarında ne arıyorlardı?
Polonya-Litvanya Birliği, 18. yüzyılın sonunda Prusya,
Rusya ve Avusturya tarafından parçalanmış ve üç farklı ilhak (1772, 1793 ve 1795) neticesinde tarih sahnesinden
silinmişti. Polonyalıların bu ilhaklara cevaplarıysa durmak
bilmeyen isyan hareketleri oldu. Tüm Leh isyanları sert şekilde bastırılmış olsa da Polonya’daki gerilimi düşürmek
mümkün olmuyordu. Nihayetinde 1848 İhtilalleri’nin yarattığı hava ile Polonyalılar bir kez daha ayaklandılar.
Ayrıca 1848 Macar İhtilali’ne katılıp bir Leh Lejyonu kurarak Macarlara destek oldular. Öyle ki, sonradan Osmanlı
hizmetine girecek olan Polonyalı Józef Bem, Macar İhtilali’ne başkomutanlık yapacaktı. Ancak hem Polonya’daki
hem de Macaristan’daki ihtilalciler başarısız oldular. Bunun üzerine Polonyalı ihtilalciler Avrupa’nın farklı
yerlerine dağılmak zorunda kaldılar. Bu kişilerin bir kısmı
ise Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşti. Bu hususta özellikle
Paris’teki Hotel Lambert grubunun önemli etkisi oldu.
Zira Hotel Lambert’te bulunan Leh asilleri, âdeta sürgündeki bir Polonya hükûmeti gibi çalışıyor ve Polonya’nın
bağımsızlığı için Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu farklı ülkelerde destek sağlamak için misyonlar
333
yürütüyordu. Hotel Lambert’in sağladığı “network” sayesinde 1848 ihtilalcisi Leh asker ve memurlar Osmanlı
hizmetine girmeye başladılar. Bu kişilerin çoğu gayet renkli
kişiliklerdi ve Osmanlı modernleşmesine gerek pratik gerekse fikrî olarak önemli katkı sağladılar. Bu girişten sonra
Lehistan kökenli bazı Osmanlı aydınları hakkında bilgi vermenin vakti geldi diye düşünüyorum.
Osmanlı modernleşmesine katkı sağlayan en önemli Leh vatandaşının Mustafa Celaleddin Paşa olduğunu söylemek
çok da yanlış olmaz. Girişte kısaca tanıdığımız Mustafa Celaleddin Paşa, bir Osmanlı memuru olarak hem yerli hem
de yabancı gazetelere çeşitli siyasi yazılar yazmış ve Osmanlı-Alman yakınlaşmasını ilk savunanlardan biri
olmuştur. Bu demeçleri nedeniyle Hüseyin Avni Paşa tarafından erken emekliliğe sevk edilse de kısa zaman sonra
orduya geri dönmüştür. Mustafa Celaleddin Paşa’nın en
önemli eseri ise 1869’da basılan Les Turcs Anciens Et Modernes (Eski ve Modern Türkler) adlı kitabıdır. Bu kitapta,
Türklerin ırksal olarak Hunlar veya Moğollar ile akraba olmadığını; Turo-Aryan adlı bir gruba mensup olduğunu
iddia eder. Ayrıca Turo-Aryanların Avrupa-Batı medeniyetini kuranlar olduğunu savunur. Yani Türkler de
Avrupa’nın asli bir parçasıdır. Bu nedenle Osmanlı modernleşmesinin bir yabancılaşma değil, ırksal mirasa bir
dönüş olacağını söyler. Ayrıca Arap harflerinin kullanımdan kaldırılması ve kadınların eğitime dahil olması
hakkında fikirlerini açıklar. Mustafa Kemal Atatürk de bu
334
kitabı okuyanlardan biridir ve önemli gördüğü yerlere -örneğin Arap harfleri bölümüne- notlar aldığı bilinmektedir.
Nitekim Atatürk’ün Mustafa Celaleddin Paşa için “Bu Polonyalı gerçek altından anıta layıktır” dediği söylenir.
Celaleddin Paşa’nın oğlu olan Hasan Enver Paşa da Osmanlı Ordusu’nda görev almış ve Küba Ayaklanması’nı
tahlil etmek için Küba’ya gitmiştir. Ayrıca Boxer İsyanı’nda Çinli Müslümanlara gönderilen nasihat heyetinin
içinde3 yine Hasan Enver Paşa yer almıştır.
Gerek Hotel Lambert gerekse Osmanlı İmparatorluğu için
önemli görevlerde bulunan Michał Czajkowski ise Leh
mültecilerin Osmanlı Devleti’ne sığınmaları ve burada görev almaları konusunda kilit rol oynamıştır. 1830
İhtilali’nden beri Hotel Lambert’in Şark Ajansı temsilcisi
olan ve Polonya komiteleri ile Osmanlı Hükûmeti arasında
iletişim kuran Czajkowski, 1851’de Osmanlı hizmetine girmiş ve Sadık Mehmed Paşa adını almıştır. Kırım Harbi’nde
Leh-Türk Süvari Alayı’na komuta etmiştir. Yaklaşık yirmi
sene Osmanlı hizmetinde kaldıktan sonra Rusya’ya giderek
hayatı boyunca savunduğu tüm fikirlerin aksine Rusya lehine çalışmaya başlayıp Ortodoks olmuştur. Kısa zaman
sonra da bunalımları nedeniyle intihar etmiştir. Mehmed
Sadık Paşa’nın oğlu Władysław Czajkowski (Muzaffer
Paşa) ise Harbiye’de askerî coğrafya ve mühendislik gibi
Bu heyetin içinde Bülent Ecevit’in dedesi olan Müderris Mustafa Şükrü Efendi de vardı.
3
335
dersler vermiştir. Ayrıca II. Abdülhamid döneminde kurulan Hamidiye Alayları’nın organizasyonundan sorumlu
komutanlardan biri olmuştur. Bunun yanında o dönemde
gayet kritik bir bölge olan Cebel-i Lübnan’a mutasarrıf olarak atanmıştır.
Osmanlıcılık tartışmalarına katılmış olan Karol Karski veya
Polonyalı Hayreddin Bey, Galatasaray Lisesi’nin kuruluşunda da önemli rol oynamıştır. Leh mültecilerin içindeki
bir diğer önemli isim ise Karol Brzozowski’dir. Brzozowski,
1860’larda Güney Balkanların ilk muntazam haritalarını
çizmiş; Anadolu’nun haritalanmasında da önemli rol oynamıştır. Askerî fabrikalarda mühendis olarak çalıştığı gibi
Arnavutluk ve Makedonya’ya telgraf hattı çekilmesinde de
görev almıştır. Midhat Paşa’nın emrinde çalışan Karol B.,
Bağdat’ta modern çiftlikler kurmuştur.
Leh mültecilerinden Nihad Paşa (Seweryn Bielinski) ise Kırım Harbi’nde önemli askerî görevlerde bulunmuştur.
Sonrasında Bulgaristan Komiserliği yapan Nihad Paşa,
1878-79 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Bulgaristan’da kalan Türk azınlığın hakları konusunda büyük çaba
harcamıştır. Nihad Paşa’nın oğlu olan Alfred (Ahmed Rüstem Bey), 1914’te Birleşik Devletler’e büyükelçi olarak
atanmış ve bu ülkeye gönderilen büyükelçi seviyesindeki ilk
diplomat olmuştur. Millî Mücadele döneminde Sivas
Kongresi’ne katılan Ahmed Rüstem Bey, son Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’nda mebus olmuş; Meclis-i Mebusan dağıtılınca Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarına
336
katılmıştır. Bunun yanında Heyet-i Temsiliye’ye istişare
üyesi olarak dahil olmuştur.
Bir doktor olan Bonkowski Paşa, II. Abdülhamid döneminde Hıfzısıhha Ser-Müfettişi olarak imparatorluğun
genelinde koleraya karşı önlemler almaya çalışmıştır.
Władysław Kościelski (Sefer Paşa), 1860’larda Genel Süvari
Müfettişi olarak süvari birliklerinin ıslahı için uğraşırken
Osmanlı hizmetinde Murad Paşa olarak tanınan Józef Bem
ise Suriye’deki birliklerin ıslahında görev almıştır. Józef
Bem, Suriye’deki isyancı bedevilere karşı başarılı harekâtları esnasında sıtma nedeniyle ölmüştür.
Bir parantez açarak bu kişilerin Türk topraklarında çalışmış ne ilk ne de son Polonyalılar olduğunu vurgulamamız
gerekiyor. Bu konuda farklı ve bir o kadar da ilginç örnekler
mevcut. Örneğin 17. yüzyılda Osmanlı müziği konusunda
büyük çalışmalar yapmış ve Mecmua-i Saz ü Söz adlı nota
kitabını neşretmiş olan Ali Ufkî Bey yahut Wojciech
Bobowski, bugün halen Polonya sınırları içinde bulunan
Gorlice’de doğmuştu. Söylentilere göre bir Tatar akınında
esir düşmüştü ve sonradan azat edilmişti. Lehçe, Türkçe,
Arapça ve Latincenin de aralarında bulunduğu 10’dan fazla
dili bildiği söylenir. Müzik çalışmalarının yanında Türkçe
bir gramer kitabı da yazmış ve Kitab-ı Mukaddes’i Türkçeye çevirmiştir.
Daha yakın bir tarihe gelirsek, İkinci Dünya Savaşı’ndan
hemen önce Türkiye ile Polonya arasında uçak teknolojisi
337
konusunda bir iş birliği başladığını görürüz. Buna pek şaşırmamak gerek, çünkü o dönemde Polonya Hava
Kuvvetleri Komutanı olan Ludomił Rayski Harp Madalyası, Mecidiye Nişanı, Liyakat ve İmtiyaz Madalyaları
sahibi bir Çanakkale gazisiydi! Rayski’nin babası, Osmanlı
topraklarına sığınan ihtilalcilerden biriydi ve bir süre sonra
ailesiyle birlikte Avusturya’ya geri dönmüştü. Birinci
Dünya Savaşı patladığında Avusturya Ordusu’nda olan -fakat Osmanlı vatandaşlığı bulunan- Rayski, Osmanlı
Devleti’nin savaşa girdiğini duyunca Osmanlı Ordusu’na
pilot olarak katıldı ve Gelibolu’da iki defa yaralandı. İkinci
Dünya Savaşı sırasında Polonya’yı terk etmek zorunda kalınca Türk Hava Kurumu’nun (THK) Ankara fabrikasında
uçak mühendisi olarak çalıştı. THK bu dönemde mülteci
durumuna düşmüş olan birçok Polonyalı mühendisi istihdam etti. Hatta bir Polonyalı olan Jerzy Wędrychowski,
1941-1948 arasında Etimesgut’taki uçak fabrikasının müdürlüğünü yaptı.
Asıl konumuz olan 19. yüzyıla dönersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun, düşmanları olan Leh ihtilalcilerine sahip
çıkması, Avusturya ve Rusya’yı oldukça rahatsız etmiştir.
Bu nedenle Osmanlı Hükûmeti, bu mültecileri sınırlardan
mümkün olduğunca uzak yerlere iskân etmeye çalışmıştır.
Ayrıca bu mültecilerin Selanik, Yanya ve Tırhala gibi Yunan milliyetçiliğinin arttığı şehirlere yerleştirilmesi
düşünülmüştür. Yine Polonyalı bekâr mültecilerin Osmanlı sınırları içinde, özellikle de Hersek, Bulgaristan ve
Makedonya’da -ki bu bölgeler Balkan milliyetçiliklerinin
338
çatışma alanlarıdır- kendi mezheplerinden insanlarla evlendirilmesi ve iskân edilmesi konusunda talimatlar
verilmiştir. Buradan iki sonuca varabiliriz. Birincisi, Osmanlı Hükûmeti, bu mültecileri kullanarak sorunlu
gördüğü yerlerde nüfusu kendi çıkarları lehine değiştirmek
istemiştir ve ikinci olarak, bu Katolik Leh mültecilerin devlete yerli Balkanlılardan daha sadık olacağını düşünmüştür.
Polonyalı mültecilerin Osmanlı hizmetinde âdeta kendi vatanlarına hizmet edermiş gibi çalışmasının arkasında
şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya ve Avusturya’ya karşı bir müttefik olarak görmeleri yatar. Güçlü
bir Osmanlı İmparatorluğu’nun Lehistan’ın bağımsızlığı
için bir fırsat yaratacağı kanaati Leh liderlerin kafasındaydı.
Öte yandan Osmanlıların bu mültecileri devlet gelenekleri
gereği Rusya ve Avusturya’ya teslim etmek istememesi Leh
mültecileri için ayrı bir sempati kaynağıydı. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu, mültecileri koruması sayesinde
Avrupa’nın liberal çevrelerinden büyük destek toplamış ve
mülteciler meselesi Kırım Harbi’ne giden yolda Batı desteğinin kazanılmasını sağlayan etkenlerden biri olmuştu.
Saydığım isimlerin dışında 1860’larda Avrupa’daki Jön
Türkler ile yakın temasta bulunmuş olan Marian Langiewicz (Langi Bey) veya II. Meşrutiyet döneminde yaptığı
yayınlar ile Mısır ve Tunus’taki Müslümanları Osmanlı tabiiyeti altında birleşmeye çağırıp Trablusgarp Harbi’ne
gönüllü olarak giden Seyfeddin Bey (Tadeusz Gasztowtt)
gibi diğer önemli Leh şahsiyetlerinin yanında adları pek duyulmamış daha birçok küçük rütbeli Leh subay ve memur
339
1830’dan itibaren Osmanlı hizmetine girerek özellikle ziraat, eğitim ve askeriye alanlarında önemli işler
başarmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun eğitimli kalifiye iş gücü ihtiyacının had safhada olduğu bu
merkezîleşme ve sanayileşme döneminde Leh mültecilerin
Osmanlı hizmetinde bulunmaları modernleşme hareketine
destek olduğu kadar yeni bir soluk da getirmiştir. Zira çoğu
Avrupa’da yüksek eğitim almış ve çok farklı konularda mesleki uzmanlık kazanmış olan bu Polonyalılar Osmanlı
ülkesine her anlamda yeni bakış açıları sağlamıştır. Öte yandan Osmanlı idaresinin kendisine tamamen yabancı olan
bu kişileri -kimilerinin din değiştirmemesine rağmen- çok
ciddi askerî ve idari mevkilere getirmesi de 19. yüzyıl Osmanlı kozmopolitliğinin farklı bir boyutudur.
340
KAYNAKLAR
Baş, O. F. 2014. “THK Uçak Fabrikası ve Polonyalı Mühendislerin Rolü,” Mühendis ve Makina 55 (659) (2014): 3642.
Çavdar, N. and Budak, B. “Osmanlı Modernleşmesinde Bir
Mühtedi: Mustafa Celâleddin Paşa (Konstanty Borzecki).” XVIII. Türk Tarih Kongresi, 1-5 Ekim 2018
içinde. XVIII. Türk Tarih Kongresi, 2022.
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yoldaki Elçi Osmanlı’dan
Günümüze Türk-Leh İlişkileri, İstanbul: Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 2015.
Gümüş, M. Leh ve Macar Mültecilerinin Osmanlı Devleti’ne Sığınması Beyin Göçü Olarak Değerlendirilebilir mi?
Tarih Okulu Dergisi, 23 (2015).
Olszowska, K.W. (). Polish Contributors to the Modern Turkish State. Prace Historyczne, 148(4) (2021): 813–823.
Płaza, J. Konstanty Borzęcki. O tym, jak polski imigrant
współtworzył Turcję, 2020.
https://klubjagiellonski.pl/2020/01/20/konstantyborzecki-o-tym-jak-polski-imigrant-wspoltworzylturcje/.
Zajac, G. 19. Yüzyıl Türk Avcılığında Polonya İzi: ‘Kara
Avcı’. Acta Turcica, 1(1) (2009).
341
UZUMAKİ VE DIŞARIYA DAİR
Mustafa Türkan1
Uzumaki’yi benim için değerli kılan, insan narsisizmine inen üç darbeye de yer vermesidir: Dünya’nın
merkezsizleştirilmesi (başka bir deyişle Batlamyus’un
reddi), evrim teorisi ve maddi bilinç dışıyla tanışma. Üçüncüsü ile içselliği merkezsizleştirir, madde tarafından
dolayımlandığımızı keşfederiz. Şeylerin içine gömülü şekilde nefes alıp veririz. Kendi aracımız, üretimimiz,
düşüncemiz veya kendi seçimimiz olarak kabul ettiğimiz
şeyler, pek çok durumda maddi bilinç dışıdır. Elbette hangi
koridordan geçeceğimizi seçeriz; ama seçemediğimiz şey,
koridorların, yolların ya da patikaların dikte ettiği seçim biçimidir. Bunlar, önceden seçilmiş pek çok seçenek olarak
önümüzde durur. Varlığımız sınırsız çeşitlilikte dolayımlanan, karşılanan ve kısıtlanan bir anlam alanındadır. Bildiği
tek şey su olduğu için suda olduğunu fark etmeyen balık
gibi, bu şeyler, bizim için görünmezdir çünkü tamamen varoluşumuzun dokusunu oluşturur. Söylemsel ve normatif
olana doyumsuz vurgu, maddi bilinç dışının dışsallığını
sonsuza kadar içselliğin taşrasından sürgün edemez. İnsan
hayatının değerinin kalmadığı kozmik bir düzene yönelen
Yazar akademik unvanlarını kullanmayı tercih etmemektedir.
“Uzumaki ve Dışarıya Dair” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/
sitesinde 1 Eylül 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
342
kasabada, sarmal şeklinin, gündelik hayatın en sıradan eşyaları olan tabak çanaktan suların akışına, kırlardaki
çalılara, kasabanın mimarisine, insan uzuvlarına, hatta hava
olaylarına sirayet ettiğini görürüz. Okuru korkutan, korkuyu mümkün kılan bu durum, olumsuz bir ‘büyülenme’
mefhumudur. Tuhaf olana has bir özelliktir. Tuhaf olan insanı yalnız kendinden iğrendirmez, dehşete düşürmez, bir
yandan da dikkatini çeker, meraklandırır, hatta heyecanlandırır. Bu his, jouissance’ın bir türü olarak görülebilir:
kaynağını haz ve acının ayrılmaz birliğinden alan büyülenme hali…
Bu hal önce manganın birinci cildinin karakterlerinden biri
olan Saito Bey’de açığa çıkar. Manganın ilk sayfalarında Saito Bey’in duvarda bir salyangozu hayranlıkla izlediğine
şahit oluruz. Bu olayın hemen ardından Saito Bey’in oğlu
Suiçi, Kirie’ye kasabada uğursuz, ters giden bir şeyin olduğu söyler: “Sarmallar! Sarmallar! Bu kasaba sarmallarla kirlenmeye başlamış” (s. 19). Ertesi gün Saito Bey, Kirie’nin babası Goşima Usta’nın iş yerine gelir. Goşima Usta
çömlek yapımı ve seramik işleriyle uğraşmaktadır. Saito Bey
bunun “sarmal sanatı” olduğunu söyler: “Nasıl desem…
Çömlekçi çarkında seramik yapma işi… Sarmal sanatı desek daha yerinde olacak gibi” (s. 20). Hemen ardından
Goşima Usta’dan sarmal desenli bir tabak ister ve sarmallara olan ilgisini şu cümlelerle belli eder: “Aslında son
zamanlarda sarmal desenlere çok fena taktım. Sarmal şeklinde ne var ne yok topluyorum. Her nesilden sarmal
343
desenli kimonolarla başladım. Devekulağı, salyangoz kabuğu, ammonit fosili, makine yayı, selofan bandı,
sivrisinek kovar derken sarmaşık bile aldım. Her yerdeler.
Topladıkça toplayası geliyor insanın, sonu yok” (s. 21). Saito Bey, sarmallara duyduğu hayranlıkla dolup
taşmaktadır: “Goşima bey, ben var ya… Sarmal denilen
şeyde gizemli bir şeyler hissediyorum. Evet, kesinlikle var!
Gizemli bir güç gizleniyor olmalı… Şüphesiz sen de anlıyorsun, değil mi? Sarmallar mükemmel! İşte o sarmal dediğin
tam bir sanattır! Ve işte sen de o mükemmel sanatı meydana getiren bir sanatçısın!” (s. 22). Saito Bey, takıntısından dolayı işe gitmez, çalışma odasından çıkmaz olmuştur.
Bütün gününü çalışma odasındaki sarmallara bakarak geçirmektedir. Bu büyülenmeyle sanki tüm mevcudiyeti
kaynamaktadır. Mark Fisher, okurun hissettiği tekinsizliğin kaynağını şöyle açıklar: “Tekinsizlik hissi ya hiçbir şey
olmaması gerekirken bir şeylerin olması durumunda ya da
bir şeyler olması gerekirken hiçbir şeyin olmaması durumunda ortaya çıkar.” 2 Hikâyenin devamında sarmal,
şehvetle arzulanmaya, hem korkunç hem de büyüleyici olan
bir şeye dönüşmeye devam eder: “Şey, bunaltır; hiçbir şekilde zapt edilemez ama büyülemeye de devam eder.” 3
Böylece hiçbir şekilde zapt edilemeyen bu şekil (veya düzen), tüm kasabayı adım adım zapturapt altına alır. Sarmal
Mark Fisher. Tuhaf ve Tekinsiz, çev. Berkan M. Şimşek (İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2020), 63.
3
a.g.e., 19.
2
344
takıntısı halkın büyük bir çoğunluğuna sirayet ettikçe,
tıpkı H. P. Lovecraft’ın hikâyelerinde olduğu gibi doğal natüralizm (mantıktan ve Öklid geometrisinden ibaret, ampirik dünya) paramparça olur ve yerini hipernatüralizme,
yani materyal kozmosun ihtiva ettiği, kapsamı görece daha
geniş bir hisse bırakır.4 Örneğin fırına verilen tabaklar pişerken şekillerinde bozulmalar olur, hava olayları değişir,
insanların davranışları garipleşir (Uzumaki II, 77). Hatta
A.g.e., 20. H. P. Lovecraft’ın Öklid geometrisini nasıl ihlal ettiğini şu alıntıda görebilirsiniz: “It would be trite and not wholly
accurate to say that no human pen could describe [the dead creature on the floor], but one may properly say that it could not be
vividly visualized by anyone whose ideas of aspect and contour
are too closely bound up with the life-forms of this planet and of
three known dimensions.” H. P. Lovecraft, “The Dunwich Horror,” in Tales, ed. Peter Straub (New York: The Library of
America, 2005), 289. Lovecraft, The Dunwich Horror’da, bu eğilimini sık sık tekrarlar. Örneğin Curtis Whateley, dağın
tepesinde saklanmış olan yaratığı gördüğünde zihinde eksiksiz
canlandırılması mümkün olmayan bir tasvir verir. At the Mountains of Madness’daki şehir ise bilinen geometrik yasaların
sapkın bir yorumunu andırır, insanoğlunun bildiği hiçbir mimariyi sergilemez. Bu tür betimlemelerin neredeyse tutarsızlığı,
onları görsel biçimde işlemeye yönelik her türlü girişimi baltalar
(belki de bu yüzden, takdir edilesi bir Lovecraft uyarlamasına sinemada rastlanmaz). Graham Harman’a göre, tanımlamalar
gerçeğin konuşulmaz bir alt katmanına yalnızca dolaylı olarak
işaret eder. Graham Harman, “On the Horror of Phenomenology: Lovecraft and Husserl,” Collapse, no. 4 (2008): 339.
4
345
kasabanın deniz fenerinin lensi eriyerek sarmal şeklini alır
(Uzumaki II, 91). Başka bir deyişle, tuhaf gerçeklik, kendinden şeyi (thing in itself) diğer nesnelere açar gibi yapar.
Gerçek olduğu için zaten oradadır. Yani gerçeklik, aklın sınırları dahilinde hemen anlaşılacak ve kavranabilecek bir
fenomen olarak karşımıza çıkmaz. Nesne yönelimli ontolojinin de önerdiği üzere düz anlamlı değildir. Sarmal,
nitelikleri aracılığıyla onu tam anlamıyla kavramayı
imkânsız hale getirir, özdeşleştirme çabalarına direnir. Deneyimlenenin önceden verili bir düzeyde, insanlar
tarafından bir araya getirilen fantezilermiş gibi göz ardı
edilme ihtimalini ortadan kaldırır. Her ne kadar Harman
aksini düşünse de Kant’ın erişilmez numenal alanı, Lovecraftvari yaratıkların şifreli gizliliğiyle mükemmel bir
eşleşmedir. Bu yaratıklarda, eşleşmeyi imkânsız kılacak bir
sığlıktan fazlası vardır. Zira özneler her ne kadar bu yaratıklar ve onların bulunduğu mekânlarla karşılaşmış olsa da
belirsizlik alanı ortadan kalkmaz. Bu yüzden Harman’ın estetik deneyime verdiği değeri, H. P. Lovecraft ve Junji
Ito’nun panteonunun da hak ettiğini düşünüyorum. Bunun ana sebebi, sarmal ve sarmala dair her imge ve
metaforun (bir nesnenin nitelikleriyle kurulan ilişkiler, metaforu mümkün kılar) bize kendinden şeyin içselliğini
sunması ve okurun tüm bu deneyime bütünüyle kendini
veren asıl nesne olmasıdır. Başka bir deyişle, sarmala dair
hiçbir yaklaşım hakkında bilgi üretmez, daha ziyade kendinden şeyler yaratır.
346
Dahası Junji Ito’nun hikâyesinden hareketle Quentin Meillassoux’nun ortaya koyduğu bir problem de gündeme
gelebilir: “Hiçbir şey beni, doğanın az sonra, hemen bir sonraki anda, David Hume’un bilardo oyunundaki gibi her
kurama ve her mümkün deneyime karşı gelerek, bambaşka
bir şekilde davranacağına temin edemez.” 5 Dünyanın bilimsel bilgiye tabi olacağı ön koşulu rafa kalkmıştır. Bu
durum Junji Ito’nun Remina adlı mangasında da görülür
(Meillassoux’nun bilim-dışı kurgu teorisinin Remina için
biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum). Meillassoux’ya
göre mesele, sabit bir tabiata dair kesinliğimizin makul olup
olmadığı ve eğer makul değilse bizi gündelik hayatta, hakikatin gelecekte de tutarlı olacağına dair bu kadar emin kılan
güvencenin nereden geldiği problemidir. Junji Ito, bir kalem hareketiyle bu kesinliği ortadan kaldırır. Meillassoux,
Hume’un probleminden hareketle şöyle sorar: “Bilardo topunun sadece öngörülemeyen değil, prensipte öngörülemeyecek olan, dahası, sadece tanımlı yasaları değil tanımlanabilir yasaları da terk edeceğinden ötürü modellenemeyecek olan bir güzergahı benimseyemeyeceğini garanti eden
nedir?”6 Modellerin metafizik özünü ifşa eden bu rasyonel
yaklaşımdan hareketle, spekülatif gerçekçiliğin yaklaşımlarını yeni bir nesne kuramı altında incelemek mümkündür.
Quentin Meillassoux, Bilimkurgu ve Bilimdışı Kurmaca, çev.
Osman Şişman (İstanbul: Yort Kitap, 2020), 18.
6
A.g.e., 24.
5
347
Nesne yönelimli ontolojinin ana argümanı, nesnenin öznenin karşısında dikilen bir şey (gegenstand) olmadan da
özneden tamamen bağımsız olarak, kendi içinde ve diğer
nesnelerle ilişkiye geçme kapasitesi ve edinimi olan bir varlık olduğudur. Bu nesne tanımı fizikalist, materyalist veya
düz anlamlı bir nesne tanımı değildir. Zira nesneler, Harman’a göre “fiziksel” veya “gerçek” olmak zorunda da
değildir, daha açık bir ifadeyle kurgusal olan da gerçekçiliğin parçası olabilir. Nesneler eyledikleri için var olmaz, “var
oldukları için eyler.” Aslında bu, Quentin Meillassoux’nun
da dikkat çektiği üzere, cogito’dan çıkış noktasından itibaren korelasyonizmin (correlationism), en kararlı
kartezyencilik karşıtlığı dahil olmak üzere bütün modern
düşünceye nasıl hakim olduğu sorunuyla da alakalıdır. Eylemin a priori olarak niyetsel, insanların eylemesiyle
kısıtlandığı bir düşüncede insan dışı şeylerin nasıl eyleyeceğini görmek zordur. Böyle bir düşüncede, hiçbir şey maddimanevi ilişkiler ağından dışarı çıkamaz. Bu yüzden, nesne
yönelimli ontoloji, korelasyonizme düşmemek için nesneyi
alışılmadık ölçüde geniş bir anlamda kullanır. Benzer eğilimler alternatif spekülatif gerçekçilik yaklaşımlarında da
gözlemlenebilir. Nesne, büsbütün birleşenlerine veya başka
şeyler üzerindeki etkilerine indirgenemeyecek bir şeydir.
Bir nesne parçalarından fazlası, etkilerinden azıdır. Böylece
her nesnenin sahip olduğu, tercüme edilemez ve ele avuca
sığmayan fazlalığının tartışılabileceği bir zemin mümkün
hale gelir. Harman’ın öne sürdüğü yaklaşım, nesneyi ampirik sentezleme faaliyetinden çıkarmayı ve düşünme fiiline
348
olan bağımlılığından ayırmayı hedefler. Junji Ito’nun sarmalı ele alış biçimi Harman’ın nesne yaklaşımına benzer.
Bizleri sonsuza kadar tutsak kılan, görüşümüzün ve analiz
kabiliyetimizin belirlediği sınırların ötesindeki sonsuz kozmik uzaya olan merakımızı kamçılayan bu gibi “Nereden
gelmiştir?” veya “Nasıl ortaya çıkmıştır?” gibi soruların cevabı muammadır. Junji Ito, doğrudan bu soruya cevap
vermek yerine okurun yapacağı farklı çıkarımları mümkün
kılan imalarda bulunur. Dışarıdan gelen bir şey mi kasabayı
işgal etmiştir, yoksa hep dünyada, toprağın altında bulunan
ve zaman zaman yüzeye çıkan bir düzen mi söz konusudur?
Sarmal, dünya dışı bir yaşam formu mudur? Eğer öyleyse,
ortak bilince sahip, materyal, fiziksel bir varlık mıdır,
yoksa Pontypool’daki (2008)7 gibi dile, kelimelere ve sözcüklere bulaşan, doğası gizemli kalmış bir virüs müdür,
bilinmez. Sarmalın yaşam formu olarak ele alınıp alınamayacağı sorununun temelinde bir ‘tematik uzaklık’
tartışması da yatmaktadır. Daha geniş anlamda ele aldığım
kavrama, hayvanlar, bitkiler, bakteriler ve mantarlar dahil
edilir. Koronavirüs salgınının da hatırlattığı üzere virüsler
bu kavramın problemli parçalarıdır. Bu sorular çoğaltılabilir ve sorulara farklı cevaplar verilebilir. Mark Fisher şu
konuda haklıdır: “Tekinsizin derdi, bilinmeyendir; bilgiye
bir kere ulaşıldı mı tekinsizlik kaybolur.” 8 Junji Ito’nun
tercih ettiği hikâye anlatımı (bir bakıma günlük hayatımızı
7
8
Filmin yönetmeni Bruce McDonald’tır.
Mark Fisher, Tuhaf ve Tekinsiz, 64.
349
düzenleyen deneyime dayanan inançları hor görüşü) bunu
mümkün kılar. Kasaba halkının üzerinde adım adım tahakküm kuran sarmal, bir uzaylı, bir lanet veya paylaşılan bir
sanrı olabilir. Örneğin Gökhan Kodalak, sarmalı platonik
bir idea mefhumu olarak görmektedir. Bu okuma da mümkün ve oldukça tutarlıdır. Sarmalın maddi yapısına ve
geçmişine dair elimizdeki bilgi sınırlı olduğundan, kasabayı
ve kasaba halkını etkileyen, Saito Bey ve daha birçok kişi tarafından “mükemmel” olarak nitelendirilen bir şeklin,
Platon’un idea kavramının ürkütücü bir yansıması olduğu
iddia edilebilir. Kodalak bu durumu şöyle ifade ediyor:
“Ito’nun anlatısı, eğer ki idealar bizden bağımsız kendi objektif varlıklarına sahiplerse, bu ideaların bizi öte
dünyadan durmadan etkileyip duruşunun, buna karşın
bizim onların çekim kuvvetine kendimizi bırakmak ve onları iyisiyle kötüsüyle taklit etmek dışında pek de bir şey
yapamayışımızın korkunçluğuna odaklanıyor.” 9 Hatta
buradan hareketle sarmalın tek bir özdek, blobject veya bir
hipernesne (hyperobject) olduğu bile iddia edilebilir. Zira
sarmal kendiyle iletişime giren, ilişki kuran varlıklara yapışır.10
Gökhan Kodalak. “İdeal Hayatlar, Platonik Korku ve Uzumaki.” Manifold. 9 Ağustos, 2017.
10
Blobjectivism, her şeyi kapsayan tek bir nesne alanının mevcut
olduğu ve bu nesne alanının kendisinin de bir nesne olduğu tezidir. Bu tezi destekleyenlerden Matjaž Potrč ve Terence E.
Horgan’ın çalışmalarını öneririm. Konuyla ilgili olarak Austere
9
350
Realism: Contextual Semantics Meets Minimal Ontology kitabına başvurulabilir. Bilgi için bkz. Markus Gabriel, Why the
World Does Not Exist, trans. G. S. Moss (Cambridge: Polity,
2015), 56. İkilinin “Blobjectivism and Indirect Correspondence”
makalesi ise ilgili tezin özeti niteliğindedir. Bu vesileyle teze ve
tezin adına ilham veren ‘58 ve ‘88 yapımı The Blob’ı da anmış
olayım. Timothy Morton, insanlara kıyasla zaman ve uzayda büyük oranda yayılmış olan şeylere atıfla hipernesneler terimini
kullanır. Hipernesneler, bir nesne ne kadar karşı direnç gösterirse göstersin dokundukları (veya dolaylı iletişime geçtikleri)
diğer nesnelere yapışırlar. Bu şekilde, hipernesneler insanın havsalasının almadığı mesafelerin bile üstesinden gelir, yani bir
nesne bir hipernesneye ne kadar direnirse hipernesneye o kadar
yapışır. Hipernesneden kaçmak imkânsızdır. Timothy Morton, Hipernesneler: Dünyanın Sonundan Sonra Felsefe ve
Ekoloji, çev. Bilge Demirtaş (İstanbul: Tellekt, 2020), 16-7. Bu
nesneler o kadar büyüktür ki uzay-zamanın sabit, somut ve tutarlı olduğu fikrini çürütür. Hipernesneler, belirli bir yerel
tezahürde bütünlükleri sağlayamayacak ölçüde zaman ve
mekânda dağılmıştır. Hipernesneler, diğer varlıkların normalde
algılayabileceğinden daha büyük bir alanı kaplar. Bu nedenle, hipernesneler üç boyutlu uzayda gelip gidiyor/var oluyor gibi
görünür, ancak çok boyutlu bir görüşe sahip bir gözlemciye
farklı görünebilir. Hipernesneler, birden fazla nesne arasındaki
ilişkiden oluşur. Nesneler bir hipernesnenin diğer nesneler üzerindeki izini yalnızca bilgi olarak açığa çıktığında algılayabilir
(Harman’ın kuramında bu daha ziyade estetik bir deneyimle
mümkündür). Örneğin, küresel ısınma, diğer nesnelerin yanı sıra
Güneş, fosil yakıtlar ve karbondioksit arasındaki etkileşimlerden
351
Bunun yanı sıra, sarmalın bilinci etkileyerek gündelik gerçekliği dönüştürdüğü görülür. Toplumun eğiliminde
şekillenmiş olan bakışın arzularına karşılık verdiği iddia
edilebilir. Saito Bey’in oğlu Suiçi, son günlerde kasabada
gösteriş meraklısı insanların arttığına dikkat çeker (Uzumaki I, 176). İnsanlar ilgi görmeyi tehlikeyi göze alacak
kadar istemektedirler. Kirie bunun sarmallarla ilgisini anlamayarak Suiçi’ye sorar: “İyi de gösterişli olmakla
sarmalların ne ilgisi var?” Suiçi şöyle cevap verir: “Çok büyük bir ilgisi var! Bu ikisinin ortak noktası… İnsa-nın
gözünü kendine çekiyor olması!” (Uzumaki I, s. 176). Suiçi’ye göre sarmallar diğer nesneleri çekip emmek-tedir.
Aynı desendeki şeyler yine insanın ilgisini çeken bir güce
sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, sarmalın isteği Dadaist bir
hiçlik arzusuna bile benzetilebilir. Bu hiçlik arzusu, 391
isimli avant-garde dergi Picabia’da yayımlanan “Instantanéisme” bildirisinde görülür:
oluşur. Yine de Morton’a göre, küresel ısınma; emisyon değerleri, sıcaklık ve okyanus seviyelerindeki değişikliklerle açıkça
görülmektedir ve küresel ısınma, kendi ölçümünden önce gelen
bir nesneden ziyade bilimsel modellerin bir ürünü gibi görünmektedir. Morton’a göre, şu anda insanların görüş alanına giren
ve yerkürenin kendisinin de aralarında yer aldığı hipernesnelerin
saldırısının beraberinde getirdiği şey, dünyanın sonudur ve bunun jeolojik döngüleri yalnızca insani olgu ve değerlere göre
düşünmeyen bir jeofelsefe gerektirir. Morton kitabında bu düşüncenin temellerini atmaya ve ana hatlarını çizmeye çalışır. Son
dönem çalışmaları bilhassa jeofelsefeye odaklanmaktadır.
352
L’INSTANTANÉISME: Dünü istemiyor.
L’INSTANTANÉISME: Yarını istemiyor.
L’INSTANTANÉISME: ‘Entrechats’ yapıyor.
L’INSTANTANÉISME: Güvercin kanatları yapıyor.
L’INSTANTANÉISME: Büyük adamlar istemiyor.
L’INSTANTANÉISME: Yalnızca bugüne inanıyor.
L’INSTANTANÉISME: Herkes için özgürlük istiyor.
L’INSTANTANÉISME: Yalnızca yaşama inanıyor.
L’INSTANTANÉISME: Yalnızca sonsuz harekete inanıyor.
Tek hareket sonsuz harekettir.
Instantanéisme, söyleyecek sözü olanlar içindir.
Bu bir hareket değildir. Bu sonsuz harekettir!11
Daha sürrealist bir bakış açısıyla, sarmalların üst üste bindirilen grafik nesneler olarak kabul edilmesiyle yaratılan
aksiyonel simetrinin asimetrik olan diğer nesneler (insanlar, bitkiler, su akıntıları gibi) ile bütünleşmesi sonucu
üretilen veya ortaya çıkan ritimsel karmaşaya odaklanılabilir ve bu odak noktasından, geometrik ve zihinsel olan
arasında beliren soyut ve metafizik uyumun sürreal tınılar
taşıdığı düşünülebilir. Bunun yanı sıra, sarmalların, asimetrik veya simetrik nesneleri gündelik anlamlarından ve
işlevlerinden çıkardığı ve düşsel bir montaja çevirdiği iddia
Tan Tolga Demirci. “Dünya Sinemasında Sürrealizmin İzleri,”
Master’s thesis, (Kadir Has Üniversitesi, 2012), 10.
11
353
edilebilir. Fakat bunu sürrealistlerin rüya nesnesi (dream
object) dedikleri şeyle karıştırmamak gerekir. Elbette sarmal
düşünüldüğünde, gözün fiziksel yapısından kaynaklanan
algılanabilir gerçeklikle soyut grafik tasarımlardan kaynaklanan metafizik düşsel evren arasında kurulan bir bağdan
söz etmek mümkündür. Yalnız bu bağda, göz bir organ olarak ön plana çıkmamakta, bakış kavramsallaşmamakta ve
artistik-düşsel bir değer olarak soyut grafik evren modeli
kurgulanmamaktadır. Bu açıdan bakıldığında ve Junji
Ito’nun Uzumaki’si düşünüldüğünde, sürreal okumalar
tatmin edici sonuçlar vermeyecektir. Sarmallar herhangi
bir düşsel montajı imkânsız kılan monist bir yapıyı dayatmaktadır. Sarmal, nesnenin mutlak olana erişim
kazanmaya muktedir olduğu bir düzenin sembolüne dönüşür. Başka bir deyişle, sarmal, nesne ve özne arasındaki
epistemolojik alakanın ötesinde, varlığın temel varoluşsal
anlamına gönderme yapmaktadır.
Alternatif yaklaşımlar hoşuma gitse de Junji Ito’nun tercihini desteklemeyi daha doğru buluyorum. Zira sarmalın
ontolojisine dair elimizde yeterince bilgi yok.12 Daha doğrusu, Ito’nun herhangi bir teoriyi desteklediğini iddia
Ayrıca bilgimiz çok olduğunda Morton’ın dile getirdiği durumla karşı karşıya kalmıyor muyuz? “. . .bir nesne hakkında ne
kadar çok şey bilirsek, özne olarak adlandırdığımız şeyin, bir
nesneden farklı olan özel bir şey olmadığını o kadar fark ederiz.” Timothy Morton, Hipernesneler: Dünyanın Sonundan
Sonra Felsefe ve Ekoloji, çev. Bilge Demirtaş (İstanbul: Tellekt,
2020), 226.
12
354
etmek mümkün. Bu yüzden Uzumaki’yi bizim anlayışımızın ötesinde bir varlığın (tıpkı din, yani insanın kavrayışını
aşmasına rağmen her şeyin anlamlı olduğu inancı gibi) insan hayatına derin bir kayıtsızlık duyuşunun hikâyesi
olarak görüyorum. Goşima Usta da Uzumaki’nin ilk kitabında şöyle diyor: “Bu dünya, insan aklının sınırlarının
çok ötesinde… Bazı durumlarda bizim hayal bile edemeyeceğimiz sonuçlar ortaya çıksa da buna şaşırmamak gerek
değil mi?” (Uzumaki I, 118). Bu durum akla tekrar David
Hume’un doğa yasalarının zorunluluğu problemini getiriyor. Meillassoux’nun da dikkat çektiği üzere, aşkın bir
açıklama gerektiren, yasaların çökmesinin olanaklı olduğu
iddiası değil, yasaların sabit olduğu iddiasıdır.
Bu sabitçi batıl inancın şaşırtıcı karakteri ise kendisinin
yine de rasyonel olduğuna ve tüm dinselliklere karşıt olduğuna inanmasıdır: Aydınlanmanın fizik odaklı batıl
inancının mirasçısı olan çağdaş rasyonalist için dinselin özü
tam tersine doğa yasalarının altüst olmasının olanaklı olduğuna inanmaktır, zira bunu mucizelere inanmakla eş görür.
Ne var ki doğadaki sabitlikleri aşkın mercilerin diktiği, onların güvenceye aldığı ve dolayısıyla sadece onların ortadan
kaldırabileceği yasalar addetmek, özünde dinsel bir düşüncedir aslında. Böyle bir düşünce çerçevesinde yasalar, ilahi
bir düzenle desteklendikleri için, bize sarsılmaz bir dayanıklılıkta görünürler. İşte bunun sonucu olarak ve sadece
355
bunun sonucu olarak, ortadan kalkmaları için aynı şekilde
ilahi bir müdahale gerektiği düşünülür.13
Oysaki kendi başına izole olarak ele alınan her şey, her olay
başka türlü de olabilir. Hiçbir yasa, kısıt veya yaklaşım, şeylerin zuhur (surgissement) gücünün kapsayıcılığından
azade değildir. Yeter neden ilkesi ve zorunluluk modeli altında gelişen tüm düşüncelerini hedef tahtasına oturtan
Meillassoux’nun felsefesinde bu, her şeye yoktan yaratımların (creatio ex nihilo) yön vermesidir. H. P. Lovecraft’ın
böyle bir kayıtsızlığın taraftarı olduğunu okurları iyi bilirler. O, evrenin bilinçli bir teleolojisi olduğu fikrine
katılmayanlardandır. Sarmal da yapısı ne olursa olsun, insan hayatını önemsemez, insanı bir sınava tabi tutmaz.
Bulaştığı (ya da hep orada bir yerlerde saklandığı ve zaman
zaman ortaya çıktığı) kasabayı adım adım kendi (tuhaf) yapısına ve düzenine katar. Mark Fisher’a göre, tuhafı tuhaf
yapan asıl şey, dışarıdan gelen bir şeyin bu dünyayı işgal etmesidir.14 H. P. Lovecraft’ın 1927’de Weird Tales’ın
editörüne yazdığı mektupta da bu anlayış görülür: “Yalnızca insani sahne ve karakterler, insani niteliklere sahip
olmalı. Bunlar (ucuz bir romantizmle değil) amansız bir
gerçekçilikle ele alınmalı; fakat bir kere sınırı geçip de o uçsuz bucaksız ve iğrenç bilinmez -gölgelerin dadandığı
Kağan Kahveci. “Mallarmé, Meillassoux, uğurlu bir rastlantı.” K24. 18 Mart, 2021.
14
Mark Fisher, Tuhaf ve Tekinsiz, 22.
13
356
Dışarıya-adımımızı attık mı, insanlığımızı ve dünyaya
ait her şeyi eşikte bırakmayı unutmamalıyız.” 15
Yayıncı Notu: Uzumaki’den verilen alıntılar için Gerekli Şeyler’den çıkan üç ciltlik seri kullanılmıştır.
Uzumaki’nin dört bölümlük dizi uyarlaması Adult
Swim’de yayımlanacak.
15
a.g.e., 18.
357
PEMBE, FEMİNİST BİR ÜTOPYA:
BARBIELAND
Nazlı Esen Albayrak 1
Sinema salonları pandemiyle birlikte tüm dünyada
ciddi bir dönüşüme uğradı ve insanların seyir alışkanlıkları
geri döndürülemez şekilde değişti. Ticari kayıplar göz
önüne alındığında, kapanan salonları geri getirme gayretinin ana akım filmlere bir misyon yüklediği de inkâr
edilemez. Bu durumun yakın zamandaki örneklerinden
biri, aynı gün vizyona girmesiyle tüm dünyayı âdeta ikiye
bölen, pek çok insanı çeşitli kostüm ve ritüellerle yıllar
sonra yeniden sinemaya götürerek salonların dolmasını sağlayan Barbie ve Oppenheimer filmleri. Bu yazıda, kendisinden çok tanıtım kampanyasının konuşulduğu, yer yer ideolojik eleştirilerin kurbanı olan Barbie’den ve kurmaya
çalıştığı pembe, feminist ütopyadan bahsedeceğiz.
Barbie, Amerikan bağımsız sinemasının tanıdık isimlerinden Greta Gerwig’in yönettiği, senaryosunu Noah
Baumbach ile birlikte yazdığı, başrollerinde Margot Robbie ve Ryan Gosling’i barındıran bir tür Pinokyo hikâyesi
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. “Pembe, Feminist Bir Ütopya: Barbieland”
başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 8 Eylül 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
358
olarak çıkıyor karşımıza. 60 yılı aşkın süredir var olan Barbie markasının popüler kültürde bıraktığı izleri arkasına
alan film, olağanüstü ideal kadın tanımının karşılığı olan,
estetik bir norm haline gelmiş oyuncak figürünü, var oluşuna çok zıt şekilde feminist bir iddia üzerinden ele alıyor.
Film, hikâye anlatıcısı Helen Mirren’ın dış sesiyle açılarak
Stanley Kubrick’in kült eseri 2001: A Space Odyssey’e
(1968) yaptığı aleni göndermeyle ‘yetişkin’ bir oyuncak bebeğin modern dünyada kadınların rol modeli olabileceği
fikrini telkin ediyor.
Filmin prolog kısmında, 1959 yılında ıssız bir çölde kendilerine annelik dışında bir seçenek sunmayan bebeklerle
oynayan çocuklar, dev bir Barbie’nin belirmesiyle birlikte
ellerindeki modası geçmiş bebekleri yok ediyor, sadece istedikleri her şey olabilen Barbie bebeklerle oynamaya
başlıyor. 1959’da California merkezli Mattel şirketi tarafından üretilen Barbie’ler, gerçekten de çocuklar için üretilen
ilk yetişkin oyuncaklardan biri olur ve uygun fiyatlarının
da etkisiyle, çocukları anneliğe hazırlamak dışında hiçbir işlevi olmayan eski sıkıcı oyuncakların yerini hızlıca alır.
