İSLAM VE YORUM VII
II. CİLT
Yayına Hazırlayan
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
ENSAR NEŞRİYAT TİC. A.Ş.
© Eserin her türlü basım hakkı anlaşmalı olarak Ensar Neşriyat’a aittir.
ISBN: 978-625-6506-53-4
Sertifika No: 50201
Kitabın Adı
İslam ve Yorum VII
II. Cilt
Yayına Hazırlayan
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
Editörler
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
Doç. Dr. Mustafa BOZKURT
Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin POLAT
Arş. Gör. Sümeyye BULUT
İsteme Adresi
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
44280 Kampüs / MALATYA
Telefon: (0422) 377 49 97
e-posta: ilahiyat@inonu.edu.tr
Adres
Merkez Kampüs, 44280 Battalgazi MALATYA
0422 377 32 24 e-posta: yayinevi@inonu.edu.tr
Yayın Yönetmeni
Hüseyin KADER
Adem SAYDAN
Kapak
Halil YILMAZ
İç Tasarım
Ensar Grafik Bölümü
Baskı- Cilt
Erkam Yayın Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi
İkitelli Osb Mah Atatürk Bulv.
Haseyad 1.Ksm No: 60/3-C Başakşehir
Sertifika No: 51796
1. Basım
Aralık 2023
“Yazıların yasal sorumluluğu yazarlarına aittir.”
İletişim
Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.
Düğmeciler Mah. Karasüleyman Tekke Sokak No: 7 Eyüpsultan / İstanbul
Tel: (0212) 491 19 03 - 04 Faks: (0212) 438 42 04
www.ensarnesriyat.com.tr siparis@ensarnesriyat.com.tr
İSLAM VE YORUM VII
II. CİLT
Yayına Hazırlayan
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
İstanbul, 2023
İÇİNDEKİLER
TAKDİM.................................................................................................................. IX
SUNUŞ................................................................................................................... XI
EDITÖRLER ÖNSÖZÜ.......................................................................................... XIII
I. BÖLÜM
DİN, HAYAT VE İNANÇ
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM........... 3
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ....... 23
Hulusi Arslan
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ
MÜSLÜMANLARI................................................................................................. 45
Mustafa BOZKURT
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN İÇSEL VE
DIŞSAL ETMENLER ............................................................................................... 63
Selim ÖZARSLAN
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI ............................................... 77
Davud SOYLU
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)................. 97
Ümit ERKAN
II. BÖLÜM
DİN, HAYAT VE HUKUK
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK.......... 127
Ali DUMAN
Bahar YILDIRIM
CUMHURURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE ISLAM HUKUKU
TECRÜBESI......................................................................................................... 153
Ömer TOZAL
VI
İSLAM VE YORUM VII
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA...................... 167
Abdullah ERDEM
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
-DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARAR VE FETVALARI ÖRNEKLİĞİ-........................ 189
Fatih YÜCEL
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE
SOSYO-KÜLTÜREL ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN
ALGISININ ROLÜ................................................................................................ 211
Fatiha BOZBAŞ
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ................................................. 229
Halit BOZ
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR YÖNTEMI
CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI............................................................................... 247
Kazim YUSUFOĞLU
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER KARŞISINDA
İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ................................................................................ 261
Taha YILMAZ
III. BÖLÜM
DİN, HAYAT, ESTETİK VE AHLAK
DİN
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI............................................. 277
Bilal GÖK
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ.............. 299
Mohammad Ajmal HANİF
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI BAKIMINDAN
“ALLAH GÜZELDIR, GÜZELLIĞI SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA
BIÇIM VE TEZAHÜRLERI................................................................................... 317
Dr. Abdurrahman HAN
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM.331
Hacer ÇETİN
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM............................................................... 349
Mahmut DÜNDAR
IÇINDEKILER
VII
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI.............................. 365
Nuran ÇETİN
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ OLARAK İHSÂN ................................... 381
Ruhullah ÖZ
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM................................ 395
Sevda AKTULGA GÜRBÜZ
TAKDİM
Cumhuriyetimizin 100. yılını kutladığımız ve bu önemli kilometre
taşına ulaşmanın heyecanını yaşadığımız bu zaman diliminde, İlahiyat
Fakültemiz tarafından yayınlanan İSLÂM VE YORUM VII “Cumhuriyetin
100. Yılında Türkiye’de Din ve Hayat” başlıklı eser, Türkiye’nin zengin din
ve hayat deneyiminin incelenmesi, değerlendirilmesi ve geleceğe yönelik
vizyonlarının derinlemesine keşfedilmesi için büyük bir tartışma fırsatı
sunuyor. Ben, Türkiye’nin bu özel yılını anlamak ve kutlamak için din ve
hayatın kesişim noktasına dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
Din, insanlık tarihinde hem kişisel hem de toplumsal düzeyde büyük
bir rol oynamış evrensel bir olgudur. Din, her toplum ve her dönemde,
insanların düşünce, davranış ve ahlaki değerlerini etkileyen bir gerçekliktir. Din, insanların yaşamlarına anlam katan ve onları erdemli kılmayı
amaçlayan bir referans kaynağıdır. Malum olduğu üzere din, sadece bireylerin içsel inançlarıyla sınırlı değildir; aynı zamanda toplumsal hayatı da
düzenlemeyi hedefler. Kişisel inançların ötesinde din, toplumsal yaşamı
etkiler ve bu etki, kültür, sanat, siyaset, ekonomi ve hukuk gibi birçok
alanda kendini gösterir. Din, bir bütün olarak toplumun zihniyet yapısını
doğrudan etkiler.
İslam dünyası içinde Türkiye, Osmanlı’dan Cumhuriyete en ısrarlı
modernleşme projesini yürütmesi bakımından dikkat çekici bir tecrübeye
sahiptir. Bu süreçte dinin devlet, birey ve toplum hayatındaki konumunun
ne olması gerektiğine ilişkin ciddi tartışmalar yürütülmüş, farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Özellikle Cumhuriyet Türkiye’si bu konuda zengin
bir tecrübeye sahiptir. Cumhuriyet tarihi boyunca farklı dönemlerde dinin
toplumsal olmaktan çıkarılarak bireysel bir olguya dönüştürülmesi ve hayatın içindeki merkezi konumundan vicdani bir meseleye indirgenerek ele
alınması ya da farklı amaçlar uğruna araçsallaştırılarak toplumsal hayattaki görünürlüğünün artırılması gibi çeşitli politik tavırlar sergilenmiştir.
Bununla birlikte Cumhuriyet dönemi, benimsenen İslam anlayışından
din-devlet ilişkisi modeline, din hizmetleri ve eğitiminin devlet kurumları
X
İSLAM VE YORUM VII
aracılığıyla tanzim edilip sunulmasından sivil dini yapılarla ilişkisine kadar kendine özgü bir tecrübeyi ortaya koymaktadır. Türkiye’nin bu özgün
tecrübesi günümüzde başta kendi kültür havzası olmak üzere dünyanın
pek çok farklı coğrafyasından din ile sahici bir bağ kurmak isteyen Müslüman ülkeler ve topluluklarda da karşılığını bulabilmektedir.
Gelinen noktada Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye’nin kısaca “din ve
hayat” olarak ifade ettiğimiz dinin devlet, birey ve toplum hayatındaki tüm
tezahürlerine ilişkin ortaya koyduğu tecrübe, tarihsel boyutu, bugünkü
durumu ve geleceği bilimsel bir yaklaşımla incelenmeyi hak etmektedir.
Cumhuriyetin 100. yılında, bu tarihsel deneyimi gözden geçirmenin ve
analiz etmenin tam zamanıdır. Türkiye’nin din ve hayat konusundaki bu
özgün deneyimini değerlendirmek ve kutlamak amacıyla yurt içinden
ve yurt dışından katkı veren bütün bilim insanlarımızla dinin tarihsel,
kurumsal ve kuramsal yönlerine odaklanacağız ve aynı zamanda din ve
hayatla ilgili diğer konuları da tartışma fırsatı bulacağız.
Umuyoruz ki bu eser vesilesiyle Türkiye’nin din ve hayat konusundaki
deneyimini anlama, paylaşma ve geleceğe dönük bir vizyon oluşturma
fırsatını yakalayacağız. Ayrıca inanıyoruz ki bu eser, din ve hayatın kesişim noktasında önemli soruları sormamıza ve bu konunun geleceğini
şekillendirmemize yardımcı olacaktır.
Bu eserin yayınlanması neticesinde elde edilecek sonuçların ülkemiz
için hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. Bu vesileyle eserin hazırlanması aşamasında emeği geçen İlahiyat Fakültemizin bütün hocalarına,
ayrıca yurtiçi ve yurt dışından esere katkı veren tüm bilim insanlarımıza
teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. Ahmet KIZILAY
İnönü Üniversitesi Rektörü
SUNUŞ
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından düzenlenen ve bir
gelenek haline gelen İslâm ve Yorum Sempozyum serilerinde her yıl farklı
bir tema belirlenerek bu konu derinlikli bir şekilde ele alınıp işlenmektedir. Kitap halinde de yayınlanan İslâm ve Yorum Sempozyum serilerinde
2017 yılında “Temel Tartışmalar, İmkânlar ve Sorunlar”, 2018 yılında “21.
Asırda İslam Dünyasının Görünümü”, 2019 yılında “Prof. Dr. Fuat Sezgin
Anısına: Din, Bilim ve Medeniyet, 2020 yılında “Din ve Dindarlık”, 2021
yılında “Dijitalleşme ve Din”, 2022 yılında “Dünden Yarına Teo-Politik
Boyutlarıyla Göç” temaları genelde din özelde ise İslâm kavramına ilişkin
konular fikri, felsefi ve teorik boyutlarıyla ele alınıp incelenmiştir.
Bu yıl 7.’sini düzenlediğimiz İslam ve Yorum Sempozyumu’nun teması ise “Cumhuriyetin 100. Yılında Din ve Hayat” olarak belirlenmiştir.
Sempozyum yurt içinden ve yurt dışından katkı veren bilim insanlarının
katkılarıyla zengin bir içeriğe ulaşmıştır. Ele alınan konularda Türkiye’nin
100 yıllık zengin din ve hayat tecrübesi derinlemesine incelenmiş, değerlendirilmiş ve geleceğe yönelik vizyonlar keşfedilmeye çalışılmıştır.
İslam ve Yorum Sempozyum serisi bize tarihsel süreç hakkında bugünü anlayabileceğimiz kadar yeterli bir zemin inşa etmiştir. Bugün artık
dinin pratiklerinin çağdaş Cumhuriyet tecrübesindeki varlığının ele alınması bir gereklilik olarak karşımızda durmaktadır. Aydınlanma sonrası
bilgi mefhumunun ele alınışındaki dönüşüm yeni paradigmalar ortaya
çıkarmış ve bu paradigmalar sonucu dini bilgi de kaçınılmaz olarak bir
etkilenme sürecine girmiştir. Doğal olarak bu dönüşüm yeni bir yaşam
tarzını da doğurmuştur.
Malum olduğu üzere son dönem Osmanlı toplumunda başlayan dini
yaşamın dönüşümü modern Türkiye Cumhuriyeti ile resmî bir form kazanmıştır. Bugün 100. yılını yaşadığımız Cumhuriyet tarihinin tecrübe
ettiği dini hayat, görünür olduğu tüm alanlarda bir gelecek perspektifi
kazandırmak için değerlendirilmeye muhtaçtır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
100 yıllık tarihsel tecrübesinde de dinin yaşayan formlarının farklı biçim-
XII
İSLAM VE YORUM VII
lerde görünür olduğu söylenebilir. Bu farklılıkların doğmasında laiklik
kavramının anlaşılma biçimleri bir etken olmakla birlikte değişen paradigmaların ve yaşam kültürlerinin de oldukça belirleyici olduğu açıktır.
Yurt içinden ve dışından 100’den fazla bilim insanının katkı sunduğu
İslâm ve Yorum VII’de Din, Hayat ve İnsan, Din, Hayat ve Toplum, Din,
Hayat ve Siyaset, Din, Hayat ve Hukuk, Din, Hayat ve Eğitim, Din, Hayat
ve Sanat, Din, Hayat ve Güvenlik, Din, Hayat ve İnsan Hakları, Din, Hayat
ve Dini Gruplar, Din, Hayat ve Dinî Azınlıklar, İslam Coğrafyasında Din ve
Hayat, Günümüz Dünyasında Din ve Hayat, Bireysel ve Toplumsal Hayatta Dinin Geleceği gibi birbirinden önemli konu başlıkları enine boyuna,
bütün yönleriyle tartışılmış ve ortaya çıkan sonuçlar elinizdeki eserlerle
ilim dünyası ve kamuoyu ile paylaşılmış bulunmaktadır.
Bu vesile ile eserin hazırlanması sürecinde emek veren fakültemiz
akademik personeline ve katkı sunan değerli bilim insanlarına teşekkürlerimi arz ediyorum.
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
İlahiyat Fakültesi Dekanı
Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı
EDITÖRLER ÖNSÖZÜ
Din fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir âmil olduğu gibi toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan
bir kurumdur. Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön
veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir
şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve hayatın her aşamasını yönlendiren bir disiplindir. Dinin zayıflaması ahlâkî ve hukukî suçların artmasına
neden olur. Çünkü din olmayınca ahlâk için yaptırım gücü kalmaz.
Tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda daima kendisiyle karşılaşılan evrensel bir olgu olan din, insanı hem içten hem dıştan
kuşatan, onun düşünce, davranış ve ahlaki şekillenmesinde etkin olan
bir disiplindir. Kişi tarih boyunca kendisinin insan üstü bağları bulunduğunu, ihtiyaçları için onu aşan bir yüce kudrete yönelmesi gerektiğini
düşünmüştür.
İnsanlık âleminin mânevî ve zihnî gelişmesinde dinin ne kadar geniş
bir paya sahip olduğu medeniyet tarihi incelendiğinde hemen göze çarpmaktadır. İlâhî vahyin peygamberler tarafından telkin ve tebliğ edilmesiyle insanlar birtakım tutku ve alışkanlıklarından kurtularak daha asil
ve daha ulvî fikirlere yükselebilmişlerdir. İnsanoğlunun en yüksek hayat
seviyesine çıkması için aksiyonu esas almayan hiçbir gerçek dinî doktrin
yoktur. Dinin istediği ideal hayat bu dünyada yaşanacak, bu dünya şartları
içinde elde edilecektir. Günümüzde insanlara asil duygular ilham eden
geleneğin, diğer bir anlatımla onlara ilham veren asil duyguların kökü
peygamberler ve onların izinden giden bilginler, düşünürler ve mürşidlerin hikmeti telkinlerine ve örnek hayatlarına dayanır. İnsanoğlunu mânevî ve ahlâkî alanda şimdiki duruma ulaştıran gelişmeler dinle mümkün
olabilmiştir. Din insan toplumunu her zaman kokuşmaktan, çürümekten,
mahvolmaktan kurtaran bir medeniyet mimarıdır. Ancak din sayesinde
insan bencillikten kurtulup insanlığa hizmet imkânı bulabilmiştir.
XIV
İSLAM VE YORUM VII
Dinî hayatın bir yönü kişisel düzeyde dindarlıkla, dindarlığın farklı
boyut ve dereceleriyle ilgiliyken diğer bir yönü de dinsellikle, yani toplumsala yansıyan boyutlarıyla ilgilidir. Esasen toplumsal düzeyde ele alınan
dinî hayat dindarlıktan çok, onun sosyolojik görünümlerine vurgu yapan
dinselliği hatırlatmaktadır. Bu bağlamda dindarlıktan, kişiselliğe götüren
dinî tecrübeler anlaşılırken, dinsellik de başlı başına toplumsallığı ima
etmektedir. Dinî hayatın bireysel ve toplumsal temsillerinin toplamda
zihniyet yapılarını da etkileyecek bir şekilde işleyen doğasının, sanattan
mimariye, insan ilişkilerinden sosyopolitik ve sosyoekonomik bağlamlara,
kişi ve yer isimlerinden, örf, âdet ve geleneklere, hukukî, siyasî, sosyal,
kültürel, askerî, iktisadî ve turistik alanlara kadar uzanan baskın bir vizyon oluşturduğu söylenebilir.
İnsan hayatının her aşamasında etkin olan en önemli unsur olarak
din görülmektedir. Biz de bu hususu “İslam ve Yorum” uluslararası Sempozyum serimizin VII. olarak “Din ve Hayat” temasıyla bu konuyu Cumhuriyetimizin 100 yılında ele alıp tartıştık.
Bu tartışma metinlerini üç cilt halinde kitap bölümü olarak yayınlamayı kararlaştırdık, biz editörlerin hazırlamış olduğu bu cilt, toplam 3
ana bölümden ve 22 bölüm yazısından oluşmaktadır.
Din, hayat ve inanç temalı I. Bölümde altı araştırma çalışması yer almaktadır. Bunlardan ilki “Cumhuriyet Dönemi Din Anlayışında Mezhepler
Üstü Yaklaşım” başlıklı çalışmada Prof. Dr. Mehmet Kubat, Osmanlı Devleti
resmi dinî düşüncesini Sünnilik üzerine inşa ettiği için bu dönemde çoğunlukla Eş’arîlik ve Mâturidilik tarafından temsil edilen çizginin görüş
ve uygulamaları öncelenirken, Cumhuriyet dönemi mezhep politikasında
çoğunlukla “mezhepler üstü” din anlayışı modelinin benimsendiği fikrini
savunmaktadır. “Dini Yorumun Yenilenmesi Bağlamında Deprem-Kader
İlişkisi” başlığı ile Prof. Dr. Hulusi Arslan, Depremle ilgi gelenkte ve günümüzde kaderle ilişkilendirilerek birçok şeyin söylendiğine dikkat çekerek, gelenekte deprem ve diğer doğal afetlerin takdir-i ilahi, imtihan,
ibret ve ceza olarak yorumlandığını belirtir. Her ne kadar dini metinler
içerisinde bu yorumları destekleyen bazı lafızlar bulunsa da akıl, bilim
ve dinimizin ana ilke ve maksatları açısından bu yorumun isabetli olmadığına dikkat çeker. Depremlerin insan davranışlarıyla doğrudan ilişki-
EDİTÖRLER ÖNSÖZÜ
XV
lendirilmesinin yanlış olacağını zira depremlerin insanların hatta hiç bir
canlının bile olmadığ okyanus diplerinde de gerçekleşen bir doğa olayı
olduğuna dikkat çekerek, deprenden etkilenmenin insanların yaptıkları
yapılarla doğrudan ilişkili olduğunu dile getirir. Insanların bu tür doğal
afetlere hazırlıklı olması gerektiği üzerinde durur. Afet gerçekleştikten
sonar belki bunun bir ibret alınacak olay olarak değerlendirilmesinin
daha doğru olacağını belirtir. “Dünyevîleşme ve Uhrevîleşme Açısından
Günümüz Müslümanlari” Adlı çalışmada Doç. Dr. Mustafa Bozkurt, modern zamanlarda hem batıda hem de İslam dünyasında baş gösteren
sekülerleşme ve dünyevileşme temayülleri bağlamında İslâm’ın dünya
ve âhireti birbirine bağlayan holistik yaklaşımının bu hususta dengeyi
sağlaabileceği üzerinde durmaktadır. “Dinin Muhatabı Olarak İnsan ve
Dindarlığını Etkileyen İçsel ve Dışsal Etmenler” başlıklı çalışmasında Prof.
Dr. Selim Özarslan Bizlere öğretilen din anlayışlarının sadece zihni kabul
düzeyinde kalmaması gerektiğine vurgu yapar. Bu öğretilenlenlerin bireysel ve toplumsal hayatımızda eyleme ve ahlaki tutum ve davranışlara
dönüşmesinin mutlaka sağlanmsı gerektiğini belirtir. Teoriden pratiğe
geçmenin gerekliliği üzerinde durur. “21.Yüzyıl Türkiye’sinde Din Karşıtı
Çağdaş Akımlara Yönelmenin Dini hayat Üzerindeki Etkisi” adlı çalışmasında Dr. Öğr. Üyesi Davut Soylu, Osmanlının son döneminden itibaren
toplum içerisine girmeye başlayan ve sekülerleşme, dini baskı, yanlış din
algısı, özgürlük kaygısı, keyfe düşkünlük ve nefsi arzular gibi nedenlerle
Türk toplumunda yaygınlık kazanmaya başlayan din karşıtı çağdaş akımlar hakkına araştırmalarını bizlerle paylaşmaktadır. Dr. Öğretim Üyesi
Ümit Erkan “Osmanlı Devleti’nin Farklı Mezheplere Bakışı (16. Yüzyıl)”
adlı çalışmasında Osmanlı Devleti’nin Sünni İslam kimliğini merkeze almasına rağmen zındık, mülhid, rafızi, mürted, kafir ve mezhepsiz gibi
isimler verdiği gruplara karşı değişmez bir politika yerine genel ve yerel
politik gelişmeler neticesinde devletin egemenlik ve otoritesini kabul
edip etmediklerine göre farklı tavır belirlediği iddiasını savunmaktadır.
Din, Hayat ve Hukuk temalı II. Bölümde ise sekiz araştırmaya yer
verilmişir. Bunların ilkinde, Prof. Dr. Ali Duman ve Bahar Yıldırım, “Yusuf
Kıssasındaki Ahkam Ayetlerinde Din, Hayat ve Hukuk” başlıklı çalışmada
din, hukuk ve toplumsal hayat arasındaki ilişki ele alırken aynı zamanda
Yusuf kıssasındaki ahkâm ayetlerine de yer vermek suretiyle Hz. Yusuf’un
XVI
İSLAM VE YORUM VII
bazı konulardaki içtihatlarını vurgulamışlardır. “Cumhruriyetin 100. Yılında Türkiye’de İslam Hukuku Tecrübesi” isimli çalışmasında Dr. Öğretim
Üyesi Ömer Tozal, önce İslam hukukunun yürürlükten kaldırılmasından
1949 yılına kadar bu alanda kaleme alınan eserler hakkında bilgi veriyor.
Bu tarihten itibaren İslam hukuku alanında yazılan tezleri nicelik açısından bir değerlendirmeye tabi tutuyor. Son olarak da günümüzde bu
alanda görev yapan öğretim görevlileri sayılarına dayalı olarak Türkiye’de
İslam hukuku alanında gelişmenin geldiği noktaya dikkat çekmektedir.
“Medeni Hukuk ve İslam Aile Hukukunda İddet ve Nafaka” konulu araştırmasında Dr. Öğretim Üyesi Abdullah Erdem Medeni hukukta belirlenen
süresiz nafaka vermenin olumsuzluklarına dikkat çekerek bunu alan için
bir nimet gibi görünse de veren açısından bir haksızlık olarak nitelendirilbileceği ve bu uygulamanın uzun zamana tekabül etmesi nedeniyle
de birçok yanlış davranışlara neden olduğundan bahsetmektedir. Doç.
Dr.Fatih Yücel “Türkiye’de Aile Hayatına Dair Güncel Fıkhî Meseleler -Din
İşleri Yüksek Kurulu Karar ve Fetvaları Örnekliği-“ başlıklı çalışmasında,
Türkiye’de aile hayatında yaşanan güncel meselelerle ilgili, Din İşleri Yüksek Kurulunun aldığı karar ve verdiği fetvalarla ilgili değerlendirmelerde bulunmaktadır. Dr. Öğr. Üyesi Fatiha Bozbaş, “Kadınlara İlişkin Fıkhî
Hükümlerin Teşekkülünde Sosyo-Kültürel Şartların ve Toplumsal Kadın
Algısının Rolü” adlı çalışmasında kadınlara ilişkin hükümlerin teşekkül
ettiği dönemin sosyo-kültürel şartları ve buna bağlı olarak toplumda oluşan kadın algısının, hükmün keyfiyetine olan tesiri hakkında irdeleyici
bir bakış açısı sunmaya çalışmıştır. Doç. Dr. Halit Boz, “Osmanlı’da İlmiye Sınıfına Tanınan Bazı İmtiyazlar” adlı çalışmasında Osmanlı Devleti
zamanında ilmiye sınıfına gösterilen alakaya paralel bir şekilde gelişen
imtiyazları, temel kaynaklar ve Osmanlı Arşiv belgelerini kullanılarak
göstermiş ve çeşitli münferit örneklerle de Osmanlı Devlet adamlarının
bu konudaki tutumlarını ispat etmeye çalışmıştır. “Doğu Medreselerinde
Fıkıh Usûlü Takrir Yöntemi Cem’u’l-Cevâmi’ Örneği” isimli araştırmasında
Kazim Yusufoğlu Doğu medreselerinde okutulan derslerden ve bu meyanda Cem’u’l-cevâmi’ ve şerhi el-Bedru’t-tâli’in okutulma nedenleri ve
okutulma yöntemlerinden bahsetmektedir. Ayrıca bu eserin ve müellifi
hakkında bazı bilgiler vermektedir. “Hayatin Dinamizmi Açısından Yeni
Meseleler Karşısında İslam Hukuku’nun Rolü” başlıklı araştırmasında Dr.
Öğr. Üyesi Taha Yilmaz, Günümüzde teknolojinin gelişimiyle birlikte tıp
EDİTÖRLER ÖNSÖZÜ
XVII
alananında yaşanan yeni gelişmeler, iktisadî ve ekonomik yapılar, transhümanizm, metaverse, yapay zekâ, sosyal medya araçları ve daha birçok yeni
gelişmelerin toplumun sosyal dokusunu değiştirdiğini söyler. Müslümanların daha önce karşılaşmadıkları tüm bu olguların, usûlü’d-din ve usûl-i
fıkıh perspektifinden yeniden ele alınmasının gerekliliğine vurğu yapar.
Din, Hayat, Estetik ve Ahlak temalı III. Bölümde ise sekiz araştırmaya
yer verilmişir. Bunların ilknde Prof. Dr. Bilal Gök, “Sultan IV. Murad’ın
Asayiş Uygulamaları” başlıklı çalışmasında toplumsal düzeni tesis etme
noktasında IV. Murad’ın bazı katı kurallarını ve bunların toplumdaki tesirini incelemiştir. Dr. Öğretim Üyesi Mohammad Ajmal Hanif’in “Cumhuriyet Türkiye’sinde Ticâni Tarikatı: Dünü, Bugünü” adlı çalışmasında
XVIII. yüzyılın sonlarıyla XIX. yüzyılın başlarında Kuzey Afrika’da, bugünkü Cezayir’de ortaya çıkan sufi tarikat Ticânilik’in tarihteki ve günümüzdeki yapısı ele alınmaktadır. Dr. Abdurrahman Han’ın, “İslam Sanat ve
Estetiğine Kaynaklık Etmesi Bakımından “Allah Güzeldir, Güzelliği Sever”
Rivayetinin Anlaşılma Biçim ve Tezahürleri” adlı çalışmasında İslâm sanat
ve estetiğine kaynaklık eden “Allah güzeldir, güzelliği sever” rivayetinin
vârid olma zemini, klasik ve modern dönemlerde bu rivayetin nasıl anlaşılıp yorumlandığı ele alınmaktadır. Dr. Hacer Çetin “Dinin Temel Gayeleri Çerçevesinde Bireysel e Toplumsal Yaşam” Başlıklı çalışmasında,
İslam’da “zarûriyyât-ı diniyye, âmentü, usûlü’d-din, usûl-i hamse” gibi
isimler verilmiş olan ve Can, akıl, nesil, mal ve din güvenliğini temin etmeyi amaçlayan esasların nasıl pratiğe aktarıldığını farklı boyutlarıyla
ele almaktadır. Doç. Dr. Mahmut Dündar, “İslam’a Göre Din Hayat ve Bilim” adlı çalışmasında insana ve onun hayatına, huzur ve mutluluğuna
önem veren Yüce Allah’ın göndermiş olduğu İslam dinine, sonrasında
ise İslam dininin insan hayatına verdiği öneme ve bu önemin odağında
bilincin ve bilimin yer almasının gereğine değinmiştir. Bunun ise ancak
ve ancak sağlıklı bir eğitimle olabileceğinin vurgusunu yapmıştır. Doç.
Dr. Nuran Çetin, “Tasavvuf Kültüründe Din, Hayat ve İnsan” başlıklı çalışmasında temel niteliği ile insanın dinî ve ahlâkî sorumluluğunu ardından
din, hayat ve insan ilişkisini, tasavvufî prensipler etrafında insani açıdan
köklü benlik değişikliği ile, hayatî anlamda mâsivâyı kontrol atında tutma süreciyle, dini yönüyle insanın fiillerindeki farkındalık ve dönüşüm
süreciyle ele almıştır. “Bireysel Ahlakiliğin Bir Ölçütü Olarak İhsân” isimli
XVIII
İSLAM VE YORUM VII
çalışmasında Doç.Dr. Ruhullah Öz, İslâm kültüründe ihsan kavramının
muhteva derinliğini anlamanın ancak ilişkili olduğu kavramlar ağıyla olan
semantik ilişkisini belirlemekle mümkün olabileceğini söyler. Öz, ahlakın temelinin adalet, adaletin tezahürünün ahlak, ahlakın kıstasının ise
ihsan olduğunu belirtir. Ihsanın bu üçlü mekanizmanın olmazsa olmazı
olduğuna dikkat çeker. İhsanın inancın dışa yansıması, birey ve toplum
hayatındaki tezahürü, insanın fıtratıyla barışık ahlakiliğinin iz düşümü
olduğu vurgusu yapar. Dr. Öğr. Üyesi Sevda Aktulga Gürbüz, “Türkiye’de
Yunus Emre ve Mevlânâ Araştırmaları Üzerinde Değerlendirme Problemi:
Hümanist Söylem” başlıklı çalışmasında, Allah aşkından gücünü alan sûfi
düşünürlerden Mevlânâ ve Yunus Emre’nin, Müslüman halkın gönlünde
taht kurmalarının, eserlerinin tarih boyunca çeşitli tarikatlarca okunup
ezberlenmesinin felsefi hümanizmle açıklanamayacağını vurgulamış ve
özellikle Cumhuriyet döneminin batılılaşma politikaları ve kültürel kimlik
arayışından hareketle yapılan çalışmaları değerlendirmiştir.
Üç cilt halinde yayınlanan bu değerli çalışmalarla Cumhuriyetin 100
yıllık birikiminde din ve hayat hakkında okuyucularımıza genel bir perspektif kazandırması hedeflenmiştir. Bu kitapta yer alan araştırma metinleri editörler tarafından benzerlik raporları da dikkate alınarak yayına
hazırlanmış olup, “Kitapta Bölüm” olarak değerlendirilmiştir. Çalışmaların ilmî ve fikrî muhteva ile dil bakımından sorumluluğu yazarlara aittir.
Eserleri ile katkı sunan yazarlarımıza teşekkür ederek, bu çalışmaların
hayırlara vesile olmasını temenni ederiz.
Editörler
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
Doç. Dr. Mustafa BOZKURT
Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin POLAT
Arş. Gör. Sümeyye BULUT
I. BÖLÜM
DİN, HAYAT VE İNANÇ
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA
MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi islâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı
https://orcid.org/0000-0001-6729-7652
mehmet.kubat@inonu.edu.tr
Giriş
Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olarak 29 Ekim 1923’te ilan
edilen yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, birçok konuda olduğu gibi mezhepler konusunda da öncekinden farklı telakki ve uygulamalara sahip
olmuştur. Osmanlı Devleti resmi dinî düşüncesini Sünnilik üzerine inşa
ettiği için bu dönemde çoğunlukla Eş’arîlik ve Mâturidilik tarafından
temsil edilen çizginin görüş ve uygulamaları öncelenirken,1 Cumhuriyet
dönemi mezhep politikasında çoğunlukla “mezhepler üstü” din anlayışı
modelinin benimsendiği görülmektedir. “Mezhepler üstü” din anlayışı
modeli ile aynı din içerisinde bulunan pek çok farklı anlayış, düşünce,
tavır ve pratik uygulamaların dışlama, ötekileştirme, çatışma ve ayrışma
olmaksızın kabul edilerek birlikte, beraber ve bir arada yaşayabilme teolojisi ve felsefesi kastedilmektedir.2 Bu model, istisnaî uygulamalar olmakla
birlikte, genel anlamda bütün mezhep, meşrep, tarikat, cemaat, dinî akım,
kısacası bütün mezhebî zümreleşme faaliyetlerine eşit mesafede durmayı
ilke olarak kabul eden bir anlayış ya da politikayı ifade etmektedir.
Tevhid-i Tedrisat Kanununun 3 Mart 1924 yılında kabul edilmesiyle
öğretim birliğinin sağlanması hedeflenmiştir. Aynı tarihte Halifelik ve
Şer’iye ve Evkaf Vekaleti de kaldırılmıştır. Bu kanunlarla da laikleşme1
2
Mehmet Kalaycı, “Mâtürîdî-Hanefî Aidiyetin Osmanlı’daki İzdüşümleri”, Cumhuriyet İlahiyat
Dergisi, 20, Sy. 2, (Aralık 2016), ss. 9-72; Mehmet Kalaycı, “Osmanlı’da Eşarilik‐Maturidilik
İlişkisine Genel Bir Bakış”, İlahiyat Akademi Dergisi, Yıl 2017, Sayı: 5, ss. 113-128.
Bkz. Ahmet Bağlıoğlu, “Mezhepsel Çoğulculuk ve Temelleri”, Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 15:1 (2010), s. 74-75.
4
İSLAM VE YORUM VII
nin ilk adımları atılmıştır.3 Ayrıca 1924 Anayasası’nda var olan “Devletin
dini İslâm’dır” ibaresi 10 Nisan 1928’de kaldırılmıştır. Böylece devletin
bütün dinlere eşit mesafede olmasını sağlamak amacıyla laiklik ilkesi
benimsenmiştir. Aslında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde
laiklik ilkesiyle asıl amaç, dini korumaktan ziyade, daha çok yeni inşa
edilen sistemin korunması, dinin devletçe denetlenmesi ve dinin kontrol
altına alınması4 olsa da, bu ilkeyle bir yandan bütün dinlere eşit mesafede durulması ön görülmüş, öbür yandan da siyasî ve felsefi görüşlerin,
çoğunlukla da dinî metinlerin Müslümanlarca algılanması, anlaşılması
ve yaşanmasında yoruma dayalı görüş farklılıkların sistemleştirilmiş ve
kurumsallaşmış şekilleri mesabesinde olan mezheplere eşit mesafede
durulması hedeflenmiştir.
Osmanlı döneminde din eğitimi ve öğretimi genellikle vakıflar üzerinden yürütülürken, din hizmetleri Sultan adına Şeyhülislâmlık tarafından yürütülmüştür.5 Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ise din eğitimi ve
öğretimi Milli Eğitim Bakanlığı uhdesinde yürütülürken, din hizmetleri
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kontrolünde icra edilmiştir. Bu iki kurum
eliyle yürütülen eğitim-öğretim ve din hizmetleri anlayışında genel anlamda “mezhepler üstü” yaklaşımın öncelendiği eğitim-öğretim ve din
hizmetleri modelinin benimsendiği söylenebilir.6
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde mezhepler üstü din öğretimi modelinin en fazla eleştirilen yönlerinden biri, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde bulunan ilk ve orta dereceli okullarda okutulan Din Dersleri ile
Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı kurumlarda verilen dinî içerikli derslerin
seçmeli olmayıp zorunlu olması, bunun da laikliğe aykırı bulunmasıdır.7
3
4
5
6
7
Krş. Asım Arı, “Tevhid-i Tedrisat ve Laik Eğitim”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: 22, Sayı:
2, (2002), s. 190.
Sönmez Kutlu, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar)
İlişkileri”, Dini Araştırmalar, Ocak-Nisan 2009, Cilt: 12, s. 108; Krş. İştar Gözaydın,
“Türkiye’de Laiklik Uygulaması: Diyanet Modeli”, http://www.tesev.org.tr/ etkinlik/
conf_25feb_igozaydin.php.
Bkz. Kutlu, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar)
İlişkileri”, s. 107.
Bkz. Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Gün Yayıncılık, Ankara 1998; Pınar Usta
Doğan, Din Öğretimi Modelleri ve Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri
(Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015; Pınar Usta
Doğan, “Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri Üzerine Nitel Bir Çalışma”,
Kırıkkale İslami İlimler Fakültesi Dergisi, Yıl: 2017, Cilt: 2 Sayı: 3, ss. 127-150; Kutlu, “Diyanet
İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar) İlişkileri”, ss. 107-127.
Bkz. İlhan Yıldız, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi: Zorounlu mu Kalmalı, yoksa Seçmeli mi
Olmalı?”, TÜBAV Bilim, 2 (2) 2009, Yıl: 2009, Cilt:2, Sayı:2, s. 249-255.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
5
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde benimsenen mezhepler üstü din öğretimi modelinin en fazla eleştirilen yönlerinden bir diğeri ise, aynı din
içerisinde bulunan pek çok farklı anlayış, düşünce, tavır ve pratik uygulamaları yok saymaya neden olabileceğidir. Yapılan bu iki eleştirinin de
gerçeklerle örtüşmediği bu çalışmanın “Mezhepler Üstü Din Anlayışına
Yönelik Eleştiriler” başlığı altında detaylı olarak irdelenecektir.8
Bu çalışmada Cumhuriyet dönemi din anlayışında mezhepler üstü
yaklaşım meselesinin sistematik bir şekilde çözümlenebilmesi için üç
aşamada irdeleme yapılacaktır. Öncelikle mezhep ve mezhepçiliğin arka-planı ile ile konunun temel mevzusu ele alınacak, , ardından mezhepler
üstü yaklaşımın ne demek olduğu ve neden mezhepler üstü bir yaklaşıma
gerek duyulduğuna dair gerekçeler sunulacak, en sonunda da Cumhuriyet
dönemin din anlayışında benimsenen mezhepler üstü yaklaşım modeli
değerlendirilecektir.
1. Mezhep ve Mezhepçiliğin Arka-Planı
Cumhuriyet dönemi din anlayışında mezhepler üstü yaklaşım meselesinin tam olarak anlaşılması için öncelikle “mezhep nedir?” sorusunun
doğru cevaplanması, daha sonra da mezhepçiliğin doğurduğu sonuçların
iyi tahlil edilmesi ve en nihayetinde de mezhepler üstü din anlayışının
lüzumu üzerinde durmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Mezhep sözcüğü lügatte “farklı görüş, anlayış, öğreti; farklı tutum ve
davranış; gidilen yol, tutulan yol; benimsenen görüş; kişinin yöneldiği
farklı inanç ve tavır”9 gibi anlamlara gelir. Terim olarak mezhep ise nassların farklı perspektifle okunması, algılanması, anlaşılması ve yaşanması
sonucu dini farklı anlamaktan kaynaklanan zümreleşme faailiyetini ifade
eder. Eş deyişle mezhep, nassları yani âyet ve hadisleri anlama, algılama
ve pratize etmede ortaya çıkan farklılıkların kurumsallaştığı dinî grupları işaret eder. Müslümanlar söz konusu olduğunda mezhep, “naslardan
hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin fikirlerinin tümü
veya ortaya koydukları sistem” şeklinde tanımlanmıştır.10 Aynı şekilde
8
9
10
Krş. Cemal Tosun, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Derslerinde Alevilik”, Türk Yurdu, Cilt: 25,
Sayı: 210, Şubat 2005, s. 37-41.
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Kum, 1363/1405, I/393; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut,
1407/1987, s. 111; Mehmet Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ensar Yayınları, İstanbul, 2022,
s. 47-48; Mehmet Kubat, Yaşayan İslâm Mezhepleri, İnönü Üniversitesi Yayınevi, Malatya,
2020, s. 12 vd.
İlyas Üzüm, “Mezhep”, DİA, Ankara, 2004, XXIX/526.
6
İSLAM VE YORUM VII
mezhep en genel anlamıyla “siyaset, itikad, ibâdet ve muamelât ile ilgili
sorunlara çözüm üretmek amacıyla ortaya çıkan ekollere verilen isim”
olarak da tarif edilmiştir.11
Mezhep, meşrep, cemaat ve tarikatları, dini farklı anlama, algılama,
yorumlama ve yaşama biçiminden doğan oluşumlar şeklinde tarif etmek
mümkün olduğu gibi, özünde tarihin herhangi bir döneminde oluşmuş
sorunlara çözümler sunmak üzere ortaya çıkan öneriler bütünü olarak
tanımlamak da mümkündür. İslâm dininin itikâdî-siyasî alandaki düşünce ekolleri diyebileceğimiz mezhepler, dinî metinlerin farklı okunması,
anlaşılması ve uygulanması neticesinde ortaya çıkan anlayış ve uygulama
farklılıkların zamanla sistemleşerek kurumlaşması sonucu ortaya çıkmış
dini nitelikli beşerî oluşumlardır.12
En genel anlamıyla “dinin çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle ortaya
çıkan kollarından her birine verilen isim” demek olan mezhep, yeni bir
din değil, bir dine inanan toplulukların fikri ve pratik sonucu kazandıkları
beşerî formlardır.13 Altını kalın çizgilerle çizip tekrar vurgulamak gerekir
ki, mezhepler dinin insanlar tarafından anlaşılması ve yaşanmasında yoruma dayalı farklılıkların kurumsallaşmış biçimleri oldukları için, ilâhî
değil beşerî nitelikli oluşumlardır. Bu karakterleri nedeniyle bir dinin
mensupları için dinler üst kimliği, mezhepler ise alt kimliği ifade ederler.14
Hakiki mü’min olmak ve İslâm’ı gereği gibi yaşamak için her hangi
bir mezhebi taklit etmek şart değildir. Müslüman olmak için herhangi bir
kişiden veya kurumdan icazet de alınması gerekmez. Gerçek Müslüman
olmak için temel iman esaslarına iman etmek yeterlidir. Yüce Allah’ın
varlığına ve birliğine iman eden (Tevhid), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiklerine toptan inanan ve “Ben Müslümanım” diyen her insan Müslüman
sayılır ve İslâm dairesi içinde kabul edilir. Yüce Allah, “Mü’minler ancak
kardeştirler”15 buyruğuyla mezhebi ne olursa olsun bütün Müslümanların
11
12
13
14
15
Üzüm, “Mezhep”, XXIX/526; Sönmez Kutlu, “Mezhep”, İslamiyet-Hristiyanlık Kavramları
Sözlüğü, Ankara Üniversitesi Yayınevi, Ankara 2013, II/546.
Hasan Onat, “Din Anlayışımızın Kaynakları Uzerine Bazı Düşünceler”, Türk Yurdu, C. 13,
1993, s. 48.
Üzüm, “Mezhep”, DİA, XXIX/527.
Saffet Sarıkaya, İslam Düşüncesinde Mezhepler, Rağbet Yayınları, İstanbul 2017, s. 17.
Hucurât, 49/10.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
7
kardeş olduklarını ilan ederek onları hep birlikte Allah’ın ipine sarılmaya
davet etmiştir.16
Rasûlullah (s.a.v.)’ın sağlığında herhangi bir mezhep yoktu. Sadece
İslâm üst-kimliği vardı. Bu dönemde Müslümanlar arasında her hangi
bir fikrî ayrılık, itikadî anlamda bir farklılaşma ya da inanca dair ihtilâflardan söz etmek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), istikrarı,
birliği, bütünlüğü, çatışmasız ve muhalefetsiz bir ortamı temsil ediyordu
ve ayrılığın oluşumunu da engelliyordu. Kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.v.)
hayattayken, ona rağmen her hangi mezhebin varlığı, onun risâlet göreviyle çelişirdi. Bu nedenle Asr-ı saadet’te Haricilik, Şiilik, Sünnilik ve
diğer mezheplerin hiçbiri yoktu. Bütün mezhepler Rasûlullah (s.a.v.)’ın
vefatından sonra, bilhassa Hz. Osman’ın isyancılar tarafından hunharca
katledilmesinden sonra tarih sahnesine çıkmaya başlamışlardır.17
Rasûlullah (s.a.v.)’ın vefatı ve vahyin indiriliş sürecinin sona ermesinden sonra Müslümanlar arasında çeşitli konularda ortaya çıkan dinî,
siyasî, içtimai ve iktisadî problemlere çözüm üretmek adına farklı görüşler zuhur etmiştir. Zamanla bu görüşler sistemleştirilerek ve toplumsal
bir taban edinerek itikadî-siyasî fırkalara evrilmişlerdir.18 Ayrıca İslâm
dini, tarihsel akış içerisinde, toplumların gelişmişlik düzeylerine göre
kurumsallaşmıştır. Dinin, toplumların gelişmişlik düzeylerine göre kurumsallaşması, anlayış biçimlerindeki farklılıklar karşımıza “mezhep”
olarak çıkmıştır.19 Genellikle dinî metinleri en iyi analayıp yorumladığına
inanılan ve toplum nezdinde otorite sayılan meşhur âlimler etrafında
birleşen grupların İslâm’ı farklı anlama, algılama, açıklama ve diğerlerinden farklı biçimde yaşama şekillerinden mezhepler doğmuştur.20 Nitekim
mezheplerin doğuş nedenleri üzerine yapılan araştırmaların sonuçlarına
bakıldığında, bu oluşumların çoğunlukla nassların ruhuna uygun en doğru
yorum ve en sahîh uygulamayı bulmak için yapılmış çalışmaların sonunda
benimsenmiş olan yollar olduğu kolayca fark edilir.21
16
17
18
19
20
21
Âl-i İmrân, 3/103.
Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 30.
Krş. Sönmez Kutlu, Çağdaş İslami Akımlar ve Sorunları, Fecr Yayınları, Ankara: 2011, s. 9.
Hasan Onat, “Din Anlayışında Mezhepler Üstü Yaklaşım”, Bilge Dergisi, 10/Güz 38 (2003), s.
9
Onat, “Din Anlayışımızın Kaynakları Uzerine Bazı Düşünceler”, s. 48.
Beyza Bilgin, “Mezhepler ve Dinler Arası Eğitim ve İşbirliği”, s. 1.
8
İSLAM VE YORUM VII
Mezheplerin oluşumu bazen nassların farklı anlaşılması ve yorumlanması sonucunda gerçekleşirken bazen felsefi görüşlerin etkisiyle, bazen de toplumsal yapı ve siyasetin etkisiyle gerçekleşmiştir. Mezheplerin
doğuşuna etki eden unsurlar her ne olursa olsun İslâm özelinde meseleye
bakıldığında mezheplerin din farklılığı sonucunda değil, çoğunlukla dini
yani nassları anlamadaki yaklaşım farklılıkları sonucunda doğdukları
görülür.22 Mezhep, meşrep, fırka, grup, cemaat, akım vb. adı ne olursa
olsun hiçbir düşünce ya da anlayış biçimi ilâhî dinle özdeşleştirilemez
ve doğrudan ilâhî dinin yerine ikame edilemez.23 Zira her bir mezhebin
dönemsel problemler karşısında ürettiği fikir ya da görüşler, kendi çağının
dini sorunlarına cevap vermek üzere üretilmiş çözümlerdir.24
Mezhep-din ilişkisine değindikten sonra biraz da mezhepçiliğin doğurduğu olumsuz sonuçlar üzerinde durmak istiyoruz. Beşerî oluşumlar
olarak mezhepler, tarihsel ve konjonktürel bir nitelik taşırlar. Çünkü adına
ne dersek diyelim, mezhepler, meşrepler, fırkalar, cemaatler, tarikatlar,
akımlar vb. bütün zümreleşme faaliyetleri dinin bizzat kendisi olmayıp
tarihsel süreçte meydana çıkan, kurumsallaşan, değişime uğrayan ve hatta
mensuplarını önemli oranda kaybettiklerinde tarih sahnesinden silinip
yok olabilen yapılardır. Bu nedenle mezhepler, dinle eşitlenmediği müddetçe din içerisinde birer zenginlik ve rahmet olarak nitelendirilebilir. Akıl
sahibi, düşünen, anlamlandıran ve sorgulayan insanın olduğu her yerde
ihtilafların yani farklı fikir ve görüşlerin bulunması, bunun sonucunda
da mezheplerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Rabbin
dileseydi, insanları (hiç ihtilâf etmeyen ve aynı inanaç etrafında birleşen)
tek bir ümmet yapardı. Fakat (böyle yapmadı) onlar hep ihtilâf içinde olacaklardır. Rabbinin esirgedikleri müstesna. Zaten O, insanları buna uygun
yaratmıştır...”25 buyrularak insanlar arasında fikrî farklılıkların bulunması,
insanın doğasına, yaratılış hikmetine ve ferdî farklılıklara bağlanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu hussta “Ümmetimin ihtilafı rahmettir”26 buyurmuştur. Bu yönüyle ihtilaf sonucu ortaya çıkan mezhepleşme faaliye22
23
24
25
26
Doğan, “Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri Üzerine Nitel Bir Çalışma”, s.
134.
Onat, “Din Anlayışında Mezhepler Üstü Yaklaşım”, s. 8-9.
Kutlu, “Din Öğretiminde Mezhepler Üstü Yaklaşım”, s. 3.
Hûd, 11/118-119.
İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut, 1983, I/64 vd.; Ali el-Kârî, el-Esrâru’lMerfûa fi’l-Ehbâri’l-Mevdûa, Beyrut, 1986, s. 108 vd.; Muhammed Nasıruddin el-Elbânî,
Silsiletu’l-Ehâdisi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa’, Beyrut, 1985, I/76.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
9
tini tabii bir hâdise olarak kabul etmek gerekir. Nitekim Müslümanları
parçalayıp bölme, ümmetin birlik ve beraberliğini bozma niyetiyle zuhur
etmediği ve mutedil çizgide kaldığı müddetçe bu tür fikrî farklılıklar doğal karşılanmalıdır. Zira bu tür farklıların Müslümanlar arasında pozitif
anlamda rekabete, dolayısıyla da İslâm toplumunun hemen her alanda
kalkınmasına yardımcı olacağı açıktır.27
Nassların ortaya koyduğu bu gerçeklikten hareketle İslâm ümmetinin birlik ve beraberliğini tehlikeye sokmadığı müddetçe, mezheplere
ayrılmanın tabii, kaçınılmaz, hatta bazı durumlarda gerekli olduğu söylenebilir. Zira İslâm’ın ana gayesi olan dinin, aklın, canın, malın ve neslin
korunması hedefinde birleşirleşen bütün hak mezhepler,28 farklı fikir ve
duruşlarıyla İslâm toplumunda bir arada yaşama kültürü ile toplumsal
birlik ve beraberliğin muhafaza edilmesine yardımcı olurlar. Din içerisinde birer zenginlik olarak görüldüğünde mezhepler, toplumda dışlayıcı,
suçlayıcı, itham edici, tekfîr edici ve sorun üretici fikrî zümreleşmeler
olmaktan çıkar ve bir rahmete dönüşürler. Bu sayede mezhepler, İslâm
toplumlarının önünü açan, onları özgürleştiren ve problem çözen fikrî
kurumlar olarak pozitif yönde işlev görürler.29
Ancak mezhep mensupları kendi mezheplerini din ile özdeşleştirme
çabasına girdiklerinde bu durum genel olarak olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Nitekim beşerî birer ürün olan mezhepler, hakikatin tümünün
kendi tekellerinde olduğunu, kendi görüşlerinin “mutlak doğru”, diğer
görüşlerin ise “mutlak yanlış” olduğunu, İslâm’ı bütün yönleriyle kendilerinin temsil ettiğini ve yalnızca kendilerinin “Cennete girecek tek fırka
(fırka-i nâciye)”, diğer mezheplerin ise “sapkın” olduğunu iddia etmeleri,30
ümmeti ayrıştırmak, bölmek ve parçalamak demektir. Bir başka ifadeyle mezhep mensuplarının kendilerini İslâm dininin yegâne temsilcileri
olarak görmeleri demek, diğer bütün mezhepleri dışlamaları, dalâletle
suçlamaları ve İslâm dairesinin dışında görmeleri anlamına gelir. Müs27
28
29
30
Bkz. Hayrettin Karaman (Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş ile
beraber), Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara,
2020, III/207.
Vasım Memmedeliyev-Abdullah Kahraman, “İslam’da Mezheplerin Yakınlığı ve
Yakınlaşmanın Esas İstikametlerine Dair Bazı Mülahazalar”, Bakü Devlet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesinin İlmî Mecmuası, Cilt: II, Sayı: 2, Eylül 2005, s. 16.
Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 32.
Krş. Hasan Onat vdğ., İslâm Düşünce Ekolleri Tarihi, Ankara, 2006, s. 17; Sarıkaya, İslâm
Düşünce Tarihinde Mezhepler, s. 18.
10
İSLAM VE YORUM VII
lümanları karşıt kamplarda yer almaya ve birbirleriyle savaşmaya sevk
eden bu çatışmacı tavır, bugün de İslâm dünyasında toplumsal barış ve
istikrarı bozmakta, hatta zaman zaman kanlı çatışmalara yol açmaktadır.
Nitekim Suriye, Irak, Yemen, Bahreyn, Afganistan ve Pakistan’da mezhep
farklılıklarından dolayı çatışmalar baş göstermekte ve bazen büyük can
kayıpları yaşanmaktadır. Son zamanlarda yine mezhebi ayrılıklardan dolayı Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı Afrika ülkelerinde potansiyel
çatışma riski ciddi boyutlara ulaşmış bulunmaktadır.31
Yukarıda vurguladığımız üzere, gerçekte din içerisinde bir zenginlik
ve rahmet sayılabilecek, genellikle yorum ve ictihat farkından doğan32
mezhepler, bu tür iddialarda bulunmak suretiyle fitne ve çatışma odaklarına dönüşebilirler.33 Ayrıca siyasi ve sosyal bunalımların yaşandığı dönemlerde, meydana gelen sorunları aşma konusunda çözümler üretebilmek
için ortaya çıkmış olan mezheplerin bu tür iddalarda bulunması, yeni
çözümler üretmelerine ve güncelliklerini yitirmelerine de sebep olabilir.34
İslâm dünyasında bugün yaşanan sorunların, önemli oranda insanların
bizzat aidiyet duyduğu mezhep, cemaat ve tarikatları dinin kendisi olarak
görüp, mutlakiyetçi tavır üretmelerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.35
2. Mezhepler Üstü Din Öğretimi Modeli
Mezhepler üstü din öğretimi modeli, geleneksel din öğretimi modeli
olarak adlandırılabilecek mezhep merkezli din eğitimi modelinin zıddıdır.36
Mezhep merkezli din eğitimi modeli, “bir mezhebin yalnızca o mezhebe
mensup öğreticiler tarafından, yalnızca o mezhebe mensup öğrencilere ve
o mezhebe özel inanç esaslarına dayalı kendi öğretici metinleriyle öğretilmesi” demek iken, mezhepler üstü din öğretimi modeli, genel anlamda
31
32
33
34
35
36
Mehmet Ali Büyükkara, “Mezhepsel Uzlaşma ve Barış: Modern ve Postmodern Yaklaşımlar”,
Divan: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, Sayı: 35, Şubat 2013, s. 110.
Memmedeliyev-Kahraman, “İslam’da Mezheplerin Yakınlığı ve Yakınlaşmanın Esas İstikametlerine Dair Bazı Mülahazalar”, s. 20.
Mehmet Ali Büyükkara, “Mezhepler Arası Uzlaşmanın Teorik Zemini Ne Olmalı?: Modern
Yaklaşımın Tenkidi”, Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı, Bilnet Matbaacılık, İstanbul
2014, s. 511.
Bkz. Bağlıoğlu, “Mezhepsel Çoğulculuk ve Temelleri”, s. 86-87.
Mustafa Tekin, “Mezhep Krizi -Sosyolojik Bir Yaklaşım-”, İslam’ın Hakikati ve Mezhep Sorunu,
ed. Mehmet Evkuran, Ankara, 2016, s. 199.
Krş. Doğan, “Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri Üzerine Nitel Bir Çalışma”,
s. 137-1340.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
11
bir din içerisinde bulunan pek çok farklı anlayışın çatışma ve ayrışma olmaksızın birlikte ve birarada yaşayabilme teolojisi ve felsefesini yansıtır.37
Mezhepler üstü yaklaşımın iki modelinden bahsedilmektedir: Birincisi “birleştirici model”dir. Bu modelde bütün mezheplere mensup
öğrenciler aynı sınıfta, bir arada ders görmekte ancak mezhepler arası
farklar görmezden gelinmemektedir. Mezhepler objektif kriterlere dayalı
olarak oldukları biçimiyle tanıtılmakta, mezheplerin aynı dinin yorum
farklılıkları sonucu teşekkül eden farklı ekolleri olduğu vurgulanmakta ve
böylece dinin bütünlüğü korunmaktadır. İkincisi ise “çoğulcu model”dir.
Çoğulcu modelde her mezhepte olduğu gibi her din, her dünya görüşü ve
bütün ahlâk anlayışları öğretimin konusu yapılmaktadır.38
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde mezhep merkezli din eğitimi modelinden vaz geçilmiş ve genel anlamda mezhepler üstü din öğretimi modeli uygulanmıştır. Benimsenen mezhepler üstü din öğretimi anlayışında
din kültürü yani dinin itikad, ibâdet ve ahlâkî değerleri, hiç bir doktrin
veya mezhebin anlayışı veya yorumuna bağlı kalınmaksızın, betimleyici
metotla, mezhepler üstü veya birleştirici bir yaklaşımla başta Milli Eğitim Bakanlığına bağlı devlet okulları ile Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı
eğitim kurumlarında öğretilmeye çalışılımıştır.39
Din eğitimi meselesi mezhep, meşrep, tarikat, cemaat ya da dinî gruplara bırakıldığında ideolojik eğitime dönüşmesi muhtemel olduğundan,
laiklik ilkesini benimseyen ve bunun bir gereği olarak dini grup ve cemaatlere eşit mesafede durmak zorunda olan yeni Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi resmi kurumlar ihdas ederek vatandaşlarını dinî konularda doğru bilgilendirmeyi
bir kamu hizmeti olarak üslenmiştir.40
3. Cumhuriyet Dönemi Din Öğretimi Politikasının
Mezhepler Üstü Vizyonu
Anayasa’nın 24. maddesinde “Din Kültürü ve Ahlâk öğretimi dersi
ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer
37
38
39
40
Krş. Bağlıoğlu, “Mezhepsel Çoğulculuk ve Temelleri”, s. 74-75.
Krş. Cemal Tosun, Din Eğitimi Bilimine Giriş, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2012, s. 117;
Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi, s. 83; Doğan, “Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri Üzerine Nitel Bir Çalışma”, s. 138.
Kutlu, “Din Öğretiminde Mezhepler Üstü Yaklaşım”, s. 5.
Kutlu, “Din Öğretiminde Mezhepler Üstü Yaklaşım”, s. 3.
12
İSLAM VE YORUM VII
alır” hükmü yer almaktadır. Anayasa’da bu hükmün her hangi bir istisnası da yoktur. Anayasa’nın bu âmir hükmü gereği Milli Eğitim Bakanlığı
bünyesinde bulunan ilköğretim ve ortaöğretim programlarında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretiminin devlet okullarında verilmesi zorunludur.
Cumhuriyet döneminde benimsenen din politikası doğrultusunda Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretimi mezhepler üstü anlayışa uygun olarak
yürütülmeye çalışılmıştır.41
Mezhepler üstü din anlayışı çerçevesinde din eğitimi müfredatı farklı mezheplerin temel inançlarını ve prensiplerini eşit oranda yansıtan,
kapsayıcı ve dengeli bir içerikle hazırlanmaya çalışılmıştır. Müfredat hazırlanırken, Türkiye’deki farklı mezheplere mensup uzmanlarla işbirliği
yapılarak her bir mezhebin temel inançları, değerleri ve uygulamaları
derinlemesine incelenmiş, müfredatın her mezhebin öğretilerini doğru
ve eksiksiz bir şekilde yansıtması için gayret gösterilmiştir. İçerikler, her
mezhebin temel inançlarını ve prensiplerini tarafsız ve dengeli bir şekilde
yansıtması amacıyla derslerde öğrencilere farklı mezhepler arasındaki
benzerlikler ve farklılıklar anlatılarak her mezhebe eşit derecede önem
verilmeye çalışılmıştır. Eğitim müfredatı öğrencilerin farklı mezhepler
hakkında bilgi sahibi olmalarını ve empati kurmalarını teşvik edecek
tarzda hazırlanmıştır. Hazırlanan bu eğitim müfredatı ile mezhebî taassubun ortadan kaldırılması ve mezhepler arasındaki tolerans, hoşgörü
ve saygının geliştirilmesi amaçlamıştır.42
Mezhepler üstü din anlayışının yerleşmesi için yapılan öğretmen
eğitimi sürecinde, din eğitimi öğretmenlerine mezhepler üstü yaklaşımı
benimseyerek dinî konuları mezhep gözetilmeksizin, tarafsız ve kapsayıcı
bir tarzda öğretebilmeleri için gerekli bilgi, beceri ve destek sağlanmaya
çalışılmıştır. Bu sürecin, öğrencilere hoşgörü, tolerans ve saygı değerlerini
aşılayarak, farklı mezhepler arasındaki anlayışı ve uyumu geliştirmeye
katkıda bulunduğu söylenebilir.43
41
42
43
Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, s. 81; Krş. Doğan, Din Öğretimi Modelleri ve Mezhepler Üstü
Bir Program Tasarımının Nitelikleri, s. 8; Doğan, “Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının
Nitelikleri Üzerine Nitel Bir Çalışma”, s. 139.
Safinaz Asri, “Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretiminde Öğretim Programı Ders
Kitabı Uyumu”, Türkiye Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 5 (2018), s. 15-40.
Krş. Doğan, Din Öğretimi Modelleri ve Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri, s.
99-106.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
13
Mezhepler üstü yaklaşımın başarılı olması için kilit role sahip olan
ebeveynler ve toplumun katılımının sağlaması ve onlarla işbirliği yapmasıyla, öğrencilere farklı din, mezhep ve kültürler arasında hoşgörü, saygı
ve anlayış değerlerini benimsemeleri sağlanmıştır. Bu yolla daha uyumlu
ve daha kapsayıcı bir toplum oluşturulmasının hedeflendiği söylenebilir.44
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde sürekli değerlendirme ve iyileştirme politikaları sayesinde mezhepler üstü eğitimin kalitesi üzerinde
sürekli iyileştirme sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda başarılı uygulamalar ve iyileştirme örneklerinin diğer okullar, eğitimciler ve topluluklarla paylaşılması ve yapılan bu paylaşımların, mezhepler üstü yaklaşımın
etkinliğini ve kalitesini artırmada başarılı olan stratejilerin yayılmasına ve
daha geniş kitlelere ulaşmasına katkıda bulunduğu söylenebilir. Bu sürecin sonucunda elde edilen bilgiler ve deneyimlerin Milli Eğitim Bakanlığı
tarafından politika ve yönetmeliklerin güncellenmesinde kullanıldığı, bu
sayede, din eğitimi alanında daha kapsayıcı ve etkili bir eğitim sisteminin
oluşturulabildiği söylenebilir.45
Milli Eğitim Bakanlığı’nın ders müfredatlarının hazırlanması ve uygulanması konusunda mezhepler üstü anlayış ilkesni önceleyen bir kurum
olması, toplumsal barış ve huzurun sağlanması açısından büyük önem
taşımaktadır. Bu ilke sayesinde, farklı mezheplere mensup bireylerin aynı
coğrafyada bir arada yaşama ve çalışma kültürü desteklenmiş ve ayırım
gözetilmeksizin her bireyin eğitim hakkından eşit ve âdil bir şekilde yararlanması sağlanmaya çalışılmıştır.
İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçişte Türkiye vatandaşı olan bütün
Müslümanların inanç, ibâdet ve ahlâkla ilgili hususlardaki ihtiyaçları “kamusal hizmet” kapsamında kabul edilmiş, bu hizmetlerin bütün mezhep
mensuplarına eşit şelkilde sunulabilmesi ve din sahasının tek bir zümrenin eline geçmesinin önlenmesi için 429 sayılı Kanun ile Diyanet İşleri
Başkanlığı ihdas edilmiştir.46 Milli Eğitim Bakanlığının eğitim konusunda
üstlendiği role benzer şekilde Müslümanların din hizmetleri ihtiyacının
44
45
46
Krş. Recep Kaymakcan, Çokkültürlülük, Eğitim, Kültür ve Din Eğitimi, Dem Yayınları, İstanbul,
Ts., s. 181-190
Krş. Tosun, Din Eğitimi Bilimine Giriş, s. 110-138.
Bkz. Bahri Savcı, “Diyanet İşleri Teşkilatının Gelişmeleri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Yıl
1967, Cilt: 22, Sayı: 3, s. 91; Ömür Aydın, “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerine Bir Tartışma: Temsil Meselesi”, Ankara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Yıl 2019, Cilt: 33
Sayı: 3, s. 892; Hicret Toprak, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Dini Kurumsallaşma: Diyanet İşleri
Başkanlığının Kuruluşu”, Muhafazakar Düşünce Dergisi, Yıl; 2021, Cilt: 14, Sayı: 51, s. 221.
14
İSLAM VE YORUM VII
karşılanması, din konusunda halkın doğru bilgilendirilmesi, din hizmetlerinin belli bir grup, cemaat veya zümrenin tekeline verilmeden tek elden yürütülmesi, din istismarının önlenmesi ve din hizmeti veren din
adamlarının kontrol altında tutulması görevlerini üslenen Diyanet İşleri
Başkanlığı teşkilatı da mezhepler üstü yaklaşımı benimsemiştir.47
Kurulduğu günden bugüne Diyanet İşleri Başkanlığının “itikad, ibâdet
ve ahlâka dair esasları yürütmek”, “dinî ibâdet yerlerinini düzenlemek”48
ve “din konusunda toplumu aydınlatmak” gibi başlıca üç görev üstlendiği
söylenebir. Bazı istisnai itirazlar olmakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığının genel anlamda “bütün Müslümanların ortak dinî değerlerini oluşturan itikad ve ibâdet esaslarını yürüttüğü”, “Müslümanların birlikte ibâdet
ettikleri mabedleri yönettiği” ve “din konusunda toplumu aydınlattığı”
kabul edilmiş ve bu kurumun “mezhepler ve siyasi anlayışlar üstülüğü”
çoğnlukla tartışma konusu yapılmamıştır.49
4. Mezhepler Üstü Din Öğretimi Modelinin Gerekliliği
Daha önce de vurguladığımız gibi, mezhepleri, dini farklı anlama,
algılama, yorumlama ve yaşama biçiminden doğan oluşumlar şeklinde
tarif etmek mümkün olduğu gibi, özünde tarihin herhangi bir döneminde
oluşmuş sorunlara çözümler sunmak üzere ortaya çıkan öneriler bütünü
olarak tanımlamak da mümkündür. Dinin siyasî-itikâdî alandaki düşünce ekolleri mesabesinde olan mezhepler, nassların farklı anlaşılması ve
yorumlanması neticesinde ortaya çıkan insanî oluşumlardır. Mezhepler,
ilâhî değil beşerî nitelikli zümreleşme faaliyetleridir. Bu nedenle her hangi
bir mezhebin fikirlerinin mutlak hakikat kabul edilerek kutsallaştırılması
ve görüş ve uygulamalarının bütün topluma dayatılması isabetli değildir.
Osmanlı’nın bakiyesi olarak kurulan yeni Cumhuriyetin ilk döneminden itibaren benimsenen laik eğitim sisteminde mezhep merkezli din
öğretimi vermek tutarlı değildi. Çünkü farklı mezheplere mensup bireylerin bir arada yaşadığı bir coğrafyada toplumsal istikrar ile milli birlik
ve beraberliğin korunması ve bir arada yaşama kültürünün inşa edilmesi
47
48
49
Krş. Savcı, “Diyanet İşleri Teşkilatının Gelişmeleri”, s. 92; Kutlu, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve
İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar) İlişkileri”, s. 107-108.
Aydın, “Diyanet İşleri Başkanlığının Hukuki Statüsü Üzerine Tartışmalar”, s. 244; Sümeyye
Ulusoy, “Din ve Vicdan Hürriyeti ile Laiklik Çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Hukuki Statüsü”, ERÜHFD, C. XVIII, Sayı: 1, 2023, s. 358.
Krş. Kutlu, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar)
İlişkileri”, s. 108.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
15
elzemdi. Bu açıdan A’dan Z’ye tüm toplumu kuşatacak bir ortak paydanın
sağlanması gerekliydi. Birçok farklı mezhep mensubunun bulunduğu bir
coğrafyada bu ortak paydayı sağlayacak yaklaşım bicimi, doğal olarak
ancak mezhepler üstü yaklaşım bicimi olabilirdi.50
Meseleye bu perspektiften bakıldığında Cumhuriyet dönemi din anlayışında kabul gören mezhepler üstü yaklaşımın, genel anlamda İslâm’ın
mezheplere bakış açısıyla çelişmediği söylenebilir. Nitekim bütün hak
mezheplerin kaynağı, Kitap ve Sünnet’tir. Âyet ve hadisi şeriflerin meseleye bakışı hiçbir mezhebi, meşrebi, fırkayı, cemaati, grubu, kısacası hiçbir anlayış biçimini öne çıkartmayacak niteliktedir.51 Nitekim Yüce Allah,
“Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve bölünüp parçalanmayın”,52 “Kendilerine açık deliller geldikten sonra parçalanıp bölünenler gibi olmayın”53
ve “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlarla senin bir ilgin yoktur”54
gibi buyruklarıyla Müslümanların Tevhid ilkesi temelinde birleşmeleri,
fikir ayrılıklarını düşmanlığa dönüştürmemeleri, birbirleriyle çekişen ve
vuruşan kamplarda yer almamaları konusunda uyarmış ve açık ifadelerle bölünüp parçalanmalarını yasaklamıştır.55 Benzer şekilde Rasûlullah
(s.a.v.) da, “Cemaat rahmet, tefrika ise azaptır”56 ve “Şeytan, sürüden ayrılan
koyunu kapan kurt gibi insanın kurdudur. Sakın fırkalara ayrılarak bölünüp
parçalanmayın. Cemaatten, toplumdan ve mescitlerden ayrılmayın!”57 mealindeki buyruklarıyla Müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmalarını
emretmiş, bölünüp parçalanmalarını ise yasaklamıştır.
Cumhuriyet dönemi din anlayışında kabul gören mezhepler üstü
yaklaşımın tutarlı olduğunun göstergelerinden bir diğeri de, bu bakış
açısının karşısında duran mezhep merkezli yaklaşımın yetersizliğidir.
Gerçekte Müslümanların belli bir mezhebe bağlanmalarında yahut bir
mezhebin müntesibi olmalarında her hangi bir sakınca yoktur. Ancak
50
51
52
53
54
55
56
57
Onat, “Din Anlayışında Mezhepler Üstü Yaklaşım”, s. 14; Kutlu, “Din Öğretiminde Mezhepler
Üstü Yaklaşım”, s. 1-2.
Onat, “Din Anlayışında Mezhepler Üstü Yaklaşım”, 8-9; Krş. Sarıkaya, İslam Düşünce Tarihinde
Mezhepler, s. 2.
Âl-i İmrân, 3/103.
Âl-i İmrân, 3/105.
En’âm, 6/159.
Bkz. Karaman vdğ., Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 2020, I/643-644.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/278, 375.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/400, V/335.
16
İSLAM VE YORUM VII
değişen hayat koşulları göz önünde blundurulduğunda bazen bir mezhep
müntesiplerinin bütün sorunlarını aynı anda çözebilme yeterliliğine sahip
olmayabilir. Bunun için bir mezhebe intisap etmiş olan Müslümanların
diğer hak mezheplerin tümünün görüş ve içtihatlarından istifade edebilme fikrini içselleştirmiş olmaları gerekir. İşte bu sebeple mezhepler üstü
bir anlayışa ihtiyaç vardır.58
5. Mezhepler Üstü Din Anlayışına Yönelik Eleştiriler
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde mezhepler üstü din anlayışının
modelinin en fazla eleştirilen yönlerinden biri, bu anlayış gereği yapılan
bazı uygulamaların laikliğe aykırı bulunmasıdır. Söz gelimi Milli Eğitim
Bakanlığına bağlı ilk ve orta dereceli okullarda verilen Din Derslerinin
seçmeli olmayıp zorunlu olması,59 ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığının
ihdas edilerek din hizmetleri adı altında topluma yönelik faaliyetlerde
bulunulması en çok itiraz edilen hususlar olmuş ve bu işlemler zaman
zaman tarafsızlık ilkesi ile laikliğe aykırı görülmüştür.60
Ancak Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve orta dereceli okullarda
verilen Din Derslerinin zorunlu olması ve çeşitli faaliyetlerle din hizmetleri sunan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığının laikliğe
aykırı olduğu iddiaları tutarlı değildir. Çünkü öncelikle vurgulanak gerekir
ki, mezhepler üstü yaklaşımla verilen din eğitimi, dinî eğitim değil, din
öğretimidir. Zira eğitim, öğretime göre daha geniş ve daha kapsamlıdır.
Bu nedenle öğretim, eğitimin bir parçası kabul edilebilir. Öğretim, okul
hayatı ile sınırlı iken, eğitim hayat boyunca devam eder. Öğretimde teorik
bilgilerin öğrencilere yalnızca aktarımı ön plandadır ve öğretimde asla
zorlama söz konusu değildir. Bu öğretim modelinde dinler üstü ve mezhepler üstü anlayış benimsendiği için, din öğretiminin zorunlu olması
laikliğe aykırı değildir. Nitekim İngiltere başta olmak üzere İsveç ve birçok
laik Avrupa ülkesinin devlet okullarında din öğretimi dersleri dinler üstü
veya mezhepler üstü bir yaklaşımla zorunlu olarak okutulmaktadır. Bir
başka ifadeyle birçok laik Avrupa ülkesinde din öğretimi, zorunlu olarak
58
59
60
Krş. Memmedeliyev-Kahraman, “İslam’da Mezheplerin Yakınlığı ve Yakınlaşmanın Esas
İstikametlerine Dair Bazı Mülahazalar”, 17.
Bkz. İlhan Yıldız, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi: Zorunlu mu Kalmalı, Yoksa Seçmeli mi
Olmalı?”, TÜBAV Bilim, 2 (2) 2009, Yıl: 2009, Cilt:2, Sayı:2, s. 249-255.
Bkz. Aydın, “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerine Bir Tartışma: Temsil Meselesi”, s. 891-913;
Ulusoy, “Din ve Vicdan Hürriyeti ile Laiklik Çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Hukuki Statüsü”, s. 357-358.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
17
verilmektedir. Bu durum laikliğe aykırı görülmemektedir.61 Ayrıca Avrupa
Birliği yasaları, zorunlu din öğretimine olanak sağlar tarzda hazırlanmıştır
ve söz konusu yasaların değiştirilmesi için her hangi bir yaptırım da söz
konusu değildir.62
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde benimsenen mezhepler üstü din
öğretimi modelinin en fazla eleştirilen yönlerinden bir diğeri ise, aynı din
içerisinde bulunan pek çok farklı bakış, düşünce, tavır ve ritüelleri yok
varsayabileceğidir. Oysa bu hususta yapılan çalışmalar bu eleştirilerin
yersiz ve bilimsel yönden de mesnetsiz olduğunu ispatlamaktadır. Nitekim konuyla ilgili eleştirilebilen tek husus, mezhepler üstü yaklaşımın,
Müslümanlar arasında ortaya çıkan farklı fikir, görüş ve uygulamaları yok
etmesi, herkesi bu inanç, düşünce, ibâdet ve anlayışlara zorlamak gibi bir
amaç ve uygulamaların olduğu eleştirilerinin yapılmasına fırsat vermektedir. Oysa İslâm nazarı dikkate alındığında böyle bir şey gerçekleştirmek
dinî açıdan imkânsızdır. Çünkü öğrenme ve inanıp inanmama bireyin iç
dünyasında gerçekleştiği için, zorla inanmanın ve gerçekte inanmadığı
halde inanmış gibi görünmenin bir başka deyişle münafıklığın dinen bir
değeri yoktur. Ayrıca zorla inanmak ve inanmış gibi görünmek eğitsel
olarak da uygun değildir.63
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde Milli Eğitim Bakanlığına bağlı
devlet okullarında benimsenen mezhepler üstü din politkasıyla, eleştirel düşünce becerisi kazandırmak, din hakkında doğru bilgi vermek ve
toplumdaki farklı mezhep ve anlayışlara hoşgörüyle yaklaşmak amaçlanmıştır. Nitekim 1982 Anayasasında Din Dersi ilk ve orta dereceli okullarda mecburi ders olarak okutulmaya başlanınca, isminin “Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi” şeklinde değiştirilmesinin nedeni, bu dersin her hangi bir
mezhebin fikir, düşünce ve uygulamalarını dayatmayacak, bilakis bütün
mezhepler için temel olacak, en genel anlamda din ve ahlâk kültürü sunacağını garanti etmek içindi.64
Keza Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde inanç, ibâdet ve ahlâkla ilgili
hizmetlerin bütün mezhep mensuplarına eşit bir şelkilde sunulabilmesi
61
62
63
64
Krş. Doğan, “Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri Üzerine Nitel Bir Çalışma”,
s. 137-138.
Kutlu, “Din Öğretiminde Mezhepler Üstü Yaklaşım”, s. 1-5.
Cemal Tosun, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Derslerinde Alevilik”, Türk Yurdu, Cilt: 25, Sayı:
210, Şubat 2005, s. 37-41.
Bilgin, “Mezhepler ve Dinler Arası Eğitim ve İşbirliği”, s. 1.
18
İSLAM VE YORUM VII
ve din sahasının tek bir zümrenin eline geçmesinin önlenmesi için 429
sayılı Kanun ile ihdas edilen Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı eğitim kurumlarında öncelenen mezhepler üstü uygulamalarla, sahîh bilgi, doğru
davranış ve ahlâkî niteliklerle mücehhez iyi insan yetiştirmek hedeflediğinden, yani doğrudan dindarlık telkin edilmediğinden, din ve vicdan
hürriyetine aykırı görülmemiştir.65
Sonuç
Osmanlı döneminde çoğunlukla vakıflar tarafından yürütülmüş olan
din eğitimi ve öğretimi, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülmeye başlanmıştır. Ayrıca Osmanlı döneminde
genellikle Sultan adına Şeyhülislamlık tarafından yürütülen din hizmetleri
ise Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde Diyanet İşleri Başkanlığının kontrolünde icra edilmiştir. Bu iki kurum eliyle yürütülen eğitim-öğretim ve
din hizmetleri anlayışında genel anlamda “mezhepler üstü” yaklaşımın
öncelendiği bir eğitim-öğretim ve din hizmetleri modelinin benimsendiği
söylenebilir. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde benimsenen bu model,
bütün mezheplere, meşreplere, tarikatlara, cemaatlere, dinî akımlara,
kısacası bütün zümreleşme faaliyetlerine eşit mesafede duran bir yapıya
sahiptir.
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde benimsenen mezhepler üstü din
öğretimi anlayışında Milli Eğitim Bakanlığına bağlı devlet okulları ile Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı eğitim kurumlarında Din Dersleri veya
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinde öğretilen din kültürü yani dinin
inanç, ibâdet ve ahlâkî değerleri, hiçbir doktrin veya mezhebin farklı fikir,
görüş veya uygulamasına bağlı kalınmaksızın, betimleyici bir metotla,
mezhepler üstü ve birleştirici bir yaklaşımla öğretilmektedir. Aynı şekilde benimsenen bu modelde mezhepler, objektif kriterlere dayalı olarak,
oldukları biçimiyle “ne ise o” mentığıyla tanıtılmakta, mezheplerin aynı
dinin fikir, anlayış ve içtihat farklılıklarından neşet eden farklı düşünce
ve yaşam ekolleri olduğu vurgulanmakta ve böylece dinin bütünlüğü korunmaktadır.
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde benimsenen mezhepler üstü yaklaşım ile din içerisinde bulunan pek çok farklı anlayış, düşünce, tavır ve
pratik uygulamaların, ötekileştirme, dışlama, dinin dışına itme, çatışma,
65
Bkz. Kutlu, “Din Öğretiminde Mezhepler Üstü Yaklaşım”, s. 8.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
19
ayrışma ve şiddet kullanma olmaksızın birlikte, beraber ve bir arada yaşayabilme anlayışının yerleştirilmesi hedeflenmiştir.
Osmanlının bakiyesi larak kurulan Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde
ilk ve orta dereceli devlet okullarında verilen Din Derslerinin zorunlu
olması ve çeşitli biçimlerde din hizmetleri sunan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığının laikliğe aykırı olduğu iddiaları gerçeği
aksettirmekten uzaktır. Zira mezhepler üstü bir yaklaşımla verilen din
eğitimi, dinî eğitim değil, din öğretimidir. Bu öğretim modeli dinler üstü
ve mezhepler üstü bir anlayışı öncelediği için, din öğretiminin zorunlu olması laikliğe aykırı değildir. Nitekim laiklik konusunda referans gösterilen
birçok Avrupa ülkesinde de din öğretimi dersi devlet okullarında zorunlu
olarak okutulmakta, ayrıca çeşitli şekillerde din hizmetleri verilmekte ve
bu durum laikliğe aykırı görülmemektedir.
Kaynakça
Aclûnî, İsmâil b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut 1983.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kahraman Yayınları, İstanbul 1992.
Arı, Asım, “Tevhid-i Tedrisat ve Laik Eğitim”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi,
Cilt: 22, Sayı: 2, 2002.
Asri, Safinaz, “Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretiminde Öğretim Programı Ders Kitabı Uyumu”, Türkiye Din Eğitimi Araştırmaları
Dergisi, 5, 2018.
Aydın, Ömür, “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerine Bir Tartışma: Temsil Meselesi”, Ankara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,
Cilt: 33 Sayı: 3, Ankara, 2019.
Bağlıoğlu, Ahmet, “Mezhepsel Çoğulculuk ve Temelleri”, Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 15:1 (2010) 15/1, 2010.
Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Gün Yayıncılık, Ankara 1998.
Bilgin, Beyza, “Mezhepler ve Dinler Arası Eğitim ve İşbirliği”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 39, Sayı: 1, Ankara 1999.
Büyükkara, Mehmet Ali, “Mezhepler Arası Uzlaşmanın Teorik Zemini Ne
Olmalı? Modern Yaklaşımın Tenkidi”, Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı, Bilnet Matbaacılık, İstanbul 2014.
20
İSLAM VE YORUM VII
Büyükkara, Mehmet Ali, “Mezhepsel Uzlaşma ve Barış: Modern ve Postmodern Yaklaşımlar”, Divan: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, Sayı:
35, 2013.
Doğan, Pınar Usta, Din Öğretimi Modelleri Ve Mezhepler Üstü Bir Program
Tasarımının Nitelikleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015.
Doğan, Pınar Usta, “Mezhepler Üstü Bir Program Tasarımının Nitelikleri
Üzerine Nitel Bir Çalışma”, Kırıkkale İslami İlimler Fakültesi Dergisi,
Yıl: 2017, Cilt: 2, Sayı: 3, 2017.
Elbânî, Muhammed Nasıruddin, Silsiletu’l-Ehâdisi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa’,
Beyrut 1985.
Firûzâbâdî, Mecduddîn Muhammed b. Ya’kûb, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut
1407/1987.
Gözaydın, İştar, “Türkiye’de Laiklik Uygulaması: Diyanet Modeli”, http://
www.tesev.org.tr/ etkinlik/ conf_25feb_igozaydin.php.
İbn Manzûr, Ebû’l-Fadl Cemaluddîn Muhammed b. Mukerram, Lisanu’l-Arab, Kum 1363/1405.
Kahraman, Abdullah, (Vasım, Memmedeliyev ile beraber), “İslâm’da Mezheplerin Yakınlığı ve Yakınlaşmanın Esas İstikametlerine Dair Bazı
Mülahazalar”, Bakü Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin İlmî Mecmuası, Cilt: II, Sayı: 2, Eylül 2005.
Kalaycı, Mehmet, “Mâtürîdî-Hanefî Aidiyetin Osmanlı’daki İzdüşümleri”,
Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, 20, Sayı: 2, Aralık 2016.
Kalaycı, Mehmet, “Osmanlı’da Eşarilik‐Maturidilik İlişkisine Genel Bir
Bakış”, İlahiyat Akademi Dergisi, Sayı: 5, 2017.
Karaman, Hayrettin (Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin
Gümüş ile beraber), Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2020.
Kârî, Ali, el-Esrâru’l-Merfûa fi’l-Ehbâri’l-Mevdûa, Beyrut 1986.
Kaymakcan, Recep, Çokkültürlülük, Eğitim, Kültür ve Din Eğitimi, Dem
Yayınları, İstanbul, Ts.
Kubat, Mehmet, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ensar Yayınları, İstanbul 2022.
CUMHURIYET DÖNEMI DIN ANLAYIŞINDA MEZHEPLER ÜSTÜ YAKLAŞIM
21
Kubat, Mehmet, Yaşayan İslâm Mezhepleri, İnönü Üniversitesi Yayınevi,
Malatya 2020.
Kutlu, Sönmez. Çağdaş İslâmi Akımlar ve Sorunları, Fecr Yayınları, Ankara
2011.
Kutlu, Sönmez, “Mezhep”, İslâmiyet-Hristiyanlık Kavramları Sözlüğü, Ankara Üniversitesi Yayınevi, Ankara 2013.
Kutlu, Sönmez, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslâmiçi Dinî Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar) İlişkisi”, Dinî Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan, Cilt:
12, Sayı: 33, 2009.
Kutlu, Sönmez. “Din Öğretiminde Mezhepler Üstü Yaklaşım”, http://www.
sonmezkutlu.net/?pnum=105&pt=Din+%C3%96%C4%9Fretiminde+Mezhepler+%C3%9Cst%C3%BC+Yakla%C5%9F%C4%B1m+ve+Alevili%C4%9Fin+%C3%96%C4%9Fretimi
Memmedeliyev, Vasım, (Kahraman, Abdullah ile beraber), “İslâm’da Mezheplerin Yakınlığı ve Yakınlaşmanın Esas İstikametlerine Dair Bazı
Mülahazalar”, Bakü Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin İlmî Mecmuası, Cilt: II, Sayı: 2, Eylül 2005.
Onat, Hasan. “Din Anlayışında Mezhepler Üstü Yaklaşım”, Bilge Dergisi,
10/Güz 38, 2003.
Onat, Hasan, “Din Anlayışımızın Kaynakları Üzerine Bazı Düşünceler”,
Türk Yurdu, C. 13, (1993).
Onat, Hasan, “Mezhep Sorununu Doğru Anlamak”, İslâm’ın Hakikati ve
Mezhep Sorunu. Ed. Mehmet Evkuran. Ankara 2016.
Sarıkaya, Saffet, İslâm Düşünce Tarihinde Mezhepler, Rağbet Yayınları,
İstanbul 2017.
Savcı, Bahri, “Diyanet İşleri Teşkilatının Gelişmeleri”, Ankara Üniversitesi
SBF Dergisi, Cilt: 22, Sayı: 3, Ankara, 1967.
Tekin, Mustafa, “Mezhep Krizi -Sosyolojik Bir Yaklaşım-”, İslâm’ın Hakikati
ve Mezhep Sorunu, Ed. Mehmet Evkuran, Ankara 2016.
Toprak, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Dini Kurumsallaşma: Diyanet İşleri
Başkanlığının Kuruluşu”, Muhafazakar Düşünce Dergisi, Cilt: 14, Sayı:
51, 2017.
22
İSLAM VE YORUM VII
Tosun, Cemal, Din Eğitimi Bilimine Giriş, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2012.
Tosun, Cemal, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Derslerinde Alevilik”, Türk
Yurdu, Cilt: 25, Sayı: 210, Şubat 2005.
Ulusoy, Sümeyye, “Din ve Vicdan Hürriyeti ile Laiklik Çerçevesinde Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın Hukuki Statüsü”, ERÜHFD, C. XVIII, Sayı: 1, 2023.
Üzüm, İlyas, “Mezhep”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, (XXIX/526), Ankara,
2004.
Yıldız, İlhan, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi: Zorunlu mu Kalmalı,
Yoksa Seçmeli mi Olmalı?”, TÜBAV Bilim, Cilt:2, Sayı: 2, 2009.
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA
DEPREM-KADER İLIŞKISİ
Hulusi Arslan
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Prof. Dr.
https://orcid.org/0000-0003-3578-0775
hulusi.arslan@inonu.edu.tr
Giriş
Dini hayatın ana esaslarını belirleyen en temel kaynaklar şüphesiz
Allah’ın kelamı Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’den nakledilen sahih
sünnettir. Ancak dini metinler hem tarihin belli bir zaman diliminde hem
de belirli olaylara istinaden oluşmuştur. Bunun yanında dini metinler
sınırlı sayıdaki ifadelerden müteşekkildir. Oysa tarih akıp gitmekte ve zaman sürekli yeni olayları ortaya çıkarmaktadır. Metinler sınırlı, olaylar ise
sınırsızdır. Bu sebeple de bu iki kaynağın hayata intibakını sağlayan diğer
kaynaklara da müracaat edilmiş ve böylece tarihi süreç içerisinde dini
metinler sürekli olarak yeniden yorumlanmıştır. İslam tarihinde ortaya
çıkan itikadi ve fıkhi mezhepler ve bu mezheplerin tarihte geçirmiş olduğu
değişimler bunun en açık örneğidir. Elbette dinin değişime ve yoruma açık
olmayan kısımları da bulunmaktadır. Temel itikadi meseleler bu kısma
girmektedir. Özellikle mezheplerin kökleşmesinden sonra bu alanda yenilenmenin oldukça zor bir durum olduğu görülmektedir. Ancak itikadi
konularda da bazı yeni yorumların geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü eski problemlere verilen cevaplar bazen bugünün sorunlarını
çözmekte yetersiz kalabilmektedir. Müslüman ülkeler içerisinde liderlik
pozisyonunda olan Türkiye Cumhuriyeti 100. Yılını idrak ederken, dinin
hayattan kopmaması için ilim adamı ve düşünürler bazı dini konuları
çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlamaya gayret etmelidir.
Bu bağlamda çalışmada ülkemizin sıklıkla maruz kaldığı depremlerin
dini inançlarımızla ilişkisi üzerinde durulacaktır. Ülkemizde 6 Şubat 2023
tarihinde meydana gelen ve yaklaşık 50.000 kişinin hayatını kaybettiği,
binlerce kişinin sakat kaldığı, yüzbinlerce binanın yıkıldığı Kahramanma-
24
İSLAM VE YORUM VII
raş merkezli depremler hakkında birçok açıdan olduğu gibi dini açıdan
da bazı yorumlar yapılmıştır. Depremi, insanoğlunun azmasından ve yoldan çıkmasından dolayı Allah tarafından verilen bir ceza ve uyarı olarak
yorumlayanlar olduğu gibi imtihan ve ibaret olarak değerlendirenler de
bulunmaktadır. Bütün bu yorumların, aynı zamanda halkımızın sahip
olduğu geleneksel itikadi anlayışı yansıttığı söylenebilir. Bakıldığında
klasik inanç ekollerinde deprem ve diğer doğal afetlerin takdir-i ilahi,
imtihan, ibret ve ceza olarak yorumlandığı görülür. Her ne kadar dini
metinler içerisinde bu yorumları destekleyen bazı lafızlar bulunsa da akıl,
bilim ve dinimizin ana ilke ve maksatları açısından bu yorumun isabetli
olduğunu düşünmüyoruz. Zira bilim adamlarının verdiği malumata göre
deprem bugünün meselesi değildir. Tarih boyunca çok büyük depremler olmuştur. Hatta yeryüzü şekillerinin oluşmasında depremlerin etkisi
vardır. Depremler, fay hatları boyunca dünyanın yaşına denk bir biçimde
devam etmektedir. Bunun yanında denizin dibinde, hiç insan yaşamayan
kara parçalarında da depremler oluşmaktadır. Bütün bu bilgileri yan yana
getirdiğimizde, depremin insan davranışlarıyla doğrudan ilgisi olmayan
doğal bir olay olarak görülmesi daha isabetlidir. Allah’ın bu depremleri
imtihan için, ibret için ya da cezalandırmak için yarattığını ileri sürmek
isabetli bir yorum gibi görünmemektedir.
Bu sebeple deprem-kader ilişkisinin yeniden yorumlanması gerekmektedir. Şüphesiz bütün tabi olaylar, Allah’ın bilgisi, kudreti ve takdiri
içerisindedir. Ancak Allah bütün olgu ve olayları bir nizama ve bir ölçüye göre yaratmaktadır. Bu anlamda deprem Allah’ın tabiata koyduğu bir
ölçü/kaderdir. İnsanın bir alın yazısı değildir. Çünkü insan yeryüzü hareketleri hakkında bilgi sahibi olabilmekte, gerekli tedbirleri alabilmekte
ve depremin zararlarını azaltabilmektedir. Ayrıca deprem konusunda
insana büyük sorumluluklar düşmektedir. Çalışmada öncelikle başlıkta
yer alan kavram ve terimler izah edilecek sonra geçmişte depremin algılanma biçimleri incelenecek, daha sonra da deprem-kader ilişkisi yeniden
yorumlanmaya çalışılacaktır.
1. Kavramsal Çerçeve
1.1. Dini Yorumun Yenilenmesi
İslam düşünce tarihinde tecdid, ıslah veya ihya kavramlarıyla ifade
edilen dini yenilenme, eski zamanın şartlarına bağlı olarak üretilen dini
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
25
görüşün İslam’ın ana ilke ve hedefleri doğrultusunda şimdiki zamanın
şartlarına uygun olarak yeniden ifade edilmesidir. O halde “İslami uyanış
ve yenilikçilik, gerçek anlamda devamlı değişmekte olan beşeri durumlar
karşısında İslam’ın yeniden daha canlı ve daha uygulanabilir bir şekilde
tezahür etmesini ifade etmektedir.”1 İslam düşüncesinin yenilenmesine
ilişkin tartışmalar, son iki asırdan beri Müslümanların gündemini en çok
meşgul eden konuların başında gelmektedir. Bunun sebebi ise İslam dünyasının bu zaman sürecinde her bakımdan istenen seviyede olmayışıdır.
Değişimin gerekliliğini ortaya koyan sebeplerden biri de insanın tabiata
ilişkin bilgisinin genişlemesidir. Eskiden metafizik nedenlerle açıkladığımız bazı olgu ve olayların fiziksel nedenleri keşfedildiğinde, ister istemez
bu olay hakkındaki görüş ve düşüncelerimiz değişmektedir.
İslam dünyasında bir yönden değişim ve yenileşme talepleri yükselirken diğer yandan bu fikre karşı ciddi bir direncin varlığından da söz
etmek gerekir. Yüzyıllar içerisinde oluşan geleneklerin duvarları o kadar
güçlüdür ki yeni düşüncelere kolay kolay geçit vermemektedir. Buna karşılık, İslam’ın kıyamete kadar geçerli bir din olduğu iddiasını sürdürebilmesi için yenilenmenin mutlaka başarılması gereken bir teşebbüs olarak
değerlendirilmesi gerekir. Yenilenmenin amacı bazılarının iddia ettiği
dini tahrif etmek değildir. Yenilenmede İslam’ın asılları ve ana gayeleri
değişmeyecek ve daima geçerliliğini sürdürecektir. Yenilenmesi gerekenler ise artık zihinleri tatmin etmeyen, hayatın gerçekleriyle uyuşmayan
ve ihtiyaçlara cevap veremeyen görüş ve uygulamalar olacaktır. Burada
yenilenmesi talep edilen vahyin kendisi değil, vahyin tarih içerisinde olan
beşeri yorumlarıdır. Bu bağlamda kaderle ilgili bazı yaklaşımların gözden
geçirilmesi de gerekmektedir.
1.2. Kader
Sözlükte “gücü yetmek, planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini
ve niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek, rızkını daraltmak” gibi manalara gelen kader, “Allah’ın bütün nesne ve olayları ezeli ilmiyle bilip
belirlemesi” diye tarif edilmiştir.2
1
2
Alparslan Açıkgenç, “İslamî Uyanış ve Yenilikçilik Düşünürü: Fazlur Rahman’ın Hayatı ve
Eserleri (1919-1988)”, İslami Araştırmalar 4/4 (1990), 232.
Yusuf Şevki Yavuz, “Kader”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 2001), 24/58; Hulusi Arslan - Mustafa Bozkurt, Sistematik Kelam
(İstanbul: Ensar Neşriyat, 2021), 255.
26
İSLAM VE YORUM VII
Kur’an’da yüzden fazla yerde isim ve fiil kalıplarında Allah’a nispet
edilen kader kelimesinin değişik manaları vardır. Birçok ayette kader,
“ölçü, miktar, güç ve planlama” anlamına gelmektedir.3 Takdir kavramının
yer aldığı ayetlerde belirtildiğine göre Allah her şeyi amacına uygun bir
şekilde yaratmış, tabiatını belirleyip hedefine doğru yöneltmiştir.4 Hem
evrenin yaratılışına dair kanunların hem de insanların yaratılış, yaşayış
ve ölümüne ilişkin yasaların Allah tarafından düzenlendiği takdir kelimesiyle ifade edilmiştir.5
Bu veriler, evren ve insana ilişkin ilahi bir takdir ve planın bulunduğunu göstermektedir. Ancak bu plan ve takdiri, insanı eyleme zorlayan bir
alın yazısı ve kader olarak anlamak doğru değildir. Kader, yüce Allah’ın
varlıklar ve olaylar için koymuş olduğu tabii ve ahlaki yasalardır. Kaderi
bu tanıma uygun olarak anlamaya çalışırsak bazı sorunlarımızı çözmemiz
mümkün olacaktır. Aksi halde insanı eyleme zorunlu kılan veya kendi
iradesi olmadan bir işe mecbur bırakan bir kader anlayışıyla, imtihan,
sorumluluk, hesap, sorgu, cennet ve cehennemi bir arada düşünmek
mümkün olmayacaktır. Elbette bizim irademizde olmayan ve gücümüzü
aşan olaylar da vardır. Ancak o tür fiiller sorumluluk alanına girmezler.
Bu anlamda depremler insanın elinde ve iradesinde olan şeyler değildir.
Ancak depreme karşı önlem alınması, binaların sağlam yapılması ve deprem sonrasında insani yardım konusu insanın sorumluluğu altındadır.
1.3. Deprem
Deprem Arapça’da zelzele ve diğer bazı kavramlarla ifade edilmektedir. Sözlükte “bir şeyi hareket ettirmek, şiddetle sarsmak, vurmak” anlamındaki zelzele, “yer içindeki fay kırıkları üzerinde biriken enerjinin
aniden boşalması sonucu meydana gelen yer değiştirme hareketinin yol
açtığı, karmaşık, elastiki dalga hareketleri” şeklinde tanımlanır.6 Türkçe’de
deprem “yer kabuğundaki hareketlerin meydana getirdiği enerjinin boşalması sonucunda oluşan sarsıntı; yer sarsıntısı, hareket, zelzele” şeklinde
tarif edilmektedir.7
3
Ahzab,33/38; Ra’d,13/8; Hicr,15/21; Kamer 54/49
5
Yavuz, “Kader”, 24/58.
4
6
7
A’lâ 87/2-3; Yunus, 10/5; En’am, 6/96; Fussılet 41/1 O, 12; Furkan 25/2; Müzzemmil 73/20;
Vakıa 56/60
Nuh Arslantaş, “Zelzele”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 2013), 44/227.
https://sozluk.gov.tr/
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
27
Milattan önce 9-8. yüzyıllar düşünülürse bilimin henüz sistemleşmediği çağlarda insanların depremlerden etkilendiklerinde bunu simgeleyen
tanrının adını andıkları belirtilir. Mitolojide denizlerin tanrısı olarak bilinen Poseidon aynı zamanda depremleri de yaratan Tanrı olarak tanınmaktadır. Denizin dibinde bulunan sarayında oturur ve istediği zaman
elindeki üç dişli asası ile yeryüzünü dipten sarsar böylece devasa dalgalar
oluşur ve büyük kara parçaları sallanır.8 Milattan önce 7-6. yüzyıllarda
doğa bilimleriyle meşgul olan filozoflar ise depremlerin nedenlerini su,
toprak, ateş ve havadan ibaret dört unsurdan biriyle veya aralarındaki etkileşimle açıklamışlardır. Bu dönemlerde bilimsel nedenlere dayalı olarak
açıklanan depremler, daha geç devirlerde tanrıların gazabı gibi metafizik
nedenlere dayandırılmıştır.9
Milâttan önce V. yüzyıldan milâttan sonra XIV. yüzyıla kadar depremlerin sebebi genellikle yerküre içerisindeki hava veya buharın hareketiyle
açıklanmıştır. Aristo’nun geliştirdiği deprem kuramına göre yerküre içindeki nemin buharlaşmasıyla hava hareketleri ve rüzgârlar oluşur; sıkışan
havanın uygun yerler bulup dışarı çıkmasıyla sarsıntılar meydana gelir.
Depremle ilgili modern araştırmaların XVII. yüzyılda başladığı, giderek
geliştiği, Osmanlı döneminde bu çalışmaların takip edildiği, Avrupa’dan
bazı deprem uzmanlarının getirildiği, konu hakkında tercüme ve telif
tarzında bazı kitapların kaleme alındığı görülmektedir.10
Deprem, modern bilim açısından ise şöyle izah edilmektedir:
“Yeryüzü bir düzine kadar levha denilen bloklardan oluşmaktadır. Bu levhaların birbirine göre göreceli hareketleri, levha sınırlarında gerilmelerin birikmesine ve yamulmaların oluşmasına neden olmaktadır. Biriken gerilmeler kayacın direncini aşınca kırılma
olayı meydana gelmekte ve esnek dalgalar oluşmaktadır. Bu şekilde, yerkabuğu içindeki
bir kaynaktan ani olarak çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsması olayına deprem denir.”11
Dünyanın içyapısı konusunda, jeolojik ve jeofizik çalışmalar sonucu
elde edilen verilere göre yeryüzündeki bu levhaların bulunduğu ve kalınlığı 70-100 km. olan taşküre (Litosfer)’nin hareketine sebep olan şey,
bu tabakanın da altında bulunan ve kalınlığı 2.900 km. olan ve taşküreye
8
9
10
11
Şehrazat Karagöz, Eskiçağ’da Depremler (İstanbul: Ege Yayınları, 2005), 4.
Karagöz, Eskiçağ’da Depremler, 61-62.
Yavuz Unat, “Zelzele”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 2013), 44/232-233.
Serkan Öztürk, Deprem Tehlikesi Ve Artçı Şok Olasılığı Değerlendirme Yöntemlerinin
Türkiye’deki Depremlere Bir Uygulaması (Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen
Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, 2009), 2.
28
İSLAM VE YORUM VII
göre kısmen daha yumuşak Manto (Astenosfer) denilen kısımda meydana
gelen hareketlerdir. Manto’da (Astenosfer) meydana gelen hareketler
ve bu hareketlerin yayılması ise, çekirdekte meydana gelen radyoaktif
parçalanmalar sonucu açığa çıkan yüksek ısıdan kaynaklanmaktadır.12
Dolayısıyla depremler, dünyanın merkezinde bulunan radyoaktif parçalanmalardan meydana gelen ısının oluşturduğu hareketin yukarıya doğru
yayılması ve ona direnç gösteren yeryüzündeki kaya parçalarından oluşan
levhaların zamanla sürtünme ve gerilmesine bağlı olarak kırılması ve yer
değiştirmesiyle meydana gelmektedir.
Bu bilimsel izahlar yanında tarih boyunca depremin metafizik ve dini
nedenlere bağlı olarak yapılan izahları da bulunmaktadır. Bu çalışmada
önce depremin dini gelenekte nasıl anlaşıldığı tespit edilecek sonra bu
anlaşılma biçiminin doğurduğu sorunlar üzerinde durulacak ve nihayetinde dinin temel ilkeleri ve modern bilimin verileri ışığında yeniden
yorumlanmaya çalışılacaktır.
2. Deprem - Kader İlişkisinin Dini Referansları
2.1. Kur’an ve Hadiste Deprem - Kader İlişkisi
Genel olarak bakıldığında Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın her şeyin bilen,
her şeye güç yetiren, her şeyi yaratan, her şeyi koruyup yöneten, göklerin
ve yerin anahtarları kendisinde olan yüce bir varlık olduğu ifade edilmektedir.13 Buna benzer ifadeler dikkate alındığında tabiat olayı olarak tanımladığımız hadiseler aynı zamanda Allah’ın iradesi, izni ve yaratmasıyla
meydana gelmesi açısından muhakkak ilahi takdirle irtibatlandırılmıştır.
Kaderi “Allah’ın doğal olaylar ve insan davranışları için koyduğu tabii ve
ahlaki yasalar” olarak” tarif ettiğimizde, diğer tabii olaylar gibi deprem
de aynı zamanda ilahi takdirin içinde yer almaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de deprem mefhumu birkaç yerde farklı bağlamlarda
geçmektedir. Bunlardan birincisi kıyametin kopması esnasında meydana
gelecek depremler (zelzele)’dir.14 İkincisi, geçmişte günahkâr kavimlerden
bazılarının maruz kaldığı helâk edici yer sarsıntısı (recfe)dır.15 Üçüncü
olarak yine günahkâr kavimlere yönelik ve henüz gerçekleşmemiş bir
12
https://deprem.aku.edu.tr/depremlerin-olusumu-ve-turleri/
15
Arâf, 7/78, 91; Ankebût, 29/40; Nahl, 16/26
13
14
Zümer, 39/61-62
Hac 22/1; Zilzâl 99/1-2
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
29
tehdit olarak depreme (hazif) yer verilmiştir.16 Dördüncü olarak belki konumuza daha yakın bir bağlamda dağların yer sarsıntısını azaltıcı etlisinden bahsedildiği yerlerde depreme temas edilmiştir.17 Hadislerde zelzele
Necid, Irak, Mısır gibi şehir ve bölgelerin depremselliği, bazı kavimlerin
yaşadığı depremler, kıyamet depremi, deprem sırasında ve sonrasında
yapılacak dua ve ibadetler, Hz. Peygamber’in ve bazı sahâbenin uğradığı
depremler, insanların durumlarını düzeltmeleri için depremlerin birer
ilâhî ihtar olduğu, çoğalmasının kıyamet alâmetlerinden sayıldığı, deprem
felâketinden Allah’a sığınılması gerektiği vb. bağlamlarda yer almaktadır.18
Dolaysıyla ayet ve hadislerde depreme fiziki bir olay olarak yer verilirken
onun günah, ceza ve ahiret gibi ahlaki bağlamlarına da dikkat çekilmiştir.
Ancak depremin günah ve ceza ile olan ilişkisini tarihin belli bir döneminde bazı toplumlara ilişkin özel bir durum mu yoksa daimi ve sürekli
işleyen ilahi bir kanun mu olduğu hususu tartışmalıdır. Bu konuyu ileride
incelemeye çalışacağız.
2.2. Dini Gelenekte ve Günümüzde Depremin Algılanma Biçimi
Kur’an ve hadislerde yer alan bu genel çerçevenin dini yorumlarda
etkili olduğu, deprem ve diğer tabii olayların Allah’ın fiili olarak görüldüğü
ve çoğu zaman ilahi takdir, imtihan, ibret, uyarı ve ceza olarak yorumlandığı söylenebilir.
Kelam ekolleri deprem ve diğer tabii olayları Allah’ın fiili olarak değerlendirmiştir. Ancak aralarında bazı yorum farkları bulunmaktadır.
Mu‘tezile doğal olayları Allah’ın fiili olarak görmekle birlikte, onlardan
meydana gelen zararın hem insandan hem de Allah’tan olabileceğini
söyler. Mu‘tezile’ye göre hastalık, deprem, yangın, sel, yıkım ve benzeri
zarar ve elemler şayet insanların aracılık etmesiyle meydana geliyorsa
sorumlusu bizzat insandır. Yok, eğer bu tür doğal acı ve ıstıraplar insanın
rolü olmadan meydana geliyorsa o zaman bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Allah’ın bu tür doğal acı ve ıstırapları yaratması, insanları imtihan
etmesinin bir parçası olarak belâ ile denemesidir.19 Allah’tan gelen bir
hadise olduğu için bu dünyada insan olsun hayvan olsun çektikleri acıların
16
İsrâ, 17/68; Nahl, 16/45-46; Sebe’, 34/9; Mülk, 67/16
19
Ebü’l-Hasan b. Ahmed el-Hemedânî el-Esedâbâdî Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî fî ebvâbi’ttevhîd ve’l-’adl (Kâhire: Müessesetü’l-Mısrıyyetü’l-Âmme, 1965), 13/437.
17
18
Enbiyâ, 21/31; Lokmân, 31/10; Nebe, 78/6-7;Nahl, 16/15
Arslantaş, “Zelzele”, 44/227.
30
İSLAM VE YORUM VII
karşılığı ahirette Allah tarafından verilecektir.20 Mu‘tezile deprem gibi
doğal olayların cezalandırma olduğunu kabul etmez.21 Deprem ve diğer
tabii olaylardan oluşan bela ve musibetler hem ibret ve imtihan gibi iyi bir
amaca hizmet etmeleri ve hem de Allah tarafından öte dünyada karşılıklarının verilecek olması açısından kötülük değil, iyiliktir.22 Mâtürîdîler de
aynı şekilde deprem ve diğer tabii olayları Allah’ın fiili olarak görmüşler
ve bu olayların çeşitli hikmetler barındırdığını belirtmişlerdir.23 Eşarîler
de tabii olaylardan oluşan acı ve ıstırapların Allah’tan olduğunu benimsemişlerdir. Onlara göre Allah insanlara hiçbir nedene dayanmadan veya
cezalandırmak için acı ve ıstıraplar verebilir. Bu, Allah için asla kötülük
olmaz; çünkü mülkün sahibi olarak O’nun dilediğini yapma hakkı vardır. 24
Özetle kelam geleneğinde deprem ve diğer tabii olaylar Allah’ın fiili olarak
ele alınmış; ibret, imtihan veya ceza olabileceği belirtilmiştir.
İslam dünyasında depremin fiziksel nedeni hakkında yapılan açıklamaların Aristo’nun Meteorologia adlı eserindeki görüşlerden etkilendiği
belirtilmektedir.25 Makdisî (ö.355/966) Aristo’nun izahlarına uygun bir
biçimde depremi doğal bir hadise olarak şöyle açıklar:
“Depremlerin bazı sebepleri vardır. Yeryüzü, doğası gereği kurudur. Yağmur yağarsa
nemli olur ve güneş ona etki ederek ondan ıslak buhar ve kuru buhar üretir. Islak buhar
yağmurların, kuru buhar da rüzgârların maddesidir ve buharın doğasında yukarıya doğru hareket etmek vardır. Dolayısıyla eğer hareket eder ve sağlam bir zeminle karşılaşırsa,
dünya sarsılır ve eğer yumuşak bir zeminle karşılaşırsa dışarı çıkar. Eğer yer sağlam ve
taşlı ise rüzgâr da içeride sıkışır ve bir çıkış yolu bulmazsa, o zaman onu yarıp çatlatabilir, bundan dolayı bazen büyük bir gürültü ve şiddetli bir ses ortaya çıkabilir. Bunun sebebi yerin derinliklerinde buharın sıkışması ve yeryüzü çatladığından yüzeye çarparak
çıkmasıdır. Böylesi durumlarda yerin yüzeyi bazen alt üst olabilir bazen de pınarlar ve
sular çıkabilir.”26
20
21
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, 13/437.
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, 13/405-409.
22
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, 13/413; Hulusi Arslan, Mu’tezile’ye Göre İyilik ve Kötülük (Husn
ve Kubh) Problemi (Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimer Enstitüsü, 2000), 141.
24
Muhammed b. Abdilkerîm b. Ahmed eş-Şehristânî, Nihâyetü’l-ikdâm fî ilmi’l-kelâm (Kahire:
Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Dîniyye, 2009), 410.
26
Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, el-Bed’ ve’t-târîh (yy.: Mektebetü’s-sekafeti’d-diniyye, ty.),
2/36.
23
25
Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd (İstanbul:
İSAM Yayınları, 2003), 168-171; a.mlf., Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi (Ankara: İSAM Yayınları,
2003), 137-139.
Nuh Arslantaş, İslam Tarihinde Depremler ve Algılanma Biçimleri (İstanbul: İz Yayıncılık,
2015), 42-43.
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
31
Makdisî’nin açıklamaları Zekeriyyâ el-Kazvînî ve İbnü’d-Devâdârî
gibi sonraki âlimler tarafından geliştirilmiştir. Ancak âlimler depremin
sebebiyle ilgili olarak meşhur öküz, balık ve Kafdağı efsanelerine de temas etmişler ve bu tür açıklamaların Müslümanlar arasında Ehl-i kitap
vasıtasıyla yayıldığına dikkat çekmişlerdir. Müslüman âlimlerden İsrâiliyat
diye nitelenen bu tür efsanelere inananlar da olmuştur.27 Makdisî, Müslümanların depremleri Allah’ın fiili olarak kabul ettiğini, Allah’ın kullarına
bir uyarıda bulanmak istediği zaman bu işareti yerdeki rüzgârları hareket
ettirerek vermesinde şaşılacak bir durumun olmadığına inandıklarını
belirtir. Makdisî depremle ilgili bazı hikâyelerin aynı şekilde Müslümanlar tarafından kabul gördüğünü söyler. Bu hikâyelerden birine göre, her
bölgenin Kaf Dağı’na bağlı bir damarı ve onunla görevli bir meleği vardır.
Allah bir kavmi helak etmek istediği zaman meleğe o damarı hareket
ettirmesini emreder. Makdisî bu rivayetlerin doğruluğuna inanmadığını,
bunların Ehl-i Kitap’a dayandığını ve onların rivayetlerine de güvenilemeyeceğini belirtir. O, bu hikâyelerin bütün işlerin kendi kendine olmayıp
Allah’ın fiili olarak meydana geldiğini hatırlatan sembolik ifadeler olarak
kabul edilmesi gerektiğini söyler.28 Ehl-i kitaptan geçmiş olsa da depremin
algılanma biçimi üzerinde bu tür hikâyelerin etkili olduğu anlaşılmaktadır.
İslam tarihinde deprem yılı denilen hicri beş yılından itibaren pek
çok deprem meydana gelmiş ve bu depremlerden bazılarında ciddi can ve
mal kayıpları yaşanmıştır.29 Belki Kur’an’da geçmiş milletlerin depremle
cezalandırılmalarının etkisiyle tarihte meydana gelen depremlerin ilahi
bir ceza ve uyarı olarak algılanması yaygındır. Sahabeden Ebü’d-Derdâ
(ö.32/652) Şam’da deprem olduğunda halka hitap etmiş, bunun ilahi
bir uyarı olduğunu ve bu uyarıya kulak asmaları gerektiğini söylemiştir.30
İslam dünyasında depremle ilgili birçok eserin telif edildiği ve bunlardan bazılarının günümüze kadar ulaştığı görülmektedir. Bu eserlerde
depremin kıyametin alameti ve Allah’ın uyarısı olarak değerlendirildiği,
büyük günahların işlenmesinden dolayı uyarı olarak meydana geldiği görüşünün yaygın olduğu anlaşılmaktadır. 1576 yılında Mısır’da meydana
27
Arslantaş, “Zelzele”, 44/227-228.
30
el-Makdisî, el-Bed’ ve’t-târîh, 2/37.
28
29
el-Makdisî, el-Bed’ ve’t-târîh, 2/37.
Fatih Zengin, “İslam Tarihinde Afetler Ve Alınan Tedbirler”, Âfet İlmahali (Malatya: İnönü
Üniversitesi Yayınları, 2020), 251-264.
32
İSLAM VE YORUM VII
gelen depremlerle ilgili yazılmış bir risalede depremin fiziksel nedeni
olarak Mısır’da zina, katl, livata (homoseksüllik) gibi günahların artması
gösterilmekte ve depremin ilahi bir ikaz olarak gönderildiği belirtilmektedir. Kafdağı efsanesine inandığı anlaşılan müellif deprem-kader ilişkisiyle
ilgili olarak, deprem sırasında kaçmanın kadere karşı gelmek olduğunu,
depremi peygamberin sabrı gibi metanetle karşılayıp, kaçmaksızın kadere
razı olmak gerektiğini savunur. Depremin ahlaki yönü ile ilgili olarak deprem ve veba gibi tabii afetlerin ve salgın hastalıkların günahların açıktan
işlenmesi sebebiyle Allah tarafından insanlara verilen bir ceza olduğu
kanaatini değerlendiren müellif bundan kurtuluşun günahları terk etmek
ve Allah’ı zikre yönelmekle olacağını belirtir.31 Buna karşılık fakihlerin
çoğunluğu tarafından deprem esnasında can ve mal kaybı korkusundan
dolayı namazı kesip ara vermenin caiz olduğu söylenmiş ve deprem cuma
ve cemaate gitmemeye özür olarak kabul edilmiştir.32 Dönem ve coğrafyaya göre görüşler değişse de baskın görüş depremlerin cezalandırıcı
mesajlar olduğu yönündedir. Depremle başa çıkma pratikleri olarak bol
tövbe, istiğfar ve dua edilmesi, namaz kılınması, çoğalması durumunda
depremlerin ardı kesilinceye kadar Pazartesi ve Perşembe günleri oruç
tutulması, işlenen günahlar için tevbe edilmesi, üç gün oruç tutulması
gibi tavsiyelere yer verildiği görülmektedir.33
Depremin ahlaki yozlaşmaya karşı Allah tarafından verilen bir ceza
ve uyarı olduğu yorumu sadece Müslümanlara has bir durum da değildir.
Bu tür açıklamalar diğer dinlerde de görülmektedir. Hıristiyan ve Yahudilerin depremi ahlaksızlığın yayılmasından sonra Allah’ın ceza ve uyarısı
olarak değerlendirdikleri görülmektedir Nitekim Urfalı Mateos, 444/1053
yılı Antakya depremini şehirdeki yaygın zina ve homoseksüel ilişkiler
nedeniyle Tanrı tarafından verilen bir ceza olarak açıklamıştır.34 Yine
Bizans imparatoru I. Justinianos (527-565) İstanbul’un veba ve deprem
felaketlerine maruz kalmasını eşcinselliğe bağlamış, İmparator III. Leon
(717-741) 724’te meydana gelen kül yağmurlarının sebebi olarak yine
aynı günahları göstermiştir. 1343’te İstanbul’da meydana gelen deprem
Ayasofya kilisesinin kubbesini çökertmiş, bu olay aynı şekilde halk tarafın31
Arslantaş, İslam Tarihinde Depremler ve Algılanma Biçimleri, 29-33.
33
Arslantaş, İslam Tarihinde Depremler ve Algılanma Biçimleri, 177-179.
32
34
Amer Aldershewi, “Fıkıh Kitaplarının Namaz Bölümünde Yer Alan Depremle İlgili Hükümler”,
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 28/1 (2023), 141.
Arslantaş, İslam Tarihinde Depremler ve Algılanma Biçimleri, 194.
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
33
dan tanrının gazabı olarak dinsiz imansızların hüküm sürmesi sebebiyle
artık tanrının koruyucu elini dünyadan çekmesi olarak anlaşılmıştır. Bu
konuda verilebilecek başka bir örnek ise, 1 Kasım 1755’te tarihi Lizbon
depreminin ahlaki bozulmaya Tanrı’nın gönderdiği bir ceza olarak yorumlanmasıdır.35
Günümüzde depremin doğal sebeplerle açıklanması giderek yaygınlık
kazansa da yapılan araştırmalarda azımsanmayacak bir oranda depremin
ilahi bir kader, ceza veya uyarı olarak yorumlandığı görülmektedir. 2011
Van depremlerine maruz kalmış kişiler üzerinde yapılan bir araştırmaya
göre bireyler depremlerin neden olduğu yıkımları, can ve mal kayıplarını
kader olarak görmektedirler. Katılımcıların büyük bir çoğunluğuna göre
(%88) tüm yaşanılanlar Allah’ın insanlara verdiği bir uyarıdır.36 Türkiye’de
17 Ağustos’ta 1999 Marmara Depremi üzerine yapılan bir araştırmaya
göre insanlardan bazıları depremin tamamen kaderin bir ürünü olduğunu,
sebepleri ve sonuçlarıyla insanın burada yapacak bir şeylerinin olmadığını
ileri sürmüş; bazıları depremin insanların Allah’ın emir ve yasaklarından
uzaklaşmaları sebebiyle ilahi bir ceza olduğunu savunmuş; bazıları ise
hem ceza, hem ders ve uyarı, hem de mükâfat olabileceğini düşünmüş ve
bazıları da Allah’la hiçbir ilgisinin bulunmadığını, büsbütün jeolojik bir
hadise olduğunu iddia etmişlerdir.37 Bir başka araştırmada depremin kader inancıyla ilişkisini ölçen bir soruya verilen cevaplarda önemli ölçüde
ilahi yazgı (% 43.33) cevabı verilmiştir. Deneklerin% 22.22’si depremin
sebebini ilahi gazap olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Buna göre deneklerin % 65.55 ‘i deprem sebebi olarak kaderi kabul etmektedirler.
Bunun yanında % 34.44’ü depremin sebebini tabii bir hadise oluşuna veya
Türkiye’nin deprem kuşağında olmasına bağlanmıştır.38 Deprem hasarlarının yüksek olması ise, zemine, sarsıntının yüksekliğine ve daha çok
da binaların çürüklüğüne bağlanmıştır. 39
35
36
Talip Küçükcan - Ali Köse, Doğal Afetler ve Din (İstanbul: İSAM Yayınları, 2000), 48.
Mehmet Baki Birlik, “Depremleri Anlamlandırma ve Açıklama Biçimlerinin Risk Azaltma
Süreçlerine Etkisi Açısından 2011 Van Depremleri”, Dirençlilik Dergisi 3/2 (2019), 235.
37
Ejder Okumuş, “Tabii Afetler, Din ve Toplum -Marmara Depremi Örneği-”, İslami Araştırmalar
15/3 (2002), 349.
39
Aydın, “Türkiye’de Deprem Zararlarının Çok Olması ile Kader İnancı Arasındaki İlişki”, 67.
38
Mehmet Zeki Aydın, “Türkiye’de Deprem Zararlarının Çok Olması ile Kader İnancı Arasındaki
İlişki”, Diyanet İlmi Dergi 33/3 (1997), 66.
34
İSLAM VE YORUM VII
Dolayısıyla araştırmalarda bazı farklı bulgular bulunsa da depremin
büyük oranda kaderle ilişkilendirildiği, Allah tarafın imtihan, ibret, ceza ve
uyarı olması için yaratıldığı inancının yaygın olduğu görülmektedir. Daha
önce de belirtildiği gibi bu yorumun doğurduğu bazı sorunlar nedeniyle
deprem kader ilişkisinin yeniden yorumlanması gerektiğini düşünüyoruz.
3. Deprem-Kader İlişkisinin Yeniden Yorumlanması
İlk olarak kader kavramına verdiğimiz anlamı yeniden hatırlamamız
gerekiyor. Kelimenin kök anlamında bulunan “ölçü, miktar, güç ve planlama” manalarını esas alarak kaderi “yüce Allah’ın varlıklar ve olaylar
için koymuş olduğu tabii ve ahlaki yasalar” olarak tanımlıyoruz. Nitekim
Kur’an’da “Şüphesiz biz her şeyi bir kaderle (ölçüye göre) yarattık”40 denilir. Bu tanımı esas aldığımızda bütün olgu ve olaylar gibi elbette depremler de ilahi takdirin kapsamında yer almaktadır. Başka bir anlatımla
depremler Allah’ın yeryüzüne koyduğu tabii ölçüler ve nizam içerisinde
meydana gelmektedir ve bu anlamda kaderdir. Dolayısıyla kader Allah’ın
insanların tek tek alınlarına yazdığı ve onların iradesini zorunlu kılan
bir olgu değildir. Bunun aksine kader yüce Allah’ın kâinatın işleyişine ve
insan davranışlarına ilişkin koyduğu doğal ve ahlaki ölçülerdir. Dolayısıyla
deprem, belli toplumların ve belli insanların alınlarına yazılmış ve onların
hayatlarını alt üst eden bir kader değildir. İnsanların depremlerde bu
kadar can ve mal kaybına uğramaları Allah’ın onlar hakkında bunu karara bağlamasından dolayı değildir. İnsanlar Allah’ın koyduğu ölçüleri ve
nizamı dikkate alırlarsa depremin zararlarına engel olabilirler. Dolayısıyla
kadere iman Allah’ın deprem ve diğer doğal olayları belli bir nizam ve
ölçüye göre yarattığına inanmaktır. Bu ölçüleri dikkate alarak deprem için
gerekli önlem ve tedbirleri alan kişi ve toplumlar kadere imanın gereğini
yapmış demektir. Depreme karşı gerekli önlemi almayanlar ise kadere
isyan etmiş durumdadır.
Belirtilmesi gereken bir husus da şudur: Gelenekteki gibi Allah’ın
depremleri yaratmasındaki maksadının imtihan, ceza, ibret ve uyarı olarak kabul edilmesi dikkatle düşünüldüğünde bizi çeşitli açılardan çıkmazlara sürüklemektedir. Birinci olarak, depremler sadece insanların
yaşadığı yerlerde değil, aynı zamanda insanların yaşamadığı bölgelerde
örneğin dağlar, ormanlar, buzullar, ıssız çöller, deniz ve okyanusların de40
Kamer 54/49
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
35
rinliklerinde de meydana gelmektedir. Buralarda insanlar yaşamadığına
göre buradaki depremlerin imtihan, ibret, ceza ve uyarı olması için yaratıldığına inanmak mümkün değildir. Allah, eğer depremleri bu amaçları
gerçekleştirmek için yaratmış olsaydı onları sadece insanların yaşadığı
yerlerde yaratması gerekirdi. Bu bağlamda oluşacak başka bir sorun da
yerleşim yerlerinde meydana gelen depremlerde sorumluluk çağına ulaşmamış çocukların ve masum insanların da bulunmasıdır. Depremin ceza
ve uyarı olarak yorumlanması insanın müşahedelerine aykırıdır. Çünkü
depremler herhangi bir dini veya ahlaki ölçüye göre değil, belirli deprem
fay hatlarında oluşan hareketlere göre meydana gelmektedir. Deprem ve
diğer doğal olaylar inanan veya inanmayan, dinli veya dinsiz, Müslüman
veya Hristiyan, dindar veya günahkâr ayırımı yapmamaktadır. Deprem
yeterli şiddette ulaştığında ve önlem alınmadığında herkese zarar verebilmektedir. Türkiye’de içinde bulunduğumuz yılın 6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş merkezli 11 ili etkileyen ve büyük
yıkımlara neden olan depremlerde 50.000’den fazla insan can vermiştir.
Üstelik depremin meydana geldiği bu 11 il, Türkiye’de muhafazakârlığı
ile tanınan illerdir. Bu durumda bu depremlerin imtihan, ibret, ceza ve
gazap olarak yorumlanması ne kadar tutarlıdır? Geleneksel yorumlar
kabul edildiği takdirde böylesine ağır bir imtihan veya cezaya sadece ve
sürekli olarak deprem fay hatlarında yaşayan insanların maruz kaldığını
söylemek gerekir ki bu da ilahi adalet açısından sorunludur.
Teolojik açıdan bir başka çıkmaz ise insanların depremlere karşı
önlem almak suretiyle Allah’ın gerçekleştirmek istediği imtihan, ibret
ve cezaya engel olabilmesidir. Haşa bu durumda Allah’ın amacını gerçekleşmekten aciz konuma düşmesi, insanların ise Allah’tan daha güçlü
konuma geçmesi gibi tanrı kavramına zıt bir anlam ortaya çıkmaktadır
ki böyle bir düşünceyi tevhit ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir.
Bütün bu çıkmazlardan kurtulmak için deprem ve diğer doğal afetler
konusundaki geleneksel yorumlarımızdan bir kısmını hem Kur’an’da yer
alan temel inançlarımızı hem de bilimsel verileri dikkate alarak yenilememiz gerekmektedir.
Yukarıda kısmen değindiğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’de yer alan Allah
tasavvuruyla başlamak yerinde olur. Orada yerin ve göklerin sahibi, her
şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve her şeyi yaratan bir Allah tasavvurunun
36
İSLAM VE YORUM VII
bulunduğu aşikârdır.41 “Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez
ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru
şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.”42 Bütün kâinatı yaratan, düzenleyen ve yöneten Allah’tır.43
Dolayısıyla dünyada meydana gelen bütün doğal olaylar, bela ve musibetler de Allah’ın takdiriyle meydana gelir. Nitekim bu durum “Allah’ın izni
olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez”44 ayetinde açıkça belirtilir. “De
ki: “Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim
yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler.”45, ayetinde
bu tür hadiselerin ilahi bir yazgı, takdir ve izin olmadan meydana gelmeyeceğini bildirmektedir. Buradan çıkan neticeye göre depremler elbette
Allah’ın ilmi, bilgisi, takdir, yazgı ve yaratması ile meydana gelmektedir.
Allah’ın iradesi, takdiri, izni, yazgı ve yaratması yukarda açıklandığı
gibi O’nun varlık ve olaylara koyduğu ölçü ve nizama göre tezahür etmektedir. Kâinattaki ilahi plan ve düzen bu ölçüler içerisinde işlemektedir.
Bu kanaati destekleyen hususlardan biri bizim kâinat hakkındaki gözlemlerimizdir. İçinde bulunduğumuz yeryüzü ve gökyüzü bazı değişimlere uğrasa da belli bir nizam üzere varlığını sürdürmektedir. Güneş, ay,
yıldızlar, yeryüzü, yıllar, aylar, mevsimler ve günler belli bir sisteme göre
oluşmakta ve görevlerini yerine getirmektedirler. Kur’an’da her şeyin
bir kaderle (bir ölçü ve nizamla) yaratılması 46 buna işaret etmektedir.
Başka bir ayette: “Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. Otlar
ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler. O ki, göğü yükseltti ve ölçüyü koydu.
Ölçüde haddi aşmayın”47 denilir. Bu durumda deprem, yağmur, sel, şimşek,
yangın, hastalık gibi doğal olayların kitapta yazılı olması demek, Allah’ın
bilgisi dâhilinde ve O’nun doğaya koyduğu sebepler ve ölçüler ile gerçekleşmesi demektir.
41
Bakara, 2/29,33,255, 286; Âl-i İmrân, 3/29, 189, 200; En’am, 3,59,73; Hac,22/70
44
Teğâbun, 64/11
42
43
45
46
47
En’âm, 6/59
Yunus, 10/3
Tevbe, 9/50
Kamer, 54:49
Rahmân, 55:4-7
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
37
Yüce Allah’ın tabiata koymuş olduğu bu ölçü ve nizamın amacı yeryüzünde doğal dengenin ve yaşama şartlarının sağlanmasıdır. Kur’an’da
bu ilahi düzenin amacına ilişkin bazı ifadeler bulunmaktadır:
“Allah yeri canlılar için uygun bir yaşam alanı kıldı”48 “Biz, yeryüzünü
bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizleri eşler halinde yarattık. Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir elbise yaptık. Gündüzü
de geçimi temin zamanı kıldık. Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. Alev
alev yanan aydınlatıcı ve ısıtıcı bir kandil yarattık. Taneler, bitkiler, sarmaş
dolaş bahçeler çıkaralım diye yağmur yüklü yoğun bulutlardan şarıl şarıl
yağmur yağdırdık.”49 “O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir.
Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır. Sizin için
yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize
verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır. O, taze et yemeniz ve
takınacağınız süs eşyası çıkarmanız için denizi sizin hizmetinize verendir.
Gemilerin orada suyu yara yara gittiğini görürsün. (Bütün bunlar) onun
lütfundan nasip aramanız ve şükretmeniz içindir.”50
Bu ilahi beyanların açık anlamına göre, tabiatta meydana gelen doğal
olaylar, canlılar için uygun yaşama şartlarını ve çevresel dengeyi sağlama
gayesiyle yaratılmaktadırlar. Öyle ise deprem, rüzgâr, sel, yangın, şimşek,
kasırga gibi tabii olayların özellikle ibret, imtihan ve ceza amacıyla yaratıldığını düşünmek doğru değildir.
Deprem ve diğer tabii olayların yaratılma amaç ve hikmeti her ne
kadar doğal dengeyi ve yaşama şartlarını oluşturmak ise de bunlar aynı
zamanda yaşayanlar açısından imtihan ve ibret olabilir. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de bu açık bir şekilde dile getirilmiştir: “Ant olsun ki biz, sizi biraz
korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz.
Sabredenleri müjdele.”51 “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz”52
buyrulur. İmtihanın gaye ve araçlarından bahseden bir ayette “O, sizi yeryüzünün halifeleri yaptı ve bazınızı bazınızdan derecelerle üstün kıldı,
48
Rahmân, 55:10
51
Bakara, 2:155
49
50
52
Nebe, 78:6-16
Nahl, 16:14
Enbiyâ, 21:35
38
İSLAM VE YORUM VII
53
bunun amacı sizi, size verdiği şeylerle imtihan etmektir” denilmektedir.
Dolayısıyla imtihan aslında tek tek olayların başımıza kader olarak yazılması değil, doğumdan ölüme kadar devam eden hayat sürecinde bu tür
hadiselerle karşılaştığımızda aldığımız tutumdur. Bu amaçla yaratılmasa
da yaşadığımız her nimet ve yoksunluk, her mutluluk ve acı bizim için
bir imtihandır.
Bu bağlamda deprem, Allah’ın bizi imtihan etmek için yarattığı bir
hadise değildir. Fakat depremin olmasından sonra bizim göstereceğimiz
tutum imtihandır ve bu olaydan bazı dersler çıkarmamız gerekir. Depremde yüce Allah’ın varlığını, kudretini, takdirini (koyduğu ölçüleri), bizi
tekrar yaratıp hesaba çekeceğini hatırlar, Allah’ın verdiği nimetlere şükreder ve alacağımız tedbirlere ilişkin dersler çıkarırsak depremde imtihanı
kazanmış olur ve ibret almış oluruz.
Son olarak depremi bir ceza ve uyarı olarak yorumlamanın doğru
olmadığını belirtmek istiyoruz. Çünkü yukarıda bahsedildiği gibi deprem
ve diğer doğal olaylar cezalandırmak amacıyla değil yeryüzünde yaşama
şartlarının sağlanması için yaratılmıştır. İyi amaçla yaratılan tabii olayların
ceza olarak yorumlanması yüce Allah’ın adaletine, rahmetine, merhametine, cömertliğine ve bağışlamasına aykırıdır. Kur’an-ı Kerim’de geçmişte
bazı milletlerin deprem ve diğer bazı doğal felaketlerle cezalandırıldığı
beyan edilmektedir.54 Fakat bu tür cezalar peygamberlik dönemlerinde
vuku bulmuş özel olaylardır. Bu cezaları tabiatta genel geçer bir ilke, ilahi bir kanun gibi algılamak doğru değildir. Zira kullarını cezalandırmak
için adeta fırsat gözleyen bir Allah tasavvuru dinimize uydun değildir.
Allah bütün kâinatı kulları için yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî rahmetin her şeyi kuşattığı, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, kendine ilke edindiği
belirtilmiştir.55. Bir kutsî hadiste, “Benim rahmetim gazabımı aşmıştır”
denilmiştir.56 Kur’an’da yer ve gökte olan ne varsa her şeyin insan için
yaratıldığını ve onların emrine verildiğini beyan eden ayetler dururken
deprem ve diğer doğa olaylarını tanrının cezalandırması olarak görmek
bu ifadelere aykırıdır.
53
En’âm, 6/165
56
Buhârî, Bed’ü’l-halk, 1
54
55
Bakara, 2:55; Araf, 7:133; İsrâ, 17:68; Ankebut, 29:40; Hud, 11: 67
A‘râf, 7:156; Mü’min, 40:7; En‘âm, 6:12
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
39
Öte yandan Kur’an’da zikredilen “tanrısal cezalandırma” olarak belirtilen tüm helak olaylarında azınlık durumunda olan iyilerin tamamı
kurtarılmış, suçlular ise topluca cezalandırılmıştır.57 Oysa deprem ve diğer tabii felaketlerde suçlu-suçsuz, iyi- kötü ayrımı yapılamadan herkes
zarar görmektedir. Öyleyse geçmiş kavimlere verilen cezalar ile deprem
ve diğer tabii olayları birbirinden ayırt etmek gerekir. Deprem ve diğer
doğal afetler, geçmiş kavimlerin başına gelen “helak olgusu” kapsamında
görülmemelidir.58 Şüphesiz her şey Allah’ın iradesindedir. O dilediğini
yapabilir. Lakin O’nun beyanlarına göre bu dünya imtihan yeri, ahiret ise
mükâfat ve ceza yeridir. Ahlaki yozlaşmaların bu dünyada cezalandırılması
şeklinde genel geçer ilahi bir ilke olmadığını beyan eden bazı ayetler de
buna işaret etmektedir:
“Eğer Allah insanları haksızlıkları yüzünden hemen cezalandıracak
olsaydı yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onlara belirlenmiş bir
sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor. Ama süreleri dolduğunda onu bir
an bile ne erteleyebilirler ne de öne alabilirler.”59
“Şayet Allah insanları yapıp ettikleri yüzünden hemen cezalandıracak
olsaydı, yerin üstünde tek bir canlı bırakmazdı; fakat onlara belirlenmiş
bir vadeye kadar mühlet veriyor. Vadeleri dolduğunda ise (herkes anlayacaktır ki) Allah kullarını hakkıyla görüp bilmektedir.”60
Bunun yanında deprem ve diğer doğal olayların ceza olarak yorumlanması teklif öğretisiyle de uyumlu değildir. Çünkü insanların yaratılmasının amacı eğer onları kendi lehlerine imtihan etmek ve sorumlu tutmak
ise, sorumluluk çağına gelmemiş binlerce çocuğun ve insanın henüz bir
seçim yapamaya fırsat bulamadan ansızın ölmesi teklif öğretisi ve ilâhî
adaletle nasıl bağdaşacaktır? Ancak Allah’ın koyduğu ölçülere uymamaktan dolayı kendi elleriyle yaptıklarından dolayı insanoğlu bazen bunun
cezasını yine kendisinden kaynaklı olarak alabilmektedir. Bu bağlamda
Kur’an’da “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve
denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin
bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rûm, 30/41) buyrulur. Dolayısıyla insanlar
57
Hûd, 11/58, 94; Şuarâ, 26/65-66, 119-120; Neml, 27/57;
59
Nahl, 16/61
58
60
Hasan Laçin, Doğal Afetler Tanrısal Bir Uyarı mıdır? (İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2001),
114.
Fâtır, 35/45
40
İSLAM VE YORUM VII
kendi elleriyle kendilerine zarar verebilmektedirler. Nitekim depremlerde bu kadar ağır can ve mal kaybının ortaya çıkması, gerekli tedbirlerin
alınmaması ve bir dizi ihmal ve hataların sonucudur.
Sonuç
Dinin en temel kaynakları olan Kur’an ve sahih sünnet bir metin olarak sabit ise de onların yorumları çağın ihtiyaçlarına göre tarihte değiştiği
gibi bugün de değişebilir. Çünkü hayat sürekli yenilenmekte ve yeni şartlar
ve ihtiyaçlar ortaya çıkmaktadır. Tabiat hakkındaki bilgilerimiz sürekli olarak çoğalmakta ve yeni bilgiler keşfedilmektedir. Bu bağlamda deprem-kader ilişkisini izah eden geleneksel yorumlardan bazıları çağın zihinlerini
tatmin etmemekte ve bundan dolayı yeniden yorumlanmaya gereksinim
duymaktadır. Çünkü depremin klasik tarzda değişmez bir alın yazısı, kader, ibret, imtihan, ceza ve uyarı olarak izahı, bilimsel açıklamalarla tutarlı
olmadığı gibi, kötülüğün kaynağı olan bir tanrı imajını desteklemekte ve
bundan dolayı dine mesafe konulmasına sebep olmaktadır. Bunun yanında
deprem ve diğer doğal olayların Allah tarafından imtihan, ibret veya ahlaki
yozlaşmaya karşı verilen ceza ve uyarı amacıyla yaratıldığına inanmak
teolojik bazı çıkmazlara da sebep olmaktadır. Çünkü deprem okyanusun
derinlikleri gibi insanın hiç yaşamadığı alanlarda da meydana gelmektedir.
İnsanın yaşadıkları yerlerde meydana gelen depremler ise sadece kötülük
yapanları değil herkesi etkilemektedir. Bu olaylarda masum çocukların ve
diğer insanların bir seçim yapma zamanı bile bulamadan ansızın ölmeleri
ilahi adalet ve teklif öğretisiyle bağdaşmamaktadır. Bu benzeri nedenlerle
deprem kader ilişkisi yeniden yorumlanmalıdır.
Bu bağlamda kader “yüce Allah’ın varlıklar ve olaylar için koymuş
olduğu tabii ve ahlaki yasalar” olarak tanımlanmalıdır. Deprem ise Allah’ın
tabiata koyduğu doğal yasalara göre meydana gelen tabii bir olay olarak
görülmelidir. Nitekim bilimsel anlamda depremler, dünyanın merkezinde
bulunan radyoaktif parçalanmalardan meydana gelen ısının oluşturduğu
hareketin yukarıya doğru yayılması ve ona direnç gösteren yeryüzündeki
kaya parçalarından oluşan levhaların zamanla sürtünme ve gerilmesine
bağlı olarak kırılma ve yer değiştirmesiyle meydana gelmektedir. Dolayısıyla fay hatlarında oluşan depremin doğrudan insan davranışlarıyla
bir ilgisi yoktur. Deprem Allah’ın koyduğu yasalara göre oluştuğundan
elbette ilahi takdir olarak kabul edilmelidir. Başak bir ifadeyle depremler,
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
41
evrendeki doğal dengenin sağlanmasına yarayan ilahi bir ölçüye göre
meydana gelmektedir. Ancak depremin yol açtığı zararları, özel olarak
bazı bireyler ve bazı toplumların alınlarına yazılmış değişmez bir kader
olarak yorumlanması doğru değildir. Çünkü insanoğlu gerekli tedbirleri
aldığı takdirde depremin zararlarına engel olabilmektedir.
Deprem her ne kadar Allah tarafından imtihan, ibret, ceza ve uyarı
amacıyla yaratılmasa da deprem sonucunda ortaya koyacağımız tutumlar imtihan ve ibret olarak değerlendirilebilir. İmtihan ve ibret sadece
zorluk ve sıkıntı veren olaylarla değil, nimet ve güzelliklerle de olabilmektedir. Şüphesiz depremden Allah’ın varlığı, bilgisi, kudreti ve ahiretin
varlığı hakkında bazı sonuçlar çıkarılabilir. Bunun yanında elbette sağlam
zeminlerde ve depreme dayanıklı yapıların yapılması hakkında da bazı
sonuçlar çıkarılmalıdır. Çünkü “deprem öldürmez bina öldürür” sözünün hatırlattığı gibi önlem alındığı takdirde depremin yol açtığı zararlar
azaltılabilir. Çok sayıda can ve mal kaybına sebep olan asıl neden deprem
değil insanların yapılarını çürük zeminlere ve dayanaksız olarak yapmalarıdır. Bu sebepten depremin yol açtığı felaketleri doğrudan Allah’ın
cezası olarak değerlendirmek doğru değildir. Ancak Allah’ın koyduğu ölçülere uymamaktan dolayı kendi elleriyle yaptıklarından dolayı insanoğlu
bazen bunun cezasını yine kendisinden kaynaklı olarak alabilmektedir.
Dolaysıyla insanoğluna düşen görev bu nizam ve ölçüleri dikkate alarak
binalarını yapmak ve bütün tedbirlerini aldıktan sonra Allah’a tevekkül
etmek yine de bir zarara uğradı ise bundan dünya ve ahirete hayatına
ilişkin bazı dersler çıkarmaktır.
KAYNAKÇA
Açıkgenç, Alparslan. “İslamî Uyanış ve Yenilikçilik Düşünürü: Fazlur
Rahman’ın Hayatı ve Eserleri (1919-1988)”. İslami Araştırmalar 4/4
(1990), 232-352.
Aldershewi, Amer. “Fıkıh Kitaplarının Namaz Bölümünde Yer Alan Depremle İlgili Hükümler”. Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
28/1 (2023), 139-154.
Arslan, Hulusi. Mu’tezile’ye Göre İyilik ve Kötülük (Husn ve Kubh) Problemi.
Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimer Enstitüsü, 2000.
42
İSLAM VE YORUM VII
Arslan, Hulusi - Bozkurt, Mustafa. Sistematik Kelam. İstanbul: Ensar Neşriyat, 2021.
Arslantaş, Nuh. İslam Tarihinde Depremler ve Algılanma Biçimleri. İstanbul: İz Yayıncılık, 2015.
Arslantaş, Nuh. “Zelzele”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
44/227-231. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2013.
Aydın, Mehmet Zeki. “Türkiye’de Deprem Zararlarının Çok Olması ile Kader İnancı Arasındaki İlişki”. Diyanet İlmi Dergi 33/3 (1997), 59-74.
Birlik, Mehmet Baki. “Depremleri Anlamlandırma ve Açıklama Biçimlerinin Risk Azaltma Süreçlerine Etkisi Açısından 2011 Van Depremleri”.
Dirençlilik Dergisi 3/2 (2019), 229-237.
Kâdî Abdülcebbâr, Ebü’l-Hasan b. Ahmed el-Hemedânî el-Esedâbâdî.
el-Muğnî fî ebvâbi’t-tevhîd ve’l-’adl. 1-20 Cilt. Kâhire: Müessesetü’l-Mısrıyyetü’l-Âmme, 1965.
Karagöz, Şehrazat. Eskiçağ’da Depremler. İstanbul: Ege Yayınları, 2005.
Küçükcan, Talip - Köse, Ali. Doğal Afetler ve Din. İstanbul: İSAM Yayınları,
2000.
Laçin, Hasan. Doğal Afetler Tanrısal Bir Uyarı mıdır? İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2001.
Makdisî, Mutahhar b. Tâhir el-. el-Bed’ ve’t-târîh. yy.: Mektebetü’s-sekafeti’d-diniyye, ty.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-.
Kitâbü’t-Tevhîd. İstanbul: İSAM Yayınları, 2003.
a.mlf. Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi. Ankara: İSAM Yayınları, 2003.
Okumuş, Ejder. “Tabii Afetler, Din ve Toplum -Marmara Depremi Örneği-”.
İslami Araştırmalar 15/3 (2002), 339-373.
Öztürk, Serkan. Deprem Tehlikesi Ve Artçı Şok Olasılığı Değerlendirme Yöntemlerinin Türkiye’deki Depremlere Bir Uygulaması. Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, 2009.
Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerîm b. Ahmed eş-. Nihâyetü’l-ikdâm fî
ilmi’l-kelâm. Kahire: Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Dîniyye, 2009.
DINI YORUMUN YENILENMESI BAĞLAMINDA DEPREM-KADER İLIŞKISİ
43
Unat, Yavuz. “Zelzele”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 44/231233. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2013.
Yavuz, Yusuf Şevki. “Kader”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
24/58-63. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2001.
Zengin, Fatih. “İslam Tarihinde Afetler Ve Alınan Tedbirler”. Âfet İlmahali.
Malatya: İnönü Üniversitesi Yayınları, 2020.
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN
GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
Mustafa BOZKURT
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Doç. Dr.
https://orcid.org/0000-0002-1615-4907
mustafa.bozkurt@inonu.edu.tr
Giriş
İnsanlar ve yaşam tarzları sürekli değişen ve farklılaşan bir olgudur.
Her dönemin öne çıkan bazı değerleri vardır. Bu değerler toplumdan topluma değişkenlikler göstermektedir. Bu değerlerin oluşumunda bölgesel,
kültürel, ekonomik ve inançsal birçok etken vardır. Bu etkenlerden her biri
farklı boyutlarda insan yaşamını etkilemektedir. Özellikle inanç ve din eksenli etkenler mensubu bulunulan din ile doğrudan ilişkilendirilmektedir.
Zira dinin insanlara birtakım emirler ve nehiyler vasıtasıyla önerilerde
bulunduğu herkesin malumudur. Dindarların oluşturdukları ve o dinin
mensupları tarafından genel kabul görmüş birçok değerler üretilmiştir. Bu
değerlerin muhafazası dinin muhafazası ile eşdeğer olarak görülmüştür.
İslam dini de mensuplarına dünya ve ahiret mutluluğu (saadet-i dareyn) vadetmektedir. Asıl itibarıyla bakıldığında İslam Dini, mensuplarına
sadece ahiret veya sadece dünya mutluluğu değil her ikisini de vadediyor.
Dinî naslara bakıldığında dünya ve ahiret dengesinin makul bir şekilde
muhafaza edildiğini görmekteyiz. Ne var ki bu denge zaman zaman insanlar tarafından bazen dünya bazen de ahiret lehine bozulabilmektedir.
İşte bu noktada dünya merkezli sapmalar insanları dinî değerlerden ne
ölçüde uzaklaştırıyor. Bu uzaklaşma bir tür dünyevîleşme midir? Ahiret
merkezli sapmalar Müslümanları ne ölçüde etkiliyor bu tür sapmalar bir
tür uhrevîleşme midir?
Hayatın anlamını ve varoluşun amaçlarını araştıran her birey, zamanla dünya ile ahiret arasında bir denge kurmaya çalışır. Bu denge arayışı,
insanın iç dünyasındaki değerler, inançlar ve yaşam tarzı seçimleriyle
46
İSLAM VE YORUM VII
doğrudan ilgilidir. Bu bağlamda, ‘dünyevîleşme’ ve ‘uhrevîleşme’ terimleri,
bireyin bu denge arayışındaki iki karşıt yönelimi temsil eder.
Dünyevîleşme, bireyin maddi ve dünyevî değerlere, arzulara ve kaygılara daha fazla odaklandığı bir süreci ifade eder. Bu süreçte, manevi
ve dinî değerler geri plana itilirken, maddi kazançlar, fiziksel hazlar ve
dünyevî başarılar öne çıkar. Dünyevîleşen birey, yaşamının amacını bu
dünya içerisindeki başarılar ve tatminlerde bulma eğilimindedir.
Buna karşın, uhrevîleşme, bireyin manevi değerlere, dinî inançlara ve
ahirete yönelik kaygılara daha fazla eğilim gösterdiği bir süreci tanımlar.
Uhrevîleşen birey, dünyevî zevklerin ve maddi kazançların ötesinde, ahiretteki hayatı ve manevi olgunluğu düşünür. Bu süreçte, yaşamın amacı,
manevi bir olgunluğa ulaşmak ve ahirette hayırlı bir sonuç elde etmek
olarak görülür. Her iki kavram da, bireyin hayatındaki değerlerin, inançların ve yaşam tarzı tercihlerinin bir yansımasıdır.
Biz, bu çalışmamızda özellikle kavramlaştırılmış olan dünyevîleşme
ve uhrevîleşmenin ne olduğuve günümüz Müslümanlarını ne ölçüde etkilediği üzerinde duracağız.
1. Kavramsal Çerçeve
1.1. Sekülerizm
Seküler kavramı, “şimdiki zaman”, “zamanın ruhu”, “dünyevî yaşam”,
“dünyevî” ve “dünya” gibi anlamlara gelmektedir. Sekülerizm kavramı,
‘Kilise mülkiyetinin çoğunluğunu devlet mülkiyetine dönüştürmek anlamında da kullanılmıştır.1 Tarihsel olarak seküler kelimesi, dünyevî ve
geçici olanla ilgili bir olumsuz çağrışıma sahipken, zamanla ve özellikle
Batı toplumlarında bu negatif çağrışım zayıflamış ve modernleşme süreciyle birlikte dinin etkisinin azaldığı bir süreci ifade etmeye başlamıştır.
Müslüman toplular arasında ise seküler kavramının bu menfi anlamı,
olumsuz çağrışımını hep sürdürmüştür.