Tabii bu noktada orijinal Barbie oyuncaklarının Türkiye
pazarında hiçbir zaman uygun fiyatlı olmadığının altını da
ayrıca çizmek gerekiyor.
Marka, ‘Barbie’ler istedikleri her şey olabilirler’ fikriyle yola
çıkıyor: Nobel ödüllü bir yazar, devlet başkanı, doktor, motosiklet yarışçısı; tıpkı kız çocukları gibi. Film, feminist
ideallerin gerçek olduğu pembe tonlu bir ütopya sunarak
359
izleyiciye Barbieland’de yaşayan Barbie’lerin yapay ve tekrarlarla var olan evrenini gösteriyor. Kendisini “Barbie
denince akla gelen Barbie” olarak tanımlayan Stereotipik
Barbie’ye Margot Robbie hayat veriyor. Dev bir Barbie
Evi’ni andıran ve her şeye rağmen son derece teorik olduğunun altı çizilen Barbieland’de diğer Barbie’lerle birlikte
yaşayan Barbie, çocukluğumuzdan alışık olduğumuz bazı
davranışlar sergiliyor: bir duvarı eksik olan evinde her sabah aynı şekilde uyanıyor, Barbieland’deki diğer Barbie’
lerle aynı şekilde selamlaşıyor, bir şeyler yemek ve içmek yerine ‘yapıyor gibi’ görünüyor, görünmez bir el varmışçasına
merdivenleri kullanmadan evinin üst katından atlayarak
bahçeye iniyor. Filmin ilk bölümündeki akıl dolu mizahi
ögeler Gerwig’in rejisinin başarısını, ayrıca filmin de seyircisini ne kadar iyi tanıdığını gösterir nitelikte.
“Barbie’nin her günü harika geçer” diyor film. “Ken ise
yalnızca Barbie ona bakarsa harika bir gün geçirir.” Film,
istedikleri her şey olabilen Barbie’lerin aksine, Barbieland’de hiçbir sahici işleri bulunmayan Ken’leri de odağına
alıyor. Burada Ryan Gosling’in hayat verdiği, asıl Ken’imiz
olan ‘Plaj’ Ken, diğer bütün Ken’ler gibi ‘plaj’ dışında hiçbir şey yapmayan ve Barbie’ye platonik aşkı harici misyonu
bulunmayan bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Ken’in varlığı, Barbie’nin onu ‘tanımasına’ bağlı. Reji kullanımının
da açıkça gözümüze soktuğu ağır pembe ton, baştan aşağı
bir yapaylık evreninde olduğumuzu hatırlatırken bize
böyle anaerkil bir dünya sunuyor.
360
Filmin ilk kırılma anı, diğer bir deyişle kahramanın maceraya davet edildiği nokta ya da sıradan dünyaya vurulan ilk
darbe, son derece plastik bir hayat süren ve mütemadiyen
güler yüzlü olan Barbie’ye bir gece ansızın ölüm düşüncelerinin musallat olması. Barbie, bir sabah uyandığında insani
özellikler göstermeye başladığını fark eder. Etrafını anksiyete ve mutsuzluk bulutlarının sarması yetmiyormuş gibi
her zaman parmak ucunda olan ayakları düzleşir ve bacağında selülit oluştuğunu görür. Böylece Barbie’nin etrafındaki fanus kırılır, öz farkındalığa ulaşan kahramanımız gerçek dünyayla Barbie dünyası arasında bir solucan deliği
oluştuğunu anlar. Zamanında kendisiyle ‘çok sert’ oynandığı için bu hale geldiği bilinen Tuhaf Barbie’yi ziyaret
eden Stereotipik Barbie, dünyadaki sahibinin mutsuz olduğunu, bu yüzden kendisinin de benzer hislerle mücadele
ettiğini öğrenir. Film, gerçek dünyaya yapılan bir yolculukla devam eder ve Barbie, bir norm olduğunu zannettiği
kendi pembe dünyasından çıkarak hiç de feminist olmayan
gerçek dünyayla karşılaşmaya Los Angeles’a gider. Tabii
Ken’le birlikte.
Filmin bu noktadan sonra yer yer mizahi tonunu kaybettiği
ve didaktik ögeleri fazla kullandığı söylenebilir. Özellikle
Barbie’nin kendisiyle oynayan eski sahibi, şimdi ergen bir
kız olan Sasha’nın ortaya koyduğu manifesto niteliğindeki
açıklamalar, filmin izleyiciye kör göze parmak bir feminizm
pratiği sunmaya çalıştığını düşündürüyor. Barbieland’den
oldukça farklı bir gerçeklik sergileyen gerçek dünya, hem
Barbie hem Ken için farklı olasılıkları beraberinde getirir.
361
Ataerkil düzenin sunduğu pratiğin heyecanıyla Barbieland’e geri dönen Ken, pembe ve mutlu ütopyayı yeni bir
düzenle tanıştırarak kendi devletini kurar: Kendom. Barbie’ler önceki hayatlarında ne yaptıklarını tamamen
unutmuş, artık tek amaçları erkeklerine hizmet etmek olan
kadınlara dönüşmüştür.
Ataerkil zihniyetin Ken tarafından Barbieland’e getirilmesi, hikâyeyi feminist ütopyanın geri kazanılma
mücadelesine dönüştürür. Burada da dördüncü duvar sıklıkla yıkılır. Anlatıcı Helen Mirren, bir noktada film
yapımcılarına seslenerek sözü geçen sahnenin inandırıcılığını korumak için Margot Robbie’yle çalışmamaları
gerektiğini söyler. Aslında Ryan Gosling’in bir yerden
sonra filmi âdeta dalga geçerek oynamaya başlaması, filmin
de esasen kendiyle dalga geçme amacı güttüğünü hissettiriyor. Zira yola çıkarken verdiği mesajı çok ciddiye
alan Barbie, yolun sonunda kendini o kadar da önemsemeyen, yer yer alaycı bir tona bürünüyor. Bu gibi taktiklerde Barbie’nin temelde bir ürün filmi olması, sıklıkla bir
reklam filmi halini almasının da şüphesiz etkisi var. Filmin
sonu gelmez tanıtım kampanyalarının filmin kendisinden
daha fazla konuşulmasının bir nedeni de elbette bu. “Feminizmi Barbie’den mi öğreneceğiz?” diyen insanların
sayısının doğal olarak artması.
Mattel şirketinin yıllar içinde yaşadığı dönüşümün hayli
ekstrem örneklerle betimlenmeye çalışılması, aslında gerçek
dünyanın da yapay olarak ele alındığını gösterir nitelikte.
Barbie’nin gerçek dünyada başına gelen talihsizliklerin de
362
son derece romantikleştirildiği aşikâr. Filmde gerçek dünyadaki tek erkek şiddeti karşımıza sözlü taciz olarak çıkıyor.
Fiziksel şiddeti ise yalnızca Kendom’da görüyoruz:
Ken’ler, kadınlar yüzünden, birbirleriyle kavga ediyor.
Zillah Eisenstein’a (1979) göre erkek egemenliği ve kapitalizm, günümüzde kadınların üzerindeki baskıyı oluşturan
temel etmenlerdir. Buradan hareketle, bu ikili arasında birbirini karşılıklı olarak güçlendiren diyalektik bir ilişki
olduğunu söyler. Yani erkek egemenliği kapitalizmden, kapitalizm de erkek egemenliğinden beslenir. Barbie filminin
özünde feminist bir manifesto özelliği mi taşıdığı, yoksa halihazırda yükselen feminist bilince ayak uydurmak isteyen
Mattel’in neoliberal politikalarının bir sonucu olarak mı
ortaya çıktığı tartışılabilir. Ama ataerkil kapitalizmin günümüz dünyasının katı gerçekliğinde yarattığı sonuçları
düşünürsek, Barbie’nin pembe ütopik evreninin de filmdeki gerçek dünyanın da bunun yanında hayli önemsiz
kaldığını görebiliyoruz. Zira Barbie, yarattığı gerçek dünyada bile ataerkilliğin küçültülüp evcilleştirilmiş bir halini
karşımıza çıkarıyor.
Tüm eleştirilere rağmen, çocukluğumuzun nostaljik figürlerinden Barbie’nin kahramanın yolculuğuna çıkarak
kendini keşfetme hikâyesini izlemek, benim gözümde keyifli ve ilginç bir buluş olarak yerini aldı. Bu mutlu plastik
dünyayı akılcı bir mizahla hicvederek yapıbozuma uğratan
pembe Barbie masalının sistemle gerçek bir derdi ya da bir
devrim yaratma ideali yok. Hikâyenin de mesajın da yer yer
363
kendini yanlışlıyor olması, aslında filmde tasvir edilen gerçek dünyanın da gerçek olmaması ve pek tabii feminist
ütopyaların sadece Barbieland’de var olabileceğinin defalarca altının çizilmesi, bu düşüncemin arkasında yatan
temel sebeplerden birkaçı.
Filmden çıktıktan sonra kendimizi yine kişisel Barbie tecrübelerimizden bahsederken bulmamız ise, çocukluğumuzun popüler kültürünün yadsınamaz bir parçası olan Barbie oyuncaklarının ve gerçek dünyadaki tahakkümüne
devam eden ideolojilerin mi yoksa Greta Gerwig’in Barbie’sinin başarısı mıdır, tartışılır.
KAYNAKLAR
Eisenstein, Z. R. Capitalist Patriarchy and the Case for Socialist
Feminism. New York: Monthly Review Press, 1979.
364
FOTOĞRAFLAR2
2
Fotoğraflar film karelerinden seçilmiştir.
365
OCEANGATE TİTAN
DENİZALTI FELAKETİ VE
HAYATTA KALMA SİNEMASI
ÜZERİNE BİR YAZI
Asu Ege Zorlu3
18 Haziran 2023’te Oceangate şirketine ait Titan
denizaltısının beş kişilik mürettebatı, yaşayacakları felaketten habersiz Kuzey Atlantik Okyanusu’na doğru tehlikeli
bir yolculuğa çıktı. Günümüzden tam 111 yıl önce yine
aynı sularda yaşanan başka bir felaketin, batmaz denilen
RMS Titanik gemisinin enkazının peşindeydiler. Ne var ki
denizaltı, seyir halindeyken aniden artan basınçtan ötürü
infilak etti ve tüm mürettebat hayatını kaybetti. Bu olay da
insanlığın ‘büyük felaketler’ kütüphanesinde yerini aldı.
Yukarıdaki metnin ilk iki cümlesi, Netflix kataloğunda izleyecek bir şeyler ararken karşımıza çıksaydı bu gerilim ve
aksiyon dolu filme bir şans verirdik. Nitekim Oceangate felaketini sinemaya uyarlaması için 1998 yapımı kült Titanik
filminin yönetmeni James Cameron’a teklif götürüldüğü
Belgesel editörüdür. “Oceangate Titan Denizaltı Felaketi ve
Hayatta Kalma Sineması Üzerine Bir Yazı” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 15 Eylül 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
3
366
iddia edildi. Kendisi bunu yalanlasa da bu olay bir film olsaydı nasıl kurgusallaştırılırdı diye sormaktan kendimizi
alamıyoruz. Mesela bu hikâyeyi sürükleyici kılabilmek için
nasıl bir olay örgüsüne ihtiyaç duyardık? Kesinlikle öleceğini bildiğimiz, fakat kendilerinin bu durumdan haberdar
olmadığı aşikâr mürettebatın, ansızın devasa bir patlamayla
yok olduğunu mu görürdük? O an gelene kadar senarist
filme olan ilgimizi diri tutmak için ne anlatmayı seçerdi? Sinema izleyicileri olarak böylesine ekstrem durumları
irdeleyen hikâyelerde hayatta kalan kahramanları görmeye
alışığız. Büyük ihtimalle, film başlar başlamaz gözlerimiz
hemen yaşayacağı tüm dehşete rağmen cesaret, onur gibi
üstün nitelikleriyle felaketten sağ kurtulacak olan başrol
oyuncusunu arardı.
Sinema, özellikle hayatta kalma sineması her daim rağbet
görüyor. Bu durum, türün bize sıradan yaşantılarımızdan
uzak çatışmalar ve bu çatışmalarla mücadele edecek kahramanlar sunmasından kaynaklanıyor. O kahramanlarla
birlikte bizler de belki patlayan bir denizaltından sağ kurtulmaya çalışıyoruz. Onların deneyimi, bizim paralel
sinema evrenindeki iki saatlik yolculuğumuzun pusulası
oluyor. Kuzey Atlantik sularının karanlığından hayata
dönmeyi başardığımızda biz de kahramanlarımızla birlikte
nefes almaya başlıyoruz. Onların hayatta kalmasını sağlayan erdemlerine film boyunca zaten tanık oluyoruz.
Hepimiz günlerce kahramanların Titan’dan sağ kurtulmasını bekledik. Canlı yayınları izlememizin sebebi, böyle bir
hikâyeye duyduğumuz ihtiyaçtı. Ne yazık ki sağ kurtulan
367
olmadı fakat belki bir gün, tabii sağ kurtulan olmadığı gerçeğini görmezden gelebileceksek, gişe rekortmeni bir
filmde patlamanın ardından günlerce bir enkaz parçasında
bulunmayı bekleyen, bu süreçte onlarca zorlukla mücadele
etmek zorunda kalıp kurtulan bir kahraman çıkagelir, bilemeyiz.
Hayatta kalma sineması yalnızca görkemli kahraman
hikâyelerini değil, günlük telaşelerimizde kendimize sormayı akıl edemediğimiz soruları da özünde barındırır. İyi
bir senaryo yazarı, yarattığı karakterleri insanoğlunun çekirdeğini irdeleyecek sorularla çevreler. Willy Wonka,
çikolata fabrikasını devredeceği vârisini seçerken her biri
kendine has özelliklere sahip beş çocuğu kimi sınavlara tabi
tutmuştu. Tüketim toplumunu karikatürize fakat oldukça
renkli bir yerden eleştiren bu zamansız hikâye, açgözlülükten, hırstan, egodan ve bencillikten arınmış Charlie’ye
fabrikayı sunar. Başka bir gözle, üstün vasıfları sayesinde
‘hayatta kalan’ Charlie olur. Hayatta kalma sineması da
benzer bir yaklaşımı ele alır. İnsanlığa ait karakter özelliklerini öne çıkarmak için ekstrem durumlar yaratılır.
Kahramanların nitelikleri, hikâye içerisindeki kaderlerini
belirler. 2021 yılında Netflix’te ilk sezonu yayımlanan
Squid Game dizisinin bu janrda çığır açarak Güney Kore
sınırlarını aşmasının sebebi de budur. Filmin özünü oluşturan maddiyat-beden çatışması, ortaya konan büyük ödül
için oyunları kazanmak zorunda olan karakterleri sınar. İlk
oyunun ardından sağ kalanlara sınavı terk etme hakkı tanınsa dahi hiç kimse göz kamaştıran yüklü para ödülünden
368
vazgeçmez. Bölümler ilerledikçe bütün karakterler, kendi
varoluşları neticesinde bulundukları ekstrem duruma dair
reaksiyonlarını ortaya koyar. Sağ kalanı ‘sağ kalan’ yapacak
erdemlere sahip olmadıkları için ölürler. İzleyici ise dizi boyunca “Bu durumda ben olsam ne yapardım?” diye sorarak
hikâye içerisinde sürüklenir. Kişi, kendisinin sağ kalan olup
olmayacağına karar verme hakkına sahiptir. Squid Game,
insanoğlunun özüne ait soruları dil ve kültür bariyerini aşarak izleyiciye sordurabildiği için başarılı bir yapımdır.
Zamandan bağımsız kalmayı da başaracaktır.
Son olarak, okuyucunun aklına takılabileceğini düşündüğüm kritik bir soruya da cevap arayalım isterim: Titan
felaketini anlatan bir filmde illa sağ kalan kahramanları
görmemiz mi gerekir? Böyle bir durumda olayın özünden
epey uzaklaşmak zorunda kalabilirdik. Örnek vermek gerekirse, Lars von Trier’in 2011 yapımı Melancholia filminde,
kaçınılmaz kıyametin gerçekliğiyle yüzleşen farklı karakterlerin hikâyelerine tanık oluyoruz. Her karakter kendi
biricik evreninde yok oluş durumuna dair reaksiyonlarını
ortaya koyuyor. Bu bilinçlilik hali filme derinlik katıyor fakat yine de beklenen kıyametin gelip gelmeyeceğinden
emin olamıyoruz. Bu bekleyiş ise filmi sürükleyici kılıyor.
Titan’daki beş kişilik mürettebat öleceğini bilseydi nasıl bir
hikâye örülürdü, bunu belki hayal edebiliriz. Bu durum,
derin karakter analizleri yapmamıza imkân tanırdı. Fakat
kimsenin hayatta kalmayacağını bildiğimiz bir hikâyeyi izlemek ister miydik? Gerçek bir hikâyeden esinlenen
yapımlar için böylesine bir kurgu yaratmak doğru olur
369
muydu? Merak unsurunun izleyiciyi ekran başında tuttuğu
gerçeğini unutmamak gerek. Fakat belki bir gün Titan felaketinden öyle bir kurgu yaratılır ki sonunu bildiğimiz bir
hikâyeyi ağzımız açık şekilde, meraklı gözlerle izleriz. Bunu
zaman gösterecek.
Uzun lafın kısası, hayatta kalma sineması, senaristlere
hikâye anlatıcılığı sanatını keyifli kılan büyük serüvenleri
yaratma fırsatını sunar. Bu janr sayesinde olağanüstü durumlarla mücadele eden olağanüstü insanları tanır, onları
olağanüstü kılan niteliklerini seyrederiz. Yapısı itibarıyla
Titan’ın muhtemel sinema uyarlaması, hayatta kalma janrından uzak bir yere konumlanamaz gibi duruyor. Fakat
böyle bir hikâye aksının izleyicide nasıl karşılık bulabileceğini derinlemesine düşünmek gerekiyor. Belki de aynı
Titanik filmi gibi, bu felaketin bir hikâyeye dönüşmesi,
kurgusallaşabilmesi için 100 yıla yakın bir zaman geçmesini
beklemeliyiz. O zaman daha farklı bir gerçeklik yaratmak
mümkün olabilir.
KAYNAKLAR
https://www.bbc.com/turkce/articles/c6pdn14q15wo
https://www.imdb.com/title/tt0067992/
https://www.imdb.com/title/tt10919420/
https://www.imdb.com/title/tt1527186/
370
SİNEMADAN NEMALANAN
SİMALAR –DAHASI:
SİNEMANIN YARINI
SİNEMA VAKASI ÜZERİNE SAVRUK
BİR KÜLTÜR TARİHÇİLİĞİ
DENEMESİ
Halil Suat Saraç1
Hollanda’da Leiden Üniversitesi bünyesinde her yıl
adına konferanslar düzenlenen büyük kültür tarihçisi
Huizinga, H.G. Wells ve Oswald Spengler’ın dünya tarihini incelediği Meleklerle Didişenler (Two Wrestlers with
the Angel) başlıklı makalesinde şöyle der: “Bazen tarih disiplininin içinden gelenlerin kendini yetersiz görüp çekinik
kalarak girişmeye yeltenmedikleri bir tarihçiliği dışarı disiplindekiler cahil bir gözü peklikle üstlenirler.” Huizinga,
mantalite tarihçiliğinin üstün bir örneğini Orta Çağ İnsanının Düşerken Verdiği Portre (Waning of Middle
Ages) adlı eserinde vermiştir. Psikoloji disiplininden olan
ben de bu makalede sinema üstüne bir mantalite tarihine
1
Maastricht Üniversitesi Psikopatoloji yüksek lisans mezunudur. “Sinemadan Nemalanan Simalar –Dahası: Sinemanın Yarını” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 22 Eylül 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
371
girişeceğim, onun yükselişine ve yaratma kudretini sürdürüp sürdüremeyeceğine değineceğim.
Sinema krizde.
Sinema krizde.
Sinema krizde!
Ölüm döşeğinde derin derin nefesler alıp veriyor! Geçmişi,
doğumu, gelişimi gözünün önünden bir film şeridi gibi geçiyor. O nefeslerin belli belirsiz sözcüklerinden
duyduğumdur, göz yuvarlarının kendinden geçmiş hareketlerinden gördüğümdür.
Yıl 1895. Lumiere kardeşler o güzelim Lyon’da sinematografı icat etti.
Yıl 1896. İddia o ki, seyirciler o dönemin yüzlerce kısa filminden biri olan L’Arrivée d’un train en gare de La Ciotat’
yı izlerken yaklaşan trenden ürktü. Gözün çağı (19002025) uzaktan gözüktü.
Yıl 1899. King John filmi bir tiyatro oyununun kameraya
alınmış hali idi. Henüz yakın plan çekim pek de ortalıklarda
görünmüyordu.
İtalyan deli adam Marinetti’nin, kitabın (kitap formunun)
ölüm fermanını ilan ederek sinemanın kulağına ezan okuyup “Sen fütürist neslin sanatısın” dediği 1916 sinema
manifestosunun üstünden henüz 107 yıl geçti. Geçti ya, ergenlik heyecanı ile yerinde duramıyor olması gereken
sinema daha şimdiden yorgun.
372
Robert Wiene’nin çektiği Caligari’nin Muayenehanesi filmi Marinetti’nin hayaline yakın bir yerde
görünüyordu, Fritz Lang’ın M. Filmi de.
Sinema neden sonra yakın çekimi keşfetti. Yakın çekimin
ortaya çıkışı, belki Odysseus ile İlyada arasında bilişsel sözcüklerdeki muazzam artışla bir tutulabilirdi.
1910’lar… Piyanoların, orgların, zaman zaman tüm bir orkestranın şakıdığı bir salon yapısı.
1920’ler… Renk, sinemayı iyiden iyiye ele geçirdi, önce iki
renkli sonra üç renkli teknolojiler…
1927 yılında ses sineması kazandı. Ses görüntüye eklemlendi. Piyanolar yerini ses sistemlerinin o soğuk nefesine
bıraktı.
1950’ler… Koku sinemaya eklenmeye çalıştı. Smell of Mystery filmi gibi başarılı görülebilecek örnekleri olsa da
yaygınlaşamadı.
Yıl 1963. Jim Morrison sinema okumaya UCLA’e gitti.
Aynı sıraya dirsek koyduğu okul arkadaşı yönetmen Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now filminde Jim
Morrison The End parçasını parlatacaktı. Bu gelecekçi şair,
sinema gibi genç bir sanat türünün tüm eserlerini bilebileceğini düşünüyordu aklınca. Sinema gerçekten de kayıtlı
tarihte doğan bir sanat olarak benzersiz, gözlerimizin
önünde emekledi, ilk adımlarını attı, şimdi de büyüme sancıları içinde kıvranıyor.
373
Sinema eserlerinden hangisinin baş ucu filmi olacağını,
hangisinin bir klasiğe evrileceğini kestirmek, türün körpe
olmasından dolayı zor.
Türü ileri taşıdığı için Eisenstein’ın 1925 yapımı Potemkin
Zırhlısı filmi saygıdeğer bir konumda. Sinema bu film esnasında kendi imkânlarını keşfediyor ve buradan itibaren
bir medya aracı olarak ciddi anlamda gelişmeye başlıyor.
Sinemaya bu coğrafyanın en büyük katkısının Nuri Bilge
Ceylan olduğu düşünülebilir. Ben ise yönetmenin asırlar
sonra kanonik bir hal alacağını sanmıyorum. Eserlerinin
Tarkovskivari bir period piece (Harold Bloom’un klasik olmaya elverişsiz eserler için kullandığı tabir) olarak
kalacağını düşünüyorum. Bu coğrafyanın insanını yansıtmaya, onun humorunu yakalamaya yaklaşan asıl kişi -bu
bazılarına tartışmalı bir görüş gibi gelebilir- bana kalırsa
Yüksel Aksu’dur. Gittiğiniz sokaklardaki muziplikler, ki
bunu tren yolculukları yapıp Anadolu’yu dolaşmış biri olarak söylüyorum, Nuri Bilge karakterleriyle pek de
özdeşleşmez. Sokaklarda alttan alta Matrakçı Nasuh’un şehir tasvirlerindeki gibi naif bir gülümseme, Mehmed
Siyahkalem’deki gibi bir oyunbazlık, Ertem Eğilmez filmlerindeki gibi bir mizah vardır. Ya da şöyle mi demeli, Mozart
Türk halkını Nuri Bilge Ceylan ile Orhan Pamuk’un toplamından daha iyi tahlil etmiş, daha iyi tanımıştı. Biraz
abartarak dile getirecek olursam, bu iki kafadar, Batılı kulaklara yaşamayan bir Türk masalı, olmayan bir Türk Marşı
anlatmayı yön bildiler. Şoray Uzun’un röportajlarındaki
374
Anadolu ile Nuri Bilge’nin Anadolu’su arasındaki fark çarpıcı hatta dudak uçuklatıcıdır. Tabii bu onun yapıtlarını
izlemekten tat almadığım anlamına gelmemeli. Onu, Dostoyevski’de zirvesini gören İslav kederinin bir kopyası
olarak izlemek keyifliydi. Belki bir gün şathiye türüyle
Tanrı’yla bile şakalaşan bu insanın “ironi ki en çok yakışan
bize” tavrını yansıtan bir görsel üslup yeniden ortaya çıkacaktır.
Sinemanın gidişatına dönecek olursak, türlü badirelerle büyüyen sinema, belki de İtalyan yapımı Cinema paradiso
(1988) filmiyle eski büyüsünü rahmetle anar olmaya başladı. Gençlik döneminin yâdı, gençliğin bittiğinin ilk işareti
olmalı. Sinema ayağa düşmeden önce.
2011 yapımı Artist filmi nostaljik sinemaseverleri çok
memnun etti, dahası o yıl Oscar ödülünü kazandı. Film,
sessiz sinema dönemine odaklanıyordu. Kartlaşmış sinema,
flört döneminin o ilk kıvılcımlarını mı özlüyordu, o günlere mi özeniyordu? Diğer yandan, sanrısal bir merakla
daha derin anlamlar aramak yerine filme duyulan ilgiyi yönetmen Hazanavicius’in becerisine yorarak seyircinin
ilgisini geçiştirmek de bir seçenek. Yine de ben bu seçenekten yana değilim. Artist’in yarattığı sansasyon daha derin
bir meseleyi içinde saklıyor.
Ricky Gervais’in 2020 Golden Globe Ödülleri’nde söylediği gibi, artık kimse sinemaya gitmiyor, herkes Netflix
izliyor, bütün ödülleri Netflix’e verelim ve evlere dağılalım.
375
Ya da sinemanın sevilen siması Quentin Tarantino’nun
Once Upon a Time in Hollywood’u, Golden Age of
Hollywood’a bir serenat değil miydi? Hele Margot Robbie’nin heyecan içinde oturup kendini dev ekranda izlediği
sahne, belki bir daha asla dirilmeyecek bir kültürün ağıtıydı. Sinema o yüce ritüelini kaybediyordu. Sinemanın
kendisi için tartışmalı olsa da ritüelin ölüme doğru yol alışı
pek de tartışmaya açık değil. Sinema bu yeni formuyla var
olabilir mi? Seremonisini kaybeden sinema ciddi bir sanat
aracı olmaktan evde ses olsun diye açılan bir araca, alelade
bir dekora mı evriliyor?
Woody Allen, filmlerle yatıp filmlerle kalkan o nevrotik kaçık, bir röportajında “Yaşamının sonuna kadar ya hiç spor
müsabakası ya da hiç film izlemeyeceksin. Birinden birini
seçmen gerektiği söylense, hangisinden vazgeçmeyi yeğlerdin?” diye soran gazeteciye şöyle dememiş miydi: “Hiç film
izlememeyi tercih ederdim. Artık eski sinema bitti, sinema
salonu bitti, eski filmlerin hepsini izledim zaten, ama hâlâ
çok heyecan verici spor müsabakaları yapılıyor.” (Son Super Bowl harika değil miydi?) Daha yakın bir röportajında
ise, “The thrill is gone!” (“Eski heyecanı kalmadı!”) diye
haykırmamış mıydı? Bu “Son yaklaşıyor” tellallığını, ruhunu Netflix’e satan Martin Scorsese de yapacaktı.
Tiktok gibi kısa film üretimleriyle demokratikleşen, halkla
bütünleşen sinema, evde bir yandan Tiktok’ta gezinirken
bir yandan da diziyi açarım seviyesine mi iniyor? Marinetti,
‘Netflix and chill’ (‘Netflix ve takılmaca’) konseptini bilmiş olsaydı, sanatın şaşırtması, provoke etmesi, infilak edici
376
olması gerektiğine inanan o manik İtalyan herhalde öfkeden kudururdu, bu yeni sanatın kulağına ezan okuyan ses
olmaktan elem duyardı.
Okuyucu kitlesi cezbedilerek gişesi garanti olsun mantalitesiyle yapılan uyarlamalarla sektör diri tutulmaya
çalışılıyor. Zihnin perdede yansıtılmasının zorluğunu bilen
Alfred Hitchcock, Dostoyevski gibi usta yazarların romanlarının uyarlanmasına mesafeli bakıyordu. Film, kendi
sesini keşfetmek için belki de bu uyarlamalardan kaçınmalı.
Yine, satışa sunduğu oyuncaklarıyla parayı kıran Marvel’ın
sinemanın zirvesi olduğunu kimse iddia edemez sanıyorum. Marvel karakterlerine bir Dostoyevski romanı ya
da Hamlet gibi yaklaşan bir genç ancak alaya alınır, büyüyememekle itham edilir diye tahmin ediyorum. Biraz
iddialı ve sezgisel bir laf edecek olursam, Marvel’ı yaratan comic book (çizgi roman) türü modern romana,
Proust’a, Dostoyevski’ye, Flaubert’e, hatta Shakespeare’e,
bilincin keşfine sırt çevirmenin sonucu türemiştir. Comic
book’un türeyiş destanını yazacak olan edebiyat tarihçileri
gün gelecek, bunu belgeleriyle ortaya dökeceklerdir.
Dahası, belki de en ciddisi, sinemanın kim bilir ne heveslerle ne ümitlerle aklın hezeyanlarını daha iyi yansıtabilmek
adına keşfettiği güzelim yakın plan çekim, dizi melodramlarında anlamını yitirdi, bayağılaştı, sansasyonel bir dekora
dönüştü, donuklaştı.
Gelişmelerin durduğu, feci bir katılığın bir karabasan gibi
bastığı anda bilin ki o kültür çöküştedir.
377
Şimdi sinema yeniden bir krizde:
Netflix krizi,
Atıllık krizi,
Eleştiri krizi,
Salon krizi…
Peki sinema bundan sonrasında Divan şiiri gibi ölmeye mi
yöneliyor? Sanmam. Henüz onun yerini alacak bir sanat
yok. Bir süre daha dekor olarak yaşamını sürdürecektir ya
da kendini yeniden keşfedecektir.
Dünya biyosfer tarihinde her yok oluş bir var oluşla beraber gelişmiştir. Jura dönemi dinozorlarının yok oluşu,
memelilerin var oluşunda başat rol üstlenmiştir. Keza sinema formatının kriziyle ortaya çıkan boşluktan yeni bir
tür doğabilir mi?
The Great Train Robbery’den Potemkin Zırhlısı’na, Vatandaş Kane’e gelişmeler kat eden sinema, şu anda bu
gelişmeler için teknolojinin eline bakıyor. Avatar’ın yaratıcısı James Cameron bunun bir örneği.
Pathe sineması, Hollanda’nın Maastricht şehrinde Dune
filmini koku deneyimiyle zenginleştirmeye çabaladı. Ben
Dune’u izlerken baharatın dahil olduğu her sahnede etrafa
hibiskus benzeri bir koku sıkılmıştı. Pathe, seyircilere evde
sağlanamayan bir deneyimle, salonlarını çok-duyulu yaparak bu krizi aşmaya çalışıyordu, fakat baş döndüren,
378
karakterlere geleceği sezinleten öykünün ana maddelerinden olan baharatı anlatmak için oldukça yavan, sıradan bir
koku kullanılmış olması ne üzücü, ne acıydı.
Ben bu krizden sıyrılacak sinema için birkaç kehanette bulunuyorum:
1- Yeni renk kuramı. Sinema ya da görsel medya bana kalırsa hâlâ bir gün batımının ahengini yakalayamadı. Şahsen
ben renk kuramından gelişmeler bekliyorum, sinemanın
görsel kayıt cihazlarının o müthiş gün-gece dönümlerinin
kızıllığını bir gün daha iyi yakalayacağını umuyorum. Henüz bunun başarılamamış olmasının nedeni renk
kuramındaki eksiklik olabilir. Riemann geometrisinin aşılmasıyla makinenin insan algısına daha yakın bir renk
algısına varacağı söyleniyor. Bu genel olarak metre bilimin
insan algısına, yumuşak metrelere (soft metrology) yönelmesi trendiyle de ilişkili. Bunu yakalayan kameralar, ilk
başta ancak bir salonda seyredilebilir olacaktır. -1
2- Kokunun şafağı. Önceki gelişinde yarım kalmış bir sevdayı doğru zamanda alevlendirmek mümkün olabilir mi?
Doğru zaman ve doğru duyu düsturuyla, belki. Sinemanın
yeni bir heyecan aradığı, muhtemel ki yeniliklere açık olacağı bu dönemde… Wolfgang Georgsdorf’un icat ettiği
koku orgu sinemalara eşlikçi olarak dahil olabilir mi? Sinemalar filmlerine özel kokular üretmek üzere özelleşebilirler,
belki bu kokular film sonrası filmi hatırlatması için satışa
çıkarılabilir. İzleyiciler koku koleksiyonu yaparlar ve filmi
hatırlamak istediklerinde bu kokuları kullanırlar. -2
379
3- Edebiyat kuramından, kutsal kitaplardan ve klasik eserlerden esinle sinema yapan, sinemayı şu anki seviyesinden
çok daha iyi bir yere taşıyan, bir mağaraya kapanıp 40
günde hazırladığı 40 sayfalık sketchboard aracılığıyla ya da
yalnızca ilhamla, tek bir doğaçlama film yapıp medeniyete
yeni imgeler kazandırarak ortalıktan kaybolan bir yönetmen. -3
4- Sinemayı bir kanon olarak görüp Harold Bloom’culuk
oynayan bir eleştirmen. -4
Ve sinema derin komasından uyanır. –
380
KAYNAKLAR
Sinemanın gelişimi üstüne samimi bir anlatı (Sinemanın müstakbel ölümüne de bir kısım ayrılmış):
Michael Wood – Very Short Introduction to Film – Oxford
University Press (Dost Yayınları bu kitabı Film adıyla
Türkçe yayına hazırlamış.)
Renk kuramının değişmesi gerektiğini düşünen, yeni bir renk
metrolojisi öngören Los Alamos Ulusal Laboratuvarı üyelerince
yazılmış makale:
“The non-Riemannian nature of perceptual color space” (2022)
– Roxana Bujack Emily Teti, Jonah Miller, Elektra Caffrey ve Terece L. Turton
Kokunun sinemaya eklenme girişimi için şu Vikipedi makalesi
incelenebilir: https://en.wikipedia.org/wiki/Smell-O-Vision
Bahsi geçen Woody Allen röportajları:
https://www.youtube.com/watch?v=hpniYxRjX3o
Marinetti sinemanın kulağına ismini ve işlevini fısıldarken:
https://www.arthistoryproject.com/artists/filippo-tommasomarinetti/the-futurist-cinema/
Bahsi geçen Hitchcock-Truffaut röportajı
https://www.youtube.com/watch?v=idYtdX0UeIM
Homer’in Odisseus ile İlyada arasındaki zihin kelimeleri tercihindeki niceliksel ve niteliksel değişimini odağına alan makale:
‘Minds’ in ‘Homer’: A quantitative psycholinguistic comparison
of the Iliad and Odyssey.
381
CUMHURİYET’İN 100. YILINDA
TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN
ÇEVRESEL
TEHLİKELER
Ece Özen İldem1
Bu yazıya, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in geçtiğimiz günlerde söyledikleriyle giriş
yapmak istiyorum: “Küresel ısınma çağı bitti. Artık küresel
kaynama çağındayız.” Bu sözler sizin için ne ifade ediyor,
emin değilim. Ancak benim için, yazın bile ara sıra soba
yaktığımız anne memleketim Eskişehir’de 16 Ağustos 2023
tarihinde kırılan sıcaklık rekoru, bu cümlenin vücut bulmuş hali. Ülkemizin ve dünyamızın içinde bulunduğu
çevre felaketleri zinciri değil bugün size anlatmak istediğim. Sizinle bugün, naçizane, Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin çevre ilişkilerini ve biraz da ülkenin geleceğini konuşmak istiyorum.
Boğaziçi Üniversitesi Hesaplamalı Bilimler ve Mühendislik Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisidir. Yazarın “Cumhuriyet’in
100. Senesinde Türkiye’yi Bekleyen Çevresel Tehlikeler” başlıklı
yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 6 Ekim 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
382
Cumhuriyet tarihindeki çevre ilişkileri dendiğinde aklıma
kristal gibi parlak bir Atatürk anekdotu geliyor. Eminim siz
de bu yazıyı okumak için ekrana tıkladığınızda bahsi geçecek konunun bu olduğunu tahmin etmişsinizdir. Herkesin
bildiğini düşünmekle beraber anlatmayı çok sevdiğim bir
anı olduğu için bundan tekrar bahsetmek istiyorum. Sene
1929, bu sene geçirdiğiniz ağustostan çok daha serin bir
ağustos ayı. Mustafa Kemal Atatürk, Ertuğrul Yatı ile İstanbul’dan Bursa’ya giderken sahilde ulu bir çınar görür.
Çok etkilenir, gölgesinde bir müddet dinlendikten sonra çınarın yanına kendisi için küçük bir ev ister. Atatürk’ün
isteği üzerine iki katlı, ahşap bir ev bir sene içinde inşa edilir. 1930’un, yine bu senenin yazından daha serin yaz
aylarında Atatürk, Yalova’ya gittiğinde ulu çınarın dallarını budamaya çalışan bahçıvanla karşılaşır ve rivayet
olunur ki “Sen ömründe böyle bir ağaç yetiştirdin mi de
bunu kesiyorsun?” diye sorarak eğer ağaç eve zarar veriyorsa
“Dal kesilmeyecek, köşk kaydırılacak” der. Bu belki de halkın aklına en çok kazınmış çevre olaylarından biridir.
Yürüyen bir köşkümüz vardır bizim, ziyaret etmek isterseniz o ulu çınar da ahşap ev de hâlâ Yalova sahilinde
durmaktadır.
Bu sene yüzüncü senesini kutladığımız Cumhuriyet’imizin
çevre tarihi benim için bu anekdotla başlar. Ancak tarih,
birbirinden tamamen bağımsız birimler şeklinde incelenemez. Bu sebeple, filmi biraz daha geriye sarmak gerekir.
Osmanlı’da çevre vakıfları genel olarak incelendiğinde İstanbul başta olmak üzere her şehirde pek çok çevre vakfının
383
kurulduğu görülmektedir. Bu bağlamda vakıfların asıl görevlerini temiz su temini, bayındırlık, temizlik, yeşil alanlar
ile hayvanların korunması ve bakım hizmetleri gibi çeşitli
başlıklara ayırmak mümkündür.
Cumhuriyet sonrası yapılan reformlara baktığımızda ise
çevre odaklı bazı değişiklikler olduğunu görürüz. Bu değişikliklere Köy Kanunu, Belediye Kanunu, Orman Kanunu
ve Yeraltı Suları Kanunu örnek verilebilir. Adlarından da
anlaşılacağı gibi bu kanunlar daha çok doğanın bizim için
yararını temel alan, kullanım hakları ile ilgili kanunlardır.
Detayına baktığımızda göreceğimiz gibi kanunların bir
kısmı halk sağlığı endişesi de taşımaktadır. Gerek bu kanunların çıktığı 1920-1930 seneleri arasında doğanın
insandan korunması fikrinin çok oturmamış olması, gerekse yeni kurulan bir ülkenin inşası naçizane fikrimce
kanunların yarar ve gelişim odaklı olmasına yol açmıştır.
Bunun yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk zamanlarında yarı resmî birçok dernek kurulmuştur. Hadi gelin, bu
kanunları ve dernekleri inceleyelim.
1924 senesinde çıkarılan Köy Kanunu, köye ait görev ve sorumlulukların köylüler tarafından yerine getirilmesini esas
almıştır. Köydeki görevler mecburi ve isteğe bağlı olarak
ikiye ayrılmıştır. Halkın doğal geçim kaynağı olan tarla,
bağ, bahçe ve orman gibi alanlarla çevre halk sağlığının korunmasını esas alan görevler mecburi; köylüden mesleki
yeterlilik isteyen, köyü geliştirme beklentisi olan görevlerse
isteğe bağlı tutulmuştur.
384
1928 senesinde Kemah’ta Himaye-i Eşcar Cemiyeti adı altında Ağaçları Koruma Cemiyeti kurulmuştur. Benzer
dönemlerde kurulan Himaye-i Hayvanat Cemiyeti (Hayvanları Koruma Cemiyeti), Adaları İmar Cemiyeti,
Çamlıca’yı Güzelleştirme Cemiyeti gibi cemiyetler de bulunmaktadır.
Himaye-i Eşcar Cemiyeti’nin faaliyetleri Kemah’ta bir fidanlıkta kayısı fidanları yetiştirerek başlamış, 1929
senesinde merkezinin Ankara’ya taşınması ile yalnızca Kemah’ın değil tüm Türkiye’nin ağaçları koruma cemiyetine
dönüşmüştür. Cemiyet faaliyetleri içinde fidan yetiştirme,
aşılama gibi faaliyetler bulunmaktadır. 1930 senesinde Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ne verilen demeçte dernek
başkanı şöyle demektedir:
“Bir aile reisi doğan her çocuğu için köyünün yanındaki
dereye birkaç yüz ağaç dikse çocuğu büyüyünceye kadar
ağaçlar da büyür ve çocuğu çalışacak çağa gelince kendine yapacağı iş için hazır bir sermaye bulur ve hayata
atıldığı zaman sermaye bulmak müşkülatından kurtulmuş olur. Bu kadar az emekle bu kadar çok faydayı
kaçırmamak lâzımdır. Tarlalarımızın etrafına, derelerimizin kenarlarına meyveli, meyvesiz ağaçlar
dikelim; ağacın en kısa zamanda çok fayda veren kârlı
bir iş olduğunu daima düşünelim.”
1930 senesinde çıkarılan Belediye Kanunu, belediyeleri çevrenin korunması ve kirliliğinin önlenmesi, halk sağlığı gibi
konularda sorumlu birim haline getirmiştir. 1937 senesinde yayımlanan Orman Kanunu ile ilk kez orman tanımı
385
yapılmış ve ormanların devlet kontrolüne verilmesi gündeme gelmiştir.
1950’lerle beraber devletin resmî politikası da çevre koruma ekseninde değişmeye başlar, ilk olarak hava kirliliği
sorunu gündeme gelir. 1955 senesinde Türkiye Tabiatını
Koruma Derneği kırk üye ile kurulmuştur ve faaliyetlerine
hâlâ devam etmektedir. Dernek halihazırda birçok izleme
ve raporlama çalışması yapmaktadır. 1959’da Kuşcenneti
millî park ilan edilir.
Çevre problemlerinin gündeme gelişi, bizi Amerikalı deniz
biyoloğu Rachel Carson tarafından yazılan Sessiz Bahar isimli kitabın basım zamanına, 1962 Eylül’üne
götürür. Kitap, tarım ilaçları ekseninde çevre problemlerini
canlılar, özellikle de kuşlar ekseninde inceler. Bu kitap çevre
hareketlerinin başlangıç kitabıdır da diyebiliriz. Dünyayla
paralel olarak 60’larda ülkemizde de çevre problemleri konuşulmaya başlanmıştır. 1960 senesinde yayımlanan
Yeraltı Suları Kanunu ve Orman Kanunu ile ormanların
kazandığı statü yeraltı su kaynaklarına, sorumluluğu da
devlete verilmiştir.
1970 senesinde Devlet Planlama Teşkilatı’nda çevreyle ilgili bir birim kurulmuştur. 1971 senesinde çıkarılan Su
Ürünleri Kanunu, suyun korunmasına ve kontrolüne
odaklanır. Dünya tarihinde birbirinden farklı sosyoekonomik düzeylere sahip ülkeleri çevre başlığı altında bir araya
getiren 1972 Stockholm Çevre Konferansı’na Türkiye’nin
386
de bir temsilci gönderdiği bilinmektedir. 1974’te Çevre Sorunları Daimî Danışma Kurulu, 1978 senesinde ise
Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı kurulur.
Ülkemizde doğrudan çevre politikalarının belirlenmesi ise
1980 sonrası döneme rastlamaktadır. Ülkenin çevre kirliliğini tecrübe etmesiyle bağlantılı olarak kamuoyu da
bilinçlenmeye başlamıştır. 1982 Anayasası’nda çevrenin
korunmasıyla ilgili özel hükümler ilk kez yer alır. 1983 senesinde Çevre Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kanunu, Boğaziçi Kanunu, Millî Parklar Kanunu;
1984 senesinde Kıyı Kanunu çıkarılmıştır. 1989’da Özel
Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı kurulmuştur.
Ülkemizin Beş Yıllık Kalkınma Planları göz önünde bulundurulduğunda, çevre ile ilgili planlamaların Üçüncü
Kalkınma Planı olan 1974-1978 senelerini kapsadığını görürüz. Bunda 1972’deki konferansın da etkisi olduğu
açıktır. Planda büyükşehirlerdeki kirliliğin ve erozyonun
engellenmesi ile halk sağlığı konularına değinilmiştir. Kalkınma planına bakıldığında anlaşılacağı gibi, çevre anlayışı
sanayileşme ve kalkınma hedeflerini engellemediği sürece
ön planda tutulmuştur. Çevre sorunları ise genel anlamıyla
kirlilik unsurları olarak anlaşılmaktadır.
1990-1994 senelerini kapsayan dönem için hazırlanan altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı kapsamında dünya
genelinde ortaya çıkan sürdürülebilir kalkınma amaçlarının gözetilmeye başlandığını görürüz. Bu plandaki çevre
387
maddeleri Avrupa Topluluğu Standartları’ndan oldukça
etkilenmiştir.
1992 senesinde Rio de Janeiro’da gerçekleşen Birleşmiş
Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nın ardından Türkiye’nin saygın iş adamları Hayrettin Karaca ve Ali Nihat
Gökyiğit tarafından erozyonla mücadeleyi ana amacı haline
getirmiş olan Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma
ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı kurulur.
1996’da Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin öncülüğünde,
2001’de ise WWF’in Türkiye ulusal kuruluşu olarak
WWF-Türkiye unvanını alacak olan WWF-Türkiye kurulmuş olur.
Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın BM tarafından sunulup üye ülkeler tarafından kabul edildiği 2000’den bir
sene sonrasına, 2001-2005 seneleri arasına geldiğimizde, sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı kapsamında çevre
sorunlarının çözümü için Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem
Planı’nın (UÇEP) hazırlandığını görürüz.
Yavaş yavaş 2023’e yaklaşırken sizden istediğim, son dönemde okuduğunuz çevre haberlerini aklınızdan geçirmeniz. Akbelen, orman yangınları, Kazdağları, seller, bu sene
tanıştığımız sıcaklık uyarıları, İstanbul’un azalan suyu…
Türkiye’de çevre hareketi kamuoyunun da bilinçlenmesi
ile her geçen gün büyüyor. İklim krizi ise adım adım yaklaşmakta. İklim değişikliği, küresel ısınma olarak da
adlandırıldığı için insanlar nezdinde bir ısınmayı, daha sıcak geçen günleri çağrıştırsa da aslında iklim değişikliği,
388
yaşanan her doğa olayının daha şiddetli yaşanması anlamına geliyor. O sebeple okuduğunuz orman yangınları ne
kadar iklim değişikliği ile ilgiliyse seller ya da zamansız yaşadığımız dolular da o kadar iklim değişikliği ile ilgili. İklim
değişikliği sadece meteorolojik sonuçlar doğurmuyor elbette. Kavimler Göçü’nün sebeplerini hatırlayın; azalan
doğal kaynaklar, elverişsiz hava koşulları… İklim krizi sosyolojik ve ekonomik birtakım sonuçlar da doğuracak. Göç,
iklim mülteciliği, yaşanan afetlerin sebep olduğu maddi kayıplar şu anda aklıma gelenler.