Sekülerizm kavramı, Batı Avrupa’da 13. ve 14. yüzyıllarda güçlenen
Nominalizm akımıyla birlikte güçlenerek öne çıkan bir kavram olmuştur.
15. ve 16. yüzyıllarda ise oldukça güçlü bir akım haline gelmiştir. Kiliseye
karşı özellikle de Katolik kilisesine karşı aşırı tepki ve söylemlerin odağı
1
Bk.Wikipedia
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
47
olmuştur. Bu söylemleri ile sekülerizm, Protestanların bir tür savunma
aracı haline gelmiştir.2
Ortaçağ’da “sekülerizm”, bir bireyin kiliseye bağlılık statüsünden
dünyevî bir statüye geçişini ifade ederdi. Bu bağlamda, sekülerizm, bir
keşişin dinî unvanını kaybederek sıradan bir birey haline gelmesiyle ilgiliydi. Martin Luther’in Reform hareketi sırasında kilise mülkiyetlerinin
devlet tarafından kamulaştırılması ise sekülerizmin bir başka yönünü
temsil ediyordu. Bu durum, mülkiyetin kiliseden devlete geçişi olarak
değerlendirilebilir. Dolayısıyla, Katolik dönemde sekülerleşme, bireyin
kiliseden ayrılması olarak tanımlanırken; Protestanlık döneminde bu
kavram daha kurumsal bir boyut kazanarak mülkiyetin kiliseden devlete
transferini ifade etmekteydi. Martin Luther, “Von Weltlicher Oberkeit”
isimli eserinde “Welt” (dünya) kelimesini “welt-lich” (dünyevî/seküler)
olarak tanımlamıştır. Bu terim o zamanlarda genel olarak bilinmekte olup,
maddi ve ruhani olanı birbirinden ayırmak için kullanılıyordu.3
Sekülerizm kavramı Batıda modern dönemin başlangıcı olarak bilinen 1648 yılında yapılan Westfalya Barış Anlaşmasının maddelerinde
de geçmektedir. Batıda uzun süredir devam eden ve Martin Luther le
başlayan mücadele bu anlaşmayla belirli bir zemine oturtulmuştur. İşte
bu anlaşmada kilise hukuku ile sivil hukuku ayırt etmek için kullanılmıştır.4 Günümüzde ise farklı alanlarda ve anlamlarda yaygın olarak
kullanılmaktadır.
Sekülerleşme, dinî kurumların ve inançların toplum ve devlet üzerindeki etkisinin azaldığı bir sosyal olgudur. Ancak bu olgunun toplumdan
topluma yoğunluğu ve etkisi farklılık gösterebilir. Özellikle Batı toplumları, kilisenin devlete olan tutumu ve kiliseye karşıt hareketler nedeniyle
din konusunda farklı yaklaşımlar sergilemektedir. Örneğin, Katolikliğin
dominant olduğu Fransa ve Portekiz’de dinin toplumsal konumu, İngiltere
ve Amerika’da olduğundan farklıdır.
2
3
4
Aytunç Altındal, Laiklik Enigma’ya Dönüşen Paradigma. (İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi,
1994), 29.
Martin Luther - Calvin John, Seküler Otorite Sivil Yönetim, çev. İ. Halil Yılmaz (İstanbul:
Pinhan Yayınları, 2016), 15 vd.; Geniş bilgi için bk. Aşkım Öğüt Marangoz - Nurhan Uluç,
“Sekülerizm’in Kavramsal, Kuramsal ve Tarihsel Gelişimi”, Karamanoğlu Mehmetbey
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi (KMÜ EFAD 4/2 (2021), 337.
Dilara Baturer, “Vestfalya Antlaşması”, TUIC Akademi (21 Mart 2014).
48
İSLAM VE YORUM VII
Batı toplumlarında başlamış olsa da sekülerleşme sadece Batı’yla
sınırlı kalamış ve İslam dünyasında da etkisini göstermektedir. Bu süreci
sadece bir ideoloji olarak, yani “sekülerizm” olarak değerlendirmek sınırlayıcıdır. Ancak, Berger gibi bazı düşünürler sekülerleşmeyi daha çok
gözlemlenebilir bir sosyal süreç olarak tanımlarlar. Bu durumda doğru
yaklaşım, sekülerleşmeyi hem bir ideoloji hem de genel bir sosyal süreç
olarak ele almaktır.5
Tarih boyunca, bilgi üretimi ve uygulama süreçlerini yöneten kurumlar ve bu kurumların yaratmış olduğu sosyal yapılar, dinin egemenliği altındaydı. Bu nedenle, bireysel ve toplumsal yaşantının meşruluğu
dinî referanslarla belirlenmekteydi. Din, o zamanlarda sadece toplumun
dünya üzerindeki otoritesini ve sosyal denetimini sağlamakla kalmıyor,
aynı zamanda toplumsal düzeni ve sağduyuyu da inşa ediyordu. Bu din
merkezli yapı içerisinde, dinin belirlediği normların dışına çıkmak, bireyin
kargaşa, karanlık ve isyana dalmış, hatta psikolojik çöküntü içerisinde hissetmesine yol açıyordu. Geçmişte, dinin gücü ve otoritesi sorgulanmadan
doğal bir şekilde kabul görüyordu. Ancak zamanla bu doğal kabul görme
durumu değişmiştir. Artık dinî gelenekler, toplumda kabul görmek için
kendini göstermek, hatta ispatlamak zorunda kalmaktadır.6
Peter Berger, sekülerleşmeyi, kültürel ve toplumsal alanların dinî
semboller ve kurumların etkisinden sıyrılması olarak tanımlar. Batı’da
bu, eğitimin kilisenin kontrolünden ayrılmasıyla ve düşüncenin seküler
bir doğrultuda evrilmesiyle gerçekleşmiştir. Sanat, felsefe, edebiyat ve
bilimde dinî içeriğin ve etkisinin azalması da sekülerleşmenin bir başka
göstergesi olarak kabul edilmiştir.7 Harvey Cox, sekülerleşmeyi “dünyayı
dinî ve dinî görünen bütün anlayışlardan temizleme, kapalı dünya görüşlerini dağıtıp tabiat üstü mitleri ve kutsal sembolleri kırmak” şeklinde
tanımlar.8 Cox’a göre sekülerleşme süreci birbiriyle alâkalı üç boyutta
vuku bulmaktadır:
1. Tabiatın büyü ve ruhsal güçlerden temizlenmesi (disenchantment);
2. Siyasetin kutsallıktan arındırılması (desacralization);
5
Adnan Aslan, “Sekülerleşme -Kavramsal Bir Analiz-”, Din ve Hayat 13 (2011), 9.
8
Cox, Secular City, 1-2.
6
7
Aslan, “Sekülerleşme”, 10.
Harvey Cox, Secular City (New York: Collier Books, 1990), 15.
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
49
3. Değerlerin kutsanmaktan kurtarılması (decon secration).9
Sekülerleşme ve sekülerizmin çok boyutlu bir olgu olduğunu, tarihsel, kültürel ve toplumsal birçok faktörün etkileşimiyle şekillendiğini ve
modern dünyayı derinden etkilediğini söyleyebiliriz. Sekülerleşmenin
sadece dini değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, politik ve ekonomik boyutlarının da olduğunu beirtmek gerekmektedir.10
1.2. Dünyevîleşme
Dünyevîleşme kavramına bakacak olursak, “Dünyevîleşme”, genellikle bireylerin, toplulukların veya toplumların manevi veya dinî değerlerden
ziyade maddi ve dünyevî kaygılara, değerlere ve hedeflere yönelmesini
ifade eder. Dünyevîleşme, maneviyatın ve dinî değerlerin hayatta geri
planda kalmaya başladığı, maddi kazançların, fiziksel hazların ve dünyevî
başarıların öne çıktığı bir süreç veya durumu tanımlar.11
Dünyevîleşme ve sekülerleşme benzer temaları ele alsa da, her iki
kavram da farklı yönleriyle öne çıkar. Dünyevîleşme, bireyin maneviyattan
uzaklaşması ve maddi değerlere yönelmesi anlamına gelirken, sekülerleşme toplumun genelinde dinî değerlerden ve kurumların etkisinden
uzaklaşma sürecini ifade eder. Bir başka şekilde ifade edecek olursak,
sekülerleşme bir tür dinden uzaklaşma dinin etkisinden tamamen kurtulmayı ifade ederken, dünyevîleşme ise dinin ikincil plana itilmesi anlamına gelmektedir.
İslam dünyasında ve Batı dünyasında sekülerleşme ve dünyevîleşme zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığı gibi farklı anlamlarda da
kullanılabilmektedir. Batıda, din ve kutsalın hayatın tüm alanlarından
çıkarılması sekülerite olarak veya dünyevîleşme olarak isimlendirilebilmektedir. İslam toplumlarında ise sekülerleşme, hem Batılıların isimlendirmesi anlamında hem de dünya malına düşkünlük ve dünya sevgisi
anlamlarında kullanılabilmektedir.
Dünyevîleşme ve sekülerleşme, hem sosyolojik hem de felsefi bağlamlarda sıklıkla kullanılan terimlerdir ve birçok benzerliğe sahip olma9
Cox, Secular City, 15.
11
Geniş bilgi için bk. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü (İstanbul: Paradigma, 2002),
“Dünyevileşme”,
328.
10
Geniş bilgi için bk. Ramazan Altıntaş, Din ve Sekülrleşme (İstanbul: Pınar Yayınları, 2005),
91-94.
50
İSLAM VE YORUM VII
larına rağmen farklı kavramları ifade ederler. İşte bu iki terim arasındaki
benzerlikler ve farklılıklar vardır:
Benzerlikler anlamında şunları söylemek mümkündür:
1.
2.
3.
Hem dünyevîleşme hem de sekülerleşme, manevi ve dinî değerlerin bireylerin veya toplumların yaşamlarında geri plana itildiği
durumları tanımlar. (Manevi ve Dinî Değerlerin Geri Planı)
Her iki kavram da bireylerin ve toplumların maddi ve dünyevî
değerlere, arzulara ve kaygılara daha fazla odaklanmasını ifade
eder. (Maddi ve Dünyevî Değerlere Odaklanma)
Hem dünyevîleşme hem de sekülerleşme, toplumların tarihsel ve
kültürel dönüşüm süreçlerini tanımlamada kullanılır. (Toplumsal
Dönüşüm)
Farklılıklar anlamında ise şunları söyleyebiliriz:
1.
2.
3.
Dünyevîleşme, bireylerin veya toplumların maddi ve dünyevî
değerlere daha fazla eğilim gösterdiği, manevi değerlerden uzaklaştığı bir süreci ifade eder. Sekülerleşme ise, dinî inançların ve
kurumların toplumsal yaşamda ve bireylerin günlük yaşantısında oynadığı rolün azalması, toplumun ve bireylerin dinî değerlerden, normlardan ve kurumlardan bağımsızlaşması sürecini
tanımlar. (Tanım ve Kapsam)
Dünyevîleşme, genellikle bireyin iç dünyasındaki bir değişikliği
veya bireysel bir tercihi ifade ederken, Sekülerleşme, toplum
genelinde gözlemlenen bir fenomeni, yani toplumsal yapıda,
kurumlarında ve değerlerinde meydana gelen değişiklikleri tanımlar. (Toplumsal ve Bireysel Boyut)
Dünyevîleşme, bireyin manevi değerlere olan ilgisinin azalmasını
ifade ederken, bu ilginin tamamen yok olmasını gerekli kılmaz.
Sekülerleşme, dinî kurumların ve değerlerin toplumsal yaşamda oynadığı rolün azalması anlamına gelir. Bu, dinî inançların
ve kurumların toplumda daha az etkili hale gelmesi veya dinî
öğretilerin daha özgür bir şekilde yorumlanması gibi çeşitli şekillerde tezahür edebilir. Hatta dinin tamamen dışlanmasını ve
ilginin yok olmasını hedefler. (Dinî Kurumlarla İlişki)
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
51
İslâm inancı bağlamında dünyevîleşme konusunda tek bir modelden
bahsetmek imkânsızdır. Birçok dünyevileşme modelinden bahsedilebilir.
Bu anlamda şu sınıflandırmalar yapılabilir.12
Tam Dünyevîleşme: Bu kategori, öbür âlemi tamamen reddeden ve
hayatın sadece bu dünyadan ibaret olduğuna inanan kişileri kapsar. İslâm açısından bu inanç, kişinin mümin olmadığını ve seküler ya da ateist
olarak tanımlanabileceğini gösterir.
Belirsiz Dünyevîleşme: Tanrı inancına sahip olmakla birlikte ahiret
hayatının varlığından emin olmamak ve ahirete hazırlık görmeyi gereksiz
bulmak bu kategoriye girer. Deistler ve agnostikler bu grupta değerlendirilebilir. İslâm’a göre bu kişiler de mümin sayılmaz.
Pasif Dünyevîleşme: Ahirete ve orada hesaba çekileceğine inanmakla
birlikte, ahiret için bir hazırlık yapmamak ve bu dünyada arzularına göre
yaşamak. Bazı İslâm mezheplerine göre, iman esaslarına inanan bir kişi
bu davranışları nedeniyle gaflet içinde ve günahkâr olarak kabul edilse
de, Allah’ın merhameti ile affedilebilir.
Materyalist Dünyevîleşme: İmanı tam ve farzları yerine getiren fakat
hayatının merkezine dünyayı koyan ve bu dünyaya aşırı bağlı olan kişiler.
Bu kişilerin kurtuluş umudu vardır, ancak dünyevi endişeler ukbâya göre
ağır basar.
Seküler Yönetim: Siyasi, hukuki ve yönetim alanlarında dini referansların dışlanması ve devlet yönetiminde dinin yer almaması gerektiğini
savunan yaklaşım. İslâm inancına göre, bu tür bir inanç, Allah’ın kusursuz ve tam yetkili olduğu inancıyla çelişir ve müslümanlarda bulunması
mümkün değildir.
Modern Dünyevîleşme: Ahirete inanmakla beraber, dinî öğretileri
pozitivizm ve rasyonalizm çerçevesinde açıklamaya çalışan ve sonuç olarak dünyevi bir düşünce yapısına sahip olan Müslümanlar. Bu yaklaşım,
ahiret inancının zayıflamasına ve cennet ile cehennem kavramlarının
dünyevileşmesine yol açabilir.
Uhrevîleşme: Dünyevîleşmenin tam tersi olarak, dünyevi hayattan
tamamen çekilme ve riyazet hayat yaşama. İslâm’da aşırı dünya dışı
12
Geniş bilgi için bk. Faruk Beşer, “Dünyevîleşmenin Tezahürleri ve Dünya-Ukbâ Dengesi”, Din
ve Hayat 13 (2011), 28-29.
52
İSLAM VE YORUM VII
yaşamak önerilmediği için, bu yaklaşım da İslâm’ın öğretilerine uygun
görülmez.
Bu sınıflandırma, İslâm’ın dünya hayatı ve ahiret inancı arasındaki
dengenin önemini vurgulamakta ve İslâm’a göre ideal müminin bu iki yön
arasında nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair fikirler sunmaktadır. Her
bir kategori, İslâm inancı bağlamında dünyevîleşmenin çeşitli yönlerini
ve bu yönlerin iman üzerindeki olası etkilerini anlatmaktadır.
1.3. Uhrevîleşme
“Uhrevî” kavramı Arapça kökenli bir terimdir ve “ilahi, manevi, göksel” anlamlarına gelir. Uhrevî, genellikle fiziksel veya maddi olmayan,
ruhani ve manevi gerçeklikleri ifade etmek için kullanılır. Özellikle dinî
bağlamlarda, Allah’a, cennete, meleklere, ruhlara vb. atıfta bulunan şeyler
için uhrevî kavramı bir sıfat olarak kullanılır. Uhrevî kavramı dünyevî
kavramının zıttı olarak kullanılmaktadır.13
“Uhrevîleşme” kavramı ise, genellikle bir bireyin, topluluğun veya
toplumun manevi veya dinî değerlere daha fazla yönelmesi, bu değerlere
daha fazla önem vermesi ve maddi veya dünyevî kaygılardan uzaklaşması
durumunu ifade eder.14
Uhrevîleşme, bir bireyin yaşamında veya toplumda meydana gelen
dönüşümü tanımlamak için kullanılır. Bu dönüşüm, genellikle bireyin
ya da toplumun manevi değerlere, dinî inançlara ve pratiğe daha fazla
eğilim göstermesiyle belirginleşir. Mesela, bir bireyin daha önce maddi
kazançlarla ilgilenirken, belirli bir yaşantı sonrasında maneviyata daha
çok yönelmesi, dünya hayatındaki geçici zevklerden uzaklaşması ve ahiret
inancını daha derinden yaşaması “uhrevîleşme” olarak tanımlanabilir.
Bu kavram, özellikle dinî inançların ve pratiğin bireylerin veya toplulukların hayatında nasıl bir rol oynadığına dair sosyolojik ve antropolojik çalışmalarda sıklıkla karşımıza çıkar. Uhrevîleşme, aynı zamanda
toplumların tarihsel süreçlerinde, dinî uyanışlar, reform hareketleri veya
13
14
Abdullah Yegin vd., Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat (İstanbul: Türdav Aş.,
1990), 1020.
Hulusi Arslan, Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti (Malatya: Mengüceli Yayınları, 2013),
32.
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
53
dinin yeniden canlanma dönemlerinde gözlemlenen bir fenomen olarak
da ele alınabilir.15
İnsanın uhrevîleşmesi ise, bir bireyin manevi değerlere, dinî inançlara ve öğretilere daha fazla eğilim göstermesi, maddi ve dünyevî kaygılardan ziyade manevi arayışlara ve ahiret bilincine daha çok yönelmesi
anlamına gelir. Uhrevîleşen bir birey, hayatını bu manevi değerlere göre
şekillendirmeye başlar.
Uhrevîleşen bir insanda şu değerlerin oluşması mümkündür:
1.
2.
3.
4.
5.
6.
Uhrevîleşen birey, yaşamın anlamı, ölüm, ahiret, Tanrı gibi konularda daha derin bir düşünceye ve anlayışa sahip olur. (Manevi
Derinlik)
Böyle bir birey, dünya hayatını geçici ve ahiret hayatı için bir
imtihan olarak görür. Bu nedenle maddi kazançlar, sosyal statü
ya da dünyevî zevkler onun için birincil hedef olmaktan çıkar.
(Dünya Hayatına Bakış)
Uhrevîleşen bir kişi, dinî ibadetleri ve ritüelleri daha düzenli ve
bilinçli bir şekilde yerine getirir. Bu, namaz, oruç, zekat gibi ibadetlerde daha istikrarlı bir uygulama şeklinde tezahür edebilir.
(Dinî Pratikler)
Manevi değerlere daha çok yönelen birey, ahlaki değerlere de
daha büyük bir önem verir. Dürüstlük, adalet, merhamet, cömertlik gibi erdemler onun hayatında daha belirgin bir yer bulur.
(Ahlaki Değerler)
Uhrevîleşen bir birey için hayatın amacı, sadece dünyevî başarılar
elde etmek veya maddi zenginlik kazanmak değil, aynı zamanda
manevi bir olgunluğa ulaşmak ve ahirette hayırlı bir sonuç elde
etmektir. (Hayatın Amacı)
Böyle bir birey, sadece kendi manevi kurtuluşuyla ilgilenmez,
aynı zamanda toplumda iyi ve adil bir düzenin oluşturulması
için de çaba gösterir. (Toplumsal Sorumluluk)
İnsanın uhrevîleşmesi, bireysel bir deneyim olabileceği gibi, topluluklar veya toplumlar üzerinde de gözlemlenebilen bir dönüşüm süreci ola15
Bk. Erkan Çav, “Türkiye’de Din ve Sekülarizm: Cahit Tanyol İle Şerif Mardin’in Yaklaşımlarının
Karşılaştırmalı İncelemesi”, Turkish Studies Comperative Religious Studies 14/1 (2019), 31.
54
İSLAM VE YORUM VII
bilir. Ancak bu sürecin her bireyde veya toplulukta nasıl tezahür edeceği,
kültürel, sosyal ve bireysel faktörlere bağlı olarak değişkenlik gösterebilir.
2. İslam’ın Dünyevîleşme ve Uhrevîleşmeye Bakışı
İnsan, fiziksel ve ruhsal boyutlarıyla bir varlıktır. Onun bedeni, fiziksel ihtiyaçlara yanıt verirken, ruhu duygusal ve manevi istekleriyle
hareket eder. Bedenimiz, beslenme ve diğer temel gereksinimleri arzular,
ruhumuz ise manevi tatmin arayışı içerisindedir. İnsanın bedensel ve
manevi yönleri bir denge içinde olmalıdır. Yalnızca bedensel ihtiyaçlarına odaklananlar, manevi yönlerini ihmal ederek, dünyevî arzularının
esiri olabilirler. Aynı şekilde, yalnızca maneviyata odaklananlar da maddi
zorluklarla karşılaşabilirler.
Çağımızın teknolojik gelişmeleri, insanın fiziksel ihtiyaçlarını karşılama konusunda büyük kolaylıklar getirmiştir. Ancak bu ilerlemeler, manevi
huzuru getirememiştir. Maddi imkânların artmasına rağmen, insanlık
daha fazla huzursuzluk, stres ve içsel çatışma yaşayabilmektedir.
İslam dünyasında dünyevîleşme bir yönüyle batıdaki sekülerleşmeye
benzerken bir yönüyle ise bundan farklılık göstermektedir. Müslüman toplumlarda özellikle maddi imkânların iyi olduğu kesimlerde dünya malına
ve refahına düşkünlüğün artması bir tür dünyevîleşme olarak görülürken,
hayatını din ve kutsaldan arındırmış olarak yaşayanlar da dünyevîleşmiş
olarak görülmektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrım dan da bahsetmek
gerekir. İslam dünyasında ve Batı dünyasında sekülerleşme diğer bir ifadeyle dünyevîleşme farklı anlamlarda kullanılabilmektedir. Batıda, din ve
kutsalın hayatın tüm alanlarından çıkarılması sekülerite olarak isimlendirilen bir tür dünyevîleşme iken, İslam toplumlarında batının sekülerleşme
olarak gördüğü dünyevîleşme olarak kabul edildiği gibi dünya malına
düşkünlük ve dünya sevgisi de bir tür dünyevîleşme olarak görülmektedir.
İşte burada belki de üzerinde durulması gereken en önemli husus bu olsa
gerektir. Yani batıda ortaya çıkan sekülerizm kavramının ifade ettiği mana
din ve kutsaldan uzak bir yaşam benimseme olarak kabul edilmiştir. Bir
tür din ve kutsalı inkâr ve ötelemeyi içermektedir. İslam dünyasında ise
dine ve kutsala bağlı olarak yaşarken dünyevîleşmeden bahsedilmektedir.
Dünyevileşme ve sekülerleşme Batı dünyasnda farklı İslam dünyasında
farklı algılanmaktadır.
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
55
Dünya malına düşkünlük ve dünyalık zevkler peşinde koşanlar dünyevîleşmekte midir? Yoksa Batı dünyasında olduğu gibi dünyevîleşmeyi,
din ve kutsaldan uzaklaşmak ve bunları hayatın hiçbir alanına karıştırmamak mıdır?
Burada belki de İslam dininin dünya ve ahiret vurgusu hem dünya
hayatı hem ahiret hayatını dinin bir konusu olarak belirtmesi hem Hristiyan anlayışından hem de Yahudi anlayışından farklılaşmaktadır. Kur’an’a
baktığımız zaman dünya ve ahiret vurgusunun yüzonbeş defa birlikte
zikredildiğini görüyoruz.16 Batı toplumlarını seküler bir anlayışa sevk eden
Katolik kilisenin dünya hayatına dair vurgu yapmayıp hep dinî ve kutsalı
öncelemesi (uhrevîleşmesi) olabilir. Aslında olmadığı halde kendilerinin
oluşturdukları “ruban sınıfı” da bunun tuzu biberi olmuştur. Bu dayatmanın sonucu olarak Batıda bir dine dayalı yaşam birde dinden uzak
yaşam şeklinde bir hayat tarzı görülmektedir. İslam’a baktığımız zaman
hem din hem dünya hem ahiret hayatlarına oldukça dengeli bir yaklaşımın olduğunu görüyoruz. Kur’an’da öte dünya ve burası, hep birbiriyle
bağlantılıdır. Burada yapılan her şey öbürünü etkilemektedir.17
Dinler, bu manevi dengeyi sağlama konusunda önemli bir rol oynamaktadır. Bazı dinlerde(özelikle Hristiyanlıkta) ve felsefelerde, maddi ve
manevi boyutlar birbirinden ayrılmıştır. İslam ise bu iki boyut arasında
bir denge kurmayı hedefler. Kuran-ı Kerim, dünyanın nimetlerinden istifade edilmesine izin verir, hatta vermiş olduğu birçok nimeti Allah, kendi
varlığını bulmanın bir delili olarak zikreder. Dünya nimetlerinin temiz
ve helal olanlarından istifade etmemizi tavsiye eder. Örneğin, Kuran’da,
ۚ
۟
ين
ُّ يَا بَ۪نٓي اٰ َد َم ُخ ُذوا ۪زينـَتَ ُك ْم ِعْن َد ُك ِّل َم ْس ِج ٍد َوُكلُوا َوا ْشَربُوا َوَاَل تُ ْس ِرفُوا اِنَّهُ َاَل يُ ِح
َ ب الْ ُم ْس ِ ۪رف
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde en güzel elbiselerinizi giyin,
yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.”18 Denilerek, maddi nimetlerin aşırıya kaçmadan, ölçülü bir şekilde kullanılması
gerektiği belirtilir.
16
Bk. Muhammed Fuad Abdulbaki, el-Mucemu’l-müfehres li elfazı’l-Kur’ani’l-Kerim (İstanbul:
Çağrı Yayınları, 1986), 21-23 ve 262-264.
18
el-A’raf 7/31.
17
Geniş bilgi için bk. Muhammed Abdelhaleem, “Kur’an’da Ahiret - Dünya ve Dünya Hayatı”,
çev. Şehmus Demir, EKEV Akademi Dergisi 1/3 (1998), 332 vd.
56
İSLAM VE YORUM VII
ِ ٰ
ِ ٰ ٰيك ال ٰلّه الد
ُّ ك ِم َن
ك َوَاَل
َ الدنـْيَا َواَ ْح ِس ْن َك َٓما اَ ْح َس َن اللّهُ الَْي
َ َس نَ ۪صيب
َ ُ َ َوابـْتَ ِغ ۪ف َٓيما اٰت
َ َّار ْااْلخَرةَ َوَاَل تـَْن
ٰ
ِ
ِ
ِۜ تـَْب ِغ الْ َف َس َاد فِي ْااْلَْر
ين
ُّ ض اِ َّن اللّهَ َاَل يُح
َ ب الْ ُم ْفس ۪د
“Allah’ın sana verdiği serveti O’nun yolunda harcamak suretiyle âhiretini kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl
ihsânda bulunduysa, sen de başkalarına öylece ihsânda bulun. Yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya kalkışma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez!” 19
ۜ
ِ
ِ اَلَ ْم تـََر اَ َّن ال ٰلّهَ َس َّخَر لَ ُك ْم َما فِي ْااْلَْر
الس َٓماءَ اَ ْن تـََق َع
َّ ك
ُ ك تَ ْج ۪ري في الْبَ ْح ِر بِاَْم ِر۪ه َويُ ْم ِس
َ ض۫ َوالْ ُف ْل
ِ ض اَِّاَّل بِِا ْذنِ ۪ۜه اِ َّن ال ٰلّهَ بِالن
ِ َعلَى ْااْلَْر
ف َر ۪ح ٌيم
ٌ َّاس لََرُؤ
“Görmüyor musun ki, Allah yeryüzündekileri ve O’nun emriyle denizde
akıp giden gemileri sizin hizmetinize verdi! Kendi izni olmadıkça yerkürenin
üzerine düşmemesi için göğü tutan da O’dur. Şüphesiz Allah insanlara çok
şefkatli, çok merhametlidir.”20
ِۜ ِ
ِ
ِ
ٍ ك َ ٰاَلي
ِ الس ٰمو
ِ ات َوَما فِي ْااْلَْر
ات لَِق ْوٍم يـَتـََف َّكُرو َن
َ َ ض َج ۪ميعاً مْنهُ ا َّن ۪في ٰذل
َ َّ َو َس َّخَر لَ ُك ْم َما في
“Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lutuf olarak
emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır.”21
ۚ
ِ
ك َم َو ِاخَر
َ َوُه َو الَّ ۪ذي َس َّخَر الْبَ ْحَر لتَأْ ُكلُوا ِمْنهُ لَ ْحماً طَ ِرياًّ َوتَ ْستَ ْخ ِر ُجوا ِمْنهُ ِح ْليَةً تـَْلبَ ُسونـََها َوتـََرى الْ ُف ْل
ِ
ضلِ ۪ه َولَ َعلَّ ُك ْم تَ ْش ُكُرو َن
ْ َ۪ف ِيه َولتـَبـْتـَغُوا ِم ْن ف
“Taze etinden yemeniz ve mücevherini çıkarıp takınmanız için denizi
hizmetinize veren de O’dur. Gemilerin denizi yararak gittiklerini görürsün
ki, bu da O’nun lutfuna nâil olmanız ve O’na şükretmeniz içindir.”22
Dünya ve ahiret dengesi, İslam inancında hayatın iki temel boyutunu
temsil eder. İslam’a göre, insanların bu dünyada sınırlı bir ömre sahip
oldukları, ardından ahirette sonsuz bir hayata geçecekleri inancı vardır.
Bu iki hayat boyutu arasında denge kurmak, Müslümanlar için önemli
bir değerdir.
Dünya Hayatı: Dünya hayatı geçici ve sınırlıdır. Bu hayatta insanların
ibadet, takva, iyi ahlak, adalet, merhamet ve cömertlik gibi değerleri benimsemesi ve yaşaması beklenir. Aynı zamanda, dünyevî sorumlulukları
yerine getirmek, ailesine bakmak, çalışmak, ilim öğrenmek gibi eylemler
19
el-Kasas 88/77.
22
en-Nahl 16/14.
20
21
el-Hac 22/ 65.
el- Câsiye 45/13.
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
57
de teşvik edilir. Bununla birlikte, dünyevî zevk ve arzulara aşırı düşkünlük, dünyaya tam anlamıyla dalmak veya dünya hayatını ahiretin önünde
tutmak hoş görülmez.
Ahiret Hayatı: Ahiret, insanların bu dünyada yaptıkları amellerin
karşılığını alacakları ebedi hayattır. İslam’a göre, insanlar ahirette, bu
dünyada yaptıkları iyilikler ve kötülükler temelinde hesaba çekilecek ve
cennet veya cehenneme gireceklerdir.
Dünya ve Ahiret Dengesi: İslam, dünya ve ahiret arasında denge kurmayı öğütler. Bu, dünyevî hayatta başarılı olmayı ve aynı zamanda ahiret
için hazırlıklı olmayı ifade eder. İnsanın hem dünyevî sorumluluklarına
dikkat etmesi hem de ahiret için iyi ameller yapması gerektiğini belirtir.23
İnsanın hayatındaki bu denge, Kuran-ı Kerim’deki şu ayetle vurgulanmıştır:
ِ
ِ ِ
ِ ٰ ْ الدنـيا حسنَةً وفِي
اب النَّا ِر
َ ااْلخَرِة َح َسنَةً َوقنَا َع َذ
َ َ َ َْ ُّ َربـَّنَٓا اٰتنَا في
“”Ey rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, öteki dünyada da iyilik
ver; bizi cehennem azabından koru”24
Gerçek huzur ve denge, maddi ve manevi yönleri dengede tutmakla
elde edilebilir. Bu denge, İslam’ın öğretileriyle sağlanabilir. Bu şuurla,
her iki boyutta da dengeyi sağlayarak daha huzurlu ve anlamlı bir hayat
sürdürülebilir.
Bu şekilde dünya ve ahiret dengesinden bahseden ayetler olduğu gibi.
Kur’an’da sadece ahiret hayatına vurgu yapan ayetlerde var. Bu ayetlerde
insanın birçok zaaflarından bahsedilir, dünya hayatıyla ve dünyalık nimetlerle uğraşanların ahiret hayatını unutmamaları için tembihlerde bulunur.
ۚ
ٰ ْ يل َو
ُّ ُقُ ْل َمتَاع
ااْل ِخَرةُ َخيـٌْر لِ َم ِن اتـَّٰقى َوَاَل تُظْلَ ُمو َن فَ ۪ت ًياًل
ٌ الدنـْيَا قَ ۪ل
“Onlara de ki: “Dünyanın menfaati pek azdır ve kısa bir süre içindir.
Âhiret ise, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bütünüyle hayırdır ve
size orada kıl kadar bile bir haksızlık yapılmaz.” 25
ِ ب الشَّهو
ِ الذ َه
َّ ين َوالْ َقنَ ۪اطي ِر الْ ُم َقْنطَرِة ِم َن
ِ ُزيِّ َن لِلن
ات ِم َن النِّ َٓس ِاء َوالْبَ ۪ن
ب َوالْ ِفض َِّة َوالْ َخْي ِل
ُّ َّاس ُح
َ
َ
َ
َ
ۚ ِ
ِ ۜ
ُّ ك َمتَاعُ الْ َحٰيوة
الدنـْيَا َوال ٰلّهُ ِعْن َدهُ ُح ْس ُن الْ َماٰ ِب
َ الْ ُم َس َّوَم ِة َو ْااْلَنـَْع ِام َوالْ َح ْر ِث ٰذل
23
24
25
Bk. Abdelhaleem, “Kur’an’da Ahiret - Dünya ve Dünya Hayatı”, 330 vd.; Abdelhaleem,
“Kur’an’da Ahiret - Dünya ve Dünya Hayatı”; Yakup Yüksel, “Dünya ve Âhiret Dengesi” (Tebliğ, 28 Ekim 2016), 677 vd.
el-Bakara; 201.
en- Nisa 4/77.
58
İSLAM VE YORUM VII
“Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara
câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir.
Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.”26
ۙ
ِ
َّ ِ
َّ ِ
ُّ ضوا بِالْ َحٰي ِوة
ين ُه ْم َع ْن اٰيَاتِنَا َغافِلُو َن
ُ ين َاَل يـَْر ُجو َن ل َقٓاءَنَا َوَر
َ الدنـْيَا َواطْ َماَنُّوا ب َها َوال ۪ذ
َ ا َّن ال ۪ذ
“Mahşer günü huzurumuza çıkacaklarını hiç hesaba katmayan, dünya hayatını âhirete tercih ederek nihâî mutluluk, tatmin ve huzuru onda
arayan ve hem kevnî hem de kavlî âyetlerimize büsbütün ilgisiz kalanlara
gelince”27
۟
ۜ ِ ِ ِ ِۜ
ِ ِ ٰ ْ الدنـيا فِي
ِّ ط
ُّ الرْز َق لِ َم ْن يَ َشٓاءُ َويـَْقد ُر َوفَر ُحوا بالْ َحٰيوة
ُ اَل ٰلّهُ يـَْب ُس
ٌااْلخَرِة اَّاَّل َمتَاع
َْ ُّ ُالدنـْيَا َوَما الْ َحٰيوة
“Allah dilediğine rızkı bolca bahşeder, dilediğine de sınırlı ölçüde verir.
Fakat inkârcılar, bu gerçeğin farkında olmadıkları için dünya hayatı ile
sevinip şımarırlar. Oysa âhiretin sonsuz nimetleri yanında dünya hayatı
azıcık, değersiz ve geçici bir geçimlikten ibarettir.”28
ۗ
ِ
ِ الدنـْيا وذَ ّكِر بِ۪ٓه اَ ْن تـْبسل نـ ْف
َّ ِ
س
ي
ل
ت
َ
ْ
َ ين ات
ْ
َس ب َما َك َسب
َ َو َذر ال ۪ذ
ٌ َ َ َ ُ ۜ ْ َ َ ُّ َُّخ ُذوا ۪دينـَُه ْم لَعباً َۚولَ ْهواً َو َغَّرتـْ ُه ُم الْ َحٰيوة
َۚ
ِ ِٰ ِ ِ
َّ َ ِيع واِ ْن تـَْع ِد ْل ُك َّل َع ْد ٍل َاَل يـُْؤ َخ ْذ ِمنـَْها اُ ۬وٰلٓئ
ين اُبْ ِسلُوا بِ َما َك َسبُوا لَ ُه ْم
َ ٌ لَ َها م ْن ُدون اللّه َول ٌّي َوَاَل َش ۪ف
َ ك ال ۪ذ
ِ َشر
اب اَ ۪ل ٌيم بِ َما َكانُوا يَ ْك ُفُرو َن
ٌ اب م ْن َح ۪مي ٍم َو َع َذ
ٌ َ
“Dünya hayatının aldattığı, dinlerini bir oyuncak ve eğlence edinen
kimseleri bir tarafa bırak. Yaptıkları sebebiyle hiç kimsenin bir felâket yaşamaması için Kur’an ile nasihat et. O kimse için, Allah’tan başka ne koruyucu
vardır ne de şefaatçi! O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul
edilmez. Onlar, yapıp ettikleri yüzünden felâkete sürüklenmiş kimselerdir.
İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem
verici bir azap vardır.”29
Bu ve benzer ayetler dünya ve ahiret dengesini dünyevileşme lehine
bozanlar için bir tür hatırlatma olarak kabul dilmelidir. Ayetler dikkatlice
okunduğunda dünya nimetleri kötülenmiyor. Bu nimetlere kapılıp ta Allah’ı ve ahireti unutanlar, dini yalanlayanlar, dünyalık peşinde koşup onu
elde etmek için yanlış yollara sapanlar uyarılmaktadır. 30
26
Âl-i İmran 3/14.
29
el-En’âm 6/70.
27
28
30
Yunus 10/7.
er-Ra’d 13/26.
Geniş bilgi için bk. Altıntaş, Din ve Sekülrleşme, 143 vd.
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
59
Aslında bu ayetler ahireti hatırlatarak dünyadaki yaptığımız hırs ve
tamah nedeniyle unuttuğumuz hakikatleri dünyada yapmamızı öğütlemektedir. Yoksa dünyayı terk edip tamamen ahiret için çalışma gibi bir
anlama gelmemektedir. Bu ayetlerin dünyayı tamamen dışlayıp ahirete
yönelinmesi şeklinde anlaşıldığı da olmuştur. Özellikle tasavvuf ehli arasında böyle anlaşılarak dünya hayatına dair bir boş vermişlik hâkim kılınmaya çalışılmıştır fakat sosyal hayatın düzenine baktığımız zaman tüm
toplumun böylesi bir mistik hayatı sürdüremeyeceği de tecrübe edilmiştir.
Günümüz insanlarına baktığımız zaman dünya ve ahiret dengesi
konusunda çok farklı tipolojilerin olduğunu görebiliriz. Lider konumunda olan kimselerin dünyevileşmesi, zengin konumunda olan insanların
dünevileşmesi ve ilim ehli konumunda olan kimselerin dünyevileşmesi
gibi gene sınıflandırmalar yapılabilir.31 Bu tipolojiler toplum merkezli de
görülebilmektedir. Bu bağlamda gelenekten beslenerek farklı tasavvuf
okullarının günümüze yansıyan kurumlarının oluşturduğu insan topluluklarını görmekteyiz. Bunlardan birçoğu şekilsel görüntüler ve bazı konulardaki hassasiyetleriyle öne çıkmaktadırlar. Yine günümüz toplumlarında
kendilerini dindar ve muhafazakâr olarak gören topluluklar vardır. Bunlar
da kendilerini yine geleneğe duyulan özlem ile şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Günümüz toplumlarında kendilerini çağdaş ve modern olarak
gören fakat geleneğin de etkisinden tam kurtulamamış olan gruplarla
karşılaşmaktayız. Geleneği tamamen reddeden ve kendilerini çağdaş ve
modern kabul eden topluluklara rastlayabilmekteyiz. Aslında günümüz
toplumlarındaki bu denli farklılaşmalar ve sınıf farklılıkları tamda dünyevileşme ve uhrevileşme bakımından sınıflanmalardır.
Bu sınıflanmaların uhrevileşme kanadında yer alıp tamamen dünyevi
olanlardan uzaklaşmaya çalışan özellikle bir tasavvuf ekolünün mensubu
olan gruplar ki bunlar mistik hayatı tercih edenlerdir. Karşı tarafta ise
hayatından dinî ve manevî değerleri tamamen çıkartarak tam bir dünyevileşme içerisine giren gruplardır. Bunlarda kendi aralarında çok farklı
bakış açılarına sahip olanlardır. Bu iki uç grupların arasında birçok farklı
bakış açılarıyla kendilerini konumlandıran gruplar vardır.
İslam’ın temel hedefi ise her iki ucu da tasvip etmeyip mutedil olmayı
gerektirmektedir. Günümüz toplumlarında meseleye mutedil yaklaşıp
31
Ayrıntılı bilgi için bk. İlhami Güler, “Dünyanın Başına Gelen ‘Derin Sapkınlık’: Dünyevileşıne”,
islâmiyât 4/3 (2001), 43-45.
60
İSLAM VE YORUM VII
hem dünya hem de ahiret için çalışmayı alışkanlık haline getirmiş gruplar
da vardır. Hatta İslam toplumunun bugün için çoğunluğunu bu mutedil
gurubun oluşturduğunu söylemek yerinde olacaktır.
Sonuç
Orta çağ Hristiyan toplumları üzerinde kilisenin baskısıyla, din ve dînî
olandan uzaklaşma süreçleri başlamıştır. Özellikle Katolik kiliselerinin
toplum ve birey ürerindeki baskıları bir tür karşıtlığı da beraberinde
getirmiştir. İşte bunlardan birisi de sekülerleşme sürecidir. İlk ortaya çıktığından beri birey ve toplumun dinden uzaklaşma çabaları bu kavramla
ifade edilmiştir. Bu da batı toplumlarında dine dayalı ilkelerin hâkim olduğu yaşam tarzı ve dinden arındırılmış ilkelerin hâkim olduğu yaşam
tarzı şeklinde iki farklı yaşamı ifade eder olmuştur. Özellikle modernite ve
batıda bilimin ilerlemesiyle birlikte dinin ilkelerinin hâkim olduğu yaşam
tarzı neredeyse kiliseye bağlı din adamlarının dışında pek kalmamıştır.
Zaten modernitenin oluşturmak istediği toplumsal yaşam modeli de dinî
olan ve kutsal olandan tamamen arındırılmış bir yaşam tarzıydı.
Yaşam şekilleri böyle olmakla birlikte post modern dönemde batılı
toplumların tekrar dine doğru bir eğilim gösterdikleri de bir gerçektir.
Bu da insanların fıtratlarına uygun olarak kutsaldan ve dinden uzak kalamayacaklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Dine ve kutsala
bir eğilim olmakla birlikte yine de Batılı toplumların yaşamlarında din
ve kutsalın etkili olduğu söylenemez.
İslâm düşüncesine göre, dünya ve ahiret, birbirinden bağımsız ve
zıt iki kavram değildir. Aksine, bir Müslüman’ın dünyaya bakışı, ahireti
kazanma yolu olarak görülmelidir. Yani, İslâm, dünyaya tamamen sırtını
dönme veya ondan kaçma düşüncesini savunmaz. Bunun yerine, dünyadaki hayatın değerini bilen, ama onu sadece ahiret için bir araç olarak
gören bir yaklaşımı teşvik eder.
Bu bakış açısına göre, bir Müslümanın dünya işleriyle meşgul olması,
onun dininden uzaklaşması anlamına asla gelmez. Ancak bu meşguliyet,
ahiret kurtuluşunu tehlikeye atmamalıdır. Yani bir Müslüman, dünyadaki zenginlik, makam veya şöhret peşinde koşarken, bunların ötesindeki
ahiret hayatını da göz ardı etmemelidir. Bu denge, İslâm’ın öğrettiği hayat
felsefesinin temelini oluşturur.
DÜNYEVÎLEŞME VE UHREVÎLEŞME AÇISINDAN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI
61
İslamın temel yaklaşımı bu olmakla birlikte, “sekülerleşme” ve “dünyevîleşme” eğilimleri hem batıda hem de İslam toplumlarında görülmektedir. Batıda tam bir sekülerleşme modeli hâkim iken İslam toplumlarında
dini inançla birlikte bir tür dünyaya meyletme yani dünyevileşme görülmektedir. Bu anlamda sekülerleşme ile dünyevileşme arasında ciddi
farlıkların olduğunu vurgulamak gerekir.
Sekiler kavramının Batı kültüründen alındığını İslam tplumunu etkilemekle birlikte İslâm kültürüyle tam anlamıyla örtüşmediğini belirtmek
önemlidir. İslâm, dünya ve ahireti birbirine karşıt olarak görmek yerine,
onları birbirini tamamlayan ve birbirine bağlı olarak görür. İslâm’ın bu
holistik yaklaşımı, bir Müslümanın hem dünyada hem de ahirette mutluluğu ve başarıyı hedeflemesini teşvik eder.
Kaynakça
Abdelhaleem, Muhammed. “Kur’an’da Ahiret - Dünya ve Dünya Hayatı”.
çev. Şehmus Demir. EKEV Akademi Dergisi 1/3 (1998), 321-333.
Abdulbaki, Muhammed Fuad. el-Mucemu’l-müfehres li elfazı’l-Kur’ani’l-Kerim. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1986.
Altındal, Aytunç. Laiklik Enigma’ya Dönüşen Paradigma. İstanbul: Anahtar
Kitaplar Yayınevi, 1994.
Altıntaş, Ramazan. Din ve Sekülrleşme. İstanbul: Pınar Yayınları, 2005.
Arslan, Hulusi. Mâturîdî’de İnsanın Yaratılış Hikmeti. Malatya: Mengüceli
Yayınları, 1. Basım, 2013.
Aslan, Adnan. “Sekülerleşme -Kavramsal Bir Analiz-”. Din ve Hayat 13
(2011).
Baturer, Dilara. “Vestfalya Antlaşması”. TUIC Akademi. 21 Mart 2014. Erişim 15 Ekim 2023. https://www.tuicakademi.org/vestfalya-antlasmasi/
Beşer, Faruk. “Dünyevîleşmenin Tezahürleri ve Dünya-Ukbâ Dengesi”. Din
ve Hayat 13 (2011), 28-31.
Cevizci, Ahmet. Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma, 2002.
Cox, Harvey. Secular City. New York: Collier Books, 1990.
62
İSLAM VE YORUM VII
Çav, Erkan. “Türkiye’de Din ve Sekülarizm: Cahit Tanyol İle Şerif Mardin’in
Yaklaşımlarının Karşılaştırmalı İncelemesi”. Turkish Studies Comperative Religious Studies 14/1 (2019), 17-95.
Güler, İlhami. “Dünyanın Başına Gelen ‘Derin Sapkınlık’: Dünyevileşıne”.
islâmiyât 4/3 (2001), 35-58.
Luther, Martin - Calvin John. Seküler Otorite Sivil Yönetim. çev. İ. Halil
Yılmaz. İstanbul: Pinhan Yayınları, 2016.
Öğüt Marangoz, Aşkım - Uluç, Nurhan. “Sekülerizm’in Kavramsal, Kuramsal ve Tarihsel Gelişimi”. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi (KMÜ EFAD 4/2 (2021), 335-345. https://
doi.org/10.47948/efad.1022631
Yegin, Abdullah vd. Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat. İstanbul:
Türdav Aş., 1990.
Yüksel, Yakup. “Dünya ve Âhiret Dengesi”. Tebliğ program adı: Uluslararası
Yanlış Algılar ve Doğru İslam Sempozyumu, Şanlıurfa, 28 Ekim 2016.
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE
DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN İÇSEL VE DIŞSAL
ETMENLER
Selim ÖZARSLAN
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Elazığ, Prof. Dr.
orcid.org/0000-0002-4881-6987.
sozarslan1@firat.edu.tr
Giriş
İnsanlık ve dinler tarihinin başlangıcından günümüze kadar İlahî
Din’in muhatabı insandır. Din, insanlarla birlikte var olan ve yaşayan bireysel ve sosyal bir gerçekliktir. İnsanlık tarihi dinsiz bir toplumun varlığını
tespit etmemiştir. İnsan, evrende yaratılmış varlıkların en şereflisidir.
Bilindiği gibi Allah’ın zâtının dışında var olan her şeye âlem1 diyoruz.
Yüce Allah, insanı akıl, irade ve yapıp edebilme yani eylemde bulunabilme
kabiliyetiyle donatmıştır. İnsan sadece akıl sahibi değil aynı zamanda
duygu, sezgi ve ahlak sahibi bir varlıktır. Bu kabiliyetleri sebebiyle diğer
varlıklardan daha önemli ve şerefli bir konuma yükselmiştir.
Farklı şekillerde tanımı yapılabilen bir kavram olan din ise insanları
iyiye ve güzele yönlendiren, kötü ve çirkin söz ve davranışlardan uzaklaştıran İlahî kanunlar bütünüdür. Dine inanan dinli yahut imanlı bir insanın muhatabı ve ilişki kurduğu varlıklar ise başta aile bireyleri olmak
üzere dine inanan yahut inanmayan diğer insanlar, bireysel ve toplumsal
çevresi, içinde yaşadığı doğa/tabiat/kâinât/âlem ve nihayet yaratıcısı
olan Yüce Allah’tır. İnsan niçin yaratılmıştır? İnsan, başta kendisini yani
nereden gelip nereye gittiğini ve Yaratıcısını tanıyıp bilmek olmak üzere
içinde yaşadığı kâinatı imar etmek için yaratılmıştır. Evren’deki hava, su,
toprak, ateş, bitki, hayvanlar başta olmak üzere gökyüzü ve yeryüzündeki bütün varlıklar da insanın yarar ve istifadesine sunulmuştur. Buna
1
Muhammed b. Mahmud el- İsfehânî, Kitabü’l-Kavâidi’l-Külliyye fi cümletin mine’l-fünûni’lilmiyye. thk. Mansur Korançağ, Bilal Taşkın (Ankara: İslam Araştırmaları Merkezi, 2022),
311.
64
İSLAM VE YORUM VII
karşılık olarak Din’in vâizi olan Yüce Yaratıcı yarattığı insandan dünya
hayatında öncelikle kendisine inanıp kulluk etmesini, daha sonra yaratılış
gayesine uygun olarak evrendeki bu varlıklardan ihtiyaçları ölçüsünde
yararlanmasını, diğer insan ve varlık türleriyle bunları ahenkli bir uyum
içerisinde kullanmasını, kalanı emanet bilinciyle gelecek nesillere devretmesini istemektedir. İlâhi Din’in insandan istediği görev ve sorumluluklar
ana hatlarıyla bunlardan ibarettir. Kısaca din, ilk önce insanın Allah’la
olan ilişkisini –O’na nasıl ibadet edeceğini göstermek suretiyle- düzenler.
İnsanın Allah ile ilişkisini düzenleyen dini değerler, dinin iman ve ibadet
ilkelerini belirler. İkinci olarak din, insan için kurallar koymakta, koyduğu kurallarla insanların birbirleriyle uyum ve ahenk içinde yaşamalarını
sağlamaktadır. Bu haliyle din, insanın diğer insanlarla ilişkisini düzenlemektedir. İnsanın diğer insanlarla ilişkisini düzenleyen dini değerler
ise gerek birey gerekse toplum çapında beşerî ilişkilerle ilgilenen Ahlak,
Hukuk ve bir düzeye kadar da görgü kurallarını düzenler. Üçüncü olarak din koyduğu kurallarla insanın doğal/ tabiî çevresiyle olan ilişkisini
düzenlemektedir. İnsan- âlem ilişkisini düzenleyen değerler ise insanın
içinde yaşadığı doğal çevresine karşı takınması gereken tutumu belirler.
Bunları özetleyecek olursak din, insan- Allah; insan- insan ve insan- âlem/
kâinat ilişkilerini düzenlemektedir. Yani din, bütünüyle insan içindir ve insanın hakiki anlamda mutluluğu yakalayabilmesi ve yaşayabilmesi içindir.2
Ancak yaratılan insan, fıtraten hem doğruya hem de yanlışa gidebilecek
imkan ve kabiliyetlere sahip olarak yaratıldığı,3 kötüyü emreden nefse
sahip olduğu4 ve içerisinde yaşadığı toplumun dinî, ahlâkî, siyasî, sosyal,
sosyo-kültürel, sosyo- ekonomik ve ekolojik/çevresel değer yargılarından olumlu yahut olumsuz yönde etkilendiğinden kendisinden istenip
beklenen sorumluluklarını gereğince yerine getir(e)memektedir. Bu da
hem bireysel ve psikolojik hem de toplumsal hayatı olumsuz etkilemekte
insanı yaratılış amacından uzaklaştırmakta, ruhen ve bedenen yalnızlığa
ve biyolojik olarak yaşarken zihnen yok oluşa götürmektedir.
Genelde insanı özelde ise Müslüman insanı kendi maddî ve manevî
değerlerinden uzaklaştıran unsurlardan birisi belki de en önemlisi uy2
3
4
İsrâ 17/ 23-32.
ٍ َونَ ْفـeş-Şems 91/7-8. “…Nefse
َاب َمـ ْن د ََّســاهَا
َ ) قَـ ْد أَفْلَـ8( ) فَأَلْ َه َم َهــا فُ ُجو َر َهــا َوت َ ْق َوا َهــا7( ـس َو َمــا َسـ َّواهَا
َ ) َوقَـ ْد خ9( ـح َمـ ْن َزكَّا َهــا
ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki,
nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
Yusuf 12/ 53
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN
İÇSEL VE DIŞSAL ETMENLER
65
dular ve internet teknolojisine bağlı olarak telekomünikasyonun/haberleşmenin gelişmesiyle dünyanın küçük bir köy haline gelmesi, ilahî ve
beşerî kaynaklı dinlerin, dinli dinsiz kültürlerin, farklı din, mezhep ve
değer anlayışlarının ve yaşam biçimlerinin birbiriyle karışması; teknolojik gelişmişliğe sahip ülkelerin Tanrı ve din anlayışlarının ve yaşam
biçimlerinin, bu gelişmişlik düzeyine ulaşmayan ülke insanlarının yaşam
biçimlerini, din ve değer yargılarını etkilemesidir. Dünyanın küçük bir
köy haline gelmesi, farklı din, kültür, sosyal yapı, ekonomik faaliyetlerin
içerisinde bulunan günümüz dindar insanını doğrudan etkilemekte, farklı
din, kültür ve yaşam tarzlarına sahip insanlarla birlikte yaşamaya çalışırken bir takım zorluklarla da karşılaşmaktadır. Bunların en önemlisi sahip
olduğu dini ve millî kültürel değerlerini muhafaza ile kimlik ve şahsiyetini
koruyarak yaşamına devam etmesidir.
Bilimsel ve teknolojik imkânlara sahip olmanın verdiği öz güvenle
bütün dünyada yaşayan insanlığa egemen olmak isteyen Batı kaynaklı
kapitalist zihniyet,5 kendi asliyeti bozulmuş din anlayışını, aile anlayışı
bozulmuş sosyal yapı ve dokusunu, sosyal yardımlaşma kavramını ortadan
kaldıran kapitalist ekonomik yapısını, dinî olmaktan çıkmış seküler toplum ve kültür anlayışını, eğlence ve yaşam tarzını, gazete, dergi ve sosyal
medya araçlarıyla dikte etmeye çalışmaktadır. Söz konusu kapitalist zihniyet ya da hayat tarzı kutsaldan uzaklaşarak dünyevileşmeyi öncelemekte
ve bu hayat tarzını makbul ve değerli saymaktadır. Sosyolojik bir gerçektir
ki maddi ve teknolojik güce sahip üst kültürler, söz konusu güçten yoksun
kültürlere tesir ederek onlara kendi din, kültür ve yaşam tarzlarını kabul ettirirler. Bu tür olumsuzluklardan etkilenmemek yahut söz konusu
etkiyi en aza indirerek kendi dini ve milli kimliğimizi koruyarak hayata
devam etmek için yeni yetişen genç nesillerimize eğitim kurumlarımızda
akıl ve vahiy dengesini merkeze almış bir din eğitim ve öğretimini öne
çıkarmamız kaçınılmaz bir gerekliliktir. Çünkü içinde yaşadığımız post
modern çağda dikte edilmeye ve bütün yer küreye yaygınlaştırılmaya
çalışılan Yaratıcıyı ve kutsal değerleri hayatın dışına itmiş seküler ve kapitalist yaşam tarzı, insanı hem ruhen hem de bedenen maddenin esiri
5
Tarihleri boyunca Batı düşünce sisteminin unsur ve bileşenlerini tabiatı ele geçirme, güçlü
olma ve gücü elde tutma, zayıfa boyun eğdirme, maddeyi önceleyerek maddiyat merkezli
düşünüş ve nihayet bireyin arzularını kutsama gibi şeyler oluşturmaktadır. Bkz. Koray
Şerbetçi, “İslamofobinin Tarihsel ve Kültürel Kökenleri”, İslamofobi ve Batı’da Yükselen
Irkçılık. 3. Baskı, (İstanbul: DİB. Yayınları, 2022), 9.
66
İSLAM VE YORUM VII
olmaya ve mutsuzluğa ve yalnızlığa mahkûm etmektedir. Din duygusu
olmayan bir insan biyolojik bir hayatın kendine dayattığı yaşlanma ve
yalnız kalma korkusu gibi sıkıntılarla başa çıkamaz, hayatını anlamlandıramaz dolayısıyla da aradığı mutluluğu bulamaz. Ayrıca öğretilen din
anlayışının sadece zihni kabul düzeyinde kalmaması ve bireysel ve toplumsal hayatımızda eyleme ve ahlaki tutum ve davranışlara dönüşmesi
sağlanmalıdır. Yani hak, hukuk temelli din anlayışımız sadece söylemde
kalmamalı, bizzat eylem ve davranışlarımızla bireysel ve toplumsal hayatımıza yansıdığında anlamlıdır ve maksud da budur. Çalışmamızda nitel
araştırma yöntemleri kullanılacaktır.
1. Dinin Muhatabı İnsan ve Sorumluluğu
İslâm, insanın bizzat kendisinin bir değer olduğunu her defasında
ortaya koyma gayreti içerisinde olmuştur. İslâm anlayışına göre, sonsuz
güç ve kudret sahibi olan Yüce Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış,6 ona şan ve şeref vermiş,7 ruhundan ona üflemiş,8 yeryüzünü insana
boğun eğdirmiş,9 saymak istersek sayamayacağımız kadar çok nimetleri10
insanın emrine amade kılmıştır. Bunlarla birlikte ona akıl, fikir, irade ve
yapıp etme gücü/ kudret vermiştir.11 İnsanın var oluş gayesi ise kendini ve âlemi bilmesi, yaratanını bilip tanıması, onu çokça zikredip12 ona
ibadet etmesi13, eşyanın hikmetini ve hakikatini kavramasıdır. Bütün bu
nimetlerle donatılan insandan istenilen ise yaratılış gayesine uygun olarak
yetişmesi, insanları sevmesi ve sevilmesi, merhamet eden, diğer insanlarla
iyi geçinen ve kendisiyle iyi geçinilen olması, bunlarla birlikte kendisiyle,
aile bireyleriyle, içinde yaşadığı toplumla, milletiyle ve kısacası bütün
varlıkla barışık olmasıdır.14 İnsan ancak bu gayesini gerçekleştirebildiği
ölçüde Kur’ân’ın istediği mü’min insan sıfatına sahip olabilir.
6
et-Tin 95/1.
8
el-Hicr 15/29.
7
9
10
11
12
13
14
“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini
en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün
kıldık”. el-İsrâ 17/70.
el-Mülk 67/15.
İbrahim 14/34.
Selim Özarslan, Kelam’da Tevbe (Ankara: Bizim Büro Basımevi, 2003), 9.
Ahzâb 33/41-42. “Ey inanalar! Allah’ı çokça zikredin ve O’nu sabah- akşam teşbih edin”.
“ ِنوُدـُبْعَيلِ َّاَّلِإ َسـنِْْإْلاَو َّنـِجْلا ُتـْقلََخ اـَمَوBen cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”
Zâriyât 51/56.
Bkz. Mülk 67/12.
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN
İÇSEL VE DIŞSAL ETMENLER
67
İnsanı bu nimetlerle donatan ve var oluş gayesi yükleyen yüce varlık, onu yapıp ettiklerinden sorumlu/ mükellef tutmuştur. Bu sorumlu
tutuş bireyin kendisiyle sınırlandırılmıştır. Yani başka bireylerin yaptığı
eylem ve davranışların sonucundan bireyin kendisi sorumlu tutulmadığı
gibi, bireyin kendi yapıp ettiklerinin sonucundan da başkaları sorumlu
tutulmamıştır. Bu bağlamda her birey kendi ektiğini biçecek, yaptığının
karşılığını görecektir. Kur’an’da Yüce Allah, bu gerçeği bütün açıklığıyla
şöyle belirtmiştir: “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez.”15
“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı hayır kendi lehine, yapacağı şer de kendi aleyhinedir”16,“Bilsin ki
insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”17
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı,
ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki
Allah’ın verdiği söz gerçektir.”18 Bütün insanların kendi derdine düşeceği
kıyamet gününün durumu hakkında oldukça özlü bilgi veren bu ayetle,
kâfir olan babasına ahiret günü faydası dokunabileceği ümidi besleyen
bazı müminlere, bu imkânın bulunmadığı bildirilmiş olmaktadır.
“Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik. Herkes kazandıklarına
karşı bir rehinedir”19 Bu ayette vurgulanan her bireyin ahirette hayır/iyi
ve şer/ kötü ne yapmışsa karşılığını eksiksiz alacağıdır. Bireyler kendi yaptıklarına ipotek edildiğine göre, iyi amellerle gelenler ipoteği çözecekler,
kötü amellerle gelenler ise ipoteği çözemeyip cezaya maruz kalacaklardır.
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı
şer yapmışsa onu görür.”20 “Bu durumda her kim mümin olarak iyi davranışlar yaparsa onun çabasını görmezlikten gelmek olmaz. Zira biz onu
yazmaktayız.”21
Andığımız bu ayetler, ilahî vahye ve onun bildirdiği emir ve yasaklara
muhatap olan insanların dünyada yaşamları sürecince yalnızca kendi fikir,
düşünce, yaşayış biçimi ve yaptığı eylem ve davranışlarından sorumlu
15
el-İsrâ 17/15.
18
Lokman 31/ 33.
16
17
19
20
21
el-Bakara 2/286.
en-Necm 53/39.
et-Tûr 52/21.
ez-Zilzâl 99/7-8.
el-Enbiyâ 21/94.
68
İSLAM VE YORUM VII
olacaklarını ortaya koymaktadır. İnsan Allah’ın kendisine bahşettiği akıl,
irade, kudret ve yapıp edebilme gücüyle donatıldığından bunları en iyi
bir biçimde kullanarak kendisine ve yaşadığı toplumuna neyin faydalı
neyin zararlı, neyin iyi neyin kötü olduğunu araştırıp bilmeli, ona göre
de hareket tarzını tespit etmelidir. İşte bu iyi ve kötünün tespiti ve ona
göre davranış biçimlerini ayarlamada insanlar birbirlerinden farklılık
kazanmakta kimisi doğru yolu bulurken, kimileri de nefsinin arzu ve isteklerine uyarak doğru yoldan sapmaktadır. Doğru yoldan sapış demek,
insanların hata ve noksanlıkların içerisine girmesi demektir.
İnsanlar isteseler de bazen çok farklı sebeplerle hata ve kusurlu işler
yapmaktan dolayısıyla da günaha girmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Hata ve yanlış yapmak insanın nefsî zaafiyetlerinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’da bu hususa Hz. Yusuf’un dilinden şöyle işaret edilmektedir:
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis
aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir” dedi.”22 Bu da onunla Rabbi arasındaki olumlu ilişkiyi
zedelemeye kadar götürebilir.23 Nitekim Kur’an insanın bu durumuna işaret ediyor: “İnsan Rabbine karşı pek nankördür”24 “Gerçekten insan apaçık
bir nankördür”25 Yanlış ve hata yapmayarak günaha girmemek yalnızca
meleklerin niteliklerinden olurken, yalnızca kötülük yapmak ve işlediği
kötülükte ısrar ederek ondan dönüp pişman olma gayreti göstermemek
de şeytanın niteliği olmaktadır.26 Hem iyilik hem de kötülük yapabilme
yetenek ve imkânına sahip varlık ise insandır. Akıllı ve iradeli bir varlık
olan insana düşen şey, kendisini kötülüklerin peşinden giderek ziyana
uğratmak değil, aksine nefsini kötülüklerden arındırarak kurtuluşa ermektir.27
22
23
24
25
26
27
ِ ِ ِ ِ
ِ ِ ُّ ِئ نـ ْف ِسي إِ َّن النـَّْفس َأَل َّمارةٌ ب
ور َرِح ٌيم
ٌ السوء إَّاَّل َما َرح َم َربّي إ َّن َربّي َغ ُف
َ ُ َوَما أُبـَِّر
َ َ
Farklı bir bakış için bkz. Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan Çev. Süleyman Ateş,
(Ankara: trs.), 220.
Yusuf, 12/ 53.
el-Adiyât 100/6.
ez-Zuhruf 43/14.
Bkz. Cihat Tunç, Kelam (Sistematik) (Kayseri: 1997), 90.
eş-Şems, 91/ 9-10.
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN
İÇSEL VE DIŞSAL ETMENLER
69
2.Din Anlayışlarına Olumsuz Tesir Eden Faktörler
Bilgi çağını idrak eden günümüzde küreselleşme ve telekomünikasyonun etkisiyle insana ait olan dinî, sosyal, kültürel, ekonomik değer ve
değer yargıları aşınmaya, değişime ve dönüşüme uğramaktadır.
2.1. Modern Hayatın Dayattığı Sekülerleşme/ Dünyevileşme
İdeolojisi
Modern Batılı hayatın dayattığı sekülerizm ya da dünyevileşme28 ideolojisi günümüz insanının metafizik âlemle ilişkisini koparmakta, din,
ahlak ve maneviyat anlayışını kökünden sarsmaktadır. Dünyanın belli
bir ülkesinde yahut coğrafyasında yaşayan günümüz insanının kültür
değerlerinden olan dini inancı, Tanrı bilinci ve ahlak anlayışı da ister istemez bu küresel değişim ve dönüşümden olumsuz olarak etkilenmekte,
din ve Allah inancını zayıflatmakta, ahlak anlayışını yozlaştırmaktadır.
Dünyevileşme ideolojisinin zararlı tesirlerinden İslam dinini korumak
ve yozlaştırılmasını önlemek gayesiyle bugünün kelam konuları içerisine
inanç meselelerinin yanında bireysel ve toplumsal davranışları düzenleyen temel İslami prensipler de dahil edilmelidir. Yani ahlaki davranışları
önceleyen ayetler de kelamın konuları içerisine alınmalıdır.
1.2. Ahlakî Yozlaşma
Dünyevileşme ideolojisi, çağdaş insanın hayatında dine yer verip
alan açmadığından hatta dini inanç, değer ve uygulamaları (ibadetleri)
dışladığından ahlaki yozlaşmaya yol açmaktadır. Yozlaşma, “bozulmak,
bir şey, manevi anlamda değer yargılarını, özelliklerini ve niteliklerini
yitirmek, milli ve dini değerleri unutmak ve başka kültürlere ve ülkelere özgü gelenekleri benimsemek” olarak tanımlanır. Başka bir deyişle
yozlaşma, sahip olunan iyi nitelikleri dış etkenlerle sonradan yitirmek,
özünden uzaklaşmak, dönüşmek, bozulmak demektir.29 Yozlaşma insanların kendilerine ve içinde yaşadıkları topluma karşı yabancılaşmasına
neden olduğu gibi toplumsal düzenin bozulmasına da sebeptir. Ahlaki
yozlaşma da insanların iyi ve güzel davranışlardan uzaklaşması, ahlakın
kötüleşmesi, bozulması ve ahlaki olanın dikkate alınmaması durumudur. Ahlaki yozlaşmaya uğrayan toplumlarda yalan, hile, gıybet, kin, alay,
28
29
Ahireti ve hesabı unutup dinî ve ahlaki değerleri önemsememek, dünyevi haz ve lezzetleri
öncelemek.
Komisyon, Türkçe Sözlük (Ankara: Türk Dil Kurumu, 1988), 1642.
70
İSLAM VE YORUM VII
bencillik, nefret, düşmanlık, fuhuş ve yolsuzluk gibi çirkin davranışlar
normal sayılır ve kabul edilirken merhamet, sevgi, saygı, diğerkâmlık/
îsâr, sadakat, affetmek, sabır, vefa, cömertlik, fedakârlık ve tevazu gibi
değerler küçümsenir. Hâlbuki bu ahlaki değerler, bireyi insan yapan asli
niteliklerdir. Zira insan dışındaki diğer varlıklarda söz konusu ahlakî değerler bulunmaz ve onlar bu değerlerden de sorumlu tutulmamışlardır.
Bireylerdeki ahlaki yozlaşmanın temelinde, kişinin Allah’ın kendisini
gördüğünü unutarak bencilce davranması bulunmaktadır.
Ahlaki yozlaşmanın diğer sebepleri arasında ise cehalet, millî ve manevi değerlerden uzaklaşma, dünyevileşme ve amaçsızlık bulunmaktadır.
Ahlaki yozlaşma toplum hayatını ve sahih din anlayışını en fazla tehdit
eden unsurların başında gelmektedir. Ahlaki yozlaşmayı daha kötü yapan
şeyse dinî ve ahlakî değerlerin bozulduğunun farkına varılmamasıdır.
Ahlaki yozlaşma, toplum hayatında sosyal, iktisadî, coğrafi şartların getirdiği farklılaşmalar değil, ahlaki değerlerin anlamını yitirmesidir. Mesela
yalan söylemek her zaman ve mekânda kötü ve yanlıştır. Yalan söylemenin
yanlış bir davranış olduğu hakkındaki algının değişmesi hatta normal bir
şeymiş gibi kabul edilmesi ahlaki yozlaşmadır. Dünyevileşme, yozlaşmanın hem sebebi hem sonucudur. İnsanın dünya nimetlerine olan meyli
yozlaşmayı getirmekte, yozlaşmayla birlikte dünya malına olan tamah
daha da artmaktadır. Dünyevileşme, ahireti ve hesabı unutup dinî ve ahlaki değerleri önemsememek, dünyevi haz ve lezzetleri öncelemektir. Bu
konuda Kur’an-ı Kerim’de “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara
güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek
yerin güzeli Allah katındadır” buyrularak insanın dünya ve ahiret dengesini gözetmesine vurgu yapılmıştır. Hâlbuki dünya hayatı başlı başına
bir gaye değildir. Fıtrat dini olan İslâm, dünya hayatının geçiciliğine işaret
etmiş, dünya yaşamında insana sunulan mal, mülk, evlat gibi nimetlerin
kendisini aldatmamasını, asıl ve sonsuz hayatın ahiret yaşamı olduğunu
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN
İÇSEL VE DIŞSAL ETMENLER
71
birçok kere vurgulamıştır.30 “Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (şeytan), Allah
hakkında sizi aldatmasın.”31 Dünya hayatını ne zevk ve sefası ne de uzun
süre devam etmesi meşru kılar, o, sadece nefsi arındırıp olgunlaştırarak
insanı Yaratıcısı ile buluşmaya uygun hale getirmekle meşrutiyet kazanır.32
2.3. İslam Dini’nin Yanlış Anlaşılması
Din anlayışına olumsuz tesir eden faktörlerden birisi de İslam’ın yalnızca teolojik olarak anlaşılması, onun sadece dini söylev ve mesaj olarak
algılanmasıdır. Bu algı onun içinde yaşadığımız fizik ya da dış dünyayı
düzenleyen ve değiştiren eylemsel/ amelî rolünün yok sayılmasına yol
açmıştır. Böyle bir din anlayışı da İslam toplumunun gücü ve direncini
içerden zayıflatmıştır.33 İslam yalnızca salt iman değil, imanla birlikte
salih ameldir, iyi ve güzel davranışlarda bulunarak dünya hayatını imar
etmektir. Nitekim günümüz Müslüman insanı ve genci dinini yaşama ve
bağlılıkta Hz. Ebubekir’in bağlılığını, adalette Hz. Ömer’in adaletini, hayâ
ve edepte Hz. Osman’ın hayâsını ve nihayet yiğitlik ve cesarette Hz. Ali’nin
şecaatini kendisine örnek edinmelidir.
2.4.Yanlış Din Anlayışının Oluşmasına Sebep olan Unsurlardan
Biri de İbadetlerin Âdet Hükmüne İndirgenmesidir.
İbadet bilinci ve Allah rızası için yapılan bütün ibadetler, insana her
daim iyiliklere yönlendirecek bir karakter yapısı, ruh zenginliği ve gönül
ferahlığı kazandırır. İbadet şuur ve bilinciyle değil de âdet olduğu için
yerine getirilen ibadet ve taatlar, insana manevi bir çevre oluşturamazlar.
Dolayısıyla ibadetin kazandırdığı gönül ferahlığına ulaşamazlar. 34
30
31
32
33
34
Onlara de ki: “Dünyanın menfaati pek azdır ve kısa bir süre içindir. Âhiret ise, Allah’a karşı
gelmekten sakınanlar için bütünüyle hayırdır ve size orada kıl kadar bile bir haksızlık
yapılmaz.” Nisâ 4/ 77; Bundan başka dünya hayatının geçici ve aldatıcı, ahiret hayatının
devamlı ve daha yararlı ve faydalı olduğuna işaret eden ayetler için bkz: Bakara 2/ 212; Al-i
İmran 3/ 14; En’âm, 6/ 62, 70; Yunus 10/7, 24; Hûd 11/16; Râd, 13/26; İbrahim 14/ 3; Nahl
16/ 107; Kehf 18/28, 45, 46; Tâ Hâ 20/ 129, 131; Şuarâ 26/ 60, 61; Kasas 28/ 60; Ankebût
29/ 64; Rûm 30/7; Fâtır 35/ 6; Mü’min 40/39; Şûrâ 42/34; Zuhruf 43/ 32; Ahkaf 46/ 20;
Muhammed 47/36; Hadid 57/ 20; Teğabün 64/15; Şûrâ 42/ 20.
Fâtır, 35/5.
Lord Nortbourne, Modern Dünyada Din çev. Şehabeddin Yalçın, (İstanbul: İnsan Yayınları,
1995), 27
Aliya İzzetbegoviç, İslami Yeniden Doğuşun Sorunları (İstanbul: Fide Yayınları, 2014), 17.
Recep Kılıç, “Din ve İnsan” Din Öğretimi Dergisi (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,
1993), Sy: 39, 56.
72
İSLAM VE YORUM VII
2.5. Çağdaş Ahlak Anlayışının Dini Ahlakı İstila Etmesi
Yazılı ve görsel medya, internet ve sosyal medya araçlarında sunulan
Batı kaynaklı değişen hayat şartları ve hayat tarzlarının dine, dini ahlaka
ve dini değerlere müspet veya menfi yaklaşımları. Günümüzde değişen
hayat şartları ve modern profan ahlakın dini ahlakı istila etmesi sonucu
ortaya çıkan din karşıtı özgürlükçü davranışlar, dinin birlikte hareket etme
ve toplumsal dayanışma ve yardımlaşma şuurunu içeren buyruklarını
göz ardı etmektedir. Örneğin toplumsal yönden seküler ahlak bireyi ve
onun haklarını öne çıkarırken İslam ahlak anlayışında birey aynı esnada
sosyal çevresindeki insanların haklarını gözetmekle de sorumludur. Zira
Hz. Peygamber, “Komşusu aç iken kendisi tok olarak yatan bizden değildir”
buyurmuştur.35 Diğer insanlara saygı, merhamet, diğerkâmlık, paylaşma,
bölüşme gibi ahlakî erdemler çağdaş profan ahlakta rafa kaldırılmış hatta
çöpe atılmıştır.
2.6. Bilgisayar ve internet teknolojilerinin hızla gelişimi
günümüz toplumlarını dijitalleştirmiştir.
Dijitalleşmenin neden olduğu kültürel değişimler toplumların yaşam ve hayata bakışlarını, tanrı ve din anlayışlarını, ibadete bakışlarını,
insanlar arasındaki insanî ilişkiyi kökten etkiledi ve dönüştürdü. Bugün
dijitalleşme bilim, sağlık, iletişim ve savunma gibi bazı alanlarda insanlığa yararlar sağlasa da insanları kendi değerlerinden ve insanlıklarından
uzaklaştırarak dijital zorbalığın bağımlısı haline getirdi. Bağımlılık, bireyin
kişilik haklarından taviz vermesini ifade eder. Bağımlılık, iradenin kaybedilmesiyle başlar. Bağımlılıklar insanın aklını örtüp, muhakeme yani karşılaştırma yeteneğini ortadan kaldıran bir illettir. Dijital bağımlılık birey
ve toplumların dijital zorbalığa maruz kalmasına neden olmaktadır. Dijital zorbalıkla özellikle kendilerine “dijital yerliler” denen genç nesillerin
vakti, zihni, sosyo- kültürel değerleri, dine ve hayata bakışı çalınmaktadır.
Dijital zorbalıklar örselenmiş aile bağları, çevresel etkenler, depresyon
gibi etkenlere bağlı olarak ortaya çıkmakta anlam kaybı yaşayan gençleri
çıkmaz bataklığa sürüklemektedir. İnsanın hürriyeti, onur ve kişiliğine
önem veren İslam dini ise dijital bağımlık dâhil her türlü bağımlılığa karşı
çıkmakta, insana sonsuz ahiret hayatını hatırlatarak bu dünya yaşamında
daima sorumluluk bilinciyle hareket etmesini telkin ve tavsiye etmektedir.
35
Müslim, İman, 74.
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN
İÇSEL VE DIŞSAL ETMENLER
73
İnanan insana düşün şey ise nefsini söz konusu tuzaklardan koruması ve
sosyal medya mecralarında iletişime geçip muhatap olduğu insanlarla
duygudaşlık (empati) kurmayı başarmasıdır. O bilmelidir ki, sosyal medya mecraları sanal da olsa o mecrayı kullanan bireyler aynı kendisi gibi
gerçek, somut, duygu ve hislere sahip insanlardan oluşmaktadır. Dijital
ortamlarda yapılan kul hakkı ihlalleri, sosyal hayattaki kul hakkı ihlalleri gibidir. Dijital bağımlılıktan bireyi koruyacak en önemli husus içinde
yaşadığımız dünya hayatının da tıpkı sosyal mecralar gibi sanal olduğu
gerçeğinin farkına varmasıdır. Zira İslam dininin kutsal kitabında dünya
hayatının imtihan oluşu sıklıkla vurgulanır. Dünyanın ve içindeki bütün
varlık ve nimetlerin gelip geçici, ahiret hayatının ise sonsuz olduğuna
işaret edilir.36 İnsanın bu imtihanı başarması için nefsin aşırı isteklerine
karşı koyması, onları dinî /meşru sınırlarlar içerisinde gidermesi tavsiye
edilir. Nefsine hâkim olamayanların imtihanı başarması mümkün değildir.
O halde geçici dünya hayatını önceleyip sonsuz hayatı unutturan yahut
ihmal ettiren bütün alışkanlık ve bağımlılıkları insanın düşmanı olan şeytanın tuzakları olarak algılamak gerekir.37 O halde dijital âleme kapılmak
ve onun bağımlısı olmak dünya nimetlerine dalıp ahiretten nasipsiz olmak
anlamına gelmektedir.
2.7. Kuru Sembolik Din Anlayışının Yaygınlaşması:
Müslümanların Kutsal Kitapları Kur’an’ın İçeriğini
Terkedip Dışına (Mushafa/Nazmına) Hürmet Göstermeleri
Hız ve hazın öncelendiği günümüz modern hayat anlayışın egemen
olduğu dünyamızda yaşayan günümüz Müslümanları da insanın yaratılış
doğasına uygun olmayan bu post- modern hayat anlayışından etkilenerek
kutsal kitap anlayışlarını da bozmuşlardır. Kutsal kitaba iman ve ona saygı
kutsal kitabın emir ve buyruklarına ve istediklerine göre hayatı düzenlemek ve yaşamak olurken bu anlayış bu günlerde tersine döndürülmüş,
yani Kur’an’ın mana ve içeriği terk edilerek, saygı ve hürmet sadece lafzına
ve lafzının yazılı bulunduğu Mushaf’a indirgenmiştir. Bu sağlıklı ve akla
uygun olmayan bir kutsallık anlayışıdır. Bu yanlış ilahi emir, Kur’an anlayışına, Yüce Allah Hz. Peygamber’in dilinden işaret etmektedir: “Peygamber,
36
37
Mü’min 40/ 39; Fâtır 35/ 5; Ankebût 29/ 64; Lokman, 31/33; Hadid 57/ 20-21; Yunus 10/
6-7; Hud 11/ 15-16; İsrâ 17/18; Kehf 18/ 46; En’âm, 6/ 32.
Kaan H. Süleymanoğlu, “Yeni Nesil Şiddet Dijital Zorbalık”, Diyanet Aile Dergisi Eylül 2023,
Sy: 57, 5-9.
74
İSLAM VE YORUM VII
“Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi”.
Hz. Peygamber’in devrinde kavminden bazı kimseler Kur’an’dan yararlanma yoluna girmeyip onunla amel etmemişler, onun mana ve içeriğini
terkedilmiş bir halde bırakmışlardır. Böyle yapmaları onu ve içeriğindeki
ilahi emirleri saçma gibi görmüş olmalarından olması muhtemeldir. 38
2.8. Yanlış Din Anlayışlarının Gerçek Din Olarak Sunumu
Din adına insanlara sunulan hurafe, isrâiliyat, hikâye içerikli bilgiler,
insanları ötekileştiren aşırı mezhepçilik, teslimiyetçi kader anlayışını yahut kaderciliği öne çıkaran insanın yapıp ettiklerini Allah’a havale eden
kaderci din anlatımı, uydurma rivayetlere dayanan yanlış Peygamber ve
sünnet anlayışı, aşk ve meşki önceleyen kadın tasavvuru ve en önemlisi
Yaratıcıyı hâşâ zalim, gaddar olarak betimleten yanlış bir Allah algısı bireyi
ve toplumu dinden soğutmakta ve uzaklaştırmaktadır. Halbuki İslam
insanı yapıp ettiklerinde özgür kılmış, bu özgürlüğünün sonucu yaptığı
fiil ve eylemlerinden dolayı da sorumlu tutmuştur. Dolayısıyla İslam’ın
kader anlayışı insanı atalet ve pasifliğe değil, hareket ve eyleme sevk eden
aktif ve dinamik bir anlayıştır.
2.9. Okullarda Ahlak Eğitimi Noksanlığı
Okullar yeni yetişen gençlere sadece akademik bilgi ve kültür vermekle kalmayan, aynı zamanda onlara ahlâk ve karakter terbiyesi de
vermesi gereken öğretim kurumlarıdır. Okullar iyi insan ve iyi vatandaş
yetiştirme ocaklarıdır. Şayet bir eğitim sistemi, öğretim sürecinde yetiştirdiği çocuklara ve gençlere iyi bir ahlâk ve karakter terbiyesi veremiyorsa
orada yaşayan toplum katmanları büyük bir çıkmazda demektir.
Ahlakın kaynağının ne olduğu hususu tartışılsa da bizde ahlâkın, yüksek karakterin ana kaynağı dindir. Türkiye’de din dışı bir ahlâk, fazilet ve
yüksek karakter oluşturmak mümkün değildir.
2.10. İçinde yaşadığımız dünyada özellikle yakın çevremizde meydana gelen siyasal ve sosyal olaylar ve bunların meydana getirdiği kargaşa
durumu, yaşanan ekonomik sorunlar, işgaller, savaşlar, iç çatışmalar, bir
takım toplumsal hareketler ve bunların ürettiği çeşitli sorunlar, tutuculuk ve muhafazakârlık, elde edilen gücün kaybedilme endişesi, yabancı
38
Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân Tercümesi
(Çev. Mehmet Erdoğan) 2. bs. – (İstanbul: Ümraniye Belediye Başkanlığı, 2020) 10/280.
DİNİN MUHATABI OLARAK İNSAN VE DİNDARLIĞINI ETKİLEYEN
İÇSEL VE DIŞSAL ETMENLER
75
düşmanlığı, etnisite yani ırkçılık, ahlaki sorunlar, iman ve inanç zayıflığı,
çocuk istismarı ve fırsat eşitsizliğine dayalı problemler küreselleşen günümüz insanının karşılaştığı sorunlardan bazılarıdır.
2.11.Yeni akımlarla insanın, dinin ve dindarlığın altı oyulmaya ve yok
edilmeye çalışılıyor. Transhümanizm bunlardan yalnızca birisi. Transhümanizm, insan zihin ve bedeninin fiziksel sınırlarının teknolojik araçlar
yardımıyla aşılması gerektiği düşüncesi ve inancıdır. Naturalink, Human
2 projeleri ile biyolojik insan yok edilerek cinsiyetsiz yeni insanla ilahi
dinlerin varlığına önem verdiği aile kurumu bitirilmek isteniyor.
2.12. Dünya genelinde olmakla birlikte son zamanlarda Batı Avrupa ülkelerinde ve Hindistan’da İslam’a ve Müslümanlara yönelik şiddet
içeren saldırılar giderek artıyor ancak bütün insanlık âlemi bu saldırılar
karşısında derin bir sessizliğe bürünmüş vaziyettedir.
2.13. Dinin reddettiği, ahlakın çirkin bir davranış olarak kabul ettiği
fuhuş ve uyuşturucunun dünya ölçeğinde yayılmaya çalışılması biyolojik
insanı yaratılışından uzaklaştırdığı gibi ilahî dinlerin insan ve toplumlar
üzerindeki etkinliğini de yok etmektedir.
2.14. Bütün bu akımlarla insanın doğası bozulup tahrip ediliyor, “insan insanın dostudur” mottosu yerine “insan insanın kurdudur” mottosu/düsturu yerleştirilerek insanlığın insanca yaşamasını sağlayan mal,
can, inanç-din, akıl ve namus- nesil emniyetini güvence altına alan dini
değerler horlanıyor, küçümseniyor.
Sonuç
Günümüz insanı için en büyük tehlike ruh- beden dengesinin beden
lehine, ruh aleyhine bozulmasıdır. İnsanın ruh- beden dengesini bozan da
yine bu dengenin önemine vurgu yapan ilahi vahiy temelli dinin ilkelerini
önemsemeyen insan ve onun sorumsuzca yapıp etmelerdir. Bunlar nefsin
arzu ve isteklerini öne çıkararak, yaratılışı itibariyle iyiye de kötüye de
gitmeye elverişli olarak yaratılan ve kendi değerlerinden tam manasıyla
haberdar olmayan insanlar üzerinde çeşitli maddi ve teknolojik araçlar
aracılığıyla hâkimiyet kurarak onları kendi değerlerinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Bunun için insanımıza vahyi temellere dayalı aklı hesaba
katan sağlam bir din anlayışını kazandırmamız gerekiyor. Bununla ilişkin dini salt kuru inanç olarak görmeyip, inanç, ibadet, amel, eylem ve
76
İSLAM VE YORUM VII
ahlaki davranışlar bütünü olarak sunmalı ve o şekilde yaşanan hayata
aktarmamız gerekiyor. İlahi vahiy olan Din’in insanlığa gönderilmesinin
hedeflerinden birisi de insanların gönüllerine sevgi aşılanması, kardeşçe
yaşamalarının sağlanması ve toplumda birlik ve dirliğin meydana getirilmesidir. Bunun sağlanması için ilme’l-yakin olarak bedeni; ayn’el-yakin
olarak kalbi; hakka’l-yakin olarak da canı, gönlü eğitmek gerekir. Yani
birey, bedensel, duygusal ve manevi boyutlarıyla bir bütün olarak eğitilmelidir. Teorik ve pratik uyum çok önemlidir. Türk-İslam eğitim tarihine
bakılacak olursa bunun birçok örnekleriyle karşılaşılacaktır. Bu boyutların
birinin ihmali dinin bu amacını gerçekleştirmesine engel teşkil edecektir.
Din eğitim ve öğretim planlamacıları bu hususlara dikkat etmelidirler.
Kaynakça
el- İsfehânî, Muhammed b. Mahmud. Kitabü’l-Kavâidi’l-Külliyye fi cümletin
mine’l-fünûni’l-ilmiyye, , Thk. Mansur Korançağ, Bilal Taşkın, Ankara:
İslam Araştırmaları Merkezi, 2022.
el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd.
Te’vîlâtü’l-Kur’ân Tercümesi, (Çev. Mehmet Erdoğan) 2. bs. – İstanbul:
Ümraniye Belediye Başkanlığı, 2020.
İzutsu, Toshihiko. Kur’an’da Allah ve İnsan, Çev. Süleyman Ateş, Ankara:
trs.
İzzetbegoviç, Aliya. İslami Yeniden Doğuşun Sorunları, İstanbul: Fide Yayınları, 2014.
Kılıç, Recep. “Din ve İnsan” Din Öğretimi Dergisi, Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, 1993, Sy: 39, 56.
Komisyon, Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu, 1988.
Lord Nortbourne, Modern Dünyada Din, çev. Şehabeddin Yalçın, İstanbul:
İnsan Yayınları, 1995.
Özarslan, Selim. Kelam’da Tevbe, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 2003.
Süleymanoğlu, Kaan H. “Yeni Nesil Şiddet Dijital Zorbalık”, Diyanet Aile
Dergisi Eylül 2023, Sy: 57, 5-9.
Şerbetçi, Koray. “İslamofobinin Tarihsel ve Kültürel Kökenleri”, İslamofobi
ve Batı’da Yükselen Irkçılık, 3. Baskı, İstanbul: DİB. Yayınları, 2022.
Tunç, Cihat. Kelam (Sistematik), Kayseri: 1997.
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI
ÇAĞDAŞ AKIMLARA YÖNELMENIN DINI
HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
Davud SOYLU
Bingöl Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi, Dr. Öğr. Üyesi
ORCİD: 0000-0002-4843-8082
davuddsoylu@gmail.com
Giriş
İnsanoğlu tarihi boyunca, birçok farklı düşünce ve inanca sahip olmuştur. İnsanların hak dine yönlendirilmesi için birçok peygamber gönderilmiş, ilk insandan itibaren Tevhid inancı insanlığa ders verilmiştir.
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de peygamberlerin verdikleri dersleri
dinlemeyen, hatta inkâr eden kesimler olmuştur, bu kesimlerin oluşturduğu din karşıtı akımlar günümüzde yeni şekiller alarak din karşıtı çağdaş
akımlar olarak kimliklerini korumuşlardır. Bu akımlar genelde dinleri
reddeden ateizm, deizm, nihilizm ve agnostisizm gibi tüm akımları kapsayan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde, özellikle de gençler arasında yaygınlaşan
çok farklı türde akımların varlığı gözlemlenmektedir. Geleceğimizin toplumunu oluşturulacak olan genç bireylerin, farklı din karşıtı akımlara yönelmelerinin nedenleri irdelenmesi gereken önemli bir konudur, zira fikir
yapısı anlaşılamayan ve problemleri çözülemeyen bir toplumun, sağlıklı
olabileceği düşünülemez. Toplum yapımız incelendiğinde muhafazakâr
ailelerin çocuklarında da ciddi bir inanç problemi olduğu gözlemlenmekte, bu da dini hayatın içselleştirilememesi veyahut baskıcı tutumların
sergilenmesi gibi etkenlerden kaynaklanmakta ve bireyde dine karşı bir
nefret tutumu oluşturabilmektedir. Bu tutum kimlik arayışı içinde olan
bireyi din karşıtı çağdaş akımlara yönlendirebilmektedir.
İçinde bulunduğumuz toplumunun yapısı gereği bazı genç bireylerde
bulunan Tanrı tasavvuru tamamen silinemediğinden, ateizmden daha
78
İSLAM VE YORUM VII
mantıklı buldukları deizm ve agnostisizm gibi akımlara kaydıkları gözlemlenmektedir. Din karşıtı çağdaş akımların artması, dini hayat üzerinde
iki yönlü etki yaptığı görülmekte, bazı kesimler bağlı bulundukları inanç
yapılarını sorgulamakta, inkâr etmese de dinden uzak, dinle alakasız yaşamaktadır.
Diğer bir kesim ise toplumun içinde bulunduğu durumu endişe verici
görüp, inancına daha ziyade sarılarak yaşamakta, ayrıca topluma fayda
sağlamak amacı ile kendince birtakım tebliğ faaliyetlerinde bulunmaktadır. Bu tarz tebliğ faaliyetleri zamanla toplumda tarikatlaşma veya cemaatleşme şeklinde görülmektedir. Bu tür hareketler “Çağdaş İslami akımlar”
ifadesiyle akademik literatürde yerini almıştır.1
Bu çalışmamızla günümüz toplum yapısını inceleyerek din karşıtı
çağdaş akımlar ile dini hayat arasındaki etkileşiminin ortaya çıkarılması
hedeflenmiştir. Ayrıca din karşıtı çağdaş akımlara yönelmenin nedenleri
irdelenmiş, böylece sağlıklı bir toplumun oluşmasına engel olan problemler aşılmaya çalışılmıştır.
1. Din Karşıtı Çağdaş Akımlarının Günümüze Ulaşımı
1.1. Din Karşıtı Çağdaş Akımlar ve Oluşumları
Din karşıtı çağdaş akımlar denilince; akla günümüzde var olan ve
dinleri kabul etmeyen her türlü düşünce yapılarını oluşturan akımlar
gelmektedir. Biz burada daha çok toplumumuzda görülen temel önemli
akımları kısaca inceleyeceğiz.
1.1.1. Ateizm
Ateizm terimini doğru anlayabilmek için öncelikli olarak teizm terimini doğru anlamak gerekir. Çünkü ateizm, teizme karşı olarak çıkan
ve başına “a” olumsuzluk eki getirilerek türetilmiştir. Teizm kelimesi ise
aslı Yunancadaki Theos’dan ya da Latincedeki Deus’dan gelen İngilizcede
ise “theism” kelimesinden gelmektedir. Teizm antik yunanlarda Tanrının
varlığını kabul edenler için kullanılan bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda ateizm ise Tanrının varlığını kabul etmeyen kimseler
için kullanılan bir terim olmuştur.2
1
2
Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar (İstanbul: Klasik, 2015), 13.
Aydın Topaloğlu, Tanrıtanımazlığın Felsefi Boyutları Teizm ya da Ateizm (İstanbul: kaknus,
2001), 13-15.
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
79
Orta çağ Avrupa’sında kilisenin baskıcı tutumu, burjuva sınıfının
ezilmesi, haksızlıkların artması, kilisenin zenginleşerek mülklerine mülk
katması ve bilimsel çalışmalara olan olumsuz yaklaşımları, insanların
kiliseden uzaklaşıp düşman olmalarına neden olmuştur. Kilisenin bu
tarz tutumları 17. yüzyılda, kiliseye karşı reform hareketlerinin gerçekleşmesine neden olmuştur. Kilise ise reformistleri suçlamak ve ateizm
yaftalamaları ile karalamaktaydı.3
Modern dönemde ise bazı kesimler dinden tamamen uzaklaşarak,
bütün dinlere karşı tutumlar sergilemiş, özellikle de Hristiyanlığa karşı
ciddi eleştirilerde bulunarak, bu dönemin ateizm önceleri sayılmışlardır.
Bunlar arasında Schopenhauer, Feuerbach, Marx, Nietzsche, Freud, Sartre
ve Ayer gibi düşünürler örnek olarak gösterilebilir.4
Avrupa’da doğan ve gelişip yayılan ateizm düşüncesi Rusya’daki
Bolşevik ihtilali ile Komünizm adı altında ilk defa resmi bir hüviyet kazanmış oldu.5 Komünizm temelde tanrının varlığını inkâr etmekte ve
bütün dinlere karşı çıkmakta, ayrıca evreni anlamlandırmada her şeyi
maddeye bağlamaktadır. Komünizme göre madde terakki ettikçe daha
yüksek neticeler vermektedir, bu bağlamda insan hayatı da maddenin
değişimindeki bu yüksek terakkiye bağlanmıştır.6
Rusya’da komünizm ile resmi bir hüviyet kazanan ateizm düşüncesi,
kısa bir süre içerisinde dünyanın birçok ülkesine yayılmış, partiler veya
devlet yönetimi şeklinde kendini göstermiştir. Bütün dünyada etkili olan
bu akım, Türkiye’de de belirli ölçülerde gözükmüş, günümüzde de toplum
içerisinde varlığını sürdürmüştür.
1.1.2. Deizm
Deizm Latincedeki “Deus” kelimesinden gelmekte ve Tanrının varlığını kabul edenler için kullanılan bir terimdir. Ancak 16. yüzyılda Hristiyanlık aleminde başlayan teolojik tartışmalarla birlikte, Ortodoks inanç
düşüncelerini savunan kimseler için “Teizm” terimi kullanılırken, bunların
karşısında Tanrıyı kabul edipte diğer inanç esaslarına şüpheli yaklaşan
kimseler içinse, “Deizm” terimi kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde
3
4
5
6
Murtaza Korlaelçi, “ Ateizm ve Çeşitleri”, felsefe Dünyası 2/46 (Aralık 2007), 14.
Topaloğlu, Tanrıtanımazlığın Felsefi Boyutları Teizm ya da Ateizm, 22.
Muhammed Kutup, al-İnsan Beyne al-Māddīyah wa-al-İslam (Kahire: Dār al-şurūq), 438
Abdurrahman Hasan Habannakah al-Maydānī, Keyd al-Ahmar (Dımeşk: Dār al-kalem), 362.
80
İSLAM VE YORUM VII
ise Deizm kelimesi herhangi bir dine bağlı olmaksızın, sadece Tanrının
varlığını kabul etmek anlamında kullanılmaktadır. Dolayısı ile deistler
Tanrının birçok sıfatlarını inkâr etmekle birlikte; Ahiret, Nübüvvet ve
sair inanç esaslarını inkâr etmektedirler.7
Deistlerin özelde Hristiyanlığa, genelde ise tüm dinlere karşı bir reddiye olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Bu bağlamda deizm inanç ve kabullere karşı akılcı tutumlar sergileyerek dinleri belli temellere oturtmayı
hedeflemiştir. Onlara göre din duygusu insanların doğasında var olan bir
duygudur, herhangi bir vahye ve dini öğretiye ihtiyaç duymaksızın bireyin kendisi Tanrıyı bulabilir ve kendi ahlaki değerlerini oluşturabilir. Bu
bağlamda deizmde genellikle vahyin imkanından ziyade gereksiz olduğu
vurgulanarak reddedilmiştir.8
Deizmin modern zamanların felsefesi haline gelmesinde David Hume
(1711-1776)’un şüpheciliğinin etkisi oldukça büyüktür.9 Dinlere şüpheci
bakış açısının giderek artması ve deizmi savunucularının kendilerini bilime ve akla dayandırma çabaları, bilimin tüm zamanlara göre zirve yapan
asrımızda; toplumlar arsında deizmin yaygınlık kazanmasına ve felsefi
bir akım olarak yer etmesini sağlamıştır.
1.1.3. Agnostisizm
Tanrının ve tabiat üstü varlıkların bilinemeyeceğini savunan felsefi
bir akımdır. Agnostikler Tanrının varlığını kabul etmek ya da reddetmek
konusunda insan aklının yetersiz kaldığını savunmaktalar. İlk defa İngiliz
düşünür Henry Huxley (1825-1895) tarafından 19. Yüzyılda kullanılan
“agnostik” terimi bilgisi olan ya da bilen manasına gelen “gnostikos”
sözcüğüne “a” olumsuzluk eki getirilerek bilinemez manasına gelen “agnostikos” veya günümüz kullanımı ile “agnostisizm” olarak türetilmiştir.
Terim olarak bir buçuk asırlık tarihi olan agnostisizm akımı, düşünce
olarak ise çok eskilere dayanmaktadır. İlk çağ Yunan felsefesinde sofist
düşüncede agnostisizmin izlerine ulaşmak mümkündür. Sofist düşünür7
Hüsameddin Erdem, “Deizm”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Erişim 18 Eylül
2023).
9
Yaşar Nuri Öztürk, Tanrı, Akıl ve Ahlaktan Başka Kutsal Tanımayan İnanç Deizm (İstanbul:
Yeni Boyut, 2015), 14.
8
Erol Çetin, İnancın İman Hayatına Yansıması Bağlamında Deizm Eleştirisi (Ankara: İksad,
2018), 16.
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
81
lerden Georgias (ö. MÖ 375) varlığın bilinemeyeceğini belirterek varlığın
ne bilinebileceğini ne de başkasına aktarılamayacağını savunmuştur.10
Tanrının varlığını inkâr etme cesaretini kendilerinde bulamayan
agnostikler aynı zamanda varlığı bilinemez ve ispat edilemez demekle
kendilerine agnostisizmi bir kaçış yolu olarak görmüşlerdir. Çünkü teistler Tanrı’nın varlığını ispatlamak için deliller sunarken ateistler ise
olmadığına dair delil bulma çabası içine girmektedirler. Buna karşılık
agnostikler bu tarz sorumluluk almayarak, Tanrı’nın bilinemeyeceğini,
inkârının veya ispatının mümkün olmadığını savunarak bu konuları düşünmeyerek kolay olanı seçmişlerdir.
1.1.4. Nihilizm
Nihilizmin Türkçe karşılığı hiççilik olarak ifade edilmekte, bilgi ve
varlık felsefesi ile ilgili bir konudur. Nihilistlere göre hiçbir şeyin hakikati
yoktur. Dolayısı ile hiçbir şeyin hakikatine ulaşılamaz, bu bağlamda insan
eylemlerini belirleyen bir ahlaki değerden de bahsedilemez.11
Nihilizm düşüncesi Yunanlı düşünür Gorgias (ö. MÖ 375)’ın hiçbir
şey yoktur varsa da bilinemez gibi görüşlerine dayandırılsa da nihilizm
akımının en önemli öncüsü olarak Friedrich Nietzsche (1844-1900) kabul
edilir. Nietzsche’ye göre dünyaya ilişkin ahlaki yorum aklın kategorilerine duyulan inanç ortadan kaybolmuş ve Tanrı ölmüştür. Evrensel ahlak
yasalarının olamayacağı gibi doğru denilebilecek herhangi bir eyleminde
olunamayacağı savunulmuştur.12
Şüpheci bir bakış açısıyla ortaya çıkan ve bütün değer yargılarını yok
sayan nihilizm düşüncesi, yaygınlık kazandığı toplumlar için ciddi problemler içermektedir. Çünkü belli bazı değerler bütünü üzerinde kurulu
olan toplumların ayakta kalması imkansızdır; toplumsal yozlaşmanın
yaşanacağı ve hatta toplumsal çöküntülerin meydana geleceği açıktır.
10
11
12
Vahdettin Başcı, “Agnostisizm/ Bilinemezcilik”, Tübitak Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Erişim
18 Eylül 2023).
İbrahim Coşkun, “Günümüzde Deizm, Ateizm ve Nihilizmi Doğuran Sebepler”, Diyanet Aylık
Dergisi 320 (Ağustos 2017), 11.
M. Hanefi Macit, “Nihilizm”, Tübitak Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Erişim 18 Eylül 2023).
82
İSLAM VE YORUM VII
1.2. Türkiye’de Din Karşıtı Çağdaş Akımlarının Yaygınlaşması
1.2.1. Osmanlının Son ve Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk
Dönemlerinde Din Karşıtı Çağdaş Akımlar
Osmanlı’nın son dönemlerinde günümüzde olduğu gibi din karşıtı
çağdaş akımlar çok yaygın bulunmasa da bu tarz akımlara zemin hazırlanmıştır. Özellikle 19. yüzyılda Avrupa’ya gönderilen aydınlar Avrupa’da
bulunan pozitivizm ve materyalizmden etkilenerek bu fikirleriyle beraber yurda dönmüşlerdir. Ayrıca bu aydınların yazdıkları pozitif eserler
Osmanlı’nın son dönemlerinde pozitivizm düşüncenin yaygınlaşmasını
sağlamıştır. Birçok edebiyatçı da bu düşünceden etkilenerek Natüralizm
ve Realizm gibi edebi akımlar ortaya çıkarmışlardır.13
Osmanlı’da 19. yüzyılda açılmış bazı okullar; Osmanlıda pozitivizm
ve materyalizmin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bunlar arasında 1827 yılında Tıphane-i Amire olarak açılan ve daha sonra 1839’da Mektebi Tıbbi’ye dönüştürülen okul, materyalizmin oluşmasına en iyi örnek olarak
verilebilir. Sultan II Mahmut tarafından 1834 yılında kurulan Mektebe-i
Harbiye’de materyalizmin açısından oldukça önemliydi. Ayrıca yeni model kolejlerin açılması, bu okullarda yabancı hocaların ders vermesi ve
kütüphanelerinde materyalizm koleksiyonlarının bulunması Osmanlı’da
bu tarz düşüncenin yayılmasında etkili olmuştur.14
Bu tarz okullarda yetişen talebeler materyalizm ve pozitivizmin
yayılmasına katkı sağlamaktaydılar. Bunlar arasında; Beşir Fuat (18521887), Abdullah Cevdet (1869-1932) ve Baha Tevfik (1884-1914) gibi
kimseler çok daha ileri giderek açıkça ateizmi savunmuşlardır.15 Ayrıca
bu dönemde Darvinizm’i savunan Suphi Ethem (1880-1923) ve Celal Nuri
ileri (1881-1938) gibi kimseler de bulunmaktaydı.16 Materyalizm ve pozitivizmi savunarak ateizme kadar kayan düşünürler; kendi dönemlerinde
yaşanılan problemlerden dolayı, kusuru genellikle dinde görmüşlerdir.
Bu problemlere karşı kendilerince buldukları tek çözüm noktası dinden
13
Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri (İstanbul: İnsan Yayınları,
1986), 201-203.
15
İsmail Engin, “1960-1908 Yılları Arasında Osmanlı Devleti’ndeki Pozitivist ve Materyalist
Akımlarda Kültürel Değişme Olgusu”, OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma
ve Uygulama Merkezi Dergisi 3/3 (Nisan 1992), 184-186.
14
16
Aydın Topaloğlu, “Klasik Materyalizmin Mahiyeti ve Son Dönem Osmanlı Düşünürleri Arasında
Yayılışı”, felsefe dünyası 1/45 (Temmuz 2007), 114-115.
Topaloğlu, “Klasik Materyalizmin Mahiyeti ve Son Dönem Osmanlı Düşünürleri Arasında
Yayılışı”, 117.
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
83
uzaklaşmak ve pozitivizme yönelmekte bulmuşlardır. Bu kişiler inançta
köklü değişikliğe gidilmesi gerektiğini inanarak, din karşıtı düşüncelerini
yaymışlardır.17
Osmanlı’nın son dönemlerinde kendini gösteren pozitivizm ve materyalizm düşüncesi kendini din karşılığı görüşlerle ortaya koymuş ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde de kendisini göstermiştir.
Ülkede yapılan birçok reformlarla birlikte din karşıtlarının kendilerine
daha rahat hareket alanı buldukları görülmüştür. Bu reformlarda 10 Nisan
1928 tarihinde anayasadan “devletin dini İslam’dır” ibaresinin çıkarılması,
din derslerinin eğitim müfredatından çıkarılması, İmam Hatip Liseleri ve
ilahiyat fakültelerinin öğrenci yetersizliği gerekçesiyle kapatılması gibi
etkenler, toplumun dini bilgi ve donanım açısından eksik kalarak din karşı
akımlara kaymalarına zemin hazırlamıştır.18
Osmanlı’nın son döneminde etkin olan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilk yıllarında da adlarından bahsedilen Abdullah Cevdet ve Rıza Tevfik
(1868-1951) gibi kimseler de din karşıtlığı eserler telif etmişlerdir. Abdullah Cevdet Fransız düşünür Jean Meslier (1678- 1733) ‘in “Le Ban Sens”
isimli eserini “Aklı Selim” olarak çevirerek din karşıtı fikirlerin yayılmasını
hedeflenmiştir. Yapılan bu çeviride Tanrının varlığının kanatlanamayacağı ve her şeyin maddeden ibaret olduğu ifade edilmiştir, ayrıca cennet,
cehennem, vahiy, mucize ve kıssaların hayal ürünü olduğu iddiasında
bulunmuştur. Rıza Tevfik ise, eserlerinde şüpheciliği ön plana çıkararak
Tanrı’nın varlığını inkâr etmiş, hatta şüpheciliği ile her şeyin inkârlarına
(Nihilizm)’e kadar gitmiştir.19
Bütün bu gelişmeler ve reformlar Türk toplumunda din karşıtı çağdaş
akımların yerleşmesine temel etken olmuştur. Bu tarz akımlar sekülerleşme ve globalleşmeyle birlikte, daha sonraki dönemlerde etkisini artırarak
genç nesiller arasında yaygınlık kazanmıştır.
17
Topaloğlu, “Klasik Materyalizmin Mahiyeti ve Son Dönem Osmanlı Düşünürleri Arasında
Yayılışı”, 122.
19
Topaloğlu, “Klasik Materyalizmin Mahiyeti ve Son Dönem Osmanlı Düşünürleri Arasında
Yayılışı”, 120.
18
Hüseyin Kara, “Tek Parti Dönemi Din Politikası (1923-1946)”, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 9/19 (Haziran 2019), 126-127.
84
İSLAM VE YORUM VII
1.2.2. Günümüz Türkiye’sinde Din Karşıtı Çağdaş Akımlarının
Yaygınlaşmasını Tetikleyen Etkenler
Avrupa’da gelişip yayılan ve genellikle Hristiyanlığa ve temelde tüm
dinlere karşı tepkisel bir tutum olarak ortaya çıkan din karşıtı çağdaş
akımların 21. Yüzyıl Türkiye’sinde Müslüman toplumunda yaygınlık kazanmasında birçok etken rol oynamaktadır. Özellikle genç bireyler arasında yaygınlık kazanan bu tür akımlar, Türk toplumu açısından endişe vericidir. Çünkü toplum yapımız belli bazı kültür ve değerler üzerine kurulmuştur. Bütün bu değerleri yok sayan, hiçbir ahlak kuralı tanımayan veya
her bir bireyin kendine özgü ahlak değerlerini oluşturması, toplumsal
felakete yok açarak, içerisinde yaşanılamaz bir hal alır. Bu bağlamda genç
neslimizin din karşıtı çağdaş akımlara yönelmesindeki etkenlerin tespiti
önemlidir. Burada önemli gördüğümüz temel etkenleri ifade edeceğiz.
1.2.2.1. Dini ve Toplumsal Baskı
Dini hassasiyeti olan muhafazakâr kesim, kendi çevrelerinde bulunan
bireylerinde kendileri gibi muhafazakâr yetişmelerini arzulamakta, bu
nedenle özellikle çocuk ve genç bireyler üzerinde bazen yanlış üslup uygulayarak, dini bir baskı unsuru olarak kullanmaktadırlar. Muhafazakâr bazı
kesimin veya ailelerin uyguladıkları bu tutum, bireyi dine yaklaştırmak
yerine tam tersi olarak uzaklaştırabilmektedir. Sevdirilerek değil de zorla
namaz kıldırılan ve birçok eğlenceden mahrum bırakılan çocuk, dinden
nefret edebilmekte ve hatta ailesine de kendisini zorladıkları için nefret
hissi duyabilmektedir. Gençlik çağına geldiğinde ise kendi özgüveni gelişen birey adeta ailesinden ve içerisinde bulunduğu toplumdan intikam
alırcasına kendilerinin bütün benimsedikleri değerleri yok sayıp, inkâr
edebilmektedir. Her şeyi inkâr eden birey ya doğrudan ateizme kaymakta
ya da kendisini daha tatmin eden farklı bir akım içerisinde bulmaktadır.
1.2.2.2. Din Adına Hurafelerin Artması
İslami kaynaklarda “bida” olarak isimlendirilen, dini kaynaklarda
yeri olmayan ve sonradan eklenen hurafelerin artması, içerisinde bulunduğumuz bilim asrında, genç bireylerin bu tarz hurafelerin dinden
zannederek uzaklaşmasına neden olmuştur.
Genç bireylerin din karşıtı akımlara yönelmesinin en önemli faktörlerden biri tepkisel olmalarıdır. Son dönemlerde ülkemizde ve sınırlarımıza yakın bölgelerde din adına çıkarılan bazı silahlı grupların eylemleri,
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
85
gençlerin dine karşı bakışını olumsuz etkilemiştir. Ülkemizdeki iktidarın
içinde bulunan kimselerin, çoğunlukla dindar kesimden olması ve bununla birlikte liyakate önem verilmemesi gibi muhalefet tarafından ortaya
atılan düşüncelerin, gençler arasında artması, özellikle sosyal medya
mecralarında yaygınlık kazanması, gençlerin dindarlara tepkisel olarak,
din aleyhinde bulunmalarını sağlayan etkenlerden olmuştur.20
Sosyal medya mecralarından kaynaklı farklı görüşler, genç bireyi
birinci derecede etkilese de genellikle ateizm ve deizm gibi akımlara kayan bireylerin diğer akımlara nispeten daha çok okuma yaparak bu tarz
görüşleri benimsemişlerdir.21 Çünkü ateistler ve deistler genellikle kendi
görüşlerini ispat etme ve delil bulma çabaları içine girmektedirler.
1.2.2.3. Özgürlük Kaygısı
Din insana belli başlı sorumluluklar yüklemekte, bu da genel olarak
insan özgürlüğünün hiçe sayıldığı ve ortadan kaldırıldığı zannını verebilmektedir. Özellikle dini anlatan bazı kimseler dini bir yasaklayıcı unsuru
olarak kullanmakta ve sanki her şeye karşıymış gibi gösterilmektedir. Bu
tarz tutumlar özgürlük kaygısı taşıyan bireylerin dinden uzaklaşmasını
neden olmaktadır. Yaşamları için kural koyulmasına tahammül edemeyen
bireyler din olgusuna tepkisel bir tutumla karşı gelmekte ve din karşıtı
akımlara meyletmektedir.22
Ayrıca bir dini inancı kabul etme ve o dine adanmak bireyin akıl
etme ve sorgulama özgürlüğünün elinden alınması olarak algılanmaktadır.
Halbuki bu tarz düşünce bazı dini yapılar için doğru olsa da İslam dini
için yanlış bir bakıştır, çünkü İslam dini akla ve bilime önem vermektedir.
Bu tarz yersiz kaygılarla, bireylerin dinden uzaklaştığı görülmektedir.23
1.2.2.4. Din-Bilim ilişkisindeki problemler
Orta çağ Avrupa’sında, Hristiyanlık aleminde, din ve bilimin çelişmesi,
bazı kesimlerin bu çelişkiyi tüm dinlerde varmış gibi algılamasına neden
olmuştur. Toplumumuzda ise İslam dininin sahip olduğu bazı kabuller,
sanki bilimsel çalışmalara karşıymış algısı oluşturulması, genç bireyler
20
21
22
23
Mustafa Ünverdi, Din Karşıtı Yayınlar ve Gençlerde Ateistik Eğilimin Nedenleri, İlahiyat
Akademi Dergisi 12 (Aralık 2020), 147.
Ünverdi, Din Karşıtı Yayınlar ve Gençlerde Ateistik Eğilimin Nedenleri, 147.
Çetin, İnancın İman Hayatına Yansıması Bağlamında Deizm Eleştirisi, 33-34.
Çetin, İnancın İman Hayatına Yansıması Bağlamında Deizm Eleştirisi, 34.
86
İSLAM VE YORUM VII
üzerinde din bilim ilişkisi açısından çelişki yaşamalarına yol açmıştır.24
Halbuki birçok surede, araştırmaya ve bilime teşvik eden ayetlerin olması, İslam dini için böyle bir düşüncenin olduğunu tasavvur etmek ancak
yanılmacadan ibarettir.
1.2.2.5. Globalleşme ve Sekülerleşme
Günümüz yüzyılında medya ve iletişim araçlarının artması, sosyal
medyanın hayatımızın her alanına girmiş olması, insanların bugüne kadar
duymadığı birçok dini tartışmaların tanık olması, dinle alakası olmayan
birçok konunun dindenmiş gibi gösterilmesi, farklı yaşantı ve akımlara
sahip bireylerle etkileşimin kolaylaşması ve bu suretle taklit ve etkilenmelerin yaşanması gibi faktörler, bireylerin dinden uzaklaşarak kendini
yeni akımlar içerisinde bulmasına neden olmaktadır.25 Bu etkileşimler
nedeniyle günümüzde batı kültürü ve medeniyeti ile Türk İslam kültür
ve medeniyet değerleri harmanlanarak, ortaya melez bir değer sistemi
çıkmıştır. Buda toplumda sosyal bir şizofreni hali yaşanmasına neden
olmakta ve toplumu temelden sarsmaktadır. Bu halden tüm toplum etkilense de en fazla zararı çocukların ve gençlerin gördüğü gözlemlenmektedir. Sosyal şizofreni hem ahlaki hem de dini değerlerde çözülme
ve çöküntülere neden olmaktadır.26
Globalleşen dünyayla beraber sekülerleşmenin zirve yaptığını görmekteyiz. Ekonomik bazı sıkıntılar, maddi rekabet, keyfe düşkünlük gibi
birçok etken insanları dünyevileşmeye itmektedir.27 Toplumda tüketime
özendirilmesi, özellikle gençlerde marka ve moda takıntısı gün geçtikçe
artmakta, lüks hayata özenti, ünlü kimselerin stilleri gibi giyinmek arzusu,
alışveriş yapmanın zevk verip bireyi rahatlatması gibi etkenler dinin şükür
ve kanaat etme ve israftan kaçınma gibi ilkelerine ters düşmektedir. Dünya
kazanımları uğruna her yolu mübah gören birey dini hayatı nerede ise
tamamen hayatlarından çıkarmakta, bu da bireylerin, dine muhalif olan
birçok akımları kabul etmelerine etken oluşturmaktadır.28
24
Coşkun, “Günümüzde Deizm, Ateizm ve Nihilizmi Doğuran Sebepler”, 12.
27
Çetin, İnancın İman Hayatına Yansıması Bağlamında Deizm Eleştirisi, 26-27.
25
26
28
Çetin, İnancın İman Hayatına Yansıması Bağlamında Deizm Eleştirisi, 35.
Celalettin Vatandaş- vd., Türkiye’de Gençlik ve Uyuşturucu Madde Sorunu, (SEKAM, 2016), 9.
Ünverdi, Din Karşıtı Yayınlar ve Gençlerde Ateistik Eğilimin Nedenleri, 165.
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
87
1.2.2.6. Sınırsız Cinselliğin ve Farklı Cinsel Yönelimlerin
Özendirilmesi
Cinsellik meyli, insanın fıtratında bulunan bir histir. Bu his dönemsel
olarak artıp azalabilmekte, özellikle gençlik dönemleri, bireylerde cinsellik arzusu ve şehvet duygusunun en yoğun olduğu dönemler olarak
görülmektedir. Bu duygular ve yoğun hisler genç bireylerin en zayıf oldukları noktalardandır. Bu his ve duygulardan yararlanmak isteyen bazı
art niyetli kurum ve kuruluşlar cinsel içerikler üreterek geçlerin bu hislerini iyice tahrik etmektedir. Evlilik olmadan kadın erkek ilişkilerinin
özendirildiği, cinsiyetsizliğin ve eşcinselliğin yaygınlaştırıldığı ve teşvik
edildiği bir zaman diliminde yaşayan genç neslin, şehvani hislerine hâkim
olabilmesi oldukça güçtür. Dipsiz bir kuyu olan ve her türlü içeriğe ulaşmanın mümkün olduğu internet ağları sayesinde genç bireyler kolaylıkla
bu tarz içeriklere ulaşabilmektedir.29
İslam dini ise fıtratımızda var olan cinsellik hissini hiçe saymamakta;
evlilik yolunu açarak bu hissimizi tatmin etmekle beraber bu noktada da
bazı sınırlar çizmiş, böylece aile ve toplum düzenini korumayı hedeflemiştir. Cinsel özgürlüğün sınırlandırılmasını istemeyen veya istemeyerek de
olsa bu hissine esir olan bazı bireyler, kendilerini sınırlayan din olgusuna
karşı içlerinde bir nefret uyanmakta hatta inkara kadar gitmektedir. Genç
bireylerin içerisinde bulundukları bu durum kendilerini yeni kimliklerle
ifade etme ihtiyacı doğurmakta böylece yeni tanıştıkları akımları kolaylıkla benimsemelerine neden olmaktadır.
2. Dini hayat ve Din Karşıtı Çağdaş Akımlar Arasındaki Etkileşim
2.1. Dini hayatın Din Karşıtı Çağdaş Akımlar Üzerindeki Etkileri
Türkiye Cumhuriyeti, laik bir devlet anlayışına sahip olsa da halkın
büyük çoğunluğunu Müslümanlar oluşmaktadır. Toplum içerisinde yaşayan tüm bireyler, ister istemez birbirleriyle etkileşim halindedirler, bu
durum farklı inanç gurupları arasında bile birbirlerinden etkilenmeye
sebep olmakta ve farkında olmasa da bazı inanç mensuplarının kültürel
yaşantı tarzını taklit edebilmektedir. Aslı Müslüman olup daha sonra farklı
din karşıtı akımlara kapılan bireyler; bilinç altında kalan değer yargılarını
tamamıyla silmesi mümkün olmadığından, kendi düşüncelerine en yakın
gördükleri akımı tercih etmektedirler. Din karşıtı akımları tercih etme29
Ünverdi, Din Karşıtı Yayınlar ve Gençlerde Ateistik Eğilimin Nedenleri, 163.
88
İSLAM VE YORUM VII
lerine rağmen içerisinde yaşadıkları toplumun kültüründen tamamen
kopmaları mümkün olmadığını görmekteyiz. Dolayısıyla dini hayatın din
karşıtı çağdaş akımlar üzerindeki etkilerinin olduğu apaçık görülmekte
ve bu etkilerin anlaşılması, bu akımlara sahip bireyleri daha iyi anlamayı
sağlayacaktır.
2.1.1. Tanrının Varlığının İnkâr Edilememesi
Tanrının varlığını inkâr edilememesi ile kastımız ateizm haricindeki
din karşıtı çağdaş akımlardır. Nitekim günümüz toplumu incelendiğinde,
ateizmden ziyade deizm ve agnostisizm gibi düşünceye sahip olduklarını
söyleyenlerin oranları artmaktadır. Bu durum Müslüman toplumunda
yaşayan bireylerin Tanrı tasavvurunu tamamen silemediklerinin veyahut
Tanrıyı doğrudan inkâr etme cesareti bulanmadıklarından kaynaklanmaktadır.
Topluma karşı çıkamayan ve tamamen Tanrı fikrini inkâr edemeyen
kimseler Tanrının varlığının akla aykırı olmadığını kabul ederek ateizm
ve agnostisizmden daha mantıklı gördükleri deizme yönelmişlerdir.30 Deizmin ön plana çıkmasının önemli bir nedeni tamamen tanrısız bir inanç
olmaması, çünkü birey canı istediğinde, bunaldığında veya zor anlarında
sığınabileceği bir Tanrı ihtiyacını deizmle karşılamakta, aynı zamanda
hayatına müdahalesini reddederek özgürce yaşamaktadır.31
Aynı şekilde, Tanrının varlığını reddetmeyen fakat deizm gibi de kabul etmek istemeyen bireyler, kendilerince çıkış yolu olarak agnostisizmi
benimsemektedirler. Kendi yaşadıkları toplumun değerlerini ve inançlarını inkâr etmeyerek, Tanrının olabileceğinin ihtimalini kabul etmiş fakat
olup olmadığının ispatlanamayacağını savunmuşlardır. Agnostisizmin
ülkemizde yaygınlık göstermesinin en önemli nedeni şüphesiz ki belli dini
alt yapıya sahip olan bireylerin tamamen Tanrıyı inkardan kaçınmasıdır.
2.1.2. Savunduğu Akımla İslam Dini Arasında Kalması
Müslüman toplum ve aileden gelen bireyler, ne kadar dinden uzaklaşsalar da yine de bilinç altlarında İslam dininin etkileri kalmaktadır.
Çoğu zaman kendilerini farklı din karşıtı akımlar içerisinde gösterseler
de inançsal olarak, İslam dini ve içeresinde bulundukları felsefi akımlar
30
31
Hasan Peker, Tanrı ve Din Tasavvuru Bağlamında Deizm ve Yayılımı Üzerine, Kilis 7 Aralık
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5/8 (Haziran 2018), 22.
Emeti Saruhan, “Anne Ben Deist Oldum” (Görüşmeci: Hatice Naç), Gerçek Hayat (Nisan 2018)
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
89
arasında kalabilmektedirler. Çünkü kendi sahip olduklarını iddia ettikleri
din karşıtı akımların tutarsız ve doğruluklarının kanıtlanamaz olması,
ayrıca İslam dininin akla ve bilime önem verip, büyük oranda bilimsel
gelişmelere uygunluk göstermesi, bireyi savunduğu akım ile İslam dini
arasında ikilemde bırakabilmektedir.
Günlük hayatta istediği gibi yaşamak isteyen, lakin inancıyla tutarsız olmayı da göze alamayan birey; bazen yaşamak istediği hayat için
inancını değiştirmeye karar vermektedir. Ancak din ve Tanrı inancını da
büsbütün terk etmeyi göze alamayınca, Tanrının varlığını zorunlu olarak
inkâr etmeyi gerekli kılmayan akımlara yönelmektedir. Böylece ilkesel
olarak tamamen dine karşı çıkmamış ve kendince teorik bir meşruiyet
kazanmıştır.32
Ülkemiz insanı, küreselleşmenin etkisiyle karşı karşıya kaldığı, bazı
sorunlardan dolayı inançsal savrulmalar yaşayabilmekte, bu savrulmalar
toplumda çoğu zaman din karşıtı çağdaş birtakım akımlarla isimlendirilmektedir.33 Asıl itibari ile birey bazen kendini farklı düşünce akımları
içerisinde tanımlasa da çoğu zaman İslam düşüncesinden kopamamakta,
kendisini tanımladığı yer ise yaşadığı savrulmaktan kaynaklanmaktadır.
Ülkemizde artış gösteren din karşıtı söylemlerin temel nedenlerinden
biri de tembelliktir. Yükümlülük altına girmek, ibadet zahmetini çekmek
istemeyen ve tanrı yokmuş gibi yaşayan kimseler, din karşıtı olmasalar da
kendilerini din karşıtı gruplar içerisinde sınıflandırmaktalar.34 Böylelikle
kendi rahatları uğruna tercih ettikleri din karşıtı akımlar ile vicdan ve
akıllarının doğru bulduğu İslam dini arasında sıkışıp kalabilmektedir.
Toplumda dine karşı soğuk tavır sergileyen ve dinlere inanmadığını söyleyen bireylerin, küçümsenemeyecek bir kısmı kendilerini tam olarak
tanımlayamamaktadır. Ateizmle deizm arasındayım, deizmle agnostisizm
arasındayım ama sanki deizme daha yakınım veyahut henüz karar vermedim gibi söylemler, sanıldığı gibi bu tür akımların ciddi ölçüde benimsenmediğini göstermekte, kanımca bazı sebeplerden dolayı dinden uzaklaşan
32
Peker, Tanrı ve Din Tasavvuru Bağlamında Deizm ve Yayılımı Üzerine, 29.
34
Yeşilyurt, “Deizmin Türkiye’deki Etki Boyutu”, 36.
33
Temel Yeşilyurt, “Deizmin Türkiye’deki Etki Boyutu”, Güncel Dini Meseleler İstişare
Toplantısı-9 Güncel İnanç Problemleri (Deizm, Ateizm, Agnostisizm ve Nihilizm), ed.
Mehmet Nur Akdoğan (Ankara: DİB Yayınlar, 2020), 29.
90
İSLAM VE YORUM VII
ama bilinç altında tamamen inkâr edemeyen bireylerin kendilerini bir
sınıf içerisinde isimlendirme ihtiyacı hissetmesinden kaynaklanmaktadır.
2.1.3. Müslüman Kültürü Etkisinde Bir Yaşam Sürmesi
İnsanoğlu yapısı itibari ile sosyal bir varlıktır dolayısı ile düşünceleri ve inanç eğilimleri her ne olursa olsun içerisinde yaşadığı toplumun
değerlerine belirli ölçüde uymak zorundadır. Bazen etkileşim nedeniyle
kabul edilen İslami gelenekler, bazen de toplumun baskısı nedeniyle uyulmaktadır. Örneğin hiçbir değer ve ahlak yargısının olamayacağını savunan
nihilistler bile içerisinde bulundukları çevrelerin hassasiyetlerine riayet
etmekte ve yahut toplumun baskısından dolayı dikkat etmektedir. Ateist
bireylerin “selam” diyerek selamlaşması veya inşallah, maşallah gibi kelimelerin telaffuzu Müslüman kültürünün din karşıtı bireylerin üzerinde
ciddi etkiye sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Kamuoyunda ve akademik
camiada oldukça tanınan ve her söyleminde ateist olduğunu, dinlere inanmadığını vurgulayan jeolog Profesör Doktor Celal Şengör çekmiş olduğu
bir video kaydında hastalığından dolayı “inşallah çabuk geçer”35 demesi
ve bir konuşmasında dedesinden bahsederken “rahmetli dedem”36 tabirini
kullanması, bu görüşümüzü kanıtlar niteliğindedir.
2.2. Din Karşıtı Çağdaş Akımların Dini hayat Üzerindeki Etkileri
Dini hayatın yaşandığı bir toplumun, din karşıtı çağdaş akımları benimseyen bireyler üzerinde ciddi etkilerin olduğu gibi din karşıtı akımların bir tolumda artış göstermesi de o toplumun dini hayatı üzerinde
ciddi etkileri olmaktadır. Bu etkiler içerisinde önemli gördüklerimizi ele
alacağız.
2.2.1. Dinde Şüphe
İslam dini akla ve bilime önem veren nadide bir dindir. İslam inanç
esasları ise Kelam ilmi alimleri tarafından sistemli bir şekilde akıl ve mantık çerçevesinde ispat edilerek izah edilmiş, ayrıca dinin hakikati, fıtri
oluşu ve insanın ona olan ihtiyacı irdelenmiş, dine ait emirler hikmet çerçevesinde ele alınmıştır. Kısaca ifade edilecek olursak dinde şüpheye yer
verilmeyecek tarzda izah ve ispat edilmiştir. Fakat toplumumuzun büyük
bir kesimi İslami eğim almadığından İslam dininin aileden ve çevresinden
35
36
En Son Haber, “Celal Şengör, kendisini merak edenler için hasta yatağında video paylaştı”
(20 Nisan 2023), 1.
Haber Türk, “Babamın Ardından: Bir Bilim Adamı Nasıl Olunur?” (29 Ocak 2018), 1.
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
91
gördüğü kadarı ile taklidi bir şekilde öğrenmiştir. Taklidi olan iman ise,
şüphelere ve dine gelen itirazlara karşı gelememekte, dolayısıyla bu itirazları kabul etmese de kalbinde şüphe olarak barındırabilmektedir. Kalpte
şüphe barındıran bireyler, eğer şüphelerini giderecek cevapları bulamasalar zamanla biriken şüpheleri, kendilerini İslam’dan iyice uzaklaştırıp,
din karşıtı akımlara yöneltmektedir. Bu noktada Said Nursi “Şüpheler,
mahalli iman olan batın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı
olan lisanın zevk-i ruhanisine ilişip zikirden nefretkarane uzaklaştırarak
susturuyorlar.”37 demektedir.
2.2.2. İbadetlerde Gevşeklik veya Terk etmek
İslamiyet, Müslüman bireylere birtakım sorumluklar yüklemekte,
itikadı zayıf olan bireyler ise genellikle yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınmaktalar. Çünkü içselleştirilmemiş inanç nefse ağır gelen
yükümlülükleri kabul edemez veya kabul etse de uygulamada tembellik
yapabilir.
İmanda şüphede kalmak ve o şüpheden gelen haram ve günahlara
maruz kalmak gibi etkenler, insandaki ibadet zevkini tamamen bitirmektedir. İbadetten zevk almayan birey ibadetleri ya eksik yapmakta ya da
bırakmaktadır.38 Toplumda din karşıtı akımların artması ve ibadetlerden
uzak kesimlerin varlığı inancı olan kimseler için örnek teşkil etmekte,
zaten nefse ağır gelen ibadetler büsbütün terk edilebilmektedir. İnancı
hakkında şüpheleri olan birey eğer tamamen dinden çıkmayıp hala taklidi
olarak öğrendiği inancı savunsa da o inancı yaşamakta ve ibadetlerinde
ciddi eksiklikler olduğu görülmektedir.
2.2.3. Yaşantıda Taklit
Din karşıtı çağdaş akımları benimseyen bireylerde, İslami kültürünün etkisini görmek mümkün olduğu gibi İslam inancına sahip bireylerinde, din karşıtı akımlara sahip bireylerin yaşantısından etkilendiğini
görmekte mümkündür. Toplum içerisinde dilediği gibi giyinen, eğlenen ve
inançsal olarak hiçbir kayıt altına girmeyen bireylerin olması, Müslüman
bireylerinde içerisinde yaşadıkları toplum itibari ile etkilemektedir. Birey
kendisini Müslüman olarak tanımlamasına rağmen, İslam dininin emirle37
38
Said Nursi, Lem’alar (İstanbul: Envar, 2022), 8.
Sorularla İslamiyet, “Niçin Tam Manasıyla İbadet Edemiyorum Allaha Halis Bir Kul
Olamıyorum”, (Erişim 11.Ekim.2023).
92
İSLAM VE YORUM VII
rine çok uzak olarak yaşayabilmektedir. Bu durum Müslüman dinamitlere
sahip olan toplumumuzun zamanla yozlaşmasına neden olmaktadır.
2.2.4. Tepkisel Gruplaşma
Toplumumuz genel itibari ile Müslüman bireylerden oluşmaktadır.
Fakat son dönemlerde bahsini ettiğimiz birtakım nedenlerden dolayı Türk
toplumunda alışa gelinmemiş bir oranda ateist, deist veya agnostik olduğunu belirten genç nesil artmaktadır. Bu durum dini hassasiyeti olan
Müslümanlar için endişe verici olarak görülmektedir. İslam dinini muhafaza etmek ve İslam toplumu için tehlike arz ettiği düşünülen din karşıtı
akımlarla mücadele etmek adına tepkisel oluşumlar ortaya çıkmıştır. Bu
oluşumlar kendilerini bazen tarikat, cemaatler veya cemiyetler şeklinde gösterse de bazen de vakıf ve dernekler şeklinde gösterebilmektedir.
Ülkemizde varlığını halen devam ettiren Nurcular, Süleymancılar, İlim
yayma ve Millî görüş bu duruma örnek olarak verilebilir.
Sonuç ve Değerlendirme
Günümüzde, Türk toplumunda var din karşıtı çağdaş akımlar, sadece
bugünün problemi olmayıp Osmanlının son döneminden itibaren toplum
içerisine girmeye başladığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından
sonra yaygınlık gösterdiği görülmektedir. Küreselleşme ve sekülerleşmeyle birlikte medya ve iletişimin artmasıyla farklı akımları kabul eden
bireylerle olan etkileşim kolaylaşmıştır. Dini baskı, yanlış din algısı, özgürlük kaygısı, keyfe düşkünlük ve nefsi arzular gibi etkenler bireyi İslam
dininden uzaklaştırarak, din karşıtı çağdaş akımlara yaklaştırmaktadır.
Toplumumuzda varlığını ciddi boyutlarda hissettiren din karşıtı
akımların, Müslüman yaşantısı üzerinde ciddi etkileri bulunmakta; dinde
şüphe, ibadetlerde gevşeklik, dini hayat tarzından uzaklaşma veya tepkisel mücadele olarak görülebilmektedir. Dini hayatın çoğunlukla hüküm
sürdüğü bir toplumda ise din karşıtı akımlara sahip bireyler üzerinde
etkileri gözlemlenmektedir; tanrının yokluğundan emin olamama ve
kültürel yaşantı şekli gibi etkileşimler olmakta, bu da Müslüman toplum
için tehlike arz etmektedir. Fakat din karşıtı akımların Müslümanlardan
etkilenmesi toplum için olumlu bir sonuçtur, çünkü hiçbir değer yargısı
tanımayan bireylerin toplumdaki düzeni ifsat etmeleri büyük olasılıktır.
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
93
Toplumumuzun yozlaşmasına sebep olan din karşıtı akımların yaygınlık göstermesi önemli bir problemdir. Bu problemlerin aşılmasında birinci derece sorumlu devlettir. Birey ne kadar tedbir alırsa alsın içerisinde
yaşadığı toplum itibariyle kendisini ve ailesini muhafaza edememektedir.
Devlet toplumumuzun dini ve kültürü ile alakası olmayan akımlara yönelten nedenleri ortadan kaldırmalıdır. Örneğin medya ve iletişim araçlarını
kontrol edip zararlı unsurlara müsaade etmemeli, ayrıca toplumun eğitim
sistemini ahlaki ve dini değerlerimize uygun bir tarzda düzenlemelidir.
Böylelikle daha sağlıklı bir toplum elde etmiş olmakla birlikte, hayatını
İslami değerlere uygun olarak yaşamak isteyen ve ailesini dini ve ahlaki
olarak korumaya çalışan kimseye de fırsat vermiş olacaktır.
Kaynakça
Al-Meydani, Abdurrahman Hasan Habannakah. Keyd al-Ahmar. 1 Cilt.
Dımeşk: Dār al-kalem, 3.Basım,1991.
Başcı, Vahdettin. “Agnostisizm/ Bilinemezcilik”. Tübitak Sosyal Bilimler
Ansiklopedisi. Erişim 18 Eylül 2023. https://ansiklopedi.tubitak.gov.
tr/ansiklopedi/agnostisizm_bilinemezcilik
Büyükkara, Mehmet Ali. Çağdaş İslami Akımlar. 1 Cilt. İstanbul: Klasik,
12. Basım, 2015.
Çetin, Erol. İnancın İman Hayatına Yansıması Bağlamında Deizm Eleştirisi.
1 Cilt. Ankara: İksad, 2018.
Coşkun, İbrahim. “Günümüzde Deizm, Ateizm ve Nihilizmi Doğuran Sebepler”. Diyanet Aylık Dergisi 320 (Ağustos 2017), 10-13.
Engin, İsmail. “1960-1908 Yılları Arasında Osmanlı Devleti’ndeki Pozitivist
ve Materyalist Akımlarda Kültürel Değişme Olgusu”, OTAM Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi
3/3 (Nisan 1992).
En Son Haber. “Celal Şengör, kendisini merak edenler için hasta yatağında
video paylaştı” (20 Nisan 2023), 1. https://www.ensonhaber.com/
medya/celal-sengor-kendisini-merak-edenler-icin-hasta-yatagindan-video-paylasti
94
İSLAM VE YORUM VII
Erdem, Hüsameddin. “Deizm”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
Erişim 18 Eylül 2023. https://islamansiklopedisi.org.tr/deizm
Haber Türk, “Babamın Ardından: Bir Bilim Adamı Nasıl Olunur?” (29
Ocak 2018), 1. https://www.haberturk.com/yazarlar/celal-sengor-2466/1815042-babamin-ardindan-bir-bilim-adami-babasi-nasil-olunur
Kara, Hüseyin. “Tek Parti Dönemi Din Politikası (1923-1946)”, Mehmet
Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitüsü Dergisi 9/19 (Haziran 2019), 111-136.
Korlaelçi, Murtaza. Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri. 1 Cilt.
İstanbul: İnsan Yayınları, 1986.
Kutup, Muhammed. Al-İnsan Beyne al-Māddīyah wa-al-İslam. Kahire: Dār
al-şurūq, 9. Basım, 2008.
Macit, M. Hanefi. “Nihilizm”. Tübitak Sosyal Bilimler Ansiklopedisi. Erişim 18 Eylül 2023. https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/
nihilizm
Nursi, Said. Lem’alar. 1 Cilt. İstanbul: Envar, 2022.
Öztürk, Yaşar Nuri. Tanrı, Akıl ve Ahlaktan Başka Kutsal Tanımayan İnanç
Deizm. İstanbul: Yeni Boyut, 4. Basım, 2015.
Peker, Hasan. Tanrı ve Din Tasavvuru Bağlamında Deizm ve Yayılımı
Üzerine, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5/8
(Haziran 2018), 13-42. https://dergipark.org.tr/tr/pub/k7auifd/
issue/37858/425475
Saruhan, Emeti. “Anne Ben Deist Oldum” (Görüşmeci: Hatice Naç). Gerçek Hayat (Nisan 2018). https://www.gercekhayat.com.tr/dosya/
anne-ben-deist-oldum/
Sorularla İslamiyet, “Niçin Tam Manasıyla İbadet Edemiyorum Allaha
Halis Bir Kul Olamıyorum”, (Erişim 11.Ekim.2023). http://sorularlaİslamiyet.com./nicin-tam-manasiyla-ibadet-edemiyorum-allaha-halis-bir-kul-olamiyorum-ben-dini-saglam-inanclari
Ünverdi, Mustafa. Din Karşıtı Yayınlar ve Gençlerde Ateistik Eğilimin Nedenleri, İlahiyat Akademi Dergisi 12 (Aralık 2020), 145-147. https://
dergipark.org.tr/tr/pub/ilak/issue/58981/737779
21.YÜZYIL TÜRKIYE’SINDE DIN KARŞITI ÇAĞDAŞ AKIMLARA
YÖNELMENIN DINI HAYAT ÜZERINDEKI ETKISI
95
Topaloğlu, Aydın. “Klasik Materyalizmin Mahiyeti ve Son Dönem Osmanlı
Düşünürleri Arasında Yayılışı”, felsefe dünyası 1/45 (Temmuz 2007),
111-124.
Topaloğlu, Aydın. Tanrıtanımazlığın Felsefi Boyutları Teizm ya da Ateizm.
İstanbul: kaknus, 1.Basım, 2001
Vatandaş, Celalettin- vd. Türkiye’de Gençlik ve Uyuşturucu Madde Sorunu.
SEKAM, 2016, http://www.sekam.com.tr/sayfa.php?detay=turkiye%5Cde-uyusturucu-madde-sorunu-ve-genclik-2016
Yeşilyurt, Temel. “Deizmin Türkiye’deki Etki Boyutu”. Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-9 Güncel İnanç Problemleri (Deizm, Ateizm,
Agnostisizm ve Nihilizm). ed. Mehmet Nur Akdoğan. 25-37. Ankara:
DİB Yayınlar, 2. Basım, 2020.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE
BAKIŞI (16. YÜZYIL)
Ümit ERKAN
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Dr. Öğr. Üyesi
https://orcid.org/0000-0001-6583-0767
umit.erkan@erdogan.edu.tr
Giriş
İslam’ın başlangıcından bugüne kadar ortaya çıkmış itikadî ve siyasî
mezhepler ile çağımızda etkili olan siyasî ve dinî akımların varlığının
toplumsal yapı içerisindeki yeri tartışılan ana meseleler arasında yer
almaktadır. Mezhepleri içinde doğdukları siyasî, ictimaî, dinî, tarihî ve
kültürel sebeplerinden soyutlayarak anlamak zordur. Her mezhep veya
dinî akım diğer toplumsal hareketler gibi insan topluluklarının yaşadıkları bölgelerde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda mezheplerin çevre-merkez
ilişkilerinin ortaya konulmasına önem verilmelidir. Nitekim mezhepler
kimi bölgelerde zayıf iken kimi bölgelerde güçlü olmuşlardır. Mezheplerin güçlü veya zayıf oluşu mezheplerin fizikî mekânla irtibatıyla ilgisi
olduğu gibi o bölgede yaşayan insanların dinî ihtiyaçlarına cevap verip
vermemesiyle de ilgilidir.1
Din ile mezhep arasındaki ilişki her zaman masum olmamakla birlikte siyasî çevrelerde dinî ve siyasî menfaat temini için bazen bir araç
olarak kullanılmıştır. Bunun sonucunda Müslümanlar arasında ayrılık
ve kavgaların, taassubun, iktidar savaşlarının malzemesi olmuştur. Yeni
yetişen kuşaklar kendi meselelerine çözüm üretmek yerine geçmişin
problemleriyle uğraşır hale gelmiştir. Kuran’ın anlaşılması için araç olan
mezhepler, kendi ilkelerinin anlaşılmasının aracına dönüşmüştür. Mezheplerin görüşlerinin şaşmaz doğrular haline getirilmesi İslam’ın zengin
fikir dünyasının kısırlaşmasına neden olmuştur.2
1
2
Sönmez Kutlu, Mezhepler Tarihine Giriş (İstanbul: Dem Yayınları, 2008), 23-28.
Kutlu, Mezhepler Tarihine Giriş, 39-41.
98
İSLAM VE YORUM VII
Osmanlı Devleti’ne baktığımızda kuruluşundan itibaren resmî dinî
düşüncesini Sünnîlik üzerine inşa etmiştir. Bu dinî düşünce sistemi Matûridîlik ve Eş‘arilik şeklinde iki ana mezhep tarafından temsil edilmiştir.
Osmanlı ilim hayatında Eş‘arîlik hâkim iken şerhler ve haşiyeler üzerinden
Matûridîlik kendini göstermiştir. Osmanlı Devleti Hanefî-Maturidî kimliğine rağmen medreselerinde Eş‘arîler tarafından yazılan eserlere daha fazla
ağırlık vermiştir. Ancak buradaki Eş‘arîlikten anlaşılan felsefî kelamdır.
Maturidî kimliğin de zaman zaman öne çıkarıldığını belirtmek gerekir.
16. Yüzyılda II. Bayezid ile başlayıp Yavuz Sultan Selim ile devam eden
Osmanlı-Safevî mücadelesi, Osmanlı’nın doğu ile irtibatını kopararak felsefî kelamın Sünnî coğrafyadaki etkisini azaltmıştır. Safevîlerin, Horasan
coğrafyasına hâkim olmasıyla bölge Şiîlik üzerinden biçimlendirilmiştir.
Bu durum Osmanlı’daki felsefi kelamın etkisinin azalmasına neden olduğu
gibi Şiîlik karşıtı Sünnî bir söylemin ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır.3
16. Yüzyılda Osmanlı coğrafyasında yaşamış Osmanlı alimlerinin yapmış
olduğu fırka tasniflerinin bu duruma etkisinin de olduğu söylenebilir.
Nitekim Rafızilik ismiyle tasniflerde yer bulan Şiîlik ve kolları kurtuluşa
eren fırka (fırka-i naciye) arasında yer almamakta, cehenneme gidecek
72 bidat fırka arasında zikredilmektedir.4
Osmanlı’nın Memlük Devletini ortadan kaldırarak Mısır ve Şam bölgesine hâkim olması bölgedeki siyasî ve kültürel mirasın varisi konumuna
yükselmesine sebep olmuştur. Bu durum Mısır ve Şam bölgesinde Fatımî
karşıtlığıyla şekillenmiş Sünnî eksenli siyaset çabasının ve Şiîlik karşıtlığının Osmanlı’ya taşınmasına yol açmıştır. Sünnî Osmanlı’nın düşünce
üretme sistemi işlevini yitirmeye başlayarak Rafızîlik başlığı altında Şiîliğe
ve tüm türevlerine karşı bir saldırı başlamıştır. Fatımîler üzerinden Şiîliğe
yönelik oluşturulan Sünnîlik vurgusu gibi Safevî karşıtlığı üzerinden daha
keskin bir Sünnîlik oluşturulmuştur.5
3
4
5
Mehmet Kalaycı, Tarihsel Süreçte Eşarilik Maturidilik İlişkisi (Ankara: Ankara Okulu Yayınları,
2013), 72-74, 86; Mehmet Kalaycı, “Osmanlı’da Eşarilik-Maturidilik İlişkisine Genel Bir
Bakış”, İlahiyat Akademi Dergisi 5 (2017), 114-117.
Fırka tasnifleri için bk. Kadir Gömbeyaz, İslam Literatüründe İtikâdî Fırka Tasnifleri (Bursa:
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015); Furkan Ramazan Öğe, İmparatorluk
Çağında Osmanlı Mezhepler Tarihi Yazıcılığı: 15-16. Yüzyıl (Sakarya: Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2022); Ümit Toru, Olgu İle Kurgu Arasında
Eşʻarî Geleneğin Şiîlik Algısı (Ankara: Astana Yayınları, 2020).
Kalaycı, “Osmanlı’da Eşarilik-Maturidilik İlişkisine Genel Bir Bakış”, 117.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
99
Nizâm-ı Âlem ve Din ü Devlet’in bekâsı ve İslam’ın muhafazası Ehl-i
Sünnet mezhebi üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Fatih Sultan
Mehmed’in Kanunnâmesi’ndeki kardeş katli meselesini de bu çerçevede
değerlendirmek gerekir. Hangi şahıs veya mezhepten gelirse gelsin merkezi otoriteyi bozacak her türlü eğilim ve eylem şiddetle bastırılmıştır.
Osmanlı padişahı devlet-din özdeşliğini temsil eden en yüksek makamdır.
Bu bağlamda Osmanlı, halife-sultan unvanını kullanmış, İslam’ın ve müminlerin hamisi olarak kendisini görmüştür. Yavuz Sultan Selim’le birlikte
Osmanlı padişahları kendilerini Hâdîmü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn unvanıyla
anmaya başlayarak Memlük Sultanlarının İslâm alemindeki saygınlıklarının ve sorumluluklarının varisi konumuna yükselmişlerdir. İslam’ın
hâmisi konumuna yükselen Osmanlı Devleti’ne yönelik her türlü tehdit
İslâm’a karşı yapılmış bir tehdit olarak görülmüştür. Özellikle Sünnîlik
karşıtı mezheplerle mücadelede bu anlayışın hâkim olduğu görülmektedir.
Özellikle Şiî Safevî Devleti İslam’dan sapmış bir devlet olarak görülerek
Rafızî, mülhid, zındık gibi terimlerle nitelendirilmiştir.6
Bu çalışmada ele alınmak istenen husus Osmanlı Devleti’nin hâkim
olduğu coğrafya üzerindeki Sünnîlik karşıtı mezheplerle olan ilişkisine genel olarak ışık tutmaktır. Özellikle Osmanlı-Safevî mücadelesi ve
Memlük Devleti’nin ortadan kaldırılması Osmanlı Devleti’ni başta Şiîler
olmak üzere Nusayrîler, Dürzîler ve Yezîdîler ile karşı karşıya getirmiştir. Osmanlı’nın bahsi geçen mezheplere bakışını şekillendiren unsurları
tespit edebilmek araştırmanın önemini ortaya koymaktadır. Alanla ilgili
yazılmış klasik ve modern eserler yanında Osmanlı arşiv belgelerinden
istifade edilmiştir. Belge tarama yöntemiyle elde edilen bulgular objetif
ve betimleyici bir üslupla aktarılmış, çalışmanın sınırlarını aşar endişesiyle değerlendirmeler yapmamaya gayret edilmiştir. Sünnî düşünceye
sahip Osmanlı diğer mezheplerle ilişkilerinde zaman zaman mezhepsel
aidiyetini kullanmış olsa da farklı siyasî tavırlar içerisine de girmiştir.
Farklı mezhep mensupları bazen vergi vermeleri ve devlete itaat etmeleri
koşuluyla rahatça hayat sürdürebilmiştir. Öyle ki ilgili kişilere bölge yöneticilikleri gibi görevler bile verilmiştir. Bazen de herhangi bir dinî veya
mezhebî itham kullanmadan onların asîliklerine, eşkıyalıklarına vurgu
yapılarak onlarla mücadele edilmesi gerektiği söylenmiştir. Zaman içeri6
Ayrıntılı bilgi için bk. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler 15-17.