Niyetim size gelecek hakkında karamsar bir tablo çizmek
değil; ancak bazen doğru kararlar verebilmek için kötü haberleri duymak gerekir. Bildiğiniz gibi su, tarih boyunca
özellikle İstanbul için bir problem olmuş. Onca sarnıç boşuna inşa edilmemiş. İklim krizi ile ilgili bir çözüm
bulamazsak su kıtlığı maalesef bizim de en büyük problemlerimizden biri olacak. Bu sene hayatınızın –şimdiye
kadarki– en sıcak yazını yaşadınız, ülkemizin birçok yerinde sıcaklık rekorları kırıldı. İklim krizi bu sıcaklıkları
normalimiz yapma potansiyeline sahip ne yazık ki. Sıcaklık
dalgaları tüm dünyada birçok insanın -özellikle yaşlılar ve
çocukların- hayatını riske atıyor. İklimin değişmesi, yıllarca
sosyal bilgiler ve coğrafya derslerinde dinlediğiniz yedi iklimli ülkemizin gelir kaynağı olan çeşit çeşit meyve ve
sebzenin yetiştirilmesini imkânsız hale getirecek. Örneğin
2017 senesinde Malatya’da rekolte düşüşü ve kuruma sebebiyle 2 milyon kadar kayısı ağacı kesilmek zorunda kaldı.
389
Geçtiğimiz paragrafta size pozitif bir çerçeve çizemediğim
için çok üzgünüm ancak karşı karşıya olduğumuz bir gerçek var. Eskiden iklim değişikliğinin büyük sonuçları için
2050 senesi işaret edilirken geri-besleme mekanizmalarından ötürü (bakınız: eriyen buzullar sebebiyle kutupların
güneş ışığını yansıtamayıp daha fazla ısınması) artık iklim
krizinin etkilerini yaşadığımız her dakika hissediyoruz. İklim krizinde karşımızda büyük petrol şirketleri, özel jetleri
olan insanlar var. İşimiz biraz zor çünkü beynimiz uzak gelecekteki tehlikeleri hesaplamak için evrilmemiş. Ancak
umut her zaman var, tarih boyunca insanoğlu birçok zorluğun üstesinden geldi. Çözümü belli olan, yapmamız
gerekenin oldukça net olduğu bir krizin içindeyiz. Okumak, kendimizi geliştirmek ve değişimin kendisi olmak
bizim ellerimizde. Umutsuz olmak içinse çok geç. Önümüzde yenilenebilir enerjiyle, kendi kendine yeten
sistemlerle inşa edilecek bir gelecek var. Umarım sözlerim
sizde bir etki yaratır ve değişimi birlikte başlatırız.
390
KAYNAKLAR
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Türkiye’nin Çevre Politikası Ders
Notları – Aslı Yönten Balban
Yürüyen Köşk, Yalova Belediyesi,
http://www.yalova.gov.tr/yuruyen-kosk Erişim: 29
Temmuz 2023.
Yörük D. (2016) “Osmanlıdan Günümüze Türk Toplumunda
Çevre Anlayışının Gelişmesinde Vakıflar ve Dernekler”, SUTAD, Güz 2016; (40): 361-372, E-ISSN: 24589071
Osmanlıda Şehircilik Anlayışı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, https://csb.gov.tr/osmanli-da-sehircilik-anlayisimakale . Erişim: 8 Ağustos 2023.
Dursun S. (2007) “A Call for an Environmental History of the
Ottoman Empire and Turkey: Reflections on the
Fourth ESEH Conference”, New perspectives on Turkey
37 (2007): 211-222.
Kurnaz M. Levent, Son Buzul Erimeden, İstanbul: Doğan
Kitap, 2019.
Şeşen E., Özkan Ertürk K., ‘Türkiye’de 1990 Sonrası Çevre
Politikalarının Seçim Beyannamelerine Yansımaları’,
Selçuk İletişim, 2017, 10 (1): 188-215.
Çevre, İklim Değişikliği ve Suya Dair Sürdürülebilir Kalkınma
Hedefleri, Dışişleri Bakanlığı,
https://www.mfa.gov.tr/surdurulebilirkalkinma.tr.mfa#:~:text=516%20Haziran%201972%20tarihleri,İnsan%20Çevresi%20Bildirisi%20kabul%20edilmiştir.
Erişim: 23 Ağustos 2023.
391
Erdem, U., 2021. Cumhuriyet dönemi çevreci bir yapı: Türkiye
Ağaç Koruma Cemiyeti (1928-1955). Turkish Journal
of Forestry 22 (3) (2021): 295-305.
Malatya’da 2 Milyon Kayısı Ağacı Kesildi,
CnnTurk, https://www.cnnturk.com/turkiye/malatya
da-uretici-2-milyon-kayisi-agacini-kesti?page=1 Erişim:
18 Ağustos 2023.
TEMA vakfı, https://www.tema.org.tr.
WWF-Türkiye,
https://www.wwf.org.tr/hikayemiz/#:~:text=BİZ%20
KİMİZ%3F&text=WWFTürkiye%20(Doğal%20Hayatı%20Koruma,amacı%20g
ütmeyen%20bağımsız%20bir%20vakıftır. Erişim: 18
Ağustos 2023.
Türkiye Tabiatını Koruma Derneği,
http://www.ttkder.org.tr/index.php Sürdürülebilir
Kalkınma Amaçları, https://sdgs.un.org/goals.
392
BİZİM ÜLKEMİZDE VOLEYBOL
ASLA SADECE VOLEYBOL
DEĞİL…
Hilal Önal1
2023, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o meşhur cümlesinde ifade ettiği gibi, bu ülkenin evlatlarına kendisinden
başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermediği bir sene oldu.
Ekonomik sıkıntılar, birer birer yitirilen özgürlükler, doğal
afetler, iklim krizi, seçim stresi bir yana; gündelik hayatlarımız bir şeylerin değişebileceğine dair umutların karşılığını
bulamamasıyla hissedilen öğrenilmiş çaresizlik, mental sağlığı korumaya çalışma ve hayatta kalma çabası üçgeninde
geçti desem çok abartmış olmam sanırım.
Dünya Sağlık Örgütü sağlığı “Yalnızca hastalık veya sakatlığın olmaması durumu değil, fiziksel, sosyal ve ruhsal refah
durumu” olarak tanımlıyor. Biz ise uzun süredir bu sosyal
ve ruhsal refah durumundan ötürü sınıfta kalıyoruz. Hem
Yeditepe Üniversitesi Kullanıcı Deneyimi ve Etkileşim Tasarımı Bölümü yüksek lisans öğrencisidir. Yazarın “Bizim
Ülkemizde Voleybol Asla Sadece Voleybol Değil…” başlıklı yazısı
yarininkulturu.org/ sitesinde 20 Ekim 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
393
bireysel hem de toplumsal olarak iyi hissetmeye, gerçek başarılarla övünmeye belki de her zaman olduğundan daha
çok ihtiyacımız var.
İşte Filenin Sultanları’nın sergilediği seyir keyfi yüksek voleybol tam da bu noktada, tüm bu olumsuzlukların
arasında bir an olsun iyi hissetmemiz için açılmış bir alan
olarak çıkıyor karşımıza. Belki de bu yüzden sıkı sıkı sarılıyoruz ona ve 2023’ün haziran ayında başlayan Milletler
Ligi’nde elde ettiğimiz şampiyonluk ile umutlanmadan
edemiyoruz. Cumhuriyetimizin 100. yılında Avrupa Şampiyonası’nda da şampiyonluğumuzu ilan etmiş olmanın
coşkusuyla sahalarda tüm takımın “Erik Dalı Gevrektir”
oynamasını izlerken gururlanıyoruz. 2024 Olimpiyat Elemelerini başarıyla geçerek Paris’te altın madalya için
mücadele vermenin hayalini kuruyoruz ve heyecanını hissediyoruz. Evet, voleybol ülkemizde hep belirli bir kitlesi
olan, hatırı sayılır düzeyde sevilen ve ilgi gören bir spordu.
Fakat bu ilginin şehrin gözde parklarına kurulan dev ekranlarda büyük kalabalıklarla birlikte maç izleme etkinlikleri
düzenlenecek kıvama gelmesi aslında çok uzun zamandır
verilen bir çabanın ürünü. Bu çabanın ise nihayet görünür
olması umut verici. Kadın voleybolunun bu ülkenin aydınlık yüzü olduğuna her geçen gün daha da çok inanıyoruz.
Çünkü hâlâ kadın-erkek eşitliği için mücadele verdiğimiz,
neredeyse her gün toplumsal cinsiyet rolleri ile sınandığımız bu coğrafyada “Filenin Sultanları” markasını tüm bu
köhne zihniyetlere karşı kazandığımız bir zafer olarak görüyoruz belki de. Nasıl ki futbol asla sadece futbol değil,
394
bizim ülkemizde voleybol da asla sadece voleybol değil
bence.
Seyir zevki yüksek maçlar ve neticesinde gelen başarılarla
birlikte takım oyuncularının bilinirliği artmış durumda.
Her biri kız çocuklarının örnek aldığı idoller haline geldi.
Büyük markaların sponsor olabilmek için daha istekli olduklarını görebiliyoruz. Voleybolda millî takım sezonu
geldiğinde televizyonlarda bolca “Hırs, azim, cesaret ve başarı” temalı reklamlar izliyoruz. Hemen hemen her sektörde duygulara hitap etmek bir reklamcılık esasıdır, ancak bu
yolla başarılı olunduğu, geniş kitlelere ulaşılabildiği söylenir. Tabii ki reklamların yansıttığı dünyanın gerçek
olmadığı veya bolca makyajlı olduğu bilinir. Ama işin içerisinde millî duygular ve spor gibi coşkusu yüksek bir
malzeme olunca reklamların yansıttığı dünyaya ve ürettiği
mottolara kapılıp gitmek çok daha kolay hale gelir. Evet deriz izlerken, cesaret etmek lazım. Sonra hırslı ve azimli
olmak lazım, çok çalışmak lazım. O zaman başarı zaten gelir! Gelir mi gerçekten? Veya odaklanmamız gereken tek şey
bu mu? Biraz bunun üzerine düşünelim isterim ülkece.
Sporun her branşı gibi voleybol da tabii ki gerçek bir adanmışlık, disiplin, hırs ve azim gerektiriyor. Bunu inkâr
edemeyiz. Ancak reklamlarda çokça vurgulanan bu “güçlü
kadınlar her şeyin üstesinden gelir” alt metinleri çok
önemli noktaları gözden kaçırmamıza neden olabiliyor.
Kaç aile çocuklarının voleybolla sadece hobi olarak değil
profesyonel kariyer olarak ilgilenmesini gönülden destekliyor? Desteklemiyorsa bunun temel nedeni ne? Kim bilir
395
kaç kız çocuğu ilkokul, ortaokul çağındayken voleybola
başlıyor ve tam gelecek vaat eden bir voleybolcu adayı olmuşken yoğun sınav stresi nedeniyle sporu rafa kaldırarak
kendisine belki de hiç istemediği ama garantisi olan bir
meslek seçmek zorunda kalıyor? Bu ülke gerçekten kız evlatlarına büyüyünce güçlü kadınlar, yıldız sporcular
olmalarını sağlayacak imkânlar sunuyor mu? Onların fiziksel ve mental gelişimlerine katkı sağlamak için ne yapıyor?
Sporcularına güvende olduklarını hissettikleri ve gelecek
kaygısı taşımaksızın performanslarına odaklanabildikleri
bir ortam sağlayabiliyor mu? Maddi imkânlarının ne kadarını 2002 senesinden beri ülke olarak kayda değer bir başarı
elde edemediğimiz futbola, ne kadarını voleybola ayırıyor,
sorgulamak lazım.
Yazının başında da belirttiğim gibi, bu ülke evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermiyor.
Aslında tam da bu yüzden gençlerine iyi bir hayat borçlu ve
voleybol da bunun telafi edilebileceği alanlardan bir tanesi
belki de. Hatırlayalım, bizim ülkemizde Atatürk’ün gençlere armağan ettiği bir spor bayramı var. Ülkemizin
voleybol sahasında hatırı sayılır başarıları ve hatta bir
marka değeri var. Ama daha da gidecek çok yolumuz var.
Umutsuzluğa kapılmadan, hayalperest mottoların peşine
takılmadan yola devam etmemiz lazım. Çünkü 2023 senesinde ve hatta önceki senelerde Filenin Sultanları’nın aldığı
başarılar bize gösterdi ki, verilen emekler gayet güzel bir şekilde karşılığını buluyor. Biz ülkece voleybolu çok
seviyoruz ve bu sevgi bize iyi geliyor.
396
CUMHURİYETİN İKİNCİ
YÜZYILINDA KADIN OLMAK
Doç. Dr. Hazal Papuççular 1
“Bir sosyal topluluk, bir millet erkek ve kadın denilen
iki tür insandan oluşur. Kabil midir ki bir kitlenin bir
parçasını geliştirelim, diğerini müsamaha edelim de
kitlenin bütünü ilerletilebilmiş olsun?”
Mustafa Kemal Atatürk, 1925.
Kadınların yasal, siyasal ve toplumsal statüleri, bugünlerde 100. yılını kutladığımız cumhuriyet rejiminin
kuruluşundan itibaren en temel meselelerinden birini oluşturdu. Bir taraftan Medeni Kanun’un değiştirilmesi ve dinî
alandan çıkarılması ile kadınlar yasal olarak evlenme, boşanma, miras ve mal edinme gibi konularda erkeklerle eşit
haklara sahip oldu. Diğer taraftan seçme ve seçilme hakkının hayata geçirilmesiyle birlikte kadınlar, o dönemin
koşulları bağlamında siyasal haklarını da elde etti.
Kuşkusuz bu iki “radikal” denebilecek değişiklik, kadının
toplumdaki konumunu bir gecede değiştirmedi. Hatta, ne
Fenerbahçe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü öğretim üyesidir. Yazarın “Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı’nda Kadın Olmak” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 27 Ekim 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
397
denli “erkekler” üzerine kurulu olduğu savından hareketle,
Cumhuriyet sonradan hem kadın hareketi hem de feminist
yazın tarafından farklı dönemlerde, farklı sebeplerle eleştiriye tabi tutuldu. Ancak objektif bir gözle baktığımızda,
Medeni Kanun imparatorlukta uygulanan Mecelle ya da
Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde mevcut olmayan bir eşitlik
sağlamıştı. Dahası, ister kadınların mücadelesi almış, isterse
de yeni rejim vermiş olsun, Türkiye birçok batılı ülkeden
daha önce iki cinsiyetin de oy verip seçilebildiği bir ülke haline gelmişti. Bu noktada, kadınların sınıfsal durumunun
eşitlik konusunda her zaman önemli bir kriter olduğunun
ve bugün dahi siyasetteki kadın temsilinin sorunlu olduğunun altını çiziyorum. Ancak burada asıl vurgulamak istediğim nokta cumhuriyet idaresinin kadınlar için önemli bir
kapı araladığıdır. Böylece cumhuriyet rejimi ilk on yılda her yaştan on beş milyon genç yarattığı gibi, kadınlar da
bu süre içinde doktor, hakim, akademisyen, diplomat ve
mühendis olabildi. Bu cumhuriyetin önemli bir kazanımıdır.
Diğer taraftan Cumhuriyet tarihinin sadece 1920’ler ve
1930’larla sınırlı olmadığını, artık yüz yıllık bir bakiyeyi
analiz etmek zorunda olduğumuzu da söylememiz gerek.
Daha açık bir ifade ile cumhuriyetin araladığı kapılar olduğu gibi, kadınların hayatın farklı aşamalarında
eşitsizliklerle boğuştuğu da bir gerçektir. TÜİK’in 2021 yılının verilerine göre, Türkiye’de erkeklerin iş gücüne
katılım oranı yüzde 62,8’ken, kadınlarda bu oran yüzde
398
28’dir.2 Bu, zaman içinde iyileşmiş bir orana tekabül etmektedir ancak buna rağmen arada önemli bir fark bulunmaktadır. Bu farkın sebepleri arasında eğitim konusunda
yaşanan eşitsizlik ve ev içi bakımının neredeyse tamamının
kadınlara yüklenmiş olması bulunmaktadır.
Kendi çalıştığım alan olan akademiyle ilgili de bir istatistik
vermek isterim: Kadınların profesörlük kadrolarındaki
oranı yüzde 33 iken, bu oran öğretim görevlisi kademesinde
yüzde 50’nin biraz üzerinde görünmektedir. Bu da herhangi yasal bir engel olmamasına rağmen, kadınların
görevde yükselmesinin erkeklere oranlara daha zor olduğunu göstermektedir. Nitekim, tüm bu eşitsiz tablonun içerisinde kadın profesörlerin yönetici kademelerindeki oranına
bakıldığında durum daha da net hale gelmektedir. 2022 yılında yapılan bir habere göre, 127 devlet üniversitesinin
sadece 5’i bir kadın rektör tarafından yönetilmektedir.3 Aslında konuya sadece sayılar üzerinden bakmak da panoramanın sadece belirli bir kısmını gösterebilir. Bu konuda
farklı alanlarda nicel olduğu kadar nitel araştırmalar da yapılıyor.
İstatistiklerle Kadın, TÜİK,
https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=%C4%B0statistiklerle-Kad%C4%B1n-2022-49668&dil=1, (Erişim 23.102023).
3
Erdoğan Rektör Atadı, Bianet,
https://bianet.org/haber/erdogan-rektor-atadi-sifir-kadin-9-erkek-271234, (Erişim 23.10.2023).
2
399
Konuyu aile içi şiddet ve kadın cinayetleri gibi meselelere
kaydırdığımızda ise ortaya daha vahim bir tablo çıkıyor.
Türkiye, 2021 yılında ilk imzacısı olduğu, aslen tam da bu
şiddeti engellemeye yönelik bir insan hakları sözleşmesi
olan ve adını da İstanbul’dan alan İstanbul Sözleşmesi’nden
çekilme kararı aldı. Ek olarak, son yılların tartışmaları içerisinde kadınların asli görevinin aile olduğundan karma
eğitimin ne kadar sakıncalı olduğuna varan bir dizi tartışma
kadınların ve kız çocuklarının toplumdaki yerinin bir sarsıntı içine girebileceği endişesi yarattı ve yaratmaya da
devam ediyor.
Kuşkusuz, yüz yıllık bakiyenin tümünün kadınların hayatına olan izdüşümü ne tümden kötülenebilir ne de tümden
olumlanabilir. Sonuçta, kadınlar artık toplumun her kademesinde aktif bir rol oynuyor. Bu durum, bu yazının
başında belirttiğim cumhuriyetin açtığı yol ile yakından
ilişkili. Ancak şunu da net bir şekilde söyleyebiliriz: Cumhuriyetin ortaya koyduğu hukuk devrimi ve amaçladığı
kültür devriminin içinde kadın kilit bir yer tutarken, karşıt
söylemlerin odağında da kadın meselesi bulunuyor. Bu söylemlerin özellikle günümüzde neredeyse hukuki eşitliği
dahi sorgulayan tavrı gelecek için de bir öngörü ortaya koyuyor. Bu öngörü, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının her
alanda olduğu gibi kadınlar için de tümden bir mücadele
alanı olacağıdır. Zira, her şeye rağmen kadınlar elde ettikleri
kazanımları terk etme niyetinde değil. Aksine, bu kazanımları ilerletme hedefi taşıyor.
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı kutlu olsun.
400
İSTANBUL MODERN
NOTLARIM
Beril Şen1
“Neden gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin
hikayendir.”
“Quid Rides? Mutato nomine,
de te fabula narratur.”
Horatius
Müze kendisini “Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş
sanat müzesi” olarak tanımlıyor. Bugün sanat eseri ne kadar
soyut ve kavramsal alana kayarsa o kadar itici bulunuyor.
İnsanlar aslında hâlâ sanatçıdan eserini bir muhabbet kuşu
eğitir gibi konuşturmasını bekliyorlar. Eser ‘anlamsızlaştıkça’ baş başa kalınan ‘boşluk’ büyüyor, boşluklara
tahammülsüz insan beyni bu giderek genişleyen alanı doldurmak için derhal eserin derinlerine dalmak zorunda
kalıyor. Eserin anlattığı düpedüz ‘hiç’se, söz konusu olan
duvara bantlanmış bir muzsa örneğin, açılan alanın büyüklüğüne, izleyenin sırtına yüklenen düşünce yüküne, haliyle
Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencisi ve yazardır.
Yazarın “İstanbul Modern Notlarım” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 3 Kasım 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
401
oluşan tepki ve isyana hak vermemek elde değil. Yalnız buraya ufak bir hatırlatma eklemek istiyorum:
Bugün herkesi zarafeti ve şıklığıyla etkileyen, şüphesiz tam
ve kabul edilmiş bir sanat eseri olan Claude Monet’nin hoş
manzara resimleri çağının avangardıydı. Hatta o kadar marjinal tablolardı ki bunlar ana sergilere kabul edilmiyorlardı.
Sergilere kabul edilmeyen Edouard Manet gibi aykırı(!) ressamlar “Reddedilenler Salonu” adında yeni bir sergi bile
açmışlardı kendilerine, burada sergiledikleri Kırda Kahvaltı gibi resimler “Bu da sanat mı şimdi!” sorusuna ve
hatta pek çok Parislinin alayına maruz kalmış, o yıllarda dillerden düşmemişti. Cezanne, Renoir, Degas gibi bugünün
şık sanatçıları kendi dönemlerinin duvara muz bantlayan
Maurizio Cattelan’ı veya sergiye bir pisuvar bırakan ve bunun bir sanat eseri olduğunu iddia eden Duchamp’ıydı
şüphesiz.
Bu yazı genel itibariyle iki bölümden oluşuyor: İstanbul
Modern’in geçmişi ve benim güncel sergilerde ilgimi çeken
eserler üzerine hazırladığım bir derleme. Başlamadan önce
“modern ve çağdaş sanat” ifadesine açıklık getirmek istiyorum çünkü koleksiyonunu çağdaş sanatçıların eserleriyle
genişleten müzede modern dönem eserleri de sergileniyor.
Sanatta modern dönem ana hatlarıyla 1860’lardan
1960’lara kadarki sürede yaşanan gelişmelerdir. Başlangıcı,
ilk kıvılcımı saptamak için biraz daha geriye gidip Monet’nin İzlenim: Gün Doğumu tablosunu hatırlayalım.
Monet ve arkadaşları izlenimcilik akımıyla beraber esere
402
‘ben’i dahil ederek resmi zanaattan sanata geçiren o adımı
attılar. Ve ‘ben’ düşmeyen bir ivmeyle sanata karıştı. İnsan
tablonun içinde bir obje olmaktan kurtulup sanatçı aracılığıyla kimi zaman aktör kimi zaman yönetmen haline geldi.
Modern dönem Duchamp’ın pisuvarıyla (Fountain, 1917)
zirveye ulaştı ve 1970’lerde başlı başına bir tür olarak performans sanatıyla tanışıp çağdaş döneme geçtik. Çok yeni
tarihlerden bahsettiğimizden dönemleri açıp kapatmak
çoğu zaman yazarın inisiyatifine kalıyor, alanda tartışmalar
sürüyor.
Ölçeğimizi daraltıp Türkiye’ye ve İstanbul Modern’e dönelim. Türkiye’de soyut sanatı ressamların yurt dışı etkileşimi
sayesinde 1950’lerde konuşmaya başladık. 36 yıldır dünyanın dört bir yanından sanatçıyı, sanat izleyicisini,
eleştirmeni, küratörü bir araya getiren kültür ağı İstanbul
Bienali, çağdaş sanatta dünyayla aramıza köprü olmanın
yanı sıra İstanbul Modern’in de tohumu oldu. 1992’de düzenlenen, küratörlüğünü Vasıf Kortun’un üstlendiği 3.
İstanbul Bienali’nde Türkiye için dünyadaki örneklerine
yaraşır bir çağdaş sanat müzesi fikri gündeme gelmişti lakin
karara bağlanamadı. 2004 yılına kadar Türkiye’nin bir modern ve çağdaş sanat müzesi yoktu ne yazık ki. Durumun
vahametini okuyucuya aktarmak için müzeyi dünyadaki
örnekleriyle kıyaslamak bana biraz adaletsiz gözüktü ama
yine de şunu eklemeliyim: İlk aklıma gelen Almanya örneğinde İstanbul Modern’in karşılığı/dengi olan müzeyi bir
türlü seçemedim çünkü aslında orada her büyük şehrin bir
İstanbul Modern’i var. Anlayacağınız yolumuz uzun.
403
İstanbul Modern
İstanbul Modern bundan 19 yıl önce, 11 Aralık
2004’te, Karaköy Limanı’ndaki Türkiye Denizcilik İşletmeleri için yük deposu olan 4 numaralı antreponun müze
binası haline getirilmesiyle hayatımıza girdi. Müzeye dönmeden önce söz konusu 4. antrepo 8. İstanbul Bienali’ne de
ev sahipliği yapmıştı. İstanbul için geç, benim için oldukça
erken bir tarih olduğundan eski binadaki müzeye dair hatırımda kalanlar restoranının çikolatalı tatlıları, korkutucu
merdivenler ve Fahrelnissa Zeid oldu. İstanbul Modern
2018 yılına kadar eski binasında pek çok dünya çapında sergiye, film gösterimine, atölyeye ve etkinliğe ev sahipliği
yaptı. Kıyı şeridinde başlayan Galataport projesi sebebiyle
2018’de aramızdan ayrıldı. İstanbul’da elbette pek çok sanat galerisi var fakat bu dört yılda İstanbul Modern’in yeri
dolmadı.
Müze tekrar açıldığı 2023 yılına kadar faaliyetine Meşrutiyet Caddesi’ndeki eski Union Française binasında devam
etti. 1896’da Alexandre Vallauri tarafından inşa edilen neoklasik bina hem iç hem dış mekân tasarımıyla akılda kalan
bir yapı. Lakin bu binada temsil edilen İstanbul Modern’e
yalnızca bir defa gittiğimi söylemeliyim. İstanbul’un modernini dapdar odalarda boğucu ışıklarla hatırlamak
istemedim, yolum düşmedi. Yine de koronavirüs gibi türlü
olumsuzluklara rağmen istikrarı memnun ediciydi.
Nihayet 4 Mayıs 2023’te eski yerine Renzo Piano tarafından tasarlanmış yeni binasıyla geri döndü. Seçim dönemine
404
denk gelmiş olmasından mıdır bilinmez, oldukça sade ve aslında düpedüz sessiz sedasız bir şekilde açıldı yeni müze.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ile Tophane-i
Âmire Kültür ve Sanat Merkezi’nin arasında yer alan İstanbul Modern, Eczacıbaşı (Oya Eczacıbaşı) öncülüğünde
İKSV tarafından kuruldu. İkisi yer altında olmak üzere
toplam beş katlı binanın tasarımı olumlu-olumsuz çok eleştirildi. Bana kalırsa sadeliğiyle özgüvenli bir görünüme
sahip yeni bina bazı akılda kalıcı, imza detaylara muhtaç,
Galataport’un curcunası içinde biraz silik gözüktüğünü
düşünüyorum.
Genel itibariyle hoş bulduğum yapının mimarı Renzo
Piano’yu anmak gerek. 1937 doğumlu Cenovalı mimar
RIBA altın madalyası, Pritzker Mimarlık ödülü gibi dünya
çapında pek çok ödülün sahibi. Paris’in Pompidau Müzesi,
Whitney Amerikan Sanat Müzesi, Manhattan’daki New
York Sanat Müzesi ve New York Times binası gibi eserlerde
imzası var. Mimar “Bence stil bir tuzak, benim için asıl
önemli olan zekâ ya da tutarlılık” açıklamasıyla hi-tech mimari üslubuna da yaraşır son derece rasyonel ve soğukkanlı
bir duruş oraya koymuş. Yine de her eserinde parlayan stilinden ve hayal gücünden hoşlandığımı eklemek isterim.
Tasarımında İstanbul Boğazı’nın sularından ilham aldığını
söyleyerek benim gönlümü aldı, “Mimari eserlerimde şeffaflık, ışık ve ışığın titreşimi önemsediğim soyut
elementlerden” diyor. Sürdürülebilirliği önemsemesi, teknoloji ile enerji tüketimini azaltmaya odaklı tasarımları da
405
artı puanı hak ediyor. Mimariye meraklı olanlar, anlattığımdan fazlasını görmek isteyenler İstanbul Modern’in
güncel sergilerinden “Renzo Piano: Yerin Ruhu” ve “Mimarinin İnşası” adlı sergileri ziyaret edebilirler.
Bahçede Adrian Villar Rojas’ın 14. İstanbul Bienali’nde de
sergilenen Tüm Annelerin En Güzeli eseri bizi karşılıyor.
Geçici Union Française binasında “Dünya Diye Bir Yer”
adlı sergisini bayılarak gezdiğim Selma Gürbüz’ü 2021 Nisan’ında koronavirüs sebebiyle kaybetmiştik. Bahçede
Avrupalılar adlı heykeliyle karşıladı bizi, onu anmak
hoştu.
Eski binadan hatırladığım korkutucu merdiven ve sahte tavan gibi değişmeyen detaylarla karşılaştığıma sevindim.
Benim için yakın zamanda bir anlama kavuşan Sahte Tavan onlarca kitabın çelik teller ile tavandan sarkıtılmasıyla
oluşturulmuş bir eser. Bu kitaplar dokunamayacağınız kadar yüksekte oluşlarıyla okunan ‘araç’ formundan artık
sergilenen ‘eser’ formuna geçtiklerinin altını çiziyorlar.
Richard Wentworth eseriyle dijital çağda basılı yazını ve aslında tümüyle konsept olarak kitabı tartışmaya açıyor. Bu
eser ile özellikle bir sanat müzesinin girişinde karşılaşıyor
olmak bana yakın zaman önce güçlü bir biçimde hissettiğim o imrenme duygusunu hatırlattı. Bundan
bahsetmeliyim. 2022 yılının sonlarında Martin Heidegger
üzerine bir kitap yazdım. Ontoloji, fenomenoloji gibi soyut
ve ifadede zor konuları herkesin anlayabileceği bir dilde anlatmayı hedefliyordum. Bu süreçte binlerce kelime sarf
406
etmeme rağmen karşı tarafa aktarabildiğimden şüphe duyduğum meseleleri, gezdiğim herhangi bir serginin herhangi
bir eserinde apaçık karşımda bulduğum çok oldu. Sanat
eseri gerçeği aynalama ödevini yazına kıyasla çok daha saf
ve açık bir biçimde yerine getirir. Sergideki eser sanatçının
son dokunuşunun ardından tümden bağımsız hale gelir, ne
kadar dinlerseniz kendini o kadar anlatır. Sahte Tavan’da
kitapların tam da orada ama kesinlikle erişilmez oluşu bana
kelimelerle kurmaya çalıştığım her iletişim/anlatıda büyüttüğüm mesafeyi anımsattı.
Yüzen Adalar ve Hep Buradayız
110 sanatçı ve iki sanatçı ikilisine ait 280’den fazla
yapıttan oluşan Yüzen Adalar, ismiyle dünyanın dört bir
yanından bir araya gelen sanatçıların sınır ötesi beraberliğine vurgu yapıyor. İkinci sergi ise Linda Nochlin’in
meşhur makalesi “Why have there been no great women artists?”e “Always Here!” diyen Hep Buradayız. Oya
Eczacıbaşı, kadın üretimini ve görünürlüğünü arttırmada
sürdürülebilir stratejiler ortaya koymanın İstanbul Modern’in ana hedeflerinden olduğunu söylüyor. Bu
doğrultuda 2016’dan bu yana İstanbul Modern Kadın Sanatçılar Fonu ile çok sayıda eser sergi koleksiyonuna
eklendi. Güncel iki sergide üzerine konuşulması gerektiğine inandığım her eseri buraya sığdırmam mümkün
gözükmüyor ama birkaçına değineceğim.
Mehtap Baydu’nun Karaktere Bürünmek: Otoportre adlı
eserinin önü epey kalabalıktı. Eser, performansın video
407
kaydından, bir anıttan ve anıtta kıyafetleri kullanılan kadınların yazdığı notlardan oluşuyor. Performansında
sanatçı farklı sınıf, meslek ve kimlikten pek çok kadının kıyafetini durmaksızın üst üste giyiyor. Performans, sanatçı
hareket edemeyecek hale gelene dek sürüyor. Finalde kalıp
haline gelmiş kalın kıyafet kütlesini zorlanarak ama tek seferde atıyor üzerinden Mehtap Baydu.
Yalnızca çocukların sahip olduğu dışarıya karşı saf güven,
yaş aldıkça yerini artan paranoyaya bırakıyor. Sürekli tarafından kovalandığım ‘yetişkinlik hissi’ hep yersiz ve
abartılmış bir kendimi koruma ihtiyacıyla eşleşiyor kafamda, bana hâlâ yel değirmenleriyle savaşmak gibi geliyor.
Hayatın doğal akışı içinde üzerimize giydiğimiz kostümler
yetmezmiş gibi sürekli yenilerinin ve hatta daha kalınlarının peşinden koşmakla geçiyor 20’li yaşlar, başarmış
yetişkinlerse Baydu’nun üst üste giydiği kıyafetlerin içindeki nefessiz halini andırıyorlar. Derileriyle birleşen kıyafet
katmanı varlığını hissettirmiyor bir yerden sonra, ama ne
neden nefes alamadıklarını hatırlayabiliyorlar artık ne de
bu zırhı üstlerinden atabilecek cesareti bulabiliyorlar.
Üzülmemek, yara almamak için duygularını paketleyip kaldıran rasyonel robotlar üzerlerindeki zırh sayesinde zarar
görmüyorlar belki ama omuzlarına dokunan bir eli de hissedemiyorlar. Herkese doğduğu gibi çırılçıplak yaşama
gücü dileyerek ayrıldım eserin başından.
Tate Modern’e Giden Yol Şener Özmen’in aşina olduğum
bir eseriydi. Eser bir video çalışması; takım elbiseli iki adam
408
Diyarbakır’ın dağlarından Londra’daki Tate Modern’e
ulaşmaya çalışıyorlar. Araçları bir at ve bir eşek.
Sanatın ‘burjuva eğlencesi’nden ‘dil’ haline gelmesi için
kültürün öz uzantısı olarak vuku bulması şart. Bir lokalizasyon, içeri sıkıştırma değil niyetim. Her kültürün özü
kendini öyle ya da böyle dışa vuruyor, insan ifade etmeden
hayatta kalamıyor. Kültür devinirken nefes alıp verebileceği boşluklara ihtiyaç duyuyor. Bu boşluklarda dışa
vurulan, her toplum için ve her yeni çağda çehresini değiştiriyor. Duygunun ayıplandığı, aciz görüldüğü kültürlerde
‘sanat’ kendi toprağına beton döküp dünyanın öbür ucundan getirilen tohumları betonda filizlendirmeye çalışmak
gibi. Üzerine beton dökülünce nereye kayboluyor toprağın
altından, özden gelen kolektif duygu birikimi? Kabaca
ifade etmek gerekirse şiddeti harlıyor.
Şimdi bana zor gelen bir soruyu okuyucuya da sormak isterim: Nedir bu toprakların öz uzantısı olan sanat?
Üzerindeki beton kalksa bugün baş verecek olan sanat neye
benzerdi? Yoksa sanat dediğimiz şey çay veya Hindistan cevizi gibi bir şey midir ki yalnız bazı seçilmiş topraklarda
yetişir? Biz kafamızda gerçek olmayan bir sanat tanımı yapmış ve yüz yıldır da bu hedefin peşinden koşuyor
olmayalım?
Bir annenin kaybettiği oğlunun ardından uzun uzun yaktığı ağıt zamandan ve mekândan koparılıp Sydney
Operası’nda bir sahne olsaydı örneğin? Farklı halkların bir
409
arada yaşadığı çok kültürlü ve dilli bu coğrafyada opera yazar gibi ağıtlar yazsaydı kadınlar, kuracağımız köprü
eminim dünyayı dolaşırdı. Bir ağıtı sahnede hayal etmek
hâlâ ‘acı mastürbasyonu’ gibi geliyorsa, sanatı bizim için dil
yerine eğlence aracı kılan o kök yargımızdan kurtulmakla
başlamamız gerek. Orta Doğu’da bizi hem öldüren hem yaşatan yan yanalık halini performe ettiğimiz halay örneğin
Paris’te bir sergide karşımıza çıksaydı üzerine daha derin
düşünülmeyi hak ederdi belki. Göbek dansı diye de bildiğimiz oryantal üzerine dünyanın dört bir yanında en saygın
üniversitelerde akademik çalışmalar yapılıyor artık; psikolojik, fizyolojik, mistik pek çok uzmanın radarına giren bu
dansın doğduğu topraklardaki malum algısı ise yerini koruyor.
Bu takım elbiseli iki adam elbette Tate Modern’e gitsinler,
onların yoluna taş koyanları da konuşalım ama globalleşmek için bile önce lokalde alevlenen sanata gözlerimizi
kapamayı, kimi zaman da harlanması gereken ateşi söndürmeyi bırakmamız gerekiyor. Bunun ön koşulu elbette ifade
özgürlüğünden geçiyor ama bu batılı terim bizim için hafif
ve yüzeysel kalıyor çoğu zaman. Maddenin korunumu yasasını bilirsiniz; var olan yok, yok olan var edilemez.
Susturulmuş, deyim yerindeyse dili kesilmiş halklar ve dengeli öz-ifadeyi unutmuş bir toplum sürdürülebilir değil.
Şener Özmen’in ikinci eseri Sanatçı Aslında Ne İster? tam
da buna dair. Kendisi eserini Levent Çalıkoğlu ve Osman
410
Erden ile yaptığı röportajda şöyle anlatıyor: 2 “Çıplak bir
arazideyim. Savaş uçakları peşi sıra geçiyor, o seslerde birkaç miks var çünkü bu gerçek; evim havaalanına yakın,
Diyarbakır Havaalanı askerî bir havaalanı olduğu için
gündelik hayatın içindeki başka sesler gibi, silah, düğün ya
da davul sesleri gibi, uçakların sesleri o kadar sıradanlaştı
ki artık tepki vermemeye başladım. … artık susma gereği
hissettim. Çünkü iletişim kurmak artık imkânsızlaşıyor.
Öfke yerini onu kabul etmeye, kanıksamaya, tıpkı orada
geçirdiğim pek çok şey gibi sıradanlaşmaya bırakıyor. ‘Sanatçı Aslında Ne İstiyor?’ diye sorduğumda aklıma hep şu
geliyor: Huzurlu bir hayat dışında talep ettiği başka bir şey
yok, en azından bunu söylüyorum, huzurlu bir hayat dışında başka bir şey talep etmiyorum. Yaptığım işler de bir
parça bununla alakalı.”
“Sanat eseri annesi ölmüş bir çocuktur” diyordu Paul Valery. Sanatçının ne istediği, neyi aradığı, hatta bu eserde ne
anlatmak istediği sorusu bile bana çoğu zaman fazla kişisel
geliyor, orası büyük oranda sanatçının alanıdır. Toplumlar
durmadan yeni bir günah keçisine ihtiyaç duyuyor, bazen
bir pop şarkıcısını görüyoruz kellesi giderken bazen bir şairi, René Girard’ın Günah Keçisi’ni3 bu satıra herkes için
bir okuma önerisi olarak düşmek istiyorum. Özünde kurulan bağ, eser ile izleyen arasındadır. Benim gözümde
Sanat Dünyamız, 132 (Ocak 2013).
“Bir günah keçisi ancak suçuna inanmayı sürdürdüğünüz sürece işlevseldir.”
2
3
411
nesneyi eser kılan ne kadar açık bir yapıt olduğu. İyi bir
eser, yoruma gebe eserdir ve nihayet bir eseri ‘suçlu’ görebilmenin tek yolu o suçtan yapılmış gözlüklerle dünyaya
bakmaktan geçer. Sanatçının işleri de kapsayıcılığına rağmen içerdiği otobiyografik hissi koruyor. Savaş uçaklarının
gürültüsünden kendi sesini duyamayan Şener Özmen ile
dünyaya sis bulutu gibi çöken politika hırgüründen ruhu
kararan herkesin şüphesiz ortak bir paydası var.
Bu eserde Semiha Berksoy’un bizi hatırasına misafir ediş biçimini çok içten buldum. Nâzım Hikmet’in “Bir gönülde
iki sevda” dizesindeki ikinci sevdadır Berksoy, ilki biliyorsunuz Piraye. Piraye’nin de malumu olan Semiha ile Nâzım
Hikmet’in aşkı tanıştıktan sonra bir ömür sürmüş desem
abartmış olmam.
Nâzım Hikmet, Çankırı Cezaevi’ndeyken Semiha Berksoy’un aracılığıyla Türkiye’ye gelecek olan Tosca Operası’nı
çevirmeye başlıyor. Nihayet çeviri sahnelenmek üzere tamamlandığında durum gereği çevirmen olarak Nâzım
yerine besteci ve şef Şerif Alnar’ın adı yazılıyor. Nâzım Hikmet 1941 tarihli mektubunda “Tosca’nın temsilinde
bulunabilecek miyim? Umudum yok. Belki Butterfly’da..
Ben her şeye rağmen nikbin bir insanımdır. Hatta ‘Güzel
günler göreceğiz çocuklar. Güneşli günler göreceğiz’ diye şiirler yazdığım zamanlar en felaketli sanılan günlerimin
içindeydim. Elbette ki bu sefer Tosca’yı dinleyemezsem bir
daha sefere mutlaka dinlerim. Hasretle, Nâzım” diye bahseder. Hapishanede Ziyaret adlı eseri bu dönemde Semiha
Berksoy çizmiş. Tepede hatıranın sahibi dev şapkasıyla
412
Berksoy, altta sırasıyla: Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı
ve Kemal Tahir’i görüyoruz.
Üniversitede aldığım tarih eğitiminden zihnimde yer eden
pek az şey oldu, devlet değilim diye midir bilmem tarihe sığamadım, binlerce yılı gezdim hiç insana rastlamadım, ne
yaptıysam bağ kuramadım. Aradığım ‘insanın tarihi’ sanırım aşağı yukarı bu resme benziyordu. Hapiste
yatarken “Çıkınca izlerim artık” deyip Tosca Operası’nı
Türkçeye çeviren şair ve hapishaneye görüş gününe giden
soprano sevgilisinin çizdiği bu eğri büğrü resim, en çok da
resmin üstüne çocuksu bir hisle karalanmış “Tosca” yazısı.
Bu yazıya konuk edeceğim son iki eser Ferhat Özgür’ün Şarkı Söyleyebilirim’i ve Kutluğ Ataman’dan
Peruk Takan Kadınlar. Şarkı Söyleyebilirim bir video çalışması, geleneksel görünümlü bir Anadolu kadınını
Halellujah’ı söylerken izliyoruz. Halellujah, Türkçesiyle “Hele Şükür” diyor şarkı ama videodaki kadın için
şarkı söylemek bir dilek olarak kalmaya devam ediyor
çünkü şarkıda duyduğumuz bir erkek sesi aslında. Kadın
yalnızca dudaklarını oynatıyor, bir playback performansı
bu. Mısır’ın en güçlü kadın firavunu Hatşepsut’un heykellerinde ihtişamlı sakalları vardır, okula başlayan küçük
kızların uzun saçları sıkıca toplanır, iş dünyasında kadınlar
ciddiye alınmak için blazer ceketler giyerler ve bazen şarkı
söyleyebilmek için bile sesinizin epey kalın olması gerekir.
Kutluğ Ataman’ın Peruk Takan Kadınları’nda dört kadın, dört ayrı led ekranda; ilk ekranda 1970’lerin siyasi
413
ikliminde gizlenebilmek için kılık değiştiren Melek Ulagay
peruğuyla, ikinci ekranda kemoterapi esnasında saçlarını
kaybeden Nevval Sevindi ve peruğu, üçüncü ve karanlık ekranda başörtüsü yasağı sebebiyle üniversiteye alınmadığı
için başörtüsünün üstüne peruk takan genç kadınlar, dördüncü yani son ekranda ise 90’ların başında polisler
tarafından saçları kazıtıldığından peruk takan trans bir seks
işçisi var. Meğer tarih boyunca zincir her kesimden kadının
ilk saçlarına dolanmış. Kesince kadınlığımızdan gitmiş,
uzatınca aklımız kısalmış; kimimiz örtebilmek kimimiz dalgalandırabilmek için kırbaç yemişiz.
Mahsa Amini’nin öldürülmesi ve ardından İran’da gelişen
protestoların üzerinden bir yılı aşkın zaman geçti. Tüm
dünya aylarca saçlarına değecek rüzgâr için savaşmak zorunda kalan, sırf bu yüzden darp edilen kadınları izledi.
Sıradan bir dans videosuna ağlayacağımı tahmin etmezdim,
insan kötü durumdakini görünce haline şükretmeye eğilir;
bu sefer şükretmek de gelmedi içimden. Bu durumda yaşayan kadınların varlığını hep bilmemize rağmen üzerine
düşünmek, hatta bir saniyeliğine durup empati yapmak
bile ağır geldiğinden yok sayarız onları, en azından ben öyle
yapıyorum hâlâ. Yabancılığın verdiği utançla beraber
özünde ne kadar yakın olduğumuzun o dönem ilk kez farkına vardım. Her kesimin birbirinden ürktüğü, bitmeyen
tedirginlik ve ürkekliğin kendini öfke olarak dışa vurduğu
bu coğrafyada biz kadınlar farklı bıçaklarla da olsa hep aynı
yerlerimizden hasar almışız aslında. Bizi birbirimizden
414
farklı olduğumuza, düşman olduğumuza inandıran her politika bölüp, parçalayıp yönetmeye alışmış kültürün sinsi
yanından ibaret. Peruk Takan Kadınlar’da imgeyi bu kadar güçlü kılan, apayrı dünyalardan gelen dört kadının
şimdilik yalnızca bir serginin duvarında led ekranların içinden bile olsa yan yana duruyor olmalarıydı.
Bahsedilecek, görülmesi gereken çok eser var İstanbul Modern’in koleksiyonunda fakat yazının sonsuza uzamasını
engellemek adına burada duruyorum. Yine de Cihat Burak’ın Nazım Triptiği’ni, Erol Akyavaş’ın Hallac-ı
Mansur serisini, Nevhiz’in, Selma Gürbüz’ün, Sarkis’in
tablolarını atlamayın deyip sergi dosyasını burada kapatıyorum.
Sevgiler.
415
JAPONYA’NIN
“KÜRT SORUNU”:
GÖÇMEN KARŞITLIĞI VE
TOPLUMSAL DİNAMİKLER
Mehmet Gönültaş1
Japonya’da yaşayan Kürtlerle ilgili son zamanlarda
hem Türk ve Japon hem de dünya basınında sayısız haber
yapıldı. Özellikle bu yılın bahar ve yaz aylarında yaşanan
olaylar nedeniyle bu konuya olan ilgi büyük ölçüde arttı.
Hatta yakın zamanda ünlü The Economist dergisi bile Japonya’daki Kürtler üzerinden Japonya’nın göçmen
politikasını eleştiren bir yazı yayımladı. Türkiye’de ise bu
konu ırkçı bir zemine çekilmeye başlandı. Özellikle göçmen
karşıtı Japon gazeteci Ishii Takaaki’nin (石井孝明) Twitter’da konuyla ilgili Türkçe paylaşımlar yapmaya
başlamasıyla ırkçılık için daha da müsait bir ortam yaratılmış oldu.
Tokyo’da geçirdiğim bir yıl içerisinde bölgedeki Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları ile etkileşime girme şansım oldu.