Yüzyıllar (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2013), 95-158.
100
İSLAM VE YORUM VII
sinde farklılaşan mezhepsel ilişkilerde siyasetin önemli bir etken olduğu
görülmüştür. Bu bağlamda Sünnî Osmanlı Devleti’nin Şiîler, Nusayrîler,
Dürzîler ve Yezîdiler ile olan ilişkilerine kısaca değinmek gerekir.
1. Osmanlı-Şiî İlişkileri
Şeyh Safiyüddin İshâk’ın adına nispetle anılan Safevî tarikatının başlangıçta dinî bir tarikat iken siyasî bir teşekkülle devletleşmesi ve Safevi
Devleti’ne dönüşmesiyle Osmanlı Şiî ilişkileri farklı bir konuma yükselmiştir. İki devlet arasındaki ilişkinin hem dinî hem de siyasî bir zeminde
ilerlemesine sebep olmuştur. 1501-1524 yılları arasında Türkmen kabileleri bir araya getirerek Şah İsmail önderliğinde etkinliğini artıran Safevî
Devleti, Şiîliği resmi mezhep ilan etmiştir. On iki imam adına hutbe okutulmuştur. Devletin dinî ve kültürel yapısı Şiîlik üzerinden tesis edilmeye
çalışılmıştır. Şah İsmail Doğu Anadolu, İç Anadolu ve İran coğrafyasında
Şiîliği yaymaya, kitlelere ulaştırmaya çabalamıştır.7
İslam dünyasının birçok yerinden şiî ulemaya mektuplar gönderilerek
şiîliğin tesis edilmesi amaçlanmıştır. Özellikle bugünkü Lübnan’ın güneyi
Cebel-i ‘Âmil bölgesinden birçok Şiî alim bu sürece katkı sağlamıştır.8
Başlangıçta sünnî/şafî bir tarikat olan Erdebil’deki Safevî Tekkesi yaklaşık
150 yıl bu konumunu korumuş Hoca Ali ve sonrasında Şeyh Cüneyd’in
tekkeye postnişin olmasıyla Şiî temayüller de tarikata girmeye başlamıştır. Tekkedeki bu değişim yalnız dinî açıdan değil aynı zamanda siyasî ve
dünyevî beklentileri de etkilemiştir. Şeyhliğe şahlığı da ekleyerek siyasî
faaliyetler içerisine giren Şeyh Cüneyd amcası Cafer ile aralarının açılmasına sebep olmuştur. Erdebil’i terk etmek durumunda kalan Şeyh Cüneyd,
Anadolu’ya gelerek burada siyasî hakimiyet kurma düşünceyle hareket
etmiştir. Şeyh Cüneyd’in Anadolu’daki göçebeler ve köylüler arasında Şiî
ve Şiîliğe temayüllü bir kitleyle karşılaşması fikirlerini yaymak için el verişli bir zemin oluşturmuştur. Anadolu’daki bu kitlenin İmâmiyye Şia’sına
mensup İlhanlı Hükümdarı Olcaytu’nun bir Moğol eyaleti durumunda olan
Anadolu’daki etkisinden kaynaklandığı iddia edilmektedir. Nitekim bu
dönemde Ebu Bekir, Ömer ve Osman isimlerinin anılması yasaklanmıştır.9
7
Safevi Devleti’nin teşekkül süreci için bk. Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve
Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999).
9
Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, 9-10.
8
Adel Allouche, Osmanlı-Safevî İlişkileri Kökenleri ve Gelişimi, çev. Ahmet Emin Dağ (İstanbul:
Anka Yayınları, 2001), 61.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
101
Şeyh Cüneyd’in bu süreci etkin yönetememesi vefat etmesiyle sonuçlanmıştır. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar ile şiîliğin tarikat üzerindeki daha
artmıştır. Safevî müritleri başlarına Şia’daki on iki imamı temsil eden on
iki dilimli tac-ı haydarî denilen Kızıl Tac takmaya başlamışlardır. Şeyh
Haydar döneminde tarikatın Anadolu’daki mensupları ciddi oranda artmıştır. Hatta Hz. Peygamber’in türbesini ziyarete giden sünnî komşularına
“biz ölüye değil diriye gideriz” diyerek Erdebil’deki tekkeye bağlılıklarını
ifade etmektedirler.10 Şeyh Haydar’ın ölüp Şah İsmail’in Tebriz’de şahlık
tahtına oturmasıyla Safevî devleti resmen kurulmuş, şiîlik ise devletin
resmi mezhebi olmuştur.11 Oniki İmam Şiîliği üzerine tesis edilen yapı bu
amaçla yeni devlete yasal bir statü de kazandırmış olmaktadır.12 Safevî
Devleti’nin şiîliği merkeze alan yapısı dönemin en güçlü sünnî iktidarlarından olan Osmanlı Devleti için ciddi bir sorun teşkil etmiştir. Safevî
Devleti’nin şiî yayılmacılığı düzleminde Osmanlı topraklarına gönderdiği
halifeleri ve onların propagandaları Osmanlı Devleti’ni ve onun tebasını hedef almıştır. Osmanlı ve Safevî Devleti arasında meydana gelen bu
etkileşim sünnî Osmanlı’nın şiîliğe karşı duyduğu bir tepkisi olmakla
birlikte Anadolu üzerinde yayılmacı bir politika izleyen Safevîlere karşı
da bir duruş sergilemekteydi.13 Şiîliği yayılma siyasetinin bir aracı olarak kullanan Şah İsmail Güneydoğu Anadolu’yu ele geçirmiş Sünnî halka
karşı çok ağır muamelelerde bulunmuştur. Irak-ı Arap bölgesine girerek
İmam Musa Kâzım’ın kabrine kubbe yaptırmış, Ebu Hanife ve Abdulkadir
Geylanî gibi birçok Sünnî alim ve şahsiyetin kabrini yakarak bölgedeki
birçok alimi öldürtmüştür.14
Osmanlı arşivleri bu mücadelenin izlerini sürmemizde birçok veri
sunmaktadır. Sünnîlik ve Şiîlik bağlamında iki devlet arasındaki ilk ilişkilerin II. Bayezid’in aldığı birtakım tedbirlerle başladığı söylenebilir.
II. Bayezid sınırdaki sancak beylerine gönderdiği bir hükümde Erdebil
şeyhine giden veya oradan gelen sufî olarak isimlendirilen Safevî yan10
Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, 12.
13
Allouche, Osmanlı-Safevî İlişkileri Kökenleri ve Gelişimi, 160.
11
12
14
Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, 15-22.
Allouche, Osmanlı-Safevî İlişkileri Kökenleri ve Gelişimi, 161.
Tahsin Yazıcı, “Şah İsmail”, İslam Ansiklopedisi (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1979),
276; Ayrıca bk. Mustafa Ekinci, Anadolu Aleviliği’nin Tarihsel Arka Planı (İstanbul: Beyan
Yayınları, 2010), 61-165; Mehmet Çelenk, 16-17. Yüzyıllarda İran’da Şiîliğin Seyri (Bursa:
Emin Yayınları, 2016), 25-101; Doğan Kaplan, Safeviler ve Kızılbaşlık (Ankara: Gece Kitaplığı,
2014), 63-114.
102
İSLAM VE YORUM VII
lılarının yakalanıp öldürülmelerini talep etmiştir. Bu önlemler dışında
sınır ötesinden gelecek her türlü bilgi akışı için Şehzâde Selim ve Sivas
Sancakbeyine “…ol tarafun temam haberi ne ise bilüp hakikat-i hali ile
yazup dergah-ı muallama ilam edesiniz…” şeklinde hüküm gönderilmiştir.
Sürecin iyi yönetilememesi Safevî Devleti’nin kurulmasına mani olamadığı gibi Anadolu’da Şahkulu, Nur Ali Halife, Bozoklu Şeyh Celâl, Süklün
ve Baba Zünnun gibi birçok Kızılbaş ayaklanmasının çıkmasına da zemin
hazırlamıştır.15
Ehl-i Bidat, Ehl-i rafz, Tayife-i rafıziyye gibi nitelemeler16 Osmanlı
iktidarının ana mezhebi olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebine aykırı inanç ve hareketlerden sayılan şiî Safevîler için de kullanılmaktadır.
982/1574 tarihli bir belgede Rafızilik itikadî zemine çekilerek İslam Hukuku uygulamalarında rastlanılması güç bir olay yaşanmıştır. Koyun Baba
olarak bilinen Bünyad adlı bir kişi öldükten sonra tekrar dirilmeyi (haşr
u neşri) inkâr ettiği iddiasıyla rafızî ve mülhid olarak değerlendirilmiştir.
Hoca mülazımlarından 4 kişinin şahitliğiyle At Meydanı adlı bir yerde
recmedilmesi buyrulmuştur.17 Rum Beylerbeyi’ne gönderilen 983/1576
tarihli bir hükümde Şiî propagandası için kullanılan rafızîlikle ilgili 40 cilt
kitabın Anadolu topraklarına nasıl sokulduğunun teftiş edilmesi, kitapları
ellerinde bulunduranların kitaplarıyla birlikte Dergâh-ı Mualla’ya (Saraya)
gönderilmesi istenmiştir.18 Yine bu konuya benzer 984/1576 tarihli bir
belgede Ortapâre kazasında ikamet eden Veli Fakih adlı bir kişinin Safevî
topraklarından gelirken yanında getirdiği 34 cilt Rafızîlikle ilgili kitabı
Anadolu’da kimlere emaneten verdiğinin araştırılması istenmektedir.19
Safevî propagandalarının etkisi sonucu Şiîliği tercih edenlere yönelik
ciddi takibat yapılmaktadır. 984/1576 tarihli bir belgede Hamza Halife
adlı bir kişinin Sahabe’ye dil uzattığı iddiasıyla Rafızilik/Şiîlikle suçlandığı görülmektedir. Ancak yapılan teftiş sonucu Ömer ve Osman adında
oğulları olan, beş vakit namaz kılan bir sünnî olduğu anlaşılmıştır. Ancak
15
Ayrıntılı bilgi için bk. Ümit Erkan, Osmanlı’da Kızılbaş Ayaklanmaları (16.Yüzyıl) (İstanbul:
Okur Tarih Yayınları, 2020).
17
Osmanlı Arşivi (BOA), Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.
MHM.d], No. 25, Gömlek No. 2983, 02 Ş. 982 (17 Kasım 1574).
16
18
19
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler (XIV-XVII
Yüzyıllar) (Ankara, 1999), 119-126.
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 27, Gömlek No. 957, 8 Z. 983 (9 Mart 1576).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 28, Gömlek No. 883, 19 N. 984 (10 Aralık 1576).
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
103
belgenin sonunda Rafıziliği sabit olanların affedilmemesi muhakkak cezalandırılması gerektiği de vurgulanmaktadır.20
976/1568 tarihli bir belgede Giresun kadısı tarafından gönderilen bir
mektupla Uzgur adlı köyde yaşayan Haci, Recep, Yusuf, Mustafa, Bayram,
Himmet ve Mehmet adlı şahısların rafızîyyü’l-mezheb oldukları bildirilmiştir. Mezhep ifadesinden ismi geçen şahısların Safevî propagandaları
sonucu şiîliği benimsedikleri anlaşılmaktadır. İlgili şahısların dört halifeye
sövmeleri, namaz kılmayıp Ramazan ayında oruç tutmamaları ve içki
içmeleri nedeniyle ceza olarak hapsedilmeleri istenmiştir.21
Şiî yayılmacılığının önünü almak için belgelerde Yukarı Cânib şeklinde ifade edilen Safevî Devletiyle irtibatı olanlar hakkında çeşitli takibatlar
yapılmaktadır. Bunlardan birinde Bozok Beyi Çerkes Bey’e bir hüküm
yazılmıştır. Belgede sancağına tabi olan yerlerde bazı kişilerin Yukarı
Canib ile ittihad ve ittifak içerisinde olduğu bildirilmiştir. Bu kişilerin
gizli bir şekilde tetkik edilip Yukarı Canib ile ittifak içerisinde oldukları anlaşılanların başka bahanelerle öldürülmeleri istenmiştir. Belgenin
sonunda Yukarı Cânib ile irtibatı olmayıp rafızîlikle suçlananların hapsedilmesi, ailelerinin ise Kıbrıs’a sürgüne gönderilmesi gerektiğinden
bahsedilmektedir.22
2. Osmanlı-Nusayri İlişkileri
Nusayrîlik 3/9.asırda Muhammed b. Nusayr en-Nemîrî’ye nispetle
Basra’da kurulmuş batınî karaktere sahip Şiî bir fırkadır. İlk dönem Şiî
kaynaklarda Nemîriyye şeklinde bahsedilen bu fırka, İmâmiyye’nin onuncu
imamı Ali el-Hâdî en-Nâkî’nin ilahlığı İbnü’n-Nusayr’ın da onun peygamberi olduğu iddiası üzerinde durmuştur.23 Tenasüh, Hulul gibi aşırı görüşlere
sahip olan bu fırka Irak’ta kurulmasına rağmen 5/11. asrın ortalarından
itibaren Suriye ile Adana-Mersin bölgelerinde varlıklarını sürdürmüştür.
6/12. asrın başlarında bölgenin Haçlı istilasına maruz kalması onlar için
ciddi sıkıntılar doğurmuştur. Selahaddin Eyyübî’nin Lazkiye ve çevresini
20
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 29, Gömlek No. 49, 10 L. 984 (31 Aralık 1576).
23
Ebû Halef el-Eşʻarî el-Kummî, Kitâbü’l-makâlât ve’l-fırak, nşr. Muhammed Cevad Meşkûr
(Tahran: Matbaatü Haydarî, 1963), 100-101; Ebû Muhammed b. el-Hasan b. Mûsâ enNevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, nşr. es-Seyyid Muhammed Sâdık (Necef: el-Matbaatü’l-Haydariyye,
1936), 93-94.
21
22
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 7, Gömlek No. 2131, 30 Ra. 976 (22 Eylül 1568).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 29, Gömlek No. 490, 14 Z. 984 (04 Mart 1577).
104
İSLAM VE YORUM VII
haçlılardan temizlemesiyle (584/1188) Cebel-i Ensâriyye dahil Nusayrîlerin yaşadıkları tüm bölgeler Eyyübîlerin kontrolüne girmiştir. Bu dönemde
Nusayrîler zaman zaman İsmailîlik ve Dürzîlik gibi muhalif mezheplerle
mücadele etmişlerdir. Sincar dağlarından Cebel-i Ensâriyye’ye gelen Emir
Hasan el-Mekzûn liderliğindeki kabileler Nusayrîleri İsmailîler’e karşı
korumuştur. Bölgenin Sultan Baybars ile Memlük hakimiyetine girmesiyle
Cebel-i Ensâriyye İsmailîler’in elinden alınmış, halkın Nusayrîlikten uzaklaşıp Sünnî olabilmesi için Nusayrîliğe girmek yasaklanmış, yaşadıkları
bölgelere cami yaptırma, camilerin bakımı ile ilgilenme zorunlulukları
getirilmiştir. 8/14. asırda bölgeye gelen İbn Batuta, camilerin boş kaldığı ve
ahırlara çevrildiğinden bahsetmektedir. Yavuz Sultan Selim’in 1516-1517
yılları arasında Memlük Devleti’ni Mercidabık ve Ridaniye savaşlarıyla
yenilgiye uğratmasıyla Halep, Şam, Kudüs gibi Suriye vilayetleri Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bu dönemde Nusayrîler Halep eyaletine bağlı
Mukataa Kalemi öncülüğünde şeyhlerin denetimi altında yaşamışlardır.
1808 ve 1816 yıllarında ufak çaplı isyanları olsa da olaylar büyümeden
önlenmiştir. 1822-1833 yılları arasında Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali
Paşa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı giriştiği harekatta Suriye’nin birçok
bölgesi Osmanlı hakimiyetinden çıkmıştır. Bu dönemde Mehmet Ali Paşa
üvey oğlu İbrahim Paşa’yı Suriye umumî valisi olarak görevlendirmiştir.
Yeni yönetimin silahsızlandırma, zorunlu askerlik, vergilerin artırılması
gibi aldığı tedbirler Nusayrîler’in 1834 yılında Mısır kuvvetlerine isyan
etmesiyle sonuçlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin isyana verdiği destek Osmanlı-Nusayri ilişkilerini güçlendirse de 1854 yılında İsmail Hayr Bey
isyanına Nusayrîlerin destek olması ikili ilişkileri tekrar bozmuştur. Sultan
II. Abdülhamid döneminde de Nusayrîlerin yaşadığı bölgelere camiler yaptırılmış, Müslüman zümreden sayılıp zorunlu askerliğe tabi tutulmuştur.
Böylelikle Nusayrîler sadece mezhebî bir yapı olmaktan çıkıp toplumun bir
parçası olarak kabul edilmiştir. I. Dünya Savaşı sonrası bölgenin İngilizler
ve Fransızların eline geçmesiyle Nusayrî ismi kaldırılarak yerine Alevî
isminin kullanıldığı otonom bir bölge kurulmuştur.24
24
Mustafa Öz, “Nusayriyye”, Tarihî ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiyede Alevîler Bektaşîler Nusayrîler (İstanbul: Ensar Neşriyat, 1999), 184-185; İlyas Üzüm, “Nusayrîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2007), 33/271. Rifat Türkel, İnanç
Esasları Açısından Nusayrîlik-Alevîlik Mukayesesi (İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2011), 12-15; Aytekin Şenzeybek, “Suriye’de Dürzi-Nusayri-İsmaili ve
Sünnî İlişkileri”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları VI/2 (2013), 475; Ali Çapar, “İsmail Hayr
Bey İsyanı Işığında Osmanlı-Nusayri İlişkileri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma
Dergisi 91 (2019), 45-46; Uğur Akbulut, “Osmanlı Arşiv Belgelerinde Lazkiye Nusayrîleri
(19.Yüzyıl)”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 54 (2010), 112-114.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
105
Osmanlı yönetimi Nusayrîler’i sapkın olarak görmemekle birlikte
gayr-i müslim muamelesi yapmamış, onlardan cizye almamıştır. Sünnî
olmayı kabul ettiklerini söylemeleri durumunda Yezîdîler’in aksine inançlarını düzelttiklerini beyan eden tashih-i itikad terimi kullanılmıştır. II.
Abdülhamid döneminde Antakya ve İskenderun kazalarına gönderilen
tebliğciler vasıtasıyla Nusayrîler’in tashih-i itikad ettikleri ve bunun üzerine yaşadıkları yerlere okulların açılması kararlaştırılmıştır. Bu durum
Nusayrîler’in Sünnîliğe kazandırılmasından ziyade toplumsal bütünlüğü
koruma amaçlıdır.25 19. asrın önemli Türk alimlerinden, tarihçi ve kazasker kimlikleri olan Ahmet Cevdet Paşa Osmanlı devlet adamı olmasıyla da
öne çıkmaktadır. Onun Nusayrîlerle ilgili verdiği bilgiler Osmanlı-Nusayrî
ilişkilerini anlamamız açısından önem taşımaktadır. Cevdet Paşa, Nusayrîler’in yaşadıkları yerler, inançları, ibadetleri hakkında özet halinde çeşitli
bilgiler verdikten sonra onların mezhep ve dinlerini gizleyerek müslüman
gibi görünmeye çalıştıklarından Mecusîlere, Hıristiyanlara ve İmâmiyye
Şiâ’sına benzerliklerinden bahsetmektedir.26
Nusayrîler tarih boyunca aile, soy ve aşiret şeklinde yaşamışlardır.
Hayyâtiyye, Kelbiyye, Mehâlibe, Haddâdin gibi aşiretler Nusayrîler için
kullanılan aşiret isimleri arasında yer almaktadır.27 16. Yüzyılda özellikle
Kelbiyye aşireti belgelerde Kelbiyyun şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu
konuda elimizdeki en eski belge 968/1560 tarihli olup Şam beylerbeyine
yazılan bir hükümdür. Belgede “…kaza-i Cebele’de olan Kelbiyyin(Kelbiyyun) taifesi isyan ettiğinde mezbur Hemdem yollarını bağlayub nicesin ele
getürüb…”28 ifadeleriyle Kelbiyyun taifesinin isyanlarından bahsedilmektedir. Kelbiyyun aşiretinin haramî, yol kesen, asî oldukları oldukça sık
ifade edilmektedir. Halep beylerbeyine yazılan bir hükümde “…isyân ve
tuğyân üzre olan Kelbiyyun tâifesi husûs bildurmişsin hâlâ tedbir ve tedârikle ele getirilub haklarından gelinmesin emr idub…”29 denilerek isyan
üzere olanların cezalandırılmaları gerektiği ifade edilmektedir. Trablusşam beylerbeyine yazılan bir hükümde “…Kelbiyyun namıyla ma’rûf olan
25
26
27
28
29
İlber Ortaylı, “Alevîlik, Nusayrîlik ve Bâb-ı Âlî”, Tarihî ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiyede Alevîler Bektaşîler Nusayrîler (İstanbul: Ensar Neşriyat, 1999), 40.
Sayın Dalkıran, “Târih-i Cevdet’te İslam Mezhepleri II (Dürzîlik ve Nusayrîlik)”, A.Ü. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 21 (2003), 214-217.
İlyas Üzüm, “Nusayrîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (TDV Yayınları, 2007),
33/272.
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 4, Gömlek No. 1671 (H 06.03.968).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 27, Gömlek No. 159 (H 02.08.983).
106
İSLAM VE YORUM VII
cemaat kendü hallerinde olmayub nice ebnâ-i sebîlin mallarına ve başlarına
zarar u güzend eriştirdiklerinden…”30 denilerek bölgede yaşayan insanlara
verdikleri zarara temas edilmektedir.
Kelbiyye’nin Nusayrî aşiretlerden olduğu bilinse de belgelerde Kelbiyyun aşiretiyle Nusayrîlerin mi kastedildiği tam netlik kazanamamaktadır.
Çünkü 981/1573 tarihli bir belgede geçen “Cebele beyine hüküm ki…liva-i
mezbur reayasının ekseri Nusayrî, Zeydiyye ve Kelbiyyun taifesinden olup…”31
ifadeleriyle Nusayrî ve Kelbiyyun farklı gruplar şeklinde zikredilmiştir.
Her ne kadar farklı gruplar olarak zikredilse bile belgede Nusayrî zümrelerin Cebele sancağındaki varlıklarından bahsedilmiş, vermeleri gereken
mal-ı mîrî vergilerini vermedikleri ifade edilmiştir. “Müşarun-ileyhumaya
hüküm ki Dergâh-ı muallaya tezkire gönderüb Trablus dağlarında ekser
Nusayrî taifesi mütemekkin olup…” ifadeleriyle başlayan 992/1584 tarihli
bir belgede, Nusayrîlerin şarap getirip sattıkları, karşılığında bâc-ı mizan
dedikleri bir vergiyi vermeleri gerektiği ifade edilmektedir.32
16. yüzyıl Osmanlı-Nusayri ilişkilerine baktığımızda sonraki yüzyıllara göre daha az belgenin kayıtlarına ulaşılmaktadır. Şiâ’nın alt kollarından
biri olmalarına rağmen Şiîlere uygulanan bakış açısının bu zümrelere
uygulanmadığı görülmektedir. Özellikle Yavuz Sultan Selim’in Safevî topraklarına yönelik düzenlemiş olduğu seferin arka planında Şiîlere yönelik dinî veya mezhebî ithamların olduğu bilinmektedir. Nusayrîler ise
Osmanlı’ya bağlı olduğu, vergisini verdiği müddetçe bu tür ithamlarla
karşılaşmamıştır.
3. Osmanlı-Dürzî İlişkileri
Dürzîlik, Şia’nın İsmâlîyye koluna mensup 6. Fatımî halifesi el-Hâkim bi-Emrillâh döneminde Veziri Hamza b. Ali tarafından kurulmuş aşırı
görüşleri olan Şiî bir fırkadır. Fırkanın akidesi Hamza b. Ali tarafından
oluşturulmakla birlikte Hamza’nın dâisi iken sonra mürted ilan edilen
Anuş Tegin (Neştekin) ed-Derezî’nin ismine nispetle mezhebe Dürzî
ismi verilmiştir. Batınî karakterli bir yapıya sahip bu mezhep, el-Hâkim
30
31
32
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 48, Gömlek No. 763 (H 29.12.990); BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 23,
Gömlek No. 471 (H 05.09.981); BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 25, Gömlek No. 1745 (H 26.02.982);
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 46, Gömlek No. 334 (H 26.09.989); BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 47,
Gömlek No. 275 (H 17.04.990); BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 47, Gömlek No. 391 (H 29.05.990).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 23, Gömlek No. 234 (H 17.07.981).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 52, Gömlek No. 546 (H 29.01.992).
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
107
bi-Emrillâh’ın ilah, Hamza b. Ali’nin de yeni dinin imamı olduğu iddiasını
taşımaktadır. İslâm şeriatını ortadan kaldıran, gerçek ilâhî bilgiye ulaşmanın kendilerine itaatten ibaret olduğunu ileri süren, içinden geldikleri İsmâlilîği de reddeden bir yapıdır. el-Hâkim bi-Emrillâh’ın 411/1020
tarihinde öldürülmesinden veya gaybete girmesinden sonra mezhebin
yayılması oldukça yavaşlamıştır. el-Hâkim bi-Emrillâh sonrası yaşanan
bölünmeler davetin yürütücülüğünü üstlenen Bahâeddin el-Muktenâ’nın
mezhebe giriş ve çıkışları yasaklamasıyla da Dürzîlik kapalı bir toplum
haline gelmiştir. el-Hâkim bi-Emrillâh sonrası Fatımî halifesi ez-Zâhir
(412-427/1012-1035) döneminde, Dürzî inancını kabul edenler çeşitli
cezalara çarptırılmış, hayatta kalanların çoğu Güney Lübnan, Suriye, Vadi’t-Teym (Şûf), Cebelü’l-A’la bölgelerine yerleşmiştir.33
Vadi’t-Teym bölgesindeki bu iskân faaliyetleri nedeniyle orada bulunan bir dağa Cebelü’d-Dürzîyye denilmiştir. Dürzîler’in Vadi’t-Teym’e
gelmelerinden sonra Müslümanlara karşı kendi güvenliklerini sağlamak
için Hristiyanlarla ittifak içerisinde olmuşlar. Bölgede yaşayan Nusayrî ve İsmailîlerle de mücade etmek zorunda kalan Dürzîler’in bir kısmı
Lübnan, Havran, Beyrut gibi farklı yerlere göç etmek durumunda kalmıştır. 686/1287 yılında yapmış oldukları propagandalar sonucu ilk defa
Sünnîlerle çatışmışlar ve birçoğunu da öldürmüşlerdir. Memlük Devleti
693/1293 tarihinde bu çatışmayı durdurmak istemişse de ilk başlarda
başarı sağlayamamış, 705/1305 yılında tekrar üzerlerine gönderilen kuvvetlerle asiler etkisiz hale getirilmiştir. Dürzîler, 14. ve 15. asırda Memlük
Devleti, 16. ve müteakip asırlarda da Osmanlı Devleti’ne tabi Bohtorlar,
Ma’noğulları, Canbulat, Arslan gibi Dürzî ailelerinin kontrolünde yaşamışlardır. 34
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine çıkmadan önce Dürzî ailelerden
Emir Fahreddin liderliğindeki Ma’noğulları’nın desteğini aldığı, onlara
33
34
Mustafa Öz, “Dürzîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (TDV Yayınları, 1994),
10/39-48; Ahmet Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik (Ankara: Ankara Okulu
Yayınları, 2018), 9-108; Aytekin Şenzeybek, Ana Kaynaklarına Göre Dürzîlik (Bursa: Emin
Yayınları, 2012), 53-140; Aytekin Şenzeybek, “Başlangıçtan Günümüze Dürzîlik”, Necmettin
Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 31/31 (01 Ağustos 2011), 176-189; Muzaffer
Tan, “Geçmişten Günümüze Dürzîlik”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları 5/2 (2012), 62-65.
Ahmet Bağlıoğlu, Orta Doğu Siyasi Tarihinde Dürziler (Ankara Okulu Yayınları, 2018), 33-63;
Şenzeybek, “Başlangıçtan Günümüze Dürzîlik”, 188-189; M. C. Şehabeddin Tekindağ, “Dürzî
Tarihine Dair Notlar”, Tarih Dergisi 7 (1954), 150-155.
108
İSLAM VE YORUM VII
“Dağın Sultanı” lakabını verdiği bilinmektedir.35 17. asırda II. Fahreddin
liderliğindeki Dürzîler, Halep beylerinden Dürzî Canbolatoğlu Ali’nin çıkardığı isyana destek olup Osmanlı’ya karşı ayaklanmışlardır. Kuyucu
Murad Paşa’nın isyanı bastırması ile tüm Dürzî kabileleri kaçmak durumunda kalmıştır. II. Fahreddin’in Osmanlı aleyhtarı tavırları, Hristiyanlığı
kabul ettiği iddiaları nedeniyle İstanbul’a gönderilmiş ve orada idam edilmiştir.36 18. asırda ise Canbolatoğulları, Haydaroğulları ve Arslanoğulları
gibi Dürzî aileler arasında çekişmeler meydana gelmiştir. 1775 yılında
Sayda valiliğine atanan Cezzar Ahmet Paşa liderliğindeki Osmanlı kuvvetleri, Şihaboğulları ailesini destekleyerek düzeni korumaya çalışmıştır.
Bu süreçte bazı Dürzî aileler Hristiyanlığı benimseyerek Müslüman-Hristiyan çatışmasına sebep olmuştur. 1273/1856 yılında ilan edilen Islahat
Fermanı’nın Gayri-Müslimler ile Müslümanlar’ı eşit konuma getirmesi
Hristiyan Marûnîlere avantaj sağlamıştır. Bu durumu kabullenemeyen
Dürzîler, Marûnîlerle mücadeleye girişmiştir. Karşılıklı gelişen mücadeleler 1277/1860 yılı sonlarında birçok Hristiyan’ın katledilmesiyle sonuçlanmıştır.37
I. Dünya Savaşı’nda ise bir kısım Dürzî ailelerin Osmanlı muhalifliği
yaparak İngiliz ve Fransızların yanında yer aldığı görülmektedir. Sultan
el-Atraş, Fransız ve İngiliz ordularıyla 1918 yılında Şam’a giren ilk Dürzî
reislerden biridir. Cebel-i Dürûz bölgesinde Fâris el-Atraş liderliğindeki
Dürzîler Fransa’yı desteklerken, Süveyda Atraşiler ise İngilizler’in yanında
yer almıştır. Yapılan referandum sonrası çoğunluk Fransız Mandasını tercih etmiş, el-Atraş ailesi ise otorite kabul edilmiştir. 1921 yılında Cebel-i
Dürûz Emirliği şeklinde otonom bir yapı oluşturulmuş, 1929 yılına gelindiğinde ise Emirlik ortadan kaldırılarak içişlerinde bağımsız dışişlerinde
Fransa’ya bağlı Lübnan Devleti kurulmuştur.38
1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık savaşıyla Memlük Devleti’ne karşı kazanmış olduğu zafer Suriye, Lübnan, Filistin gibi birçok
Arap toprağının Osmanlı topraklarına katılmasını sağlamıştır. Bu süreçte
35
36
37
38
Bağlıoğlu, Orta Doğu Siyasi Tarihinde Dürziler, 34.
M. C. Şehabeddin Tekindağ, “Dürzîler”, İslam Ansiklopedisi (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi,
1977), 669; Bağlıoğlu, Orta Doğu Siyasi Tarihinde Dürziler, 34-35.
M. Tayyib Gökbilgin, “Dürzîler”, İslam Ansiklopedisi (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1977),
676; Bağlıoğlu, Orta Doğu Siyasi Tarihinde Dürziler, 36-51; Şenzeybek, “Başlangıçtan
Günümüze Dürzîlik”, 192.
Gökbilgin, “Dürzîler”, 679-680; Bağlıoğlu, Orta Doğu Siyasi Tarihinde Dürziler, 61-66;
Şenzeybek, “Başlangıçtan Günümüze Dürzîlik”, 193-194.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
109
Suriye sancaklarına kendi tarafından sancak beyleri tayin edilmiş, Dürzîlerin memnuniyeti için Ma‘noğluna (I. Fahreddin) sancakbeyliği verilmiştir.39
16. yüzyıldan itibaren Dürzîlerin Osmanlı Devleti’ne sık sık isyan
teşebbüslerinin olduğu da görülmektedir. 1518 yılındaki İbnu’l-Haneş’in
isyanında Ma‘noğullarından bazılarının destek verdiğinin anlaşılması
üzerine 1523 ve 1524 yıllarında Dürzîler üzerine seferler düzenlenerek
Osmanlı Devleti’ne itaat etmeleri sağlanmıştır. 1544 yılında Dürzîlerin
liderliğini alan Korkmaz’ın isyana teşebbüs eden davranışları nedeniyle
Mısır valisi İbrahim Paşa üzerine yürümüş, o da kaçmak zorunda kalmış
ve akabinde ölmüştür. Korkmaz’ın oğlu II. Fahreddin döneminde Beyrut ve
Sayda şehirlerini hakimiyetleri altına alan Dürzîler, emirliklerinin sınırlarını genişletmiştir.40 Her ne kadar iki yapı arasında mezhepsel farklılıklara
rağmen iş birliği devam etse de siyasî veya sosyal olaylar isyanların ortaya
çıkmasında etkili olduğu söylenebilir. Dürzî isyanlarıyla ilgili arşiv belgelerine yansıyan dinî veya mezhebi ithamların olmadığı görülmektedir.
Genellikle Dürzî taifesi veya Dürzî eşkıyası şeklinde nitelenen zümrelerin
ellerindeki silah gücünün azaltılması gerektiğine dair oldukça fazla belge
bulunmaktadır. Yaptıkları isyan hareketleri eşkıyalık olarak vasıflanarak
isyan çıkaranlara sert tedbirler uygulanmıştır. 1567 tarihli bir belgede “…
Beyrût sancağı beyi Südde-i Sa‘âdetüme gelüp zikrolunan sancakda Dürzî
tâifesinün mukaddamleri ve sâir reâyâsında olan tüfenkleri almak içün…”41
veya 1572 tarihli bir belgede “…Dürzî taifesinde mübalağa tüfenk olduğu
ilam olunmağın…Dürzî taifesinde ve eğer sair Arapta her kimde tüfenk
bulunursa ellerinden alup mirî içun zapt eyleyüp…”42 denilerek ellerindeki silahlara el konulması istenmektedir. Şam beylerbeyine yazılan bir
hükümde “…Dürzî taifesinden olanlarda mübalağa tüfenk olduğu istima
olunmağla…”43 ifadeleriyle başlamakta, belgede Dürzî mukaddamlarından Ma‘noğlu Korkmaz, Mansur bin Assaf, Şerefüddin, Kasım b. Şihab ve
Kayıtbay’a mektup gönderilerek ellerindeki silahların teslim edilmesi
gerektiği ifade edilmektedir. Mukaddamlar, Dürzî Emirlerinden sonra ilk
basamakta yer alıp bir bölgenin tamamını kontrol yetkisine sahip muka39
40
41
42
43
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2011),
2/287.
Bağlıoğlu, Orta Doğu Siyasi Tarihinde Dürziler, 34.
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 7, Gömlek No. 400, 22 R. 975 (26 Ekim 1567).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 19, Gömlek No. 700, 16 R. 980 (26 Ağustos 1572).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 26, Gömlek No. 488, 10 Ca. 982 (28 Ağustos 1574).
110
İSLAM VE YORUM VII
taacılardı. Mukataacılar ise bölge ekonomisinin önemli yapı taşlarından
sayılan üretilen ürünlerin vergilerini toplayıp köylüleri de koruyan kişilerdir.44 Dürzîlerin ellerindeki silahların toplatılmasıyla ilgili bu türden
belgelerde silahları vermeyip isyan edenlerin üzerine asker gönderilerek
terbiye edilmesi45, haklarından gelinmesi46 onlara silah satanların sürgün
edilmesi47 gibi farklı tarihlerde farklı kararlar ortaya çıkmıştır. 1582 tarihli bir hükümde Ma‘noğullarına yapılan silah yardımından bahsedilerek
ileride isyan çıkarma olasılıklarına karşı bunun engellenmesi gerektiği
ifade edilmiştir.48 Her türlü tedbir alınmış olsa da Osmanlı’nın yeterince
başarılı olamadığı görülmektedir. Nitekim, Trablus Şam beylerbeyine yazılan bir hükümde Ma‘noğullarının çıkardıkları isyanlardan bahsedilerek,
askerleriyle isyanı bastırması istenmiştir.49
991/1583 tarihli bir belgede “…Dürzî taifesi yarag ve tüfenk kullanub
fesad-u şenaat üzere olup şer’i şerife itaat itmedükleri istima‘ olunmağın….
şer’i şerife itaat itmeyüb fesad-u şenaat üzere olanları şer’le haklarından
gelüb ehl-i fesada ruhsat vermeyesun.”50 denilerek fesad ehli Dürzîlerin
şeriata uygun davranmadıkları belirtilerek buna izin verilmemesi gerektiği ifade edilmiştir. Osmanlı’nın Dürzîlere mezhebî açıdan bakmadığı
anlaşılmaktadır. Nitekim bir belgede “…Dürzî tâ’ifesinden bir mahalle zarar
u gezend ve te’addi ve tecâvüz olunmakdan hazer eyleyesin…”51 denilerek
Dürzî bölgelere zarar vermekten imtina edilmesi gerektiği ifade edilmiştir.
Dürzîlerin Şiâ’nın bir kolu olmalarına karşın belgelerde Dürzî ve
Rafızî şeklinde bir ayrıma gidilmesi inanç sistemlerinin sorgulanmadan
değerlendirildiklerini göstermektedir.52 Ancak 1585 yılında Osmanlı’nın
Dürzîlere yönelik düzenlemiş olduğu sefer sürecinde bir risale yazılmıştır.
Risalenin adı Fâdıhatü’l-Mülhidin ve Nâsıhatü’l-Muvahhidin olup İsmâîl
b. Ahmed b. İbrahim en-Nâblusî’ye (ö. 993/1585) aittir. Eseri vefatından
44
45
46
47
48
49
50
51
52
Tuba Yıldız, Geleneğin Hukuku Osmanlı’nın Adaleti Dürzîler ve Mârûnîler (İstanbul: Vadi
Yayınları, 2020), 57-59.
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 26, Gömlek No. 488, 10 Ca. 982 (28 Ağustos 1574).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 27, Gömlek No. 707, 26 Za. 983 (26 Şubat 1576).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 33, Gömlek No. 761, 6 M. 986 (15 Mart 1578).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 46, Gömlek No. 827, 5 S. 990 (1 Mart 1582).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 47, Gömlek No. 398, 29 Ca. 990 (21 Haziran 1582).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 44, Gömlek No. 337, 26 S. 991 (21 Mart 1583).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 44, Gömlek No. 302, 11 S. 991 (6 Mart 1583).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 46, Gömlek No. 830, 5 S. 990 (1 Mart 1582).
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
111
birkaç ay önce yazmıştır. Eser Dürzîlerin itikadı ve onlara karşı nasıl amel
edilmesi gerektiği ile ilgili fetvaları içermektedir. Bu risalede verilen fetvalar 1523 yılında Osmanlı’nın bölgeye hâkim olduğu dönemde Dürzîlerin yaşadıkları bölgelerde ele geçen Dürzî kitaplardan elde edilmiştir.
Ele geçen Dürzî eserlerin içeriğinden Hâkim Biemrillah’ın uluhiyetine
inandıkları, haramları helal saydıkları, namaz, zekât, oruç ve haccı inkâr
ettikleri görülmektedir. Risalenin üslubunda Dürzîlik karşıtı ve Ehl-i
Sünnet savunusu hâkimdir. Nâblusî’ye göre Dürzîler kâfirdir ve onlarla savaşılması gerekir. Nâblusî, Osmanlı idarecilerinin onların dilleriyle
şehadet getirmelerini İslam’a dahil olmak için yeterli görmelerini doğru
bulmamaktadır.53 Fetvalar olmasına karşın uygulama imkânın olmadığı
yukarıda bahsi geçen arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır.
4. Osmanlı-Yezîdî İlişkileri
Yezîdîlik, kadîm bir geleneğe sahip, birçok dinin etkisi altında kalmış, bağdaştırmacı, batınî ve takiyyenin etkili olduğu bir inanç sistemidir.
Yezîdîlik’te Zerdüştlüğün, Sâbîliğin, Şamanizmin, Putperestliğin, Hristiyanlığın, Yahudiliğin tesirlerinin olduğu iddia edilmektedir. Sünnet, Oruç,
Kurban gibi ibadetlerden dolayı İslamiyet’in; gizlilik, vecd ve sufî şeyhlere
saygılarından dolayı Sufî Rafizîliğin tesirlerinin olduğu şeklinde farklı
görüşler ileri sürülmüştür.54
Yezîdîlerin Musul, Süleymaniye, Halep, Kilis, Maraş, Van, Cizre, Diyarbakır ve Mardin gibi geniş bir coğrafyada yaşamış oldukları bilinmekle
birlikte savaş veya farklı dinî-mezhebî etkenler nedeniyle sayıları azalmıştır.55 Günümüzde Yezîdîler’in çoğu Irak devleti sınırları içerisinde
Musul’un Cebel-i Sincar ve Şeyhan bölgelerinde yaşamaktadır. Bunun
dışında nüfusları eskiye nazaran azalsa da Türkiye’de Mardin, Şırnak,
Şanlıurfa, Diyarbakır, Siirt, Hakkâri, Batman illeri ile Suriye, İran, Ermenistan, Gürcistan, Avrupa ülkeleri ve Rusya sınırları içerisinde yaşadıkları
53
54
55
Ayrıntılı bilgi için bk. Adem Arıkan, “Damad İbrahim Paşa’nın (ö. 1010/1601) Dürzîler ile
Mücadelesine Ulema Desteği: İsmail en-Nâblusî’nin (ö. 993/1585) Dürzîlere Reddiyesi”,
İslam Tetkikleri Dergisi 12/2 (2022), 559-587.
Ahmet Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri (Ankara:
Hitabevi Yayınları, 2015), 71.
Metin Bozan, Şeyh Adi bin Müsafir Hayatı, Menkıbevi Kişiliği ve Yezidi İnancındaki Yeri
(İstanbul: Nubihar Yayınları, 2012), 33.
112
İSLAM VE YORUM VII
bilinmektedir. Etnik olarak Kürt orjinli bir yapı olup Kürtçe ve Arapça
konuşmaktadırlar.56
Yezîdîlik isminin kökeni konusunda farklı iddialar söz konusu olup
ortak paydada buluşmak pek mümkün olmamıştır. Bazıları Yezidîleri,
İran’ın Yezd şehri sakini olmalarından dolayı Yezd’li manasına dayandırmış ve bu şehre nispetle kendilerine Yezîdî dendiğini iddia etmiştir.57 Klasik İslam Mezhepleri Tarihi kaynaklarında ise Yezîdîler, Harîciler’in İbâdiyye kolunun Yezid b. Uneyse liderliğindeki alt fırkalarından biri olarak
zikredilmiştir.58 Zira bu eserlerde bahsi geçen Yezîdîlikle araştırmamıza
konu Şeyh Adî b. Müsâfir (d. 465/1072-ö. 557/1162)59 sonrası Yezîdîlik
arasında farklılıklar olup sadece isim benzerliğinden ibarettir.60 Bir başka
kesim ise Yezîdî isminin Farsça’daki İzed (Melek, Tanrı), Avesta dilindeki
Yazata (saygıya, tapınmaya layık olmak), Modern Farsça ve Pehlevî dilindeki Yazdân (Tanrı) kelimelerinden türetildiğini ileri sürmüştür.61 Yezîdî
adının kökeniyle ilgili bir başka görüş ise İslam öncesi Zerdüşt Kürtlerin
tek yaratıcı olarak gördükleri Ahura Mazda’yı kutsarken Yezdan ifadesini
kullanmalarından ötürü kendilerine Yezdanî denilmiş zamanla bu isim
Yezîdî’ye dönüşmüştür.62 En yaygın inanış ise bu ismin Emevîlerin birinci
halifesi Muaviye’nin oğlu Yezîd’den geldiğidir.63 Nitekim Halife Yezîd’in
doğuşunda bedenine göç eden bir kutsal ruha inanılmakta ve doğum günü
Yezîdîler tarafından bayram olarak kutlanmaktadır.64
Yezîdîliğin menşei hakkında da çeşitli iddialar65 bulunmakla birlikte
kurucusu Şeyh Adî b. Müsâfir kabul edilen Adeviyye tarikatından fark56
Philip G. Kreyenbroek, Avrupa’da Yezidilik, çev. Hikmet İlhan (Avesta Basın Yayın, 2011), 39.
57
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 1.
59
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 4-5.
58
60
61
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslamiyyîn İlk Dönem İslâm Mezhepleri, çev. Ömer Aydın Mehmet Dalkılıç (İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2019), 164165; Abdülkahir el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı (Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2020), 75; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal: Dinler, Mezhepler
ve Felsefî Sistemler Tarihi, çev. Mustafa Öz (İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı Yayınları, 2015), 174-175.
Bozan, Şeyh Adi bin Müsafir Hayatı, Menkıbevi Kişiliği ve Yezidi İnancındaki Yeri, 19.
Thomas Menzel, “Yezidiler”, İslam Ansiklopedisi (Milli Eğitim Basımevi, 1986), XIII/415.
62
Torî, Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik ve Yezidiler (İstanbul: Berfin Basın Yayın, 2000), 48-49.
65
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 2-4.
63
64
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 2.
John S. Guest, Yezidilerin Tarihi Meleké Tawus ve Mıshefa Reş’in İzinde, çev. İbrahim Bingöl
(İstanbul: Avesta Basın Yayın, 2007), 68; Erol Sever, Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni (İstanbul:
Berfin Basın Yayın, 2006), 65.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
113
lılaşarak günümüze kadar geldiği genel kabul görmüştür 66 Şeyh Adî b.
Müsâfir şafii mezhebine mensup, Emevî halifesi Muaviye’yi savunan Ashabu’l-Hadis’ten bir sufîdir. Ölümünden sonra yerine geçen yeğeni tarikatın
üçüncü halifesi Hasan b. Adî b. Ebi’l-Berekât döneminde Şiîlerin Yezîd b.
Muaviye’ye saldırmaları üzerine tarikat mensuplarının Yezîd b. Muaviye’yi
savunmaya başladıkları bilinmektedir. Zamanla hem Şeyh Adî b. Müsâfir
hem de Yezîd b. Muaviye hakkındaki aşırı görüşleri, onları üstün varlıklar
olarak görmeye başlamaları, onları Yezîdî adı verilen batınî bir topluluğa
dönüştürmüştür.67
Yezîdîlik, Hasan b. Adî b. Ebi’l-Berekât sonrası Adeviyye tarikatından
farklılaşarak Musul ve çevresinde siyasi olaylarda rol oynamaya başlaması
dikkatleri üzerine çekmiştir. Nitekim 1220 yılında Moğolların gönderdiği
birliklerle zaviyeleri ele geçirilerek Adî b. Ebi’l-Berekât öldürülmüştür.
1246 yılında ise Yezîdîler’in Musul şehrini yağmalamalarından ötürü Musul valisi Bedreddin Lü’lü, Şeyh Adî’nin kardeşi Ebu’l-Berkât’ın torunu
Şeyh Ebu Muhammed Şemseddin’i boğdurarak öldürtmüştür. Selçuklu
Sultanı II. İzzeddin Keykavus 1256 yılında Moğollara yenilince asker tedariki niyetiyle Malatya bölgesindeki Yezîdîler’den istifade etmek istemiştir. Ancak aradığı desteği bulamayınca Yezîdîler’in liderleri Şeyh Adî’nin
torunlarından Şerafeddin Ahmed’i öldürtmüştür. Diğer torun Şerafeddin
Muhammed ise Moğol komutanı Engürek Noyan’ın askerleri tarafından
öldürülmüştür. 1259’da Hakkâri ve Sincar’a saldıran Hülâgû’nun bölgeyi
ele geçirip o dönemde Adeviyye tarikatının şeyhi olan Fahreddin’i 1277
yılında öldürmesi taraftar kitlesinin Irak, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da yayılmaya başlamasına sebep olmuştur. Önce Diyarbakır ve Siirt
civarlarına yerleşen Yezîdîler, zaman zaman Moğollara karşı Türkmenlerle
birlikte hareket etmişlerdir. Bölgeye Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevî ve
Osmanlılar’ın hâkim olmasıyla sırasıyla bu devletlerin yönetimi altında
yaşamışlardır.68
817/1414 yılında yeniden tarih sahnesine çıkan Yezîdîler, Şeyh Adî’ye
saygıda aşırıya giderek mezarını kıble kabul etmeye, Şeyh Adî’nin kendilerine rızık verdiğini, kendilerine tabi olanlardan beş vakit namazın
66
Bozan, Şeyh Adi bin Müsafir Hayatı, Menkıbevi Kişiliği ve Yezidi İnancındaki Yeri, 22.
68
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 19-21.
67
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 4-5; Bozan, Şeyh Adi
bin Müsafir Hayatı, Menkıbevi Kişiliği ve Yezidi İnancındaki Yeri, 21-24.
114
İSLAM VE YORUM VII
kaldırıldığını ifade etmeye başlamıştır. Yezîdîlerin bu tutum ve davranışları kendilerine karşı tepkilerin artmasını sağlamıştır. Nitekim Şiraz
Hükümdarı Emir Tevekkil ve beraberindeki destek kuvvetleri Yezîdîler’in
kutsal mekanlarından Laleş’teki Şeyh Adî’nin türbesine saldırarak türbeyi yıkmış, Şeyh Adî’nin mezarı açılarak kemikleri dışarı çıkarılmış ve
yakılmıştır. Yezîdîler, 1390-1420 yılları arasında Güney Doğu Anadolu
bölgesine hâkim olan Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf’a bağlılıklarını
bildirseler de Akkoyunlular’ın bölgeye hakim olmasıyla durum tersine
dönmüştür. 1501 yılında Safevî Devleti’nin kurulması bölgede yaşayan
Yezîdîler’in siyasî ve sosyal sonuçları itibarıyla Osmanlı ile Safevî Devleti
arasında kalmalarına sebep olmuştur. Bazı durumlarda Safevî yanlılığı
ön plana çıkarken bazen de Osmanlı’nın yanında yer almışlardır. Nitekim
1550 yılında Osmanlı’ya bağlılığını bildirerek İslamiyet’e geçtiği rivayet
edilen Yezîdî şeyhlerinden Hasan Bey, Bâb-ı Âlî’nin takdirlerini kazanmıştır.69
Özellikle Osmanlı dönemi Yezîdîler için bir çöküş devresidir. 18. ve 19.
yüzyıllara geldiğimizde Yezîdîler’in Kuran ve Sünnet’i kabul etmedikleri,
ulemadan nefret ettikleri, Müslümanları gördükleri yerde öldürdükleri
şeklinde çeşitli ithamlar öne sürülerek fetvalar verilmiştir. Ayrıca Yezîdîler’in de Osmanlı’ya karşı çeşitli saldırı, isyan ve yağma teşebbüslerinin
olduğu da bilinmektedir. Osmanlı Sultanı Abdülaziz döneminde 1872
yılında çıkarılan Kurra Kanunu gereği Yezîdîler’in askere alınma teşebbüslerinin olduğu, askerlik yapmak istememe taleplerinin belirli bir bedel
ödeyerek yerine getirildiği bilinmektedir.70
Osmanlı-Yezidi ilişkilerine genel çerçevede değindikten sonra 16.
yüzyıldaki durumları hakkında bilgi vermek gerekir. 16. yüzyılda Yavuz
Sultan Selim’in Safevîler üzerine giderek Çaldıran seferine çıkması ve
Memlük Devletinin hakimiyetine son vermesiyle Doğu ve Güney Doğu
Anadolu başta olmak üzere, Suriye, Filistin, Hicaz ve Mısır’ın yanında
Musul ve Kerkük bölgesi de Osmanlı Devleti’ne katılan bölgeler arasına
girmiştir. Özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun Osmanlı sınırlarına
dahil olması, Irak bölgesinin Osmanlı’nın hakimiyet alanına girmesi ilgili
bölgelerde yaşayan Yezidilerle Osmanlı Devleti’ni karşı kaşıya getirmiştir.
16. Yüzyılda yaşamış Bitlis Hükümdarı Şerefhan, bölgede yaşayan Kürt
69
70
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 21-23.
Turan, Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve Adetleri, 24-29.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
115
aşiretler hakkında bilgi verirken bir kısım aşiretin Şafii olduğuna diğer
bir kısmının ise sapık Yezidi inancına sahip olduğuna değinmektedir.71
Cezire beylerinden bahseden Şerefhan, bu ailenin üyelerinin başlangıçta Yezidilik dinini benimsediğini sonra Allah’ın hidayetiyle Ehl-i Sünnet
olup faydalı işler yaptıklarını dile getirmektedir.72 Özellikle Cezire Vilayeti’nin Gurgil nahiyesindeki yedi aşiretten üçünün Yezidi olduğu ifade
edilmiştir.73 Ayrıca Kilis beylerinden bahseden bölümde Antakya Vilayeti
yakınlarında yer alan Kusayr nahiyesinde Kürt Yezidilerin olduğuna dikkat
çekilmektedir.74 Tanımlamalarda Yezidi isminin tercih edilmesinin ilgili
zümrelerle ilgili isim tartışmalarına katkı sağlayacağı aşikârdır. Şerefhan,
Yavuz Sultan Selim’in Kilis beyliğini Yezidi Şeyhi İzzeddin’e75, Kanuni Sultan Süleyman’ın da Erbil beyliğini Yezidi aşiretlerinden Dasnili Hüseyin
Bey’e76 verdiğini söylemesi Osmanlı’nın Yezidiler’e bakışını ortaya koymaktadır. Kürt Mahmudiyan Beyleri arasında zikredilen Hasan Bey bin
İvaz Bey’in aşireti arasından Yezidiliği kaldırdığı Oruç, namaz, hac, zekât
gibi İslam dininin emirlerini yerine getirerek Ehl-i Sünnet olduğu, her
köyde medrese ve cami yaptırdığından bahsedilmektedir. Kanuni Sultan
Süleyman’ın İran ülkesini fethetmek için Azerbaycan’a yöneldiğinde Hasan Bey’in ona sığınması, Hoşab ve Mahmudiye beyliğinin kendisine taltif
edilmesiyle sonuçlanmıştır.77
963/1556 tarihli bir belgede Tikrit Beyleri arasında Yezidi Hüseyin
Bey’in78 zikrediliyor olması II. Selim döneminde de önceki yönetim anlayışının devam ettiğini göstermektedir. Yezidîlere bu tür beylikler veya
taltifler verilmiş olsa da ikili ilişkilerin olumlu seyrettiğini söylemek pek
mümkün gözükmemektedir. Diyarbekir beylerbeyine yazılan bir hükümde
“…Musul’da olan Dasni şeyhlerinden Şeyh İzzeddin nam yezidi ve oğlu Şeyh
Berekât bed mezhep olup bazı mühim mezhep olan ehl-i fesad üzerlerine
cem‘ olup katl-i nüfus ve garet-i emvalden hâli olmayıp ve bazı zu‘ema ve
71
72
73
74
75
76
77
78
Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, çev. Mehmet Emin Bozarslan (İstanbul: Ant Yayınları,
1971), 294.
Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, 135.
Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, 137.
Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, 248-249.
Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, 249-251.
Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, 306-307.
Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, 341-342.
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 2, Gömlek No. 319, 27 R. 963 (10 Mart 1556); BOA, A.DVNS.MHM.d,
No. 2, Gömlek No. 320, 27 R. 963 (10 Mart 1556).
116
İSLAM VE YORUM VII
erbab-ı tımarın tımarlarına dahl edip müddeîleri talebiyle meclis-i şer‘e
davet olunduklarınca şer‘-i şerife ve emr-i münîfe asla itâ‘at etmeyip bir
bölük bed mezhepdir hırsuzluk ve haramilik ile geçinirler diye bildirmiş…”79
diyerek Dasni şeyhlerinden Şeyh İzzeddin ve oğlunun fesad ehli olduğuna
vurgu yapılmakta hırsızlık ve haramilikle geçindikleri ifade edilmektedir.
Belgenin devamında “…bed mezhep ve melahideye kat‘a eman ve mecal
verilmeyup….” denilerek onların dinden çıkmış mülhidler olarak tanımlandığı görülmektedir.
Yezidîlerin dinî durumlarına ilave olarak Musul ve Erbil sancakları
arasında yaşayan Dasnî aşiretine bağlı Yezidîlerin yol kesen asiler oldukları ifade edilmekle birlikte “…mezhep ve milletten hariç kat’a ezan ve
namaz olmayub ve ruz-ı mahşer ve münker ve nekîri inkâr üzere oldukları
ecilden…”80 denilerek dinsiz, mezhepsiz, namazsız oldukları mahşer gününü, münker ve nekîri inkâr ettikleri gerekçesiyle ibret olacak şekilde
hakların gelinmesi (öldürülmeleri) istenmektedir.
984/1576 tarihli Azaz ve Kilis beyine yazılan bir hükümde Azaz ve
Kilis’e tabi Yezidî kürtlerin daima eşkıyalık ile meşgul oldukları din ve
diyanet dahi bilmedikleri, hırsızlık ve adam öldürme gibi suçlara karıştıkları, namaz kılmadıkları, nikahsız şekilde kadınlarla birlikte oldukları, sünnîlerin mallarını kendilerine helal gördükleri iddia edilmekte, bu
durumun bölgede yaşayan Müslüman halk tarafından da doğrulandığı
bildirilmektedir. Mezhepsiz mülhidler olarak zikredilen bu taifenin işledikleri suçlardan ötürü “…haklarından gelesin ki sairlerine mucib-i ibret
ola…” denilerek halka ibret olacak şekilde cezalandırılmaları istenmektedir.81 Bu yüzyılda Yezidîler’e yönelik verilen fetvalara baktığımızda namazı
ve orucu küçümsemeleri, Allah’a eş koşmaları nedeniyle dinden çıkmış
kafir olarak kabul edilmeleri ve onlara mürted hükmünün uygulanması
gerektiği savunulmaktadır.82 Bu türden fetvaların varlığı kesin olsa bile
uygulanabilirliği noktasında farklılıkların olduğu aşikârdır. Nitekim Osmanlı’nın Yezîdilere yönelik cezalandırma faaliyetlerinin arka planında
genelleyici bir bakış açısının olmadığını söylemek gerekir. Yukarıda bahsi
79
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 22, Gömlek No. 132, 14 S. 981 (15 Haziran 1573).
82
Metin Bozan, “XVI. Asırda Bitlis ve Çevresinde Yezidiler”, Tarihî ve Kültürel Yönleriyle Bitlis
(II. Cilt), ed. Mehmet İnbaşı - Mehmet Demirtaş (Ankara: Bitlis Eren Üniversitesi Yayınları,
2019), 358-359.
80
81
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 49, Gömlek No. 341, 23 Ca. 991 (14 Haziran 1583).
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 29, Gömlek No. 205, 24 L. 984 (14 Ocak 1577).
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
117
geçen belgede Yezidîler dinden çıkmış, mezhepsiz, asî gibi nitelendirilmelere maruz kalsalar da suça karışmayanlara dokunulmaması gerektiği
ifade edilmekte veya işlediği suçun durumuna göre gerektiğinde hapis
cezası verilmektedir.
Yezidîler itikadî açıdan farklı görülseler de Osmanlı tebaası sayılmaktadırlar. Bunun gereklerinden biri de devlete karşı vergi verme sorumluluklarının olmalarıdır. Halep beylerbeyine yazılan bir hükümde “…Yezidî
ekradından hassa karyeler ve mezralar ziraat eden bazı kimesne şekavet
üzere olup uhdelerine lazım olan avarız ve mal-ı mirîyi vermekten taallul
eden…”83 ifadeleriyle Birecik’e tabi bazı Yezidî taifesinin avarız ve mirî vergi vermekten imtina ettiği görülmektedir. Bağdad beylerbeyine yazılan bir
hükümde Yezidî Dasni cemaatinin dirlik tasarruf etmeye başlamasından
beri fesatlarının arttığına dikkat çekilmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’ne
ait toprakların askerî ve idarî amaçlarla tahsisine dayanan Timar diğer
bir adıyla Dirlik sisteminden84 Yezidîdiler’in de istifade ettiğini ortaya
koymaktadır. Bu konuyla ilgili memurların gönderilerek verginin tahsil
edilmesi gerektiği sorun çıkaranların teftiş edilip haklarından gelinmesi
istenmektedir. Osmanlı, Yezidîleri dinî veya mezhebî aidiyetinden ziyade
tebaası olarak değerlendirmiş, vergi verdiği devletine bağlı kaldığı müddetçe vatandaşı saymıştır.
Sonuç
Osmanlı Devleti klasik dönemde merkeziyetçi güçlü yapısı ve Sünni
İslam kimliğini merkeze almasına rağmen diğer inanç mensuplarını zorla İslam’a dönüştürmeye uğraşmamıştır. Zındık, mülhid, rafızi, mürted,
kafir, mezhepsiz gibi isimler verdiği gruplara karşı, devletin egemenlik
ve otoritesini kabul edip etmediklerine göre tavrını belirlemiştir. Osmanlı’nın tavrı dinî veya itikadî gayelerden ziyade hükümranlık ve itaat ilişkisi
çerçevesinde gelişmiştir. Nizam-ı alem prensibi, halife sultanlık unvanın
verdiği güç, devletin tebaası olma gereği devlete yönelik her türlü tehdit
oluşturan dinî, mezhebî eğilim şiddetle bastırılmıştır. Mezhebî söylemlerin
siyasal bir araç olarak kullanıldığı varlık mücadelesi olarak görmek mümkündür. Sonuç olarak 16. yüzyılda Osmanlı Devleti, yukarıda bahsi geçen
mezheplere karşı kaynağı, fetvalar veya dinî kitaplar olan değişmez bir
83
84
BOA, A.DVNS.MHM.d, No. 31, Gömlek No. 330, 17 Ca. 985 (02 Ağustos 1577).
Ayrınıtılı bilgi için bk. Halil İnalcık, “Timar”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2012), 41/168-173.
118
İSLAM VE YORUM VII
politika uygulamamış bunun yerine genel ve yerel politik gelişmeler neticesinde bu tür mezheplere karşı politikalarını yeniden formüle etmiştir.
Kaynakça
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 25, Gömlek No. 2983. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 27, Gömlek No. 957. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 28, Gömlek No. 883. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme
Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 29, Gömlek No. 49. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 7, Gömlek No. 2131. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 29, Gömlek No. 490. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 4, Gömlek No. 1671. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 27, Gömlek No. 159. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 48, Gömlek No. 763. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 23, Gömlek No. 471. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
119
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 25, Gömlek No. 1745. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 46, Gömlek No. 334. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 47, Gömlek No. 275. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 47, Gömlek No. 391. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 23, Gömlek No. 234. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 52, Gömlek No. 546. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme
Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 7, Gömlek No. 400. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 19, Gömlek No. 700. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 26, Gömlek No. 488. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 27, Gömlek No. 707. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 33, Gömlek No. 761. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
120
İSLAM VE YORUM VII
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 46, Gömlek No. 827. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 14.2, Gömlek No. 1668. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 44, Gömlek No. 337. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 44, Gömlek No. 302. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 46, Gömlek No. 830. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme
Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 2, Gömlek No. 319. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme
Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 2, Gömlek No. 320. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 22, Gömlek No. 132. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 49, Gömlek No. 341. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 29, Gömlek No. 205. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
BOA, Osmanlı Arşivi. Bab-ı Asafi Divan-ı Hümayun Sicilleri Mühimme Defterleri [A.DVNS.MHM.d]. No. 31, Gömlek No. 330. https://katalog.
devletarsivleri.gov.tr
OSMANLI
FARKLIArşiv
MEZHEPLERE
BAKIŞI Lazkiye
(16. YÜZYIL)
Akbulut,DEVLETI’NIN
Uğur. “Osmanlı
Belgelerinde
Nusayrîleri (19.Yüz121
yıl)”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 54 (2010),
111-126.
Allouche, Adel. Osmanlı-Safevî İlişkileri Kökenleri ve Gelişimi. çev. Ahmet
Emin Dağ. İstanbul: Anka Yayınları, 2001.
Arıkan, Adem. “Damad İbrahim Paşa’nın (ö. 1010/1601) Dürzîler ile
Mücadelesine Ulema Desteği: İsmail en-Nâblusî’nin (ö. 993/1585)
Dürzîlere Reddiyesi”. İslam Tetkikleri Dergisi 12/2 (2022), 559-587.
Eş’arî, Ebü’l-Hasan. Makâlâtü’l-İslamiyyîn İlk Dönem İslâm Mezhepleri.
çev. Ömer Aydın - Mehmet Dalkılıç. İstanbul: Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2019.
Bağdadî, Abdülkahir. Mezhepler Arasındaki Farklar. çev. Ethem Ruhi Fığlalı.
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2020.
Bağlıoğlu, Ahmet. İnanç Esasları Açısından Dürzîlik. Ankara: Ankara Okulu
Yayınları, 2018.
Bağlıoğlu, Ahmet. Orta Doğu Siyasi Tarihinde Dürziler. Ankara Okulu Yayınları, 2018.
Bozan, Metin. Şeyh Adi bin Müsafir Hayatı, Menkıbevi Kişiliği ve Yezidi
İnancındaki Yeri. İstanbul: Nubihar Yayınları, 2012.
Bozan, Metin. “XVI. Asırda Bitlis ve Çevresinde Yezidiler”. Tarihî ve Kültürel
Yönleriyle Bitlis (II. Cilt). ed. Mehmet İnbaşı - Mehmet Demirtaş. 353359. Ankara: Bitlis Eren Üniversitesi Yayınları, 2019.
Çapar, Ali. “İsmail Hayr Bey İsyanı Işığında Osmanlı-Nusayri İlişkileri”.
Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 91 (2019), 43-63.
Çelenk, Mehmet. 16-17. Yüzyıllarda İran’da Şiîliğin Seyri. Bursa: Emin
Yayınları, 2016.
Dalkıran, Sayın. “Târih-i Cevdet’te İslam Mezhepleri II (Dürzîlik ve Nusayrîlik)”. A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 21 (2003),
201-217.
Ekinci, Mustafa. Anadolu Aleviliği’nin Tarihsel Arka Planı. İstanbul: Beyan
Yayınları, 2010.
Erkan, Ümit. Osmanlı’da Kızılbaş Ayaklanmaları (16.Yüzyıl). İstanbul: Okur
Tarih Yayınları, 2020.
122
İSLAM VE YORUM VII
Gökbilgin, M. Tayyib. “Dürzîler”. İslam Ansiklopedisi. 672-680. İstanbul:
Milli Eğitim Basımevi, 1977.
Gömbeyaz, Kadir. İslam Literatüründe İtikâdî Fırka Tasnifleri. Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015.
Guest, John S. Yezidilerin Tarihi Meleké Tawus ve Mıshefa Reş’in İzinde. çev.
İbrahim Bingöl. İstanbul: Avesta Basın Yayın, 2007.
İnalcık, Halil. “Timar”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 41/168173. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2012.
Kalaycı, Mehmet. “Osmanlı’da Eşarilik-Maturidilik İlişkisine Genel Bir
Bakış”. İlahiyat Akademi Dergisi 5 (2017), 113-128.
Kalaycı, Mehmet. Tarihsel Süreçte Eşarilik Maturidilik İlişkisi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2013.
Kaplan, Doğan. Safeviler ve Kızılbaşlık. Ankara: Gece Kitaplığı, 2014.
Kreyenbroek, Philip G. Avrupa’da Yezidilik. çev. Hikmet İlhan. Avesta Basın
Yayın, 2011.
Kummî, Ebû Halef el-Eşʻarî. Kitâbü’l-makâlât ve’l-fırak. nşr. Muhammed
Cevad Meşkûr. Tahran: Matbaatü Haydarî, 1963.
Kutlu, Sönmez. Mezhepler Tarihine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları, 2008.
Menzel, Thomas. “Yezidiler”. İslam Ansiklopedisi. XIII/415-423. Milli Eğitim
Basımevi, 1986.
Nevbahtî, Ebû Muhammed b. el-Hasan b. Mûsâ. Fıraku’ş-Şîa. nşr. es-Seyyid
Muhammed Sâdık. Necef: el-Matbaatü’l-Haydariyye, 1936.
Ocak, Ahmet Yaşar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler (XIV-XVII Yüzyıllar). Ankara, 1999.
Ocak, Ahmet Yaşar. Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler 15-17.
Yüzyıllar. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2013.
Ortaylı, İlber. “Alevîlik, Nusayrîlik ve Bâb-ı Âlî”. Tarihî ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiyede Alevîler Bektaşîler Nusayrîler. 35-46. İstanbul: Ensar
Neşriyat, 1999.
Öğe, Furkan Ramazan. İmparatorluk Çağında Osmanlı Mezhepler Tarihi
Yazıcılığı: 15-16. Yüzyıl. Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2022.
OSMANLI DEVLETI’NIN FARKLI MEZHEPLERE BAKIŞI (16. YÜZYIL)
123
Öz, Mustafa. “Dürzîlik”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 10/3948. TDV Yayınları, 1994.
Öz, Mustafa. “Nusayriyye”. Tarihî ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiyede Alevîler
Bektaşîler Nusayrîler. 181-193. İstanbul: Ensar Neşriyat, 1999.
Sever, Erol. Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni. İstanbul: Berfin Basın Yayın,
2006.
Sümer, Faruk. Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999.
Şehristânî. el-Milel ve’n-Nihal: Dinler, Mezhepler ve Felsefî Sistemler Tarihi.
çev. Mustafa Öz. İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı
Yayınları, 2015.
Şenzeybek, Aytekin. Ana Kaynaklarına Göre Dürzîlik. Bursa: Emin Yayınları, 2012.
Şenzeybek, Aytekin. “Başlangıçtan Günümüze Dürzîlik”. Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 31/31 (01 Ağustos 2011),
175-217.
Şenzeybek, Aytekin. “Suriye’de Dürzi-Nusayri-İsmaili ve Sünni İlişkileri”.
e-Makâlât Mezhep Araştırmaları VI/2 (2013), 469-493.
Şerefhan. Şerefname Kürt Tarihi. çev. Mehmet Emin Bozarslan. İstanbul:
Ant Yayınları, 1971.
Tan, Muzaffer. “Geçmişten Günümüze Dürzîlik”. e-Makâlât Mezhep Araştırmaları 5/2 (2012), 61-82.
Tekindağ, M. C. Şehabeddin. “Dürzî Tarihine Dair Notlar”. Tarih Dergisi 7
(1954), 143-156.
Tekindağ, M. C. Şehabeddin. “Dürzîler”. İslam Ansiklopedisi. 665-672. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1977.
Torî. Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik ve Yezidiler. İstanbul: Berfin Basın Yayın,
2000.
Toru, Ümit. Olgu ile Kurgu Arasında Eşʻarî Geleneğin Şiîlik Algısı. Ankara:
Astana Yayınları, 2020.
Turan, Ahmet. Yezidiler Tarihçeleri Coğrafi Dağılımları İnançları Örf ve
Adetleri. Ankara: Hitabevi Yayınları, 2015.
124
İSLAM VE YORUM VII
Türkel, Rifat. İnanç Esasları Açısından Nusayrîlik-Alevîlik Mukayesesi. İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 2011.
Üzüm, İlyas. “Nusayrîlik”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
33/270-274. İstanbul: TDV Yayınları, 2007.
Yazıcı, Tahsin. “Şah İsmail”. İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1979.
Yıldız, Tuba. Geleneğin Hukuku Osmanlı’nın Adaleti Dürzîler ve Mârûnîler.
İstanbul: Vadi Yayınları, 2020.
II. BÖLÜM
DİN, HAYAT VE HUKUK
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN,
HAYAT VE HUKUK
Ali DUMAN
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Prof. Dr.
https://orcid.org/0000-0001-7836-9383
ali.duman@inonu.edu.tr
Bahar YILDIRIM
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Doktora Öğrencisi
https://orcid.org/0000-0001-8828-1078
bhryldrm44@gmail.com
Giriş
İnsan tek başına yaşayamayan, kendisini gerçekleştirebilmek ve dünyayı anlamlandırabilmek için diğer insanlara muhtaç olan bir varlıktır. Bir
fert olarak insan ile içinde yaşadığı toplum arasında zorunlu bir birliktelik
söz konusudur. Ancak toplum halinde yaşayan insanlar yaratılışlarından
kaynaklanan farklılıklardan dolayı birlikteliklerini engelleyecek bazı tutum ve davranış içerisine girebilmektedir. İnsanların kendi menfaatlerini
her şeyin önünde tutan varlıklar olmaları, doğal olarak birlikte yaşamaları
halinde çatışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yüzden de toplum halinde
yaşayan insanların birlikteliklerinin sağlıklı bir biçimde devam edebilmesi
için toplumun nizamlanmaya ihtiyacı vardır. Toplumun nizamlanmasında
da ana düzenleyiciler sosyal düzen kuralları denilen din, ahlak, görgü ve
hukuk kurallarıdır.
Bilindiği gibi din kuralları Yüce Tanrı’nın insanlar arasından seçtiği
elçileri kanalıyla diğer insanlardan kendisine nasıl kulluk yapacaklarını
öğretmek amacıyla göndermiş olduğu emir ve yasakları içerir. Kimi zaman
da diğer insanlarla birlikte yaşayabilmeleri için ihtiyaçları olan hukuk ve
kanun düzenlemelerini barındırabilir. Bu yüzden din kuralları insanın
hem dünya hem ahiret hayatını düzenleme amacına yönelik olabilir. Ahlak kuralları ve görgü kuralları ise insanların birbirleriyle ilişkilerinde
uymaya riayet ettikleri ve uymayanların çoğu zaman manevi olarak kı-
128
İSLAM VE YORUM VII
nanma, azarlanma şeklinde cezalandırıldıkları kural topluluklarıdır. Genel
manasıyla bu ahlak ve görgü kurallarını din kuralları ile hukuk kuralları
çerçevesinde de değerlendirme imkanı bulmaktayız.
Toplum içerisinde yaşayan insanların birbirleriyle ilişkilerinde uymaları gereken kuralları belirleyen bir diğer nizamlama vasıtası da hukuktur. Arapça hak kavramının çoğulu olan hukuk kelimesi, bir kavram
olarak insanların birbirleriyle, toplumla, devletle, devletlerin birbirleriyle
ilişkilerini düzenleyen kurallar manzumesi olarak anlaşılabilir. İnsanın
olduğu yerde toplum, toplumun olduğu yerde nizam ve hukuk zorunlu
olarak mevcuttur. Ancak bir toplumun, kanunlarla hukuken düzenlenmesi o toplumda hukuk kurallarının tam manasıyla yürürlükte olduğu
anlamına gelmez. Çünkü çıkarcı ve menfaatçi olan insanoğlu, hukuk kurallarını kendi menfaatlerine göre suistimal edebilir. Ayrıca hukuku da
tanımayabilir. Böyle bir riskin ortadan kaldırılması için hukuk kurallarının
uygulanmasında siyasal otoriteye yani devlete ihtiyaç vardır. İşte devletin
ana vazifesi insanların birlikteliklerini sürdürebilmelerinde ihtiyacı olan
hukuk kurallarının uygulanması, kural ihlallerinin neler olduğunun yani
suçların neler olduğunun belirlenmesi, kuralları ihlal edenlerin cezalandırılması ve toplumda adalet ve eşitliğin sağlanması şeklinde tezahür eder.
Özetlemek gerekirse insan topluma, toplum hukuka, hukuk devlet
kudretine muhtaçtır. Toplumun düzenlenmesinde din, ahlak ve hukuk
kuralları etkilidir ve bu kurallar kimi zaman müştereklik gösterebilir.