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencisidir. Yazarın “Japonya’nın “Kürt Sorunu”: Göçmen Karşıtlığı ve Toplumsal
Dinamikler” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 17 Kasım 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
416
Bu kişilerin çoğu Tokyo’da en az on-on beş yıldır yaşayan
ve burada düzenli bir hayat kurmuş kişilerdi. Bu yazıda
kendi gözlemlerimden de faydalanarak Japon toplumunun
tepkisini ve bölgede yaşayan Kürtlerin durumunu açıklamaya çalışacağım.
Öncelikle bu olayın tek boyutlu olmadığını belirtmek gerekiyor. Bu mesele sadece Kürtlerle ilgili değil, göçmenlerle
ilgili. Kürtlerin ön plana çıkması ise son zamanlarda yaşanan birtakım olaylardan kaynaklanıyor. Ülkede kayıtlı ya
da kayıtsız kaç tane Kürt olduğunu tahmin etmek zor, zira
kayıtlı olan tüm Kürtler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olarak geçiyor ve Türkler ile aynı kategoride sayılıyorlar.
Kayıtsız göçmen olarak ise 2000’den fazla Kürt olduğu tahmin ediliyor. Burada yaşayan Kürtler ‘Türkiye’de baskı ve
zülüm’ altında yaşadıklarını dile getirerek mülteci statüsü
istiyor. Ancak şimdiye kadar mülteci statüsü alabilen sadece bir Kürt var. Bunların çoğu Orta Doğulu kaçak
göçmenlerin toplandığı Kawaguchi ve Warabi civarlarında
yaşıyorlar. Warabi ise bölgedeki en tehlikeli üç yerden biri
olarak biliniyor ve Warabistan olarak da tanınıyor. Yaşanan
olayların hemen hepsi de bu bölgelerde gerçekleşti.
Bu olaylara geleceğiz ancak durumu daha iyi kavrayabilmek
için önce olayların başlangıcını anlatmak gerekiyor. Kürtler
ilk olarak 1990’lı yıllarda Japonya’ya iltica etmeye ve pek
çoğu kaçak olmak üzere Tokyo ve Nagoya gibi büyük şehirlerin etrafında yaşamaya başladılar. Pek çok Kürt inşaat
sektöründe, küçük bir kısmı ise restoranlar gibi küçük işletmelerde çalışıyor. Özellikle Tokyo civarında Kürtlere ait
417
azımsanmayacak sayıda inşaat ve yıkım şirketi olduğunu da
söylemek gerek. Bugün Japonya’da 2000’den fazla kaçak
Kürt olduğu tahmin edilmekte. Ülkede resmî olarak yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ise 6000’den fazla.
Bunların ne kadarının Kürt olduğunu tahmin etmek ise oldukça zor. Bunun yanında Irak Kürtlerinin de varlığını
unutmamak gerek. Ancak maalesef onların da sayısı net değil. Yakın zamana kadar Japonlar için Türkiye’den gelen
herkes Türk’tü. Japonya coğrafi olarak bize çok uzak olması nedeniyle Türkiye’deki sorunları çok iyi bilen bir ülke
değil. Bu nedenle yakın zamana kadar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı dendiğinde Japonların aklına sadece Türkler
geliyordu. Bu durum 2015 Kasım seçimlerinde oy kullanmak için Tokyo Büyükelçiliği’nde bulunan Türkler ve
Kürtlerin birbirine girmesi ile değişti. En az 12 kişinin yaralandığı olay Japonya’da büyük yankı uyandırdı ve
Türkiye Kürtlerinin varlığı Japon kamuoyu tarafından bilinir hale geldi.
Japonya homojen olması ile ünlü bir ülke ve söz konusu
göçmenler olduğunda Avrupa’ya kıyasla olabildiğince savunmacı ve muhafazakâr. Ülkede sokak kavgaları, kuralları
çiğneyen ya da topluma rahatsızlık veren gruplar neredeyse
hiç yok. Kendi tecrübemde, Japonya’da geçirdiğim süre boyunca birbiriyle tartışan iki insan dahi görmedim.
Herhangi bir sorunu karşılıklı özür dileyerek hiç tartışmadan halleden bir toplum. Bu nedenle 4 Temmuz’da sayısı
bazı kaynaklara göre 100’den fazla olan iki Kürt grubun
418
hastane önünde kavga ederek hastane operasyonlarının saatlerce durmasına sebebiyet vermesi ülkede infial etkisi
yarattı. Zaten son yıllarda bölgede Kürtlerle ilgili şikâyetler
artmaya başlamıştı. Mahallede ses yapılması, çöplerin mahalleyi kokutması, yasal izin alınmadan çeşitli işlerin
yapılması gibi sorunlar bölgedeki Japonların tepkisini çekmişti. Bir nevi bölgedeki bazı Kürtlerin Japonya’da değil de
Türkiye’de yaşıyormuş gibi hayatlarına devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu durum pek çok Japon için kabul edilebilir
değil. Üniversite öğrencilerinden tutun bakkala kadar bölgedeki insanların rahatsızlığını görmek mümkün. Bölgede
rahatsızlık yaratan bazı hareketler ise şunlar:
Son yıllarda artan taciz ve tecavüz vakaları
Gruplaşmalar ve bu gruplar arasında çıkan kavgalar
Reşit olmadan araç kullanmak ve bunu sosyal medyada
paylaşmak
Çöpleri gelişigüzel bir şekilde atarak çevreyi ciddi şekilde
kirletmek
Belediyeden izin almadan elektrik altyapısında değişiklik
yapmak
Legal sınırın üzerinde yük taşıyarak trafikte tehlike yaratmak
Aşırı hız yapmak ve bunu Tiktok platformunda paylaşmak
Japonya’nın yukarıdaki olaylara ne kadar yabancı olduğunu anlatmak oldukça zor. Her şeyin kurallarla işlediği bir
419
toplumdan bahsediyoruz. Çöpleri gruplandırıp atmanız
gerekiyor mesela. Çöplerin, pazartesi kâğıt atıklar, salı cam
atıklar gibi günleri oluyor ve buna uymazsanız çöpünüz
toplanmıyor, ayrıca ceza yiyorsunuz. Böyle bir toplumda
bazı Kürtlerin kurallara uymaması ve bunu topluma meydan okur gibi sosyal medyada paylaşması pek çok kişi gibi
yerel yönetimin de tepkisini çekti. Haziran ayında
Kawaguchi belediye meclisine “一部外国人による犯罪
の取り締まり強化を求める意見書” yani “Yabancılar
tarafından işlenen suçların denetiminin artırılmasını talep
eden dilekçe” sunuldu ve çoğunluk oyu ile kabul edildi. Bu,
bölgedeki yabancıların daha ağır cezalarla karşılaşacağı anlamına geliyor. Aynı zamanda Japon Ulusal Meclisi (日本
国国会) üzerinde göçmen yasasının değiştirilmesi ve kaçak
göçmenlerin ülkelerine daha kolay gönderilmesine yönelik
değişikliğin yapılması için ciddi bir baskı olduğunu belirtmekte fayda var.
Daha önce söylediğim gibi, bu sorun Kürtler üzerine yoğunlaşmış olsa da tüm göçmenleri kapsayan bir sorun.
Japonya hiçbir zaman göçmen dostu bir ülke olmadı. Bugün nüfusu azalırken bile göçmenleri ülkeye kabul etme
konusunda isteksiz ve yetersiz. Japon toplumu ise kurallara
uyulmamasına kesinlikle tahammül edemiyor. Ülkede
açıkça bir ırkçılık olmasa da yabancılardan hoşnut olmayan
bir grup olduğunu söylemek mümkün. Zenofobi toplumun büyük bir sorunu ve bunun en büyük nedeni
kurallara uymayan turistler ve kaçak göçmenler. Bölgede
bulunan Kürtler hayatlarına Türkiye’de yaşıyormuş gibi
420
devam ettiği sürece bu sorunun çözülmeyeceği de kesin. Bu
olaylar aynı zamanda Japon hükûmetinin planlarına da zarar veriyor. Hükûmetin uzun zamandır daha göçmen dostu
yasaları hayata geçirmek istediği ancak toplumsal tepkiden
çekindiği dile getirilen bir durum.
Bu durumun nereye evrileceğini tahmin etmek zor. Nüfusu
gün geçtikçe yaşlanan Japonya’nın elindeki ucuz işçi gücünü bir anda kapı dışarı etmesi zor gibi görünse de
toplumun gün geçtikçe artan tepkisi hükûmeti zor durumda bırakıyor. Bahsi geçen göçmen gruplarının da yakın
zamanda Japon kurallarına uymaya başlamayacağını söylemek yanlış olmaz. Şüphesiz önümüzdeki yıllarda bu konu
hakkında daha çok haber duyacağız.
KAYNAKLAR
https://wpb.shueisha.co.jp/news/society/2023/08/30/120508/
https://news.yahoo.co.jp/articles/350910ba413e3279bbed2f90e95985fd1cc7371c?pa
ge=1
https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/10/151025_japonya_oy_catisma
https://www.economist.com/asia/2023/10/26/meet-the-japanese-kurds
421
TALİM VE TERBİYEDE İNKILAP
YAPAN BİR AYDIN:
İSMAİL HAKKI BALTACIOĞLU
Hilâl Ahenk Aki1
Bu yazının amacı, Türk eğitim sisteminin oluşmasına ve gelişmesine fikirleriyle katkıda bulunmuş olan
İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun kısaca biyografisini ele almak
ve eğitim görüşünü okuyucu ile buluşturmaktır.
HAYATI
İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin en
önemli eğitimcilerinden olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu, 28
Şubat 1886 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Babası aslen Kırşehir/Muncurlu İbrahim Ethem Efendi, annesi ise
Düzceli Hamdune Hanım’dır. Babası İbrahim Ethem
Efendi, Kur’an-ı Kerim üzerine çeşitli incelemeler yapan,
çalışmalarını yayımlayan, hattat ve müziğe meraklı bir insandı. Baltacıoğlu’nun karakter yapısının oluşmasında
annesi ve babasının önemli etkileri olmuştur. O, bunu eserlerinde çeşitli yollarla dile getirmiştir: “…babam her şeyden
önce bir kültür adamıydı. Yani maddî faydalar dışında
T.C. Millî Eğitim Bakanlığı’nda öğretmendir. Yazarın “Talim
ve Terbiyede İnkılap Yapan Bir Aydın: İsmail Hakkı Baltacıoğlu” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 24 Kasım
2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
422
birtakım manevi değerlere yer veren, inanan adam… Babamdan aldığım tesirlerin başında şu vardır: Gözle
görülen ve para ile mübadele edilen maddi değerden başka
bir de manevi değerler vardır, bir vicdan vardır, onlar ve
bu, her şeyin üstündedir.” Baltacıoğlu, annesinin yüksek
iradesini daha sonraları terbiyevi sahalara şu şekilde aktarır: “Annem misâliyle daha o zamandan beri öğrenmiştim
ki, eyi terbiye büyük bilginlerin değil kuvvetli şahsiyetlerin
eseridir.”
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, 1899 yılında İstanbul’da Fevziye
Mektebi’nden, 1903’te ise Vefa İdadisi’nden mezun oldu.
Ortaöğrenimi için Fevziye Mektebi’ne giden Baltacıoğlu’nun buraya ait anıları pek olumlu değildir. Özellikle
okulun fiziki özelliklerinden memnun kalmaz ve bunu
şöyle ifade eder: “Fevziye Mektebi’nin hatırası, benim için
çok ehemmiyetlidir. Çünkü benim terbiye alanındaki ihtilalciliğimi hazırlayan o olmuştur.” Baltacıoğlu, pedagoji
ile ilgili ilk eseri olan Talim ve Terbiyede İnkılâp’taki konuları işlerken adı geçen okuldaki olumsuz gözlemlerinden
yararlandığını belirtmektedir.
1903’te Vefa İdadisi’ni bitiren İsmail Hakkı Baltacıoğlu, bu
okulda iken Jean Jacques Rousseau’yu Émile kitabından
okuyabilecek kadar Fransızca öğrendi. Bu dönemde Baltacıoğlu için Émile‘i anlamak, bir bakıma kendisini anlamak
ve tanımaktır. Onun üzerinde böyle derin etkisi olan başka
hiçbir eser veya düşünüre rastlayamıyoruz. Mesela Rousseau’nun tabii adam dediği insan, Baltacıoğlu için “bütün
423
yalanlardan arınmış, doğru, samimi ve zaruretlere inanan insan” demektir. Yahut “bu tip insanlardan
müteşekkil cemiyet” demektir.
1908’de İstanbul Darülfünun Tabiat Bilimleri bölümünden mezun oldu. Mezun olduğu yıl İstanbul Öğretmen
Okulu’na yazı dersi öğretmeni olarak atandı. Sâtı Bey, Baltacıoğlu’nun bilgi ve görgüsünü artırması için Avrupa’ya
gönderilmesi amacıyla Bakanlık nezdinde girişimde bulundu ve Baltacıoğlu Avrupa’ya gönderildi. Avrupa’da
Fransa, İngiltere, Belçika ve İsviçre gibi ülkeleri gezdi. Bu
sırada İngilizceyi de öğrendi. Özellikle Fransa’da okul, tiyatro gibi eğitim ve kültür kurumlarını inceledi. Oradaki
eğitimcilerle fikir alışverişinde bulundu. Bir yıldan fazla süren bu inceleme, yerinde görme gezisinden sonra yurda
döndü. 1913 yılında İstanbul Üsküdar’da Şemsülmekâtip
adlı bir özel okulun ders nazırlığını kabul etti. Burada Avrupa’da görmüş olduğu okulların bir benzerini kurmaya
çalıştı fakat Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması bu fikrin gerçekleşmesine engel oldu. Okul, başka yere taşındı. 1916
yılında İstanbul Üniversitesi’nde pedagoji öğretmenliğine
atandı. 1918-1920 yılları arasında da Darüşşafaka, İnas Darülfünunu (Kız Üniversitesi), Üsküdar Kız Sanayi Mektebi
ve Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) eğitbilim öğretmenlikleri ve Maarif Nezareti ortaöğretim, yükseköğretim
ve teftiş heyeti genel müdürlükleri görevlerini icra etti.
Baltacıoğlu, Darülfünun’da bulunduğu sıralarda Maarif
Nazırı İsmail Safa, 15 Temmuz 1923’te Heyet-i İlmiye adıyla Ankara’da bir pedagoji kongresi düzenler.
424
Baltacıoğlu bu kongreye de katılır. Bu kongrede halledilmeye çalışılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) meselesi, sonradan eğitim ve öğretim işlerini düzenleyen
önemli bir kanun olarak ortaya çıkar (3 Mart 1924). İkinci
önemli mesele, Maarif Mıntıkaları (Eğitim ve Öğretim
Bölgeleri) meselesidir. Bu fikir de Baltacıoğlu tarafından
ortaya atılır. Fakat tatbikata yanlış bir şekilde intikal ettirilince, başarılı olamaz ve yürürlükten kaldırılır. Üçüncü
mesele ise, ilkokulların bünyelerinin pedagojik bir niteliğe
kavuşturulması konusudur. Baltacıoğlu bu meselenin, ilkokulların bünyelerinin bir üretim okulu, iş ve hayat okulu
haline getirilmesiyle halledilebileceğini savunur.
1930 yılında modern bir okul kurmak amacıyla Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü’ne atanan Baltacıoğlu, enstitüyü
anaokulundan yüksek öğretime kadar bir iş okulu olarak
geliştirmeyi düşünmüştür. Hazırlamış olduğu projeyi Bakanlık’a kabul ettiremeyince buradaki görevinden istifa
ederek Darülfünun’daki profesörlük görevine geri dönmüştür. Hazırladığı fakat uygulamaya geçmeyen projesi,
1932’de yayımlanan Terbiye adlı eserinde yer almıştır.
Baltacıoğlu, Darülfünun eminliği sırasında yaşadığı tensikat sorunu nedeniyle (tasfiye) 26 Nisan 1927’de Maarif
vekâletine gönderdiği telgrafta istifasını sunar. 1927 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nin Fındıklı’ya taşınması ile
1929 yılında Gazi Terbiye Enstitüsü’nde müdür vekilliği
görevlerinde bulunur. 1932 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuttuğu dersler kendisinden alınır, Albert
425
Malche’nin tensikat çalışmaları neticesinde, 1933 Üniversite Reformu’nda 31 Temmuz 1933 tarihi itibariyle
Darülfünun’daki vazifesi son bulur ve “Üniversite Reformu” nedeniyle kadro dışı bırakılır.
Sahibi ve başyazarı İsmail Hakkı Baltacıoğlu tarafından 1
Ocak 1934’te yayımlanmaya başlanan Yeni Adam dergisi, “Ülkümüz Demokrasi ve Cumhuriyet İçin Çalışmaktır” alt başlığını, yayımlandığı süre içinde hem biçim hem
de içerik olarak hep korumuştur.
Baltacıoğlu aynı zamanda 1941 yılının başlarından 27
Temmuz 1942’ye kadar Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi’nde kadrosuz ve maaşsız olarak öğretim
üyeliği yapmıştır. İnönü’nün isteğiyle ve aynı zamanda Baltacıoğlu’nun öğrencisi olan Eğitim Bakanı Hasan Âli
Yücel’in çabası ile Pedagoji, Eğitim Tarihi ve Öğretim Yöntemleri dersleri 27 Temmuz 1942’de kendisine verilmiştir.
Bu görevi Afyon Milletvekili seçildiği 8 Mart 1943’e kadar
sürdürmüştür. 1943-1946 yılları arasında Afyon, 19461950 yılları arasında da Kırşehir milletvekilliği yapmıştır.
Milletvekilliğinden sonra Türk Dil Kurumu Terim Kolu
Başkanlığı (1942-1957) dışında eylemli bir görev yapmaz.
Yayın etkinliklerinin yanı sıra Yeni Adam’ı aralıklarla da
olsa ölünceye dek yayımlamıştır. 1945-1978 yılları arasında
düzensiz aralıklarla yayımlanan Yeni Adam, Baltacıoğlu’nun vefatından sonra kızı Hatçe Baltacıoğlu
tarafından 1983’e kadar yayımlanmaya devam etmiş ve
935. sayısı ile 50 yıllık yayın yaşamını Nisan 1983’te tamamlamıştır.
426
Çeşitli gazete ve meslek dergilerinde de pek çok yazısı çıkan
Baltacıoğlu’nun ilk eseri, 1912’de yayımlanan, Avrupa izlenimlerinin etkisi ile eğitimimizi eleştiren Talim ve
Terbiyede İnkılâp’tır. Daha sonra çok sayıda eğitim kitabı
kaleme alan Baltacıoğlu’nun en önemli eserleri arasında Terbiye İlmi, İçtimaî Mektep, Hususi Tedris
Usulleri, Demokrasi ve Sanat, Tarih ve Terbiye, Toplu Tedris, Öğretmen, Türk’e Doğru (2 cilt), Pedagojide
İhtilâl sayılabilir. Ayrıca 1950’lerde Din Yolu adlı başka
bir dergi ile laik düşünceyi anlatmaya ve ifade etmeye çalışmıştır. Vefatından kısa bir süre önce Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi tarafından kendisine onursal
doktorluk derecesi verilmiştir.
Sağlıklı bir sayımı yapılamamakla beraber eğitim biliminden toplum bilimine, sanattan felsefeye, roman, öykü,
oyun, yaşantı türünde, çocuklara, gençlere, yetişkinlere yönelik yüz otuzu aşkın kitabı, dört binin üzerinde makaleyi
ardında bırakan Baltacıoğlu, 1 Nisan 1978’de aramızdan
ayrılmıştır.
İSMAİL HAKKI BALTACIOĞLU’NUN
EĞİTİM GÖRÜŞÜ
Eğitim tarihimizde İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na gelinceye kadar eğitim konusu, düşünce konusu olarak ele
alınmamıştır. İnsanımız ve toplumumuz, geçmişi ve geleceği, günün gereklilikleri ile geniş bir bakış açısı içinde
düşünerek anlamlandıramamıştır.
427
Baltacıoğlu ise bu boşluğu hissetmiş ve eğitim felsefesini bu
ihtiyaç etrafında şekillendirmeye çalışmıştır. Bu iş hem bir
sanat hem de teknik ve ilim işidir. Sanat işidir çünkü yaratıcılığı görmeyi ve uygulamaya koymayı gerektirir. İlim
işidir çünkü tarih boyunca meydana getirilmiş sistemleri, iç
kuruluşları itibariyle incelemeyi ve onlardan sonuçlar çıkarmayı gerektiren bir süreçtir.
Tüm sosyal olgular gibi eğitim olgusu da girift bir olgudur.
Onun için Baltacıoğlu, eğitimi metotluca incelemiş ve eğitim alanında yazmış olduğu eserlerde de sürekli bu
prensipler üzerinde durmaya özen göstermiştir. Birazdan
okuyacağınız beş ilke, Baltacıoğlu’nun ilk pedagoji eserlerinden beri inceleyip uyguladığı pedagoji ilkeleridir.
Baltacıoğlu, eğitim sistemini ‘içtimai mektep’ olarak adlandırmıştır. İçtimai mektebin ana ilkelerini kişilik, çevre,
çalışma, verim ve başlatma olarak sıralamak mümkündür.
Geçmişte olduğu gibi bugün de bazı eğitim bilimciler eğitimi ‘insan yetiştirmek’ olarak tarif etmiştir. Oysaki
Baltacıoğlu’na göre eğitimin amacı, sosyal insan yetiştirmektir. Çünkü insan, toplumda yaşayan, var olan ve
toplumu etkilerken bir yandan da toplumdan etkilenen bir
canlıdır.
Peki sosyal insan kimdir? Sosyal insan, sosyal kişiliği olan
insandır. Sosyal kişilik, bireyin, üyesi olduğu toplumun değer yargılarını bünyesinde barındıran bir olgudur.
Baltacıoğlu’na göre her eğitimin meydana getirmek istediği
bir kişilik vardır. Bu kişilik ancak belli bir çevrede meydana
428
gelir. Eğitim ise ancak kendi çevresi içerisinde ele alınabilir
ve incelenebilir. Bunun için de çevre gerçek bir çevre olmalıdır. Birey için önem teşkil eden bu kavramın okulda
verilen eğitimi de kapsadığını belirtmekten çekinmemeliyiz. Öyle ki Baltacıoğlu 1930 basımlı Umumi Pedagoji
eserinde, terbiyenin bireyin çevreye uyum sağlamasıyla ve
bu uyumun da bireyin çevreden aldığı huylarla olacağını
yazmıştır. Bu tip çevreler yoksa, bunları var ederek bütün
kişiliklerimizle bu çevrelere intibaka çalışmalıyız. O, bu konuda şöyle der:
“İnsan kişiliği bir bütündür. Bu bütünü var edecek olan
çevre ne yalnız fikir çevresi ne yalnız duygu çevresi, ne
de yalnız eylem çevresidir; bütün bu parçalar içinde
olan bütün bir kişilik çevresidir.”
İçtimai mektep ilkelerinin tıpkı zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olduğunu varsayarsak kişilik ve çevre
ilkelerinin ilişkisini anlamada sosyal çevrenin de bireyden
bağımsız olmadığını söyleyebiliriz. Öyle bir sosyal çevre ki
içinde hem sosyal kişilik doğabilecek hem de evrimini tamamlayabilecektir. Düşünceler, duygular, eylemler, kişilik
bütünü içinde ancak doğal çevrelerinde yetişebilirler. İnsan
kişiliğini var edecek olan ne yalnız başına düşünceler ne yalnız başına duygular ne de yalnız başına eylemlerdir. Ancak
gerçek ve sosyal çevrenin kendisidir ve bu unsurların anlamlı bir toplamıdır.
İlkelerden üçüncüsü olan çalışma, gerçek, sosyal çalışmanın
ta kendisidir. Birey hem elleriyle hem de kafasıyla, daha açık
bir ifadeyle tüm varlığıyla çalışacaktır ki kendi varlığını
429
oluşturabilsin. Bu çalışma gerçek olmalıdır demek, sosyal
olmalıdır demektir. İşte gerçek, sosyal kişiliklerin doğmasını sağlayan çalışmalar, bilim, teknoloji, sanat ve ahlak
çalışmalarıdır. Öyle ki bireyin bu alandaki çalışmalarıyla
toplumun gerçek ve anlamlı bir yere geldiğini görmek
mümkündür.
Verim ilkesinde ise eğitim, sosyal bir çevre içinde sosyal bir
çalışma süreci ile sosyal bir verimle sosyal kişilikler oluşturma işidir. Sosyal çalışma, doğru ve güzel olan bir
çalışmadır ki bu da verimli çalışmanın kapısını açacaktır.
Bu şartlar var olmadıkça çalışmanın eğitimce hiçbir kıymeti
olmayacağı açıktır. Zaman içinde insanoğlunun gitgide sosyalleşmesi ancak çalışarak sosyal verim elde etmekle
olagelmiştir. Çalışmanın ve üretmenin, eğitimin yapıcı bir
unsuru olabilmesi için sosyal verime ulaşması gerekmektedir. Sosyal verimin topluma pozitif bir katkı sağlaması ise
toplumda yaşayan bireylerin bu sürece aktif bir şekilde katılmaları ile mümkün görünmektedir.
Son ilke olan başlatma ilkesiyle Baltacıoğlu, eğitimin her
şey demek olmadığını, onun sadece bir başlatma olduğunu
kastetmiştir. Daha önceki maddeleri de referans alarak eğitimin sosyal bir çevrede, sosyal çalışma ile sosyal verimi
sağlatarak sosyal kişiliği edinmeye başlatmaya yarayan bir
unsur olduğunu dile getirmiştir. Diğer dört maddenin aksine, başlatmanın öğretmenin elinde olduğunu belirterek
öğretmenin bu maddeleri eğitim görüşünde bir araç olarak
kullanabileceğini ifade edebiliriz. Başlatma bir giriştir, en
insanca olanlarla başlatma; eğitimin görevlerinden biri de
430
budur. Baltacıoğlu’na göre eğitimde de kişilik, çevre, çalışma ve verim ilkelerine uygun olmayan, hiçbir başlatma
değeri taşımayan bilgilere okullarda yer verilmeyecek, bunun yerine kişiliğin yaratılmasına elverişli çalışma
konularına değer verilerek programlar yalnızca başlatma
özelliği taşıyabilecek içerik ile geliştirilecektir. Bunlar da
bugünkü okulun tam bir bünye değişikliğine tabi tutulması ile başarılabilecek hususlardır.
SONUÇ
Çağının ötesinde bir düşünce yapısına sahip olan
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, yaşadığı dönemde ülkenin içinde
bulunduğu durumu iyi analiz etmiş ve ülkeyi kalkındıracak
çıkış yolları ortaya koymuştur. Ortaya koyduğu çıkış yollarından belki de en kıymetlisi yukarıda belirttiğimiz eğitimle
ilgili olan düşünceleriydi. O günkü şartlarda yürürlükteki
eğitim anlayışının bireysel farklılıklara önem vermediğini,
öğrencinin eğitim ve öğretim sürecine aktif katılmadığını,
bu durumun öğrencide öz güven, öz saygı ve öz sevgi oluşturmadığını, okullarda yorumlama ve değerlendirmeden
uzak ezbere dayalı bir işleyiş olduğunu görüp bu durumu
eleştirmiş ve içtimai mektep fikrini ortaya koymuştur. Baltacıoğlu, içtimai mektep fikriyle tüm bu olumsuzlukları
geride bırakıp ülkesinin eğitim ve öğretim konusunda kalkınmasını istiyordu. Ayrıca Baltacıoğlu içtimai mektep
düşüncesi ile okulun hayatın ta kendisi olduğunu belirtiyordu.
431
Yukarıda sıraladığımız içtimai mektep ilkelerinin gayesi,
eğitimin amaç ve ideallerinin topluma göre ve toplumu referans alarak belirlenmesidir. İçtimai mektep fikrinde
uygulanacak olan bu yolun başlangıç noktası, bizzat psikoloji ve sosyoloji ilimlerine göre belirlenmiştir. Baltacıoğlu,
bireyin içinde yaşadığı toplumu ve toplumu oluşturan bireyleri genel hatlarıyla tanıyabileceğine ve ancak bu sayede
millî pedagoji anlayışının oluşabileceğine inanıyordu. Baltacıoğlu’na göre ancak bu fikirlerin yol gösterdiği bir
eğitim sistemiyle yeni nesillerin millî kültür hedefi doğrultusunda yetiştirilmesi mümkündür. Şüphesiz ki millî
kültür hedefi doğrultusunda eğitim verebilmek için eğitimin kaynağını oluşturan dil, din ve sanat gibi değerlerin
tespit edilmesi, incelenmesi, anlaşılması ve gelecek kuşaklara aktarılması gerekmektedir. Kısacası içtimai mektep
fikri çok yönlü ve kapsamlı bir eğitim anlayışının yansımasıdır.
432
KAYNAKLAR
Aytaç, K. İ. Hakkı Baltacıoğlunun Hayatı ve Faaliyetleri. Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, 11 (1979): 166.
Baltacıoğlu, İ. H. Hayatım. Yeni Adam, 142 (1938): 17.
Baltacıoğlu, İ. H. Kültürce Kalkınmanın Sosyal Şartları, 1967,
73.
Tozlu, N. (). İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Eğitim Sistemi
Üzerine Bir Araştırma. Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989, 5.
Uz, F. İnkılap’tan İhtilal’e Eğitim: Pedagog İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa
Uludağ Üniversitesi, 2019.
433
YUNANİSTAN GENEL
SEÇİMİNİN ARDINDAN:
BATI CEPHESİNDE YENİ
BİR ŞEY YOK
Emrah Aslan1
Yunanistan’da geçtiğimiz mayıs ve haziran aylarında gerçekleşen genel seçimler, anketlerin öngördüğünün
aksine solun bir hayli zayıfladığı ve Yunanistan’ın demokrasiye geçişinden bu yana en sağ baskın parlamenter
aritmetiğin oluştuğu bir denklem yarattı. Oysa anketler,
her ne kadar iktidardaki Yeni Demokrasi Partisi’ni ilk sırada gösterdiyse de ana muhalefetteki Syriza’nın yüzde 2527 bandını zorlayacağını, sosyal demokrat PASOK’u ve komünist KKE’yi hesaba katınca sol partilerin parlamentoda
yüzde 40-42 aralığını bulacağını tahmin ediyordu. Fakat
sandık sonuçları anketlerden epey farklı gelmiş, haziran seçiminde üç sol partinin toplam oy oranı yüzde 36’yı ancak
bulurken solun en büyük partisi Syriza da yüzde 17’de kalmıştı.
Akdeniz ve Hamburg Üniversiteleri Ortak Avrupa Çalışmaları
Bölümü yüksek lisans mezunudur. Yazarın “Yunanistan Genel
Seçiminin Ardından: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” başlıklı
yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 1 Aralık 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
434
Bu sonuçları gördükten sonra sorulması elzem iki soru var:
1. Yakın tarihlerde gerçekleşen, 57 kişinin hayatını
kaybettiği ve ihmallerden kaynaklandığı ortaya çıktığı için toplumda yaygın bir rahatsızlık yaratan
tren kazasının ardından iktidar, gücünü nasıl koruyabildi?
2. Yunanistan gibi politik olarak heterojenliği derin ve
solun güçlü olduğu bir ülkede 4 yıldır tek başına iktidar olan bir sağ parti, gücünü nasıl koruyabildi?
Bu soruların yanıtları, aşağıda özetleyeceğimiz gelişmelerde
ve dinamiklerde mevcut.
2015-2019: YUNAN SİYASETİNDEKİ
GELENEKSEL DENKLEMİN BOZULMASI
Yunanistan 2010’lu yılların başında sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik spektrumu kökten sarsan
bir krize girdi. Uzun yıllar ertelenen ve görmezden gelinen
sorunlar, kısa bir zaman diliminde ve Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ndeki varlığını sorgulatacak ve ülkenin iflası
ihtimalini doğuracak şekilde tezahür etmişti. Ülkenin 1974
sonrası dönemde en baskın partilerinden biri olan PASOK
siyaset sahnesinden büyük ölçüde silinip giderken Yeni Demokrasi de ciddi bir güç kaybına uğruyordu. Öte yandan
siyasetin sağında Altın Şafak, solunda ise Syriza yeni ve popülist birer alternatif olarak güçlenirken Yunan siyasetinde
dengeler yeni denklemler üzerinden yürümeye başlıyordu.
435
Bu şartlar altında Ocak 2015’te yapılan genel seçimde
1974’ten bu tarafa bir ilk yaşanıyor ve merkezdeki Yeni Demokrasi ya da PASOK dışındaki bir parti, seçimi ilk sırada
tamamlıyordu. Farklı sosyalist fraksiyonların bir araya gelmesiyle oluşan ve sol popülist söylemlere sahip olan Syriza,
yüzde 36’yı aşan oy oranıyla seçimi kazanmıştı. Aynı seçimde Neo-Nazi eğilimleriyle bilinen Altın Şafak da yüzde
6 civarındaki oy oranıyla parlamentoya giriyordu. Bu bağlamıyla 2015 yılını, Yunanistan’da popülist sağ ve solun
zaferi olarak okuyabilmek mümkün. Eylül 2015’te gerçekleşen erken seçimde de benzeri sonuçlar çıkmış, küçük bir
sağ milliyetçi parti olan ANEL ile koalisyon kuran Syriza,
iktidarını korumayı bilmişti. Syriza’nın ANEL ile koalisyon kurarak ülkeyi yönettiği 4,5 yılda, esasında tam da Yeni
Demokrasi’nin 2019 ve sonrasında güçlenmesinin nedenlerini bulmak mümkün.
POST-EKONOMİK KRİZ DÖNEMİ VE
STABİLİZASYON
Syriza-ANEL koalisyonu, Yunanistan’ın Avrupa
Birliği merkezli “acı reçete” motivasyonlu ekonomik programının uygulandığı ve programın yoksullaştırıcı etkisinin
toplumu derinden etkilediği bir dönem olarak anımsanabilir. Uzun yıllar gelecekten borçlanarak AB’den gelen
fonlarla refah içerisinde yaşayan Yunanistan, 2010 yılında
girdiği borç krizinden çıkmak için AB’den gelen ekonomik
programları adım adım uyguluyordu. 2015’teki iki seçimi
de kazanan Syriza ise, bu programları reddetme üzerine kurulu bir seçim bildirgesiyle zafer kazanmış, ancak 4,5 yıllık
436
koalisyon sürecinde AB programlarını harfiyen uygulamıştı. Toplum nezdinde Syriza’yı inandırıcılıktan uzak
kılan ilk ve en önemli kırılma bu olmuştu. Öte yandan Syriza’nın ikircikli hali uluslararası finans kurumlarında ve
Batılı ülkelerde de soru işaretleri yaratıyor ve Yunanistan’ın
normalleşme sürecini yavaşlatıyordu. Syriza’nın toplumda
yarattığı büyük beklentilere karşı uygulamalarıyla aslında
klasik bir merkez partisi olduğu düşüncesi, Syriza’yı bir çekim merkezi olmaktan adım adım uzaklaştırmaya
başlıyordu.
PASOK’un siyaset sahnesinden silindiği, Syriza’nın inandırıcılığını kaybettiği ve Neo-Nazi Altın Şafak liderlerinin
cezaevine gönderildiği bir ortamda Yeni Demokrasi Partisi,
48 yaşındaki genç siyasetçi Kiryakos Mitsotakis’i genel başkanlığa getiriyordu. Eski başbakan ve Yunan merkez
sağının sembol isimlerinden Konstantinos Mitsotakis’in
oğlu olan Kiryakos Mitsotakis, Amerika’da eğitim almış,
dünyaya açık, genç bir liberal siyasetçi olarak modern ve
dünyaya entegre olmuş bir Yunanistan söylemiyle yola çıkmıştı. Bu şartlar altında 2019 genel seçimlerine giden
Yunanistan’da Yeni Demokrasi, yüzde 40’a yaklaşan oy
oranıyla tek başına iktidara geliyordu ve Mitsotakis, salt çoğunluğa sahip şekilde Başbakan oluyordu.
Mitsotakis’in iktidara gelişi, özellikle AB kurumlarında ve
uluslararası finans çevrelerinde büyük bir rahatlama sağladı. Ekonomik olarak Yunanistan’ı liberalleştirme
vizyonundan bahseden, kamu kapsamlı olarak sektörünün
küçülmesini ve özel teşebbüsün desteklenmesini öncelikli
437
hedef olarak gören bir iktidarla çalışmak, Batılı ülkeler ve
kurumlar için Yunanistan’ı daha cazip hale getiriyordu. Bu
nedenle 2019’dan bugüne kadar devam eden süreçte Yunanistan, 2019 öncesine kıyasla daha yoğun yabancı sermaye
girişini sağlamış, yükselen kredi notları ile daha ucuz faizlerle uluslararası kredilere erişebilir hale gelmiştir. Tüm bu
gelişmelerin en önemli yansıması ise, şüphesiz toplumun
ekonomik alım gücünün hissedilir düzeyde artması ve 2010
borç krizi sonrasında oluşan yoksulluk ve ekonomik küçülme travmasının ilk kez tersine dönmesiydi. Ayrıca Yeni
Demokrasi’nin, Syriza’nın aksine programıyla uygulamaları arasında derin farklar olmadığı için, seçmen nezdinde
de bir inandırıcılık krizi bulunmuyordu. Bu bağlamıyla
2019’da Yeni Demokrasi iktidarıyla başlayan dönemi, 2010
borç krizi sonrasındaki normalleşme ve krizden çıkma dönemi olarak görmek gayet mümkündür. Seçim sonuçları da
bu sınıflandırmanın toplumda epey karşılık bulduğunu
göstermektedir.
SOLUN BİTMEYEN SAVAŞLARI
2019 sonrasındaki en önemli gelişmelerden bir tanesi, Yunan solunun ciddi bir parçalanma sürecine
girmesiydi. 2015’te solun gerçek öncüsü ve en güçlü partisi
olduğunu ilan eden Syriza’nın adım adım güç kaybettiği bu
süreçte, 2010 borç kriziyle siyaset sahnesinden silinen
PASOK biraz toparlanırken komünist KKE de yüzde 8’i
zorluyordu. 2023 itibariyle her üç partinin toplam oy oranı
ancak yüzde 37’yi bulurken solun mevcut görüntüsü derin
438
bir dağınıklık ve yenilgi halinden başka bir şeyi göstermiyor. Tarihsel olarak sol hareketlerin ve partilerin her zaman
iktidar olmaya yakın bir güce sahip olduğu Yunanistan siyaseti, ilk kez bu kadar sağa kaymış halde bulunuyor.
Soldaki ağır bölünmeyi gayet iyi okuyan Mitsotakis, bir taraftan partisindeki milliyetçi ve muhafazakâr çizgideki
kanadı idare ederken öte yandan daha merkezci ve ilerici figürlere ve söylemlere de yer vererek tam anlamıyla bir
merkez siyasetçisi olmayı ve küskün sol seçmenin bir kısmından da oy almayı başarmış görünüyor. Söz gelimi
Mitsostakis’in geçtiğimiz aylarda evlilik eşitliği düzenlemesini destekleyen bir açıklama yapması 2 gibi çıkışlar, onu
açıkça partinin ilerici ve liberal kanadında konumlarken
merkezdeki kararsız seçmenden ve soldaki küskün seçmenin bir kısmından oy almasını sağlıyor. Kiliseyle yakın
ilişkileri olan ve ciddi bir muhafazakâr tabana ve siyasi figürlere sahip bir parti için kimi ilerici siyaset iddialarının
kolay olmadığını, Mitsotakis’in bu dengeyi oldukça iyi yönettiğini vurgulamak gerekiyor.
SONUÇ YERİNE
Yunan toplumu, ekonomik anlamda ağır travmalar
getiren 2010 borç krizinin ardından ekonomik büyümeyi
ve artan alım gücünü sağlayan, uluslararası kurumlarla ve
2
https://www.ekathimerini.com/news/1214741/mitsotakissays-government-plans-to-legalize-same-sex-marriage/ (Erişim:
28 Kasım 2023)
439
Batılı devletlerle istikrarlı ilişkilere sahip, siyasi bölünmüşlükten ve çekişmelerden uzak bir görüntü çizmeyi başarmış
bir siyaseti tek başına iktidarda tutmaya devam ediyor. Ne
tren kazasındaki ihmaller ne de Mitsotakis’in 4 yılı aşkın süredir iktidarda olmasının getireceği olası iktidar
yorgunluğu bu denklemi değiştirecek bir etkiye sahip olabildi. Yakın gelecekte de Yeni Demokrasi’nin gücünü
azaltacak ve onu iktidardan düşürecek güçlü bir sol dalganın yaşanma ihtimali pek mümkün görünmüyor. 1974
sonrası dönemin en sağa kırmış günlerini yaşayan Yunanistan, bir süre daha bu yolda ilerleyecek gibi görünüyor.
440
NÂZIM HİKMET’İN AŞKI:
HATIRALARI IŞIĞINDA ŞAİRİN
GİZEMLİ İLHAM PERİSİ
VERA TULYAKOVA
Margarita Tuna1
“Her günüm mis gibi dünya kokan bir kavun dilimi
senin sayende.
Bütün yemişler elime güneştenmişim gibi uzanıyor
senin sayende.
Senin sayende yalnız umutlardan alıyorum balımı.
Yüreğimin çalışı senin sayende.
En yalnız akşamlarım bile duvarında gülen bir Anadolu kilimi
senin sayende.
Şehrime ulaşmadan bitirirken yolumu
bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende.
Senin sayende, içeri sokmuyorum
en yumuşak urbalarını giyip
Büyük rahatlığa çağıran türküleriyle kapımı çalan ölümü.”
Fransa Siyasi Bilimler Akademisi (Sciences Po) Uluslararası İlişkiler Programı yüksek lisans mezunudur. Yazarın “Nâzım
Hikmet’in Aşkı: Hatıraları Işığında Şairin Gizemli İlham Perisi
Vera Tulyakova” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 8
Aralık 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
441
Altı yıl önce Nâzım Hikmet’in şiirlerini ilk okuduğumda, şairin imzasının arkasındaki hikâyeden haberdar
değildim. Sonra sanatının ve eserlerinin ona “Türk Puşkin”
sıfatı kazandırdığını öğrendim. Şiirlerinin Fransızca ve
Rusça tercümelerini okuduktan sonra Türkçe öğrenmeye
ve ruhunu yansıttığı dizeleri özgün dilinde okumaya karar
verdim. “Mavi gözlü dev” olarak da anılan Türk şairi aynı
zamanda komünist, devrimci, adalet savaşçısı ve Türk
Cumhuriyeti’yle Sovyetler Birliği’nde halk yazarı idi. Hikmet’in bütün hayatı aşktan ibaretti: Hayatı, kadınları,
doğayı, vatanı Türkiye ile ikinci memleketi olan Rusya’yı
tutkuyla sevmişti. Aydın ve çok yönlü bir insandı; başından
geçen zorlu olaylara ve ağır trajedilere rağmen yüksek mizah anlayışı ve engin neşesiyle herkesi şaşırtıyordu. Ömrü
fikirleri yüzünden hapislerde geçen şairin yolu Sovyetler
Birliği’ne düştüğünde ise gelecekteki eşiyle ve ilham perisiyle tanışacağından habersizdi.
ŞAİRİN İLHAM PERİSİ
Vera Tulyakova, Nâzım’ın son karısı ve en büyük
aşkıydı. Altmış yaşındaki şaire aşık olduğunda sadece yirmi
üç yaşındaydı.
Vera, 19 Mayıs 1932 tarihinde Moskova yakınlarındaki
Bolşevo’da doğdu. Ailesi, Tulyakovlar, eski bir tüccar ailesiydi ve Devrim’den önce çok zengindiler. Fakat Bolşevik
Devrimi sonrasında zora düştüler. Vera’nın babası Vladimir 1943 yılında İkinci Dünya Savaşı sırasında öldürüldü.
Annesi Mariya da varlıklı bir aileden geliyordu. Ne var ki
442
doğum esnasında hayatını kaybetmişti. Ailede yalnızca
baba komünist ideallere sahipti, tıpkı Nâzım’ın ileride paylaştıkları gibi.
Yetim olarak büyüyen Vera, 1950’de Gerasimov Sinematografi Enstitüsü’ne (VGIK) girdi. 1955’te buradan mezun
oldu ve bir senarist olarak kariyerine başladı. VGIK’de senaryo atölyelerine yirmi yıldan uzun süre boyunca yön
verdi. Nâzım’la hikâyesi de yine bu alanda, 1950’lerde, animasyon stüdyosu Soyuzmultfilm’de başladı. Buradaki ilk
işi bir Arnavut masalı üzerineydi. Fakat ne o ne de meslektaşları Arnavutluk hakkında bir bilgiye sahipti. Bu sebeple
bir Türk’e, Nâzım’a, danışma ihtiyacı duydular. Ve şairin
ilham perisiyle tanışıklığı böyle başladı.
İlişkileri kısa zamanda çok daha büyük bir aşka dönüştü.
Ancak ikisinin de bağlılıkları vardı: Nâzım, Galina Kolesnikova adlı kendisini tedavi eden genç bir doktorla
birlikteyken Vera da evli ve bir kız çocuğu sahibiydi. Yine
de Nâzım vazgeçmedi ve engel tanımadı. Film stüdyosuna
çiçekler, çikolatalarla geldi; sadece sesini duymak için
Vera’yı arayıp durdu. Kötüleşmekte olan sağlığı yüzünden
bu güzel Sovyet kadınıyla beraber olamayacağından,
onunla evlenemeyeceğinden korkuyordu. Vera’nın korkuları ise başkaydı. Nâzım’ın onun başını kapatıp
kıyafetlerine karışacağından korkuyordu:
“…ancak resmen evlenmemiz rahatlatacaktı onu.
443
Fakat artık güvenemiyordum ona. Daha evli değilken
böyle yaparsa, evlendiğimizde ülkesinin köylerinde rastlanan kıskanç erkeklerden biri olup çıkacağını
düşünüyordum. Bu tür adamlardan kendisi de söz etmişti bana. Bunlardan karılarını öldüren kimileriyle
birlikte hapis de yatmıştı. Cahil bir Türk köylüsü gibi
davranacak, yüzümü kapattıracak, her şeyi yasaklayacak, beni dört duvar arasına kapatacak ve kendisinden
bile kıskanacak gibi geliyordu bana. Ve ayak diriyor,
‘Olmaz,’ -diyordum, ‘devrimden sonraki gibi yaşayalım.’”2
Vera, ayrıca ailesine ihanet ediyormuş gibi hissediyordu.
Hatıratı Nâzım’la Son Konuşmalar’da anlattığı gibi her
seferinde “Hayır” diyordu şairin tekliflerine. Ama günün
sonunda yine sevgilisine koşuyordu. Genelde birlikte markete uğrarlardı ve sonrasında Nâzım onu taksiyle evine
bırakırdı. Hepsi bu kadardı.
Çaresiz şair, sonunda şair ve yazar dostu Mihail Volpin’e
başvurdu. Vera’nın da olduğu bir toplantıda evlilik lehine
argümanlarını sundu. Özellikle Tulyakova’nın pasaportundan ürkmekteydi ki devrin yasalarına göre seyahat
esnasında Nâzım’la birlikte aynı otel odasında kalamazdı.
Aynı şekilde birlikte yurt dışına da çıkamazlardı. Dahası,
Vera Tulyakova, Posledni razgovor c Nazımom (Moskova:
Vremya, 2009), 150. Kaynak metin Rusça olmasına rağmen buradaki alıntılar Ataol Behramoğlu’nun Tulyakova’nın
hatıralarını tercümesindendir (Nâzım’la Son Söyleşimiz, İstanbul: AD Yayıncılık, 1997, 281.)
2
444
Nâzım artık fazla vaktinin kalmadığını hissediyor ve ne pahasına olursa olsun sevgilisiyle resmen evlenmek istiyordu.
Nâzım’ı dinledikten sonra Volpin Vera’ya döndü ve “Evlen
onunla!” dedi. Kısa süre sonra kocasını bırakan Vera,
1960’ta Nâzım’la evlendi.
Üç yıllık evliliklerinden önce ve sonra bazen ayrılıkları
oldu, Nâzım siyasi ve sosyal nedenlerle farklı ülkelere gittikçe. Şair bu süre zarfında yazmaya ara vermedi. Ama
yalnızlık, Vera’sızlık onu derinden etkiliyordu. Sensiz Paris şiirinde (1958) bunu vurguluyordu:
Sensiz Paris, gülüm,
bir havayi fişeği
bir kuru gürültü
kederli bir ırmak.
Yıktı mahvetti beni
Pariste durup dinlenmeden, gülüm,
seni çağırmak.
“Saman sarısı” diyordu Vera’ya Nâzım:
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık.
Fakat bu bahtiyarlık uzun ömürlü olmayacaktı.
445
AYRILIK
Şairin gittikçe kötüleşen sağlık durumuna rağmen
Vera mutluluğunun kısa süreceğini tahmin etmiyordu. Evlendikten üç yıl sonra Nâzım, 3 Haziran 1963’te kalp krizi
geçirerek hayatını kaybetti. Yaz başında yaşanan bu olayı, o
sabahı, Vera Vladimirovna hatıratında büyük üzüntüyle
anlatıyor. O sabah uyandığında eşini uyandırmamak için
yataktan uzun süre kalkmamıştı. Postacı saat tam 7.20’de
gelmişti.3 Nâzım, her zamanki gibi posta kutusunun çıkardığı metal sesini duyunca kalkmış, yatak odasından çıkıp
salona geçmiş, evin girişine geldikten sonra gazeteleri almak
için uzandığında ölmüştü. Doktorlara göre düşmeden önce
durmuştu kalbi. Ölmeden yazdığı son şiiri de yine Vera
için, Vera’nın fotoğrafının arkasına yazmıştı. Genç kadın
fotoğrafı ölü kocasının yanında görmüştü.
“O sabah, henüz evden götürmemişlerken seni, pasaportunu istettiler. İlk kez ceketinin cebine soktum elimi.
Cüzdanının içinde buldum pasaportunu, açtım ve eski
bir fotoğrafımı gördüm içinde onun. 1957’de ‘portre’
değiş tokuşu yapmıştık seninle, anımsarsın. Sen kendininkinin arkasına ‘Vera kızıma’ diye yazmıştın
kurnazca ve okla yaralı, ağlayan bir yürek çizmiştin.
Ben hiçbir şey yazmamıştım kendiminkinin arkasına.
O sabah rasgele elimde çevirirken fotoğrafımı, arkasından senin küçük harfli el yazınla yazılmış şiirin
çıkıverdi karşıma:
3
Tulyakova, çev. Behramoğlu, age, 305.
446
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm
Şimdi durmaksızın, bu şiiri ne zaman yazdığını düşünüyorum
Nâzım? Bir ip ucu ver, yardım et anlamama.”
HATIRAT VE SONRASI
Nâzım’la Son Söyleşi yalnızca Vera’nın hatıratı değil, aynı zamanda bu dünyayı çoktan terk etmiş kocasıyla
baş başa verip ona içini döktüğü bir metindir. Nâzım’sız
kaldığında otuzlu yaşlarının başındadır. Önünde daha
uzun bir ömrü olsa bile artık ilham verdiği büyük şair yanında olmayacaktır. Bu sebeple yazmayı, yaşadıklarını ve
tanıklık ettiklerini anlatmayı sadece bir görev olarak görmez; bu aynı zamanda onun acısını aşması için de bir
yöntemdir.
Bu dünyadan ve geride bıraktığı eserden tatmin olmuş bir
şekilde ayrıldı Vera. 2001’deki vefatından az önce kızına
“Bu kitabı yazan genç ve cesur kadına büyük saygı duyuyorum” demişti. Kızı Anna’nın aktardığına göre Vera,
Nâzım’ın kabrini şair öldükten sonraki ilk yıl her gün ziyaret etmişti. Bu ziyaretlerden önce şairin sevdiği çiçeklerden
447
seçer ve mezarına bunları bırakırdı. 4 Toprağa dokunur, garip bir yüz ifadesi takınır ve dalar giderdi. Bir süre sonra
kendine gelip veda vakti çattığında ise “Yarın görüşürüz,
Nâzım” derdi.
Genç ve cesur kadın uzun yıllar kanserle mücadele etmiş,
Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne akın eden sanatçı ve
Nâzım sevdalısı dostları ağırlamış ve ölene dek başucundan
şairle beraber Paris’te çektirdikleri üç kareyi ayırmamıştı.5 Şimdi ikisi birlikte uyuyorlar.
Aşklarının üzerinden altmış yılı aşkın zaman geçmesine
rağmen Nâzım’ın şiirleri ve Vera’nın satırları bu ilişkiye tanıklık ediyor. Bu ilişki sayesinde bugün Nâzım’ın olgunluk
ve geç dönem şiirleri arasında en yetkin ve en tutkulu mısralara sahibiz. Aşkın gücü hakikaten inanılmaz: Bir Türk
şairi ve bir Rus yazarının hissettikleri ve yaşadıkları kalbi en
donuk insanda bile fırtınalar yaşatmaya yetiyor.
4
5
Tulyakova, Posledny razgovor c Nazymom, 383.
Tulyakova, 396.
448
FOTOĞRAFLAR6
Fotoğraflar telif hakkına sahip olup yazarın kendisi Margarita
Tuna’dan temin edilmiştir.
6
449
“1923 ENFLASYONU:
SAVAŞ, PARA, TRAVMA”
SERGİSİNDEN NOTLAR
Beste İrem Köse1
Türkçeye 1923 Enflasyonu: Savaş, Para, Travma
olarak çevirebileceğimiz Inflation 1923: Geld, Krieg, Trauma adlı sergi, 3 Mayıs-10 Eylül 2023 tarihleri arasında
Almanya’nın Frankfurt kentinde meraklılarıyla buluştu.
Almanya’da Weimar Cumhuriyeti yönetimi altında 1923
yılında zirve noktasına ulaşan hiperenflasyonu konu alan
sergi, yalnızca bu krizin nedenleri ve sonuçlarını tarihsel
bağlama oturtmakla kalmayıp kıtlık, karaborsa ve yağmaları içeren travmaların Frankfurtluların kolektif hafızasında nasıl bir yer kapladığını da sorguluyor.
Enflasyonu tanımlayıp sebepleri ve sonuçlarını kısaca açıklayarak misafirlerini karşılayan sergi, Birinci Dünya
Savaşı’nın hemen sonrasında Alman millî savunma tahvillerinin çok büyük oranda değer kaybettiğini ve bunun
erken dönem Weimar Cumhuriyeti’nde yaşayanların sırtına ağır bir yük bindirdiğini anlatmaya girişiyor. Daha
Goethe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü doktora öğrencisidir.
Yazarın “‘1923 Enflasyonu: Savaş, Para, Travma’ Sergisinden
Notlar” başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 15 Aralık
2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
450
sonra ise misafirlerini bu soyut ve yazılı anlatımdan uzaklaştırarak enflasyonun 20. yüzyılın başlarında yaşayan bir
Alman’ın hayatı için tam olarak ne ifade ettiğine odaklanmasını sağlıyor. Böylelikle 1923’te yaşayan bir Alman’ın
günlük hayatında ne giydiği, hayatını idame ettirebilmek
için neleri takas etmek zorunda kaldığı önem kazanıyor.
Sergiyi gezenler bunları somutlaştıran objeleri yakından inceleyebildiği gibi o yılın gazetelerine, dergilerine de göz
atabiliyor. Dönemin protest eserlerinin çoğu, savaşın bedelini bir deri bir kemik kalmış sıradan halkın ödediğine
dikkat çekerken aynı zamanda devleti obur, aç gözlü ve şeytani biçimlerde resmediyor.
Sergiyi gezerken dönülen her bir yön sizi enflasyonun başka
bir ağır bedeliyle karşılaştırıyor. Örneğin eski bir radyonun
üzerine şu not düşülmüş: “Karaborsa ve takas, resmî olarak yasaklanmış olmasına rağmen ticari satışların
neredeyse yarısı bu şekilde gerçekleşmeye başlamıştı. Her
türden gıda, şahsi ürün ve lüks ürün artık takas edilir hale
gelmişti.” Sergi salonunun oldukça merkez bir noktasında
ise bir sepet dolusu Alman markı yer alıyor. Sergi, paranın
miktar olarak çokluğuna rağmen gittikçe azalan değerini ve
dönemin insanlarının hayatından kopardıklarını öylesine
vurucu bir şekilde anlatıyor ki bu sepet dolusu Alman markına herhangi bir not düşülmeye gerek duyulmamış.
Sergi, misafirlerini günümüzde Almanya’da artan enflasyona dikkat çekerek uğurluyor. Ağustos 2021 itibarıyla ilk
defa yüzde 3’e ulaşan ve Temmuz 2022’de yüzde 8,9’u gören enflasyonun neden ve sonuçlarına dair kısa bir
451
yorumda bulunuyor. 2015’ten itibaren nispeten olumlu
bir seyirde ilerleyen ekonomik dönemin 2020’de pandemi
kaynaklı ani bir bunalımla karşılaştığını ve Şubat 2022 itibarıyla Ukrayna savaşının küresel etkilerinden payını
aldığını açıklıyor. Pandemi, aşırıya kaçan hükûmet harcamaları ve borçlanmaları, bozulan tedarik zincirleri, kalifiye
işçi açıkları ve enerji fiyatlarındaki artışla beraber Avrupa’da enflasyonun bu boyutlara ulaşmasının kaçınılmaz
olduğunu ekliyor. Elbette Avrupalı misafirlerini tehlikenin
boyutuna dikkat etmeye davet eden bu kapanışın, Türkiye’den gelen bir misafir için bambaşka şeyler ifade etmesi
kaçınılmaz. Zira enflasyon “uzakta bir yerlerde bizi bekleyen” tehlikeden öte günlük hayatımızın çok önemli bir
parçası ve çoktan ağır bedeller ödemeye başladık bile.
452
FUTBOLUN İSTENMEYEN
İŞLEVİ:ŞİDDET
Emre Duman1
Modern futbol 19. yüzyılda Britanya’da ortaya çıkan, kısa sürede önce Avrupa’ya sonrasında tüm dünyaya
yayılıp insanların ilgi odağı haline gelen bir takım sporudur. Her ne kadar 19. yüzyılda Britanya’dan dünyaya
yayılmış olsa da hem Britanya topraklarında ilkel örnekleri
hem de dünyanın diğer medeniyetlerinde çok daha önceden aynı mantıkla oynanan çeşitleri vardır. Japonya’da
“Kemari”, İtalya’da “Calcio”, Türklerde ise “tepük” denilen versiyonları mevcuttur. Futbolun en eski versiyonu ise
Çinlilere ait olan “cuju” sporudur. Cuju sadece vakit geçirmek, egzersiz ve eğlence için yapılan bir spor değildi, aynı
zamanda askerlerin antrenmanıydı. Li You adlı Çinli şairin
cuju üzerine yazmış olduğu şiire bakıldığında; futbolun, askerlerin ordu içinde nasıl hareket etmesi gerektiğinin
anlatıldığı bir savaş simülasyonu olduğu görülür. Kısaca
futbol, Clausewitz’in karşılıklı aşırılığın ve çatışmanın bir
taraf pes edinceye kadar şiddetlenmesi olarak tarif ettiği savaşın hazırlığı olarak ortaya çıkmıştır. Futbolda holiganizm
Millî Savunma Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisidir. Yazarın “Futbolun İstenmeyen İşlevi: Şiddet” başlıklı yazısı
yarininkulturu.org/ sitesinde 22 Aralık 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
453
üzerine çalışmalar yapan İngiliz sosyolog Ian Taylor’a göre
ise şiddet, futbolun temel işlevleri arasındadır. Çünkü futbol, kalabalıklar karşısında rekabet ortamında oynanır ve
bu kalabalıklar insanları normal hayatlarında yapamadıkları eylemleri yapmaya iter. Tüm bunlardan dolayı, futbolu
şiddetten tamamen arındırılmış olarak görebilmek maalesef çok zordur.
Şiddet olayları, futbol kurumsallaşmadan önce başlamıştır.
14. yüzyıl İngiltere’sinde henüz modern kurallarıyla oynanmayan futbolda artan şiddet olayları yüzünden İngiliz kralı
II. Edward futbolu yasaklamıştır. Futbolun kurumsallaşmasının ardından, 20. yüzyılın ikinci yarısıyla beraber,
şiddet olayları can kaybına neden olacak duruma gelmiştir.
Bunların en şiddetlilerinden olan 1964 senesinde Peru-Arjantin karşılaşmasında 320, 1994 senesinde KolombiyaABD karşılaşmasında 24, 1985 senesinde Liverpool-Juventus maçında ise 39 kişi hayatını kaybetmiştir.
Diğerlerinden farklı olarak 1994 Dünya Kupası’nda gerçekleşen Kolombiya-Amerika Birleşik Devletleri karşılaşmasında Kolombiya millî takımının bir futbolcusu öldürülmüştür. Turnuvanın gizli favorilerinden olan
Kolombiya ile ABD karşılaşmasında Kolombiya’nın “Futbolun Centilmeni” lakaplı savunma oyuncusu Andres
Escobar kendi kalesine talihsiz bir gol atmıştı. Devamında
ise Kolombiya müsabakayı kaybetmiştir ve ilerleyen süreçte
turnuvanın grup aşamalarından çıkamamıştır. Turnuva
sonrası Andres Escobar, ölüm tehditlerine rağmen ülkesine
geri dönmüş ve takım arkadaşlarıyla beraber halktan özür
454
dilemek amacıyla Medellin’de bulunan bir bara vakit geçirmeye gitmiştir. Barda insanlar tarafından sözlü tacize
uğrayan Escobar, gece mekândan ayrıldıktan sonra silahla
vurularak öldürülmüştür. Aynı dönemde ülkemizde yaşanan en şiddetli futbol olayı ise 17 Eylül 1967 tarihinde
gerçekleşen Kayserispor-Sivasspor karşılaşması sonrası çıkan olaylarda 41 kişinin hayatını kaybetmesidir.
Bugün ülkemizde toplu ölümlerin yaşandığı futbol olayları
çok görülmemektedir ama futbolda şiddet ülkemizde kendisini sürekli hatırlatmaya devam etmektedir. Bunlardan
en güncel olanı ise Süper Lig’in 15. haftasında Ankara Eryaman Stadyumu’nda MKE Ankaragücü ve Çaykur
Rizespor arasında gerçekleşen karşılaşmanın hemen ardından Ankaragücü kulübünün başkanı Faruk Koca’nın
sahaya inerek karşılaşmanın hakemi Halil Umut Meler’i
darp etmesidir. Maç sırasında hakem Halil Umut Meler,
MKE Ankaragücü öndeyken Ankaragücü futbolcusu A.
Sowe’a kırmızı kart göstermiş ve bu kararı Ankaragücü tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Çaykur Rizespor
takımı ise son dakikada golü bulup karşılaşmayı berabere
bitirmiştir. Hemen devamında da yukarıda bahsedilen şiddet olayı yaşanmıştır. Karşılaşmadan sonra Faruk Koca
gözaltına alınmış, yaptığı eylemi bir anlık öfkeyle yaptığını
belirterek Halil Umut Meler’den özür dilemiştir. Bu olay
karşısında ise hakemler tepkilerini göstermiş ve Türkiye’de
ligler bir haftalığına ertelenmiştir.
Faruk Koca ve Halil Umut Meler arasında yaşanan olay
Türk futbolunun yakın tarihi için bir ilk değildir. Bir sene
455
önce yine bir Ankaragücü maçında taraftar sahaya inerek
Beşiktaş futbolcularına saldırmış ve Beşiktaşlı futbolcu Josef de Souza taraftara müdahale etmiştir. Bunun ardından
karşılaşmanın hakemi Mete Kalkavan, de Souza’ya kırmızı
kart göstermiştir. Beşiktaş yönetimi kartın iptal edilmesini
istemiş, Josef de Souza ise yaptığının sadece savunma amaçlı
olduğunu belirtmiştir. Olayın ardından devre arasında Beşiktaş’tan ve ülkeden ayrılan Josef de Souza, yapmış olduğu
sosyal medya paylaşımında “Bir oyuncuyu öldürdükleri
veya en sevdiği şeyi yapmasını engelleyerek sakat bıraktıkları gün, ya da aynı şekilde daha ciddi bir şekilde bir hakeme
saldırdıkları gün beni hatırlayacaksınız” sözlerini kullanmıştır. Josef de Souza olayın üzerinden bir buçuk sene
geçtikten sonra acı şekilde haklı çıktı. Aslında bu olay yakın
dönemde Türkiye’de hakeme yapılan ilk saldırı değildi.
2016 senesinde Trabzonsporlu bir taraftar hakem Volkan
Bayarslan’a maç sırasında saldırmıştı. Üstelik bu olayda saldırgan, taraftarları tarafından bir kahraman olarak
karşılanmıştı. 2009 senesinde ise Diyarbakırsporlu taraftarlar İstanbul Büyükşehir Belediyespor’a karşı oynadıkları
karşılaşmada maçın hakemi Hüseyin Göçek’i linç etmişlerdi. Ancak kulüp başkanının hakeme saldırması ilk kez
gerçekleşti. Daha önce sadece eski Fenerbahçe başkanı Aziz
Yıldırım, gerekirse hakem odasını basacağını söylemiş ve
hakem Özgür Yankaya’nın bir daha Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu
Stadyumu’na
gelmesi
halinde
oradan
çıkamayacağını söyleyerek kendisini tehdit etmişti. Yaşanan diğer şiddet olayları arasında, 2013 senesinde
456
Galatasaray-Fenerbahçe derbisinden sonra Fenerbahçeli taraftar Burak Yıldırım’ın rakip takımın taraftarları
tarafından bıçaklanarak öldürülmesi ve 2010 senesinde
Mersin İdman Yurdu-Samsunspor karşılaşmasında Mersin
İdman Yurdu antrenörü Yüksel Yeşilova’nın altı yerinden
bıçaklanması vardır.
Hiç can kaybı yaşanmamış olmasına rağmen en şiddetli
olan saldırı, 4 Nisan 2015 tarihinde Fenerbahçe takım otobüsüne yapılan silahlı saldırıdır. Beş gollü galibiyetle
Rizespor deplasmanından dönen lider Fenerbahçe, Trabzon havalimanına giderken Araklı yolunda silahlı saldırıya
uğramıştır. Dönemin Trabzon valisi yaptığı ilk açıklamada
saldırıda taş kullanıldığını söylemiş, ardından bu ifadesini
av tüfeği olarak değiştirmiştir. Saldırıda doğrudan otobüs
şoförü hedef alınarak tüm Fenerbahçe kafilesi öldürülmek
istenmiş ama olay sadece şoförün yaralanmasıyla atlatılmıştır. Olaydan sonra Fenerbahçe yönetimi olay aydınlanana
kadar maçlarının ertelenmesini istemiş ve saldırıyı Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından Fenerbahçe’ye karşı
başlatılan 3 Temmuz kumpas sürecinin zirvesi olarak tanımlamıştır. Ancak Türkiye Futbol Federasyonu, ligi
sadece bir hafta ertelemiş ve Fenerbahçe’nin maça çıkmadığı durumda sonuçlarına katlanacağını ifade etmiştir.
Olayın soruşturma kısmında ise 7 Nisan 2015 günü iki şüpheli gözaltına alınmış, sorgulamada suçlarını itiraf etmiş
ama mahkemede bu itiraflarını geri çekerek serbest bırakılmıştı. 2019 senesinde soruşturmayı yapan ekip FETÖ
457
bağlantılarından dolayı meslekten ihraç edilmiştir. Fenerbahçe Spor Kulübü olayı aydınlatmak için ne kadar
mücadele etse de saldırı faili meçhul olarak kalmıştır. Bu
olay Türkiye’de ve dünyada yaşanan futbolda şiddet vakalarının başka bir amaca hizmet ettiği ihtimalinin göz ardı
edilemeyeceğini göstermiştir. Gösterdiği bir diğer şey ise,
yazının başlarında bahsettiğimiz gibi, futbolda oluşan şiddetin bilinen sebeplerinin dışında sebeplerinin de
olabileceğidir.
Sonuç olarak, dünya üzerinde oynandığı ve takip edildiği
sürece futbolda şiddet olayları yaşanmaya maalesef devam
edecektir. Güvenlik önlemleri şiddet olaylarını sıfıra indirmek için alınacak en önemli tedbirdir ve daha da
arttırılmalıdır. Zaten futbol bir savaş simülasyonu olarak
doğduğundan şiddeti doğal olarak içinde barındırır. Bu
yüzden futbolda yaşanan şiddet sadece dışarıdan sahaya
doğru değildir; şiddet saha içerisinde de futbolcular, antrenörler ve hakemler arasında yaşanmaktadır. Bunun
sonucunda failler maça çıkamama cezasından futboldan
men cezasına kadar cezalar almaktadır. Bunun dışında, yaşanan şiddet olaylarını sıfıra indirebilmek için güvenlik
önlemlerinin alınmasının yanında futbola dışarıdan müdahalenin engellenmesini ve sadece saha içinde yaşananların
futbolun gidişatına yön vermesini sağlamak gerekmektedir.
458
TÜRKİYE’NİN SİBER UFKU:
100. YILINDA GELECEĞE BAKIŞ
Ayşe Özge Erceiş1
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 11 Eylül saldırıları
sonrasında internetin yaygınlaşması hem faydalı hem de
riskli yeni dinamikler getirmiştir. Siber alan, birçok güvenlik tehdidi ve risk barındıran ve kullanıcının günlük
bağımlılığını artıran bir alan olarak ortaya çıkmıştır. İnternet, iletişim aracı olmanın ötesinde, siber saldırıların ve
tehditlerin hedefi haline gelmesiyle stratejik bir öneme bürünmüştür. Siber tehditlerin artışı, internetin artan değeriyle paralel olarak, bilişim teknolojileri aracılığıyla hem iç
hem de dış düzeni bozma potansiyeline sahip tehditlerin
varlığını göstermektedir.2
İnternetin aniden yaygınlaşması, bireyler için geniş özgürlüklerin yanı sıra bilişim sistemlerinin kötüye kullanılması-
Paris-Panthéon-Assas Üniversitesi’nde doktora adayıdır. Yazarın “Türkiye’nin Siber Ufku: 100. Yılında Geleceğe Bakış”
başlıklı yazısı yarininkulturu.org/ sitesinde 29 Aralık 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
2
Bıçakçı, S., Ergun, D., & Çelikpala, M. Türkiye’de Siber Güvenlik. EDAM Siber Politika Kağıtları Serisi 1 (2015): 30-31.
1
459
na ve suç oluşturma mekanizmalarına yol açmıştır.3 “Siber”
kavramı, bilgisayar ve ağ sistemlerini tanımlamakta kullanılırken “siber alan” terimi, etkileşimde kullanılan yazılım ve
donanımları içeren geniş bir altyapıyı ifade etmektedir.4 Siber saldırılar, bilgi sistemlerine ve kritik altyapılara karşı
koordineli ve planlı eylemleri tanımlamaktadır.5
1990’larda “siber güvenlik” terimi, ağ bağlantılı bilgisayar
sistemlerinin güvenlik sorunlarını ifade etmek için kullanılmaya başlanmış ve zamanla bilişim sistemlerinin temel
bileşeni olan bilginin korunmasına odaklanmıştır.6 Siber
tehditler; haberleşme sistemleri, bilgisayar ağları, enerji ve
ulaşım altyapıları, askerî komuta ve kontrol sistemleri gibi
kritik yapıları hedef alacak şekilde genişlemiş ve bu durum,
söz konusu yayılmanın gelecekte önemli bir sorun olarak
Alaca, B. Ülkemizde Bilişim Suçları ve İnternetin Suça Etkisi
(Antropolojik ve Hukuki Boyutları ile). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Antropoloji Anabilim Dalı. Ankara, 2008.
4
NATO. (2012). National Cyber Security Framework Manual,
https://ccdcoe.org/multimedia/national-cyber-security-framework-manual.html.
5
Aslay, F. Siber Saldırı Yöntemleri ve Türkiye’nin Siber Güvenlik Mevcut Durum Analizi. Erzincan Üniversitesi, Bilgisayar
Mühendisliği, Mühendislik Fakültesi, 2017.
6
Hansen, L., & Nissenbaum, H. “Digital Disaster, Cyber Security and the Copenhagen School”, International Studies
Quarterly 53 (2019): 1155-1175.
3
460
kalacağı beklentisine yol açmıştır.7 Bu nedenle, etkin savunma sistemlerinin kurulması, acil durum planlamaları,
hızlı tespit ve yanıt mekanizmalarının geliştirilmesi ve kapsamlı ulusal siber güvenlik politikalarının oluşturulması
gerekliliği ortaya çıkmıştır.8
Devletlerin siber güvenliği sağlamak adına bilişim teknolojilerini ve bileşenlerini koruma, saldırılara müdahale etme,
yasal düzenlemeler getirme ve cezai yaptırımlar uygulama
yönünde politika ve stratejiler geliştirdikleri görülmektedir.9 Literatürde siber uzay (kara, deniz, hava ve uzaydan
sonra), insan eliyle yapılmış dijital bir beşinci boyut olarak
kabul edilmektedir. Ayrıca, 2016 Varşova Zirvesi’nde siber
uzay, NATO tarafından operasyonel bir alan olarak da resmen tanınmıştır. Devletler, siber uzaydaki yeniliklerle
askerî kapasitelerini geliştirmeyi yeni bir rekabet alanı olarak değerlendirmektedir ve siber saldırı silahlarını etkili bir
şekilde kullanarak potansiyel düşmanlarına veya rekabet
içerisinde oldukları devletlerin kritik altyapılarına zarar
vermeyi hedeflemektedir. 10 Bilişim teknolojilerindeki ilerlemeler, siber saldırı potansiyelinin artışına yol açmış ve
7
Op.cit, no. 1.
Goodman, S. E. Critical Information Infrastructure Protection. In Terrorism (Ed.), Responses to Cyber Terrorism. NATO
Science for Peace and Security Series, 2008. IOS Press, 34, 25.
9
Çiftci, H. (2013). Her yönüyle siber savaş. Ankara: TÜBİTAK.
10
Anadolu Ajansı, Türkiye ulusal siber uzay alanının sınırlarını
tahkim ediyor, https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turkiye-ulusal
-siber-uzay-alaninin-sinirlarini-tahkim-ediyor/2097531.
8
461
devletleri bu alanda doktrinler geliştirmeye, siber savunma
kabiliyetlerini artırarak önlemler almaya yönlendirmiştir.11 Kamusal alanda bilişim teknolojilerinin geniş ölçüde
kullanılması, devletleri siber güvenlik konusunda caydırıcı
tedbirler almak zorunda bırakmaktadır. Siber tehditlere
karşı siber savunma politikaları ve mekanizmalarının geliştirilmesi, bu ihtiyacın bir yansımasıdır.12
Başlangıçta Rusya, ABD ve Çin’in liderliğinde şekillenen
siber güvenlik stratejileri, 2000’lerden bu yana uluslararası
güç dengelerinde önemli bir role sahip olmuştur. Özellikle
2007’deki Estonya saldırıları sonrasında NATO’nun da
alana yönelik stratejik hamleleri artmış, ekonomik ve teknolojik kapasiteleri merkeze alan siber savunma eğilimi
güçlenmiştir. Siber saldırılar artık sadece bilgi ihlallerine
neden olmakla kalmayıp ciddi zararlara ve güvenlik tehditlerine yol açmaktadır, bu da devletlerin siber güvenliği
öncelikli görev olarak görmelerini ve caydırıcılık amaçlı
stratejiler geliştirmelerini zorunlu kılmıştır. Kamuda ve
özel sektörde güvenlik ihtiyacı, kullanıcıların siber tehditlere karşı bilinçlendirilmesini ve korunma stratejileri
geliştirilmesini gerektirmektedir.
Yayla, M. Siber Savaş ve Siber Ortamdaki Kötü Niyetli Hareketlerden Farkı. Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi 4 (2) (2014):
181-200.
12
Gündoğdu, S. Uluslararası Politikada Bir Etki Aracı Olarak Siber Güvenlik ve Türkiye’nin Siber Güvenlik Politikası
Uygulaması: Ulusal Siber Olaylara Müdahale Merkezi (USOM).
(11 Eylül 2023).
11
462
Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU) gibi kuruluşlar siber güvenliği; araçlar, politikalar, güvenlik
konseptleri, koruyucu tedbirler, kılavuzlar, risk yönetimi
yöntemleri, eğitimler ve en iyi uygulamaların birleşimi olarak geniş bir çerçevede ele alır.13 Bu geniş tanım, siber
ortamı ve kullanıcı varlıklarını çeşitli güvenlik risklerine
karşı koruma hedefiyle, bilgisayar sistemleri, personel, altyapı, uygulamalar, servisler ve telekomünikasyon sistemleri
aracılığıyla iletilen ya da saklanan bilgileri içerir. Türkiye’nin siber güvenlik stratejileri, ITU’nun geniş kapsamlı
tanımıyla uyumlu biçimde, bilgi sistemlerinin korunması
ve veri gizliliğinin yanı sıra siber olayların hızlı tespitini ve
etkili yanıt mekanizmalarını içerir. Bu stratejiler, ülkenin
ulusal güvenlik çerçevesinde siber güvenliğe verdiği önemi
yansıtır. Artan siber tehditlere cevaben Türkiye siber
uzayda proaktif önlemler ve karşı stratejiler geliştirmekte,
bu alandaki gelişmeleri ve mevcut ulusal zorlukları tanımlamada Bakanlığın siber güvenlik tanımını temel
almaktadır. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın tanımına göre siber güvenlik; bilişim sistemlerinin
korunması, bilgi ve verinin gizliliği, bütünlüğü ve erişilebilirliğinin sağlanması, saldırıların tespiti ve buna karşı tepki
mekanizmalarının etkinleştirilmesi gibi çeşitli dinamikleri
13
Insight Turkey, Türkiye in the Global Cybersecurity Arena:
Strategies in Theory and Practice, https://www.insightturkey.
com/articles/turkiye-in-the-global-cybersecurity-arena-strategies-in-theory-and-practice.
463
içermektedir. Bu tanım, Türkiye’nin siber güvenlik alanındaki gelişim düzeyini ve karşılaştığı ulusal sorunları
belirlemede önemli bir rol oynamaktadır.
Türkiye, 2015’te uluslararası erişimi hedef alan ve .tr uzantılı sitelerin DNS sunucularını etkileyen ciddi bir siber
saldırıya uğramıştır. Bu durum, yurt dışından sitelere erişimi ciddi şekilde kısıtlamıştır. Türkiye, önce internet
kapılarını kapatma, ardından da erişimi tekrar sağlama şeklinde önlemler almıştır. Saldırı, domain yönetiminde
değişikliklere ve trafikte geçici düşüşlere yol açmıştır. 14
Anonymous gibi hacker grupları, internet sansürünü protesto amacıyla Türkiye’ye siber saldırı tehditlerinde
bulunmuş, DDoS saldırıları yapacaklarını duyurmuşlardır.
Ancak, BTK ve diğer kurumlara yapılan saldırılar, etkili
önlemler sayesinde büyük zarar verilmeden atlatılmıştır.
Rus uçağının düşürülmesi sonrasında artan Türkiye-Rusya
gerilimiyle ilişkilendirilen siber saldırılar, .tr uzantılı siteleri
etkilemiş ve ODTÜ’nün müdahalesiyle zararları önemli ölçüde azaltılmıştır.15 Bu saldırıların devlet destekli olabileceği ve Rusya’nın Türkiye’ye finansal zarar verme amacı taşıdığı düşünülmektedir.16
14
Op.cit, no. 8, 207.
a.g.e., 208.
16
Akçalı, S., & Onacan, M. B. K. Türkiye’de Siber Saldırı Olayları ve Siber Savunma Yeteneklerinin Gelişimi. Jass Studies: The
Journal of Academic Social Science Studies 78 (2019): 360.
15
464
Bu saldırılar, Türkiye’nin siber güvenlik ve kriz yönetim
sistemlerini yenilemesine yol açmıştır. Ayrıca, internet altyapısındaki zayıflıklar ve e-ticaret gibi çevrimiçi işlemlere
yönelik güvenliği tehdit eden uzun vadeli riskler, siber güvenlik politikalarının güncellenmesinin önemini ortaya
koymuştur.17
Sonraki yıllarda, Türkiye’deki kamu kurumları, GSM operatörleri ve finans şirketleri, 27 Ekim 2019 tarihinde yurt
dışı kaynaklı DDoS saldırılarına maruz kalmış ve bu saldırılar neticesinde internet bağlantılarında ciddi aksamalar
yaşanmıştır. Türk Telekom gibi etkilenen kurumlar, uzmanların zamanında müdahalesiyle saldırıları durdurmuşlardır. Bu durum finansal işlemlerin aksamamasını sağlamış, ancak maddi zararlara sebep olmuştur. Bu saldırılar
neticesinde herhangi bir verinin çalınmadığı gözlenmiştir.18 Bu tür olaylar, Türkiye’nin internet altyapısını daha
da güçlendirmesi gerektiğini ve siber saldırılara karşı daha
Öcal, A., & Turan, S. Uluslararası İlişkilerde Değişen Güvenlik
Anlayışı ve Türkiye’nin Siber Güvenlik Stratejileri. Edirne:
Trakya Üniversitesi 2022. https://dspace.trakya.edu.tr/xmlui
/bitstream/handle/trakya/8164/0188564.pdf?sequence=1&isAllowed=y.
18
TRT Haber, 2019. Türkiye’ye yönelik siber saldırılar bertaraf
edildi. https://www.trthaber.com/haber/turkiye/turkiyeye-yonelik-siber-saldirilar-bertaraf-edildi-437841.html.
17
465
sağlam politikalar ve stratejiler geliştirmesi gerektiğini bir
kez daha göstermektedir.19
Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılında, dijitalleşme ve
siber güvenliğin giderek artan önemi, ülkenin geleceğine
yön veren stratejik planlamaların merkezine oturmuştur.
Dijital çağın getirdiği imkânlar ve zorluklar, bir yüzyılın
tecrübesiyle harmanlanarak Türkiye’nin siber güvenlik politikalarını şekillendiren temel taşlar olarak ön plana
çıkmaktadır. Yüz yıllık birikimi, siber alandaki stratejilerle
birleştirmek, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası arenada
sürdürülebilir bir güvenlik ve gelişim vizyonu oluşturmasına katkı sağlayacaktır. Örneğin, geçmişte karşılaşılan siber
saldırılar ve bunlara verilen yanıtlar, bugün için sağlam bir
referans noktası teşkil ederken bu bilgi birikimi, gelecekte
karşılaşılacak benzeri tehditlere karşı proaktif önlemler
alınmasında kılavuzluk edebilir. Türkiye’nin dijital çağda,
siber alanın derinliklerine hakim olacak şekilde politika ve
stratejiler geliştirmesi hem iç güvenliği güçlendirmek hem
de global siber sahnede etkin bir oyuncu olarak yer almak
adına zorunluluktur. Bu çalışmada, değişen uluslararası güvenlik algıları çerçevesinde Türkiye’nin ulusal siber güvenlik stratejileri, uluslararası konumu ve politikaları analiz
edilecektir.20
Habertürk, 2019. Türkiye DDos Saldırısı Altında! Garanti ve
Türk Telekom’dan Açıklama Geldi. https://www.haberturk.
com/son-dakika-garanti-ve-turk-telekom-na-siber-saldiri-aciklamamasi-haberler-2535014-teknoloji.
20
Op.cit, no. 16.
19
466
TÜRKİYE’NİN SİBER GÜVENLİK GELİŞİMİ
2000’lerin başından itibaren hızla dijitalleşen
dünya düzeninde Türkiye, siber güvenlik politikalarını sürekli güncelleyerek ulusal güvenliğin temel bir parçası
haline getirmiştir. Özellikle son on yılda, siber güvenlik altyapısının güçlendirilmesi ve ulusal siber savunma kabiliyetlerinin artırılması ön plana çıkmıştır.
Devlet Planlama Teşkilatı’nın dijital kamu hizmetleri için
başlattığı e-Türkiye inisiyatifi, 2002’den itibaren e-Dönüşüm projeleriyle somutlaşmıştır.21 2008’de TÜBİTAK,
Siber Güvenlik Politikası’nı22 geliştirmek üzere bir çalışma
grubu oluşturmuş, 2010’da Millî Güvenlik Kurulu siber
tehditleri ulusal güvenlik meselesi olarak tanımlamıştır.23 2012’de bu çalışmaların koordinasyonu Ulaştırma ve
Altyapı Bakanlığı’na devredilmiş ve Siber Güvenlik Kurulu
kurulmuştur.24
21
Op.cit, no. 1.
Erendor, M. E. (Türkiye’nin Siber Güvenlik Politikası. Köksoy, F. (Ed.), Yeni Küresel Tehdit Siber Saldırı içinde. 2020, 306.
23
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği. 27 Ekim 2010 tarihli
toplantı. https://www.mgk.gov.tr/index.php/27-ekim2010-tarihli-toplanti.
24
Göçoğlu, V. Türkiye’nin Siber Güvenlik Politikası: Karar
Verme Yaklaşımları Çerçevesinde Bir Analiz. In A. B. Darıcılı
(Ed.), Güvenlik, Teknoloji ve Yeni Tehditler (1st ed., p. 92). Nobel Yayınları, 2020.
22
467
BTK, 2014’te siber güvenlikle ilgili yeni görevler üstlenmiş,
elektronik iletişim güvenliğini sağlamakla yükümlü kılınmıştır.25 Estonya ve Gürcistan olaylarının ardından
Türkiye’de siber güvenlik, millî güvenlik meselesi olarak
öne çıkmış ve TSK bünyesinde bir siber savunma komutanlığı önerisi gündeme gelmiştir. Bu daha sonra Siber
Savunma Merkezi Başkanlığı’na evrilmiştir.26
2015’teki incelemeler sonucu, 126 uzmanın katılımıyla Ortak Akıl Platformu kurulmuş, 2016-2019 Strateji Belgesi
ile Türkiye’nin siber güvenlik alanındaki durumu netleştirilmiş ve bu alanda ulusal politikalar belirlenmiştir.27
USOM, siber tehditlere karşı alınan önlemleri yönetmekte
ve bilgi paylaşımında bulunmaktadır.28
COVID-19 pandemisinin tetiklediği yeni çalışma düzenleri
ve sosyal faaliyetlerdeki dijital geçiş, Türkiye’deki siber güvenlik stratejilerini güncelleme ihtiyacını doğurmuştur. Bu
kapsamda, 2020-2023 Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi,
Öcal, A. Uluslararası İlişkilerde Değişen Güvenlik Anlayışı ve
Türkiye’nin Siber Güvenlik Stratejileri. Edirne: Trakya Üniversitesi, 2022. https://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/bitstream/han
dle/trakya/8164/0188564.pdf?sequence=1&isAllowed=y.
26
Op.cit, no. 1.
27
T.C. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı. 20162019 Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi 6 (2016). http://www.
udhb.gov.tr/doc/siberg/2016-2019guvenlik.pdf.
28
Op.cit., no. 11.
25
468
pandemi sırasında artan siber tehditlere ve salgının getirdiği risklere yanıt olarak hazırlanmıştır.29 Yeni strateji,
riskleri yönetilebilir seviyede tutmayı ve ulusal siber güvenliği güçlendirmeyi hedeflemektedir. Önceki planlarda
devam eden ve iyileştirilen hususlar da gözden geçirilmiştir.
Özellikle çocukların siber uzaydaki güvenliği, yeni belgede
öncelikli konular arasına alınmış ve geniş bir paydaş iş birliği ile etkin bir siber güvenlik ekosistemi oluşturulması
amaçlanmıştır.
2020-2023 dönemi için belirlenen Ulusal Siber Güvenlik
Stratejisi ve Eylem Planı, Türkiye’nin siber güvenlik alanındaki hedeflerini netleştirmektedir ve bu doğrultuda 29
Aralık 2020 tarihinde yayımlanmıştır. Strateji; siber tehditlerin azaltılması, ulusal yeteneklerin artırılması ve global
düzeyde liderlik rolü üstlenilmesi amacını gütmektedir.
Özellikle, yerli siber güvenlik ürünlerinin geliştirilmesi ve
siber güvenlik mevzuatının iyileştirilmesi hedeflerine odaklanmakta, Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi de bu
bağlamda eğitim programlarını güçlendirmektedir.30
2024-2028 Kalkınma Planı çerçevesinde siber güvenlik önlemlerinin güçlendirilmesi hedeflenmektedir. Strateji ve
Eylem Planı’nın güncellenmesi, AB düzenlemeleri ve uluslararası normlar dikkate alınarak yapılacak; siber istihbarat,
T.C. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı. 20202023 Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi, 16 (2020).
30
Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi ve Eylem Planı. (20202023). https://cbddo.gov.tr/siber-guvenlik-stratejisi/.
29
469
yapay zekâ ve veri analitiği teknolojileri ile güçlendirilecektir. Yerli siber güvenlik ekosistemi ve test altyapıları
kurulması, kamu kurumlarının yerli ürün kullanımının artırılması, toplumsal farkındalık ve dijital okuryazarlığın
yükseltilmesi öncelikli hedefler arasındadır. Ayrıca, yapay
zekâ kullanımı ve uluslararası iş birliği alanlarında iş birliği
ve koordinasyon güçlendirilecek, bu teknolojiler için gerekli yasal çerçeveler oluşturulacaktır.31
ULUSLARARASI ARENADA STRATEJİLER
VE DİPLOMASİ
Daha önce de altını çizdiğimiz şekilde, siber teknoloji, günümüz dünyasında olağan bir gerçeklik haline
gelmiştir. Gündelik yaşamımız, cep telefonlarından bilgisayarlara ve sosyal medya platformlarına kadar uzanan bir
siber entegrasyonla iç içe geçmiştir. Bu durumda, devletlerin siber altyapıları, onların uluslararası arenadaki güçlerini
yansıtmakta ve bu altyapılar, siber gücün bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.32 Türkiye’nin siber güvenlik
alanında kat ettiği mesafe, uluslararası değerlendirmelerde
dikkate değer bir konum elde etmesini sağlamıştır. 2020 yılındaki bir değerlendirmede, dünya genelinde on birinci,
Avrupa kıtası çapında ise altıncı sırada yer alarak uluslararası alanda önemli bir konumda olduğu görülmüştür.
31
Op. Cit., no. 9.
GZT, 2023. Dünyada ve Türkiye’de siber güvenlik hangi konumda? https://www.gzt.com/video/jurnalist/dunyada-veturkiyede-siber-guvenlik-hangi-konumda-2219956.
32
470
Ancak bu başarılı konumlanma, ülkenin siber yeteneklerinin sürekli iyileştirilmesi ve güncellenmesi gerekliliğini de
beraberinde getirmektedir. Bu durum, Türkiye’nin mevcut
siber güvenlik kabiliyetlerini daha ileri seviyelere taşıma zorunluluğunu ve bu alandaki sürekli gelişim ihtiyacını
vurgulamaktadır.
2001’de Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen Budapeşte Sözleşmesi uluslararası iş birliğine örnek olarak
verilebilir. Bu sözleşme, siber suçlarla mücadelede dönüm
noktası oluşturmuş ve Avrupa ülkelerinin bu alandaki yasal
çerçevesini belirlemiştir. Türkiye, bu sözleşmeyi imzalayarak ve onaylayarak ulusal mevzuatını uluslararası
standartlarla uyumlu hale getirmiştir. Sözleşme, siber suçlarla mücadelede uluslararası iş birliği ve bilgi paylaşımını
teşvik etmekte, Twinning projeleri ve eğitim çalışmaları
gibi faaliyetlerle bu mücadeleyi desteklemektedir. Budapeşte Sözleşmesi’nin iş birliği ve mücadele yöntemlerinin
sürekli güncellenmesi gerektiği vurgulanmaktadır.33
2020-2023 stratejisi, Türkiye’nin kritik altyapı korumasını, kapasite gelişimini, siber suç mücadelesini ve uluslararası iş birliğini içeren temel stratejik hedefler ortaya
koymuştur. Türkiye’nin siber savunma yeteneğinin güçlendirilmesi ve siber güvenliğin ulusal güvenlik strate33
LinkedIn, 2023. Siber Terörle Mücadelede Diplomatik Çözümler ve İş Birliği. https://www.linkedin.com/pulse/siberterörle-mücadelede-diplomatik-çözümler-ve-merkezi-ushdf/?tr
ackingId=yRawccQbTv%2BWVpm%2FdaSiTA%3D%3D.
471
jilerine entegrasyonu, küresel trendlerle uyumlu bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Devletlerin, siber uzayı askerî
yeteneklerini artırma imkânı olarak görmesi bağlamında,
Türkiye’nin siber güvenlik stratejisinin zorunluluk olduğu
anlaşılmaktadır.34
Türkiye’nin siber diplomasi alanındaki ilk somut adımı,
2012’de Libya’da alıkonulan ABD’li gazetecilerin Türkiye’nin girişimleriyle serbest bırakılması ve bu sürecin
sosyal medyada aktif olarak duyurulmasıdır. Bu olay, Türkiye’nin siber diplomasi sahnesindeki varlığını ve
potansiyelini sergileyen önemli bir dönüm noktasıdır. Bu
bağlamda, Türkiye’nin siber diplomasiye yönelik stratejiler
geliştirmesi ve bu alanda uluslararası iş birliği ve koordinasyonu güçlendirmesi, siber tehditlerle mücadelede ve dijital
diplomasi arenasında etkinliğini artırmada kritik öneme sahiptir.35
Bu arada, siber uzaydaki devlet faaliyetlerinin artması, uluslararası hukukun bu yeni ortama nasıl uygulanacağı
sorusunu da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası Uzmanlar Grubu (UN
GGE) ve Açık Uçlu Çalışma Grubu (OEWG) gibi platformlar, BM Şartı’nın da içinde yer aldığı uluslararası
hukukun siber uzaydaki uygulanabilirliğini teyit etmişlerdir. Bu grupların raporları, devletlerin siber uzaydaki
34
Op. Cit. no. 9.
Çatal, B. (2015). Diplomaside Değişim ve Dönüşüm: Siber
Diplomasi. Medeniyet Araştırmaları Dergisi 2 (3) (2015): 43.
35
472
davranışlarına rehberlik etmek amacıyla BM Genel Kurulu
tarafından kabul edilmiştir, böylelikle üye devletler uluslararası hukukun siber uzayda geçerli olduğunu kesin bir
dille onaylamışlardır. Ancak siber teknolojinin özgül sorunları, uluslararası hukukun daha detaylı bir uygulanışını
gerektirebilir.
Birçok devlet, uluslararası hukuka dayalı bir düzenin savunucusu olarak, siber uzayın güvenli ve emniyetli kalmasının
merkezinde yer alan konularda resmî tutumlarını açıklamaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’nin siber uzay
konusunda net duruşunu ve resmî pozisyonunu sergileme
sürecinde olduğu anlaşılmaktadır.
Bu çerçevede, 2021 OEWG raporunda yer alan ve daha önceki GGE raporlarında da vurgulanan, uluslararası
hukukun ve özellikle BM Şartı’nın siber uzaydaki faaliyetlere uygulanabilirliği ve bu ortamın barışçıl ve güvenli
tutulmasındaki esas rolü konusunda devletlerin ortak anlayışını Türkiye’nin de benimsemesi beklenmektedir. Bu
kapsamda, Türkiye’nin siber güvenlik stratejilerini ve politikalarını, yüzüncü yılına doğru yeniden değerlendirmesi
ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun bir siber uzay politikası geliştirmesi hem ulusal güvenlik hem de uluslararası
sorumlulukları bağlamında hayati önem taşımaktadır.