Bunun anlamı bazen din kurallarının, ahlak kuralları bazen hukuk kuralları ile ortaklık göstermesi, bazen hukuk kurallarının ahlak kuralları ve
din kuralları ile ortaklık taşıması, bazen ahlak kurallarının din ve hukuk
kuralları ile ortaklık taşıması, bazen de her üç kuralın ortaklık göstermesi
demektir. Mesela hırsızlık eylemini ele alalım: Bu hırsızlık eylemi dini
bakımdan günah, ahlaki bakımdan ayıp, hukuki bakımdan da cezalandırılması gereken bir suçtur.1
Hz. Adem’den beri tarih boyunca görülmüş bütün insan toplumlarında din ve hukuk kurallarına göre düzenlemeler yapıldığına şahit olmaktayız. Aslına bakılırsa insanlığa hidayet rehberi olması için gönderilen
peygamberler, kendilerine gönderildikleri toplumlara dini tebliğ etmenin
yanında, onlara şeriat yani hukuk da iletmişlerdir. Bilindiği gibi din, asıl
1
Ali Duman - Mehmet Birsin, İslam Hukuku I, Kamu Hukuku (Ankara: TDV Yayınları, 2019),
5-19.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
129
manasıyla inanç esaslarından oluşurken, şeriat yani hukuk bizim deyimimizle fıkıh, toplumsal hayatın prensiplerini belirleyen yaşama düzeni ve
ilişkiler ağından oluşmaktadır. Din kuralları yani inanç esasları, toplumdan topluma, zamandan zamana değişiklik göstermezken; hukuk kuralları
yani şeriat, topluma, zamana ve mekana göre değişiklik gösterebilmektedir. Hatta denilebilir ki bütün peygamberler başta Allah’ın varlığı ve
birliği olmak üzere kıyamete, peygamberlere, kitaplara, meleklere, kaza
ve kadere, öldükten sonra dirilmeye imanı tebliğ etmekte müşterekken;
gönderildikleri toplumun örf, adet, görgü, ahlak kuralları ve toplumun
bulunduğu coğrafyanın konumu, gönderildikleri zaman itibariyle hukuk
bakımından farklı şeyler tebliğ edebilmişlerdir. Hatta Hz. Muhammed
dışındaki bütün peygamberlerin belirli kabile ve toplumlara gönderildiği
düşünüldüğünde, her bir peygamberin yaşadığı dönem toplum ve coğrafyaya göre farklı şeriatlar getirdikleri görülmektedir. Hz Muhammed ise
kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa gönderilmiş yegane peygamber
olarak bütün insanlık, bütün toplumlar, bütün zamanlar ve bütün mekanlarda uygulanacak temel hukuk prensipleri, şeriat ilkeleri getirmiştir.
Tevrat ve Kur’an-ı Kerim incelendiğinde geçmiş toplumlara gönderilen peygamberlerin kıssalarının bu kitaplarda aktarıldığını görmekteyiz. Bu kıssaları incelediğimizde kıssası anlatılan peygamberin yaşadığı
toplum içerisindeki inanç mücadelesi ve sıkıntıları gördüğümüz gibi; bu
kıssalardan o toplumun yaşamış olduğu hayat nizamı ve hukuk kuralları
hakkında da bilgi sahibi olabilmekteyiz. Kur’an-ı Kerim’de Ahsenü’l-Kasas
olarak tanımlanan Yusuf kıssasında da Yusuf peygamberin yaşadığı dönemde ve toplumda hukuka ilişkin kuralları tespit etmek ve o dönemdeki
dini hayat ve hukuki hayat konusunda bilgiler edinebilmek imkanına sahip
olabilmekteyiz. Biz bu çalışmamızda Kur’an’daki Yusuf kıssasından hareketle Yusuf Peygamber dönemindeki dini ve hukuki hayatın fotoğrafını
çekmeyi amaçlamaktayız.
Çalışmamızda önce Yusuf kıssası hakkında kısa bilgiler verdikten
sonra kıssayı tahlil ederek kıssada yer alan fıkhi hükümleri, İslam hukuku
açısından değerlendirmeyi amaçlamaktayız.
130
1. Yusuf Kıssası (Ahsenu’l-Kasas)
İSLAM VE YORUM VII
Yusuf kıssasının anlatıldığı Yusuf Sûresi, Kur’an-ı Kerim’in mushaftaki
tertip sırasına göre on ikinci, iniş sırasına göre ise elli üçüncü suresidir.
Sure Mekke’de nazil olmuştur ve 111. Ayetten meydana gelmektedir.
Sûre’nin başlangıcında sûrede yer alan âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm
âyetleri olduğu, Kur’an’ın Arap diliyle indirildiği ve bu sûrede kıssaların
en güzelinin anlatılacağı bildirilir. Sonrasında Hz. Yusuf’un bazı güzel
vasıflarından söz edilir. Hz. Yusuf’un olaylara bakışı ve rüyalara getirmiş
olduğu yorumlar,2 güçlü muhakeme yeteneği, ilim sahibi olması,3 ihlâsı,4
hâkimiyet ve kudreti5 gibi özellikleri sıralanır. Sûrenin bu isimle anılmasının sebebi; Hz. Yusuf’un hayatının bu sûrede genişçe anlatılmış olmasıdır.6
Sûre 4. ayetinden 101. âyetine kadar Hz. Yûsuf’tan bahsedilip devamında
müjde ve öğüt içerikli ayetlere yer verilerek sure tamamlanır.7
Kıssada Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılması, onu kuyudan çıkaran kafile tarafından Mısır’da köle olarak satılması, bir iftira
sonucu cezaevine girmesi, cezaevi arkadaşlarının gördükleri rüyaları
te’vili, Mısır kralının gördüğü rüyayı yorumlaması, kralın onu cezaevinden çıkarmak istemesi üzerine masumluğunun ispatlanmasını istemesi,
sonrasında cezaevinden çıkarılıp dönemin maliyeden sorumlu bir yöneticiliğe getirilmesi, bu memuriyeti sırasında kardeşlerinin yanına gelmesi
ve o esnada cereyan eden hadiseler, uzun süreli bir ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle tekrar buluşması gibi çok konular ele alınmaktadır.
Aynı zamanda kıssada, insanların dünyevî ve uhrevî bakımdan ihtiyaç
duyabileceği birçok faydalı konu, ibret, hikmet ve nükte de kıssada yer
almaktadır. Yusuf Kıssası insanlara yönelik birçok mesaj taşımasının yanı
sıra Hz. Yusuf’un ibret dolu hayat hikâyesi ile de insana rehber olacak bir
niteliği haizdir.
2
3
4
5
6
7
Yusuf, 12/21.
Yusuf, 12/22.
Yusuf, 12/24.
Yusuf, 12/56.
Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri (İstanbul: Akpınar
Yayınevi, 1962), 3/360.
Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri (İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1989), 3/1317.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
131
2. Kıssada Yer Alan Fıkhî Konuların Sosyal Hayat,
Din ve Hukuk Bağlamında Değerlendirilmeleri
Çalışmamızın bu kısmında Yusuf kıssasında yer alan ve hukuki hükümler içeren konuları, hukuki hükümleri bildiren ayetlerle ve bu ayetlerden önceki ve sonraki ayetlerle bağlantıları çerçevesinde ele alacağız.
Bu çerçevede kıssada yer alan ahkama ilişkin konuları: Rüya görmek ve
rüya ile amel, oyun oynamak, bir konuda ileri sürülen deliller çeliştiğinde
güçlü olan delile yönelmek, buluntu (lakît) çocuk, kişinin kendisini tanımayanlara üstün vasıflarını anlatması, hileye başvurma, ödül (cuâle) akdi,
mala kefâlet ve şahsa kefâlet olarak belirlemek mümkündür.
2.1. Rüya Görmek ve Rüya ile Amelin Hükmü
Yusuf kıssasında dört tane rüya görme olayı geçmektedir: Birincisi
Yusuf peygamberin güneşi ayı ve on bir yıldızı kendisine secde ederken
görmesidir. İkincisi ve üçüncüsü Yusuf peygamberin yanına konulan mahkumların gördükleri birinin efendisine şarap taşıması, diğerinin başındaki
ekmekten kuşların yemesi rüyalarıdır. Dördüncüsü ise Yusuf hapisteyken
kralın gördüğü yedi semiz ineğin yedi zayıf ineği yemesi, yedi yeşil başağın
yedi kuru başağı yemesi rüyasıdır.
İslam âlimleri rüyayı üzerinde önemle durulması gereken bir konu
olarak görmektedirler. Hz. Muhammed’e gelen ilk vahyin de rüya ile başlamış olması,8 rüyanın peygamberliğin kırk altı veya kırk beş cüzünden
bir cüz olduğunun kabulü,9 rüya konusunu içeren hadis rivayetlerinin
varlığını delil olarak göstermektedirler. Hatta bazı müfessirlerden rüyaya ilişkin hadisi, peygambere rüya yoluyla altı ay vahiy geldiği şeklinde
yorumlamaktadırlar.10
Rüyalarla ilgili fıkıh kitaplarında yapılan tartışmaların öncelikle
bazı sahabilerin gördüğü ezan rüyası, sonrasında Peygamberimiz başta
olmak üzere Peygamberlerin rüyaları ve bu rüyaların başkalarına anlatılıp anlatılmayacağı, rüya anlatılan kişinin o rüyayı tabirinin hükmü,
özellikle Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmesi yönünde gördüğü rüya ile
peygamberimizin Ka’be’ye girdiğini gördüğü rüya, ona cevaben gelen ayet
8
9
10
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (İstanbul: Azim Yayınları, 2011),
1/37.
Ebu’l-Hüseyin Müslim b. Haccac, el-Cami’u’s-Sahih (Riyad: Beytu’l-Efkari’d-Devliyye, 1998),
2/1520.
Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 4/479.
132
İSLAM VE YORUM VII
ve Peygamberimizi rüyada görmenin hükmü çerçevesinde rüya ile amel
konularında yoğunlaştığını görüyoruz.
İslâm düşüncesinde rüya, genel olarak sâdık ve kâzib rüyalar olmak
üzere ikiye ayrılmaktadır.11 Hz. Muhammed’in bir hadisinde: “…Rüya üç
çeşittir: Birincisi, sâlih rüya olup Allah’tan bir müjdedir. İkincisi, şeytanın
verdiği üzüntüdür. Üçüncüsü ise, kişinin kendi durumundan kaynaklanmaktadır.”12 buyurması üzerine bazı kaynaklarda rüyaların rahmânî, şeytânî ve nefsânî olarak bir taksim yapılmasını sağlamaktadır.13
Peygamberler tarafından görülen rüyaların vahiy, diğer insanların
gördüğü doğru rüyalar ise ilham mahiyetinde olduğunu Kur’ân’dan ve
Hz. Ayşe’den gelen bir rivayetten çıkarılabilmektedir. Feth suresi Cenab-ı
Hak şöyle buyurulmaktadır: “Allah, peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz de Mescid-i Haram’a güven içinde, başlarınızı tıraş
ettirerek veya saçlarınızı kısaltarak gireceksiniz. Korkmadan. O, sizin
bilmediğinizi bilir. Bundan önce size yakın bir fetih vermişti.”14 Bu ayet,
Peygamber Efendimiz’in Hudeybiye Antlaşması’ndan önce gördüğü rüyayı
anlatmaktadır. Peygamberimiz, rüyasında kendisi ve ashâbının Mekke’ye
girip Kâbe’yi tavaf ettiklerini görmüştü. Bu rüya, Allah’ın peygamberine
verdiği bir vahiy idi ve gerçekleşeceğinin bir müjdesiydi. Ancak bu rüya,
o yıl değil, bir yıl sonra gerçekleşti. Bu da Allah’ın takdiri ve hikmeti idi.
Bu rüya, peygamberlerin rüyalarının vahiy olduğunun bir delilidir. Rivayete göre, “Rasûlullâh’a ilk olarak vahiy doğru rüya ile başlamıştır. Onun
gördüğü her rüya, mutlaka sabahın aydınlığı gibi ortaya çıkardı.”15 Her ne
kadar kaynaklarımızda peygamber efendimizin gördüğü rüyayı birilerine
anlattığı ve yorumlattığına dair bilgiler yer almasa da Peygamberimizin
risalet görevini üstlenmeden önce risalete yakın zamanlarda görmüş olduğu rüyaların aynen çıktığına dair rivayetler kaynaklarımızda geçmektedir.
Diğer insanların gördüğü doğru rüyalar ise ilhamdır. Yani Allah’ın
kulunun kalbine yerleştirdiği bir bilgi veya duygudur. Bu rüyalar, bazen
gelecekte olacak bir olayın habercisi olabilir. Bu rüyalar, peygamberlerin
11
12
13
14
15
İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed, el-Mukaddime (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 2001), I/477.
Muhammed b. İsmail Buhari, el-Cami’ü’s-Sahih, thk. Mustafa ed-Dîb (Beyrut: Daru ibn Kesir,
1987), “Ta’bir” 26.
Şihabüddin Ebû’l-Abbâs Ahmed b. İdrîs Karâfî, el- Furûk (Beyrût, 2003), 4/371-372.
Fetih, 38/27.
Buhari, es-Sahih, “Ta’bîr”,1.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
133
rüyaları gibi kesin bir delil değildir. Ancak hayra yorulabilir ve dua edilebilir. Bu rüyalar, Allah’ın rahmetinin ve lütfunun bir eseridir.
Sadık rüyalardan sayılan ve yorumlanan bir rüya da Yusuf kıssasında
da aktarılmaktadır: “Bir zamanlar Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki:
Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları
bana secde ederlerken gördüm. Babası; Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın
kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana
apaçık bir düşmandır.”16
Peygamberler de insan olmaları hasebiyle rüya görmektedirler; ancak
onların rüyaları diğer insanların rüyalarından farklı olarak vahiy olabilmektedir17. Bizim de yukarıda işaret ettiğimiz Yusuf’un gördüğü rüya da
bu türden olmaktadır. Elbette ki peygamber olmayan kimseler de bu tür
rüyaları görebilmektedir. Nitekim Yusuf Sûresi’nde geçen: “Onunla beraber
zindana iki delikanlı daha girdi. Biri, “Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı
gördüm.”dedi. Diğeri, “Ben de rüyamda başımın üzerinde, kuşların yediği
bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Şüphesiz
biz seni iyilik yapanlardan görüyoruz” dedi.”18; “Kral, “Ben rüyamda yedi
semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de
kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, rüyamı bana yorumlayın.” dedi.”19 ayetlerinde aktarılan rüyalar peygamber
olmayan, sıradan kimselerin rüyalarıdır.
Hz. Yusuf’un yaptığı yorumlar açısından kıssadaki rüyalar incelendiğinde Yusuf’un gerek hapishane arkadaşlarının gerekse kralın gördüğü
rüyalarla ilgili yaptığı yorumların hep geleceğe ilişkin olduğu ve hepsinin
de dosdoğru çıktığı görülmektedir. Bu çerçevede kralın gördüğü rüya yol
gösterici bir hüküm taşırken, Yusuf’un gördüğü rüya ve hapisteki arkadaşlarından birinin gördüğü rüya müjde, diğerinin gördüğü rüya ise kötü
bir son hükmünü taşıdığı anlaşılmaktadır.
Konuyla ilgili olarak Cessâs, bir rüya görüldüğünde, kişinin rüyasını
yorum yapabilecek seviyede birisine açabileceğine dair hüküm verip bu
şekilde babasının Yâkup’un oğluna, öğüt verdiğini ve babanın çocuğuna
16
17
18
19
Yusuf, 12/4,5.
Ebubekir Ahmed bin Hüseyin Beyhakî, Şuabu’l-İmân (Beyrût: Dâru’l-Kutubu’l-İlmiyye,
1410), 4/184,185.
Yusuf, 12/36.
Yusuf, 12/43.
134
İSLAM VE YORUM VII
olan düşkünlüğünü ve onu kardeşlerine karşı korumacı tavrını da şu şekilde dile getirmiştir: “Babası biliyordu ki Yusuf rüyasını kendilerine anlatacak
olursa, kardeşleri onu çekemeyecek ve ona tuzak kurmak isteyeceklerdir.
Bu da mazhar olunan nimetlerin çekememesinden ve tuzak kurmasından
korkulan kimselerin yanında açıklanmayıp gizlenmesinin caiz olduğuna
delâlet etmektedir.”20 Bu âyetle Cessâs, rüyanın kendisine anlatıldığı kişi,
kendi yorumuyla bildikleri doğrultusunda nasihatte bulunabileceğine
hükmetmektedir.
“İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların
yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakup soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz
Rabbin hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”21 ayeti hakkında ise
Cessâs, âyette geçen “te’vil” kelimesini de yorumu ve manasının varacağı
son nokta olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla rüyaların yorumla geleceğe
dair bilgiler barındıracağını dile getirmektedir.
Görülen rüyanın kişi ya da başkaları tarafından yorumlanması konusunda İslam alimlerinin ilke olarak rüya ile amel edilemeyeceği görüşünü benimsediklerine şahit olmaktayız. Rüyanın tabiri genel olarak tevil
kavramıyla ifade edilmektedir. Bu çerçevede ünlü Hanefi alimi Cessâs,
bu âyette geçen te’vil kelimesini rüyanın yorumu ve manasının varacağı
son nokta olarak tanımlamaktadır. Bu tespitleri ile Cessâs’ın rüyanın yorumlanabileceğine cevaz verdiğini görüyoruz.22 Rüyanın yorumlanması
neticesinde bilhassa geleceğe ilişkin bir takım iddiaların ileri sürülmesi
ise bu iddiaların gerçek olup olmadığı yolunda tartışmaların zeminini
hazırlamaktadır. Bu tespitleri ile Cessas’ın rüyaların yorumunda geleceğe
dair bilgiler barındıracağını kabul ettiğini söylememiz mümkün olmaktadır. Bu konuda Cessas’ın Peygamberimizin gördüğü sadık rüyalar ve konuyla ilgili bazı hadislere dayanarak bu sonucu çıkarttığını görmekteyiz.23
Rüya yorumlama konusunda Peygamberimizin de çeşitli rüya yorumlama faaliyetleri yaptığına şahit olmaktayız hatta onun kimi zaman
20
21
22
23
Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an (Beyrût: Dâru’l-Kutubu’l-İlmiyye,
1971), 3/216.
Yusuf, 12/6.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/216.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/216.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
135
sabahları sahabelerine: “Bu gece bir rüya gören var mı?”24 diye sorduğu
ve rüyasını anlatanların rüyalarını yorumladığı bilinmektedir.
Fıkhî olarak rüyanın delil olmasına gelince; rüyayı delil/hüccet olarak
kabul eden müctehidler olduğu gibi kabul etmeyenler de bulunmaktadır.
Rüyayı delil olarak görenlerin bu konudaki delilleri, Kur’an’da geçen peygamber rüyalarıdır. Hz. İbrahim, Hz. Yusuf ve Hz. Muhammed’in rüyalarıyla ilgili ayetler ve “rüyanın peygamberlikten bir cüz olduğunu” işaret
eden hadislerden yola çıkarak İslâm bilginlerinden bazıları, bilge kişilerin
gördüğü rüyaların, doğru tabir edilmesi durumunda kabul edebilmektedir.
Bazı fakihler rüyayı delil olarak kabul edip, rüya gören insanları peygamberler, salihler ve bunların dışındakiler olarak üç gruba ayırmaktadır.
Peygamberlerin rüyalarının tamamının doğru olduğunu, çoğunlukla açık
olsalar bile bazen tabir edilmesine ihtiyaç duyulabileceğini söylemektedir. Salihlerin rüyalarının genellikle doğru olduğunu lakin anlaşılması
için tabir edilmeye ihtiyacının olduğunu bazen de tabir edilmeye ihtiyaç duyulmayacak kadar açık olabileceğini de dile getirmektedir. Bu iki
grup dışındaki rüyaların doğru olabileceği gibi olmayabileceği üzerinde
durmaktadır.25 Şi‘î bilginlerden de rüyanın delil olduğunu ileri sürenler
bulunmaktadır. Şi‘îler, kendi imamların rüyalarının vahiy niteliğinde olduğunu ve salih kişilerin rüyalarının da delil olduğunu kabul etmektedirler.26
Fıkıh bilginlerinden rüyayı delil olarak gösterenlerden biri olan İbn
Abidîn, rüyada bilgi alınabileceğini kanaatindedir. Kendisi mestin incelmesi durumunda, mest olmaktan çıkıp çıkmayacağı üzerine araştırma
yaptığı zaman zarfında, Hz. Muhammed’i rüyasında gördüğünü ve bu
durumu ona sorunca onun da, “Mestin üç parmak kadar kısmı incelirse,
üzerine meshedilmez.” diye cevap verdiğini anlatmaktadır.27 İbn Abidîn,
İmâm Züfer’in talebesi Şeddâd b. Hâkim’in rüyasında Ebû Yûsuf’tan bilgi
aldığını da aktarmaktadır.28
24
25
26
27
28
Buhari, Sahih, Kitabu’t-Ta’bir, Bab: 1, Hadis No: 6982; Müslim, Sahih, Kitabu’r-Rü’ya, Bab: 1,
Hadis No: 2261
Ahmed b. Ali ibn Hacer el-Askalani, Fethu’l-Bari bi-Şerhi Sahihi’l-Buhari, thk. Muhibbüddni
el-Hatib, Kadı Muhyiddin el-Hatib (Riyad: Mektebetü’s-Selefiyye, 1379), 12/362.
Allame Muhammed Bakır Meclisî, Bihâru’l-Envâr (Beyrût, 1404), 58/151.
Muhammed Emin İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar Şerhi Tenviri’l-Ebsar,
thk. Adil Ahmed Abdilmevcud, Ali Muhammed Muavvız (Riyad: Daru Alemi’l-Kütüb, 2003),
1/264.
İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, 3/368.
136
İSLAM VE YORUM VII
Rüya, gerek ilk dönem gerekse de son dönemlerdeki fıkıh usulü kitaplarında, icmalî deliller arasında yer almamaktadır.29 Bazı usulcüler,
rüyanın delil olmadığını ve rüya üzerine de bir kural bina edilemeyeceğini
açıkça belirtmektedir.30 Ayrıca rüyanın bir bilgi değeri olmadığını dinî
bir kurala, şer’î bir hükme aykırı olmaması şartıyla kendisine bir anlam
yüklenebileceği söylenmektedir.31
Rüya, fer’î konularda da delil olarak kabul edilmemektedir.32 Fıkıh
eserlerine de baktığımızda ibadet ve muâmelât konularında rüya ile amel
edilemeyeceği ve rüya üzerine hüküm bina edilmeyeceğinin örneklerine
rastlamak mümkündür. Bu konuda öne çıkan en önemli örnek fatihlerin peygamberin rüyada görme ile ilgili yaklaşımlardır. Başta Ebu İshak
eş- Şirâzi ve bazı alimlere göre, Peygamberi rüyada görmek delildir ve
bununla amel edilmesi gerekir. Ancak çoğunluk alimlere göre peygamberi rüyada görmek hüccet değildir. Onunla şer’i bir hüküm sabit olmaz.
Çünkü, her ne kadar peygamberi rüyada görmek hak ise de, uyuyan bir
kimsenin rüyasında gördüğü şeyi tam olarak aklında tutamama ihtimali
söz konusudur.33
Mesela Ünlü Maliki fakihi Karafi, bir kişi rüyasında Hz. Muhammed’in
kendisine bir şey emrettiğini görse, bunu yapmak zorunda olmadığını
söylemektedir.34 Aynı şekilde Şemsüddîn Muhammed b. Ebi’l-Abbâs da
bir kimse rüyasında Hz. Muhammed’i görse ve Peygamber rüyasında bu
kişiye ertesi günün Ramazan olduğunu haber verse ya da Hz. Muhammed
29
30
31
32
33
34
Şafii, Muhâmmed b. İdris, er-Risale, thk. Ahmed Muhâmmed Şakir (Beyrut: Darü’l-Kütübi’lİlmiyye, ts), 17,79,210,471,596-597; Cessas, Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razi, el-Fusûl fi’l-usûl,
thk. Uceyl Casim en-Neşmi (Kuveyt: Vezaretü’l-Evkaf ve’ş-Şuunü’l-İslamiyye, 1994), 1/3;
Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed Serahsi, el-Usul (İstanbul: Eda Neşriyat, 1990), 1-2
; Fahru’l-İslam Ali b. Muhammed Pezdevi, Usulu’l-Pezdevi (Kenzü’l-Vusul İle Marifeti’l-Usul)
(Karaçi: Mir Muhammed Kütübhane Merkez-i İlm ve Edeb, ty), 3/268; Abdülvehhab Hallaf,
İslam Hukuk Felsefesi (İlmu Usuli’l-Fıkh), çev. Hüseyin Atay (Ankara: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, 1973), 22-96.
Ebu İshak İbrahim el-Lahmi el-Gırnati Şatıbi, el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam (Beyrut: Darü’lFikr, 1341), 1/265-266.
Şatıbi, el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam, 2/267.
Şemsüddîn Muhammed b. Ebi’l-Abbâs, Nihâyetü’l-Muhtâc ilâ Şerhi’l-Minhâc (Beyrût, ts.),
1/399.
İsmail Hakkı İzmirli, İlm-i Hilaf, çev. Ali Duman (Malatya: İnönü Üniversitesi Matbaası,
2012), 191.
Şihabuddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. İdris Karafi, Şerhu Tenkihi’l-Fusul fi İhtisari’l-Mahsul fi’lUsul (Beyrut - Lübnan: Daru’l-Fikr, 2004), 4/371-372.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
137
o kişiye rüyasında eşini boşamasını emretse, o kişinin bu rüyayı uygulaması gerekmeyeceği görüşündedir.35
Rüya, yargı alanında ve ceza hukuku konularında da hüccet değeri
ifade etmez. Bu tür meselelerde öldürülen kişi birinin rüyasına girip kendini öldüren kimseyi söylese ya da mirasçılarından biri rüyasında mûrisini
kimin öldürdüğünü görse, bu tür rüyaya da itibar edilmemektedir.36 Ceza
hukuku alanında rüyayla amel edilmeyeceğine dair bir örnek de Hz. Ali
döneminde yaşanmıştır. Bir kimse diğerine rüyasında onun annesiyle
cinsel ilişkiye girdiğini söylemiş, bunun üzerine annesiyle rüyada cinsel
ilişkiye girildiği söylene kişi, bu rüyayı gören kişiyi cezalandırması için Hz.
Ali’ye getirmiştir. Hz. Ali de bu isteğin saçmalığını göstermek amacıyla, o
kişiyi güneşte dikip gölgesine vurmasını emretmiştir.37
Cessâs’ın Yusuf kıssasında geçen rüyalardan genel anlamda uygulamaya yönelik bazı hükümler de çıkardığını da görmekteyiz. Fıkhî olarak
rüyanın delil olmasına bakacak olursak elbette ki konuyla ilgili farklı rivayetler yer almaktadır. Rüyayı delil olarak kabul eden müctehidler olduğu
gibi kabul etmeyenler de bulunmaktadır. Rüyayı delil olarak görenlerin
görüşü, Kur’an’da geçen peygamber rüyalarının varlığıdır. Hz. İbrahim38,
Hz. Yusuf39 ve Hz. Muhammed’in40 rüyalarıyla ilgili ayetler ve “rüyanın
peygamberlikten bir cüz olduğunu”41 işaret eden hadislerden yola çıkarak
fakihlerden bazıları, bilge kişilerin gördüğü rüyaların, doğru tabir edilmesi
durumunda kabul edilebileceğini belirtmektedirler.42
2.2. Oyun Oynamanın Hükmü
Yusuf suresinde yer alan ahkâma yönelik konulardan biri de çocuk ya
da büyük kimselerin oyun oynaması meselesidir. Oyun oynamanın fıkhi
hükmünün surede geçen: “Yarın onu bizimle beraber gönder de gezip oy35
36
37
38
39
40
41
42
İbn Ebi’l-Abbâs, Nihâyetü’l-Muhtâc, 3/151.
İbn Ebi’l-Abbâs, Nihâyetü’l-Muhtâc, 7/391.
Muhammed b. İdris Şafii, el-Ümm, thk. Rıf’at Fevzi Abdülmuttalib (Mansure: Darü’l-Vefa,
2001), 8/469.
Saffât, 37/100-113.
Yusuf, 12/4-5,41-49,99-100.
Fetih, 48/27.
Buhari, es-Sahih, “Ta’bir”,4.
İbrahim Paçacı, “Rüya’nın Delil Değeri ve İstihâre”, Dini Araştırmalar 19/48 (Haziran 2016),
111.
138
İSLAM VE YORUM VII
nasın. Şüphesiz biz onu koruruz.”43 ayetine ilişkin olduğunu görmekteyiz.
Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf’u yanlarında götürmek isterken babalarına
mazeret olarak ”bizimle beraber gezip oynasın“ şeklinde bir söz söylemeleri, küçük ya da büyük kimselerin oyun oynamalarının ve bir peygamber
olan Yakup peygamberin bu konuyla tutumunun, oyunun fıkhi hükmü konusunu gündeme getirdiğini görüyoruz. Suredeki bu ayet Peygamberlerin
böyle bir oyun oynamaya cevaz verdiği şeklinde bir çıkarım yapmamıza
imkan vermektedir. Buradan hareketle ayetin Kur’an’da yer alması, oyun
ve ona bağlı olarak eğlencenin caiz olarak değerlendirilebileceği anlayışına zemin hazırlamaktadır.
Ancak Kur’an’da oyun ve eğlencenin mübahlığı konusunda doğrudan
veri bulmak oldukça güçtür. Kur’an’da çoğu zaman boş işler anlamına
gelmek üzere lehv kelimesi oyun manasında kullanılmaktadır. Ayrıca
Kur’an’ın namazı eğlence konusu yapan kimselerin yaptığı işi de lehv
olarak değerlendirdiğini gördüğümüzde oyun ve eğlencenin hoş karşılanan bir şey olmadığı gibi bir kanaate ulaşmak da mümkün olmaktadır. Öte
yandan peygamberimizden nakledilen “Şu üç şey dışında eğlence yoktur,
adamın atını eğitmesi, eşiyle oynaması, oku ve yayıyla atması”44 rivayeti
de oyun ve eğlencenin hükmü konusunda fukahanın çeşitli tartışmalara
yol açmasında etkili olmuştur.
Fıkıh mezhepleri oyunun hükmü konusunda farklı yaklaşımlar sergilemişlerdir. Genel olarak İslam’da eğlencenin “mubah” (caiz) olduğu
kabul edilirken, oyunun hükmü konusunda farklı yorumlar yapılmıştır.
Oyundaki bazı faaliyetler, özellikle kumar oynamak gibi, haram olarak
kabul edilmiştir. Ancak bazı mezhepler, oyunun haram olmadığına dair
görüşler savunmuşlardır. 45 Fakat, lehv kavramına fıkıh mezheplerinin
de farklı yaklaşımlar sergilediklerini görüyoruz mesela Şafii mezhebi,
hanbeli ve Maliki Mezhebi alimleri lehim kavramını genel olarak müzikli
eğlenceler ve çalgı aletleri anlamında kullanmaktadırlar. Hatta bu mezhep
alimlerine göre düğünlerde müzikli eğlence yoksa düğün davetine icabet
43
44
45
Yusuf, 12/12.
en-Nesâî, “Hayl”, 8 (H.no: 3571)
Abdülkadir Tekin, “İslâm’da Eğlenceyi Haram Kılan Unsurlar”, İslam Hukuku Araştırmaları
Dergisi 28 (2016), 456, 465.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
139
edilmesi gerektiği eğlence ve müzik aleti çalınması söz konusuysa oraya
gitmenin haram olduğu şeklinde içtihatlara da rastlanmaktadır. 46
Âyette geçen “oyun” (la’b) kelimesi hakkında Cessâs, “Gam ve kederi
giderip rahatlamak maksadıyla övgüye layık bir sonucu olmayan bazı
hareketlerde bulunmak anlamına gelir. Oynayan kişi sadece eğlenip ferahlamak ister. Oyunların bir kısmı mübâhtır. Bunlar günah içermeyen
oyunlardır. Kişinin eşiyle oynaşıp sevişmesi, sıkıntısını giderip neşelenmek için atına binmesi vb. hareketler gibi. Bir kısmı da haramdır. Âyet,
Yusuf’un kardeşlerinin sözünü ettikleri oyunun mübâh bir oyun olduğuna delâlet etmektedir.”47 diyerek caiz olan ve olmayan oyunlar hakkında
hüküm vermektedir.
Malikilerden İmam Şatibi de peygambere nispetle nakledilen üç şeyin
dışındaki oyunun haram veya batıl olduğuna dair rivayetten kast edilenin
bu hadiste zikredilen üç oyun dışında kalan oyun ve eğlencelerin haram
olduğu şeklinde değil, faydasız ve boş olduğu şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler. Buradan hareketle bu üç oyunun dışındaki spor ve oyunlarında
caiz olduğu sonucuna ulaşır.48
Görüldüğü gibi fukaha oyun ve eğlence konusunda birbirinden farklı
anlayışlar sergileseler de aslında Yusuf kıssasında geçen bu ayette, Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf’u oyun oynamak için izin vermesi konusunda
babalarına başvurmaları, onun da bu isteğe: “Böyle bir şey olmaz ya da
oyun oynamakta nedir?” şeklinde bir tepki göstermemesi, Yakup peygamberin çocukların oyun oynamalarına rıza göstermesi olarak anlaşılabilir. Buna göre bilhassa çocuklar için oyunun caiz olduğu şeklinde bir
anlayış sergilememizi mümkün olur. Ancak fakihlerin oyundan genellikle
çalgılı müzik ve eğlence şeklinde bir anlayış anlamaları, ona olumsuz
tutum sergilemelerinde etkili olmuştur. İmam Şatibinin bakış açısıyla
bakıldığında oyunun insanların dinlenmelerindeki katkısı ve psikolojik
bakımdan etkileri, onun mübah olduğunu söylememizi mümkün kılar.
Nitekim Hanefîler’in de gam ve kederi giderip insanın rahatlamasına katkı
sağlayan oyunların mübah olduğu yönündeki yaklaşımda bulunduklarını
daha önce belirtmiştik.
46
47
48
Tekin, “İslâm’da Eğlenceyi Haram Kılan Unsurlar”, 464-465; Ferhat Özbek, İslâm’da Spor,
Oyun Ve Eğlence (Aksaray: Aksaray, Yüksek Lisans, 2020), 25.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/217.
Şatıbi, el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam, 3/136 vd.
140
İSLAM VE YORUM VII
2.3. Çatışan Delillerden Güçlü Olanıyla Amel Etmek
Yusuf kıssasında dikkat çeken olaylardan biri de Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, Yusuf’un öldüğüne konusunda babalarına karşı delil getirme çabalarıdır. Konuyla ilgili: “Bir de üzerine, sahte bir kan bulaştırılmış
gömleğini getirdiler. Yakub dedi ki: “Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle
bir işe sürükledi. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Anlattıklarınıza karşı
yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.” 49 ayetinde kardeşler babalarına
Yusuf’u kurdun yediğini ve kurtaramadıklarını ağlayarak aktarmışlar ve
kurdun Yusuf’u yemesinin delili olarak kan bulaştırmış oldukları gömleği
vermişlerdir. Bunu yaparken amaçları Yusuf’un öldüğü konusunda babalarını ikna edecek bir delil üretmektir. Kan bulaşmış gömleği eline alan
Yakup peygamber, çocuklarının yalan söylediğini düşünür. Çünkü Yusuf’a
ait gömlek kanlı bile olsa sapa sağlamdır, parçalanmamıştır. Dolayısıyla
eğer Yusuf’u kurt yemişse gömleği parçalamadan bu işi gerçekleştirmesi
mümkün değildir.
Yusuf kıssasında aktarılan bu olay herhangi bir meselede, birbiriyle
çatışan deliller ortaya çıktığı zaman delillerden akla en uygun olanının,
dolayısıyla da en güçlü olanın tercih edilmesi konusunda bir örnek teşkil
etmektedir. Bu olayı tahlil ettiğimizde, ortada bir hayvan saldırısı sonucu öldüğü iddia edilen bir şahsa ait kanlı bir gömlek vardır ve gömleği
getirenler bu gömleğin sahibinin kurt tarafından öldürüldüğünü ileri
sürmektedirler. Kurt denilen hayvan insana saldırır ve onu parçalayarak
öldürür. Fakat kurt saldırdığı sırada insanın üzerinde giymiş olduğu bir
şeyler varsa onlar da parçalanır. Dolayısıyla iddia sahipleri sağlam bir
gömleği, kan bulaştırmış olarak getirerek gömlek sahibini kurdun parçaladığını kesin olarak ispatlayamazlar. Çünkü eğer gerçekten kurdun
parçalaması sonucu bir şahıs ölmüşse, onun giymiş olduğu elbiselerin
de parçalanması gerekir. Nitekim Yakup peygamber oğullarının Yusuf’un
öldüğüne delil olmak üzere getirmiş oldukları kanlı gömleği gördükten
sonra kurdun Yusuf’u parçalayarak öldürdüğü konusundaki iddialarını
kabul etmez. Onlara nefislerinin kendilerini aldatarak böyle bir düzmece
senaryoya giriştiklerini söyler. Yusuf’un ölmediği konusunda kesin bir
inançla oğullarının Yusuf’a bir oyun oynadıklarını ve onu kendisinden
uzaklaştırdıklarını dile getirir. Artık tekrar Yusuf’a tekrar kavuşuncaya
49
Yusuf, 12/18.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
141
kadar sabretmesi gerektiğini ifade eder. Aslında Yakup peygamber Yusuf’a
ait olan gömleğin parçalanmamış olmasından bunu çıkarmaktadır.
Hukuki bakımdan delillerin son derece önemli olduğu bilinmektedir.
Bu örnek olayda da ortaya sürülen iki delil birbiriyle çelişmektedir. Delillerden birincisine, yani kanlı gömleğe göre, gömlek sahibini kurt parçalayarak öldürmüştür. İkinci delile yani kurt saldırısına rağmen parçalanmamış gömleğin olamayacağı deliline göre, gömlek sahibi ölmemiştir, kanlı
gömleği getirenler yalan söylemektedirler. 50 Meseleyi fıkhi bakımdan ele
aldığımızda çatışan delillerden güçlü olanıyla amel edilmesi gerektiğini
söyleyebiliriz. Bu noktada her iki delinin de diğeri ile çelişmesine rağmen
diğerini nakz edip ortadan kaldıracak güçte olmadığını söylememiz gerekir. Çünkü her ikisinin de katiyet ifade etmediği görülmektedir. Fakat
ikinci delil, birinci delilde iddia edilenin gerçekleşme imkanının aklen
olamayacağını gösterdiği için ona göre daha güçlüdür.
Bilindiği gibi İslam hukukunda hükmün dayanağı son derece önemlidir. Özellikle de ceza hukuku açısından Hz. Peygamber’in uygulamaları
incelendiğinde görülür ki hükmün üzerine bina edildiği karîne veya delillerdeki şüphe, cezanın düşmesine sebep olmaktadır. Tarihte de cezanın,
üzerine binâ edileceği karîneleri de sanık lehinde yorumlanmış olduğu
bilinmektedir.51
Âyetten de anlaşıldığı üzere bir konu hakkında ileri sürülen birbiriyle çelişen birden fazla delil bulunduğunda kuvvetli delile göre hüküm
vermenin önemini ortaya koyması bakımından ahkâma taalluk etmesi
konun önemini de anlamamızı sağlamaktadır.
2.4. Lakîtin (Buluntu) Hükmü
Yusuf kıssasında yer alan ahkâma yönelik hadiselerden biri de Hz.
Yusuf’un kuyuya atıldıktan sonra bir kervan tarafından bulunarak köle
edinilmesi ve şehirde satılması olayıdır.
Bir şeyi yoldan almak anlamına gelen iltikat,52 kelimesiyle aynı kökten
olan lakît, fıkıh ıstılahında terk edilip, kaybolmuş çocuk,53 himaye edeni
50
51
52
53
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/218.
Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku (İstanbul: İz Yayıncılık, 2003), 3/223.
Cemalüddin Ebu’l-Fazl ibn Manzur, Lisanü’l-Arab, thk. Emin Muhammed Abdülvehhab,
Muhammed es-Sadık el-Ubeydi (Beyrut: Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, 1999), 3/170.
Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed Kâsânî, Bedâ’i’u’s-Sanâ’i’ fî tertîbi’ş-Şerâ’i (Beyrût:
Dâru’l-Kutubu’l-İlmiyye, 1986), 6/197.
142
İSLAM VE YORUM VII
bulunmayan kaybolmuş çocuk,54 ailesinin fakirlik korkusuyla yahut zinâ
suçlamasından kurtulmak için terk ettiği canlı çocuk,55 nesebi ve köleliği
bilinmeyen, yolda bırakılmış veya kaybolmuş gayri mümeyyiz küçük,56 ailesi tarafından zinâ ithamı ya da geçim endişesi nedeniyle bir yere atılmış
ya da yitirilmiş ölü veya diri çocuk57 şeklinde tanımlanmaktadır. Bu çocuğu
yerden kaldıran (bulan) kişiye de mültekîd ya da lâkit denilmektedir.58
İslam hukukçuları, lakîtle ilgili problemlerin çözümü için gerekli olan
bu tespitin yapılmasında, Yusuf Suresi’nde geçen: “Bir kervan gelmiş sucularını suya göndermişlerdi. Sucu kovasını kuyuya salınca “Müjde! Müjde,
İşte bir oğlan!” dedi. O’nu alıp bir ticaret malı olarak sakladılar. Oysa Allah,
onların yaptıklarını biliyordu.”59 âyetini delil olarak göstermektedirler.
Âyette, Yusuf’un kuyudan çıkarıldıktan sonra düşük bir pahaya satılan
ticaret malı olarak saklandığından söz edilmektedir. Onu, kimin bu şekilde sakladığı konusunda ihtilaf bulunmaktadır. Birincisi onu saklayanın,
kuyudan çıkaran kişiler olması yönünde, bu anlamda bakılınca âyet, “Onu,
(buluntu olduğunu gizleyerek) ticaret malı veya köle olarak sakladılar.”
şeklinde anlaşılmaktadır. İkincisi ise, Yûsuf’u saklayanların onun kardeşlerinin olmasıdır. Bu açıdan düşününce dae âyet, “Onu, (kendi kardeşleri
olduğunu gizleyerek) köleleriymiş gibi sakladılar.” şeklinde anlaşılmaya
daha uygun görünmektedir.60
Cessâs61 ve Hanefîler,62 birinci görüşü kabul edip, âyeti delil göstererek lakîtin hür olduğunu savunmaktadırlar. Asıl olan insanın hürriyetidir,
bu nedenle aksine delil bulunmadığı sürece lakîtin hür olduğuna hükmedilmektedir. Hanefilere göre mültekît veya başka bir kimse: “Bu benim
kölemdir veya cariyemdir.” diye bir iddiada bulunsa bu iddia, beyyine ile
desteklenmedikçe geçerli olmaz. Ancak lakît, bâliğ olduktan sonra: “Ben
54
55
56
57
58
59
60
61
62
Ebu Zekeriya Yahya b. Şeref Nevevi, Ravzatü’t-Talibin, thk. Adil Ahmed Abdülmevcud, Ali
Muhammed Muavvız (Beyrut: Daru Alemi’l-Kütüb, 2003), 5/418.
İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, 4/269.
Ebü’n-Necâ Şerefüddîn Mûsâ b. Ahmed b. Mûsâ el-Makdisî Haccâvî, İknâ li Tâlibi’l-İntifa’
(Beyrût: Dâru’l-Mârife, ts.), 4/405.
Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed Serahsi, Kitabü’l-Mebsut (Beyrut: Daru’l-Fikr /
Daru’l-Ma’rife, 1989), 10/209.
ibn Manzur, Lisanü’l-Arab, 3/170.
Yusuf, 12/19.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/219.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/218,219.
Kâsânî, Bedâ’i’u’s-Sanâ’i’ fî tertîbi’ş-Şerâ’i, 6/198.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
143
filân kimsenin kölesiyim.” diye ikrarda bulunsa, bir kimse kendi aleyhine
hilâfı hakikat olarak ikrarda bulunmayacağı düşüncesiyle sözü doğrulanmaktadır. Cessâs, Hz. Ömer döneminde meydana gelen bir olaya da
eserinde yer vererek buluntu çocuğun köleleştirilemeyeceğinden bahsetmektedir.63
Sonuç olarak kaybolmuş ya da ailesi tarafından terk edilmiş bir çocuğun, özgür olup olmadığı meselesinin çözümü de sûreden hareketle
anladığımız gibi ahkâma konu edilmektedir.
2.5. Kişinin Kendisini Tanımayanlara Üstün Vasıflarını
Anlatması
Yusuf kıssasında dikkat çeken konulardan biri de Yusuf peygamberin
kendisini, hakkında bilgisi olmayıp, tanımayan krala, kendisini ülkenin
hazineleri ile bakmakla görevlendirilmesini istemesidir. Bunu yaparken
de: “Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben
iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi” 64 ayetinde ifade olunduğu gibi
kendisinin koruyucu ve bilgili biri olduğunu söylemektedir.
Esasında bir kimsenin kendisini övmesi ve kendisinde bulunan nitelikleri öne çıkararak bir göreve talip olması hususunda Peygamberimizden
aktarılan çeşitli hadisler incelendiğinde, mesela: “Görevlendirmeyi Allah
ve Resulü yapar.”65; “Görevlendirme işi zordur. Onun için ancak Allah’ın
ve Resulünün güvendiği kimseler görevlendirilir.”66 ; “Görevlendirme işi
Allah’ın elindedir. Ona müdahale edilmemelidir.”67 hadisleri göz önüne
alındığında Yusuf peygamberin bu tutumunun doğru olmadığı ya da İslam geleneğinde aktarılan hükümlere uygun olmadığı şeklinde bir sonuç
çıkartmak mümkündür. Çünkü prensip olarak devleti yönetenlerin yönetimde ehil olan liyakatli kimseleri görevlendirmesi esastır. Dolayısıyla bir
kimsenin göreve talip olması hoş görülmemektedir.
Hz. Muhammed’in bu konudaki hadisleri, günümüzde de geçerliliğini
korumaktadır. Herhangi bir göreve atanmak isteyen bir kimsenin, önce63
64
65
66
67
Aylin Dilmen, Yusuf (a.s) Kıssası’nın Fıkhı, (Yüksek Lisans Tezi (Yüzüncü Yıl Üniversitesi,
2010), 84.
Yusuf, 12/55.
Buhari, es-Sahih, “Tefsir” 2/198.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevra, es-Sünen (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992),
“Fiten” 23.
Buhari, es-Sahih, “Ahkam” 1/1.
144
İSLAM VE YORUM VII
likle bu konudaki sorumluluğunun farkında olması gerektiği, bu sorumluluğun gereği olarak, gerekli bilgi, beceri ve deneyime sahip bulunarak
görevini Allah’ın ve Rasulü’nün rızasını gözeterek yerine getirmeye çalışmasının zorunluluğu herkesin kabul edebileceği gerçeklerdir.
Yusuf Peygamberin bir göreve talip olduğunu ve o görevi yerine getirebilecek liyakata sahip olduğunu beyan etmesini içeren bu ayet, kişinin,
kendisini tanımayan muhatabına niteliklerini anlatmasının ve kendisinden daha layık biri bulunmadığında göreve talip olmasının ayıplanacak
bir şey olmadığına ve hatta bunun zorunluluğuna delil oluşturmaktadır.
Nitekim Cessâs, Ahkamu’l-Kur’an’ın’da bu konuya değinmiş ve bu kıssadan hareketle kişinin, kendisini tanımayan birine sahip olduğu özellikleri
anlatmasının ve kendisinden daha ehil biri olmadığı takdirde göreve talip
olmasının caiz hatta gerekli olduğunu söylemektedir. Zira kıssada Yusuf,
bu görevi adaletli bir şekilde yürütmüş, fakirlerin hakkını vermiştir. Göreve daha ehil başka kimse olmadığını düşündüğü için talip olmaktadır.
Aksine o vazifeyi yapabilecek daha ehil başka kimseler varsa göreve talip
olmamak gerekmektedir.68
2.6. Hileye Başvurma
Yusuf kıssasındaki ahkama konu olan hadiselerden biri de Yusuf
peygamberin yöneticiliği esnasında anne baba bir kardeşi Bünyamin’in
yüküne değerli bir eşya koyarak yanında kalmasını sağlamasıdır. Yüküne
koyduğu o eşya sonucunda kardeşi Bünyamin hırsız olarak damgalanmakta ve diğer kardeşleriyle beraber babasının yanına dönmesine engel olunmaktadır. Burada aslında objektif olarak bakıldığında yapılan işlemin bir
suç iftirası isnadında bulunulması olduğu görülmektedir. Fakat Kur’ân-ı
Kerim’de Yusuf’un bu uygulamasının bir suç olmaktan öte bir problem
çözme yöntemi şeklinde değerlendirildiği anlaşılmaktadır.69
Kuran-ı Kerim’in Yusuf peygamberin bu şekildeki uygulamasını bir
suç olarak değerlendirmeyip “Allah’ın Yusuf’a öğrettiği bir plan” şeklinde
değerlendirmesi, bunun içinde bulunulan sıkıntılı durumdan çıkış için
üretilmiş bir çare, İslam hukukçularının değerlendirmesiyle el-Meharic
ve’l-Hiyel kategorisinde değerlendirilmesi gerektiğini söylememizi mümkün kılmaktadır. Yusuf’un yaptığı bu hile ile her ne kadar masum kardeşi
68
69
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/225.
Yusuf, 12/70-72.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
145
hırsız olarak damgalanmış olsa bile, Yusuf amacına ulaşabilmiştir. Onun
bu şekilde bir çözüm üretmesinin Kur’an tarafından onaylanmış olduğunun ifade edilmesi de hile kavramının Kur’ani temelini oluşturmaktadır.
Hukukî olarak hile kavramını ele alacak olursak “Bir kimseyi istenen
yönde bir irade beyanında bulundurmak için onda yanlış bir kanaat uyandırarak veya mevcut olan hatalı fikrin devamını sağlayarak yanıltmaktır.” Çoğulu “hiyel”dir.70 Bazı fakîhler, hilenin sözlük anlamını esas alırken bazıları
ise geniş anlamıyla kişiyi meşru olup olmadığına bakılmaksızın amacına
ulaştıran her vasıta ve hukukî tasarrufu hile olarak isimlendirmektedir.71
Cessâs, bu âyette geçen hileyi mübaha ulaştıran ve hakların elde edilmesine vesile olan (şeriata uygun) hileye başvurmanın caiz olduğuna
işaret olan hile olarak göstermektedir. Kıssada şu şekilde aktarılmaktadır
ki: “Yûsuf, onların yüklerini hazırlatırken su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra da bir çağırıcı şöyle seslendi: “Ey kervancılar! Siz hırsızsınız…
Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya
başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf’a böyle
bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka”. Ayette yer alan “İşte biz Yusuf’a böyle bir plan
öğrettik” kısmı Yusuf peygamberin yapmış olduğu bu eylemden Allah’ın
razı olduğu ve onu onayladığı sonucunu çıkarmayı mümkün kılmaktadır.
Bu bağlamda bakılınca bu âyet, hile-i şer’iyyenin meşruiyetinin delillerinden biri olduğunu söylememiz mümkündür. Zira yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, âyet mubah olan bir gayeye ulaşmak amacıyla,
insanın hakkını alabilmesi için şeriata aykırı olmayan hileye yani imkânı
sağlayacak yöntemlere başvurmanın caiz olduğuna delil getirilmesi nedeniyle ahkâma taalluk etmektedir.
Hile-i şeriyenin meşruiyeti konusunda fakihlerin delil getirdiği ayetlerden biri de Hz Eyüp hakkındadır. O bir meseleden dolayı hanımına
kızmış ve ona yüz değnek vurmak konusunda yemin etmiştir. Allah da
yemininde sadık kalabilmesi için ona: “Eline bir demet sap al ve onunla
vur, yeminini bozma.”72 diyerek hanımına çok acı vermeksizin bir demet
alarak vurmasını emretmiştir. Böylece hem Eyüp Peygamber hanımına
70
71
72
Saffet Köse, “Hile”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1998),
18/28.
Köse, “Hile”, 18/28.
Sa’d, 38/44.
146
İSLAM VE YORUM VII
yüz değnek vurmuş hem de bu yüz değnekten dolayı hanımının acı çekmemesi sağlanmıştır.
Hileyi şerriyenin cevabı konusunda fakîhlerin delil olarak getirdiği ayetlerden biri de “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona
bir çıkış yolu açar.”73 ayetidir. Esasen boşanma konusuyla ilgili olan bir
ayetin devamında geçen bu ibare de Allah kulları için darlıktan kurtuluş
çaresi olduğunu ifade ettiğinden dolayı bazı fakihler hilenin de darlıktan
kurtuluş çaresinde olduğu düşüncesinde oldukları için bu ayeti bu düşüncelerini ispatlamakta delil olarak kullanmışlardır.
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Cenab-ı Hâk başta Peygamberimiz
olmak üzere bütün müslümanlar için mübaha ulaşmak konusunda hilenin
caiz olduğuna delalet edecek örnekler vermiştir. Çünkü bu örneklerde
verilenler ortaya çıkan sorunu gidermekte haram olan bir şeye yol açacak
olsaydı bunların verilmemesi gerekirdi. Bu noktada belirtmemiz gerekir
ki hile türlerinin hepsi caiz ve mübah olan hilelerden değildir, yasaklanmış
ve harama yol açan hilelerin bulunması da söz konusudur. Ancak bunun
teferruatı bu araştırmanın konusu olmadığı için ayrıntısına girmekten
kaçınıyoruz.
2.7. Cuâle Akdinin Hükmü
Yusuf kıssasında yer alan ahkama ilişkin ayetlerden biri de cuâle
akdi ile ilgilidir. İslâm hukuku kavramı olarak cuâle, “Yapılacak belirli bir
iş karşılığında ödenecek ücret, ayrıca böyle bir ödemeyi taahhüt etme”dir.74
Yusuf suresinde: ““Hükümdarın su bardağını kaybettik. Onu bulup getirene
bir deve yükü ücret vardır.”75 Ayetinde ödül söz konusu edilmesi, cuâlenin
Yusuf peygamber zamanından beri uygulamada olduğu ve hükmünün
mübah olduğu sonucunu çıkarmamıza imkan vermektedir.
Esasen cuâle akdinin meşrû olup olmadığı konusunda kesin bir hüküm yoktur. Hanefî hukukçuların çoğunluğuna göre cuâlede ücret veya
mükâfat vaadinde bulunan kişi belirli ise de işi yapacak taraf, yapılacak
iş ve icâre süresi bilinmediğinden, kaçak kölenin sahibine geri getirilmesi
karşılığında ödenen ücret dışında, cuâle meşru kabul edilemez.76 Çünkü
73
74
75
76
Talak, 65/2.
Mehmet Âkif Aydın, “Cuâle”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV
Yayınları, 1993), 8/77.
Yusuf, 12/72.
Kâsânî, Bedâ’i’u’s-Sanâ’i’ fî tertîbi’ş-Şerâ’i, 6/204.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
147
bu durum akitte belirsizlik oluşturmakta ve akdi fasit kılmaktadır. Bu
sebeple onlar, diğer kiralama akitlerine kıyasen caiz olmamasını savunmaktadırlar.77 Cessâs, “Burada ücretin belirsiz olduğu iddiası doğru değildir. Aslında bir deve yükü, vesk vb. ölçeği ve ağırlığı belli olan bir ölçüdür.
O halde ödül olan ücret bellidir.”78 diyerek ve bunu icâre akdi kapsamında
değerlendirmektedir.
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerince cuâle ihtiyaç sebebiyle geçerli
kabul edilmektedir.79 Onların delili de sûredeki bu âyettir.
Sonuç olarak açıklamalardan anlaşılabileceği gibi bu ayet de cuâle akdinin meşruiyeti tartışmalarında zikredilerek ahkâma konu edilmektedir.
2.8. Mala Kefâletin Meşruiyeti ve Şahsa Kefâletin Caiz Olmaması
Yusuf suresinde yer alan ahkâma yönelik konulardan biri de kefâlet konusudur. “Onlar, “Hükümdar’ın su kabını yitirdik. Onu getirene bir
deve yükü ödül var. Ben buna kefilim” dediler.”80 ayetinde geçen “Ben buna
kefilim.” ifadesini kefâlete ilişkin konuların Yusuf peygamberin yaşadığı
dönem toplumunda da geçerli olduğunu yansıtmaktadır.
İslam hukukunda kefâlet, havale ve rehin akitleri gibi tevsik (teminat)
borcu güvence altına alan akitlerden biri olarak sayılmaktadır.81 Fıkhî bir
terim olarak kefâlet “Borcun istenmesi konusunda sorumlu olan (borçlunun) zimmetine başka bir zimmeti ilave etmektir.”82 şeklinde tanımlanmaktadır.83
Kefâlet, “kefâlet bi’l-mal” ve “kefâlet bi’n-nefs” olmak üzere iki çeşit
olarak ele alınmaktadır. Bu âyet kapsamında Cessâs, kefâletin mala kefâlet, bir “malın ödenmesine kefil olmak” demek olduğunu savunmaktadır.84
Hanefîler’in genel görüşü olan mala kefâleti, malın fıkıh terminolojisinde sahip olduğu muhteva doğrultusunda “borca kefâlet” (kefale
77
78
79
80
81
82
83
84
Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Ruşd, Bidâyetu’l-Muctehid Nihâyetu’l-Muktesid
(Kâhire: Dâru’l-Hadîs, 2004), 4/20.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/228,229.
İbn Ruşd, Bidâyetu’l-Muctehid Nihâyetu’l-Muktesid, 5/268.
Yusuf, 12/72
Serahsi, Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut (Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye,
1978), 19/160.
Serahsi, Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut, 19/160-161.
H. Yunus Apaydın, “Kefalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları,
2002), 25/168-169.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/226,227.
148
İSLAM VE YORUM VII
bi’d-deyn) ve “eşyaya kefâlet” (kefâle bi’l-ayn) olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Birincisi malın kendisine kefil olmak, ikincisi ise malın teslimine
kefil olmaktır.85 Mala kefâletin meşruluğu konusunda fakîhler, Hz. Peygamber’in kefilin borçlu olduğunu ifade eden, “Kefil, borçludur.” hadisini
gerekçe olarak göstermektedirler.86 Yaygın olarak kullanılan ikinci gerekçe
de “Onlar, “Hükümdar’ın su kabını yitirdik. Onu getirene bir deve yükü ödül
var. Ben buna kefilim.” dediler.” âyetini delil olarak göstermektedirler.87
Hanefî hukukçulardan Serahsî, önceki şeriatlardaki bir hüküm açıkça nesih edilmediği sürece Müslümanlar için de geçerli olacağını ve Hz.
Peygamber’in yapılmakta olan kefâlet işlemlerine itiraz etmemesinin nedeninin önceki bir şeriatta bulunan bu hükmün devam etmesi olduğunu
söylemektedir.88
Cessâs da eserinde konuyla ilgili: “Bazı kimseler buradaki kefâletten
bir insana kefil olmanın kastedildiğini zannetmişlerdir. Oysa hakikat öyle
değildir. Çünkü bu ifadenin sahibi olan şahıs,ölçeği bulup getirene bir deve
yükü ödül vermeye kefil olduğunu yani onu vermeyi taahhüt ettiğini söylemiştir. “Ben buna kefilim.”diyerek de bunu tekit etmiştir. Yusuf’un emrindeki adamlardan “Ben buna kefilim.”diyen kişi, bir insana değil, kaybolan
ölçeği bulup getirene deve yükü kadar ödül vermeye kefil olduğunu beyan
etmiştir.” sözleriyle âyetten anlaşılanın mala kefâletin caiz olduğunu dile
getirmektedir.
Yusuf kıssasında geçen kefalete ilişkin bu ayet kefâletin ve kefâlete
ilişkin hükümlerin Yusuf peygamber zamanında da yürürlükte olduğunu
görmemizi sağlamaktadır. Ayrıca sonraki dönem fakîhlerinin kefâlete ilişkin konularda Yusuf kıssasındaki bu ayete dayanarak görüş beyan etmeleri de kefâlet konusunun belli bir belde ve coğrafya halkına ait olmayıp,
bütün coğrafya ve insanlar için geçerli bir konu olduğunu söylememizi
mümkün kılmaktadır.
85
86
87
88
Apaydın, “Kefalet”, 25/170.
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş’as b. İshak el-Ezdi es-Sicistani, es-Sünen (İstanbul: Çağrı
Yayınları, 1992), “Buyu”,; Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hareketlerinin Şekillendirdiği
Kelâm Meseleleri (Ankara: Ankara Üniversitesi SBE, Doktora, 1988).
Kemâluddîn Muhammed b. Abdilvâhid b. Abdilhamîd es-Sivâsî el-Hanefî İbnu’l-Humâm,
Fethu’l-Kadîr (Beyrût: Dâru’l-Fikr, ts.), 7/163.
Apaydın, “Kefalet”, 25/170.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
149
Sonuç
Yusuf Sûresi, Kur’an-ı Kerim’de sadece Yusuf peygamberin yaşam
öyküsünü anlatmasıyla değil, aynı zamanda içerdiği hükümlerle de dikkat
çekicidir. Bu hükümler, Kur’ân’ın inzal edildiği dönemde Arap toplumunda
uygulama alanı bulan pek çok meseleyi de içermektedir. Bu sebeple, Yusuf
Sûresi sadece bir peygamberin kıssasını anlatan bir bölüm değil, aynı
zamanda günlük hayatımızda karşılaşabileceğimiz hukuki ve toplumsal
sorunlara da ışık tutmaktadır.
Yusuf peygamberin rüya hakkında yorumlar yapması, bu surede yer
alan ahkama yönelik kısımların en önemlilerinden biridir. Rüyaların yorumlanması, insanların gelecekle ilgili bilgi edinme yolunu temsil eder
ve bu, toplumların kararlarını etkileyebilir. Aynı şekilde, oyunların belirli
şartları taşıdığında oynanabileceğine dair hüküm de bu surede geçer. Bu,
insanların sürekli çalışma halinde oldukları zaman kimi zaman psikolojik
bakımdan yıpranabileceklerine ve rahatlamak için, iş hayatı dışında spor,
eğlence, oyun türünde faaliyetlerle rahatlamalarının imkanına delalet
eder.
Yusuf Sûresi ayrıca deliller arasındaki çelişki durumunda güçlü olan
delile göre hüküm verilmesi gerektiği ilkesini vurgular. Bu, adil bir hukuk
sisteminin temel prensiplerinden biridir ve toplumsal adalete katkıda
bulunur. Surede, lakit durumundaki kişilere yapılacak muamele de ele
alınır, bu da insanların eşit ve adil bir şekilde muamele görmelerini sağlar.
Surede ayrıca insanların kendilerini tanımayanlara üstün vasıflarını tanıtma imkanını da içerir. Bu, insanların kimliklerini koruma ve
başkalarına karşı haklarını savunma hakkını destekler. Ayrıca, hakkını
alabilmek için şeriata aykırı olmayan hileye başvurulabileceğine dair
hüküm, toplumsal sorunların çözümünde bazen yaratıcı yaklaşımların
kullanılmasına izin verir.
Sonuç olarak, Yusuf kıssasında ahkama yönelik ayetler incelendiğinde, Kur’an’ın indiği dönem Arap toplumunda uygulamada olan pek
çok konunun, Yusuf peygamber zamanında da gündemde olduğu görülmektedir. Yusuf Sûresi, insanların günlük hayatlarında karşılaşabileceği
hukuki ve toplumsal meseleleri ele alarak, bu konuların İslam’ın temel
prensipleriyle nasıl uyumlu olabileceğini göstermektedir. Söz gelimi hüküm verirken delillere başvurmak, buluntu çocuk, kefalet gibi konuların
150
İSLAM VE YORUM VII
Yusuf peygamberin yaşadığı toplumda uygulamada olan konular olduğu
görülmektedir. Buna göre bu türden hükümler Yusuf Peygamber ile Hz.
Muhammed dönemine kadar geçen süreçte çok fazla değişiklik göstermediğini söylememiz mümkündür. Bu, bu surenin hem bireysel hem de
toplumsal düzeyde büyük bir öneme sahip olduğunu vurgular. Ayrıca, bu
hükümlerin zaman içinde pek fazla değişmediği göz önüne alındığında,
Yusuf peygamberin hikayesi, İslam hukukunun temel ilkelerini anlamamıza yardımcı olur ve bu ilkelerin çağlar üstü bir niteliği olduğunu gösterir.
Kaynakça
Akbulut, Ahmet. Sahabe Devri Siyasi Hareketlerinin Şekillendirdiği Kelâm
Meseleleri. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE, Doktora, 1988.
Apaydın, H. Yunus. “Kefalet”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
25/168-177. Ankara: TDV Yayınları, 2002.
Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri. İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1989.
Aydın, Mehmet Âkif. “Cuâle”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
8/77-78. İstanbul: TDV Yayınları, 1993.
Beyhakî, Ebubekir Ahmed bin Hüseyin. Şuabu’l-İmân. Beyrût: Dâru’l-Kutubu’l-İlmiyye, 1410.
Bilik, Mehmet Şafi. Yûsuf Sûresi Ekseninde Davet Dili ve Metodu. Batman:
Mütercim Yayınları, 2021.
Bilmen, Ömer Nasuhi. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri. İstanbul: Akpınar Yayınevi, 1962.
Buhari, Muhammed b. İsmail. el-Cami’ü’s-Sahih. thk. Mustafa ed-Dîb. Beyrut: Daru ibn Kesir, 1987.
Cessâs, Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî. Ahkâmu’l-Kur’an. Beyrût: Dâru’l-Kutubu’l-İlmiyye, 1971.
Cessas, Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razi. el-Fusûl fi’l-usûl. thk. Uceyl Casim
en-Neşmi. Kuveyt: Vezaretü’l-Evkaf ve’ş-Şuunü’l-İslamiyye, 2. Basım,
1994.
Dilmen, Aylin. Yusuf (a.s) Kıssası’nın Fıkhı, (Yüksek Lisans Tezi. Yüzüncü
Yıl Üniversitesi, 2010.
YUSUF KISSASINDAKI AHKAM AYETLERINDE DIN, HAYAT VE HUKUK
151
Duman, Ali - Birsin, Mehmet. İslam Hukuku I, Kamu Hukuku. Ankara: TDV
Yayınları, 2019.
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş’as b. İshak el-Ezdi es-Sicistani. es-Sünen. IV
Cilt. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.
Haccâvî, Ebü’n-Necâ Şerefüddîn Mûsâ b. Ahmed b. Mûsâ el-Makdisî. İknâ
li Tâlibi’l-İntifa’. Beyrût: Dâru’l-Mârife, ts.
Hacer el-Askalani, Ahmed b. Ali ibn. Fethu’l-Bari bi-Şerhi Sahihi’l-Buhari.
thk. Muhibbüddni el-Hatib, Kadı Muhyiddin el-Hatib. Riyad: Mektebetü’s-Selefiyye, 1379.
İbn Abidin, Muhammed Emin. Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar Şerhi
Tenviri’l-Ebsar. thk. Adil Ahmed Abdilmevcud, Ali Muhammed Muavvız. Riyad: Daru Alemi’l-Kütüb, 2003.
İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed. el-Mukaddime. Beyrut: Dâru’l-Fikr, 2001.
İbn Ruşd, Muhammed b. Ahmed b. Muhammed. Bidâyetu’l-Muctehid Nihâyetu’l-Muktesid. Kâhire: Dâru’l-Hadîs, 2004.
İbnu’l-Humâm, Kemâluddîn Muhammed b. Abdilvâhid b. Abdilhamîd
es-Sivâsî el-Hanefî. Fethu’l-Kadîr. Beyrût: Dâru’l-Fikr, ts.
İzmirli, İsmail Hakkı. İlm-i Hilaf. çev. Ali Duman. Malatya: İnönü Üniversitesi Matbaası, 2012.
Karafi, Şihabuddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. İdris. Şerhu Tenkihi’l-Fusul fi
İhtisari’l-Mahsul fi’l-Usul. Beyrut - Lübnan: Daru’l-Fikr, 2004.
Karâfî, Şihabüddin Ebû’l-Abbâs Ahmed b. İdrîs. el- Furûk. Beyrût, 2003.
Karaman, Hayreddin. Mukayeseli İslam Hukuku. 3 Cilt. İstanbul: İz Yayıncılık, 3. Basım, 2003.
Kâsânî, Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed. Bedâ’i’u’s-Sanâ’i’ fî tertîbi’ş-Şerâ’i. 7 Cilt. Beyrût: Dâru’l-Kutubu’l-İlmiyye, 2. Basım, 1986.
Kiraz, Celil. “Vani Mehmet Efendi’ye Göre Hz. Yusuf Kıssası’ndan Çıkarılacak
Dersler ve İncelikler “ Editör Mehmet Yalar. Bursa: Ulusal Vani Efendi
Sempozyumu, 2011.
Köse, Saffet. “Hile”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 18/28-29.
İstanbul: TDV Yayınları, 1998.
152
İSLAM VE YORUM VII
Manzur, Cemalüddin Ebu’l-Fazl ibn. Lisanü’l-Arab. thk. Emin Muhammed
Abdülvehhab, Muhammed es-Sadık el-Ubeydi. Beyrut: Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, 1999.
Meclisî, Allame Muhammed Bakır. Bihâru’l-Envâr. Beyrût, 1404.
Müslim b. Haccac, Ebu’l-Hüseyin. el-Cami’u’s-Sahih. Riyad: Beytu’l-Efkari’d-Devliyye, 1998.
Nevevi, Ebu Zekeriya Yahya b. Şeref. Ravzatü’t-Talibin. thk. Adil Ahmed
Abdülmevcud, Ali Muhammed Muavvız. Beyrut: Daru Alemi’l-Kütüb,
2003.
Özbek, Ferhat. İslâm’da Spor, Oyun Ve Eğlence. Aksaray: Aksaray, Yüksek
Lisans, 2020.
Paçacı, İbrahim. “Rüya’nın Delil Değeri ve İstihâre”. Dini Araştırmalar
19/48 (Haziran 2016).
Remlî, Şemsüddîn Muhammed b. Ebi’l-Abbâs,. Nihâyetü’l-Muhtâc ilâ Şerhi’l-Minhâc. Beyrût, ts.
Serahsi, Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed. Kitabü’l-Mebsut. 31 Cilt.
Beyrut: Daru’l-Fikr / Daru’l-Ma’rife, 1989.
Şafii, Muhammed b. İdris. el-Ümm. thk. Rıf’at Fevzi Abdülmuttalib. Mansure: Darü’l-Vefa, 2001.
Şafii, Muhâmmed b. İdris. er-Risale. thk. Ahmed Muhâmmed Şakir. Beyrut:
Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.
Şatıbi, Ebu İshak İbrahim el-Lahmi el-Gırnati. el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam. Beyrut: Darü’l-Fikr, 1341.
Tekin, Abdülkadir. “İslâm’da Eğlenceyi̇ Haram Kılan Unsurlar”. İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi 28 (2016), 455-487.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevra. es-Sünen. IV Cilt. İstanbul:
Çağrı Yayınları, 1992.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Azim
Yayınları, 2011.
CUMHRURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE
ISLAM HUKUKU TECRÜBESI
ÖMER TOZAL
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Dr. Öğr. Üyesi
https://orcid.org/0000-0002-3480-1987
omer.tozal@inonu.edu.tr
Giriş
Osmanlı devletinde hukuk sistemi olarak İslam hukuku yürürlükteydi. Bu bakımdan Osmanlı’da hukuk alanında yapılan düzenlemelerin ve gelişmelerin hepsi aynı zamanda İslam hukuku tecrübesine katkı
sağlamaktaydı. Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra yerine 29 Ekim 1923
yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Yeni kurulan bu devletin ilk
yıllarında İslam hukuku yürürlükteydi. İslam tarihinde ilk kanunlaştırma
çabası diyebileceğimiz Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin yürürlüğü 4 Ekim
1926 yılına kadar devam etmekteydi. Bu tarihte Türk Kanunu Medenisi’ne ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat Kanunu’nun 43. maddesiyle
mecelle yürürlükten kaldırıldı.
İslam hukukunun yürürlükten kaldırılmasının tabii bir sonucu olarak
İslam hukuku alanında yapılan çalışmalara olan ihtiyaç azalmıştır. Bunun
bir diğer neticesi ise Türkiye’de özellikle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Kürsüsü kuruluncaya kadar İslam hukuku alanında
yapılan çalışmalarda ciddi bir gerileme olarak kendini göstermiştir. Nitekim bu alanda yapılan çalışmalar devlet eliyle olmaktan çok şahısların
çabalarıyla sınırlı olarak devam etmiştir.
Türkiye’de her ne kadar hukuk anlamında doğrudan İslam hukukuna
ihtiyaç duyulmasa da toplumun kahir ekseriyetinin Müslüman olması din
öğretimi konusundaki ihtiyacı yıldan yıla artmış ve siyasilerin bu duruma
ilgisiz kalmalarını zorlaştırmıştır. Buna bağlı olarak İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü açılmıştır. Ancak öğrenci
alımı yapılmaksızın İslam hukukundan ziyade sadece İslam tarihi, inancı
ve medeniyeti gibi sınırlı alanlarda araştırma yapılması amaçlanmıştır.
154
İSLAM VE YORUM VII
Taki enstitü hocalarının vefatı veya emekliliği sebebiyle hoca kadroları
boşalmış ve boşalan kadrolara atama yapılmaması sebebiyle 1941 yılında
kapanmıştır.89
Din öğrenimi konusundaki ihtiyacın daha da artması sebebiyle 1949
yılında Ankara Üniversitesi bünyesinde İlahiyat Fakültesi kurulmuştur.
Bu fakülte bünyesinde ilk İslam Hukuku Kürsüsü açılmıştır. 1953 yılında Yüksek İslam Enstitülerinin tekrar açılması, İslam hukuku alanında
yapılan çalışmaları hız kazanmıştır. 90
Çalışmamızda önce İslam hukukunun yürürlükten kaldırılmasından
1949 yılına kadar bu alanda kaleme alınan eserler hakkında bilgi verilip
ardından bu tarihten itibaren İslam hukuku alanında yazılan tezler nicelik açısından değinilecektir. Son olarak günümüzde bu alanda hizmet
eden öğretim görevlileri sayılarına dayalı olarak Türkiye’de İslam hukuku
alanında gelişmenin geldiği noktaya dikkat çekilecektir.
İslam hukukunun her bir alt dalında kaleme alınan akademik eserleri
detaylı olarak inceleyip analiz etmek takdir edileceği üzere tek bir çalışma
sınırları dâhilinde mümkün gözükmemektedir.91 Bu sebeple çalışmamızda
daha ilgili eserler nicelik gibi çeşitli açılardan değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Nitelik açısından detaylı bir değerlendirme yapılmayacakmaktır.
1. 1927-1949 Yılları Arasında İslam Hukuku Çalışmaları
Yukarıda işaret edildiği üzere 1926 yılında İslam hukukunun yürürlükten kalkmıştır. Bu tarihten itibaren Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi İslam Hukuku Kürsüsü (Anabilimdalı) kuruluncaya kadar olan
dönemde yazılmış İslam hukuku çalışmalarının tespiti için bu alandaki
en geniş bibliyografik eser olan Türkiye’de İslam Hukuku Çalışmaları Literatürü (1928-2012)92 adlı çalışma taranmıştır. İlgili kitapta İslam hukuku
alanında yapılan çalışmalar konularına göre tasnif edilmiş, ardından alfebetik sırasıyla kitap, tez, makale ve tebliğlere yer verilmiştir. 1927-1949
tarihleri arasında kitap, tez, makale ve tebliğ olmak üzere yazılmış bütün
89
90
91
92
Kaya, Mahmut, “İslâm Tetkikleri Enstitüsü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(Ankara: TDV Yayınları, 1989), 23/56-57.