473
II. B Ö L Ü M
MEKTUPLAR
CUMHURİYETİMİZ
100 YAŞINDA!
25 Ekim 2023, İstinye
Kıymetli Yarının Kültürü okuyucuları,
Bildiğiniz üzere 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın
başındaki matbuat aleminin satırlarını takip ettiğimizde
yaygın bir uygulamayla karşılaşırız. İnsan toplulukları arasında çeşitli iletişim kanallarının kurulabilmesi için
mektuplar gazetelere gönderilir ve bir yerdeki mesele hakkında birinci ağızdan bir anlatı duyulur. Bu metin, bir
yandan gerçeği yansıtmayı, yarına kalmayı amaçlasa da ideolojik veya çıkar temelli bir yanlış yönlendirme dahi
olabilir; çapraz okumalarla meseleyi anlamaya çalışırız. Yarının Kültürü ekibi olarak birkaç yazarımıza teklif götürerek bizimle çeşitli konular hakkında mektuplar paylaşmalarını rica ettik. Biz başlatıyoruz, bu uygulamayı devam
ettirecek olan sizlersiniz… Yayın programımızın sıkılığı ve
yazar sirkülasyonu burada geçerli olmayacak. Bizimle mektup paylaştığınızda bir bölgedeki sesi yahut güncel bir
mesele hakkındaki görüşü kamuya duyurmak için direkt
sizlerle buluşturacağız. Mesela, geçtiğimiz şubat ayında
Kahramanmaraş’ı, Malatya’yı, Hatay’ı yerle bir eden depremle ilgili haberleri sosyal medya araçlarından takip
etmeye çalıştık. Böyle bir durum tekrar yaşanırsa duyurusu
yapılması gerekenleri kaleme alıp bizimle paylaşabilirsiniz.
477
Diğer bir deyişle, Yarının Kültürü’ne bir nebze de olsa
katkı sağlayabilmek için mektup kabulüne başlıyoruz. Bu
çerçevede ilk mektubu da ben Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yıl dönümünde yazmak istedim.
Öncelikle, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türk
ulusunun uzun bir tarihsel mirasın neticesinde sinesinden
çıkardığı cumhuriyet rejiminin ilanının yüzüncü yıl dönümü, “en büyük bayramdır, kutlu olsun!” Bayramımızı
kutlarken derin bir üzüntü içerisindeyiz. Yalnız bu yıl birçok canımızı kaybettiğimiz Şubat depremleri değil, aynı
zamanda cumhuriyetin ideallerinden vazgeçilmesi bizi
üzüntüye gark ediyor. Bir devlet yurdunda asansör ihmalinin öldürdüğü gencecik kardeşimiz Zeren Ertaş’ı
unutamayız, tıpkı Enes Kara gibi! Anaokullarında mescit
meselesini tartıştık geçtiğimiz hafta, hatırlıyor musunuz?
Uğur Mumcu’yu, Türkân Saylan’ı, Necip Hablemitoğlu’nu hatırlıyor musunuz? Elleri öpülesi bu insanların
sayısı zaten bir avuçtu, bizler bu kişileri savunup koruyacağımıza karşı-devrimcilerin silahlarının altına attık. Ulusça
sahip çıkamadık. Cumhuriyet Bayramı’mızı kutlarken bu
üzüntümüzü paylaşmadan geçmek istemedim.
Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin üç temel direği saldırı altında. İran’ın da rejiminin cumhuriyet olduğunu
hatırlamakta fayda var. Türkiye’deki cumhuriyetin önemli
bir anlamı, Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu günlerinin bile
TBMM’de yürütülmesiydi. TBMM, maalesef yeni yönetim
modelinde artık işlevsiz. Cumhuriyetin diğer anlamı medeni dünyada Türk yaşamaktı. Türkiye, düzensiz göçmen478
lerle dolan bir ülke oldu; medeni dünyadan uzaklaşıyoruz.
Bu konuda ne haber yapılabiliyor ne bir veriye ulaşılabiliyor. Sosyal medyada tarafgirlikle yazılan yazıların saldırısı
altındayız. Yarının Kültürü’nde bu yüzden bu konuyu değerlendiremiyoruz. Karanlıktayız, makul bir çerçeve çizilip
veri paylaşılmadığı için çözüm araçları da geliştiremiyoruz.
Cumhuriyetin en önemli anlamı, laiklik başta olmak üzere
Atatürk inkılaplarıydı. İşbu inkılaplarla bizzat erki elinde
bulunduranlarca mücadele ediliyor! “Elbet sabah olacak”
ama bugünden başlamamız gerekiyor mücadeleye. Bu hatırlatmaları eklemeden Cumhuriyet Bayramı’mızın
yüzüncü yıl dönümünü kutlamak eksik kalır diye düşünüyorum. Mücadele ruhumuzu kaybetmemeyi düşünmemiz
gerekiyor.
Bir meseleye daha değinip mektubumu sonlandıracağım.
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin çevresinde meydana gelen savaş ve siyasi krizlerin ortasında burnunun
kanamadığını yansıtan bir harita gördük. Bunun tek bir
açıklaması vardı, o da çimentonun sağlamlığı ve akılcı politikaların sürmesiydi. Ancak akılcı politikalar artık
sürdürülmüyor, ideolojisini yürütmek isteyen bir dinci
dava mevcut. Sırbistan’ı yenen Türk kadın voleybol takımının ibadethanelerde yuhalatıldığını duyduk. Şu anki
atmosferde cami kışla dikotomisini aştık; ancak pek çok uygulamada ve yaşam pratiklerinde caminin zaferini
görüyoruz. Bu bize bu coğrafyada burnumuz kanamadan
479
bir yüz yıl daha yaşayabilmemiz için caminin zaferini kırmamız gerektiğini gösteriyor. Mücadelemizi bu yolda
sürdürmeliyiz.
Evet Cumhuriyetimiz 100 yaşında. Geçtiğimiz yıl, Yarının
Kültürü’nde bu meseleye değinen sevgili Gaye’nin cümlesi
çok şey anlatıyordu: “Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet
şimdi yüz yaşında; bu sefer kendisi de kimsesiz bir halde.”
Kendi mayasını bazen bir çiftçinin toprağındaki mesajda
görüyoruz, bazen bir akademisyenin terör yuvası denen
yerde kolektif çabayla yayımladığı Cumhuriyet’i anlatan
kitapta. Bir sanatçının bestesinde, paletinde; bir sporcunun
dalışında, smacında görülüyor. Ama dağınığız. Bu kişisel
çabaların, Türkiye politikasındaki halktan kopuk anlayışın
bertaraf edilip aynı ülkede yaşayan, aynı dili konuşan, ortak
bir tarihe, geleneklere ve kültürel değerlere sahip insan topluluğuna, yani ulusa dönüşeceğini umut ediyorum. İlk
yüzyılda başarmayı geçtik, kazanımlarımızı da tırmalattık.
Sıra mücadelede, sıra 1923’teki ilanın gereklerini yerine getirmede!
Muratcan Zorcu1
Koç Üniversitesi Tarih Bölümü doktora öğrencisidir. Yazarın
mektubu yarininkulturu.org/ sitesinde 29 Ekim 2023 tarihinde
yayımlanmıştır.
1
480
BERLİN’DEN
MEKTUBUNUZ VAR!
Kasım 2023, Berlin
Muhtemelen bu mektup sana bir pazar sabahı ulaşmış olacak ve birazdan yazdıklarımı okurken sana eşlik
etmesi için Edvard Grieg’ten Peer Gynt Suite No.1 Op. 46
– 1. Morning Mood’u dinlemeni istiyorum. Güneşin doğuşunu anlatan bu eser, ilginçtir ki çocukken uykusuz
kaldığımız geceler kardeşimle dinlediğimiz bir parçadır.
Berlin’in havasından, suyundan bahsederek değerli vaktinden çalmayı katiyen istemem. Bir şeyler öğretmeliyiz
birbirimize, yeni bir pencere açıp gerekirse altındaki duvarı
da yıkmalıyız. Samimiyetin böylesine inanıyorum, aksi takdirde tek tıkla ulaşılacak hava durumu bilgisi ya da üçüncü
şahıslar üzerine kurulan diyaloglar geride bırakacak bizi.
Geride kalmıyorum, trene yetişmek için beş dakikam daha
var. Durağa yürürken her şeyi planlıyorum kafamda.
Anons edilmesine daha 20 dakika var, kulaklıklarım yanımda, trene binince hemen canlı yayını açacağım. S-bahn
iki dakika gecikiyor, sorun değil. Dussmann’a ilk ziyaretim.
O büyük kapıdan girince beni bir ekranın karşıladığını
ve Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklandığını hayal ediyorum. İnsanlar seviniyor ve çılgın gibi ödülü alan yazarın
bulunduğu kitaplığa koşuyorlar. Sakin mizacıma zıt, kafamda kurguladığım tüm karakterler uçarıdır böyle,
481
duygularını büyük yaşarlar. Büyük kapıyı itiyorum, ödülü
‘söylenmeyene ses veren yenilikçi oyunları ve düz yazıları’
ile Jon Fosse’nin aldığı açıklanıyor. Radarımı açıyorum ve
F harfinin bulunduğu kitaplığı buluyorum. Şehrin en büyük kitapçısında, Jon Fosse’ye ait tek kitap Morgens und
Abends ellerimde artık.
Fosse, Henrik İbsen’den sonra en çok bilinen ve oyunları
birçok ülkede sahnelenen Norveçli yazar ve şair. İbsen, eserlerini Bokmål üzerinden verirken Fosse, Norveççenin
batıdaki formu Nynorsk’u kullanıyor. Türkçeye çevrilmiş
üç eseri mevcut; Sabahtan Akşama, Üçleme ve Melankoli.
Bir yazarı değerlendirirken mezun olduğu bölümü de göz
önünde bulundururum, üslubu ve konuyu ele alış biçimi
hakkında bilgi edinebilirim. Kendisi karşılaştırmalı edebiyat okurken sosyoloji ile ilgilenmiş fakat Marksist çizgiden
uzaklaşması sebebi ile daha sonra psikolojiye yöneldiğini
söylemiş. İlk denemelerinde, üniversite yıllarında okuduğu
Gramatoloji Üzerine adlı eseri ile Fransız filozof, edebiyat
eleştirmeni Jacques Derrida’nın etkisi büyük. Derrida’nın
“Var olan her şeyi farklı kılan şey nedir?” sorusuna yanıtı
ise “yazmak”. Onu yazmaya iten nedeni ise 7 yaşında geçirdiği kaza ve yaşadığı ölüme yakın deneyim olarak açıklıyor.
Metinlerini, hayat ile ölüm arasında duran insanların bakış
açısıyla ele alıyor ve aradığı ilahi gücü orta yaşlarında Katolisizm’de buluyor. Eleştirmenler Fosse’yi minimalist,
biçemini ise ‘yavaş düzyazı’ olarak tanımlıyorlar. Karakterlerini alelade kişiler arasından seçiyor. Belgisiz sıfatlarla
482
kurguya katılan bu herhangi kişiler, Fosse’nin neden minimalist olarak nitelendirildiğinin sebeplerinden biri. Bir
diğeri ise karakterlerin olayları dramatize etmeden, küçük
yaşamaları. Cümleler sükûnet içinde, noktalarda durmadan virgüllerle birbirine bağlanıyor. İtiraf etmek gerekirse
Jose Saramago okumak beni bu noktada zorlamıştı fakat
Fosse’nin Üçleme’sini okurken sayfaların şiir gibi ilerlediğini söyleyebilirim. Henrik İbsen ile tek ortak noktaları
oyun yazarlığı değil elbette. Nasıl Edvard Grieg, 1876’da
Henrik İbsen’in oyunu Peer Gynt için eserler besteledi ise
Peter Eötvös de 2021’de Jon Fosse’nin Üçlemesi’nden Uykusuzluk adını verdiği bir opera besteler. Geçtiğimiz cuma
akşamı Staatsoper Berlin’de izleme fırsatım oldu. Öncelikle
eser Trilogy’nin (Üçleme’nin) ilk kısmını konu edinmiş. Bu
ilk kısım ‘Wakefulness (Uyanıklık)’, libretto üstünde Sleepless’a (Uykusuzluk’a) dönüşmüş. Fosse, eserinde sahneyi
kurarken betimlemelerden kaçınıyor fakat Staatsoper’in
sahnesinde bizi bu sefer büyük bir somon balığı ve bir sürü
detay karşılıyor, olaylar somon balığının içinde yaşanıyor.
Yönetmenin bu absürt kurgusu ile Eötvös’in atonal müziği,
Fosse’nin minimalizmine ve eserlerindeki dinginliğe oldukça tezat. Tabii, kimsenin Wakefulness’ı olduğu gibi
sahneye koymak gibi bir iddiası da yok.
Ben sevdiklerini sürekli arayıp soran biri değilim. Sesini
duymaktan imtina ettiğim telefonum hep sessizdedir, öyle
uzun uzadıya görüşmeleri de sevmem. Zaman en büyük takıntım, ajandalarım yıllardır sığınağım. Yazmak hep daha
483
kolay gelmiştir. Üzerine düşünülmüş her cümleyi daha değerli bulurum. Berlin’e taşındığımdan beri adımın yazılı
olduğu, devletle aramdaki köprü; bir posta kutum ve birkaç
kurumun herhangi kişilerinden gelen mektuplarım var.
Gönderen özneler Fosse’nin ‘bir kadın’ı ya da ‘bir adamı’ ve
içerikleri resmî de olsa gelen her mektubu akşam eve döndüğümde heyecanla açıyorum. Bürokrasi şöleni. Cevaplar
genelde üzerine düşünülmeyi gerektiren derin cümleler olmuyor. Zamanımı bu kısa ve zorunlu yanıtlara ayırmak da
Almanya’nın paradoksu olsun. Dussmann’ın renkli mektup zarfları ile bu resmiyeti biraz olsun renklendireceğime
inanıyorum. Son olarak, Jacques Derrida “Söyleyemediğinizi yazmalısınız” der. Sanırım ben de Jon Fosse gibi
söyleyemediklerini yazanlardanım.
Melissa Aykul1
Freie Universitat Berlin, Fizik Bölümü araştırmacısıdır. Yazarın
mektubu yarininkulturu.org/ sitesinde 5 Kasım 2023 tarihinde
yayımlanmıştır.
1
484
BAKÜ MEKTUPLARI–1
11 Kasım 2023, Irvine
Bu tefrikayı fikir dünyaları kadar gönülleri de zengin
olan Firdovsiyyə Əhmədova, Jalə Qəribova ve Solmaz
Rüstəmova-Tohidi’ye ithaf ediyorum.
Aziz okur,
İnsanın çocukluk yıllarından beri arzu ettiğini, o
arzu ettiği şey(lerden biri) ne kadar fantastique olursa olsun, gerçek kılması nedir, bilir misin? Ben bu hissi bir kez
2023 yılının cehennem sıcaklarında, Hazar’ın kıyısındaki
güzel Bakü’de yaşadım. Yaşadıklarımı anbean, yaşarken bir
deftere kaydetmek de bir başka arzumdu. Heyhat! Zoomer’lık ile boomer’lık arasında gide gele yazmayı, anı
kaydetmeyi de unutur oldum. Fakat “yiyip içtiğin sana kalsın, bana gezip gördüklerini anlat” diyecek olursan,
okumaya ara verme de seni alıp götüreyim.
5 Ağustos günü Hazar kıyısına ilk inişimde, memlekettekilere çoktan “Bakü’ye gidiyorum ay balam!” demenin
rahatlığı ve aslında memleketten hiç uzaklaşmadığımı fark
etmemin sevinci vardı. Eşimle, katlı pasta gibi gittikçe yükselen Bayıl’daki otelimizden çıkıp on dakikadan az bir
yürüyüşle deniz kıyısına ulaştığımızda ise Azerbaycan beni
tuhaf bir şekilde karşıladı.
– Yaman esiyor be karayel yaman!
485
Sakın özünü Hazer’in hilesinden aman!
Aman oyun oynamasın sana rüzgâr!
diyen şairi belli ki dikkate almamışım. Rüzgâr yürümeye el
vermezken bir yandan da hayatımda ilk defa duyduğum bir
baş ağrısının şiddeti altında ilk bulduğumuz kapalı mekâna
koşturuyordum. Aman bu ağrıyı rüzgârdan sanma! Muhtemelen 45 ila 50 derece arasında seyreden hava sıcaklığı,
yine hayatımda ilk defa olmak üzere, tepemden şırıl şırıl ter
akıtıyordu. Sahi, Bakü’nün isminin de Bādkube’den, yani
rüzgârlar şehrinden geldiğini, yani Bakü’nün küləklər
şəhəri olduğunu okumuştum ya! Bu çifte şiddet ben şehre
veda edene dek sürecek, Azerbaycanlı dostlarımın ifadesine
göre de sıcaklığın rüzgârı yalnız başına bıraktığı EylülEkim’e dek devam edecekti.
Bu koşturmaca içerisinde gözüme ilk çarpan yapılar Sidney’deki opera binasını nilüfer şekline sokan Deniz Mall ve
ardından da katlanmış bir halı şeklindeki Azerbaycan Millî
Halı Müzesi oldu. İtiraf etmeliyim ki aklıma Türkiye’den
alışık olduğumuz grotesk ve kitsch mimari geldi. Seyahatimin devamında zihnim bu benzerliklerden çok uzak kaldı,
neyse ki. Zaten bu iki binayı geçer geçmez önce Denizkenarı
Millî Parkı’nı gördük ve ardından Neftçiler Bulvarı’na çıktık. Buradan anlatmak istediğim, aziz okur, kısa sürede
Türk ve İslam dünyasının en güzel ve şık mekânlarından birine, belki de en güzel ve şık olanına vardık.
486
Sahil boyunca uzanan Neftçiler Bulvarı, Bakü’nün kalbi
olan ve bir nevi old town, vieille ville ya da Suriçi konumundaki İçeri Şehir’in güney sınırını belirler. İçeri Şehir’in
sağında neredeyse iki asırlık Tarqovı ya da Nizami ile Zarife
Aliyeva Caddeleri uzanır ve bütün bu bölgenin kuzey sınırında da görkemli bir tarih tanığı olan İstiklaliyet Caddesi
bulunur. İşte, yüzyıllar boyunca Kafkasların Tiflis’le beraber iki kalbinden birini teşkil eden Bakü şehrinin merkezi
burasıdır ve mektuplarımın geri kalanında merkez dediğimde bu konuma atıfta bulunduğum anlaşılmalıdır,
hürmetli okur.
Bakü’yü bir cumartesi günü keşfe çıktığımız için elbette yoğun bir kalabalıkla karşılaştık. Patlamış mısır kokuları et
kokusuna, parktaki megafondan yükselen Reşid Behbudov
şarkıları alt geçitteki keman virtüözünün Feridem ezgisine
karışıyordu. Karnımızın açlığının yankısı Bakü sokaklarını
inletirken memleketten uzaklaşmadığımı bir kez daha fark
ettim: Bağdat Caddesi’nin, Akaretler’in, Zorlu’nun Türk
işi restoranlarıyla Avrupalı kahvecileri bölgeyi doldurmuştu. Öte yandan Moskova doğumlu eşim de kendini
evde hissediyordu: Merkezin en cıvıl cıvıl ve haliyle en pahalı restoranları Rusya’dan buraya şube açanlardı. Bir
yandan sokaktakilerin yarısı, büyük kısmını rahatlıkla anladığım Azerbaycan Türkçesi, diğer yarısı da Rusça
konuşuyordu ki bu da bizim gibi çok dilli bir çift için bir
başka ev hissi yaratıyordu. Bakü’nün, özellikle merkezde,
bu kadar çok Rusça konuşan Azerbaycanlı nüfusa sahip olması itiraf etmeliyim ki beni çok şaşırttı. Genç
487
Azerbaycanlıların sosyal medyada bu duruma karşı tepkili
olduklarını ve kampanya yürüttüklerini biliyordum ama
bu kadarını da beklememiştim.
Kısa süre sonra “otantik” ya da “turistik” bir Azerbaycan
restoranına girdik ve baş ağrılarım çabucak son buldu. İnsanın bilgisizliğini dürüstçe dile getirmesi ve bilmediği
konularda ısrar etmeyip öğrendiklerini ifade etmesi sanırım
önemli bir erdemdir. Yine itiraf etmekten gurur duyuyorum: Azerbaycan mutfağının bu kadar lezzetli olabileceğini
hayal etmemiştim! Cenap okur, sanmayasın ki sadece bir
turistik restoranla bu gerçeği idrak ettim. Ben ki Adanalı
genlerimle iftihar eder, Gaziantep’imizin et konusunda
dünyanın en ileri noktasında bulunduğunu düşünür, havadakinden denizdekine təqribən her çeşit eti tüketir ve her
yaz İstanbul seyahatlerimi mutfağımızın envaiçeşit ürününü tekrar tadabileceğimi hayal ederek iple çekerim.
Fakat şu noktada Azerbaycan’daki kadar lezzetli eti hiçbir
yerde yemediğimi söylemeliyim. Sadece et mi? Hayır! Yağıyla, hamurlusuyla, asma yaprağıyla, meyvesiyle sebzesiyle,
baharatıyla, çayıyla, çakırıyla Azerbaycan bana gayet cömert davrandı ve tattıklarımın lezzetinin aylar sonra dahi
ağzımı sulandırmasına sebep oldu. Lüle kebabın, qutabın,
fisincanın, dolmaların için ayrı ayrı teşekkür ederim Bakü;
pive yanında kızartılmış düşbere yemeği düşündüğün için
de tebrik ederim.
“… hayal etmemiştim” demiştim. Bunda galiba İran mutfağını, Türkiye’ye kıyasla, ağır ve kuru bulmam ve tabii,
Rusya’da mutfak namına bir şey bulamamam etkili oldu.
488
Öte yandan Gürcü mutfağının harikulade örneklerini tatmışlığım çıtayı yükseklere taşımama neden olmuş olabilir.
Nitekim Bakü seyahatimin gastronomik açıdan bir başka
mutluluk veren kısmı da Kafkaslardan gelen ürünlere ve
Rus mutfağının en güzel, evet, en güzel, tabaklarını hazırlayan bir restorana erişebilmem oldu.
Büyük Sabir bu mektubumun şuraya kadarki kısmında sadece yemek konuştuğumu görse herhalde çokça gülerdi!
Nitekim okur, sana da başta dediğim gibi yiyip içtiğim benimle kalmadı, o sahaya düştüm mü çıkamadım. Beni olur
da bağışlarsan ben de “Yalan ile dünyayı gezmek olur ama
geri dönmek olmaz” minvalindeki Azerbaycan atalar sözü
uyarınca mektubuma devam ederim.
Nizami ve Zarife Aliyeva Caddeleri, güzellikleriyle göz kamaştıran mücevherat dükkânları gibi yan yana dizilmiş
restoran ve mağazalarla dolu. Bunların içinde zengin Azerbaycanlıları ve turistleri memnun edecek, aynı zamanda
kızdıracak lüks mağazalar, turistik hediye dükkânları da yer
alıyor. Fakat merkezdeki kitapçı sayısı bir elin parmaklarını
geçmiyor ki bu da kitapseverler için üzücü bir durum. Öte
yandan bunlar arasında Akademi’nin kitapçısı yer almakta.
Kiril ve Latin harfli pek çok tarih ve edebiyat kitabı ziyaretçileri memnun edecektir. Ancak buraya yazın gitmemek ve
klimasız kitapçıdan daha fazla dayanamayarak ayrılmamak
kaydıyla!
Sabık Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in eşi ve
şimdiki devlet başkanı İlham Aliyev’in annesi olan Zarife
489
Aliyeva aynı zamanda bir tıp doktoru ve bilim insanı. İsminin verildiği cadde ise şimdiki Bağdat ile Vali Konağı
Caddelerinin yanına yaklaşamayacağı bir güzellikte. Nizami Caddesi’ne illa benzer ararsak, İstiklaliyet’le birleştirip
ikisini bir Divan Yolu ve İstiklâl Caddesi alaşımına benzetebiliriz. Ancak bu benzeştirme sadece, ey okur, senin
gözünde canlanması için. Çünkü bu bölge, Azerbaycanlıların kalbinde tarihin attığı, yaşandığı ve yaşamakta olduğu
yer.
Çünkü Azerbaycanlılar, bugün, Yahya Kemal’in Türkiye
için sarf ettiği “Biz ölülerimizle yaşarız” sözünü asıl hak
eden halk konumunda. Merkezden başlayarak şehrin neredeyse her bir köşesinde o sokakta, o apartmanda, o binada
geçmişte kim oturmuş ise onun ismini taşıyan ve tercümeyi halini kısaca anlatan plakalar (Azerbaycan Türkçesinde
“barelyef”) mevcut. İmparatorluk ve Sovyetler yadigârı
olan bu gelenek tarih ve edebiyatseverlerin başını döndürecek cinsten. Döndüğünüz her sokakta tanıdık bir isim
görmek; Samed Vurgun’un, Tağıyev’in vs. adına müzeleştirilmiş evleri ziyaret etmek; Bakü’yü inşa eden Polonyalı
mimarların anısına dikilmiş plakaları okuyup Lev Tolstoy
Caddesi’ne yürümek; Nizami’nin görkemli heykelini selamlayıp yeşilliklerin arasında kaybolmak büyük nimet.
Merkezden çevre bölgelere gittikçe Karabağ Savaşları’nda
hayatını kaybeden şehitlere dair anıt ve plakalara rastlıyorsunuz ki Yahya Kemal’in sözünü çok daha derinden teyit
eden bir gerçeklik bu. Tahran’da her adımda İran-Irak Savaşında hayatını kaybedenlere dair tabela ve işaretlere denk
490
gelirken bu konuları daha derinlemesine düşünürdüm. Fakat şimdi Bakü’deki bu renkli resimlerde yer alan genç
yüzlere baktıkça insan derinliğin içinde boğulur gibi hissediyor.
Ne demiştim, yeşillik mi? Biz yine oradan devam edelim.
Sanat ve tarihe verdiği yerin yanı sıra Bakü veya en azından
Bakü’nün merkezi yeşil ve güvenli. Hele İstanbul’a kıyasla
insan kendini inanılmaz seviyede özgür ve rahat hissediyor.
Elbette bu bir turistin kısa süreli tecrübesi. Ancak bir Azerbaycanlı dostum da “Buraya gelenler hep aynı şeyi
söylüyor” diyerek beni teyit etti. Öte yandan Bakü’nün İstanbul’a üstünlüklerini Bakülülere söyleyince genellikle
pek memnuniyetle karşılanmıyorsunuz. Bu bütün şehir
meskunlarının turistlerden duyduklarına verdiği ortak
tepki tabii. Moskovalı da Pekinli de Parisli de benzer şekilde
davranacaktır. Ama Bakülüler asayiş ve sağlık tehdidi olmadan sokaklarda yürümenin ne demek olduğunun farkında
değiller ve umarım hiçbir zaman da olmazlar.
Göz alıcı Azerbaycan kadınlarının özgürlüğü, içkili mekânların doldurduğu sokakların canlılığı, Küçələrə su
səpmişəm’in Rusça ve İngilizce rap ve beat sedalarına karıştığı atmosferi tamamlıyor. Adım başı Hintli, Pakistanlı,
Arap turistler geçiyor. Tek Türk turist yok ve bu can sıkıyor: Bütün pahalılığına rağmen İstanbul seviyesine
yaklaşamayan, ulaşımı ucuz, dopdolu sanat ve kültür hayatıyla göz dolduran Bakü yerine beyaz yakalımızın “ucuz
destinasyonları” Beyrut, Tiflis ve Üsküp’ü düşünüp “İyi,
bilmelerine gerek yok” diyorum. Yine de her köşede bir
491
Türk bayrağı var; ondan biraz daha seyrek de olsa Pakistan
bayrağı tabloyu bilindik hale getiriyor. “İsrail ürünleri” yazılı mağazaların önünden yürüyüp geçenler McDonald’s’
lara, dönercilere, barlara giriyor. Bakü’de yaz aylarının
böyle geçtiğini duyuyorum, bir başka dostumdan, tenha
(tenha hali buysa!) ve canlı. Hem de kaynar sıcağa rağmen.
Dostlar… Azerbaycan halkının size gülümsemek ve yardımcı olmak için tek ihtiyaç duyduğu şey Türkiye
Türkçesini işitmek. İran’da ve İran Azerbaycanı’nda sık
rastladığım “taruf”tan eser yok burada: Herkes bir şey için
söz veriyor ve o sözü yerine getiriyor. Hiçbir şey için para
ödemek mümkün değil çünkü konuksunuz. Akşam saat
10’da hava 30 dereceyken canından bezmiş bir işçi Türk olduğunuzu anlayınca gülümsemeden edemiyor. 45 derecede
asfalt döken işçi şüphelenmeden telefonunu veriyor arayacağınız kişiyi aramanız için.
Neden sonra kitapçıya tekrar dönüyorsunuz. Ah, bir de her
şeyi hardcover basmasalar! Rusça kitapların yanında Türkçelere bakıyor; Azerbaycan dilinde olanların fiyatını
kafanızdan hesaplamaya ve kafanızda Tetris oynar gibi bavulunuzda yer düşlemeye çalışıyorsunuz. Terlemeye hazır
dışarı çıkıp yandaki kahveye atlıyorsunuz, çünkü klima var.
Evet, diyorum işte o an kendime, ey okur, Bakü’ye bir daha
yazın gelmeyeceksin! Terimi silip soğuk suyumu yudumlarken anıtından çevreyi seyreden Büyük Sabir’le göz göze
geliyorum.
Hansı bir müşküldi kim, səbr ilə asan olmasın?!
492
mısrasını dilime doladıktan sonra aklıma düşüyor: Sahi ben
Bakü’ye hangi müşkül için gelmiştim?! Aziz okur, onu da
bir sonraki mektuba bırakalım.
Oğul Tuna1
1
Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü Tarih Bölümü doktora öğrencisidir. Yazarın mektubu yarininkulturu.org/ sitesinde 12 Kasım 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
493
BAKÜ MEKTUPLARI–2
15 Aralık 2023, Irvine
Aziz okur,
Gerçi o da olmasa ne zaman Bakü’ye yolum düşerdi, bilmiyorum ya! Fakat bu doktora dedikleri ve benim gibi nice
gencin kanına giren bela, beni Azerbaycan’a sürükleyen asıl
sebep oldu. Ne diyor (bir asrı aşkın süre önce çocuklarının
okumasına engel olan ebeveynleri hicveden) Büyük Sabir:
Bəsdir oxudun, az qala canın tələf oldu,
Bu kardan əl çək!
Yazmaq, oxumaq başına əngəl- kələf oldu,
Əşardan əl çək!
Vallahi el çekmenin vakti geldi ama önce bırak da Bakü seyahatimin değinmediğim noktalarına değinip bazı
kısımları detaylandırayım.
Azerbaycan’da sohbet ettiğim okuryazar takımının, yani
Azerbaycan intelligentsia’sının ortak şikâyeti insan kaynaklarının, okuyan, yazan, düşünen ve üreten kişi sayısının
Türkiye’deki seviyelere ulaşamaması. Hoş, Türkiye’de
böyle bir “seviye” var mı bundan emin değilim ama Azerbaycanlıların derdini anlıyorum. Öte yandan Türkiye eğer
kardeş ülkesinin maddi ve manevi kaynaklarının bir kısmına sahip olabilseydi, şu an çok çok farklı yerlerde
bulunabilirdi. Geçelim.
494
On milyonu aşkın nüfusa sahip ülkenin intelligentsia’sı
çok kalabalık olmasa bile çok iyi bir eğitimden geçmiş ve
birbirine sıkı sıkıya bağlı. Yazdıkları kitaplar, makaleler,
sosyal medya paylaşımları yankı odalarında kalmıyor; çok
hızlı bir şekilde farklı ideolojilere mensup, yurt içinde veya
diasporadaki bütün kişiler arasında yayılıyor. Bu yüzden de
zaman zaman kavgalar eksik olmuyor.
Öte yandan bundan yüz-yüz elli yıl önce Kafkas Müslümanları veya Kafkas Türklerinin çok daha etkin ve renkli
bir kültür hayatı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Osmanlı
padişahına da Rusya çarına da ulaşabilen Ahundov’ların,
20. yüzyılda Batı Asya’nın muhtemelen en etkili neşriyatı
olan Molla Nasreddin’in doğduğu ve hüküm sürdüğü topraklar burası sonuçta. Bugünse pek çok neden sonucunda
biraz hamasete dalmış, Batı dillerindeki yayınlardan ziyade
ana dilinde ve Rusça yayınlarla meşgul bir intelligentsia söz konusu. Ancak panta rhei ilkesi gereğince bu
değişiyor. Yeni nesillerle birlikte daha katılımcı ve enternasyonel bir Azerbaycan intelligentsia’sı yükseliyor.
Sovyet devrinde yetişmiş akademisyenler, gazeteciler, âlimler hâlâ faal ve ana akım tartışmalara yön veriyorlar ki ben
bunu olumsuz değil, aksine çok olumlu bir gerçeklik olarak
görüyorum. Çünkü her yeni nesilde olduğu gibi buradaki
yeni neslin de üretim ve tartışma süreçlerine büyük bir reaksiyon, hem de en şiddetlisinden, getirmekte olduğu açık.
Bizdeki akademisyen ve okumuş takımın aksine, üretkenliğinden bir şey kaybetmeyen daha büyük nesiller bu şekilde
gelenek ile gelecek arasında bir köprü görevi görüyor. Hem
495
de öyle bir gelenek ki Sovyet devrine ve öncesine uzanıp
güncel tartışmalara damgasını vuruyor.
Sıkıldın mı benim sevgili okurum?
Hayır, dediğini duyar gibiyim. Devam edelim.
Hükûmetin ağırlığı bir yokluk biçiminde tartışmalara (siz
fark etmeden) etki etse bile özellikle son birkaç yılda atılan
adımların altını çizmek gerek. Azerbaycan devleti, Tanzimat dönemi Osmanlı’sını ve Kemalist Cumhuriyeti
hatırlatacak biçimde güçlü bir eğitim hamlesiyle meşgul
çünkü. Başarılı öğrenciler birbiri ardınca Avrupa, ABD,
Rusya ve Çin’in en iyi üniversitelerine gönderiliyor. Elbette
bu imkânlardan seçkinlerin çocuklarının ne kadar yararlandığı, seçkin olmayan kesimlerin ne kadar faydalanabildiğini
araştırmak gerek. Fakat memleket dahilinde eğitimde eşitliğin olduğunu, hatta Bakü’dekinden daha başarılı ilkokul
ve liselerin Sumgayıt vb. farklı vilayetlerde bulunduğunu
eklemek gerekir. Türkiye’deki seviye diyorduk değil mi?..
Bütün bu gelişmeler intelligentsia’yı ve hatta halkın diğer
kesimlerini dünyaya daha fazla maruz bırakıyor. Sadece eğitim mi? İnternet, (bir önceki mektubumda çok sınırlı
olduğundan söz ettiğim) turizm, ticaret, kültürel faaliyetler
Azerbaycan’ı bir zamanlar olduğu gibi tekrar Kafkasların
kültür merkezi yapmaya aday.
Bana “Bunları bırak, kendine bak” diyecek olursan, azizim,
hadi gel, bana dönelim.
496
Ülkede çok sayıda ve yine eski neslin koruduğu müze var.
Bunlardan en beğendiğim elbette Azerbaycan İncesanat
Müzesi. Sovyet sanatı üzerine yazmaya yetkinliğim yok fakat toplumcu gerçekçi temanın en görkemli ürünlerinin
özellikle Stalinist devirde verildiği benim olduğu gibi senin
de malumundur. Çağdaş Azerbaycan sanatı içinse böyle bir
sınır çizmek mümkün değil.
İran’dan, özellikle Kaçar devri resim ve minyatür sanatının
etkileri 19. yüzyıl sanatına nüfuz etmişken Sovyetlerle birlikte bambaşka bir devir açılıyor. İncesanat Müzesi’nde
olduğu gibi Edebiyat Müzesi’nde de Arif Hüseynov,
Vəcihə Səmədova, Səttar Bəhlulzadə, Əzim Əzimzadə, Böyükağa Mirzəzadə ve Toğrul Nərimanbəyov’un “Türkiye
seviyesini” çoktan ışık yılları geride bırakmış eserlerini temaşa etmek mümkün.
Ayvazovski dahil Batı ve Rus resminin zirve isimlerini,
İranlı ve Osmanlı üstatlarının kaleminden dökülmüş harikaları, Kuba’dan Tebriz’e uzanan geniş coğrafyadan farklı
halı ve kilim örneklerini Hazar kıyısında görmek ne büyük
zevk! Ayrıca yukarıda zikrettiğim Azerbaycanlı dehalardan
kimisinin müzeye çevrilmiş atölye ve evlerini de ziyaret etmek imkân dahilinde. Ah, bir de katalog basılsa, kartpostal
ve reprodüksiyon satılsa!
Göster bana biraz bunlardan örnek, diyeceksin. Ne mümkün! Azerbaycan müzeciliğini anlayabilene aşk olsun! Kimi
müzelerde fotoğraf çekmek yasak olduğu gibi bazılarında
497
ek olarak ödeyeceğin beş manat eşliğinde bunun iznini alabiliyorsun. Beni bütün seyahatim boyunca en çok
öfkelendiren mevzulardan biri bu oldu, aziz okur.
Rusya’da ve Avrupa’daki koleksiyonlarla kıyaslanacak ve
hatta çoğunu gölgede bırakacak eserlerin bırak fotoğrafını
çekmeyi; bunları içeren katalog veya kartpostal dahi bulamıyorsun. Peki neden? Müze, kendi Facebook sayfasında
paylaşıyor diye yetinmek mi gerekiyor? Bu konuda hakikaten aşılması gereken seviyeler var gibi duruyor.
“Əziz dostum məndən küsüb incidi” diye başladın, sanki
okur. Asıl incindiğim kısma geçelim.
Ermenistan akademisiyle 1960’lı yıllarda girişilmiş çetin
mücadele bugün hâlâ akademiyi kasıp kavuruyor. Tarih ve
diğer sosyal bilimlerdeki pek çok yayın, doğal olarak, bu
çerçeveye sıkışmış durumda. Belki de yine bu sebepten
Azerbaycan tarihçiliği henüz dünyaya yeterince açılabilmiş
değil. Oysa 20. yüzyıla dek dünya iktisat, kültür, göç yollarının kesişim noktasında olmuş bir bölgeden söz ediyoruz.
Aynı bölgeden doğan Sovyet cumhuriyeti (“İkinci Cumhuriyet?”) neredeyse “Doğu devrimi”nin merkezi olacaktı.
Bugün ise başta sözünü ettiğim dil bariyeri veya farklı sosyal-siyasal sebeplerle daha enternasyonel bir bakış, metot
benimsenemiyor. Fakat panta rhei…
“Yahu neye incindin!” diye bağırıp çağırma. Müzelerden
sonraki durak tabii ki arşivler. Pek çok dili, alfabeyi, dönemi, kişiyi nezdinde toplayan o abidevi kurumlar.
498
Seyahatimin büyük kısmını kendisine vakfettiğim arşivlerin önemli bir bölümünde güler yüz ve olabildiğince
özgürlükle karşılaştım. Mayisə Hanım gibi Sovyet devrinde
yetişmiş ve arşivciliğin anahtarlarını elleriyle üretmiş emekçiler evvela korku yaratsalar da büyük bir yardım ve ilham
kaynağı oldular. Hem 1980’lerin sonunda Litvanya’da araştırma yapmış üniversitemdeki geç dönem Sovyet tarihçisi
beni bu gibi Soviet ladies’e karşı uyarmamış mıydı? Sovyet
cumhuriyetlerinde kimsenin randevulaşma, saat/tarih
verme huyunun olmadığını söylememiş miydi?
Mayisə Hanım gibi yardımsever ve yüreklendirici intelligentsia üyelerine her yerde rastlamak mümkün değil. Yeni
nesiller yetiştikçe ve alana farklı yerlerden insanlar geldikçe
başınızda bekçi gibi dikilen, hatta bekçi dikilmesini tercih
ettiren insanlar da mevcut. Evet, her türlü referansa rağmen
kapıları “tek milletin” bir araştırmacısı olan bana ve diğer
Türk vatandaşlarına açılmayan arşivleri ve fotoğraf çekmekten dosya görüntülemeye kadar çeşitli engeller çıkaran
kişileri kastediyorum. Veya dijitalleştirilmelerine rağmen
herkesin kullanımına sunulmayan kaynakları. Fotokopiye
izin varsa niye fotoğrafa yok? Dijitali varsa niye görüntüleme olanağı bulunmuyor? Yoksa Türkiye ve diğer Kafkas
ülkeleri gibi, birincil kaynak yayımlamanın hâlâ tarihçiliğin
en önemli görevi addedilmesinden mi geliyor bu?
Ama, aziz okur, nankörlük ettiğim sanılmasın. Bu gibi küsüp inciten örnekler istisnai. Her çevreden tarihçi, arşiv ve
müze görevlisi bürokratik engelleri aşmada elinden geleni
499
yaparak yardım etmeye çalışıyor. Kapıdaki polis memurundan arşiv müdürlerine ve hatta bürokrasinin zirvelerine dek
pek çok yerden güler yüz ve destek gördüğümü eklemezsem, hikâye eksik kalır.
Daha ne istiyorsun ki aziz okur? Sana Bakü’nün kültür hayatından enstantaneler sunmaya çalıştım. Azerbaycan
intelligentsia’sı artık dünyaya daha da açılıyor. (Nitelik değil nicelik yönünden) Türkiye’de bulunması zor bir
dergicilik var. Sokakları ressamlar, müzisyenler, yazarlar
süslüyor. Elektro müzik gelişse de bütün remix’ler muğamın, Sovyet mugannilerinin mahnıları üzerine bina
ediliyor. Şiir yazılıp okunuyor. Şairler için jübileler, anma
geceleri düzenleniyor. Şairlerini unutmayan, şiir yazan bir
milletin zaten (Türkiye seviyesini geçtim, başka seviyelerdeki) intelligens’e ne ihtiyacı olur?..
Bülbül prospektinde dilimde o güzel nağmelerle yürüyüp
büyük şair Xaqani’nin isminin verildiği sokağa dönüyorum. Güzel Vurğun’un rölyefine selam verip Dövlət
Akademik Rus Dram Teatrı’nın yanından geçiyorum. Akşam saati olmasına karşın hava serinlememiş. Azerbaycan,
çok büyük bir potansiyele sahip ki sularının ve topraklarının altında bekleyen doğal kaynaklar bunların yanında hiç.
Yeter ki bu mağrur insanlar diledikleri barışa tamamen kavuşup bütün enerjilerini büyük bir bilinçle ilerledikleri
kalkınma yönüne harcayabilsin.
500
Ey azad gün, azad insan,
Doyunca iç bu bahardan!
Bizim xalı-xalçalardan
Sal çinarlar kölgəsinə,
Alqış günəş ölkəsinə!
Oğul Tuna1
1
Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü Tarih Bölümü doktora öğrencisidir. Yazarın mektubu yarininkulturu.org/ sitesinde 17 Aralık 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
501
FİLİSTİN’İN ZEYTİN
AĞAÇLARINA VEFA
18 Kasım 2023, İstanbul
Sevgili Okur,
Bu satırların Filistin topraklarındaki zeytin ağaçlarının hikâyesini ve Filistin halkının direniş ve mücadele ile
dolu yaşamını biraz olsun yansıtabilmesini umuyorum.
Zeytin ağacının sadece bir ağaç olmadığını, aynı zamanda
bir halkın umudunun, dayanışmasının ve direnişinin sembolü olduğunu düşünerek okumanı istiyorum bu satırları.
Levant’ın sıcak Akdeniz ikliminde, zeytin ağaçları yıllardır
sadece zeytin ve zeytinyağı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Filistin ekonomisinin bel kemiğini oluşturuyor.
Bugün hâlâ, Filistin topraklarında yaşayan 80.000 ila
100.000 ailenin ana veya ikincil gelir kaynağı zeytin ve zeytinyağı üretimi. Bu sektör, yerel tarımsal üretiminin yüzde
70’ini oluşturuyor ve bu da ekonominin yüzde 14’ü ediyor.1
Ancak zeytin ağaçlarına yüklenen anlam daha da derin. Bu
ağaçlar, Filistin sanatında ve edebiyatında önemli bir yer
buluyor. Sürgünün yaşandığı bir dönemde kök salmayı,
1
https://www.arabnews.com/node/1976171/middle-east (Erişim: 17 Kasım 2023)
502
zorluklar karşısında kendi kendine yetmeyi ve savaş zamanlarında bile barış arayışını simgeliyorlar. Mahmoud
Darwish’in “Olive is an evergreen tree/Olive will stay evergreen/Like a shield for the universe” dizeleriyle bu ağaçlar,
Filistinlilerin kararlılığını ve direnişini temsil ediyor.
1967’den bu yana 800.000’den fazla Filistin zeytin ağacı İsrail yönetimi tarafından söküldü.2 2020’de sadece yüzde
24’lük bir kısmı onaylanan arazi erişim izinleri, Filistinli
çiftçilerin yıl boyunca tarım arazisine erişimini neredeyse
imkânsız hale getiriyor.3 Bu saldırılar genellikle Batı Şeria’daki yerleşim alanlarının (settlement) genişletilmesinden kaynaklanıyor ve Filistin ailelerinin geçim kaynaklarına zarar veriyor. Ayrıca, zeytin ağaçlarının yakılması gibi
şiddet içeren saldırılar Filistin çiftçilerini fiziksel olarak etkilemenin yanı sıra, hasat sırasında izin almak gibi bir dizi
zorlukla karşı karşıya bırakıyor. Zeytin hasadı başladığı andan itibaren, Batı Şeria’da İsrailli yerleşimcilerin saldırıları
hemen hemen günlük bir olay haline dönüyor. Çiftçilere
yönelik şiddet, tarım alanlarının kimyasal maddelerle sulanması ve yüzlerce ağacın kökünden sökülmesi gibi
acımasız eylemler, Filistin halkının yaşadığı zorlukları daha
da arttırıyor. Bir açıdan da İsrail’in Filistinlileri yerinden
etme politikasının bir uzantısı işlevi görüyor. İşgal alanını
genişletirken bir yandan da İsrail’in Filistinliler üzerindeki
http://yris.yira.org/global-issue/6018 (Erişim: 17 Kasım 2023)
https://www.middleeasteye.net/news/israel-palestine-forcesuproot-olive-trees-west-bank (Erişim: 17 Kasım 2023)
2
3
503
ekonomik kontrolü genişletiliyor. Özellikle 7 Ekim’den bu
yana İsrail saldırıları da artıyor ve Filistinli çiftçiler büyük
zorluklar yaşıyor.4
Kur’an’da özel bir öneme sahip olan zeytin, bereketi ve sağlıklı özellikleri ile vurgulanıyor. Hristiyanlıkta zeytin ağacı,
umudu ve barışı simgeliyor; İsa’nın dua ettiği Getsemani
Bahçesi’nde zeytin ağaçlarının bulunduğundan bahsediliyor. Yahudilikte, Tanah’ta zeytin, aydınlanma ve bereketin
simgesi olarak yer buluyor. Antik Yunan ve Roma mitolojisinde de zeytin, bilgelik, barış ve kutsal bir simge olarak
kabul ediliyor. Zeytin, tarih boyunca kültürel ve dinî bağlamlarda bereket, sağlık ve barışın sembolü olarak öne
çıkıyor. Bu açıdan baktığımızda İsrail’in saldırılarının sadece ekonomik etki yaratma amacı taşımadığı, aynı
zamanda manevi bir saldırı olduğu, barış, bolluk, bereket
ve umut gibi değerlere saygı duymamasının yanı sıra, Filistinlilere de aslında bu sembolik değer üzerinden bir mesaj
verdiği açık: Siz bu topraklarda, bizim gözetimimizde, barış, umut ve bolluk görmeyi unutun.
Filistin topraklarındaki binlerce yıllık zeytin ağaçları, sadece ekonomik bir kaynak olmanın ötesinde, Filistin
halkının direnişinin, dayanışmasının ve umudunun yaşayan simgeleri. Bu ağaçlar, tarih boyunca geçirdikleri
zorluklara rağmen Filistinlilerin kararlılığını temsil ederken, bugünkü saldırılar ve kısıtlamalar, sadece ekonomik
4
https://jacobin.com/2023/11/west-bank-israeli-settlers-palestinian-olive-trees-violence-occupation (Erişim:17 Kasım 2023)
504
kayıplara değil, aynı zamanda manevi bir bağın kopmasına
neden oluyor. Nesilden nesile aktarılan binlerce yıllık bir
kültürel mirasın taşıyıcısı zeytin ağaçları, topraklarında var
olan geçmişle birleşerek Filistin halkının kimliğini oluşturan önemli unsurlardan biri. Zeytin ağaçlarının yetişmesi
20 yıl kadar sürebilir, ancak tahrip edilmeleri anlık bir eylemle gerçekleşiyor. İsrail’in bu sembolik ve binlerce yıllık
kültürel mirasa yönelik saldırıları, sadece ağaçlara değil,
aynı zamanda Filistin halkının kimliğine yapılmış bir saldırıdır. Bu nedenle bence, zeytin ağaçlarına verilen zararlarla
mücadele, sadece Filistin topraklarındaki bir ekonomik
kaybın giderilmesi değil, aynı zamanda binlerce yıllık bir direnişin, kültürel bağların ve varoluş mücadelesinin bir
parçasıdır. Hepimize de bu mücadelenin tarafında olmak
yakışır.
Sevgilerimle,
Ekin Bayur 5
Sabancı Üniversitesi Çatışma Analizi ve Çözümü Programı’ndan yüksek lisans mezunudur. Yazarın mektubu yarininkulturu.org/ sitesinde 19 Kasım 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
5
505
24 ARALIK 1984’ÜN
ARDINDAN:KİM BU
BULGARİSTAN TÜRKLERİ?
23 Aralık 2023, İstanbul
“Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil!
Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur,
ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim
birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olamayan özel bir ‘dozda’ onu biçimlendiren bütün
ögelerden oluşmuş tek bir kimliğim var.”
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler.
Merhaba sevgili okur,
Bu soğuk 24 Aralık sabahında, tam da 39 yıl önce
bugün başlayan bir direnişi hatırlatıp aslında pek çoğumuzun mahalledeki komşusu, okuldaki ya da işteki arkadaşı,
hani şu ısrarla dilimizin sürçmesini durduramayıp “Bulgar
Türkü/göçmeni” diye adlandırdığımız insanlar var ya, işte
onların hikâyesini anlatmaya geldim. Gerçi birçoğunuz Naim filmiyle bu halkın kimlik mücadelesini çoktan
öğrendiniz. Dikkatli gözlerin hemen fark edeceği gibi Cep
Herkülü: Naim Süleymanoğu (2019) filmi 1989 yılında
Bulgaristan’dan Türkiye’ye gerçekleşen göçün otuzuncu
yılında vizyona girdi. Bu vesileyle Bulgaristan’da Türk ve
Müslüman azınlığın “Yeniden Doğuş (Възродителен
506
процес)” olarak bilinen etnik temizlik süreci ve 1989 yılında gerçekleşen yaklaşık 350 bin kişinin kitlesel göçü
Türkiye kamuoyunda yeniden gündeme geldi.
Yayımlandığı günden beri gerek dernekler gerekse Bulgaristan göçmenlerinin yoğun olarak yaşadığı ilçelerde
belediyeler tarafından “kültür alanında çalışmalar” kapsamında düzenlenen etkinliklerde, bir de Bulgaristan
seçimleri arifesinde televizyonlarda karşımıza çıkan bu
filmle bir halkın hikâyesine kısa metrajdan bakış attık. Üstelik filmin yaratmış olduğu etkinin yanında Eypio’nun
kaleme aldığı Naim şarkısı da kafelerde, eğlence ve alışveriş
merkezlerinde kitleleri eğlendiren bir hit haline geldi. Halterci Naim’in Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçışının, evini
geride bırakmasının yaratmış olduğu acının ve aynı zamanda ana vatanı olan Türkiye’ye karşı beslediği bağlılığın
vurgulandığı bu filmde en çarpıcı sahnelerden birisi de Kırcaali’de rejimin şiddetine maruz kalan halkın 26 Aralık
1984’teki protesto girişiminin kanlı bir şekilde bastırılmasıydı.
Takvim yapraklarını iki gün önceye çevirip olayların başladığı 24 Aralık 1984’e gelelim.1 Gerçi yaşamak direnmenin
Şüphesiz 24 Aralık 1984, Bulgaristan Türkleri için önemli günlerden yalnızca biridir. Prof. Dr. Mehmet Hacısalihoğlu,
titizlikle yürütmüş olduğu envanter çalışmasında şu tarihlerin
Bulgaristan Türkleri’nin toplumsal hafızasındaki önemini vurgulamaktadır : “24 Aralık 1984 (Sütkesiği), 26 Aralık 1984
(Yoğurtçular/Türkan Bebek), 27 Aralık 1984 (Mestanlı), 19
1
507
ta kendisiyken belli bir tarihi dönüm noktası olarak almak
ne kadar doğru bilemedim. Belli ki böyle uygun görmüş büyüklerimiz. Sonuçta tarih, toplumsal kimliğin inşa ve
korunma süreçlerini sağlayan hatırlama pratiklerinde
önemli bir etken değil midir? Tarihin tanıklarının zamansal ve mekânsal tezahürünü canlı tutmazsak geriye bizi biz
yapan ne kalır? 24 Aralık 1984, Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) Türk ve Müslüman azınlığın zorunlu isim
değişikliğine karşı Eğridere’deki (Ardino) Sütkesiği
(Mleçino) köyünde gerçekleşen ilk protesto mitinginin yıl
dönümüdür. Bu tarihten sonra film kopmuş, Bulgaristan’da totaliter rejime karşı gizli örgütlenme ayyuka çıkmış,
Türkiye’deki “soydaşlar” on yıllardır kurmaya çalıştıkları
Bulgaristan Türkü kimliğinin kızıl elmasını bulup mobilize
Ocak 1985 (Alvanlar), 19 Mayıs 1989 Cebel Günü, 20 Mayıs
1989 (Yusufhanlar-Bohçalar), 23-27 Mayıs 1989 (Ezerçe, Kalovo, Şumnu, Dobriç, Sarıkovanlık) gibi anma günleri
Bulgaristan Türklerinin, komünist rejimin soykırım politikasına karşı direnişin anıldığı günlerdir. 24 Mayıs 1989 toplu
sınır dışı edilme (Avusturya’ya), 29 Mayıs 1989 Jivkov’un “Bulgaristan’ı terk edin!” açıklaması, 30 Mayıs 1989 Özal’ın
“Sınırımız açık.” açıklaması.” Daha detaylı bilgi edinmek için:
Mehmet Hacısalihoğlu, “Bulgaristan’da 1984-1989 Zorunlu
Asimilasyon ve Etnik Temizlik Mağdurlarının Anma ve Yas
Günleri”, Sürgün ve Hafıza 989 Göçmenlerinin Anılarına Göre
Bulgaristan’daki Zorla Asimilasyon Politikaları ve Türkiye’ye
Zorunlu Göç, der., Neriman Ersoy Hacısalihoğlu, Mehmet Hacısalihoğlu, Ankara: YTB Yayınları, 2023, 360-422.
508
olmayı başarmış, dünyada büyük yankı uyandırmış; böylece Türkiye ve Bulgaristan’ı karşı karşıya getiren komünist
rejimin son çığlıkları soluksuz kalmıştır.
İşte 24 Aralık 1984, yani Bulgaristan Türklerinin “Totaliter Rejime ve Etnik Temizliğe Karşı Direnişini Anma
Günü” komünist rejimin kimlik siyasetinin yaratmış olduğu travmalarla yüzleşip gelecek nesillere bu hafızayı
aktarmak için önemli bir mihenk taşıdır. Biz de bu tarihi
milat alalım, önce akrebi yelkovanı geriye sarıp kim bu Bulgaristan Türkleri sorusunun cevabını arayalım. Ardından
gelecek nesillere aktarılan hafızanın ve aidiyetlerdeki parçalanmışlıklarla dolu tarihin hayaletlerinin bugünü nasıl inşa
ettiğini sorgulayalım.
Gönül isterdi ki uzun 19. yüzyıl hiç yaşanmamış, kısa 20.
yüzyılı da içine alan milliyetçilikler çağı hiçbir halkı vatan
bellediği topraklardan sırf politik erk “kendinden” değil
diye ana vatan aramak zorunda bırakmamış olsaydı. Lakin
kalem kırıldı, hüküm verildi ve dünya böyle bir yere evrildi.
Bizlere de dillere pelesenk olmuş o meşhur öğüt kaldı: Tarihten ders çıkarmak. Oysa benim amacım ne tarihten ders
çıkarmanızı sağlamak ne de acıları kabuk tutmuş bir halkın
çözüm sunamayacağım yaralarını kanatmak. Sadece bugün
yaşananları anlamak için hatırlama pratiklerimiz vesilesiyle
inşa ettiğimiz geçmişe küçük bir bakış atmak.
19. yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar’dan Anadolu’ya başlayan göçler, 2000’lerin başında Balkan ülkelerinin Avrupa
Birliği’ne girmesinden göçün yönünün Batı Avrupa’ya
509
dönmesine dek devam etmiştir. Bugün hâlâ az sayıda da
olsa Türkiye’ye devam eden bireysel göçlerin yanı sıra asıl
çekim merkezi sonsuz ekonomik fırsatlar sunan Batı Avrupa ülkeleri olmuştur. Bu durum Balkan ülkeleri ve
Türkiye arasında mekik dokuyan imparatorluk bakiyesi
halkları diasporaya dönüştürmüştür. Türkiye-Bulgaristan
sınırı arasında parçalanmış hayatlara sahip olan Bulgaristan
Türkleri, artık sacayağı misali farklı yerlere dağılmış bir diaspora olarak karşımıza çıkmaktadır: Bir kısmı
Bulgaristan’ın ulusal azınlığı, diğer kısmı Türkiye’nin soydaşı ve her geçen gün daha büyük bir kısmı da dünyanın
farklı ülkelerinde yaşam kuran göçmenler. Bulgaristan
Türkleri diasporasını oluşturan bireylerin geçmişi algılayış
ve kucaklayışları, böylece kimlik tahayyülleri birbirinden
oldukça farklıdır. Bu şerhi düşüp yüksek siyasetin daha yoğun etkisinde kalan toplumun örgütlü kesimlerinin
gözünden bir portre çizmeye çalışacağım.
MÜSLÜMAN MÜLTECİDEN SOYDAŞA
TÜRKİYE’DE “BULGARİSTAN TÜRKLERİ”
“İnsanın nereye ait olduğu, kökenleri, ötekilerle ilişkileriyle, güneşte ve gölgede işgal edeceği yeri konusunda
sürekli olarak kendi kendini sorgulamaya itildiği bir
ülke.”
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler.
Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri topluluğu sayısız göç dalgası sonucu oluşmuştur. Farklı dönemlerde göç
etmeleri ve Bulgaristan ile kurdukları farklı bağlar sebebiyle
510
bambaşka kimlik tahayyüllerine sahip olduklarını göz
önünde bulundurarak Türkiye’nin toplumsal hayatında
nasıl ortaya çıkıp dönüştüklerine bakalım.
MÜSLÜMAN MUHACİRLER
Toplumsal hafızamızda 93 Harbi olarak bilinen
1876-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve ardından gelen Balkan
Savaşları’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları, Bulgaristan’da yaşayan Müslüman ve Türk nüfusun
bir kısmının başta İstanbul olmak üzere Anadolu’ya göç etmesine sebep olmuştur.
Yıl
Göçmen Sayısı
1893
11460
1894
8837
1895
5095
1896
1946
1897
2801
1898
6640
1899
7354
1900
7417
1901
9339
1903
9714
Toplam
70603
511
Tablo I – 1893-1902 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen göçmen sayısı (Kaynak: Şimşir, 1985.)
1912-1913 Balkan Savaşı sırasında 200 bin Müslüman ölmüş ve 1923 yılında kurulacak Cumhuriyet’e kadar
takriben 440 bin kişi Anadolu’ya göç etmiştir. İkinci Balkan Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte İttihat ve Terakki
hükûmetiyle Bulgaristan Krallığı arasında 1913 yılında imzalanan Konstantinopolis Antlaşması’nda karşılıklı isteğe
bağlı nüfus mübadelesini kolaylaştırmak için ek mukavelename imzalanmıştır. Bu antlaşmada, iki devlet arasındaki
azınlık sorunlarından kaynaklanan gerilimi azaltmak için
Bulgaristan ile Osmanlı İmparatorluğu arasında “…ortak
sınır boyundaki 15 kilometrelik bir bölge içinde yaşayan
topluluğun kendi istekleriyle karşılıklı değiştirilmesi…” 2 kararına varılmıştır. Antlaşmanın sonunda,
Osmanlı Trakyası’nda yaşayan yaklaşık 50 bin Bulgar Bulgaristan’a giderken 50 bin kadar Türk de Türkiye’ye
gelmiştir.3 1920’lerden 1930’lara kadar yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman Türklerin Türkiye’ye göçü
konusunda başta Bulgaristan olmak üzere Balkan ülkeleriyle anlaşmalar imzalamıştır.4
Ahmet İçduygu, Sema Erder, ve Ömer Faruk Gençkaya, Türkiye’nin Uluslararası Göç Politikaları, İstanbul: MireKoç,
2014, 101.
3
Ebru Boyar, Ottomans, Turks, and the Balkans Empire Lost,
Relations Altered, Londra: Tauris Academic Studies, 2007, 13.
4
Soner Çağaptay, “Reconfiguring the Turkish Nation in the
1930s,” Nationalism and Ethnic Politics, 8, no. 2 (2002), 71.
2
512
Bu göçlerin arifesinde, 1926 yılında çıkarılan 885 sayılı kanun, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk iskân kanunudur. İçerik
itibariyle incelendiğinde, Yunanistan ile imzalanan mübadele antlaşmasıyla gelecek mübadillerin yerleştirilmesini
düzenleyen bu kanun, yenilenmiş ve o çokça tartışılan 1934
İskân Kanunu’na evirilmiştir. Yeni kanun, gelecek göçmenleri tasnif etmiş ve “Türk kültürünü (hars) paylaşmayanlar,
çingeneler, anarşistler, casuslar ve devletten ihraç edilenlerin” göçmen olarak iskân edilemeyeceğini belirtmiştir.
Ramazan Hakkı Öztan, 1932 yılında TBMM’nin gündeminde olan İskân Kanunu’nun 14 Haziran 1934’te
yürürlüğe girmesine dikkat çekerek 1930’ların yükselen revizyonist konjonktürünün bu kanunun zamanlaması ve
içeriğinin belirlenmesinde etkili olduğunu söylüyor. Revizyonistlere yakınlaşan Bulgaristan ve Romanya gibi yoğun
Müslüman nüfusuna sahip Balkan ülkelerinin azınlıklara
uyguladığı politikaların sertleşmesi 1930’ların ortasına
damgasını vurmuştur. Balkanlar’daki Türk ve Müslüman
azınlığın Türkiye’nin akraba devleti statüsüne sahip olmasını göz önünde bulundurduğumuzda bu kanunla olası göç
dalgalarında kabul edilecek göçmenin tanımlanması kaçınılmazdır.5 Sema Erder tarafından “İskân Kanunu’nun
Ramazan Hakkı Öztan, “Settlement Law of 1934: Turkish Nationalism in the Age of Revisionism,” Journal of Migration
History 6, no. 1 (2020), s. 83.
5
513
Kadim Dostları” olarak tanımlanan Balkan göçmenleri 6,
1950’lerden itibaren Türkiye’nin değişen ekonomi-politik
iklimine bağlı olarak iskânlı göçmen yerine serbest göçmen
olarak kabul edilmişlerdir.
Yıl
Göçmen Sayısı
1934
8.682
1935
24.968
1936
11.730
1937
13.490
1938
20.542
Toplam
79.412
Tablo II – Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen Müslüman ve Türk
göçmen sayısı (Kaynak: Öksüz, 2000.)
İSKÂNLI GÖÇMENDEN SERBEST
GÖÇMENE
Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olması ve
Soğuk Savaş sürecinde Batı Blok’unda kendini konumlandırması kapitalist dünya sistemine farklı şekillerde
eklemlenme çabasını da beraberinde getirmiştir. Özellikle
Demokrat Parti yılları olarak tanımlayacağımız 1950’li yıllarda, Türkiye tarımsal artığın ihracatına dayalı ekonomik
Sema Erder, Zorla Yer Değiştirmeden Yerinden Etmeye Türkiye’de Değişen İskân Politikaları, İstanbul: İletişim Yayınları,
2018, s. 143-144.
6
514
büyümeyi hedeflemiş, bu doğrultuda politikalar hayata geçirmiştir. Nüfus artışının hızlanması ve tarımda
makineleşmeye geçilmesi Türkiye’nin tarımsal araziyi işlemek için göçmene ihtiyaç duymamasına yol açmıştır.
Yıl
Göçmen Sayısı
1949
1.500
1950
45.346
1951
101.719
Toplam
148.565
Tablo III – 1949-1951 yılları arasında Bulgaristan’dan
Türkiye’ye gelen göçmen sayısı (Kaynak: Sarıkoyuncu Değerli & Karakuzu, 2016.)
Türkiye’nin ekonomik koşullarının yeni bir dış göç dalgasına hazır olmayışı, muhalefetin mecliste temsiliyet
kazandığı 1945 sonrası dönemde, dış göç olgusunu ilk kez
hükûmetle muhalefet arasında oy devşirilebilecek bir siyaset alanına dönüştürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sürecinde
yavaşlayan insan mobilizasyonu, Türkiye’nin göçmen kaynağı olan Balkanlar’dan göçü azaltmıştır. Türkiye’nin Kore
Savaşı’na asker göndermesini takip eden süreçte Bulgaristan, 1925 yılında imzalanan Türk-Bulgar İkamet
Mukavelenamesi gereği ülkesindeki 250 bin Türk ve Müslüman azınlığı sınır dışı edeceğine dair bir notayı
Türkiye’ye iletmiştir. İki ülke arasında ilişkiler “göç” teması
etrafında çıkmaza sürüklenmiştir. Türkiye ekonomisinin
515
kaldıramayacağı bu göçü halkına kabul ettirebilmesi için
yürütmüş olduğu iktidar teknolojilerinde bir dizi yenilikler
yapması gerekmiştir. Bunun yanı sıra, göç sürecinin masrafları ve göç sonrası ekonomik yükün tazmininin devletin
elinden çıkmasını sağlayan iskânlı göçün bitip serbest göçün başlamasıyla Türkiye’nin kamusal alanında Balkan ve
Rumeli göçmen dernekleri peyda olmaya başlamıştır.
BİRLEŞEN YAKIN AKRABALARDAN
KOMÜNİST REJİM KISKACINDAKİ
SOYDAŞA
Soğuk Savaş’ın dünyayı iki kutba ayırdığı o dönemde, Doğu Bloku ülkesi Bulgaristan’dan gelen Türk ve
Müslüman azınlığın göçünü anti-komünizm ve mezalime
uğrayan soydaşın kurtuluş/kaçışı retoriği etrafında örerek
göçün Türkiye toplumu tarafından kabul edilebilir olmasını sağlamıştır. Bu söylem Bulgaristan Türklerinin 19511952 yılları arasındaki göçü ile sınırlı kalmamıştır. 1963 yılında Bulgaristan’daki elçilik ve konsolosluklara 300 bine
yakın göç başvurusunun ardından Türkiye Bulgaristan ile
1968 yılında “Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü
Anlaşması”nı imzalamıştır. 1968 yılında imzalanan bu anlaşmaya göre her yıl 1 Nisan-30 Kasım arasında göç
gerçekleşecek ve sayı haftalık 300 kişiyi aşmayacaktır. Göç
İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre, 1968-1979 yılları arasında “Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşma-
516
sı” çerçevesinde 116.521 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.7 Kamuoyunun göçmenlere karşı artan öfke ve ötekileştirme
hareketleriyle mücadele edebilmek ve gelen göçmenlerin
halk tarafından kabulünü sağlamak için anti-komünist ve
pan-Türkist söylem bu dönemin iktidarları tarafından sıklıkla kullanmıştır.8 Bu söylem asıl zirveye ise 1989 yılında,
dünyanın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gördüğü en büyük kitlesel göç esnasında ulaşmıştır. Tüm bu bahsi geçen
göç dalgaları içerisinde hem Türkiye’nin toplumsal hafızasındaki yeri hem de Bulgaristan Türkleri için en travmatik
olanı, BKP’nin 1984 yılından itibaren sıklaşan etnik temizlik politikaları sonucu Mayıs 1989 tarihinde başlayan
kitlesel zorunlu göçtü.
Bir adım geriden: Klasik anlatıyı geri çağıralım ve bir kez
daha 1980’lerde Bulgaristan’da neler olduğunu hatırlayalım. 1989’daki parti darbesiyle devrilene dek hem BKP’nin
hem devletin başkanı olan Todor Zhivkov, Bulgaristan’ı geleneksel çok etnikli tarım toplumundan arındırarak daha
modern, sanayileşmiş ve etnik olarak homojen bir sosyalist
“Kitlesel Akınlar”,
https://www.goc.gov.tr/kitlesel-akinlar#:~:text=1968%20%2D%201979%20yılları%20arasında%20d
a,ye%20göçe%20zorlanmaları%20ile%20başlatılmıştır Erişim:
18 Aralık 2023.
8
Kemal Kirişçi, “Migration and Turkey: The Dynamics of State,
Society and Politics,” The Cambridge History of Turkey ‘, der.,
Reşat Kasaba, Cambridge: Cambridge University Press, 2008),
175-198.
7
517
devlet haline getirmeyi planlamış ve ülkedeki azınlıklar üzerinde “Soya Dönüş Süreci” olarak bilinen yoğun bir
asimilasyon programı başlatmıştır. Bulgaristan’ın toplam
nüfusunun yüzde 8,8’ini (588.318) oluşturan ikinci en büyük etnik grup olan Türkler, etnik ve dinî kimlikleri
nedeniyle özellikle 1984-1989 yılları arasında Bulgar
hükûmetinin yoğun kimlik politikalarına maruz kalmıştır.9 Özellikle 1984-1985 arasında Bulgaristan Türklerinin
kültürel ve dinî kimliklerini ifade etmelerine yönelik kısıtlamalar en üst seviyeye ulaşmıştır. Bulgar hükûmetinin
meşhur asimilasyon programıyla, Aralık 1984 ve Ocak
1985’te Türk azınlığın Türkçe isimlerini Bulgar isimleriyle
değiştirmeye zorlanmasının yanı sıra kamusal alanda
Türkçe konuşulması yasaklandı. Camilerin ibadete kapatılmasının akabinde sünnet ve geleneksel İslami kıyafetler
giymek gibi kültürel ve dinî uygulamalar da yasaklandı.
Bulgaristan’da Türk ve Müslüman azınlığın maruz kaldığı
bu politikalara tepki Türkiye’deki hemşehrilerinden geldi.
Türkiye’nin 1980’lerde kamusal mobilizasyonun oldukça
kısıtlı olduğu darbe sonrası ikliminde aktif olarak faaliyet
gösterip “Kamu Yararına Çalışan Dernek” sıfatı alan Balkan ve Rumeli göçmenleri dernekleri arasında Bulgaristan
Evgenia Ivanova, “Islam, State and Society in Bulgaria: New
Freedoms, Old Attitudes,” Journal of Balkan and Near Eastern
Studies,19:1, (2017), 37.
9
518
Türkleri kendi hemşehrileri için Türkiye’de verdikleri kimlik mücadelesiyle ayrı bir kol olarak gelişmeye başlamıştır.10
SOYDAŞLIĞIN LİMİTLERİ
VEYAHUT EVLAD-I FATİHÂN’IN YENİDEN
DİRİLİŞİ
“Aynı insana yirmi yıl sonra aynı yerde rastlasak,
acaba kendini nasıl tanımlardı? Aidiyetlerinden hangisini en başa koyardı? Avrupalı mı? Müslüman mı?
Boşnak mı? Başka bir şey mi? Belki de Balkan mı?
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler.
“Ana vatan” olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Bulgaristan’dan gelen soydaşlarına kucak açması 1990’ların ilk
yıllarında sona ermiştir. 1989 yılındaki kitlesel göçün ardından, gelen göçmenlerin bir kısmı Bulgaristan’daki rejim
değişikliği üzerine geri dönmüştür. Fakat komünizmin çöküşünün yaratmış olduğu ekonomik kriz, Bulgaristan
vatandaşı Türk ve Müslümanların seyahat vizesi alarak
Türkiye’ye gelip, kaçak olarak ikamet edip çalışmaya başlamalarına sebep olmuştur. 1990’larda gerçekleşen bu göç
dalgalarıyla mücadelede Türkiye’deki siyasi iktidarın stratejisi göçü durdurmak ve “Türk ve Müslüman varlığını
Balkanlar’da korumak” söylemi etrafında şekillenmiştir.
Osmanlı döneminde Balkanlar’ı Türkleştirme görevi verilen Evlad-ı Fatihân’a bu kez de Türk varlığını koruma
Dernekler hakkında daha detaylı bilgi almak için: Sinem Arslan, “Migration, Identity and Politics: The Case of Bulgaristanlı
Turks”, Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2021.
10
519
misyonu yüklenmiştir. Böylelikle Balkanlar’dan Türkiye’ye
gerçekleşecek olası göçler durdurulmaya çalışılmıştır. Balkanlar’da görünürde liberal demokratik devletlerin
kurulmaya başlanması Türk ve Müslüman azınlığın parlamentoda temsiliyet kazanmasını beraberinde getirmiştir.11
Bulgaristan’da Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS)’nin siyasi partiye dönüşmesiyle Türk ve Müslüman azınlık siyasi
temsil kazanmış ve hükûmetlerce Türkiye’ye göç etmelerine sebep olacak hiçbir “kimlik” sorunu kalmamıştır. Peki
ya gerçekten de sorunun çözümü bir siyasi partinin kurulmasından mı ibaretti? O halde kadrajı çok ufak da olsa Hak
ve Özgürlükler Hareketi’ne çekelim ve birkaç aydır kamusal alanda oldukça tartışılan parti içindeki değişim
rüzgârına bakalım.
BULGARİSTAN TÜRK MİLLÎ KURTULUŞ
HAREKETİ’NDEN HAK VE
ÖZGÜRLÜKLERE
İktidar sizi nerenizden yaralarsa orası kimliğiniz olur.
Milan Kundera
Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan ettiği ilk günden
itibaren süregelen, Türk ve Müslüman halkın maruz kaldığı, 1984 yılında başlayan isim değişikliğiyle ayyuka çıkan
Sinem Arslan, “Migration, Identity and Politics: The Case of
Bulgaristanlı Turks”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2021, 71-73.
11
520
azınlık haklarının ihlalleri, halkın çeşitli şekilde örgütlenmesini de beraberinde getirmiştir. Nurcan Özgür
Baklacıoğlu, Hak ve Özgürlükler Hareketi üzerine yapmış
olduğu çalışmasında bu örgütlenme pratiklerini şu şekilde
tasnif etmektedir: “…Azınlıklar arasında ülkeden kaçma,
isim değiştirme olayları hakkında uluslararası örgütlere
ve Türkiye’ye bilgi sızdırarak uluslararası kamuoyunun
tepkisini çekme, bireysel ve bölgesel protestolarla süreci durdurma, azınlıkların birleşip ayaklanmalarını sağlayarak
uygulamalara son verme…” Bu girişimlerin arasında öne
çıkan da Hak ve Özgürlükler’in selefi olan “Bulgaristan
Türk Millî Kurtuluş Hareketi (BTMKH)’dir.12
1985 yılında kurulup üç bölgeye (Rumeli, Deliorman,
Dobruca) bölünerek “silahsız mücadele” gösteren
BTMKH örgütünün başkanlığına bugün HÖH’ün onursal başkanı olan Ahmet Doğan seçilmiştir.13 1986 yılında
aralarında Doğan’ın da bulunduğu 28 üye tutuklanıp hapis
cezasına çarptırılmıştır. Kısa süreli fetret devrinin ardından
1989 yılında örgüt İnsan Hakları Demokratik Birliği (Ligi)
olarak yeniden kurulmuştur. Örgüt halkı açlık grevine ve
sivil itaatsizliğe teşvik ederek protesto ve mitinglerle direniş
atmosferinin oluşmasını sağlamıştır. Bu azınlık örgütüne,
dönemin illegal birçok örgütü de eşlik etmiş ve 30 Mayıs
Nurcan Özgür Baklacıoğlu, Etnik Sorunların Çözümünde Etnik Parti Hak ve Özgürlükler Hareketi 1989-1995, İstanbul:
Der Yayınları, 1999, 75.
13
a.g.e., 75-79.
12
521
1989 tarihinde Todor Zhivkov’un televizyona çıkıp o meşhur konuşmayı yapmasıyla dönüm noktası başlamıştır:
“Kendini Bulgar hissetmeyen ülkeyi terk etsin…” Bu tarihten Türkiye’nin sınırı kapattığı 20 Ağustos’a kadar
takriben 350 bin kişi Türkiye’ye göç etmiş, 120 bin kişi de
evini ve işini bırakıp geldiği sınırda kalmıştır.
10 Kasım 1989’da BKP içerisinde gerçekleşen darbeyle yönetim istifa etmiş, böylece demokratikleşme dönemine ilk
adım atılmıştır. Aralık 1989 affından yararlanarak hapisten
çıkan BTMKH önde gelenleri, hareketi bugünkü ismi olan
Hak ve Özgürlük Hareketi’ne dönüştürmüştür.14 Tabii bu
sırada bazı güzel gelişmeler de olmuş, 15 Ocak 1990 tarihinde BKP, isimlerin geri verilmesi deklarasyonunu
yayımlayarak görece rahatlama dönemini başlatmıştır. 2627 Mart 1990 tarihinde Sofya’da düzenlenen kuruluş konferansıyla siyasi partiye dönüşüp parlamenter siyasete
girmek için ilk adımlarını atmıştır. Azınlık hakları temsilcisi olarak 1990 yılında parlamentoya giriş yapan HÖH,
Bulgaristan Türklerinin partisi olarak bilinip bugün hâlâ
bata çıka siyasal hayatına devam etmektedir.
İyisi mi bu bahsi burada kapatarak işin inceliklerini ehline
bırakıp bunca kelamı neden ettiğime geçeyim. Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri, sivil toplum örgütleri çatısı
altında mobilize olarak maruz kaldıkları asimilasyona karşı
kamuoyu oluşturup sınırın öteki tarafından mücadele ettikleri hemşehrilerinin Bulgaristan’daki siyasi mücadelesini
14
a.g.e., 84-93.
522
1980’lerden beri yakından takip etmektedir. Zaman zaman
güç savaşlarına sahne olan Bulgaristan parlamenter seçim
kampanyalarını Türkiye’nin muhtelif yerlerinde sıkça görmüşsünüzdür. (Bulgaristan’da hükûmet kurmak da kurulan koalisyon hükûmetlerini yaşatmak da oldukça zor olduğundan sık sık seçim yapılmakta.) Türkiye’deki toplumun
örgütlü kesimiyle kâh aşk kâh nefret ilişkisi yaşayan
HÖH’ün 2016 yılından beri genel başkanlığını yapan Mustafa Karadayı’nın istifası kamusal alanda bir dizi tartışmayı
beraberinde getirdi. Şubat ayında kongreye gidecek olan
partinin genel başkanlığına adaylığını açıklayan Delyan
Peevski’nin gelme ihtimali topluluğun Türkiye’deki ayağını oldukça rahatsız etmiş görünüyor. “Türk partisine
Bulgar lider” etrafında dönen tartışmanın Bulgaristan’daki
halkı Türkiye’dekiler kadar rahatsız edip etmediğinden
emin değilim; fakat günün sonunda filler tepişir çimenler
ezilir. Siyasetin dinamiklerine de kolay kolay akıl sır ermez.
O halde son söz olarak sizleri Benjamin’in Pasajlar’ında tarih kavramı üzerine ortaya koyduğu tezlerin altıncısında
söyledikleriyle bu olayları düşünmeye davet edeyim.
“Geçmişi tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi ‘gerçekte nasıl
olduysa, öyle’ bilmek değildir. Buna karşılık, bir tehlike anında
parlayıverdiği konumuyla, bir anıyı ele geçirmek demektir. Tarihsel maddecilik için önemli olan, geçmişe ilişkin bir
görüntüyü, tehlike anında tarihsel özneye ansızın gözüktüğü biçimiyle korumaktır.”
Son not: 11 Ocak 2012 tarihinde Bulgaristan Parlamentosu, 115 milletvekilinden 112’sinin evet oyuyla
523
asimilasyonu tanıyıp geçmişte yapılanları “Türklere karşı
etnik temizlik” olarak tanımladığı özür deklarasyonunu yayımladı. Ancak 1990’ların başından beri Belene Kampı’nda
maruz kaldıkları şiddete karşı hukuksal mücadele veren Belene’nin failleri hâlâ hesap vermeyi bekliyor.
Sinem Arslan15
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü doktora adayıdır. Yazarın mektubu yarininkulturu.org/ sitesinde 24 Aralık 2023
tarihinde yayımlanmıştır.
15
524
III. B Ö L Ü M
RÖPORTAJLAR
FOTOĞRAFÇI SENA NUR ALTAY
İLE FOTOĞRAF ÜZERİNE
Röportajcı: Muratcan Zorcu1
Yarının Kültürü olarak İstanbul’u ve İstanbul’un dinî
yapılarını ölümsüz karelere kavuşturan Sena Nur Altay
ile fotoğrafçılığı üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Sizleri 23 Ocak 2023 Pazartesi günü Üsküdar’da gerçekleşen röportajımızla baş başa bırakıyor ve size Altay’ın fotoğraflarından bir seçki de sunuyoruz.
Yarının Kültürü (YK): 23 Ocak 2023 Pazartesi
günü Üsküdar’da Sena Nur Altay ile birlikteyiz. Fotoğraf
sanatı üzerine güzel bir sohbet gerçekleştireceğiz. Öncelikle
kısaca kendinizden bahsetmek ister misiniz?
Sena Nur Altay (SA): Merhabalar, Sena ben. İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nde Tarih bölümü son sınıf
öğrencisiyim. Şehir, mimari ve kültür tarihi ile yakından ilgileniyorum. Ayrıca yoğun okul hayatımın yanı sıra bol bol
gezen biri olduğumdan ötürü yaklaşık 9-10 yıldır alanımı
ve hobilerimi birleştirerek mimari fotoğrafçılığa yöneldim.
Koç Üniversitesi Tarih Bölümü doktora öğrencisidir. Yazarın
“Fotoğrafçı Sena Nur Altay ile Fotoğraf Üzerine” başlıklı röportajı yarininkulturu.org/ sitesinde 31 Ocak 2023 tarihinde
yayımlanmıştır.
1
527
YK: Fotoğrafçılığa ilginiz nasıl başladı?
SA: Net bir tarih veremiyorum çünkü fotoğraf kendimi
bildim bileli çok hoşuma giden bir alan. Tabii, çocukluktan
gelen resme yatkınlığımdan dolayı olsa gerek, ailem bu
alanda beni fazlaca desteklemişti. Fotoğrafta da benzer bir
durum yaşadım. Lise dönemlerimde İstanbul’a gelmem ve
sürekli şehri keşfe çıkıyor olmam beni mekânları ve ruhlarını kaydetmeye itti. İlk yıllarda telefon ile çekmeye
başlamıştım fakat hem çok fazla mesai harcadığımdan dolayı hem de motivasyon için ailem bana sürpriz yapıp
makine almıştı. Böylece uzun mesailer harcamamın karşılığını daha kaliteli bir şekilde alıyor ve fazlasıyla motive
oluyordum. Kısacası lisede yöneldiğim bu yolculuk, fotoğraf makinemin de olması ile tam zamanlı bir hobi haline
geldi ve hâlâ en büyük deşarj yöntemim olarak devam ediyor.
YK: Bu konuda hiç eğitim aldınız mı? Almayı düşünüyor
musunuz?
SA: Maalesef. Ben direkt alaylı olarak görüyorum kendimi
bu alanda. Yıllardır uyguladığım metodum; alırım elime
makinemi, o gün hangi şehirdeysem saatlerce gezerim, dolaşırım sokaklarında ve başta tarihî dokusu olmak üzere
gözüme hoş gelen ne varsa çekmeye çalışırım. Pratikteki
eğitimim bu yöntem vesilesiyle süreç içinde oturdu ve teorinin çoğuna da böylece kendi uğraşlarımla hâkim oldum
fakat hala eksiklerim var. Bunu da fotoğrafçı arkadaşlarımın yardımı ile halletmeye çalışıyorum. Onlarla çekimlere
528
çıkıp eksiklerimi daha net bir şekilde görüyorum ve her biri
farklı bir bakış açısı kazandırıyor bana. Açıkçası fotoğraf
çekmenin tekniğinden ziyade sonrasındaki edit kısmı daha
önemli bence ve ne yazık ki hiçbir adımım da olmadı bunun
için. Kısa vadeli hedeflerim arasında photoshop eğitimi var,
buraya ağırlık verirsem bu alandaki en büyük eksikliğimi
tamamlamış olacağım.
YK: Peki Sena Hanım, sizin fotoğraflarınıza baktığımızda
genellikle mimari detayları, şehir peyzajını görüyoruz. Mimari fotoğraf hayranlığınızın ve tercihinizin özel bir sebebi
var mı?
SA: Hem ilahiyat hem de tarih eğitimimden kaynaklı olarak çoğunlukla ibadethane çekimleri yapardım. Hatta bir
ara sokakta durdurulup “Siz o cami fotoğrafçısı değil misiniz?” sorusuyla bile karşılaşmıştım. Bu ilgim de beni
doğrudan mimari çekime yöneltti. Dönemsel olarak sadece
bir temaya odaklandığım olsa da genel olarak hem cami
hem kilise hem de sinagog çekmekten çok hoşlanırım. İbadethanelerin mistik yapısı da beni kendine çekiyor olabilir
ki zaten inançlara karşı reddedemeyeceğim bir zaafım var.
Bazen istemsizce kendimi bir caminin avlusunda ya da bir
kilisenin zilini çalarken bulabiliyorum. Bu ziyaretlerimi de
elbette fotoğraflar ile kalıcılaştırıyorum. Ayrıca geçen yıl,
tarih ve fotoğrafçılığı birleştirerek arşiv oluşturmaya başladım. İstanbul başta olmak üzere hemen hemen her
şehrimizin ruhunu kaybettiğini görüp hızla betonlaştığına
şahit olmak beni çok üzüyor. Bazen öyle durumlarla karşılaşıyorum ki bir yıl gibi kısa sürede bile yapılar bambaşka
529
bir hale bürünüyor ve “Keşke elimde önceki haline ait bir
kare olsaymış” diyebiliyorum. Ben de canımı sıkan bu değişimleri kayıt altına almayı kendime görev edindim.
Özellikle İstanbul benim için her şeyden kıymetli olduğu
için en büyük emeği ona veriyorum. Bir aksilik olmazsa 35
yaşıma kadar İstanbul’daki tüm tarihî yapıları arşivleme
projem var. Bizans ile başlayıp Osmanlı ile bitireceğim; lakin Cumhuriyet’in erken dönemlerini de dâhil edip
etmeme konusunda hâlâ kararsızım sanırım. On yıl sonraki
durumuma bağlı olarak netleşecek. Şu an dönemleri artırıp
gözümü de korkutmak istemiyorum doğrusu. Şehrin bu
katmanlı hali oldukça büyük bir zenginlik sunsa da her detayı arşivleme çılgınlığı haliyle yorucu oluyor.
YK: Mimari detaylara bakarken siz bizden daha fazlasını
görüyorsunuz. Fotoğraf çekimi yaptığınız mekânlar için
özel izniniz var. Cami ve kiliselerde bizim göremediğimiz
neler var? Veya sizi şaşırtan bir detay oldu mu?
SA: İzin işi çok önemli. Ticari bir amaçla çekmediğim halde
bazı kimseler makineyi görür görmez çok büyük tepkiler
veriyor. Hatta çok kaba imamlara denk gelip camilerden
kovulduğum bile oldu. Geçen yıl bir daha hiçbir camiye girmeyeceğime dair kendime söz bile vermiştim fakat kendimi
tutamıyorum bu konuda. Şu an müftülük iznim olduğu
için cami çekimlerinde bir sorun yaşamıyorum. Kiliseler
için de aynı şekilde izin işini halletmeye çalışıyorum ama kiliselere ulaşım camiler kadar kolay olmuyor. Önceden
haber verip açık olduğu zamanlara denk getirmek gerekiyor. Hanlar için ise görevlilerinden müsaade istemek lazım
530
ki bazı tarihî hanlar otele çevrildiği için önceden arayıp izin
almak gerekiyor. Her ne kadar çok önemli olsa da bazen
bazı önlemlerin sadece kasıntılık maksatlı olduğunu düşünüyorum; ama bunlara girmek istemiyorum… Beni şaşırtan
kısımlar ise çoğunlukla Bizans eserlerinde oluyor. Gerçekten de Bizans’tan kalan yapılara karşı ayrı bir hayranlığım
var. Birçoğu camiye dönüştürülmüş olsa da bazı kısımları
muhafaza edilebilmiş. Mesela, İmrahor Camii… O kadar
muazzam bir eserin hem halka kapalı olması hem de hiçbir
işlevinin olmaması üzücü bir durum. Şahsen o dokunun ve
o ruhun halka kazandırılmasını isterim. Keşke güzel bir restorasyon geçirse de müzeleştirilse. Kalenderhane için de
aynısını temenni ediyorum. Şu an cami olarak işlevini sürdürüyor fakat caminin üst kısımlarından düşen taşlardan
dolayı ön taraflarına geçilemiyor bile. Kaldı ki yapının içi
oldukça zengin taşlarla süslendiği için zaten bir cennet gibi.
Üstelik diakonikon kısmında bulunan mozaik ve freskler
beni kendilerine hayran bırakmıştı; lakin orası da şu an
halka kapalı. Her ne kadar ütopik gelse de hem Kalenderhane’nin hem de İmrahor’un güzel bir restorasyon geçirip
ziyaretlere açılmasını isterim. Her ikisi de ölü bir halde şu
an. Bu temennimi Ayasofya ve Kariye için de yineleyip tekrar müzeleştirmelerini dileyerek bu soruyu sonlandırayım.
YK: Fotoğraflarınızı incelediğimizde kendinize has bir stiliniz olduğu görülüyor. Sarı ve turuncu gibi daha sıcak
renkler göze çarpıyor. Bunun özel bir sebebi var mı? Teknolojiden yardım alıyor musunuz? Yoksa tesadüf eseri mi?
531
SA: Sizin de dediğiniz gibi kendime has olan o üslup benim
için çok önemli ve buna daha çok dikkat etmeye başladım
ki benim fotoğrafımı gören biri rahatça “Bunu Sena çekmiş!”
diyebilsin.
Özellikle
sosyal
medyadaki
takipçilerimden böyle dönüşler çok geliyor ve ne kadar
mutlu olduğumu tarif bile edemem. Sıcak renkleri tercih
etmemin sebebi ise o renk aralığının fotoğrafları biraz daha
nostaljik kılması. Fakat ben kendi üslubumu perspektif ve
konsept açısından oluşturmayı tercih ediyorum. Yani orada
kullandığım çizgilerin, doğruların ya da mekânların oluşturduğu bütünlük daha mühim geliyor. Bir de geniş açılı
lens aldım, birkaç aydır fotoğraflarımdaki derinliğin bile
geliştiğini hissediyorum. Sorunuza gelecek olursak, tabii ki
çekim esnasında istediğim fotoğrafa en yakın ayarları yapıyor ve çekim sonrasında da renkleri ile ufak oynamalar
yapıyorum ama tesadüfen değil hiçbiri.
YK: Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
Arşivinizin tamamlanmasını dört gözle bekliyoruz.
SA: Ben de bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.
532
FOTOĞRAFLAR2
Fotoğraf I – Ayasofya.
Fotoğraflar telif hakkına sahip olup yazarın kendisi Sena Nur
Altay’dan temin edilmiştir.
2
533
Fotoğraf II – Kalenderhane.
534
Fotoğraf III – Çemberlitaş Sütunu ve Nuruosmaniye Cami.
535
Fotoğraf IV – Sirkeci Büyük Postane ve Erzurum Hanı.
536
RAHMETLİ TARİHÇİMİZ
TAYYİB GÖKBİLGİN’İ
OĞLU ALTAY BEY’DEN
DİNLİYORUZ!
Röportajcı: Emir Gürsu1
Prof. Dr. M. Tayyib Gökbilgin, Türkiye’nin önde gelen
tarihçilerinden biridir. Yayımladığı tezler ve çalışmalar
hâlâ birçok tarihçinin başucu kitapları arasındadır. Yarının Kültürü olarak Tayyib Bey’in yaşamını, ailesini ve
bilimsel çalışmalarını 21 Haziran 2023 Çarşamba günü
oğlu Altay Gökbilgin’e sorduk. Bu güzel sohbeti sizlerle
paylaşmaktan onur duyarken Altay Bey’e misafirperverliği için minnettarlığımızı sunuyoruz.
Emir Gürsu (EG): Bizleri evinize kabul ettiğiniz
için öncelikle teşekkürlerimizi sunuyoruz. Röportajımıza
başlarken aile tarihinizi dinleyebiliriz.
Altay Gökbilgin (AG): Şimdi, şöyle başlayalım: Soyadı Kanunu 1934’te çıktığı zaman “Gökbilgin” kelimesini
düşünüyor babam. Çünkü benim dedelerimin lakapları
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tarih Bölümü yüksek lisans
öğrencisidir. Yazarın “Rahmetli Tarihçimiz Tayyib Gökbilgin’i
Oğlu Altay Bey’den Dinliyoruz!” başlıklı röportajı yarininkulturu.org/ sitesinde 14 Ağustos 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
537
“Çakırzade” ve “Hocazade”. Bunları düşünerek Çakır’ı “Gök” olarak tercüme ediyor, Hoca’yı da “Bilgin”
olarak. Onun için Gökbilgin oluyor.
EG: Peki, masanın üzerindeki fermanların mahiyetini öğrenebilir miyiz?
AG: Burada şecere de var ama… Abdülhamid’in ve diğer padişahların fermanları. Bunlar rahmetli babamın
dedelerinden bahseden fermanlar. Orduda ulema oldukları
için IV. Mustafa, II. Mahmud, Sultan Abdülhamid tarafından verilen tevcihatlar. Kısacası bunlar aile evrakı. Mesela,
burada kimin ismi geçiyor? Oğlunuz Abdullah Rüştü. Bu
mesela babamın tek abisi, Yunan Savaşı’nda ölüyor. Bu
adam ayrıca çok büyük hukukçu. Zamanının Adalet Bakanı olacak seviyede, çok büyük rüştiyelerden rütbeleri var.
EG: Burada da Deniz Hastanesi’nden Dr. Mustafa Rahmi
diyor.
AG: Babamın amcasının torunu. Bu beyefendi askerî doktor Kasımpaşa’da. Kulak Burun Boğaz mütehassısı. Ve
babamın da abisi pozisyonunda. Evlendiğinde onun şahidi
oluyor. Nişanlıyken Macaristan’a gittiğinde, babamın ilk
eşiyle evlenmesinden önce tabii, babama “Bu kız burada
bekliyor, ağlıyor, gel!” diye yazıyor. Kulağını çekiyor.
EG: Şimdi rahmetli babanızın akademik kariyerini dinleyelim. Arkanızdaki fotoğrafı çekildiğinde İstanbul
Üniversitesi’nde mi?
538
AG: Evet. Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi kürsüsü. Ama Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi
kürsüsünün tesisi daha geç olmuş olabilir, çünkü babam
1955 yılında profesör oldu. Bu kürsünün tesisi 1960 küsurlarda.
EG: İlk talebeleri de Mübahat (Kütükoğlu) Hoca vesaire.
AG: Hayır, ilk talebesi Nejat Göyünç. Ondan sonra Mübahat Hanım. Salih Özbaran onun asistanı. Mehmet İpşirli
yine onun öğrencisi. Ama babam orada bir süre yalnızlık
çekiyor. Çünkü talebeleri dağılıyor. Nejat Bey, Konya’ya
gidiyor. Sonra biri Ankara Hacettepe’ye gitti. Ben bunu şu
yüzden biliyorum, babamdan yazı istiyorlar. Hocam ne
oldu, yazınız gelmedi, gecikti gibi.