Kaya, Mahmut, “İslâm Tetkikleri Enstitüsü”, 23/57.
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi 24, 25 ve 26. sayılarını fıkıh alanına ayırmış olup
günümüze kadar İslam hukuku alanında yapılan çalışmaların detaylı değerlendirmesi için
bu sayılara bakılabilir.
Hamdi Çilingir – M. Salih Eser, Türkiye’de İslam Hukuku Çalışmaları Literatürü (1928-2012),
(İstanbul: İSAR Yayınları, 2014).
CUMHRURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE ISLAM HUKUKU TECRÜBESI
155
eserler taranmış, eserler bizim tarafımızdan yapılmış yeni bir tasnifle
alfabetik değil yayın tarihlerine göre sıralanmıştır. Bazı eserler birkaç
başlığın altına girmesi mümkün olmakla birlikte ağırlıklı olduğu başlığın
altında yer verilmesi uygun görülmüştür.
1. İslam hukuk tarihi alanındaki kitap ve makaleler:
a. Kitaplar:
1.
İzmirli, İsmail Hakkı, Müslüman Türk Hukuku ve Dini, Ankara:
Başvekalet Müdevvenat Matbaası, 1936.
3.
Barkan, Ömer Lütfi, İslam-Türk Mülkiyet Hukuku Tatbikatının
Osmanlı İmparatorluğunda Aldığı Şekiller, I, İstanbul: Kenan
Basımevi, 1940, s. 26; II, İstanbul: İÜHFD Ayrı Basım, 1941, s.
157-176; III, İstanbul: İÜHFD Ayrı Basım, 1942, s. 906-942.
2.
4.
5.
Köprülü, Mehmed Fuad, Orta Zaman Türk Hukuki Müesseleri:
İslam Amme Hukukunda Ayrı Bir Amme Hukuku Yok mudur?,
İstanbul: Devlet Basımevi, 1937, s. 34.
Olgun, Tahir, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul: Işık Basımevi, 1946, s. 332; İstanbul: Bilmen Yayınevi, 1963, s. 248; İstanbul:
Akçağ Yayınları, 1998, s. 350.
Barkan, Ömer Lütfi, Türkiye’de Sultanların Teşri Sıfat ve Salahiyetleri ve Kanunnameler, İstanbul, İÜHF Yayınları, 1947, s. 733.
b. Makaleler:
1.
Turan, Osman, “Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku, Miri
Topraklar ve Hususi Mülkiyet Şekilleri”, Ankara: Belleten, 12/47
(1948), 549-574.
2. Külli kaidelerle ilgili kitaplar:
1.
Belgesay, Mustafa Reşit, Mecellenin Külli Kaideleri ve Yeni Hukukun Ana Prensipleri, İsmail Akgün Matbaası, 1947, s. 55.
3. İslam hukukunun ana konularındaki kitaplar:
1.
93
Mehmed Vehbi Efendi, Ahkam-ı Kur’âniyye, İstanbul: Ahmet Kamil Matbaası, 1925, s. 596.93
Eserin birçok baskısı bulunduğu için en eski baskısıyla yetinilmiştir.
156
2.
3.
İSLAM VE YORUM VII
Ansay, Sabri Şakir, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, Ankara: AÜİF
Yayınları, 1946; 1953; 1956, s. 208; 1958, s. 323; Ankara: Turhan
Kitabevi, 2002, s. 374.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye
Kâmusu, I-VI, İstanbul: İÜ Yayınları, 1949; I-VIII, İstanbul: Bilmen
Yayınevi, 1967-1970; I-VIII, İstanbul: Enes Sarmaşık Yayınları,
1999.
4. İlmihal kitapları:
1.
2.
3.
4.
İnanç, Muallim Cevdet, Askeri Din Dersleri, İstanbul: Yeni Matbaa,
1928, s. 239; İslam’ı Anlamak (Askeri Din Dersleri), (sad. Hasan
Erden, Hüseyin Manav), İstanbul: Bedir Yayınevi, 1993, s. 191.
Mehmet Nuri, Her Müslümana Lazım Ameli İbadet Bilgisi, İstanbul: Kainat Kitabevi, 1931, s. 64; 1933, s. 48; İstanbul: Tefeyyüz
Kitabevi, 1932, s. 37.
Akseki, Ahmet Hamdi, İslam Dini: İtikat, İbadet ve Ahlak, Ankara:
DİB Yayınları, 1933, s. 442; 1958, s. 312; 1959, s. 316; 1973, s
324; 1983, s. 320.
5.
Anonim, Hakiki ve İlaveli Mızraklı İlmihal, (haz. Mehmet Şakir),
İstanbul: Bozkurt Basımevi, 1939, s. 62.94
7.
Üryani, Ali Vehit, Asker İlmihali, Bozkurt Basımevi, 1939, s. 390.
9.
Yeşil, Muhammed Salih, Büyük İlmihal, İstanbul: Burhaneddin
Matbaası, 1944, s. 48.
6.
8.
94
Akseki, Ahmet Hamdi, Askere Din Kitabı, İstanbul: DİB Yayınları, 1925, s. 271; Ankara: İdeal Basımevi, 1944, s. 431; İstanbul:
Ebuzziya Matbaası, 1945, s. 480.
Arslan, Hasan, Cevahirü’l-Ahkam: Fıkhın Mühim Meselelerine
Havidir, İstanbul: Aydınlık Basımevi, 1939, s. 237.
Ülgener, Mehmet Fehmi, Dini, İdari Malumat Mecmuası ve İmtihan Rehberi, Ankara: DİB Yayınları, 1940, s. 227.
10. Köksal, Mustafa Asım, Gençlere Din Kılavuzu: İman ve İbadet
Yolu, Ankara: Yeni Cezaevi Basımevi, 1946, s. 152; Ankara: Yeni
Eserin birçok baskısı bulunduğu için en eski baskısıyla yetinilmiştir.
CUMHRURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE ISLAM HUKUKU TECRÜBESI
157
Matbaa, 1950, s. 184; Gençlere Din Kılavuzu, İstanbul: Köksal
Yayıncılık, 1999, s. 187.
11. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, İstanbul: Ahmet Sait
Matbaası, 1947-1954, s. 744.95
12. Öğüt, M. Cemal, Kadın İlmihali: Müslüman Kadınların Hususi
Hallerine Dair Dini Bilgiler, İstanbul: Ak-Ün Basımevi, 1947, s.
201; İstanbul: Bahar Yayınları, 1971.
13. Bilge, Hasan, İslam Dininin Temellerini Bildirir Temel İlmihal:
Gençlerimiz ve Okuma Çağındaki Çocuklarımız İçin Yazılmıştır,
Ankara: Güney Matbaacılık ve Gazetecilik, 1949, s. 42.
5. Konulu ilmihal kitapları:
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
95
Yusuf Ziya, İman ve İbadet, İstanbul: Türk Matbaası, 1927, s. 170.
Hafız Hamdi, Oruç Risalesi, İstanbul: Ahmed Kamil Matbaası,
1928, s. 50.
Diplomat, A. A. Müslümanlıkta Hac Farizası: Farizanın Hikmeti
ve İç Yüzü, (trc. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul: Aydınlık Basımevi,
1939, s. 47.
İbn Rüşd, Büyük Türk Filozofu İbn Sinâ’nın Namaz Hakkındaki
Görüşleri, (trc. M. Hazmi Tura), İstanbul: Burhaneddin Matbaası,
1942, s. 29.
Hatiboğlu, Burdurlu Mehmet, Ana Kaynaklarına Göre İslam Dini:
Usul ve Tatbikat, İstanbul: Cumhuriyet Matbaası, 1946, s. 175.
Öğüt, Mehmet Cemal, Tekbir: Tekbir-i Teşrik Müminlerin Dini
Bayramlarda Aldıkları Tekbirlerin İslam Dininde Kıymet ve
Ehemmiyeti, İstanbul: Ticaret Dünyası Basımevi, 1947, s. 103.
Topaç, Ali Ziya, Zekat ve Fitre Risalesi, İstanbul: yy., 1948, s. 14.
Heyet, Ramazan ve Oruç (Oruç Farizasının 1365 ci Yıldönümü
Münasebetiyle), DİB Yayınları, Ar Basımevi, 1948, s. 123.
Korgunal, M. Zeki, Ayrı Ayrı Beş Vakit Namaz ve Rekatları, İstanbul: İktisadi Yürüyüş Matbaası, 1949, s. 47.
Eserin birçok baskısı bulunduğu için en eski baskısıyla yetinilmiştir.
158
İSLAM VE YORUM VII
10. Miras, Kamil, Ramazan Muhasebeleri, İstanbul: Sedad Miras Neşriyatı, 1945, s. 111; İstanbul: Ahmet Sait Basımevi, 1949, s. 111;
İstanbul: Asar-ı İlmiye Kütüphanesi, 1949, s. 111.
11. Karabekir, Ömer Cemal, İstinca ve İstibranın Maddi, Manevi, Fenni ve Sıhhi Faideleri, İstanbul: Burhaneddin Basımevi, 1949, s.
62.
12. Ozanoğlu, İhsan, Türkçe Kur’an ve Namaz, Kastamonu: Doğrusöz
Matbaası, 1949, s. 105.
6. Vakıflar hakkındaki kitap ve makaleler: Vakıflar konusu esasında füru fıkhın kapsamında olup bu konuda yazılmış eser ve
makaleler diğer konulara nisbeten daha öne çıktığı için müstakil
bir başlıkta yer vermeye uygun gördük.
a. Kitaplar:
1.
2.
Köprülü, Mehmed Fuad, Vakıf Müessesi ve Vakıf Vesikalarının
Tarihi Ehemmiyeti, Ankara: yy., 1939.
Berki, Ali Himmet, Vakıflar, İstanbul: Cihan Matbaası, 1940, s.
327; İstanbul: Aydınlık Basımevi, 1946, s. 327; Ankara: yy., 1950.
b. Makaleler:
1.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Karamanoğulları Devri Vesikalarından
İbrahim Beyin Karaman İmareti Vakfiyesi”, Ankara: Belleten, 1/1
(1937), 46-127.
2.
Köprülü, Fuad, “Vakfa Ait Tarihi Istılahlar Meselesi”, Ankara: Vakıflar, 1 (1938), 131-138.
4.
Köprülü, Fuad, “Vakıf Müessesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi
Tekamülü”, Ankara: Vakıflar, 2 (1942), 1-35.
3.
5.
6.
Kunter, H. Baki, “Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerinde Mücmel
Bir Etüd”, Ankara: Vakıflar, 1 (1938), 103-130.
Barkan, Ömer Lütfi, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve
Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, Ankara: Dini
Araştırmalar, 2 (1942), 279-386.
Caferoğlu, Ahmet, “Türk Teamül Hukukuna Göre İçtimai Muavenet Müessesi”, Ankara: Vakıflar, 2 (1942), 185-193.
CUMHRURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE ISLAM HUKUKU TECRÜBESI
159
7.
Turan, Osman, “Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyesi ve Hayatı”, Ankara: Belleten, 11/42 (1947), 197-236.
9.
Turan, Osman, “Celalettin Karatay, Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Ankara: Belleten, 12/45 (1948), 17-172.
1.
Vicdani, Ebu Rıdvan Mustafa Sadık, Hz. Muhammed Niçin Çok
Evlendi, İstanbul: Orhaniyet Matbaası, 1928, s. 151.96
3.
Semiz, Ahmed, Eski Hukukta Nikah ve Talak Meseleleri: Bugünkü
Tatbik Şartları, İstanbul: Son İçtihatlar Dergisi Yayınları, 1948,
s. 61.
8.
Turan, Osman, “Mübarizzeddin Er-Tokuş ve Vakfiyesi”, Ankara:
Belleten, 11/43 (1947), 415-430.
7. İslam aile hukukundaki kitaplar:
2.
Korok, Daniş Remzi, Hazreti Muhammed’e Göre Çok Kadın Almak
ve Boşamak: Teaddüdü Zevcat ve Talak, İstanbul: Sinan Basımevi,
1946, s. 52.
8. İslam borçlar hukukundaki kitaplar:
1.
2.
Bilmen, Ömer Nasuhi, İslam Hukukunda Manevi Zararların Tazmini, İstanbul: İÜHF Yayınları, 1941.
Ülgener, Sabri Fehmi, İslam Hukuk ve Ahlak Kaynaklarında İktisat
Siyaseti Meseleleri: Fıkıh ve Ahlâk Doktrinlerinde Narh Siyaseti
ve Müdahalecilik Meselesi Üzerine Umumi Bir Deneme, İstanbul:
İHFD Ayrı Basım, 1944, s. 1151-1189.
9. Helallar ve haramlar hakkındaki kitaplar:
1.
2.
Milaslı, İsmail Hakkı, İslam Dininde Etlerin Tezkiyesi, İstanbul:
Ahmet Sait Matbaası, 1933, s. 31.
Zapsu, Abdurrahim, Helal ve Haram, İstanbul: Burhaneddin Matbaası, 1947, s. 32.
10. İslam insan hakları hakkındaki kitaplar:
1.
96
Kadri, Hüseyin Kazım, İnsan Hakları Beyannamesinin İslam Hukukuna Göre İzahı, (haz. Osman Ergin), İstanbul: Sinan Matbaası,
1949, s. 96.
Eserin birçok baskısı bulunduğu için en eski baskısıyla yetinilmiştir.
160
İSLAM VE YORUM VII
1927-1949 Yılları Arasında Yapılan Çalışmaların Konulara Göre Yüzdelik Dağılımı
1927-1949 yılları arasında Türkiye’de İslam hukukunun çeşitli alt
konularında toplam 44 kitap ve 10 makale kaleme alınmıştır. Bu dönemin
İslam hukuku açısından geçmişe nispeten zayıf kaldığı aşikârdır. Bunun
İslam hukukunun, uygulama alanında karşılığının olmaması ve buna bağlı
olarak İslam hukukuna olan ihtiyacın azalması; 1933 yılında İslam Tetkikleri Enstitüsü açılsa bile İslam hukuku alanını kapsamaması, açılan
alanlarda dahi boşalan hoca kadrolarının doldurulmayarak kapatılması,
öğrenci alınımının yapılmaması gibi birçok sebebi bulunmaktadır. Bütün
bunlar, İslam hukuku alanında yazılan eserlerin, akademik çalışmalardan
öte bireysel çabalarla oluşturulmasına sebep olmuştur.
Yukarıdaki grafik hakkında söyleyebileceğimiz bir diğer husus, kaleme alınan eserlerin ihtiyaç merkezli olarak bir dağılım göstermesidir. Toplumun çoğunun Müslüman olması sebebiyle İslam hukuku yürürlükten
kalksa bile insanın Allahla olan ilişkini düzenleyen ve öğreten ilmihallere
ihtiyaç devam etmektedir. Bunun bir neticesi olarak bu tarihlerde yapılan
çalışmaların 13’ü genel 12’si konulu olmak üzere 25 tanesi –yüzde 46’sıilmihaldir. Helaller ve haramlarla ilgili kitabın da Müslüman’larn Allahla
olan ilişkilerini ele aldığını düşünülürse yazılan kitapların yüzde ellisi
doğrudan toplumun ihtiyacıyla ilgilidir.
CUMHRURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE ISLAM HUKUKU TECRÜBESI
161
Grafikte yoğunluğun bulunduğu bir diğer konu iki kitap, dokuz makaleyle İslam hukukundaki vakıflar müessesidir. Vakıflar konusunun daha
çok akademisyenler tarafından ele alındığı görülmektedir. Cumhuriyetin
ilk dönemlerinde birçok vakıf ve vakıf arazisi bulunması İslam hukukundaki –özellikle Osmanlıdaki uygulamalarıyla- vakıf tecrübesine başvurulmasını zorunlu hale getirmekteydi. Bu ihtiyaca bağlı olarak özellikle
Hukuk Fakültelerindeki akademisyenler bu konuyu ele almaktan geri
durmamışlardır.
Türkiye’nin Osmanlının devamı olması, Türkiye’de hukuk tarihi ve
tarih alanındaki akademisyenlerin özellikle Osmanlıdaki uygulamalarıyla İslam hukuk tarihini ele almaya sevk etmiştir. Bu durum, grafikte
beş kitap ve bir makale ile yoğunluk bakımından İslam hukuku tarihinin
üçüncü sırada olmasını açıklamaktadır. Sonuç olarak toplam eserlerin
yüzde 78’i doğrudan toplumun veya toplumun bir kısmının ihtiyacıyla
ilişkili olduğu görülmektedir.
2. İslam Hukuku Anabilimdalında Hazırlanan Tezler
(1949-Günümüz)
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Hukuku Kürsüsü
(Anabilim Dalı), 31.10.1949 tarihinde ilahiyat fakültesinin kurucu dekanı Ord. Prof. Ahmet Esat Arsebük tarafından kurulmuştur. Arsebük,
üçüncü sınıflara haftada iki saat İslam hukuku derslerine girmiştir. Kürsü,
1952-1957 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim
üyesi Ord. Prof. Sabri Şakir Ansay tarafından yönetilmiştir.97 Bu kürsüde
tamamlanan ilk İslam hukuku tezi, 1957’de M. Esad Kılıçer tarafından
yazılmıştır. “İslâm Fıkhında Re’y Taraftarları” başlıklı doktora tezi, Prof.
Dr. Muhamed Tayyib Okiç’in (ö. 1977) danışmanlığında 105 sayfa olarak
hazırlanmıştır. Bu tez aynı zamanda Cumhuriyet döneminde İslam hukuku
alanında yazılmış ilk tezdir.98
Ülkemizde 1959-1980 yılları arasında Konya (1962), Kayseri (1965),
İzmir (1966), Erzurum (1969), Bursa (1975), Samsun (1976) ve Yozgat’ta
(1980) Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Yüksek İslam Enstitüleri açılmıştır.
97
98
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, “İslam Hukuku” (Erişim 28 Ekim 2023).
Necmeddin Güney, “İslam Hukuku Alanında Hazırlanan Lisansüstü Tezlerde Sıkça
Karşılaşılan Sorunlar ve Bazı Çözüm Önerileri”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi 26
(Ekim 2015), 408; İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), “İlahiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu” (Erişim 28 Ekim 2023).
162
İSLAM VE YORUM VII
Burada eğitim veren asistanların yeterliliği ve nitelemesinde (öğretmeni
mi? Öğretim üyesi mi?) sıkıntılar olması sebebiyle 1978 yılında hazırlanan yönetmelikle belirli sınavlarda başarılı olanlar asistanlık kadrosuna
atandıktan sonra üç yıl süreyle bir tez hazırlamakla yükümlü tutulmuştur.
Tez savunmasında başarılı olanlar öğretim üyeliğine tayin edilmiştir.99
6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu uyarınca
Yüksek İslâm enstitüleri İlâhiyat fakültelerine dönüştürülerek üniversitelere bağlanmıştır. 1983’te alınan bir kararla jüriler oluşturulmuş ve
bu jüriler enstitülerdeki öğretim elemanlarının daha önce hazırladıkları
tezleri incelemişlerdir. Tez savunmasında başarılı olanlar doktor unvanını
almıştır. 100
YÖK’ün kurulması ve YÖK kanunu ile daha öncesinde fakülteler
bünyesindeki lisansüstü çalışmalar, enstitülere devredildi. Gelindiği
noktada artık İslam hukukundaki lisansüstü çalışmalar Sosyal Bilimler
Ensütüsü’nün İslam Hukuku Anabilimdalı’ında yürütülmektedir. İslam
Hukuku Anabilimdalı açılabilmesi için yeterli sayıda öğretim görevilisi
bulunmuyorsa İslam hukuku çalışmaları enstitünün Temel İslam Bilimleri
Anabilimdalı’ında gerçekleştirilmektedir.101
İslam Hukuku Anabilimdalı/Bilim dalında günümüze kadar hazırlanan yüksek lisans ve doktora tezlerinin sayıları aşağıdaki gibidir.
Yıl
D.
Yıl
Yıl
Y. L.
D.
Yıl
Y. L.
D.
1957
Y. L.
1
1974
Y. L.
D.
1991
21
1
2008
44
17
1958
1
1975
1992
22
2
2009
51
12
1959
1976
1993
21
3
2010
18
15
1960
1977
1994
28
7
2011
67
11
1961
1978
1995
42
6
2012
41
13
1962
1979
1
1996
40
9
2013
62
17
1963
1980
1
1997
37
7
2014
66
18
1964
1981
2
1998
34
9
2015
43
21
1965
1982
1
1999
35
15
2016
81
23
1966
1983
4
2000
33
9
2017
108
28
99
1
Öcal, Mustafa, “Yüksek İslâm Enstitüsü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara:
TDV Yayınları, 2013), 44/49.
100 Öcal, Mustafa, “Yüksek İslâm Enstitüsü”, 44/50, 51.
101 Necmeddin Güney, “İslam Hukuku Alanında Hazırlanan Lisansüstü Tezlerde Sıkça
Karşılaşılan Sorunlar ve Bazı Çözüm Önerileri”, 408.
163
CUMHRURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE ISLAM HUKUKU TECRÜBESI
1967
1984
4
2
2001
42
13
2018
105
35
1968
1985
5
4
2002
48
7
2019
198
37
1969
1986
2
3
2003
37
14
2020
90
23
8
3
2004
40
11
2021
109
38
1970
1
1987
1971
1966
2
1988
1983
6
2005
26
2022
106
4
2000
33
914 2017
108
2850
2006
77
10 2018
2023
28
42
23
2001
42
13
105
3513
1968
1985
57
4
2002
48
719 2019
1973
1990
2007
73
Toplam 198
1971 37559
1969
1986
2
3
2003
37
14 2020
90
23
1970Tablo: İslam
1
1987
8 Bilim
3
2004
40 Yapılan
11 2021
109 Lisans
38
Hukuku
Dalında
Yüksek
ve
1971
2
1988
6
2005
26 102 14 2022
106
50
Doktora
Tezlerinin
Yıllara
Göre
Dağılımı
1972
1989
2
3
2006
77
10 2023
28
13
1973
1990
7
2007
73
19 Toplam 1971
559
Yukarıdaki tabloya ilaveten İslam
Hukuku
Anabilimdalında
789
yükTablo: İslam Hukuku Bilim Dalında Yapılan Yüksek Lisans ve Doktora Tezlerinin Yıllara
sek Dağılımı
lisans 418
tezi, 337 doktora tezi devam etmektedir. Bu rakamları tamamGöre
1972
1967
1989
1984
lanan
tezlere ilave ettiğimizde yüksek lisansta 2760, doktorada 896 adet
Yukarıdaki tabloya ilaveten İslam Hukuku Anabilimdalında 789 yüksek lisans tezi,
tezde
çalışma
yapıldığı
görülmektedir.
337
doktora
tezi devam
etmektedir.
Bu rakamları tamamlanan tezlere ilave ettiğimizde
yüksek lisansta 2760, doktorada 896 adet tezde çalışma yapıldığı görülmektedir.
İslam H u k u k u B ilim D alın d a Yap ılan Yü k sek Lisan s v e D o k to ra Tezlerin in Yıllara G ö re D ağılım ı (1990-2022 Yılları Arası)
250
200
150
100
50
0
1990 yılından önce yapılan çalışmaların sayıca çok az ve sınırlı olması, bu tarihten
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
2011
2012
2013
2014
2015
2016
2017
2018
2019
2020
2021
2022
sonra yapılan tezlerde devamlılık ve artış söz konusu olduğu için grafiğimizi 1990 yılından
başlattık. 2023 yılı henüz tamamlanmadığı için grafikte yer verilmemiştir.
1990 yılından önce yapılan çalışmaların sayıca çok az ve sınırlı olması, bu tarihten sonra yapılan tezlerde devamlılık ve artış söz konusu
O yıllar arasında ilahiyat fakültesi öğrenci kontenjanlarının azaltılması, hatta Eskişehir
olduğuGazi
içinÜniversitesi,
grafiğimizi
1990
yılındanvebaşlattık.
yılı henüzilahiyat
tamamOsman
İnönü
Üniversitesi
Yüzüncü Yıl2023
Üniversitelerinin
lanmadığı
için grafikte
verilmemiştir.
fakülteleri
öncesinde
öğrenciyer
almaktayken
hiç öğrenci almaması bu sonucu ortaya
Y. Lisans
Doktora
2001-2006 yılları arasında yüksek lisans tezlerindeki ciddi bir azalma bulunmaktadır.
çıkardığını düşünmekteyiz.
2001-2006 yılları arasında yüksek lisans tezlerindeki ciddi bir azalma
bulunmaktadır. O yıllar arasında ilahiyat fakültesi öğrenci kontenjanlafakülteler ilk mezunlarını 2012 yılından itibaren vermeye başlamıştır. Hem yeni bu
rının azaltılması, hatta Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi, İnönü Üniversitesi ve Yüzüncü Yıl Üniversitelerinin ilahiyat fakülteleri öncesinde
2008 yılında itibaren birçok üniversitenin bünyesinde ilahiyat fakülteleri açılmış, bu
418 Tablodaki bilgiler İSAM’ın sitesindeki İlahiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu’ndan alınmıştır. Bkz: İSAM, “İlahiyat Fakülteleri
Tezler Kataloğu”.
102 Tablodaki bilgiler İSAM’ın sitesindeki İlahiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu’ndan alınmıştır.
Bkz: İSAM, “İlahiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu”.
164
İSLAM VE YORUM VII
öğrenci almaktayken hiç öğrenci almaması bu sonucu ortaya çıkardığını
düşünmekteyiz.
2008 yılında itibaren birçok üniversitenin bünyesinde ilahiyat fakülteleri açılmış, bu fakülteler ilk mezunlarını 2012 yılından itibaren vermeye başlamıştır. Hem yeni bu üniversitelerin ilk mezunları hem de bu
üniversitelerde açılan yüksek lisans programları 2015 yılından itibaren
yüksek lisans tezlerindeki hızlı artışı açıklamaktadır.
Grafikte görüldüğü üzere İslam Hukuku Bilimdalında hazırlanan
doktora tezlerinin sayısının sürekli yükseldiği; yüksek lisans tezlerinin
sayısında ise iniş çıkış olmasına karşın artış olduğu gözlenmiştir. Bazı
yıllar düşüş olsa da bir sonraki yıl daha fazla tez yapıldığı görülmektedir.
Doktora ve yüksek lisans tezlerindeki en ciddi düşüş 2019-2020 yılları
arasında olmuştur. Buna göre covid-19 pandemisinin tezlerdeki sayıyı
doğrudan etkilediğini söyleyebiliriz.
3. İslam Hukuku Anabilimdalında Görev Yapan Öğretim
Üyelerinin Sayısı
Yükseköğretim bilgi yönetim sistemindeki verilere göre günümüzde
İslam hukuku anabilim dalında 74 adet profesör, 92 adet doçent, 135 adet
doktor öğretim üyesi, 5 adet öğretim görevlisi ve 153 adet araştırma görevlisi olmak üzere toplam 459 öğretim üyesi bulunmaktadır. Bunlardan
4 adet profesör, 3 adet doçent, 8 adet doktor öğretim üyesi ve 42 adet
araştırma görevlisi hukuk fakültesinde görev yapmaktadır.103
Sonuç
Türkiye’de islam hukuku alanındaki çalışmaların bu alanda anabilimdalı kuruluncaya kadar zayıf kaldığı görülmektedir. Bu tarihlerde daha
çok toplumun ihtiyaç duyduğu konularda eserler yazılmış, akademik çalışmalar ise birkaç istisna dışında hukuk tarihi ve vakıflarla sınırlı kaldığını
söyleyebiliriz.
İslam Hukuku Anabilimdalının ve Yüksek İslam Enstitülerinin ilahiyat
fakültelerine dönüştürülmesiyle birlikte bu alanda yapılan çalışmalarda
bir sıçramayla karşılaşılmaktadır. Yirmi üç sene süre zarfında 54 çalışma
bulunurken 1949 yılından günümüze kadar hazırlanan tezlerin sayısı dört
103 Yükseköğrenim Bilgi Yönetim Sistemi, “Öğretim Elemanı İstatistikleri” (Erişim 28 Ekim
2023).
CUMHRURIYETIN 100. YILINDA TÜRKIYE’DE ISLAM HUKUKU TECRÜBESI
165
haneleri geçmektedir. Tebliğ, makale ve kitap çalışmalarıyla birlikte bu
rakamlar on binleri aşmaktadır.
Bu çalışmaların bir kısmı nitelik açısından eleştirelere tabi tutulsa da
bunlar içerisindeki iyi hazırlanmış tezler göz önünde bulundurulduğuda
İslam hukuku alanında çok büyük bir ilerleme olduğu, devlet tarafından
destek gördüğü, İslam hukukuna toplum tarafından ilgiyle karşılandığı
yadsınamaz bir gerçektir.
Yeni olayların ortaya çıkması, toplumun, çağın, kültürün değişmesi
daha önceki islam hukukçularının ele almadığı problemler doğurmaktadır.
Öte yandan bu durum yer yer İslam hukuku literatürüyle birlikte daha
önce yazılmış meselelerin yeni yorumlarla tekrar ele alınmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla her ne kadar Türkiye’de İslam hukuku alanında ciddi
bir birikim oluşsa da bu alanda yapılacak çok şeyin olduğu inkâr edilemez.
Kaynakça
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, “İslam Hukuku”. (Erişim 28 Ekim
2023. http://www.divinity.ankara.edu.tr/islam-hukuku/
Hamdi Çilingir – M. Salih Eser, Türkiye’de İslam Hukuku Çalışmaları Literatürü (1928-2012), İstanbul: İSAR Yayınları, 2014.
İSAM, İslam Araştırmaları Merkezi, “İlahiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu”. Erişim 28 Ekim 2023. http://ktp.isam.org.tr/?url=makaleilh/
findrecords.php
Güney, Necmeddin. “İslam Hukuku Alanında Hazırlanan Lisansüstü Tezlerde Sıkça Karşılaşılan Sorunlar ve Bazı Çözüm Önerileri”. İslam Hukuku
Araştırmaları Dergisi 26 (Ekim 2015), 405-422.
Kaya, Mahmut, “İslâm Tetkikleri Enstitüsü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi. 23/56-57. Ankara: TDV Yayınları, 1989.
Öcal, Mustafa, “Yüksek İslâm Enstitüsü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 44/48-52. Ankara: TDV Yayınları, 2013.
Yükseköğrenim Bilgi Yönetim Sistemi, “Öğretim Elemanı İstatistikleri”.
Erişim 28 Ekim 2023. https://istatistik.yok.gov.tr/
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA
İDDET VE NAFAKA
Abdullah ERDEM
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Dr. Öğr. Üyesi
orcid.org/0000-0002-7112-9720
abdullah.erdem@gop.edu.tr
Giriş
İddet kelimesi sözlükte “bir şeyi saymak, sayı, bir şeyin sayı olarak
miktarı ve az olsun çok olsun topluluk” manalarına gelir.1 Hanefi kaynaklarında iddetin ıstılâhî tanımı genel olarak şu şekilde yapılmaktadır:
“İddet, nikâhın ortadan kalkmasından sonra kadının beklemekle yükümlü
olduğu belli bir süredir.”2 Mâlikî kaynaklarda iddet, “evliliğin feshi, kocanın
ölümü veya boşaması nedeniyle nikâhlanmanın yasaklandığı müddetin
ismidir” şeklinde tarif edilir.3 Şâfiî ve Hanbelî kaynaklarında ise iddet,
“kadının rahminin berâeti, teabbüd veya kocanın arkasından yas tutmak
için beklediği sürenin ismi” olarak tanımlanır.4 Daha kapsayıcı bir şekilde
Ömer Nasuhi Bilmen (v. 1391/1971) iddeti, “vefat veya müfarekatden
sonra baki kalan nikâh âsârının inkızası için şer‘an muayyen olan ecel1
2
3
4
Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed el-Ensârî er-Rüveyfiî İbn
Manzûr, Lisânü’l-’Arab (Beyrut: Dâru Sâdır, 1414/1993), 3/282; Ebü’l-Feyz Muhammed
el-Murtazâ b. Muhammed b. Muhammed b. Abdirrezzâk el-Bilgrâmî el-Hüseynî ez-Zebîdî,
Tâcü’l-’arûs min cevâhiri’l-Kāmûs (b.y.: Dâru’l-Hidâye, ts.), 8/357.
Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed el-Kâsânî, Bedâ’i’u’ṣ-ṣanâ’i’ fî tertîbi’ş-şerâ’i (Beyrut:
Darü’l-Kütübi’l-İlmiye, 1406/1986), 3/190; Zeynüddîn b. İbrâhîm b. Muhammed el-Mısrî
İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râ’ik şerhu Kenzi’d-dekā’ik (b.y.: Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, ts.), 4/138.
Ebû Abdillâh Muhammed b. Muhammed İbn Arafe, el-Muhtaṣarü’l-fıkhî (Müessesetü Halef-i
Ahmed el-Habtûr li’l-Amâli’l-Hayriyye,1435/ 2014), 4/397; Ebû Abdillâh Muhammed b.
Yûsuf b. Ebi’l-Kāsım el-Mevvâk el-Abderî el-Gırnâtî el-Mevvâk, et-Tâc ve’l-iklîl ‘alâ Muhtaṣarı
Halîl (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, 1415/1994), 5/470.
Ebû Yahyâ Zeynüddîn Zekeriyyâ b. Muhammed b. Ahmed es-Süneykî el-Ensârî el-Hazrecî,
Esne’l-metâlib şerhu Ravżi’t-tâlib (b.y.: Dâru’l-Kitâbi’l İslâmî, ts.), 3/389; Şemsüddîn
Muhammed b. Ahmed el-Hatîb eş-Şirbînî el-Kāhirî, Muġni’l-muhtâc ilâ ma’rifeti me’ânî
elfâẓi’l-Minhâc (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, 1415/1994), 5/78; Ebû Abdillâh
Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Ahmed b. Hamza er-Remlî el-Menûfî el-Ensârî el-Mısrî,
Nihâyetü’l-muhtâc ilâ şerhi’l-Minhâc (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1404/1984), 7/126.
168
İSLAM VE YORUM VII
bir müddet- demektir ki, bu müddet nihayet bulmadıkça zevç veya zevce
başkasıyla ve bazı ahvalde birbiriyle tekrar evlenemezler” diye tanımlar.5
İslam hukukunda iddet, birçok durumda kadının beklemesi gereken
belirli bir süreyi ifade etse de bazı durumlarda erkeklerin de beklemek
durumunda kaldığı zaman dilimini içeren fıkhî bir terimdir. İslam hukuku eserlerinde, iddetin tanımında beklenmesi gereken sürenin teabbüdî yönüne vurgu yapılmakta ve sadece kadının hamile olup olmadığının
tespiti için belirlenen süre şeklinde bir yanlış anlaşılmanın önü kesilmiş
olmaktadır. Medenî hukukta ise kadının beklemesi gereken süre, tamamen kadının hamile olup olmadığını tespit etmeye yöneliktir. Dolayısıyla
İslam hukukunda iddet için hamileliğin tespiti, ric‘î boşamalarda evliliği
devam ettirmenin temini ve kocası vefat eden kadının vefa duygusunu
göstermesi için fırsat tanınması gibi birtakım hikmetler sayılsa da6 belli
bir illet tespiti yapılmamış ve bu sorumluluğun teabbüdî yönüne dikkat
çekilmiştir.7 Medenî kanunda ise iddetin hikmet ve maslahatları üzerinde durulmamış, kadının hamile olup olmadığını tespit etmek ve nesep
karışıklığının önlenmesi temel alınmıştır.8
1. İslam Hukukunda İddet
İslam hukukunda iddet, kadının kocasından ayrılış şekline, ayrıldığı
esnadaki durumuna ve taşıdığı bazı niteliklere göre farklılık göstermektedir. Özet olarak üç türlü iddetten bahsedilebilir. Bunlar;
1) Talâk ve Fesih İddeti: Boşanmış veya nikâhı feshedilmiş olan
kadının beklemesi gereken iddet Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde belirtilmektedir: “Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç kurû’ beklerler.”9 Kurû’, kar’ kelimesinin çoğulu olup temizlik ve hayız manasına
5
6
7
8
9
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhîyye Kamusu (İstanbul: Bilmen
Basım ve Yayınevi, ts.), 2/368.
Halil İbrahim Acar, “İDDET”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV
Yayınları, 2000), 21/467; Ahmet Yaman - Halit Çalış, İslâm Hukukuna Giriş (İstanbul: M.Ü.
İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2017), 198; Ahmet Yaman, İslâm Aile Hukuku (İstanbul:
M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2016), 108; Abdullah Çolak, İslam Aile Hukuku
(Ankara: Öncü Basım Yayım, 2017), 295; Mehmet Selim Aslan, İslâm Aile Hukuku (Bursa:
Emin Yayınları, 2020), 266.
Çolak, Aile Hukuku, 295.
Aslan, Aile Hukuku, 266; Vildan Sali Duman, “İslâm ve Türk (TMK) Aile Hukukunda İddetin
Hamilelikle İlişkilendirilmesi”, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 8/2
(2021), 712.
el-Bakara 2/228
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
169
gelebilecek müşterek lafızlardandır. Müşterek lafızlardan olması sebebiyle
de müçtehit imamlar bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığında ihtilaf etmişlerdir. Sahabeden Ebubekir, Ömer, Ali, İbn-i Mesud, İbn-i Abbas,
Ebû’d-Derdâ, İbn-i Samit ile Hanefîler ve Hanbelîlerin muteber görüşlerine10 göre kurû’ kelimesi hayız manasınadır. 11 Yani kadın kocasından
boşandığı zaman başka birisiyle evlenebilmesi için üç tam hayız döneminin geçmesi gerekmektedir.
Sahabeden Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve Âişe (r.a) ile Malikî ve
Şafiîlere göre ise kurû’ kelimesi temizlik dönemini ifade eder. Buna göre
kocasından ayrılan kadının başka bir evlilik yapabilmesi için üç temizlik
döneminin geçmiş olması gerekmektedir. Sünnî talakla boşanan kadının
iddetinde boşandığı esnadaki temizlik dönemi de dikkate alınarak sonraki
iki temizlik müddetinin geçmiş olmasıyla iddeti tamamlanmış olur. Yani
temizlik döneminde boşanıp çok kısa süre sonra hayız görse bile o süre
iddetten sayılacak ve üçüncü hayızın başlamasıyla iddet bitmiş olacaktır.12
2) Ay Hesabına Göre Beklenen İddet: Ay hesabı ile beklenen iddet
iki şekilde olabilir:
a) Küçüklükten, menopoz döneminde olmaktan veya hayız döneminde olup da herhangi bir hastalık sebebiyle bilfiil hayız görmeyen kadının
ayrılığı, ölüm sebebiyle olmadıkça ve hamile iddeti beklemedikçe üç ay
geçtikten sonra iddeti tamamlanmış olur.13
Adet görmeyen kadınlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de; “Kadınlarınız
içinden hayızdan kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt
ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.”14 buyurulmaktadır.
b) Şer‘an kocası olan kişinin ölmesi sebebiyle hamile olmayan kadının
bekleyeceği iddet Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre dört ay on gündür.
10
11
12
13
14
Muhammed b.Ahmed b. Ebî Mûsâ eş-Şerîf Ebû ‘Alî el-Hâşimî, el-İrşâd ilâ sebîli’r-reşâd (b.y.:
Mü’essesetü’r-Risâle, 1419/1998), 1/289; Ebü’l-Hattâb Mahfûz b. Ahmed b. el-Hasen elKelvezânî el-Bağdâdî, el-Hidâye alâ mezhebi’l-İmâm Ahmed b. Hanbel (b.y.: Müessesetü
Ğarrâs li’n-Neşr ve’t-Tevzî, 1425/2004), 484.
Muhammed Ebû Zehra, el-Ahvâlü’ş-şahsiyye (b.y.: Dâru’l-Fikri’l-Arabî, 1433/2012), 374.
Ebû İbrâhîm İsmâîl b. Yahyâ b. İsmâîl el-Mısrî el-Müzenî, Muhtaṣaru’l-Müzenî (İmam
Şâfiî’nin el-Ümm kitabına bitişik olarak) (Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1410/1990), 8/322; Ebû’lVelîd Muhammed b. Ahmed b. Rüşd el-Kurtubî, Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-mukteṣid
(Beyrut: Müessesetü’r-Risâle Nâşirûn, 1436/2015), 544-545.
Ebû Zehra, el-Ahvâlü’ş-şahsiyye, 375; Abdulhamîd, Ahvâlü’ş-şahsiyye, 340.
et-Talâk 65/4
170
İSLAM VE YORUM VII
“Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden)
dört ay on gün beklerler.”15
3) Hamile Olan Kadının İddeti: Kocasından ayrıldığı esnada hamile
olan kadının iddeti, çocuğunu dünyaya getirince sona erer. Zira Kur’an-ı
Kerim’de; “Hamile olanların bekleme süresi ise yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık
verir.”16 buyurulmaktadır.
1.2. İslam Hukukunda İddet Bekleyen Kadına Yönelik
Kısıtlamalar
a) Nişanlanma Engeli
İddet bekleyen kadının bu süreçte başka birisiyle evlenemeyeceğinde
hiçbir şüphe yoktur. Çünkü iddet bir başkasıyla evlenilemeyecek sürenin
adıdır. Naslarda haramlar ve helaller belirlenmiş; bazı haramların bizzat
kendisi yasaklanmışken bazı haramlar da başka bir şeye nispetle haram
(haram li-ğayrihî) kılınmıştır. Bununla beraber Şâri‘ harama sebep olacak
bazı fiilleri de yasaklamıştır. Örneğin zina, bizzat haram olan bir fiilken
zinaya götüren şeyler de zinaya ilhak edilerek haram kılınmıştır. Dolayısıyla iddet bekleyen kişinin evliliği yasaklanmış olduğu gibi evliliğin
mukaddimesi kabul edilebilecek nişanlılık da yasaklanmıştır. Boşanma
veya ölüm iddeti bekleyen kadının bir başkasıyla nişanlanması caiz olmadığı gibi hukuken de geçersizdir.17 Aynı şekilde iddet bekleyen kişiye bir
başka erkek tarafından evlilik teklifinde bulunmak caiz değildir.18
Ric‘î talakla boşanmış bir kadının bir başkasıyla nişanlanması veya bir
başkası tarafından evlilik teklifinde bulunulması ittifakla haramdır. Bâin
talakla boşanmış olan bir kadına da açıkça evlilik teklifinde bulunmak
caiz değildir. Bu durumdaki bir kadına alenen değil de üstü kapalı evlilik
teklifinde bulunup bulunulamayacağı konusunda âlimlerin ihtilaf ettiği
görülür. Hanefîlerin büyük çoğunluğu boşanma iddeti bekleyen kadınların
ister ric‘î talakla boşanmış olsun isterse bâin talakla boşanmış olsun evlilik teklifinde bulunulamayacağı görüşündedirler.19 Hanefîlerden Kudûrî
15
16
17
18
19
el-Bakara 2/234
et-Talâk 65/4
Muhammed b. ‘Abdullah el-Haraşî, Şerhu Muhtaṣarı Halîl li’l-Haraşî (Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.),
4/147.
Duman, “İddet”, 709.
Zeyla’î, Tebyîn, 3/36; İbn Hümâm, Fethu’l-kadîr, 4/342.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
171
(v. 428/1037) ve Merğınânî (v. 593/1197) iddet bekleyen kadına üstü
kapalı bir şekilde evlilik teklifi yapılabileceğini söylemektedirler.20 Ancak
daha sonraki Hanefîler, Kudûrî ve Merğınânî’nin görüşlerinin vefat iddeti bekleyen kadınlar için geçerli olduğunu belirtmektedirler.21 Bununla
beraber Hanefîlerin en muteber kaynaklarından olan el-Muhtâr sahibi
Mevsılî’ye (v. 683/1284) göre bâin talak ile boşanmış kadına üstü kapalı
evlilik teklifinde bulunmakta bir beis yoktur.22 Mevsılî’nin bu görüşü diğer Hanefî kaynaklarının yanında şaz görüş olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dolayısıyla Hanefîlerin muteber ve sahih olan görüşlerinin, bâin talakla
boşanmış kadının talakı, ister beynûnet-i suğrâ olsun isterse beynûnet-i
kübrâ olsun ne sarahaten ne de üstü kapalı bir şekilde evlilik teklifinde
bulunmanın caiz olmadığı yönünde olduğunu söylemek mümkündür.
Şâfiîler bâin talakla boşanmış kadına iddet müddeti içerisinde üstü
kapalı evlilik teklifinde bulunulabileceği görüşündedirler. Şâfiîler bâin
talak sebebiyle iddet bekleyen kadının eski kocasıyla evlilik bağının tamamen koptuğu görüşündedirler. Çünkü ayette mutlak olarak başka bir
erkeğin nikâhında bulunmayan kadınlara üstü kapalı evlilik teklifinde
bulunulabileceğine ruhsat verilmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber
(sav), kocasından üç talakla boşanmış olan Fatıma bint-i Kays’a iddetini
tamamlayınca kendisine haber vermesini emretmiş ve onu Üsâme ile
evlendirmiştir. Hz. Peygamber’in (sav) Fatıma bint-i Kays’a bu şekilde
emretmesi bâin talakla iddet bekleyen kadına üstü kapalı evlilik teklifi
edilebileceğini göstermektedir.23
Bu ihtilafta Hanefîlerin görüşünün maslahat açısından daha uygun
olduğu kanaatindeyiz. Çünkü bu süre zarfında nafakası eski kocası tarafından karşılanan kadına evlilik teklifinde bulunmak eski koca ile yeni
koca adayının arasına düşmanlığın girmesine sebep olacak ve yeni koca
adayının aileyi yıkmaya sebebiyet verdiği ithamıyla karşılaşabilecektir.
Boşandıktan sonra ve aralarında hiçbir bağın kalmadığında bile psikolojik
olarak kadının bir başkasıyla evlenmesine gönlü olmayan erkek, iddet
20
21
22
23
Kudûrî, Muhtaṣar, 132; Mergīnânî, el-Hidâye, 2/312.
Zeyla’î, Tebyîn, 3/36; İbn Hümâm, Fethu’l-kadîr, 4/342.
Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/215.
İmrânî, el-Beyân, 9/280-281; Nevevî, el-Mecmû’, 16/257; Takıyyüddîn Ebû Bekr b. Muhammed b. Abdilmü’min el-Hüseynî el-Hısnî, Kifâyetü’l-ahyâr fî halli Ġāyeti’l-ihtiṣâr fi’lfıkhi’ş-Şâfi (Kahire: Dâru’l-Hadîs, 1437/2016), 482; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib,
3/115; Şirbînî, Muğnî, 4/219.
172
İSLAM VE YORUM VII
sürecinde evliliğin mukaddimesi kabul edilen evlilik teklifine hiç rıza göstermeyecektir. Bu sebeple boşanma ne tür bir boşanma olursa olsun iddet
bekleyen kadına evlilik teklifinde bulunmak bazı yanlış uygulamaların
önüne geçmek için iddetin bitimine kadar ertelenmesi daha uygundur.
Vefat iddeti bekleyen kadınlara açıktan evlilik teklifinde bulunmak
caiz olmamakla birlikte üstü kapalı evlilik teklifinde bulunmak ittifakla
caizdir. Çünkü ayet-i kerimede “(Vefat iddeti bekleyen) kadınlara kendileri
ile evlenmek istediğinizi üstü kapalı olarak anlatmanızda veya bu isteği
içinizde saklamanızda sizin için bir günah yoktur. Allah biliyor ki, siz onlara (önünde sonunda) mutlaka söyleyeceksiniz. Meşrû sözler söylemeniz
dışında sakın onlarla gizliden gizliye buluşma yönünde sözleşmeyin.”24 buyurulmuştur.
b) Vefat İddetinde Yas Tutma (İhdâd)
İhdâd ( )إحدادveya hidâd ( )حدادkelimeleri fıkhî bir terim olarak; İddet
bekleyen kadının yas tutması gerektiğinden hareketle süslenmeyi, hoş kokular sürünmeyi, sürme çekinmeyi, kokulu veya kokusuz yağ sürünmeyi,
kına yakmayı ve ziynet takınmayı terk etmek manasında yabancı erkeklerin ilgisini çekebilecek hal ve hareketlerden bir süreliğine uzak durmak
anlamında kullanılmaktadır.25
Ric‘î talakla boşanmış kadının ihdâd yapması ittifakla gerekmez. Kocası vefat etmiş bir kadının ihdâdda bulunması ise ittifakla vaciptir.26 Bu
kadın vefat eden kocasının hatırasına hürmeten süslenmeyi terk etmesi
gerekir. Hanefîlere göre bâin talakla boşanmış kadının da ihdâdda bulunması vaciptir. Hatta boşayan koca boşadığı kadına ihdâdı terk etmeyi
emretse veya telkin etse dahî bâin talakla boşanmış kadının iddet müddeti
içerisinde ihdâdı vaciptir. Çünkü bu durum hukûkullaha taalluk etmektedir. Şu kadar var ki kadının bir mazerete binâen sürme çekmesi veya
yağ sürünmesi caizdir. Yine başka giyecek elbisesi bulunmaması halinde
ipek veya ziynet maksadıyla giyindiği elbisesini giyinebilir. Çünkü zaruret
yerleri umumî hükümlerden istisna edilmiştir.27
24
el-Bakara 2/235
27
Bilmen, Kamus, 2/388.
25
26
Bilmen, Kamus, 2/388; Karataş, “İddet”, 181.
Semerkandî, Tuhfe, 2/251.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
173
Mâlikîler ve bir rivayete göre İmam Şâfiî’ye (v. 204/820) göre bâin
talakla boşanmış kadının ihdâd yapması gerekmez. Çünkü boşanma iddeti
bekleyen kadın için kocanın hatırasına hürmet ve teessüf lazım değildir.28
Hanefîlere göre ihdâd yapması gereken kadınlar müslüman, akıllı ve
bülûğa ermiş kadınlardır. Ehl-i kitaptan olan, mecnûne ve bâliğa olmayan
kadınların ihdâdı gerekmemektedir. Çünkü ihdâd hukûkullaha taalluk
etmektedir ve bu kişiler taabbüdle mükellef değildirler.29 Şâfiîlere ve
Hanbelîlere göre ise kitâbî olan kadına ve küçük yaştaki kadına ihdâd
gereklidir. Çünkü ihdâd iddetin ahkâmındandır. Bu kadınlara iddet gerektiğine göre ihdâd da lazımdır.30
2. Medenî Hukukta İddet
Medenî hukukta kocasından bir şekilde ayrılan kadının beklemesi
gereken süre, kadının kocasından ayrılma şekillerinden bağımsız olarak
belirlenmiştir. Türk Medenî Kanununun 132. Maddesi şöyle demektedir:
“Kocasının vefatı veya boşanması sebebiyle dul kalan yahut evliliğin butlanına hükmedilen kadın; vefattan, boşanmadan veya butlan hükmünden
itibaren üç yüz gün geçmedikçe, tekrar evlenemez. Doğurmakla müddet
biter. Kadının gebe kalması mümkün olmadığı veya boşanma ile ayrılmış
olan karı ve koca tekrar birbirleriyle evlenmek istedikleri takdirde, hâkim
bu müddeti kısaltabilir.”31
Türk Medeni Kanunun koyduğu kadın için bekleme süresinin sebebi ayrılmış olduğu kocasından hamile olup olmadığının tespiti içindir.32
Kadının beklemesi gereken süreyle onun hamile olup olmadığının tespit edilmesi, dolayısıyla muhtemel gebelikte çocuğun nesebinin tespiti
amaçlandığı için kadının kanunen belirlenmiş süre boyunca bir başkasıyla evlenmesi yasaklanmış ve bu sürede yapılacak bir evlilik kanunen
geçersiz sayılacaktır. Medenî Kanun evlilikleri sona ermiş olan kadınlar
için belirlediği bu bekleme süresi hükmüyle, boşanmış veya dul kalmış
yahut evliliği iptal edilmiş olan kadının azamî gebelik süresi olan üç yüz
28
Hısnî, Kifâyetu’l-ahyâr, 573; Bilmen, Kamus, 2/388.
31
TMK, md. 132
29
30
32
Semerkandî, Tuhfe, 2/252; Zeyla’î, Tebyîn, 3/35.
Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullāh b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Cemmâîlî
el-Makdisî, el-Muġnî li-İbn-i Kudâme (b.y.: Mektebetü Kahire, 1388/1968), 8/154; Hısnî,
Kifâye, 573.
Seda Gayretli Aydın, “Kadın ve Kanuni Bekleme Süresi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi 136
(2018), 271.
174
İSLAM VE YORUM VII
gün geçmeden yeniden evlenmesi halinde bu evlilik sürecinde doğması
muhtemel çocuğun nesebinin bir karışıklığa sebebiyet vermesinin önüne
geçmek istemektedir. Zira bu süreç içinde doğacak çocuğun önceki evlilikten mi, yoksa ikinci evlilikten mi olduğu, anlaşmazlığa sebep olabilir.33
Medenî kanunda kadın erkek eşitliğine önem verildiği iddiası bulunsa da bu madde çerçevesinde erkeklere değil de kadınlara iddet süresi
belirlenmesi kadınların evlenme hakkını ertelediği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Zira kadının doğal hakkı olan evliliğin ertelenmesi insan
haklarının doğasına aykırı olduğu gibi günümüz bilimsel gelişmelerle de
uyumlu değildir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (10 Aralık 1948) 16.
Maddesi “Evlilik, ancak evlenmeye niyetlenen eşlerin özgür ve tam oluruyla
yapılır. Aile, toplumun doğal ve temel birimidir, toplum ve devlet tarafından korunur” hükmüyle aileyi toplum ve devletin korumasına vermiştir.
Aynı maddede kadın ve erkeğin evlenmede, evlilik sürecinde ve evliliğin
bozulmasında eşit olduğu bildirilmiştir.34
Medenî kanunda belirlenen kadının bekleme süresinin gerekçesi
kadının hamileliğinin tespiti ve bu süre zarfında doğması muhtemel çocuğun nesebinin sübutu olduğu için doğal olarak bu sürenin uzun bir
süre olduğuna yönelik itirazlar olmaktadır. Zira günümüzde tıbbî olarak
kadının nasıl gebe kaldığı veya kadın vücudunda gebeliğin nasıl oluştuğu oldukça iyi bir şekilde anlaşılmaktadır. Çocuğun biyolojik babasının
tespiti için DNA incelemesi yoluyla %99,9 oranında doğru sonuç elde
edilebilmektedir.35
Medeni Hukukta her ne kadar kocasından ayrılma şekline bakılmaksızın kadının iddeti üç yüz gün olarak belirlenmiş olsa da hamile olan
kadının iddeti İslam hukukundaki hamile olan kadının iddeti ile aynıdır.
İslam hukukunda hamile olan kişi çocuğunu doğuruncaya kadar iddet
beklerdi. Medeni hukukta da doğurmakla müddet biter kaydı konmuştur.
Dolayısıyla Medeni hukukta iki çeşit iddetten bahsedilebilir. Hamilelerin
iddeti doğum yapıncaya kadar, hamile olmayanların iddeti ise üç yüz gündür demek mümkündür.
33
Turgut Akıntürk - Derya Ateş Karaman, Türk Medenî Hukuku - Aile Hukuku (İstanbul: Beta
Basım Yayım, 2012), 2/80.
35
Erbaydar - Odabaşı, “Medeni Kanunda İddet”, 116.
34
Nüket Paksoy Erbaydar - Aysun Balseven Odabaşı, “Medeni Kanunun Bekleme Süresi (İddet
Müddeti) İle İlgili 132. Maddesinin Kadın Hakları ve Modern Tıptaki Gelişmeler Işığında
Değerlendirilmesi”, Fe Dergi 10/1 (2018), 115.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
175
2.1. Medeni Hukukta İddet Bekleyen Kadına Yönelik
Kısıtlamalar
Medenî Kanunda, boşanma kararının kesinleşmesiyle birlikte evlilik
birliği sona ermiş ve erkek taraf için ikinci bir evliliği engelleyen mevcut
evlilik durumu ortadan kalkmış olmaktadır. Dolayısıyla boşanma süreci
tamamlandıktan sonra erkek gerek boşandığı eski eşiyle yeniden, gerek
başka biriyle hemen evlilik yapma imkânına kavuşur. Kadının da boşandığı
kocasıyla yeniden evlilik yapması için bir kısıtlama yoktur. Ancak evliliği
sona eren kadının boşandığı eşiyle değil de başka biriyle evlenebilmesi
için kanunda belirtilen yasal bekleme süresinin dolmasını bekleyecektir.36
Medenî Kanunda, İslam hukukunda kadın için belirlenmiş kısıtlamalardan evlenme yasağı dışında bir kısıtlama yoktur. Medenî hukukun
belirlemiş olduğu üç yüz günlük süre dolmadan kadın bir başkasıyla evlenemez. Ancak bu süre zarfında hamile olduğu tespit edilirse ve doğum
yaparsa evlenme yasağı son bulmuş olur. Yine boşandığı kişiyle tekrar
evlenmek istediğinde bu süre zarfında bu evliliği gerçekleştirebilirler.
İslam hukukunda kocasından üç talakla boşanmış olan kadının tekrar
ayrıldığı kocasıyla evlenmesi birtakım prosedürlere bağlanmıştır. Şöyle ki
kadının eski kocası ile evlenebilmesi başka biriyle evlilik akdi yapmadıkça
mümkün değildir. Kocasıyla tekrar evlenebilmesi için bir başkasıyla sahih
bir evlilik bağı kumuş olması ve ikinci kocasından boşanmış veya ikinci
kocasının ölmüş olması gerekir. Ayrıca kadının ikinci kocasından ayrıldıktan sonra da gerekli iddet süresini tamamlamış olması gerekmektedir.
Hâlbuki medenî kanunda kadının her ne şekilde boşanmış olursa olsun
boşandığı erkekle tekrar evlenmesi mümkündür.37
3. İslam Hukukunda Boşanmış Olan Kadının Nafakası
Nafaka; beslenme, giyim kuşam ve barınma ihtiyaçları38 ile (sağlık
giderleri gibi) bunlara tabi olan şeylerdir. İddet bekleyen ve nafakayı hak
eden kadının nafakasından maksat, kadının iddet müddeti içerisindeki
ihtiyaçlarıdır.39 İddet bekleyen bütün kadınlar nafakayı hak etmez. Bazı
36
Akıntürk-Karaman, Aile Hukuku, 2/289.
39
Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü (İstanbul: Ensar, 2015), 443.
37
38
Akıntürk-Karaman, Aile Hukuku, 2/289.
Muhammed b. Feramûz b. Ali Molla Hüsrev, Dürerü’l-hükkâm şerh-u ğureri’l-ahkâm (Şürrünbülâlî’nin Hâşiyesi ile birlikte) (b.y.: Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, ts.), 1/412; İbn Nüceym,
el-Bahru’r-râik, 4/188.
176
İSLAM VE YORUM VII
durumlar nafakayı gerektirdiği gibi, bazı durumlarda da kadın nafaka
hakkını elde edemez.
Kocasının ölmümü nedeniyle iddet bekleyen kadına mirastan nafaka
ayırılmaz. Çünkü koca öldüğü anda bıraktığı mallar mirasçılara intikal
etmiştir. Nafaka yükümlülüğü şahsi bir yükümlülüktür. Bu nedenle diğer
mirasçıların nafaka sorumluluğu yoktur.40
Ayrılık kadından kaynaklanan ve meşru olmayan bir sebebe bağlı
olduğu zaman kadına iddet müddeti içerisinde nafaka verilmesi gerekmez. Mesela kadın, dinden çıkması veya kocasının babası, oğlu, yeğeni vb.
birinci derecede yakınlarıyla zina etmesi veya zinaya götürecek şehevî
hal ve hareketler sergilemesi durumunda, ayrılığın sebebi kadının meşru
olmayan davranışları olduğu için kocanın nafaka yükümlülüğü yoktur.41
Karı-koca sahih olmayan bir nikâh akdi ile evlenmiş veya kadınla
şüphe ile birlikte olmuşsa, bu karı-kocanın ayrılmasından dolayı da nafaka gerekmez. Çünkü nafaka meşru birliktelikte gerekmektedir. Erkeğin
kadınla olan birlikteliği ve birbirlerinden yararlanmaları aslı itibariyle
meşru değildir.42
İddet beklerken, iddet müddeti içerisinde kadınlar için yasak olan bir
fiili işleyen kadına da nafaka gerekmez. Örneğin iddet müddeti içerisinde
mazeretsiz olarak iddet beklediği evden çıkarsa veya yolculuğa çıkarsa
nafakadan mahrum kalır. Çünkü nafaka sorumluluğu ayrıldığı kocasıyla
nikâha dayalı bütün hükümleri ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla nafakayı sağlaması gereken erkeğin bu süre zarfındaki nafaka sorumluluğu
olduğu gibi kadının da şer‘i hükümleri yerine getirme sorumluluğu vardır.
Ric‘î boşanmadan dolayı iddet bekleyen kadının ister hamile olsun
isterse olmasın iddet müddeti içerisinde nafakasının kocası tarafından
sağlanacağı hususunda ittifak vardır. Çünkü bu durumdaki kadın hala evlidir ve nafakasını temin etmek kocanın boynunun borcudur.43 Bunun delili
şu ayetlerdir: “Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği örfe uygun olarak
babaya aittir.”44 “Onları (iddet müddetleri süresince) gücünüz nispetinde
40
Mergīnânî, el-Hidâye, 2/326; Abdulhamîd, Ahvâlü’ş-şahsiyye, 349.
43
Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 9/7203.
41
42
44
Mergīnânî, el-Hidâye, 2/326; Ebû Zehra, el-Ahvâlü’ş-şahsiyye, 383.
Mergīnânî, el-Hidâye, 2/326; Ebû Zehra, el-Ahvâlü’ş-şahsiyye, 383.
el-Bakara 2/233
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
177
oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. Onları sıkıntıya sokmak için
kendilerine zarar vermeye kalkışmayın.”45
Bâin talak sebebiyle iddet bekleyen kadınlar eğer hamile ise yine
iddet müddeti süresince nafakaları ittifakla kocaya aittir.46 Çünkü ayette
“Eğer hamile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin.”47 buyurulmaktadır. Eğer bâin talak sebebiyle iddet bekleyen kadın hamile değilse
Hanefîlere göre yine mesken ve nafaka hakkı vardır.48 Maliki ve Şâfiîlere göre bâin talak iddeti bekleyen kadının mesken hakkı bulunmakla
birlikte nafaka hakkı yoktur.49 Çünkü ayette “Onları (iddet müddetleri
süresince) gücünüz nispetinde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun.”50
buyurulmuştur. Hamile olsun veya olmasın mesken hakkı mutlak olarak
zikredilmiştir. Ayette bu kadınlara nafaka verilmesine delalet eden bir
ifade yoktur. İbn Ebî Leylâ (v. 83/702)51 ve Hanbelilere göre ise bâin
talak iddeti bekleyen kadının ne mesken hakkı ne de nafaka hakkı vardır.
Hanbeliler Fatıma bint-i Kays’ı kocası boşadığında Rasülüllah’ın (sav)
ona nafaka takdir etmediğine dair rivayete dayanmaktadırlar. Zira Hz.
Peygamber (sav) “Kadın için nafaka ve süknâ ancak kocanın ric‘at imkânı
olması durumunda gereklidir”52 buyurmuştur.53
Bâin talakla boşanmış kadının nafakası konusunda Hanefîlerin görüşü ihtiyat açısından daha sağlıklı görünmektedir. Çünkü kadın iddet
beklerken ihtiyaçlarını karşılamak için dışarı da çıkamayacaktır ve nikâha
45
et-Talâk 65/6
48
Kâsânî, Bedâi’, 3/209.
46
47
49
50
51
52
53
Kâsânî, Bedâi’, 3/209.
et-Talâk 65/6
‘Alî b. Muhammed Ebû’l-Hasan el-Lahmî, et-Tabṣire, thk. Ahmed b. ‘Abdulkerîm Necîb
(Katar: İdâretü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslâmiyye, 1432/2011), 5/2256; İmrânî, el-Beyân,
11/230; el-Cundî Halîl b İshâk, et-Tavḍîh fî şerhi’l-Muhtaṣari’l-fer’i li-İbni’l-Hacib, thk.
Ahmed b. ‘Abdulkerîm Necîb (Kâhire: Merkezu Necîbeveyh li’l-Mahtûtat ve Hidmeti’t-Turâs,
1429/2008), 5/140; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 3/404.
et-Talâk 65/6
Kâsânî, Bedâi’, 3/209.
Ebû ‘Abdirrahmân Ahmed b. Şu’ayb b. ‘Alî el-Horasânî en-Nesâî. el-Müctebâ mine’s-Sünen
(es-Sünenü’s-suğrâ li’n-Nesâî) (Halep: Mektebetü’l-Matbûâti’l’İslâmiyye, 1406/1986),
“Talak”, 7.
Ebû’n-Necâ Şerafuddîn Mûsâ b. Ahmed b. Mûsâ b. Sâlim el-Haccâvî el-Makdisî, el-İknâ’ fî
fıkhi İmâm Ahmed b. Hanbel, thk. ‘Abdullatîf Muhammed Mûsâ es-Sübkî (Beyrut: Dâru’lMa’rife, ts.), 4/139; Mansûr b. Yûnus b. Salâhiddîn b. Hasan b. İdris el-Buhûtî, Keşşâfü’l-kınâ’
‘an (metn)i’l-İknâ’ (b.y.: Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, ts.), 5/465; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve
edilletuhu, 9/7209; Emine Gümüş Böke, “İslam Hukuku Açısından Kadının İddet Nafakası”,
Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 4/2 (2020), 105-106.
178
İSLAM VE YORUM VII
dayalı bütün sorumluluklar son bulmamıştır. Hem boşanmanın verebileceği olumsuz ruh hali hem de maddî olarak karşılaşılabilecek geçim
sıkıntısı kadının çok daha fazla yıpranmasına sebep olacaktır.
Sahih bir evlilikten sonra ayrılık, ister boşama ile isterse de fesihle
olsun (ölüm hariç) erkekten kaynaklanan bir nedene bağlı olursa, iddet
müddetince kadının nafakası kocaya aittir. Burada şunu belirtmek gerekir
ki feshin sebebi, ister kadının büluğa erdikten sonra evliliği onaylamaması
gibi meşru veya erkeğin dinden çıkması, kadının usûl ve fürûundan olan
kadınlarla oynaşması gibi gayr-ı meşru olsun fark etmez. Çünkü bu durumlarda ayrılığın sebebi erkektir. Yine mehrinin emsallerinin mehrinden
az olması sebebiyle nikâhı fesheden kadında olduğu gibi ayrılığın sebebi
meşrû bir mazereti olan kadın ise bu durumda iddet süresi boyunca kadının nafakası erkek üzerinedir. Aynı şekilde kadının mahkemeye başvurup,
kocasının iktidarsız, buruk, büyülü veya kadınsı tavırlarının bulunduğu
gerekçesiyle nikâhın feshini talep etmesi ve mahkeme tarafından da bu
nikâhın feshedilmesi halinde kadının iddet nafakası kocası tarafından
karşılanacaktır.54 Çünkü bu durumlarda her ne kadar görünürde ayrılığa
kadın sebep olmuş olsa da dolaylı olarak ayrılık sebebi erkektir.
4. Medenî Hukukta Boşanmış Olan Kişinin Nafakası
Türk Medenî Kanunu boşanmış kişilere yoksulluk nafakası hakkı
tanımaktadır. Medenî Kanunun 175. Maddesinde yoksulluk nafakası şu
şekilde düzenlenmiştir: “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf,
kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimini diğer taraftan mâli gücü
oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünde kusur
aranmaz.”55
Medenî Kanunda belirlenen yoksulluk nafakası, ahlakî ve sosyal düşüncelere dayandırılmakta ve “bir bakıma, evlilik birliğinde eşler arasında
geçerli olan dayanışma ve yardımlaşma yükümlülüğünün, evliliğin sona
ermesinden sonra da kısmen devamı niteliği” taşıdığı iddia edilmektedir.56
Medenî Kanunun bu hükmü, boşanmadan sonra yoksulluğa düşecek
tarafı koruma altına alma amacına yönelik olduğu içindir ki, boşanmış
olan yoksul tarafa verilecek yoksulluk nafakası, hiçbir şekilde karşı tarafa
54
55
56
Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/230.
TMK, md. 175
Akıntürk-Karaman, Aile Hukuku, 2/302.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
179
yüklenen bir ceza ve tazminat şeklinde algılanmamaktadır. Zira şayet
nafaka karşı tarafa ceza manası taşısaydı bu sorumluluk sadece boşanmada kusuru bulunan eşe yüklenmeliydi. Hâlbuki maddede kusursuz eş
dahi nafaka ödemekle yükümlü olabilmektedir. Nitekim Medenî Kanun
bunu “nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz” şeklinde açıkça ifade etmektedir.57
Türk Medenî Kanunundaki düzenlemeye göre boşanmış olmakla
yoksulluğa düşecek olan tarafa diğer tarafın süresiz bir şekilde nafaka
vermesi gerekmektedir. İslam hukukunda nafaka yükümlüsü erkek iken,
medenî kanuna göre her iki taraf da nafaka ile yükümlü olabilir. Medenî
kanundaki yoksulluk nafakasının amacı, boşanmadan kaynaklı olarak
geçimini sağlayamayacak duruma düşen tarafın hayatını devam ettirebilmesi için diğer eş taraftan desteklenmesidir. Bu sebeple boşanmış olduğu andan itibaren yoksulluğa düşecek olması gereklidir. Yani sonradan
oluşacak yoksulluk sebebiyle nafaka isteme hakkı oluşmaz.58
Türk Medenî Kanununun 175. Maddesi gereğince boşanmış kişilerden birisinin diğer taraftan yoksulluk nafakası alabilmesi için bazı şartların tahakkuk etmesi gerekmektedir. Bu şartları şu şekilde özetleyebiliriz:
1-) Boşanmış olan eşlerden birisi diğer taraftan nafakayı istemelidir.
Nafakayı hak edecek durumdaki kişinin böyle bir talebi olmazsa nafaka
takdir edilmez.
2-) Nafaka isteyen tarafın boşanmaya sebep olan bir kusurunun olmaması veya diğer taraftan daha az kusurlu olması gerekmektedir.
3-) Nafaka isteyen tarafın boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek
olması gerekmektedir. Boşanmakla maddi olarak yoksulluğa düşmeyecek
olan kişinin nafaka hakkı yoktur. Çünkü boşanmadan dolayı yükümlü
olunan nafakanın adı yoksulluk nafakasıdır.
57
58
Akıntürk-Karaman, Aile Hukuku, 2/302; Sera Reyhani Yüksel, “Yoksulluk Nafakası ve Süre
Sorunu”, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 2/2 (2021), 491; Elif Yi̇ği̇t,
“Yoksulluk Nafakası”, Selçuk Üniversitesi Adalet Meslek Yüksekokulu Dergisi 5/1 (2022), 6.
M. Zeki Uyanık, “İslâm Aile Hukukunda Evlilik ve Boşanma Nafakası Bağlamında Süresiz
Nafaka Yasası”, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 47 (2019), 76.
180
İSLAM VE YORUM VII
4-) Boşanma neticesinde yoksulluğa düşecek olan tarafın isteyeceği nafaka diğer tarafın maddî imkânıyla orantılı olmalıdır. Bu nafakayı
ödeyemeyecek durumda olan kişinin aleyhine nafaka takdir edilemez.59
Türk Medenî Kanununun 175. maddesinde belirlenmiş olan yoksulluk
nafakası süresiz olarak belirlenmiş olsa da yukarıdaki şartların ortadan
kalkması ile nafaka da ortadan kalkacaktır. Bu sebeple yoksulluk nafakası
bazı durumlarda kendiliğinden ortadan kalkarken bazı durumlarda da
hâkimin takdiriyle kalkar.60
Yoksulluk nafakası kanuni düzenlemede süresiz olarak belirlense
de ömür boyunca ödenmesi bazı durumlarda haksızlığa sebep olabilmektedir. Bu sebeple hâkim boşanma yüzünden yoksulluğa düştüğüne
kanaat getirdiği eşin yeteneklerini, iş bularak çalışabilme gücünü göz
önüne alarak yoksulluk halinin ne kadar süre devam edeceğini kararında
belirtip nafakayı bu süreyle sınırlayabilir. Yine hâkim, nafaka alacaklısı
olan eşin mali ve sosyal durumundaki değişiklikleri ve özellikle bu eşin
yeniden evlenmesi veya önemli bir miras menfaati, tazminat, şans ve
bahis oyunlarından bir gelir elde etmesi üzerine yoksulluk nafakasını
kaldırabilir. Boşanma sonrasında yoksulluk nafakası alan tarafın daha
sonra malvarlığında bir artış meydana gelmesi halinde, nafaka yükümlüsü taraf bu artışın meydana geldiği tarihten itibaren hâkime başvurarak
nafakanın kaldırılmasını ya da indirilmesini isteyebilir. Yoksulluk nafakası
alan taraf da her zaman hâkimden hükmedilen nafakanın kaldırılmasını
isteyebilecektir.61
Türk Medenî Kanununun 176/3. maddesinde yoksulluk nafakasının
hangi hallerde sona ereceği hüküm altına alınmıştır. Bu maddeye göre
taraflardan birinin ölümü veya nafaka alan eşin evlenmesi durumunda
nafaka kendiliğinden sona erecektir. Nafaka alan eşin nikâh dışı birliktelik
yaşaması, insan haysiyetini zedeleyen davranışlarda bulunması ya da yoksulluğun ortadan kalkması durumlarında mahkeme kararı ile yoksulluk
nafakası sona erecektir.62
59
60
61
62
Akıntürk-Karaman, Aile Hukuku, 2/303-304; Uyanık, “Süresiz Nafaka”, 77; Yiğit, “Yoksulluk
Nafakası”, 7-14.
Uyanık, “Süresiz Nafaka”, 80.
Mehmet Hamzaçebi̇, “Türk Medeni Kanununa Göre Boşanma ve Ayrılık Hallerinde Tedbir,
Yoksulluk ve İştirak Nafakası”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 10/3-4 (2002), 35.
Uyanık, “Süresiz Nafaka”, 80.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
181
Sonuç ve Değerlendirme
İslam hukukunda boşanma veya fesih gibi nedenlerle nikâhın sona
ermesi durumunda beklenmesi meşru kılınan iddet için belirli bir illet
tespit edilemese de bir takım maslahat ve hikmetlerinden bahsetmek
mümkündür. Eşlerin pişman olup ayrılık konusunu tekrar gözden geçirmelerine imkân vermek, kadının hamile olup olmadığının tespit edilip
doğacak çocuğun nesebinin karışmamasını sağlamak, kocasının vefatı nedeniyle yas tutarak vefa duygusunu izhar etmek gibi bir takım maslahatlar
sayılabilir. Medenî hukukta ise iddet, İslam hukukundaki maslahatlar göz
önünde bulundurulmaksızın sadece kadının hamile olup olmadığını tespit
ve bu süre zarfında doğması muhtemel çocuğun nesebinin belirlenmesi
için belirlenen süredir.
İslam hukukçularına göre karı-kocanın herhangi bir sebeple birbirlerinden ayrılmaları durumunda iddet beklemenin gerekliliği her şeyden önce hukûkullaha taalluk eden bir husustur. Aile kurumunun sona
ermesinden sonra ayrılığın şekline göre oluşan hükümler karı-kocanın
birbirlerine karşı sorumluluklarından ziyade bu kişilerin Allah’a karşı
sorumluluklarının bir gereğidir. Bu sebeple kocanın sorumluluklarını veya
kadının sorumluluklarını yerine getirmemesi durumunda sadece karşı
tarafın hukukuna riayet etmemek değil aynı zamanda Allah’ın hakkına
riayet etmemek manası taşır.