EG: İstanbul Üniversitesi’nden teşekkür belgesi de var burada.
AG: Tabii.
EG: Tayyib Bey’in Osmanlı kayıtları hakkında İtalyanca
kayıtlara da nüfuzu vardı değil mi?
AG: 1958 yılında Türk Tarih Kurumu ile Giorgio Cini
Vakfı arasında imzalanan bilim adamı değişimi antlaşmasına dayanarak ilk Türk namzedi babam olmuştur. Ve 1958
yılında Venedik arşivlerinden ilk defa Osmanlı yazmalarını
çıkartıyor. Bu vesileyle, 1958 yılında Venedik ve İtalyan arşivlerinde yaptığı çalışmalarla Kanuni Sultan Süleyman
dönemi belgelerini hukuk, ekonomi, diplomasi alanlarında
539
da önemli yer tutan ahitname metinlerini yeryüzüne çıkarmıştır. O sıralarda Papa’yla da görüşüyor. O sırada
Mollazade var, o Mollazade meselesi çok enteresan. Eski bir
Türk profesör. Fakat Hristiyan oluyor. Ve ondan sonra
kardinal oluyor, Papa’nın yanında. O zaman da Türkiye ile
İtalya arasında kültür antlaşması yapılıyor. Sonra devam
ediyor. Ama şu anda ne durumdadır, bilmiyorum.
Ayrıca, babam DTCF’ye, üniversiteye girdiği zaman zaten
biraz Fransızcası vardı. Macarcayı öğrendi. Almancayı da
orada tahsil etti. Latinceye hakim oldu. Yani oradan Fransızca, Almanca, Latince ve Macarcaya hakim olarak çıktı.
Babamın fırlayıp ilerlemesinin sebebi bütün kaynaklara sahip
olmasıdır. İslâm
Ansiklopedisi’nde
babamın
maddelerine bakın, ondan sonra yeni maddelere bakın.
Yeni maddelerde sadece bir Türkçe bibliyografya var. Bizimkisinde, yani babamınkinde ne kadar var, kıyası siz
yapın!
Muratcan Zorcu (MZ): Altay Bey, mesela masanın üzerinde güzel bir eski yazıyla fotokopi var, bunun ne
olduğunu öğrenebilir miyiz?
AG: Tabii. Bu da babamın jurnalinden bir sayfa. Evet, mesela Ekim 1928. Arkasında yeni harfli hali var. Biraz
yalnızlık çekiyor olmalı, okuyayım sizlere. “Ruhumun elem
ve zevk dakikalarından hatıramla baş başa kalamıyorum.
Ancak benliğimde, maneviyatımda bir sarsıntı ve melal
hissettiğim zaman ihtiras ve arzularımı haremimde bulunacak olan hatıra defterime dökebiliyorum. Nedense bu
540
akşam çok meyusum. Evvelce çok nadir… Arkadaşların çokluğu beni ruh yalnızlığından kurtaramıyor. Bilmem nasıl
olacak? Bir haftadan beri çok şayan-ı dikkat bir hadise olmadı…”
EG: Buradan evrakın kapsamını da görüyoruz. Hoca neleri
araştırmış, neleri araştırma aşamasındaymış.
AG: Bunlar da kitapların arasından çıkan kâğıtlar, notlar…
Ne olduğunu bilmediğim şeyler. Mesela burada fişler var,
babamın sigara içtiği kâğıtlar. Eskiden Yenice içerdi. Onun
iki kat arasında şu kâğıtlar olurdu. Bunlar kartoteks.
EG: Onları kullanacak. Hemen fiş.
AG: Bu sigara kâğıdında ne yazıyor? Tacizade Cafer Çelebi’nin İstanbul Fetihnamesi isimli makalesi…
EG: Sohbetimizin sonuna yaklaşırken refikaları hanımefendiyi dinleyelim sizden.
AG: Annem akademisyen değildi. Annem, Sivas Gürün’den varlıklı bir ailenin kızıydı. Esasında babamın ikinci
evliliğiydi. Annemin de ikinci evliliği oldu. Babamın ilk eşi,
evlendikten sekiz ay sonra doğum sırasında çocukla beraber
vefat ediyor. Babam ondan sonra bir iki sene bekâr kalıyor.
Daha sonra annemle karşılaşıyorlar. 1943’te annemle evleniyor, 1945’te kız kardeşim doğuyor. 1947’de de ben
doğuyorum. Çok mutlu bir yaşayışları oldu. Daima sevgi ve
saygı içerisinde, birbirlerine bağlılıkla yaşadılar. Babam bir
şey sorduğumuz zaman “Git annene sor” derdi. Anneme giderdik, “Git babana sor” derdi. Ona “Tamam dedi” derdik,
541
ona da “Tamam dedi” derdik. Biz Nişantaşı’nda oturuyorduk, Topağacı’na doğru. 1960 yılına kadar orada yaşadık
Bizim birkaç ev aşağımızda Romen tarihçi Deçei Aurel oturuyordu. Babamın çok yakın dostuydu. Orada büyük bir
kütüphanesi vardı. Günün birinde bu adam yok oluyor.
Arıyorlar tarıyorlar, yok. Polis arıyor, yok. Öldü mü, ne
oldu? Sonunda adamcağızın o büyük kütüphanesi sahaflarda satılıyor. Polisler arıyor, gazeteler yazıyor, yok.
Bundan on beş sene kadar sonra babam Romanya’daki
kongreye gittiği zaman kongreden sonraki resepsiyonda
birdenbire karşısına Deçei çıkıyor. Meğer, bunu Romen
gizli polisi yakalamış, hapse atmış. Bu kadar sene hapiste
kalmış. Çünkü bu adam bağımsız Romanya grubundandı.
Sonra babamla sarılıyorlar, sevişiyorlar, öpüşüyorlar. Yani
böyle enteresan bir vaka yaşandı. Ayrıca eklemek isterim ki,
aralarındaki çok yakın ilişkiyi bilhassa detaylı olarak Mihail
Guboğlu’nun 1982 yılında Prof. Tayyib Gökbilgin Hatıra
Sayısı’nda basılan Tarih Enstitüsü Dergisi’ndeki Prof.
Tayyib Gökbilgin Hakkında Anılarım ve Onun Eserlerinde Romen Ülkeleri adlı makalesinden öğrenmekteyiz.
EG: Bizi evinizde ağırladığınız ve rahmetli babanızdan kalan eşyaları gösterdiğiniz için çok teşekkür ederiz.
MZ: Evet, ben de Yarının Kültürü’nün temsilcisi olarak
bu sohbete eşlik ettiğim için size teşekkürlerimi iletiyorum.
Umuyorum yayımladığımızda sizinle de bir kopyasını paylaşırız.
542
AG: Asıl ben teşekkür ederim. Eylül’de Türkiye’ye geri geleceğim, yine görüşürüz.
M. Tayyib Gökbilgin Kimdir?
Ordu’da doğdu. Dedeleri, Samsun’un Çarşamba
kazasında kadılık ve müderrislik yaptıklarından yörede Hocazâdeler diye anılan bir aileye mensuptur. Babası Hacı
Mehmed Emin Efendi’dir. İlk öğrenimini Çarşamba’da
yaptı. İstiklal Savaşı sırasında ara verdiği tahsilini Samsun,
Erzurum ve Trabzon muallim mekteplerinde tamamlayarak 1929’da Aşkale köy okulunda meslek hayatına başladı.
1936’ya kadar öğretmenlik yaptıktan sonra aynı yıl açılan
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hungaroloji Bölümü’ne girdi. Yan disiplin olarak da Tarih
Bölümü’nün Yeni ve Yakınçağlar dersleriyle Latince, Fransızca ve Almanca derslerini takip etti. 1936-1939 yıllarında
hocası László Rásonyi’nin teşvikiyle yaz aylarında Macaristan’da Keszthely ve Debrecen yaz üniversitelerine devam
etti; Macar Millî Arşivi’nde staj yaptı. 1940’ta “Osmanlı
Tarihi’nin Macarca Kaynakları” adlı teziyle fakülteden mezun oldu. 1 Mart 1943’te Yeni ve Yakınçağlar Kürsüsü’nde
doçent olarak göreve başladı. 1955’te profesör oldu.
1961’de yeni kurulan Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti
Tarihi kürsüsünün başına getirildi. 13 Temmuz 1977’de
emekli oluncaya kadar bu görevini sürdürdü. Ayrıca Edebiyat Fakültesi bünyesindeki İslam Tetkikleri Enstitüsü
müdürü oldu ve kürsü başkanlığının yanı sıra bu vazifeyi
de yürüttü. 2 Haziran 1981’de vefatına kadar ilmî çalışmalarına devam etti.
543
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf I – Muratcan Zorcu, Emir Gürsu ve Altay Gökbilgin,
21 Haziran 2023 tarihindeki röportaj sonrası.
Fotoğraf II – Osmanlı padişahları tarafından Gökbilgin
Hoca’nın dedelerine verilen tevcihatlar. (Kaynak. Gökbilgin Kişisel Arşivi).
544
SİNEMA OYUNCUSU
ESİN EDEN’LE RÖPORTAJ
Röportajcı: Burak Süme1
Yarının Kültürü, Eylül ayı boyunca birbirinden değerli
birçok yazarı bir araya getirerek uzun zamandır hayata
geçirmek istediği sinema dosyasını hazırladı. Sinema
araştırmacısı Burak Süme’nin Türk tiyatro ve sinema
oyuncusu, çevirmen ve yemek kitabı yazarı Esin Eden’le
gerçekleştirdiği röportajı sizlerle paylaşıyoruz. Keyifli
okumalar.
Çoğumuz Esin Eden’i Deliha filminden, Evdeki
Yabancı dizisinden tanıyoruz. Ancak kendisi Münih’ten
Brüksel’e, Selanik’ten İstanbul’a uzanan bir yaşama sahip,
ulu bir çınar. Yaşayan kültür hazinesi deyiminin tam karşılığı… Öyle esprili bir sohbeti var ki, bu röportajı çok gülerek
yaptığımızı itiraf etmeliyim. Esin Hanım röportajımıza,
“Sahneye ilk kez sekiz dokuz yaşlarımda çıktım ve yalnızca
seyretmeye mahkûm olduğum yıllar dışında, Erol Keskin’in deyimiyle sahne tozunu yutmak mutluluğuna
Sinema araştırmacısıdır. Yazarın “Sinema Oyuncusu Esin
Eden’le Röportaj: ‘Ailem Yemek Kültürlerini Gittikleri Her Ülkeye Taşımıştı!’” başlıklı röportajı yarininkulturu.org/ sitesinde
29 Eylül 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
545
eriştim. Gerek yurt içi gerek yurt dışı gezilerimde olabildiğince müze ve sergi gezdim, tiyatro izledim, konser
dinledim. Palermo Operası’nda bizim değerini bilemediğimiz Leyla Gencer’in kocaman portresinin önünde
gururla resim çektirdim” sözleriyle başladı.
Burak Süme (BS): Esin Hanım, Türkiye, Brüksel,
Selanik gibi birçok kültürü beraber yaşayan köklü bir aileniz var. Yemek ve sofra kültürünüzle ilgili neler söylemek
istersiniz?
Esin Eden (EE): 7 Ağustos 1935 Çarşamba günü
saat 03.50’de Brüksel’de dünyaya gelmişim. Annem hep,
anneannem Emine Hanım’ın doğumdan bir gün önce akşam saat 9’da vefat ettiğinden bahsederdi. İki tane
ağabeyim olmasına rağmen, anneannem “Nuriye, bir de kızın olsa!” diye iç geçirirmiş. Bana babaannem Fatma ile
Kamer yengemin Moda Palas’ta tanışıp sevdiği Esin
Talu’nun adını vermişler.
Yemek ve sofra kültürü ile ilgili ilk anım, pembe badem ezmesinden yapılan domuzcuklardı. Brüksel denince aklıma
hep o yemekler geliyor. Dört yaşımda ayrılışımdan sonra ilk
kez 1958’de gittiğim bu şehirde bu domuzcukları bulana
kadar çok uğraştım. Expo’58 Cep Tiyatrosu’na temsilen
gitmiştim. Kısıtlı bir bütçem vardı ve parama kıyıp aldım.
Ama özlediğim tadı nedense bulamamıştım. Belki de Türkiye’de badem ezmesinin en alasını yediğimden, belki de
çoğunlukla, insanın çocukluk anıları kendisini yanılttığından olacak. Yalnız itiraf etmeliyim ki onların pommes546
frites, bizimse kızarmış patates dediğimiz bu çifte kavrulmuş yiyeceğe olan zaafım, çocukluğumda sokaklardaki
gezici arabalarda külah içinde sıcak satılmasından kaynaklanıyor olsa gerek.
BS: Büyük dedeniz dönemin tütün kralı Hasan Âkif’ti.
Mesleğinin öncüsü, çok sevilen ve saygı duyulan bir isimdi.
Dedenizin tüccarlık ve tütün işlerine ilgisi nasıl başlıyor?
EE: Annem Nuriye Hanım’ı 1985 yılında kaybetmiştim.
1900 yılında Selanik’te, Fuat Efendi ile Emine Akif Hanım’ın üç çocuğunun sonuncusu ve tek kızı olarak dünyaya
gelmiş. Üç yaşlarındayken babasını kaybetmiş ve annesi ile
ağabeyleri Abdi ve Âkif’le birlikte annesinin tütün tüccarı
olan babası Duhanî Hasan Âkif’in evine yerleşmişler. Hasan Âkif İzmir’de doğmuş, annesi ölünce babası onu
Selanik’e göndermiş, o da orada çalışmış ve tütüncü olmuş,
sonraları da uluslararası bir tütün krallığı kurmuş. Viyana,
Münih, Brüksel ve İstanbul’da şubeler açmış. 1912 yılında
büyük kızı Fatma Âkif’ten olan ilk torunu babam Ali
Rıza’yı Münih’teki Grathwohl Zigarettenfabrik’e müdür
olarak göndermiş, 1917 yılında vefat etmiş.
BS: “Annemin Yemek Defteri Selanik” kitabınızda annenizin sanatınızda yol gösterici olduğundan bahsediyorsunuz.
Biraz o günlere uzanalım mı?
EE: Annem, Selanik’te yaşamaya devam etseydi, belki de
annesi gibi o da öğretmen olurdu. Terakki Mektebi’ni birincilikle bitirmiş, Atatürk’ün de öğretmeni olan Şemsi
Efendi’nin elinden icazet almıştı. Lise eğitimini de Alliance
547
Française’de tamamlamış, Fransızca öğrenmişti. Dadısı
Eleni’den öğrendiği Rumca ile Almanya’da öğrendiği Almancaya, benim Amerikan Kız Koleji’ne başlamam üzerine
45 yaşından sonra bir de İngilizce eklenmişti. Annem, edebiyat meraklısıydı. Hastalandığımda bana masal yerine
Tevfik Fikret, Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hamit
ve Yahya Kemal’in şiirlerinden okurdu.
BS: Zor günleriniz elbette olmuştur…
EE: Savaş yıllarıydı, ekmeği nüfus cüzdanı denilen kimliklerimizdeki karnelerle alırdık. Yeni kimlik cüzdanı almak
için üzerinde ilkokul numaram olan “145” yazan gri kaplı
cüzdanı devlete iade ettim ama hep gözümün önündedir.
Tereyağı zor bulunduğu ve pahalı olduğu için hep azar azar
kullanırdık, belki de bu yüzden şimdi bile tereyağsız yapamıyorum. Ama ilk çocukluk anılarım arasında
Harbiye’deki leblebici dükkânı vardır. Harbiye-Fatih tramvaylarının kalktığı durağın karşısında leblebi satan ufak bir
dükkân vardı. Leblebi tozunun üstüne şeker ektiğiniz zaman tadı damağınızda kalan bir lezzet harikası ortaya
çıkardı. Keten helvası desem hatırlayanınız olur mu? Akşam saati oldu mu Amerikan Hastanesi’nin karşısında
oturduğumuz Çamlıbel Apartmanı’nın sesini duyardım.
Halen o keten helvacısının sesi aklımdadır, kolunda camlı
kutusuyla “Beyaz kurdeleli sarışın kız” diye mâni düzerdi.
BS: Anılarınızı okuyunca seyahate olan düşkünlüğünüzü
görebiliyoruz.
548
EE: Yurt dışına ilk kez 1950 yılında çıktım, babamın böbrek rahatsızlığı dolayısıyla Montecatini Terme’de küre
gittik. Uçaklar aktarmalı olduğu için önce Atina’ya uğradık. Bir akşam Âkif Dayı’mla buluşup Kifisia’da bir bahçe
restoranında kızarmış minik ahtapotlar yedik. İlk kez yiyordum bunları ama aradan yarım asır geçtiği halde hem
gözümün önünde hem de tatları damağımdadır. Dönüşte
Milano’ya uğradık. Duomo Katedrali beni ne kadar etkilediyse hayvanat bahçesi de o kadar etkiledi, bir de kapısında
satılan taze Hindistan cevizleri. Roma’ya gittiğimizde beni
iki sürpriz bekliyordu. Babam antik Caracalla Hamamları’nda sergilenen Aida operasına bilet almıştı. Bir de
Abdi Dayım’ın Excelcior Oteli’nde olduğunun ve bizi yemeğe çağırdığının haberini aldık. Lobide bir de ne göreyim,
Linda Darnell, diğer tarafta Orson Welles ahbaplarıyla konuşmuyorlar mı? Keşke yanlarına gidip konuşacak
cesaretim olsaydı.
BS: 1997 yılında Girit’te Nicholas Stravroulakis’le birlikte “Salonika A Family Cookbook” adını verdiğiniz
İngilizce bir yemek kitabı kaleme alıyorsunuz.
EE: Girit’e olan ilgim Nicholas’ı Hanya’daki evinde ziyaret
ettikten sonra başlamıştı. Girit’te beni en çok şaşırtan, zeytinyağlıların yeşil renkte olmasıydı. Bir de orada horta diye
bir ot yedim. Ruves adında bir otları daha var, o
da horta gibi haşlanıp yeniliyor. Yumurtalı ıspanak yapar
gibi ruves’i de haşlayıp zeytinyağında çeviriyorsunuz, aralarına yumurta kırıp yiyorsunuz. Girit’te rezene de çok
tüketiliyor. Girit’te Niko’nun evi, Hanya’nın aynı bizim
549
Tarabya koyumuzu anımsatan koyunda, ailesine ait bir
Türk konağıydı. Niko, evini Venedik tarzında değil de
Türk kökenine uygun bir biçimde restore etmişti. İçini de
Türk bakır ve kilimleriyle döşemişti. Evinin bir katını bana
ayırdı ve bir de bana bisiklet verdi. Her sabah denize bisikletle gittim, aynı Büyükada’da yaptığım gibi. Benim birçok
Giritli arkadaşım var. Ayla Algan, Tilbe Saran, Tanju Tuncel ve Bennu Yıldırımlar gibi…
BS: Yıllardır Adalısınız, biraz da Büyükada’daki yaşantınızdan bahsetmek istiyorum. Geçmişle bugün arasında sizce
değişen ne oldu?
EE: İlk kez 1940’lı yılların ortasında Büyükada’ya gelmeye
başladık. Şimdiki evimi 1956 yılında Yunanistan’a göç eden
bir Rum ailesinden satın almıştık. Eskiden adada amber
ağaçları vardı. Şimdi yalnızca Hacı Bekir’in yalısının bahçesinde rastladım bir amber ağacına. Artık afyonlu olduğu
söylenen şakayık gülleri de yok. Melisa ve mimozaları da gelen geçen hoyratça yoluyor. Ada sahillerinde karides ve
yengeç bulurduk. O kadar boldu ki karidesleri ellerimizle
avlar çiğ çiğ yerdik. Şimdi bulmak ne mümkün!
Büyükada deyince aklıma Âkif dayımla Nuriye yengemin
yazlarını geçirdikleri, 1978 yılında yanışını vapurdan acıyla
seyrettiğimiz Akasya Oteli geliyor. Restore edilse de ruhunu kaybetti artık. Kömür ateşinde pişmiş ızgara köftesi,
özel bir sosla sunulan pilavı ve hünkârbeğendisi de halen
aklımda.
550
BS: 2000’li yılların başında Annemin Yemek Defteri Selanik (2001) ve Neler Yedim Neler, Maydanozlu Köfteler
(2005) adını taşıyan iki ayrı yemek kitabı çıkartmıştınız.
EE: Kendimi çok mu seviyorum, yoksa yaşamaktan çok mu
zevk alıyorum, bilmiyorum ama yıllar önce doğum günümü çok şenlikli bir biçimde kutlamaya başladım.
Hazırlığım bir hafta sürüyor. İnce ince planlayıp hangi yiyeceğin hangi tabağa konulacağını kroki olarak çiziyorum.
Buzdolabım küçük, antika bir Westinghouse olduğu için
yeterince buz bulunduramıyorum, buzu da bir arkadaşım
getiriyor. Yemek yapmaya düşkünlüğümü annemden aldıysam, yeme zevkimi de babamdan almış olmalıyım.
Ailem uzun süre yaşamını değişik ülkelerde sürdürmekle
birlikte geleneksel değerlerine bağlı kalmış, yemek kültürlerini gittikleri her ülkeye taşımış kişilerden oluşuyordu.
Belki de birbirimize duyduğumuz sevgi ve bağlılığın kökeninde bu saygı yatıyor. Ne de olsa yemek, insanın en çok
ihtiyaç duyduğu değerlerden biri değil mi? Kitaba yemek
resimleri koymaktansa ailemizin, özellikle güzel yemek yapan kadınlarının ve de yemeği şölen haline getiren bazı
erkeklerinin resimlerini koymak istedim. Bu kitapların yalnızca bir yemek tarifi olmayıp aynı zamanda kaybolmuş bir
kültürün belgesi olmasını da istedim.
BS: Bu keyifli sohbet için teşekkür ederiz Esin Hanım.
EE: Asıl ben teşekkür ederim.
551
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf I – Burak Süme, Esin Eden’le birlikte.
Fotoğraf II – Esin Eden’in babası Ali Rıza Hüsnü Efendi. (Selanik, 1910’lar)
552
Fotoğraf III – Solda Kazım Emin Turmak, sağda Hasan Âkif,
arkada Alman iş arkadaşları ve ailesi. (1904, Münih)
Fotoğraf IV – Fotoğraf: Şemsi Efendi ve öğrencisi, Esin Eden'in
annesi Nuriye Fuat Akev. (Selanik)
553
Fotoğraf V – Esin Eden'in anne ve babasının düğün fotoğrafı.
554
BİR GÜNLÜK
CUMHURBAŞKANI
ABDÜLHALİK RENDA’YI
GÜNSEL RENDA ANLATIYOR!
Röportajcı: Muratcan Zorcu1
Bugün 10 Kasım. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının seksen
beşinci yıl dönümü. Kendisini özlemle anıyoruz!
Atatürk’ün vefatından (10 Kasım 1938) İsmet
İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesine kadar (11 Kasım
1938) geçen bir günlük sürede cumhurbaşkanlığına
vekâlet eden, Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından
Abdülhalik Renda’yı, eşi üzerinden Renda ailesiyle yakınlığı bulunan Günsel Renda’ya sorduk.
Yarının Kültürü olarak söyleşinin sakin bir ortamda yapılabilmesine olanak sağlayan Günsel Renda’nın
asistanlarına teşekkür ederiz.
Koç Üniversitesi Tarih Bölümü doktora öğrencisidir. Yazarın
“Bir Günlük Cumhurbaşkanı Abdülhalik Renda’yı, Günsel
Renda Anlatıyor!” başlıklı röportajı yarininkulturu.org/ sitesinde 10 Kasım 2023 tarihinde yayımlanmıştır.
1
555
Muratcan Zorcu (MZ): Hocam merhaba, kıymetli
vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. Sizden öncelikle
Abdülhalik Renda’yı dinleyebilir miyiz?
Günsel Renda (GR): Abdülhalik Renda’nın yaşamından, idari ve siyasi tarihimizdeki yerinden kısaca söz
etmek gerekir. Yaşamı boyunca kaymakamlık, valilik, müsteşarlık, Savunma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı gibi önemli
devlet görevlerinde bulunmuştur. 1935 ile 1946 yılları arasında da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı yapmış.
Atatürk’ün 10 Kasım’da vefatında TBMM Başkanı olarak
Cumhurbaşkanlığına vekâlet etmiştir. Yani Cumhuriyetimizin temel taşlarından birisidir.
MZ: Sizinle bir görüşmemizde Abdülhalik Renda’nın Kızılay’la ilişkisini dinlemiştik. Bunu tekrar edebilir misiniz?
GR: Abdülhalik Renda daha önce bahsettiğim bu önemli
görevlerde bulunurken farklı evlerde oturmuştur. Abdülhalik Renda 1922’de Ankara’ya geldiğinde oturduğu Sarı
Köşk diye anılan evi bugünlerde Renda Köşkü olarak da bilinir. Burası istimlak edilince kendisine verilen köşk
hakkında hatıratında şöyle diyor: “Oturduğum bu köşkü
sağ iken intifa hakkı bana ait olmak üzere şimdiden Kızılay’a veriyorum.”
MZ: Abdülhalik Renda’yla yalnızca eşiniz üzerinden değil,
dedeniz Orgeneral İzzettin Çalışlar üzerinden de bir aile bağınız var. İzzettin Çalışlar ile Abdülhalik Renda’nın
dostluğu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
556
GR: Konu aile bilgilerine gelince, şunu belirtmeden geçemem. Benim dedem, annemin babası, Kurtuluş Savaşı
komutanlarından Orgeneral İzzettin Çalışlar. Çalışlar’ın
Abdülhalik Renda ile 2-3 kuşak önceden aile bağları var.
Her ikisinin de günlükleri bugün elimizde. Yayımlanan bu
günlükler, yalnızca aile bilgilerini değil, o günlerin sosyal
yapısını ve günlük yaşam detaylarını da sergiliyor. Okunması gerekir.
Çalışlar ile Renda, Yanya doğumlular. Aynı yaşta oldukları
için aile bağının yanı sıra mahalle ve okul arkadaşlığı da var.
Eğitimlerini İstanbul’da sürdürüyorlar, Renda Mülkiye
Mektebi’nden, Çalışlar da Harp Akademisi’nden mezun
oluyor. Hatta Çalışlar, sınıf arkadaşı olan İsmet İnönü ile
aynı yıl mezun oluyor. Ardından çeşitli görevler, zorlu yıllar… Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş
Savaşı. İlginç olan, aile beraberlikleri bu zorlu yıllarda çeşitli yerlerde de olsa devam ediyor. Yani ailelerin beraberliği
devam ediyor. Benim için en ilginci ise, 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşunda; Renda İzmir’in sivil valisi, Çalışlar ise
askerî valisi olarak atanıyor. Atatürk iki yakın insana emanet ediyor İzmir’i. Özetle, her iki aile de resmî görevlerden
sonra Ankara ve İstanbul’da hep beraber oluyorlar. Her nesil kendi arasında tanışıyor.
MZ: Hocam, Renda ailesiyle bağınız nasıl oldu? Bu süreç
nasıl gelişti?
557
GR: Eşim Dr. Yavuz Renda ile evlenmem de Renda ailesiyle bağı güçlendirdi. Eşim de amcamın eşi de Abdülhalik
Renda’nın yeğenleriydi.
MZ: Sizinle bir görüşmemizde bahsetmiştiniz, kurucu kadronun kadınların okumasıyla ilgili düşünceleri çok güçlü.
Kişisel meraklarıyla birlikte biraz anlatabilir misiniz?
GR: Entelektüel faaliyetlerde bulunuyorlar. Her türlü müziğe ilgililer. İnönü’nün de katıldığı kimi buluşmalarda
sohbetlerin yanında briç oynuyorlar. Günlüklerine baktığımızda kültür ve sanatın yanında büyük bir okuma merakı
var. Çeşitli konuları tartışıyorlar, günlüklerine de bunları
yazmışlar. Ama bir noktayı burada özellikle belirtmek isterim, kadına saygı ve kadınların okuması. Diyarbakır’da
daha 1916 yılında, Atatürk ve İnönü, İzzetin Çalışlar’ın da
bulunduğu bir toplantıda kadınların okumasıyla ilgili konuşuyorlar. Çalışlar o gün günlüğüne şunları
yazmış: “Kadınları evden çıkarıp okula göndermeliyiz!” Bu görüşmelerde Descartes okuyorlar. Kadının
toplumda yer alması sürekli tartıştıkları konular.
Burada kadınların okumasıyla ilgili Abdülhalik Renda ile
kişisel bir anımı anlatmalıyım: Benim Robert Kolej’i bitirip
Amerika’ya gideceğim zamanlar. Abdülhalik Renda bir
gün anneannemi ziyaret etmek için Bostancı’daki evimizin
bahçesine geldi. Hiç unutmuyorum. Yaşlıydı tabii. “Aileden yurt dışında okuyan ilk kız çocuk sen olacaksın!”
558
demişti. Bu değerli insanların, kadınların toplumdaki yerini önemsediğini hatırlamalıyız. Cumhuriyetimizin 100.
yılında da bu konuyu hâlâ önemsemeliyiz.
MZ: Cumhuriyetimizin 100. yılındayız. Sizinle güzel bir
söyleşi gerçekleştirdik. İlginize teşekkür ederiz.
559
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf I – Muratcan Zorcu, Prof. Dr. Günsel Renda ile Yarının Kültürü adına röportajı gerçekleştirdikten sonra.
Fotoğraf II – Atatürk, Fevzi Çakmak ve Abdülhalik Renda.
560
IV. B Ö L Ü M
METİN NEŞRİ
Yüksek Ziraat Mühendisi Ali Şefik Bakay’ın aile arşivinde muhafaza edilen yazısını ilk kez Yarının
Kültürü farkıyla paylaşıyoruz. Bu süreçte, aile arşivinde evrakın yayımlanması sürecinde yardımları
için ekibimizden Mustafa Türkan’a ve Gönül Bakay’a teşekkür ederiz.
Evrakın orijinal görüntüsünün ilk sayfası.
ŞEFİK BAKAY’IN
“RİZE’DE ÇAY İŞİ
NASIL BAŞLADI?”
BAŞLIKLI YAZISI
“Rize’de Çay İşi Nasıl Başladı?
[Ali] Şefik Bakay
Yük[sek]. Zir[aat]. Müh[endisi].
eski Kırklareli Milletvekili
Çay ziraatına, Padişahın fermanı ile Türkiye’de 1892’de
kalkışılmış, Japonyadan tohum getirilerek çiftliklere dağıtılıp ekilmişdi.
Fakad o zaman Türkiyede çayın iklim ve toprak şartları ve
teknik bir şekilde yetiştirilmesi hakkında bilgi olmadığından muvaffak olunamamışdı.
Cumhuriyet hükûmetlerinin kuruluşunda uzun zaman
Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi hocalığı yapan ve o vazifesinden ayrılıp Ziraat Umum müdürlüğüne meslekdaşım
eski Mardin Milletvekili Ali Rıza Erden Rusyaya yaptığı bir
tedkik seyahati sonunda Vekâlete bir rapor vererek Batumda olduğu gibi Karadeniz sahillerimizde çaylıklar tesis
edilmesinin bu bölge halkının kalkınmasına yardım edeceğini bildirmişti.
563
İktisad Vekâleti[nde] muhterem meslekdaşım Zihni Derinin Ziraat Umum müdürü bulunduğu 1922 yılında bir
memurunu Batuma göndererek oradan bir mikdar çay tohumu getirtmişti. Bu tohumlar Rizenin Müftü
mahallesinde kiralanan sekiz dönümlük bahçeye ektirilmişdi. Bu ekim iyi netice vermişdir. Zaten halkın vaktiyle
Batumdan getirip evlerinin önüne dikdikleri çay fidanları
büyümüş ve iklime intibak ettikleri görülmüşdü.
Bunun üzerine Rize ve Borçka havalisinde 3 yıl içinde [2]
çalılıkların sökülüp yerlerine çay ve narenciye ve fındık yetiştirilmesi ve Rize’de Bakanlıkca fidanlık kurulması içün
1924 yılında 407 numaralı Kanun çıkarılmış ve bu işe o zaman Ziraat Umum Müfettişi olan Zihni Derin atanmışdı.
Zihni Derin bugünkü fidanlığı kurmuş fakat işe merkezden
önem verilmediği içün bir dekar bile çay bahçesi yapılmamışdı. Bu kanun 1927 yılında 1029 numaralı zeyil ile 3 yıl
daha uzatıldığı halde bir sonuç vermemişdir.
Ziraat Vekili Faik Kurdoğlu, 1938 yılında Zihni Derin’i
tam selahiyetle Rize’ye göndermiş ve Umum müdürü bulunduğu Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumuna da bu işin
angaryasını vermişdir. Bu suretle çay ziraatinde ikinci bir
hamle yapılmışdır. Zihni Derin ile birlikde Rizeye gittim ve
derhal halk ile temasa geçdim. İlk çay bahçeleri mukavelelerini halkla yaptım ve şeker şirketinde çalışdığım zamanlar
pancar ziraatinde tatbik ettirdiğim mukavele ve cüzdan
usulünü Rizede de aynen tatbik ettirmeye başladım ve bu
564
işe uzun yıllar şeker şirketinde çalışmış bir ziraatcı arkadaşı
Cemil Pasimeri (?) memur ettim.
Mevcut fidanlıkdan ve Rusyadan ayrıca getirtilen tohumlar fidanlık memurlarının nezareti altında … şeker
şirketinde oldugu gibi mukavele yapan Rizelilerin bahçelerine dikilmeye başlandı ve kendilerine mukavele mucibince
avans para da verildi.
Bu hizmetlerin ifası esnasında o zaman Rize çay fidanlık
müdürü kıymetli meslekdaşım Asım Zihnioğlu [3] ’nun
göstermiş olduğu mesayii de şükranla anarım. Bir misyoner
aşkı ile bu arkadaşı çayda ihtisas yapmak üzere Hindistana
gönderdim. İhtisasını yaptı, geldi ve çay ziraatına ve imalatına büyük hizmetleri dokundu. Halen kendisi Tekel
idaresinin çay müşavirliğini yapmakdadır.
Sene 1939 kıymetli dostum ve meslekdaşım Zihni Derin ile
yeni … göre bir çay kanunu projesi hazırladık.
Ziraat Vekili muhterem meslekdaşım Muhlis Erkmen idi.
Erkmen hazırladıgımız bu kanunu Meclise sevk etti ve tasarı 27.3.1940 tarihinde kanunlaşdı.
Bu kanun 10 uncu maddesi ile “Yetiştirilen yaş çay yaprağını satın almak çay kurutma fabrikası kurmak, çay
yapragını işlemek ve harman yapıp paketlemek ve satmak
ve sattırmak işleri Devlet Ziraat işletmeleri Kurumuna verilmiş idi. Bu kanun 1 yıl Meclis den çıkamamış büyük bir
çogunlugun muhalefeti ile karşılaşmışdı. Ziraat Vekili
Muhlis Erkmenin Manisa milletvekili Fatih Kurtoğlunun
565
ve Sıhhiye Vekili Hulusi Alataşın kanunun çıkmasında büyük yardımları olmuşdur. Ayrıca Meclis azalarına, iptidai
yerli imalathanelerde elde edilen çaylar da hediye olarak dagıtılmışdır. Bu dağıtılan paketlerin de matbuatda ve
meclisde kanunun çıkmasında etkisi inkar edilemez.
Kanun çıkdıkdan sonra Rize çayına karşı muhalefet bir
hayli devam etmişdir. Bu hakiki ve menşei Darjeling olan
bu çaya Rize otu adını takmışlardı.
[4] Rahmetli Başvekil Hasan Saka bir gün bana Rize otunu
başımıza bela ettin demişdi. Kısa bir süre Ziraat Vekili olan
Tahsin Coşkanın Karadeniz halkını memnun etmek içün
bu Rize otunun propagandasını yapıyorsunuz. Bu hareketiniz ile zavallı Anadolu halkının sırdına bir yük daha
yüklediniz. sözleri Devlet Ziraat işletmeleri Kurumundan
istifa etmem ve sebeplerin başında gelmekdedir. Bu dedikodular devam ederken büyük yardımlar yapılmadan
Dünyanın en büyük çay otoritesi olan ve Rusya tarafında[n] da davet edilerek Batum havalisinde ektirilen
çayın etüdünü yapdırdım. Dr. Man verdiği raporda bu teşebbüsü alkışlamakdan da ve olumlu sonuçlar alınacagına
inanmakda idi. Rapor ve alıp Londraya götürdügü çayların
expertiz raporları Ziraat Vekaleti arşivlerindedir. Tetkikatını müteakip kendisi ile Rize de görüşdüm. Raporunda da
yazdığı gibi çinden işçi getirmemizi tavsiye etti. Ruslara da
aynı tavsiyede bulunmuş Ruslar bu sayede çay ziraatind[a]
muvaffak oldular dedi ve tavsiyesinde ısrar etti. Bu işi Rize
halkının ve bilhassa kadınlarının Çinlilerden çok daha iyi
566
yapacaklarını inandığımızı kendisine söyledim ve bu görüşümde haklı çıkdım. Umduğum gibi Rizeliler çay bakım ve
toplama işini çok kısa bir zamanda [5] başardılar ve bu beni
mahcup etmediler. Ruslar Dr. Man ın tavsiyesi üzerine
Çinden işçi getirmişlerdir.
Adına Porof dedikleri çayı Ruslar Darjeling’den getirmişlerdir. Bizde Rusyadan getirdiğimiz için çay Darjeling
menşelidir ve analiz raporlarında da bu kayıt vardır.
Rizelilere kurdurduğumuz çaylıkların yapraklarını mukavele geregince satın alma mecburiyetinde idik. Bunları
işlemek içün atelyelere ihtiyaç vardı. Üretim bir büyük çay
fabrikasını besliyecek duruma henuz ulaşmamışdı. Küçük
Kurutma ve kavurma tesisleri kurmak mecburiyeti karşısında kaldık. bu tesis ve makineleri iptidai bir şekilde
Ankarada Gaz maske fabrikasında ve Devlet Ziraat işletmeleri Kurumu ziraat aletleri fabrikasında imal ettirerek
Rizeye yolladık. ve çay istihsal bölgesinin ve muhtelif mıntıkalarında köylere kurduk küçük çay kurutma ve kavurma
imalathanesi kurduk. Bu imalathanelerde soldurma, kavurma, fermantasyon ve kurutma ameliyeleri yapılıyordu.
Hatırımda kaldıgına göre beş imalathane kurulmuşdu. Bu
imalathanelerde
1942 senesinde
7001
1943 ‘‘
16672
1944 ‘‘
38849
1945 ‘‘
53945 kilo çay imal edilmişdir.
567
1943 yılında da mukaveleye bağlanan mikdar 30.638 dekara ulaşmışdı.
İstihsalin her yıl artışı karşısında büyük bir Fabrika [6] yapdırmak zorunda kaldık. Fabrika 27 Mayıs 1938 tarihli Türk
İngliz Garanti anlaşması ile İngiltereden sağlanmış bulunan
10 Milyon sterlinglik krediden 30/4/1944 tarihli ve 2
19836 sayılı Bakanlar kurulu kararı ile Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumuna ayrılan 150.000 sterlinlik krediden
ödenmek üzere 11/1/1943 tarihli mukavele ile Brassert &
Co. şirketine sipariş edilmişdir.
Mukavele başlangıcda 61.000 sterlinglik bir siparişe konu
iken sonra yekûnu 94.342 Sterlingi bulmuşdur.
Fabrika makinelerinin mühim kısmı İngilterenin çay makineleri fabrikasyonunda en mütehassis bir firma olan
Marchall [Marshall] fabrikasında imal edilmişdir.
İkinci dünya harbi bütün şiddetile devam ediyordu. Günün birinde siparişi verdiğimiz Fabrikadan aldığımız bir
yazıda harp dolayısile fabrikaya Devletçe el konulduğunu
ve harp malzemesi imalatına başladığını ve bu yüzden siparişimizi yerine getiremeyeceklerini bildiriyorlardı.
Bu kara haber beni son derece üzdü üzüntüye düşürdü. İstihsal günden güne artıyordu ve mukavele ile mubayaa
etmeye mecbur oldugumuz çay yapraklarını kurmuş oldugumuz iptidai imalathanelerde işlemeye imkan yokdu. Bu
yaprakları halkdan mubayaa edip denize dökmekden başka
çaremiz kalmamışdı.
568
Bu üzüntülü anımda Londra sefirimiz rahmetli Rauf bey
[Orbay] verdiği mühim raporlar okunmadığı içün istifa etmek niyet ve kararı ile Ankaraya gelmişdi. Vekiller
heyetince kendinden özür dilendi ve istifayı geri alması reca
edildi. Rauf bey [Orbay] istifadan vazgeçdi ve vazifesi başına dönmeye karar verdi.
Bunu öğrenir öğrenmez aklıma derhal yardımını reca etmek geldi. Çünkü Reuf bey [Orbay] Londrada en itibar
gören ve sevilen elçimizdi. Çörçil [Churchill] ile şahsi dostlugu vardı. Merhum, Merkez bankasının üzerindeki
Anadolu kulubündeki merhum müdür Şevket beyin odasında ziyaret ettim. Müşkül durumumuzu anlattım ve
İngiltere Devlet adamları ile dostlugu bize bu fabrikayı kazandıracağına inandıgımı söyledim. Karadeniz halkının bu
hayati işini halletmesini onlar namına kendilerinden reca
ettim.
Rauf bey [Orbay] bir bahriyeli olarak Karadenizlileri çok
sevdiği ve onlar içün çalışacagını ve bu işi dostu Çörçilden
[Churchill’den] yüzde doksan koparabilecegini vaat etti.
Benden ayrıca bir recada bulundu ve dediki Bahriye mektebinde sınıf arkadaşını Ali Rıza Seyfi beyi türk bahriye tarihi
üzerinde İngiliz kulüp havalelerinde tetkikat yapmak üzere
Londraya götürmek istediğini fakat Hariciyeden harcırahının temin edemediğini eger Devlet Ziraat İşletmeleri bunu
temin eder ise makinelerin Türkiyeya sevklerinde de çok faideli hizmetler görecegimi ilave etti. Ben de bu emirlerini
569
derhal yerine getireceğimi kendilerine bildirerek vaat ederek ayrıldım. İstanbulda Ali Rıza Seyfi beyi bulup Rauf bey
[Orbay] ile birlikde yola çıkardık.
[8] Rauf bey [Orbay] hakikaten Londraya gider gitmez vakit [kaybetmeden] Çörçilden [Churchill’den] bu musadeyi
aldı. Fa[kat] harp imalatını durdurup çay fabrikası […] makinelerini imal etti.
Bu makineler konvoylarla memlekete sevk edildi. Almanların Giridi işgal ettikleri bir sırada yola çıkan konvoy Alman
tayyareleri tarafından darma dağın edildi. Makinaların bir
kısmı İskenderun bir kısmı İzmir bir kısmı da Antalyaya çıkarıldı. Bunları bu limanlardan toplayarak bin bir
güçlükde Rizeye sevk ettik. Boşaltma için de Rizede yepyeni bir iskele kurdurdum. Alman tayyarelerinin delik
deşik ettiği bir çok kazan ve makine aksamını tamir ederek
ilk büyük Çay fabrikasını bu suretle kurduk.
Bugün çaycılıgımızla iftihar edebiliriz. Memleketimizin ihtiyacını karşıladıkdan sonra ihracata da başlamışdır. Bu
büyük işin gerçekleşmesinde hizmetleri geçen ve bir çokları
Hakkın rahmetine kavuşmuş olan meslekdaşlarımın ve mesai arkadaşlarımın saygı ile anarım.
[Ali] Şefik Bakar
570
Ali Şefik Bakay Kimdir?
1900 yılında Üsküdar’da doğdu. Lise tahsiline Galatasaray’da başladı ve Breslau lisesinde bitirdi. Jena
Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin 1924 yılı mezunudur.
Tahsili için gerekli stajı Almanya’nın ünlü çiftliklerinden
birinde yaptı. Bu çiftlik, büyük ölçüde pancar yetiştiriyordu. Şefik Bakay böylece pancar konusunda geniş bilgiler
edindi. Türkiye’ye döndüğü zaman biri Alpullu’da, biri
Uşak’da iki şeker fabrikası teşebbüsü vardı. Alpullu Şeker
Fabrikası kurucusu Şakir Kesebir’e başvurdu ve bu fabrikanın Ziraat Müdürü olarak işe başladı. Şefik Bakay 1938
yılında Atatürk’ün memlekete hediye ettiği zirai işletmeleri
idare etmek üzere kurulan “Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu”nun başına Genel Müdür olarak getirildi. Şefik
Bakay bu vazifede bulunduğu on yıl içinde bu zirai işletmelerin hem sayılarını arttırmış ve hem de buralarda yeni
ziraat sanayii dallarını kurmuş ve geliştirmiştir. 1948 yılında Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu’nun lağvı üzerine
Bakay, T.C. Ziraat Bankası Ziraat Müşavirliğine tayin
edildi. 1950 yılında da Kırklareli’nden Milletvekili seçilerek
parlamentoya katılmak suretiyle 1960’a kadar faaliyetlerini
siyasi alanda devam ettirdi. 1983 yılında vefat etmiştir.
571
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf I – Almanya tarafından Bakay’a verilen liyakat madalyası.
Fotoğraf II – A. Şefik Bakay’ın kartviziti.
572
Fotoğraf III – Ali Şefik Bakay (Kaynak: TBMM Albümü).
Fotoğraf IV – Ali Şefik Bakay’ın vefat ilanı. (Kaynak: Milliyet
Gazetesi, 28 Ocak 1983.)
573
KATKI SAĞLAYANLARIN
LİSTESİ
Kurucu ve Yazı İşleri Koordinatörü: Muratcan Zorcu
Editör: Nazlı Esen Albayrak
Yalın Akçevin
Tamer Çerçi
Tutku Akın
Hakan Dumlu
Hilâl Ahenk Aki
Hamza Dülger
Batuhan Aksu
Ayşe Özge Erceiş
Nazlı Esen Albayrak
Yıldız Tuğçe Erduran
Eylül Arslan
İrem Ertürk
Sinem Arslan
Turan Farajova
Emrah Aslan
Enes Gündoğdu
Melissa Aykul
Mehmet Gönültaş
Ekin Bayur
Emir Gürsu
Dr. Erdal Bilgiç
Ece Özen İldem
Funda Helin Coşkun
Zeynep Ezgi Kaya
575
Mustafa Koç
Beril Şen
Beste İrem Köse
Oğul Tuna
Hilal Önal
Selin Topkaya
Alkan Özdemir
Bahaddin Tuncer
Hazal Papuççular
Mustafa Türkan
Z. Engin Pekel
Margaret Tuna
Halil Suat Saraç
Ece Uğuz
Işıl Sevimli
Kutay Yavuz
Zeynep Hazal Sevinç
Kadir Yozkalach
Burak Süme
Muratcan Zorcu
Bekir Caner Şafak
Asu Ege Zorlu
576
100. YILA ÖZEL
ATATÜRK ALBÜMÜ
[1914-1917]
Kaynak: Bayerisches Hauptstaatsarchiv,
BS N 23 23/1-027.
1926
Kaynak: Genelkurmay Başkanlığı
(Anadolu Ajansı aracılığıyla)
1928
Kaynak: Türk Tarih Kurumu Arşivi.1
Afgan Kralı Emanullah Han ve Afgan Kraliçesi Süreyya
ile.
1
1935
Kaynak: Genelkurmay Başkanlığı
(Anadolu Ajansı aracılığıyla)
1936
Kaynak: Türk Tarih Kurumu Arşivi.2
TTK_291. Fotoğrafın arkasında “22 Ağustos 1936 [-] Atatürk
Türk Dil Kurumu Kurultay’ında Bilim İnsanları ile konuşuyor”
notuyla beraber “Soldan sağa: ATATÜRK, Halil Ethem
ELDEM, Prof. Afet İNAN, İng[iliz] Prof. Denison Rosse, Rus
Prof. Samoi Rovis, İbrahim Necmi DİLMEN – Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri” fotoğraftakiler tanıtılmaktadır.
2