Günümüzdeki uygulamalara baktığımızda boşadığı kadını evden
uzaklaştıran erkek, kadının (mahkeme zoruyla da olsa) nafakasını karşılasa bile iskân hakkından mahrum bırakarak kadının hakkına girmektedir.
Hâlbuki ric‘î talak iddeti bekleyen kadının hem mesken hem de nafaka
hakkının bulunduğu konusunda ve onların evden çıkmasının yasak olduğu
konusunda hem nass vardır hem de bu konuda icmâ oluşmuştur. Bâin talak iddeti bekleyen kadının nafakası konusunda ihtilaf bulunsa da mesken
hakkı olduğunda Hanbelîler dışında diğer üç mezhebin ittifakı vardır.
Türk Medenî kanununda da boşanmış veya kocası ölmüş olan kadının yeniden evlilik yapabilmesi için beklemesi gereken bir süre vardır.
Ancak İslam aile hukukunda belirlenen iddetle oldukça farklıdır. İslam
aile hukukunda kadının kocasından ayrılma şekline göre iddet süreleri
farklı olmakla birlikte Medenî Kanunun 132. Maddesinde her ne şekilde
olursa olsun kocasından ayrılan kadının üç yüz gün (10 ay) başka bir
182
İSLAM VE YORUM VII
evlilik yapamayacağına hükmedilmiştir. Bu itibarla İslam hukukunun
belirlemiş olduğu iddet kurallarının aile kurumunu korumaya yönelik
olduğu sonucuna varılabilir. Çünkü İslam Hukukunun belirlediği kurallara
göre iddet bekleyecek olan kadın kocasının evinde bu süreyi bekleyecektir ve beynûnet-i kübrâ dışındaki boşanmalarda karı-kocanın aileyi
kurtarabilmeleri için düşünme imkânı olacaktır. Bir süre beraber yaşamış
olan kişiler iddet sürecinde akl-ı selimle davranarak ailenin korunması
için tekrar evliliklerini devam ettirme imkânı oluşacaktır. Ayrıca bu süre
zarfında bu evlilikten olan çocukların da durumu kabullenebilmeleri için
bu sürenin İslam hukukuna göre beklenmesi daha isabetli olacaktır. Hem
kadının hem de kocanın çocuklarla bir arada bulunmaları, hem çocukların
psikolojisi için hem de bu ayrılığı kabullenebilmeleri için bir imkândır.
Diğer taraftan İslam hukukunda nafaka alma hakkı kadına, nafakayı
üstlenme sorumluluğu erkeğe verilmiştir. Bu sorumluluk aile olmanın
bir gereğidir ve aile kurumu bütün eserleriyle sona erinceye kadar devam eder. Dolayısıyla iddet süresi sona erince nafaka sorumluluğu da
sona erecektir. Medenî hukukta belirlenen süresiz nafaka ise bu durumun suiistimal edilmesine sebep olabilmekte ve kişilerin yeni bir yuva
kurmaları için önlerinde bir engel olarak durmaktadır. Çünkü nafaka alan
taraf hiç zahmete girmeden geçimini hiçbir bağı kalmamış kişi üzerinden
sağlamakta ve yeni bir aile kurduğu takdirde bu nafakanın kesileceğini
bildiği için yeni bir evlilik yapmamaktadır veya nikâhsız birliktelikler
yaşayabilmektedir. Burada nikâhsız birlikteliklerde nafaka kesilir gibi bir
itiraz olabilir. Ancak nafaka verenle nafaka alan kişiler farklı şehirlerde
yaşadığını göz önünde bulundurduğumuzda kişinin nikâhsız birliktelik
yaşadığını tespit etmek oldukça zordur. Nafaka vermekle yükümlü olan
kişi de süresiz nafaka sorumluluğu korkusuyla yeni bir evlilik yapmaktan
çekinecektir. Yine bu kişi hem eski eşinin nafakasını hem de yeni evleneceği eşinin nafakasını temin edememekten korkarak yeni evliliklere ön
yargılı bakacaktır.
Sonuç olarak medenî hukukta belirlenen süresiz nafaka birçok problemi beraberinde getirdiğine şahit olmaktayız. Çünkü hiçbir bağı kalmamış kişiye nafaka ödeme sorumluluğu yüklemek nafakayı alan kişi için bir
lütuf gibi görünse de nafaka veren kişi tarafından bakıldığında bir zulüm
olarak görülebilmektedir. Dolayısıyla nafaka vermek zorunda kalan kişi
bu zulme zulümle karşılık vermek gibi yanlış yollara düşebilmektedir.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
183
Kaynakça
Abdulhamîd, Muhammed Muhyiddin. Ahvâlü’ş-şahsiyye fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye. İstanbul: Mektebetü’l-Hanefiyye, ts.
Acar, Halil İbrahim. “İDDET”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
21/466-471. İstanbul: TDV Yayınları, 2000.
Akıntürk, Turgut - Karaman, Derya Ateş. Türk Medenî Hukuku - Aile Hukuku. 3 Cilt. İstanbul: Beta Basım Yayım, 14. Baskı, 2012.
Aslan, Mehmet Selim. İslâm Aile Hukuku. Bursa: Emin Yayınları, 4. Baskı,
2020.
Aydın, Seda Gayretli. “Kadın ve Kanuni Bekleme Süresi”. Türkiye Barolar
Birliği Dergisi 136 (2018), 263-292.
Bilmen, Ömer Nasuhi. Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhîyye Kamusu.
İstanbul: Bilmen Basım ve Yayınevi, ts.
Böke, Emine Gümüş. “İslam Hukuku Açısından Kadının İddet Nafakası”.
Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 4/2 (2020), 93-112.
Buhûtî, Mansûr b. Yûnus b. Salâhiddîn b. Hasan b. İdris el-. Keşşâfü’l-ḳınâ’
‘an (metn)i’l-İḳnâ’. 6 Cilt. b.y.: Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, ts.
Çolak, Abdullah. İslam Aile Hukuku. Ankara: Öncü Basım Yayım, 3. Baskı,
2017.
Duman, Vildan Sali. “İslâm ve Türk (TMK) Aile Hukukunda İddetin Hamilelikle İlişkilendirilmesi”. Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi 8/2 (2021), 697-723.
Ebû Zehra, Muhammed. el-Ahvâlü’ş-şahsıyye. byy: Dâru’l-Fikri’l-Arabî,
1433/2012.
Erbaydar, Nüket Paksoy - Odabaşı, Aysun Balseven. “Medeni Kanunun Bekleme Süresi (İddet Müddeti) İle İlgili 132. Maddesinin Kadın Hakları
ve Modern Tıptaki Gelişmeler Işığında Değerlendirilmesi”. Fe Dergi
10/1 (2018), 112-119.
Erdoğan, Mehmet. Fıkıh ve hukuk terimleri sözlüğü. İstanbul: Ensar, 5.
Baskı, 2015.
184
İSLAM VE YORUM VII
Haccâvî el-Maḳdisî, Ebû’n-Necâ Şerafuddîn Mûsâ b. Ahmed b. Mûsâ b.
Sâlim el-. el-İḳnâ’ fî Fıḳhi İmâm Ahmed b. Hanbel. thk. ‘Abdullatîf Muhammed Mûsâ es-Subkî. Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, ts.
Hamzaçebi̇, Mehmet. “Türk Medeni Kanununa Göre Boşanma ve Ayrılık
Hallerinde Tedbir, Yoksulluk ve İştirak Nafakası”. Selçuk Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi 10/3-4 (2002), 23-48.
Ḫaraşî, Muhammed b. ‘Abdullah el-. Şerhu Muḫtaṣarı Halîl li’l-Ḫaraşî. Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.
Hâşimî, Muhammed b.Ahmed b. Ebî Mûsâ eş-Şerîf Ebû ‘Alî el-. El-İrşâd ilâ
sebîli’r-Reşâd. thk. ‘Abdullah b. ‘Abdulmuhsîn et-Türkî. b.y.: Mü’essesetü’r-Risâle, 1419/1998.
Hattâb er-Ruaynî, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Muhammed
b. Abdirrahmân el-. Mevâhibü’l-celîl li-şerhi Muḫtaṣarı Ḫalîl. 6 Cilt.
Beyrut: Dâru’l-Fikr, 2. Baskı., 1413.
Hısnî, Takıyyüddîn Ebû Bekr b. Muhammed b. Abdilmü’min el-Hüseynî
el-. Kifâyetü’l-aḫyâr fî halli Ġāyeti’l-iḫtiṣâr fi’l-fıkhi’ş-Şâfiî. thk. Seyyid
b. Muhammed es-Sinnârî. Kahire: Dâru’l-Hadîs, 1437/2015.
İbn Âbidîn, Muhammed Emîn b. Ömer b. Abdilazîz el-Hüseynî ed-Dımaşkī.
Reddü’l-muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-muḫtâr. 6 Cilt. Beyrut: Darü’l-Fikr, 2.
Baskı, 1413/1992.
İbn Arafe, Ebû Abdillâh Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Arafe
el-Vergammî et-Tûnisî. el-Muḫtaṣarü’l-fıḳhî. thk. Hafız Abdurrahman
Muhammed Hayr. 10 Cilt. b.y.: Müessesetü Halef-i Ahmed el-Habtûr
li’l-Amâli’l-Hayriyye, 1435/2014.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullāh b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Cemmâîlî el-Makdisî. el-Muġnî li-İbn-i Kudâme.
b.y.: Mektebetü Kahire, 1388/1968.
İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed el-Ensârî er-Rüveyfiî. Lisânü’l-’Arab. 15 Cilt. Beyrut: Dâru Sâdır,
3. Baskı, 1414/1993.
İbn Nüceym, Zeynüddîn b. İbrâhîm b. Muhammed el-Mısrî. el-Bahrü’r-râ’iḳ
şerhu Kenzi’d-deḳā’iḳ. 8 Cilt. b.y.: Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, 2. Baskı, ts.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
185
İbn Rüşd, Ebû’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Rüşd el-Kurtubî. Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-muḳteṣid. Beyrut: Müessesetü’r-Risâle
Nâşirûn, 1436/2014.
İbn Sîde, Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl ed-Darîr el-Mürsî. el-Muhkem ve’l-muhîtü’l-a’ẓam. thk. Abdulhamid Hindâvî. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
1. Baskı., 1421.
İbnü Hümâm, Kemâlüddîn Muhammed b. Abdilvâhid b. Abdilhamîd es-Sivâsî el-İskenderî. Fethu’l-ḳadîr. 10 Cilt. b.y.: Dâru’l-Fikr, ts.
İmrânî, Ebü’l-Hüseyn Yahyâ b. Ebi’l-Hayr b. Sâlim b. Es‘ad el-İmrânî elYemânî. el-Beyân fi mezhebi’l-İmâm eş-Şâfi’î. thk. Kāsim Muhammed
en-Nûrî. 13 Cilt. Cidde: Dâru’l-Minhâc, 1421/2000.
İshâk, el-Cundî Ḫalîl b. et-Tavḍîh fî şerhi’l-Muḫtaṣari’l-fer’i li-İbni’l-Hacib. thk. Ahmed b. ‘Abdulkerîm Necîb. Ḳâhire: Merkezu Necîbeveyh
li’l-Maḫtûtat ve Ḫidmeti’t-Turâs̱, 1429/2008.
Kādî Abdülvehhâb, Ebû Muhammed Abdulvehhâb b. Ali b. Nasr es-Sa’lebî
el-Bağdâdî. et-Telḳı̄n fi’l-fıḳhi’l-Mâlikî. thk. Ebî Üveys Muhammed. 2
Cilt. Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1425/2004.
Kādî Abdülvehhâb, Ebû Muhammed Abdülvehhâb b. Alî b. Nasr et-Tağlibî el-Bağdâdî. ‘Uyûnü’l-mesâil. thk. Alî Muhammed İbrahim Bûrîbe.
Beyrut: Daru İbn Hazm, 1430/2009.
Karataş, Fatih. “İslam Hukukunda İddet”. Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 4/8 (Şubat 2013), 161-190.
Kâsânî, Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed el-. Bedâ’i’u’ṣ-ṣanâ’i’ fî tertîbi’ş-şerâ’i. 7 Cilt. Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiye, 2. Baskı, 1406/1986.
Kelvezânî, Ebü’l-Hattâb Mahfûz b. Ahmed b. el-Hasen el-Kelvezânî el-Bağdâdî. el-Hidâye alâ mezhebi’l-İmâm Ahmed b. Hanbel. thk. Abdullatîf Hümeym - Mahir Yasin el-Fahl. b.y.: Müessetü Ğarrâs li’n-Neşr
ve’t-Tevzî, 1425/2004.
Kudûrî, Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Ebî Bekr Muhammed b. Ahmed el-.
el-Muḫtaṣar. İstanbul: Fazilet Neşriyat, ts.
Laḫmî, ‘Alî b. Muhammed Ebû’l-Hasan el-. et-Tabṣire. thk. Ahmed b.
‘Abdulkerîm Necîb. Ḳatar: İdâretü’l-Evḳâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslâmiyye,
1432/2011.
186
İSLAM VE YORUM VII
Mergīnânî, Ebü’l-Hasen Burhânüddîn Alî b. Ebî Bekr b. Abdilcelîl el-Fergānî el-. el-Hidâye fî şerhi Bidâyeti’l-mübtedî. 4 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, 3. Baskı, 1431/2010.
Mevsılî, Ebü’l-Fazl Mecdüddîn Abdullāh b. Mahmûd b. Mevdûd el-. el-İḫtiyâr li-ta’lîli’l-Muḫtâr. 4 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Erkam b. Ebî’l-Erkam, ts.
Mevvâk, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yûsuf b. Ebi’l-Kāsım el-Mevvâk
el-Abderî el-Gırnâtî. et-Tâc ve’l-iklîl ‘alâ Muḫtaṣarı Ḫalîl. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, 1415/1994.
Meydânî, Abdülganî b. Tâlib b. Hammâde el-Meydânî el-Guneymî ed-Dımaşkī. el-Lübâb fî şerhi’l-Kitâb. thk. Abdulkerim el-’Atâ. Dimeşk: Mektebetü’l-İlmi’l-Hadîs, 1423/2002.
Molla Hüsrev, Muhammed b. Feramûz b. Ali. Dürerü’l-hükkâm şerh-u ğureri’l-ahkâm (Şürrünbülâlî’nin Hâşiyesi ile birlikte). 2 Cilt. b.y.: Dâru
İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, ts.
Müzenî, Ebû İbrâhîm İsmâîl b. Yahyâ b. İsmâîl el-Mısrî el-. Muḫtaṣaru’l-Müzenî (İmam Şâfiî’nin el-Ümm Kitabına Bitişik Olarak). Beyrut:
Dâru’l-Ma’rife, 1410/1989.
Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb b. Alî en-. el-Müctebâ mine’s-Sünen (es-Sünenü’s-Suğrâ li’n-Nesâî). thk. ‘Abdulfettâh Ebû Ğudde. 9
Cilt. Halep: Mektebetü’l-Matbûâti’l’İslâmiyye, 2. Baskı, 1406/1985.
Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî en-. el-Mecmû’ şerhu’l-Müheẕẕeb. Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.
Remlî, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Ahmed b. Hamza er-Remlî el-Menûfî el-Ensârî el-Mısrî. Nihâyetü’l-muhtâc ilâ şerhi’l-Minhâc. 8 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1404/1983.
Semerkandî, Ebû Bekr Alâüddîn Muhammed b. Ahmed b. Ebî Ahmed
es-. Tuhfetü’l-fuḳahâ’. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2. Baskı,
1415/1994.
Serahsî, Ebû Bekr Şemsü’l-eimme Muhammed b. Ebî Sehl Ahmed es-.
el-Mebsût. 30 Cilt. Beyrut: Darü’l-Ma’rife, 1414/1993.
Şâfiî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İdrîs b. Abbâs eş-. el-Ümm. 8 Cilt. Beyrut:
Darü’l-Ma’riffe, 1410/1989.
MEDENİ HUKUK VE İSLAM AİLE HUKUKUNDA İDDET VE NAFAKA
187
Şirbînî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed el-Hatîb eş-Şirbînî el-Kāhirî.
Muġni’l-muhtâc ilâ ma’rifeti me’ânî elfâẓi’l-Minhâc. 6 Cilt. Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, 1415/1994.
Uyanık, M. Zeki. “İslâm Aile Hukukunda Evlilik ve Boşanma Nafakası
Bağlamında Süresiz Nafaka Yasası”. Necmettin Erbakan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 47 (2019), 57-88.
Yaman, Ahmet. İslâm Aile Hukuku. İstanbul: M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 18. Baskı, 2016.
Yaman, Ahmet - Çalış, Halit. İslâm Hukukuna Giriş. İstanbul: M.Ü. İlâhiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, 15. Baskı, 2017.
Yiğit, Elif. “Yoksulluk Nafakası”. Selçuk Üniversitesi Adalet Meslek Yüksekokulu Dergisi 5/1 (2022), 1-37.
Yüksel, Sera Rêyhani. “Yoksulluk Nafakası ve Süre Sorunu”. Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 2/2 (2021), 485-509.
Zebîdî, Ebü’l-Feyz Muhammed el-Murtazâ b. Muhammed b. Muhammed
b. Abdirrezzâk el-Bilgrâmî el-Hüseynî ez-. Tâcü’l-’arûs min cevâhiri’l-Ḳāmûs. b.y.: Dâru’l-Hidâye, ts.
Zekeriyyâ el-Ensârî, Ebû Yahyâ Zeynüddîn Zekeriyyâ b. Muhammed b. Ahmed es-Süneykî el-Ensârî el-Hazrecî. Esne’l-metâlib şerhu Ravżi’t-tâlib.
4 Cilt. b.y.: Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, ts.
Zeylaî, Ebû Muhammed Fahruddîn Osmân b. Alî b. Mihcen b. Yûnus esSûfî el-Bâriî ez - Şiblî, Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b.
Yunus b. İsmail b. Yunus eş-. Tebyînü’l-haḳā’iḳ şerhu Kenzi’d-deḳā’iḳ ve
Hâşiyetü’ş-Şiblî. Kâhire: el-Matba’atü’l-Kübra el-Emîriyye, 1313/1895.
Zuhaylî, Vehbe. el-Fıkhu’l-İslâmî ve edilletuhû. 10 Cilt. Beyrut: Daru’l-Fikr,
2. Baskı, 1405/1984.
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR
GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
-DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARAR VE
FETVALARI ÖRNEKLİĞİFatih YÜCEL
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi, Doç. Dr.
https://orcid.org/0000-0003-4254-9133
fycel@yahoo.com
Giriş
Toplumu oluşturan en temel yapı ailedir. Bu nedenle Hz. Peygamber
(sas) zamanından itibaren her dönemde aile hayatına dair fıkhî meseleler
fakihleri en çok meşgul eden konulardan olmuştur. Klasik fıkıh literatüründe aile hukuku ile ilgili hükümler ağırlıklı olarak nikâh, talak ve radâ‘
başlıkları altında incelenirken, son dönemlerde daha çok Ahvâl-i Şahsiyye
veya Ahkâmü’l-Üsre ismiyle müstakil olarak ele alınmaya başlanmıştır.
Hangi başlık altında işlenirse işlensin her halükârda aileye müteallik
meseleler sürekli gündemi meşgul etmiştir. Ülkemizde Din İşleri Yüksek
Kurulu’na yöneltilen soruların ağırlıklı bir kısmının hala aile hukukuna
müteallik olması da bunu teyid etmektedir. Zira fıtrî bir ihtiyaç olan evlilikle ilgili düzenlemeler bütün toplumlarda söz konusudur. İslam hukukunun korumayı gözettiği beş temel amaçtan birinin, neslin muhafazası
olması da bu düzenlemelerin temelinde yatan yüce maksadı ifade eder.
Bu çalışmada Türkiye’de Aile Hayatına Dair Güncel Meseleler Din
İşleri Yüksek Kurulu karar ve fetvaları ekseninde bir değerlendirmeye
tabi tutulacaktır. Takdir edilmelidir ki aile hayatı evlenme, boşanma ve
süt akrabalığı üst başlıkları altında yer alan son derece geniş bir alanı
kapsar. Elbette ki tüm bu konuları bu tür bir çalışmada ele almak mümkün
değildir. Bu nedenle çalışmamız, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren
teşekkül ettirilen Din İşleri Yüksek Kurulunun aile hayatına dair aldığı ve
güncelliğini koruyan önemli karar ve fetvalarına hasredilmiştir. Bu kap-
190
İSLAM VE YORUM VII
samda nişan, nikâh, talak, süt akrabalığı, nafaka ve tazminat başlıklarında
Türkiye’de dini hayata dair gündemi sürekli meşgul eden konular tercih
edilmiştir. Bu arada, Cumhuriyet döneminden önce yürürlükte olan 1917
tarihli Osmanlı Aile Hukuku Kararnamesinin de bu noktada son derece
önemli olduğu ifade edilmelidir. Din İşleri Yüksek Kurulunun aşağıda yer
vereceğimiz konu başlıklarındaki karar ve fetvalarını imkanlar ölçüsünde
bahse konu kanunla mukayeseli olarak ele almak suretiyle ‘‘Cumhuriyet
Döneminde Türkiye’de Din ve Hayat’’ üst başlığında özellikle aile hayatının resmedilmesi ve güncel konulara dair analizler yapılması hedeflenmektedir. Güncelliğini koruması nedeniyle, nikâhın tescili, küçüklerin
evlendirilmesi, gizli nikâh, tehdit altında yapılan nikâh (mükrehin nikâhı),
bir mecliste verilen üç talakın hükmü, kriz geçiren kimsenin boşaması
(talâku’l-medhûş), sarhoşun boşaması (talâku’s-sekrân), mükrehin boşaması, şizofren hastasının boşaması, resmî nikâhı olmayan kadının boşanması, mahkeme boşamasının dini açıdan hükmü, boşamaya şahit tutma,
boşamanın tescili, iddet nafakası-günümüz mahkemelerinde boşanan
kadının lehine hükmedilen yoksulluk nafakasını almanın hükmü, koruyucu aile olmak ve süt kardeşi oldukları sonradan ortaya çıkan çiftlerin
durumu gibi konular ekseninde bir değerlendirme yapılacaktır. Din İşleri
Yüksek Kurulu kararları, farklı dönemlerde yayımlanan fetva literatürü ve
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular Kitabı konumuzun temel kaynaklarını
teşkil etmektedir.
Ülkemizde bir bütün olarak aile hukukuna dair pek çok çalışma yapılmış olsa da bu eserler genel olarak konuyu bütüncül şekilde sunmayı
hedeflemişlerdir. Bir kısmı ders kitabı olarak tasarlanan bu çalışmaların
bahse konu fıkhî meselelere odaklandığı söylenemez.1 Bununla birlikte
aile hayatına dair pek çok temel mesele farklı akademik çalışmalarda
incelenmiştir. Bununla birlikte bu çalışmalarda da konu genellikle Din
İşleri Yüksek Kurulu eksenli ele alınmamıştır. ‘‘Din İşleri Yüksek Kurulu
Kararlarının İslâm Âile Hukuku Açısından Analizi’’ başlıklı yüksek lisans
çalışması ise bir bütün olarak aile hukuku konuları ekseninde meseleye
odaklanmış; bununla birlikte çalışmada süreç içerisinde kurul kararlarında ortaya çıkan farklılıklara temas edilmemiştir. Ayrıca çalışma 2016
yılı itibariyle tamamlandığı için kurulun bu tarihlerden sonra bu konulara
1
Aile hukuku ile ilgili detaylı bilgi için bk. Ahmet Yaman-Halit Çalış, İslam Hukuku (Ankara:
Bilay Yay., 2021), 274, 275.
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
191
dair aldığı karar ve fetvalara da değinmemiştir.2 Kurul bu tarihten sonra
da bir kısım karar ve fetvalarını güncellemiş, bir kısmında değişikliğe
gitmiş, bir kısım fetvalarından da rücu etmiştir. Öte yandan DİYK, Fetvalar
kitabının 2015 yılındaki 3. Basımından sonra eserin 2021 yılında 9. Baskısı yapılmıştır. Bahse konu çalışma, doğası gereği kurulun burada ortaya
koyduğu değişiklikleri de kapsamamaktadır. Mustafa Bülent Dadaş’ın
çalışmaları ise Kurul Kararlarını dikkate almakla birlikte daha sipesifik
konulara odaklanmıştır.3
1. Din İşleri Yüksek Kurulu
Dinî-hukukî bir sorunun cevabı anlamındaki ‘‘fetva’’ ya da dini bilgilendirme işleminin kendisini ifade eden ‘‘ifta’’ faaliyeti Hz. Peygamber
(sas) döneminden itibaren İslam toplumlarında hep var olagelmiştir. Fetva
faaliyeti, İslâm toplumunun gelişmesine paralel olarak kurumsallaşmış,
fetva meclisleri de dünyanın dört bir tarafında bölgesel ya da uluslararası
boyutta yaygınlık kazanmıştır. Osmanlı döneminde Meşihat makamı içinde
Fetvahâne marifetiyle yürütülen dini bilgilendirme görevi, Cumhuriyet
döneminde Diyanet İşleri Başkanlığına verilmiştir.4 Başkanlık bünyesinde
ise, Din İşleri Yüksek Kurulu iftâ faaliyetlerini kurumsal düzeyde sürdürmektedir. Bu açıdan bakıldığında Kurul, Osmanlıdaki Meşihat makamından tevarüs ettiği muayyen bir fetva anlayışına sahip köklü bir kurumdur.5
Cumhuriyetin ilk yıllarında; (1920-1923) “Fetva Heyeti” ve “Tedkîkat ve
Te’lifât-ı İslâmiyye Heyeti”, (1924-1950) “Heyet-i Müşâvere”; (1950-1965)
“Müşâvere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu”, 1965 yılından itibaren de
“Din İşleri Yüksek Kurulu” adıyla faaliyetlerini sürdüren kurul, dinî konularda kararlar almakta, mütalaalar yayımlamakta ve fetvalar vermektedir.
2
3
4
5
Tuba Yüksel, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Kararlarının İslâm Aile Hukuku
Açısından Analizi (Bursa: Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek
Lisans Tezi, 2016).
Mustafa Bülent Dadaş, ‘‘İslam Boşanma Hukukunda Hâkimin Yetki Sınırları’’, Diyanet İlmî
Dergi, 59/2 (Nisan-Haziran 2023), 655-684; a.mlf. ‘‘Din İşleri Yüksek Kurulu Fetvaları
Örnekliğinde Güncel Fıkıh Problemlerinin Çözümünde Tahrîc Yöntemi’’, Cumhuriyet
Theology Journal, 27/1 (2023), 90-106; a.mlf. ‘‘Güncel Uygulama Biçimleriyle Temettü ve
Kıran Haccına Dair Bazı Fıkhî Meselelerin Tahlili’’, Bilimnâme, 49/1, (2023), 627-661; a.mlf.
‘‘Devru’l-Kavâidi’l-Fıkhiyye fî Tefsîri Şarti’l-Vâkıf’’, Müntedâ Qadâya’l-Vakfi’l-Fıkhiyyeti’l-Âşir
(Kuveyt: el-Emânetü’l-Âmme li’l-Evkâf, 1444/2022), 86-98.
Ferhat Koca, ‘‘Fetvahâne’’, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV
Yayınları, 1995),12/500.
Mustafa Bülent Dadaş, “Kuruluşundan Günümüze Din İşleri Yüksek Kurulu’nun
Fetva Siyaseti’’, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi 13/25-26 (2015), 37-74.
192
İSLAM VE YORUM VII
Başkanlığın dini konularda en yüksek karar ve danışma organı olan Kurul,
karar ve fetvalarını gerek web sitesi gerekse yazılı ve görsel yayınları
vasıtasıyla paylaşmaktadır.6 Tespit edebildiğimiz kadarıyla DİYK’nun, Fetvalar isimli eseri Ekim 2021 de 9. baskısını yapmıştır. Başkanlığın ayrıca,
11.09.2014/29 tarih ve sayılı Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı ile yayımladığı ve dönemin Kurul fetvalarından hareketle hazırlanmış ‘‘Aile Sıkça
Sorulan Sorular (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015) kitabı
da bulunmaktadır. Bu çalışmanın öncelikli hedefi aile hayatına dair güncel
meseleleri temel kaynaklara dayalı olarak imkanlar ölçüsünde karşılaştırmalı biçimde ele almaktır. Bu çalışma aile hayatının temel meseleleri
yanında aile yapısına ilişkin veriler de sunacaktır. Çalışmamızda yer yer
süreç içerisinde karar ve fetvalarda ortaya çıkan değişikliklere, güncel
meselelere dair fetvaların uygulanabilirliğine, ön plana çıkan bazı fetvaların arka planında yatan gerekçelere, yer yer verilen fetvaların yerleşik
görüşlerle mukayesesine de temas edilmesi hedeflenmiştir. Bu kapsamda
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun başta nişanlılık olmak üzere nikâh, talak ve
boşanmanın sonuçlarına dair görüşleri sırasıyla incelenecektir.
2. DİYK’nun Aile Hayatına Dair Görüşleri
2.1. Nişan
Nişanlılıkta dini nikâh adıyla akdedilen nikâhı kıymanın, bu süreçte
akdin gereğinin yerine getirilmemesini ve çoğunlukla kız tarafının mağduriyeti gibi arzu edilmeyen sonuçlar doğurmasını gerekçe gösteren DİYK,
bu tür bir akdin uygun düşmediğini, bunun resmî olmasının gerektiğini
açıkça vurgulamıştır.7 Nişanlılık bir evlilik vadi olsa da kimi zaman evlilikle sonuçlanmamaktadır. Bu nedenle bu dönemde dinî ya da resmî
nikah kıyılmaması; mağduriyetlerin yaşanmaması için nikahın düğün
gününe ertelenmesi en doğrusudur. Nişan bozulduğu halde erkek tarafının boşamaya yanaşmaması halinde bu nikâhın nasıl sonlandırılacağı
günümüzde en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Aile Sıkça
Sorular Kitabında bir çözüm önerisi getirilmeksizin nişanlılık döneminde
şartlarına uygun olarak akdedilen nikâhın geçerli olduğu, kocası kendisini
6
7
Detaylı bilgi için bk. Fatih Yücel, “Fetvanın Değişim Gerekçelerine Güncel Bir Bakış
-Din İşleri Yüksek Kurulu Karar ve Fetvaları Örnekliği-” Diyanet İlmî Dergi 58/3
(Temmuz-Eylül 2022), 1131-1132.
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı (DİYKB), Fetvalar (Ankara: DİB Yayınları,
2021), 412.
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
193
boşamadıkça kadının başkası ile evlenemeyeceği belirtilmiş; buna mukabil bu tür bir nikâhın nasıl sonladırılacağı ile ilgili bilgi verilmemiştir.8
Kurulun bu konuyla ilgili biri nişanlıların diğeri de resmî nikâhı olmayan
evlilerin boşanma prosedürünü ele alan iki cevabı bulunmaktadır. Buna
göre Kurul, nişanlılık döneminde kıyılan fakat resmiyette olmayan bu
nikâhın ve resmen evlenmeyenlerin nikâhlarının Mâlikî mezhebinin ictihadı esas alınarak oluşturulan Osmanlı Hukuk-ı Âile Kararnamesinin
ilgili kararına binaen hakem yoluyla sonlandırılabileceği kanaatindedir.
Bu fetvasında Kurul, kocanın rızası olmasa da lüzumu halinde hakemlerin
boşamaya hükmedebileceklerini değerlendirmektedir.9
2.2. Nikâh
Kurul, nikâhı, doktrinde yer aldığı şekliyle ‘‘aralarında evlenme engeli
olmayan ve evlenme ehliyetine sahip kadın ve erkeğin şahitlerin huzurunda birbirleriyle evlenmelerini icap ve kabul ile açık/sarih bir şekilde
ortaya koydukları bir akit’’ olarak tanımlar.10 Kurul, cumhuru fukahâ gibi
nikâhta veliyi gerekli görmemekle birlikte, konuyu Hanefi mezhebi gibi
de değerlendirmemiştir. Kurulun ilgili konuda verdiği fetva,11 daha çok
İmam Muhammed’in çözüm önerisini andırmaktadır. Kurulun cevabının,
toplumsal krizlerin ve yaşanabilecek muhtemel pişmanlıkların önüne
geçmek için ‘‘evlenecek kız ve veli’’ birlikteliğini yani ‘‘ikili sistemi (velâyet-i müştereke)’’ önerdiği söylenebilir. Kurul bu önerisiyle hem kız hem
de ailesinin maslahatını gözeterek evliliğin/ailenin sağlam temeller üzerine kurulmasını hedeflemiştir. Kurulun şimdiye kadar yayımladığı tüm
eserlerde yer alan bu fetva,12 güncel kurul sitesinde ise yer almamaktadır.
8
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular (Ankara: DİB. Yayınları, 2015), 14.
10
DİYKB, Fetvalar, (2021), 417.
9
11
12
Kurul nişanlılarla ilgili fetvada Hukuk-ı Âile Kararnâmesi ve Maliki mezhebinin ilgili
görüşüne atıfta bulunmasa da diğer cevabında bu görüşleri gerekçeleri arasında zikretmiştir.
DİYKB, Fetvalar, (2021), 412, 413, 440,441.
‘‘Sonuç olarak, evlilik ciddi bir müessesedir. Dolayısıyla nikâh kıyılırken velilerin izni
alınmalıdır. Velinin izni alınmadan kıyılan nikâh her ne kadar bazı İslam âlimlerine göre
geçerliyse de taraflar evlenirken Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yukarıda zikredilen hadisini
dikkate alarak, velilerin iznini alma cihetine gitmelidirler. Evliliğe engel ahlâkî, dinî ve sosyoekonomik bir engel yoksa velilerin yetkilerini kötüye kullanarak zorluk çıkarmamaları
gerekir.’’ DİYKB, Fetvalar, (2021), 418.
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 21; Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı (DİYKB), Fetvalar
(Ankara: DİB Yayınları, 2015), 428.
194
İSLAM VE YORUM VII
Kurul, şartlarına uygun olarak akdedilen fakat resmen tescil edilmeyen nikâhı (halk arasında dinî nikâh diye isimlendirilen) geçerli saymıştır.13
Benzer şekilde resmî makamlar huzurunda akdedilen nikâh akdinin de
şartlarına uygun kıyılması halinde geçerli olacağını, icap ve kabuldeki
siganın akdin geçerliliğine bir etkisinin olmayacağını vurgulamıştır.14
Fetvalar kitabının son baskısında yer alan ilgili fetvada, ‘‘naslarda tescil
gibi bir şekil şartı aranmasa da nasların delaletinden nikâhın tescilinin
de uygun düşeceği’’ belirtilmiştir. Kurulun en son cümlede tescilin, ‘‘kadınların haklarının korunmasını’’ sağladığı, dolayısıyla ihmal edilmemesi
gerektiğine dair vurgu önemlidir.15 Bununla birlikte kanaatimizce yeterli değildir. Zira Kurulun bazı cevaplarında resmî nikâhı öne çıkarmakla
birlikte bunu zorunlu saymadığı anlaşılmaktadır. Bazı cevaplarında ise
‘‘istihsan ve maslahat’’ ilkeleri öne çıkarılmış hem Osmanlı Ceza Kanunununa hem de Hukuku Âile Kararnamesine atıfta bulunularak tescilin gerekliliğine vurgu yapılmıştır.16 Cevaplarda yer alan bu kararsızlığın muhtemel nedeni kararların bir bağlayıcılığının olmamasıdır. Bununla birlikte
bu ikiliğin giderilmesi ileride ortaya çıkabilecek sorunların önünü alma
adına oldukça önemlidir. Sonuçta kamu maslahatı için mübah bir alanın
kamu otoritesince sınırlandırılabileceği ilkesinden hareketle17 bu akdin
resmi olması gerekli görülebilir. Nitekim Hukuk-ı Âile Kararnâmesinde
bu konu öne çıkarılmıştır.18 Kurulun süreç içerisinde kısmen güncellediği
cevaplarından biri de gizli nikâh konusuna dairdir. İlk metinlerde ‘’tescil
ve gizli nikâhın’’ birlikte değerlendirildiği fetvada, gizli nikâh konusu,
geçersizliğine bir vurgu yapılmaksızın, ‘‘iki şahitle fakat gizlilik içinde’’
kıyılan nikahların ‘‘resmî şekil ve kayıt bulunmadığı sürece’’ denilerek iki
şahidin büyük yerleşim yerlerinde aleniyeti sağlamayacağı esası üzerine
binâ edilmiştir.19 Kurul bu cevabıyla, aileden habersiz yapılsa ve gizlense
de şahitler huzurunda akdedilen ve resmen tescillenen resmî nikahı da
13
DİYKB, Fetvalar, (2015), 430.
15
DİYKB, Fetvalar, (2021), 416.
14
16
17
18
19
Buna göre ‘‘nikah esnasında ‘‘……..kabul ediyor musunuz?’’ sorusuna, ‘‘evet’’ ya da ‘‘kabul
ediyorum’’ şeklinde verilen cevap mâzî sîgada olmasa da kabul anlamına gelmektedir. Zira
nikâhın hem resmen akdedilmesi hem de ortam karinesi buna delalaet etmektedir.’’ DİYKB,
Fetvalar, (2021), 417.
‘‘….özellikle günümüzde böyle bir tescili zorunlu kılmaktadır’’. DİYKB, Fetvalar, (2021), 419.
Mecelle Madde, 58.
Detaylı bilgi için bk. DİYKB, Fetvalar, (2015), 430.
DİYKB, Fetvalar, (2015), 429, 430.
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
195
gizli saymamaktadır. Oysaki burada da ailenin bilgisi ve en yakınlarının
haberi söz konusu değildir. Nitekim Kurul sonraki cevabında gizli nikâhı
temellendirirken; ‘‘Tarafların şahitler huzurunda irade beyanında bulunmalarına rağmen ailelerinden ve yakın çevrelerinden gizleyerek yaptıkları
akit, gizli olarak adlandırılır. Böyle bir akit, nikâhta bulunması gereken
aleniyet niteliğini taşımadığından, dinin nikâh ve aile hayatı ile ilgili genel
ilkelerine aykırıdır.’’ dedikten sonra ‘‘sadece iki şahidin bildiği bir nikâh
akdinin aleni olduğu söylenemeyeceğinden ailelerin, akrabaların ve komşuların muttali olmadığı bir akit gizli nikâh olmaktan çıkmaz’’ hükmünü
vermiştir. Buna göre kayıt altına alınsa da kimsenin bilmediği bu evliliğin
bu kriterlere göre gizli kabul edilmesi daha tutarlı olacaktır. Bir başka
çelişki de bazı cevaplarda aleniyet için iki şahidin yeterliymiş gibi anlaşılmasıdır. Bu da Kurul’un nikâhın şekil şartları ve maksadı arasında kaldığı
şeklinde yorumlanabilir. Niteki Kurul bir cevabında şartlarına uygun akdedilen nikâhın geçerli olduğunu belirtmiş, bu noktada doktrinde var olan
‘‘taraflar arasında evlenme engeli olmamasına, evlenme ehliyetine, icap ve
kabule ve en az iki şahide’’ vurgu yapmıştır. Nikâhta şahitlik konusunun
ele alındığı cevapta ‘‘Nikâhta şahitliğin şart koşulması, aleniliği sağlamak
ve yapılan evliliğe şaibe karışmasını önlemek içindir’’20 denilmek suretiyle şahitlerin aleniyeti sağlamada yeterli kabul edildiği ifade edilmiştir.
Fakat başka bir cevapta ise ‘‘bu nikâh akdinin gizli değil, evlenecek olanların kendi aileleri ve yakın çevrelerinin bilgisi dâhilinde icra edilmesi
gerekir’’21 denilerek şahitlerin de yeterli olmayacağı da vurgulanmıştır.
Benzer şekilde gizli nikâh konusundaki birazdan nakledeceğimiz cevapta
şahitler olsa da bu tür bir nikâh akdi -muhtemelen nikâhın amaçları da
dikkate alınarak- zımnen geçerli sayılmamıştır. Gizli nikâh konusundaki
sonraki cevapta ise kişinin en yakınlarından bile habersiz kıydığı nikâhın
‘‘gizli nikâh’’ olarak kabul edileceğine, Hz. Ebûbekir’in gizlenmesi şartıyla
yapılan nikâh akdini geçersiz saydığına ilişkin görüşü zikredilerek bunun
da geçerli olmayacağına zımnen vurgu yapılmıştır.22
Kurulun sarahaten olmasa da zımnen rücu ettiği görüşlerden birinin
nikâhta şahitlik olduğu söylenebilir. Nikâhta şahitlik hakkında önceki dönemde alınan ‘‘bir kadının şahitliğinin bir erkeğe denk olduğuna’’ dair ku20
21
22
DİYKB, Fetvalar, (2021), 417.
DİYKB, Fetvalar, (2021), 417.
DİYKB, Fetvalar, (2021), 419.
196
İSLAM VE YORUM VII
rul kararının sonraki süreçte kabul görmediği, klasik doktrindeki yerleşik
görüşe göre ferva verildiği anlaşılmaktadır. Bahse konu karara sitesinde
yer vermeyen kurul, nikâhta şahitlik meselesinde diğer üç mezhebin, şahitlerin ikisinin de erkek; Hanefî mezhebinin ise ‘‘bir erkek iki kadın şahidi’’ gerekli gördüğünü zikretmekle yetinmiş, ardından da bunun alenilik
ve şaibenin önlenmesi amaçlarına matuf olduğu vurgulamış; fakat kurul
kararına atıfta bulunmamıştır.23 Sitesinde24 ve mevcut eserlerindeki fetvalar25 dikkate alındığında Kurul’un bu noktada kurul kararı ile değil,
yerleşik görüşle amel ettiği anlaşılmaktadır. Kurul, baskı altında nikâh
konusuyla ilgili Fetvalar kitabının ilk baskılarında doktrindeki yerleşik
görüşlere atıfta bulunduktan sonra Hukuk-ı Âile Kararnamesinin konuyla
ilgili görüşünü öne çıkarmış; buna mukabil açıkça ‘‘bu nikâh geçersizdir’’ dememiştir.26 Yaklaşık olarak aynı tarihlerde yayımlanan Aile Sıkça
Sorulan Sorular kitabında ise mükrehin nikâhının geçersiz olduğu ifade
edilmiştir.27 Kurul, Fetvalar kitabının sonraki baskılarında ise Osmanlı
Hukuk-ı Aile Kararnamesinde olduğu gibi tehdit altında yapılan nikâhı
(mükrehin nikâhını) geçerli saymamıştır.28 Kurul, günümüzde sıklıkla
gündeme gelen küçüklerin evlendirilmesinin farklı gerekçelerle uygun olmayacağını hem ilgili kurul mütalaasında29 hem de fetvalarında30 açıkça
belirtmiştir. Önceki eserlerde yer verilen fakat sonraki çalışmalarda yer
almayan güncel bir mesele de ‘‘Alevî-Sünnî’’ evliğine dairdir. Cevaplarda
‘‘etnik ve sosyal farklılığın’’ evlenme engeli oluşturmadığından, Müslüman bir kadının sadece Müslüman bir erkekle, Müslüman bir erkeğin de
Müslüman ya da ehl-i kitap bir kadınla evlenebileceğinden, bu durumda
23
DİYKB, Fetvalar, (2021), 417.
26
DİYKB, Fetvalar, (2015), 428, 429.
24
25
27
28
29
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/803/nikâhta-sahitligin-hukmu-nedir
DİYKB, Fetvalar, (2015), 429; Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı (DİYKB), Fetvalar (Ankara:
DİB Yayınları, 2018), 425; DİYKB, Fetvalar, (2021), 417.
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 26.
DİYKB, Fetvalar, (2018), 427; DİYKB, Fetvalar, (2021), 419.
https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/4372/kucuklerin-evlendirilmesi
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 28; DİYKB, Fetvalar, (2015), 428. ‘‘Günümüz şartlarında
küçüklerin evlendirilmeleri, onları genellikle ekonomik, biyolojik ve psikolojik açılardan
kaldıramayacakları bir yükün altına sokmaktadır. Ayrıca onların çocukluklarını
yaşayamama, gerekli eğitimden mahrum kalma gibi birçok temel hakların ihlaline de yol
açabileceği gerekçelerine bağlı olarak uygun olmayacağı mütalaa edilmiştir.’’
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/Karar/4372/kucuklerin-evlendirilmesi
30
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
197
sorulan soru bağlamında sadece ‘‘Müslüman olup olmama esasının’’ evlenme engeli oluştırmada etkisinin olacağından bahsedilmiştir.31
2.3. Talak
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, toplumun değişmesine paralel olarak
talak ile ilgili karar ve fetvalarının bir kısmında değişikliklere gittiği anlaşılmaktadır. Kurulun süreç içerisinde değişikliğe uğrayan fetvalarından
biri aynı anda verilen üç talak ile ilgilidir. Kurul, dört mezhebin aksine, bu
tür talakı tek saymıştır. Kurula hazırlattırılan ve kurulun onayından geçen
Aile Sıkça Sorulan Sorular isimli eserde bu fetva metninde ‘’aynı anda veya
aynı temizlik süresi içinde kaydı’’ düşülmüştür.32 Bununla birlikte süreç
içinde bu ifadeden ‘‘aynı temizlik süresi içinde’’ kaydı çıkarılmış sadece
‘‘aynı mecliste/ortamda verilen “üç talâk”, “bir talâk” olarak gerçekleşir’’
dendikten sonra DİYK’nun da bu kanaatte olduğu belirtilmiştir. 33 Kurulun
sitesinde yer alan güncel fetvada ise ‘’aynı anda veya ric‘at olmadıkça
yapılan boşamalar tek boşama sayılır.’’ ifadesine yer verilerek34 yeni bir
bakış açısı ortaya konmuştur. Bu ifade, ‘‘ric‘at olmadıkça bu boşamalar tek
boşama olur, ric‘at olursa tek boşama sayılmaz’’ anlamına gelmektedir.
Bu durumda kurul eski kararından rücu etmiş görünmektedir. Bu kararın
eleştirilere açık olduğu da ifade edilmelidir. Zira ric’at olsa da kadın aynı
temizlik süresi içinde ise bu talakı geçerli saymak pekâlâ önceki görüşle
çelişmektedir. Çünkü kurul burada ikinci görüş sahiplerinin kanaatini
desteklemiştir. Kurulun eleştirilere konu olabilecek benzer bir yaklaşımı
da ‘’erkeğin adetli kadını boşamasına’’ bir başka ifade ile bid‘i talakın geçerli olup olmadığına yöneliktir. Kurul üç talak konusunda dört mezhebin
dışındaki yukarıda verilen görüşle amel ederken, aynı kişilerden sadır
olan, bid‘i talakın geçerli olmadığına dair kanaati dikkate almamış, bu noktada dört mezhebin görüşü ile amel etmiştir. Fetva metninde Kurul’un bu
tercihinin bir gerekçesi ise zikredilmemiştir.35 Üç talak konusunda kamu
31
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 35-37.
35
DİYKB, Fetvalar, (2018), 448; DİYKB, Fetvalar, (2021), 440. Bununla birlikte ASSS kitapçığında
çoğunluğun delillerinin daha güçlü olduğu zikredilmiştir. Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular,
139; DİYKB, Fetvalar, (2015), 458. Bid‘î talakla ilgili benzer değerlendirmeler ve fıkıh
meclislerinin görüşleri için bk. Dadaş, ‘‘İslam Boşanma Hukukunda Hâkimin Yetki Sınırları’’,
662 vd.
32
33
34
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 130.
DİYKB, Fetvalar, (2021), 434.
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/841/bir-defada-iki-veya-uc-talakla-bosamaninhukmu-nedir (Erişim 01.11.2023)
198
İSLAM VE YORUM VII
maslahatı için cumhurun görüşünün aksi bir içtihadı seçerken burada
neden aynı tutarlılığı sergilemediği noktasında Kurula bir eleştiri pekâlâ
getirilebilir. Şartlı talak, öfkelinin ve sarhoşun talakı konularında kurulun
verdiği fetvalar bizi doğrular niteliktedir. Kaldı ki bu tür tercihleri kamu
yararı açısından da son derece isabetlidir. Aslında her biri zanni olan
ictihadlardan birinin tercihi usul açısından da hatalı görülemez. Aslında
bundan yıllar sonra fesadü’z-zaman gerekçe gösterilerek kurulun bid‘î
talakı geçerli saymayacağı da öngörülebilir. Zira dinin korunmasını gözettiği en ulvi amaçlarından biri olan ailenin ve neslin korunması ilkesine
göre en isabetli ictihad bu görünmektedir.
Kurulun süreç içerisinde değişikliğe gittiği fetvalardan biri de sarhoşun boşamasına dairdir. İlk yayınlarında sahoşun boşamasının geçerli
olup olmadığına dair bir tercih belirtmeksiniz bu noktadaki ictihadları
zikretmekle yetinen Kurul,36 sonraki süreçte açıkça görüşünü ortaya
koymuştur. Fakihlerin çoğunluğunca benimsenen görüşün aksine ‘‘haram madde helal madde’’ ayrımı yapmaksısın ‘‘ne dediğini bilmeyecek
derecede sarhoş olan kimsenin tasarruflarının geçerli olmadığı şeklindeki
görüşü’’ tercih ederek sarhoşun talakının geçersizliğine hükmetmiştir.37
Kurulun, bu noktada öne çıkan fetvalarından biri de Hanefî mezhebine
göre geçerli kabul edilmekle birlikte cumhurun geçersiz gördüğü mükrehin talakı ile ilgilidir. Baskı ve tehdit altında yapılan boşamaların geçersiz olduğunu tüm yayınlarında açıkça vurgulayan kurul,38 şizofreni
hastasının boşamasını da geçerli saymamıştır.39
Aile hayatına dair kurulun süreç içerisinde değişikliğe gittiği fetvalardan biri de öfkeli kimsenin boşaması hakkındadır. Kurul önceki fetvalarında konuyu iki şıklı olarak ele almış, ne dediğini hatırlamayacak
derecede kriz geçirenin boşamasını geçerli saymamış, buna mukabil öfke
ile söylese de ‘‘söylediklerini hatırlayanın’’ boşamasının geçerli olduğuna
hükmetmiştir.40 Kurulun sitesinde yer verdiği yeni fetvada ise konu İbn
36
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 137; DİYKB, Fetvalar, (2015), 445.
39
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 138; DİYKB, Fetvalar, (2021), 449; https://kurul.diyanet.
gov.tr/Cevap-Ara/859/sizofreni-hastasinin-bosamasi-gecerli-midir-kadin-boyle-bir-estenbosanabilir-mi
37
38
40
DİYKB, Fetvalar, (2018), 448; DİYKB, Fetvalar, (2021), 439.
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 139; DİYKB, Fetvalar, (2015), 458; DİYKB, Fetvalar,
(2021), 439.
Bu karar hemen hemen bütün eserlerde tekrarlanmıştır. Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular,
137; DİYKB, Fetvalar, (2015), 445; DİYKB, Fetvalar, (2021), 439.
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
199
Kayyim’in tasnifi dikkate alınarak üç şıkta ele alınmış, en son şıkta zikredildiği üzere ne dedeğini bilmekle birlikte muvazenesini yitirip sağlıklı
bir şekilde karar veremeyecek durumdaki kimsenin boşaması da geçersiz
sayılmıştır.41 Kurulun verdiği bu fetva; dini hassasiyetlerin zayıfladığı bu
günlerde aileyi koruma adına son derece isabetli bir çözüm olmuştur.
Muhtemelen kurulun sonraki süreçte boşamada şahitliği gerekli göreceği,
-ki kurul hali hazırdaki fetvasında bunu gerekli görmemektedir-42 boşamada şahit bulundurulmaması halinde boşamanın geçersizliğine hükmedeceği de öngörülebilir. Haddi zatında bu tartışmaların tamamının resmi
makamlar huzurunda yapılması gerektine dair kanaat de öne çıkarılabilir.
Kaldı ki kurul şer‘î olmayan günümüz mahkemelerinin boşamasını da bir
bain talak saymıştır.43 Hukuk emniyeti ve dini-hukuki hayatın güvenliği
açısından isabetli görülebilirse de, kazai boşama gerekçelerinin oluşmadığı bir yerde bu boşamayı şer‘î kabul etmek de tutarlı olmayacaktır.
Nitekim bu kanaat farklı açılardan eleştirilere konu olmuştur.44 Kurulda
öfkelinin, sarhoşun boşaması gibi konularda ortaya konan yaklaşımın
‘‘hâzilin boşama’’sında sergilenmediği söylenebilir. ‘‘Şaka ile boşama’’
başlığı altında zikredilen fetvada, şaka ile boşayanın boşaması geçerli
sayılmıştır.45 Oysaki boşama kastı olmadıkça bu tür ifadelerle aile birlikteliğinin bitirilmesi ailenin korunması ilkesiyle örtüşmemektedir. Kurulun
tutarlılık açısından bu tür boşamalarda da aynı tutumu sergilmesi doğru
olacaktır. Nitekim son dönem İslam Hukukçularından bir kısmı hâzilin
talakını geçerli saymayan içtihadı daha isabetli bulmuştur.46 Öte yanda
41
42
43
44
45
46
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/853/ofkeli-iken-yapilan-bosama-gecerli-midir
(erişim 1.11.2023)
DİYKB, Fetvalar, (2021), 433.
DİYKB, Fetvalar, (2021), 443; https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/865/mahkemekarariyla-bosanan-esler-dinen-de-bosanmis-olurlar-mi
Dadaş, ‘‘İslam Boşanma Hukukunda Hâkimin Yetki Sınırları’’, 675 vd. Ayrıca bir başka
çalışmada her iki hukuk sistemi arasındaki farklardan dolayı bu konunun İslam
Hukukunda yetkin uzmanlarca tekrar ele alınması gerektiği ifade edilmiştir.
bk. Vildan Sali Duman, ‘‘Mahkeme Kararı ile Boşanmanın Dinî Nikâha Etkisinin
Değerlendirilmesi’’, Türkiye İlahiyat Araştırmaları Dergisi 7/2 (Temmuz 2023),
143-171.
DİYKB, Fetvalar, (2015), 450; DİYKB, Fetvalar, (2018), 447.
Yaman-Çalış, İslam Hukuku, 255, 256. İslam Hukukunda boşanma prosedürü ve şaka ile
boşama konusunda değerlendirmeler için ayrıca bk. Abdullah Kahraman, ‘‘İslâm Hukukuna
Göre Boşanma Prosedürü ve Ahlakı’’, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 40 (Aralık
2022), 60 vd.; Cemil Liv, “Üç Şeyin Şakası Ciddi Ciddisi de Ciddi Hadisinin Tahrîci ve Fıkhî
Değerlendirmesi”, I. Uluslararası İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırma Kongresi (Karabük:
Karabük Üniversitesi, 2018), 209-223.
200
İSLAM VE YORUM VII
yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söyleyenin -boşama kastı olmadıkça-boşamasının Hanefi ve Şafilere göre hanımının boş olmayacağı;
fakat bu noktada dikkatli olunması gerektiği de ifade edilmiştir.47 Her
ne kadar iki konu birbirinden farklı olsa da ‘‘boşama kastı olmaması’’
yönüyle benzer bir cevap verilebilirdi.
Kurulun süreç içerisinde yenilediği fetvalardan biri de ‘‘şartlı talak’’
konusuna dairdir. Önceki eserlerde şartlı talakın geçerli olup olmadığına
dair doğrudan bir başlık yer almamaktadır. Bununla birlikte konu farklı
sorular altında ele alınmıştır. Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular isimli
eserde ise bir tercih yapılmaksızın sadece cumhuru fukahâ ile farklı görüşte olanların kanaatleri zikredilmiştir.48 Fetvalar kitabının baskılarının tamamında aynı konu başlığı altında mesele ele alınmış, detaya yer
verilmeksizin Kurul’un ikinci görüşte olduğu belirtilmiştir.49 Kurulun
sitesinde güncel olarak yer verdiği fetva ise doğrudan ‘‘şarta bağlı boşama’’ ile ilgilidir. Bu fetvada kurul, cumhuru fukahânın ‘‘şart gerçekleşirse
boşama gerçekleşir’’ görüşünü tercih etmemiş; bu ifadeyi kullanan kişinin
niyetine göre farklı sonuçlar doğurabileceği şeklindeki İbn Teymiyye ve
takipçilerinin benimsediği diğer görüşü desteklemiştir. Buna göre; şartlı talakta kullanılan ifade boşanma niyetiyle söylenmişse ‘‘talak’’; söze
kuvvet katmak maksadı ile söylenmişse ‘‘yemin’’ olarak değerlendirilmiş
ve şartın gerçekleşmesi halinde yemin kefareti ödeneceği belirtilmiştir.
Fetvada ayrıca ‘‘ileride yapılabilecek nikâh akitlerinin başlar başlamaz
boşanma ile sonuçlanmasını ileri süren şartların’’ da diğer mezheplerin
görüşleri dikkate alınarak hiçbir hüküm ifade etmeyeceği vurgulanmıştır.50
Bu konuda Kurul mütalaası da bulunmaktadır.51
Kurul, bâin talak iddetini bekleyen kadının iddet süresi içerisinde
erkek tarafından tekrar boşanması konusuna Aile kitapçığında verdiği
cevapta herhangi bir tercih belirtmeden sadece iki görüşü zikretmekle
yetinse de52 sonraki süreçte cumhurun kanaatiyle uyumlu olarak bu bo47
48
49
50
51
52
DİYKB, Fetvalar, (2021), 437.
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 132.
DİYKB, Fetvalar, (2015), 463; DİYKB, Fetvalar, (2018), 445; DİYKB, Fetvalar, (2021), 436,
437.
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/846/sarta-bagli-bosamanin-hukmu-nedir
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/Karar/4476/sarta-bagli-bosama-muallak-talak
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 153, 154;
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
201
şamayı geçerli saymamıştır.53 Kinâyeli lafızlarla boşama konusunda ise
bir görüş belirtmeksizin sadece Hanefî ve Şafiî mezhebinin kanaatlerini
aktarmakla yetinmiştir.54 Kurulun bu konuda da kolaylık prensibinden
hareketle diğer mezheplerin görüşlerini alarak kinayeli lafızlarla icra
edilen boşamayı ric‘î sayması diğer fetvalarıyla uyumlu olması açısında
daha isabetli olabilirdi. Kurul mefkûdün eşinin durumu noktasında diğer mezheplerin görüşüyle değil de ‘‘maslahata uygunluk’’ gerekçesiyle
Mâlikî mezhebinin ictihadıyla amel etmiş; bu noktada Hukûk-ı Âile Karanâmesi’nin ilgili kararına da atıf yapmıştır. Bu ictihadda; ‘‘kocasından
dört yıl veya daha fazla haber alamayan kadının, boşanmak üzere mahkemeye başvurabileceği ve mahkemenin boşaması hâlinde vefat iddeti
bekledikten sonra başka biriyle evlenebileceği’’ belirtilmiştir.55 Maddi
çıkar elde etmek için başvurulan anlaşmalı boşamaları doğru bulmayan
Kurul,56 Mut‘a nikâhının haramlığında icmâ oluştuğuna dair görüşleri
nakletmiş, Ehl-i sünnet’in bu kanaatinin, ‘‘çağın değerleri açısından da
gâyet tutarlı ve isabetli olduğunu’’ değerlendirmiştir.57
Kurul, boşanma halinde evlenen çiftlere düğünde takılan hediyeler
konusunda; tarafların (karı-kocanın) birbirlerine, mahrem akrabalarının
gelin ve damada taktıklarının hibe olması nedeniyle bunlardan dönülemeyeceğini vurgulamıştır. Diğerleri konusunda ise ‘‘harama yakın mekruh
olmakla birlikte hibelerinden dönebilir’’ hükmünü vermiştir. Hediyelerin
‘‘eşlerden kime takılmışsa ona ait olacağını, kime getirildiğinin bilinememesi hâlinde, imkanlar ölçüsünde getirenlerin beyanına göre davranılacağı; bunların imkânsız olması hâlinde bulunulan yerin örf ve âdetine göre
hareket edileceği; damadın veya ana babasının geline taktıkları takıların
-örfen mehir sayılıyorsa- mehir olacağı ve asla geri alınamayacağı’’58 belirtilmiştir. Kurulun bu konudaki görüşleri meri kanunla da örtüşmektedir.
53
54
55
56
57
58
DİYKB, Fetvalar, (2015), 465; DİYKB, Fetvalar, (2018), 455; DİYKB, Fetvalar, (2021), 447;
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/875/bain-talakla-bosanip-iddet-beklemekte-olanbir-kadini-yeniden-bosamak-gecerli-midir
DİYKB, Fetvalar, (2021), 435.
DİYKB, Fetvalar, (2021), 422, 423.
DİYKB, Fetvalar, (2021), 445; https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/872/maddi-cikarlarelde-etmek-icin-bosanmak-caiz-midir
DİYKB, Fetvalar, (2021), 426, 427. https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/822/mutanikâhi-ne-demektir-hukmu-nedir
DİYKB, Fetvalar, (2018), 457; DİYKB, Fetvalar, (2021), 448; https://kurul.diyanet.gov.tr/
Cevap-Ara/879/dugunlerde-verilen-hediyeler-bosanma-durumunda-kime-kalir
202
İSLAM VE YORUM VII
DİYK’nun nikâh ve talakla ilgili aldığı karar ve verdiği fetvâlarda mezhebi bir tutarlılık gözetmediği, kimi zaman dört mezhebin görüşlerini
tercih ettiği, kimi zaman da toplumsal problemleri asgariye indirme saiki
ile hareket ederek şaz kabul edilebilecek ictihadlardan da faydalandığı
anlaşılmaktadır. Nitekim Kurulun sorunların çözümünde farklı ictihadlardan istifade edeceğini ifade etmesi de bu görüşümüzü teyit etmektedir.59
2.4. Süt Akrabalığı
Kurulun, naslarla sabit olan süt kardeşliğinin tesisisinde esas alınacak
süt miktarında çok açık bir görüş belirtmediği, bununla birlikte ilk iki
yaş içinde olması ve mideye ulaşması kaydıyla az miktardaki sütün süt
hısımlığı oluşturacağına dair cumhuru fukahânın kanaatini öne çıkarttığı
söylenebilir. Fetvanın ikinci kısmında ise Şafiî ve Hanbelîlerin ictihadına
yer verilmiştir. 60 Buna göre sadece göze ve kulağa damlatılıp mideye
ulaşmayan süt ile akrabalık oluşmaz. Kurul, süt bankalarından alınan
sütün ilk iki yaş içerisinde çocuğa verilmesi halinde süt akrabalığının
oluşacağını, hatta bu sütlerin farklı kadınlardan alınarak karıştırılması
halinde de hepsiyle süt akrabalığının tahakkuk edeceğini, dinen haram
kılınmış bir evliliğe yol açmaması için bu işlemin titizlikle kayıt altına
alınması gerektiğini vurgulamıştır. Kurul, zikretmiş olduğu bu kayıtlarla
Uluslararası Fıkıh Meclisi’nin ilgili kararını daha uygulanabilir bir hale
getirmiştir. Anne sütünün inek, koyun sütü gibi başka bir sıvı ile karıştırılması halinde ise anne sütü çoğunlukta ise bunun da süt akrabalığı tesis
edeceğini ifade etmiştir.61
Kurulun bu noktada dikkat çekici fetvalarından biri de evlendikten
sonra süt kardeşi oldukları ortaya çıkan kişilerin nasıl hareket edeceklerine dairdir. Fetvalar kitabının üçüncü baskısında Kurul bu konuya dair
fetvasında Hanefî mezhebinin görüşünü ön plana çıkartmış, ‘‘iki erkek
veya bir erkek iki kadının’’ şahitliği ile sabit olması halinde tarafların
59
DİYKB, Fetvalar, (2015), 46.
61
DİYKB, Fetvalar, (2015), 470, 471; DİYKB, Fetvalar, (2018), 437, 438.
60
Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok
olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı
kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir
(Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt
hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması
sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî,
11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546). https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/824/sutharamliginin-delili-nedir-sut-akrabaliginin-olusma-sartlari-nelerdir
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
203
arasının ayrılacağını belirtmiştir. Fetvada ayrıca Şafii mezhebinin de
görüşü zikredilmiş fakat bir tercihte bulunulmamıştır.62 Kurulun süreç
içerisinde bu kararını değiştirdiği ve bir tercihe gittiği anlaşılmaktadır.
Sonraki fetvada ilk olarak emmenin kesin olarak ispat edilmesine vurgu
yapılmış, süt akrabalığının tesisi için doktrinde yer alan farklı görüşlere
yer verildikten sonra cumhurun görüşü değil Şafiilerin görüşü ön plana
çıkarılmıştır. Kurul bu noktada tercihini açıkça ortaya koyarak, evlendikten sonra süt kardeşi olduğu ortaya çıkanların Şafiî mezhebindeki
emme şartı ve ispat vasıtalarından istifade ederek evlilik hayatına devam
edebileceğini belirtmiştir. Kurulun bu fetvasında -sarih naslara muhalefet
etmemek koşuluyla- imkanlar ölçüsünde aile birlikteliğinin korunmasını
öne çıkardığı pekâlâ söylenebilir.63 Fetvalar kitabında yer almamakla
birlikte Kurul Kararı ile yayımlanan Aile Sıkça Sorular kitapçığında nişanlı
çiftlerin süt kardeş oldukları Şafii mezhebine göre sabit olmamakla birlikte Hanefilere göre kesinlik kazansa ‘‘ihtilaf ve şüpheden uzak’’ durma
prensibi çerçevesinde bu durumda olanların evlenmemeleri gerektiği
ifade edilmiştir.64 Kurulun bu kararında da ihtiyat prensibi ile hareket
ettiği, haram bir fiilin işlenmesine giden yolu tıkama (sedd-i zerî‘a) ve
fetvanın muhtemel sonuçlarını hesaba katarak ailenin sağlam temellere
dayanmasını hedeflediği anlaşılmaktadır. Bir başka ifadeyle Kurul bu fetvasıyla “başlangıça caiz görülmeyen şeyler devamında caiz görülebilir’’
يغتفر في البقاء ما ال يغتفر في االبتداءkaidesini esas almış görünmektedir. Muasır pek
çok alimin de aynı düşünceden hareket ettiği malumdur.
Kurul’un koruyucu aile olma konusunda verdiği cevapların farklı kesimlerce istismar edildiği, söylemediği şeylerin kurula söyletilmeye çalışıldığı, bir kısmının iftiralar içerdiği hatta bunun bazı kesimlerce İslam’ın
kutsal değerlerine saldırılara dönüştürüldüğü de bilinen bir gerçektir.
Kurulun bu noktada verdiği cevap her türlü takdirin ötesindedir. İlgili
cevapta, İslam’da evlatlık müessesesinin kaldırıldığı, bununla birlikte
yetimlere kol kanat germenin, muhtaçlara yardım etmenin dinen teşvik
edildiği, evlatlığın mahremiyet ve miras hükümleri açısından öz evlat gibi
olamayacağı ifade edilmiştir. Kurulun bu kararı özellikle de Avrupa’da
mültecilerin çoğaldığı, ayrıca çocukların ebeveynlerinden bir gerekçeyle
62
63
64
DİYKB, Fetvalar, (2015), 469.
https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/833/sutkardes-olduklari-evlendikten-sonraanlasilan-ciftlerin-durumu-ne-olacaktir
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 16.
204
İSLAM VE YORUM VII
alınarak din ve değerler birliği bulunmayan kişilere teslim edildiği düşünüldüğünde son derece yerinde olmuştur. Bununla birlikte bu fetvada,
söz konusu çocuğa vasiyet yoluyla mal bırakılabileceğine65 ya da ilk iki
yaşında olmak kaydıyla süt emme yoluyla mahremiyetin tesis edilebileceğine dair bir vurgu yapılabilirdi. Nitekim Aile Sıkça Sorulan Sorular
kitabında bu konunun ele alındığı fetvada sadece vasiyet konusuna değinilmekle yetinilmiştir.66
2.5. Nafaka/Tazminat ve Diğer Konular
Kurul, boşanan kadının mali haklarına dair verdiği fetvada, mahkemenin kadının lehine hükmettiği tazminatın müt‘a kadar olabileceğini,
bunun da mehr-i mislin yarısını geçemeyeceğini, -tarafların anlaşması
söz konusu olmadıkça- bu miktarları aşan tazminatların haksız kazanç
olacağını açıkça vurgulamıştır.67 Benzer şekilde, boşanmış kadının sadece
iddet süresince nafaka alabileceğini, kocanın iddet bitimiyle nafaka yükümlülüğünün sona ereceğini açıkça ifade etmiştir. Kurul, bu fetvasıyla,
gündemi meşgul eden ve farklı çalışmalara konu edilen ‘‘süresiz yoksulluk
nafakasının’’ da iddet bitimiyle birlikte alınamayacağına zımnen hükmetmiş olmaktadır.68 Klasik fıkıhta çoğunluğun görüşü olan sinn-i istiğnaya
65
66
67
68
Nitekim Kurul başka bir fetvasında, kişinin bakımını üstlendiği kimseye mal bağışında
bulunabileceğine değinmiştir. https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/898/kisi-bakimini-ustlendigi-evlat-edindigi-cocuga-butun-malini-bagislayabilir-mi Bir diğer fetvada ise
hem bağış hem de malının 3 te 1’ini vasiyetin mümkün olduğuna vurgu yapılmıştır. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/913/baskasina-evlatlik-olarak-verilen-kisinin-oz-babasindan-miras-hakki-var-midir
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular, 118, 119.
‘‘…..Bu sebeple mahkemenin mehr-i mislin yarısını aşan veya fahiş kabul edilebilecek
bir tazminatı belirlemesi hâlinde kadının mezkûr miktardan fazlasını alması haksız
kazanç sayılacağından fazla miktarı tekrar eski eşine iade etmesi gerekir…’’, https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/880/bosanan-kadinin-mali-haklari-nelerdir
‘‘İslâm’a göre evlilik devam ettikçe ve boşama hâlinde iddet süresince erkek, eşinin
nafakasını temin etmekle sorumludur (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk,
65/7; Buhârî, Nafakât, 1-3 [5351-5358]; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/15-16). Dinen
boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmış ve kadın da evi terk etmemişse
mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmünde olduğundan, dava süresince de
kadının nafakasını temin etme yükümlülüğü kocasına aittir. Bu yükümlülük mahkeme
boşadıktan sonra başlayan iddet süresi bitinceye kadar devam eder. Ancak dinen
boşanma gerçekleşmişse süreç devam etse bile İslâm hukukuna göre kocanın eşine
yönelik nafaka borcu iddetin bitimiyle sona erer.’’ https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-
Ara/882/bosanma-davasi-uzun-sure-sonuclanmayan-kadinin-aldigi-nafaka-helal-midir Süresiz
yoksulluk nafakası ile ilgili değerlendirmeler için bk. Memet Zeki Uyanık, “İslam Aile Hukukunda
Evlilik ve Boşanma Nafakası Bağlamında Süresiz Nafaka Yasası”, Necmettin Erbakan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 47/47 (Kasım 2019), 57-88 .
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
205
kadar çocuk annesinin yanında, bu süreden sonra ise babanın yanında
kalır görüşü yerine, ‘‘çocuk kimi tercih ederse onun yanında kalır’’ demek
suretiyle Maliki ve Hanbeli mezhebi fakihlerinin görüşünü öne çıkarmıştır.69 Kurulun aile hukukuna dair günümüzde de hükmü merak edilen
bu konularda yer yer dört mezhebin dışına çıktığı, Hukuk-ı Âile Kararnamesinde olduğu gibi farklı görüşlerden istifade ettiği, bazı konularda
eleştirilere konu olan görüşlerinden de rücu ettiği söylenebilir. Mesela
Kurul, dondurulmuş embriyonun kocanın ölümünden sonra iddet süresi
içinde eşinin rahmine yerleştirilebileceğine dair görüşten rücu etmiştir.70
Sonuç
Din İşleri Yüksek Kurulu, yasaların kendisine verdiği yetkiyle öteden
beri dini konularda kararlar almakta ve fetvalar vermektedir. Kurulun
nişan, nikâh, talak, süt akrabalığı ve nafaka-tazminat konularına verdiği
fetvalar incelendiğinde yer yer dört mezhebin görüşlerini, kimi zaman
da dört mezhebin dışındaki ictihadları tercih ettiği, Hukuk-ı Âile Kararnamesinde olduğu gibi farklı görüşlerden istifade ettiği söylenebilir.
Nişanlılıkta dini nikâh kıymanın uygun düşmediğine değinen kurul,
erkeğin boşamaya yanaşmaması halinde resmiyette olmayan bu nikâhın
hakem yoluyla sonlandırılabileceği kanaatindedir. Kurul nikâhta velinin
önemine işaret etmiş, bu noktada aldığı tavsiye karar, pişmanlıkların önüne geçmek için İmam Muhammed’in çözüm önerisinde var olan evlenme
adayı kız ile veli birlikteliğini andırmaktadır. Özellikle kadınların haklarının tam manasıyla korunabilmesi için -zorunlu görmese de- nikâhın
tescilini tavsiye etmiş; kişinin en yakınlarından bile habersiz kıydığı nikâhın ‘‘gizli nikâh’’ olarak kabul edileceğini, bunun da geçerli olmayacağını
zımnen vurgulamıştır. Nikahta şahitlik hakkında önceki dönemde alınan,
bir kadının şahitliğinin bir erkeğe denk olduğuna dair kararın sonraki
dönemde kabul görmediği, klasik doktrinde yerleşik görüşe göre ferva
verildiği anlaşılmaktadır. Kurul Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde
olduğu gibi tehdit altında yapılan nikâhı (mükrehin nikâhı) geçerli saymamıştır. Mefkûdün eşinin Mâlikî mezhebi çerçevesinde eşinden ayrılabileceği görüşünü esas almış; mahkeme boşamasını ‘‘bir bâin talak’’;
erkeğin kadını aynı anda birden fazla boşamasını da -bu noktadaki farklı
69
70
DİYKB, Fetvalar, (2021), 450, 451.
https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38334/dondurulmus-sperm-veyaembriyonun-kocanin-olumunden-sonra-kullanilmasi
206
İSLAM VE YORUM VII
ictihadlardan istifade ederek-‘‘bir talak’’ kabul etmiştir. Bâin talak iddetini
bekleyen kadının iddet süresi içerisinde erkek tarafından tekrar boşanmasını cumhurun kanaatiyle uyumlu olarak geçerli saymamıştır. Kurul,
sarhoşun, şizofrenin ve mükrehin talakını da geçerli saymamış; öfkeli
kimsenin boşamasını da-daha önceki fetvalarında var olmayan- üç madde
ile izah etmiştir. Buna göre ne dediğini bilmekle birlikte muvazenesini
yitirip sağlıklı bir şekilde karar veremeyecek durumdaki kimsenin boşaması da geçersiz sayılmıştır. Süt kardeşliğinin ispatı konusunda özellikle de henüz nikah olmamışsa ihtiyatı esas almakla birlikte, nikâhın icra
edildiği ve çocukların olduğu bazı özel durumlarda aileyi koruma saikiyle
Şafiî mezhebinin görüşüyle hareket etmiştir. Maddi çıkar elde etmek için
başvurulan anlaşmalı boşamaları doğru bulmamış, mahkemenin kadının
lehine hükmettiği tazminatın müt‘a kadar olabileceğini, mehr-i mislin
yarısını geçemeyeceğini, dolayısıyla bu miktarları aşan tazminatların
haksız kazanç olacağını açıkça vurgulamıştır. Benzer şekilde, boşanmış
kadının sadece iddet süresince nafaka alabileceğini belirtmek suretiyle de
bu süreyi aşan ‘‘süresiz yoksulluk nafakasının’’ alınamayacağına zımnen
hükmetmiştir. Kurulun aile hukukuna dair günümüzde de hükmü merak
edilen bu konularda yer yer dört mezhebin dışına çıktığı, Hukuk-ı Âile Kararnamesinde olduğu gibi farklı görüşlerden istifade ettiği, bazı konularda
eleştirilere konu olan kanaatlerinden de rücu ettiği söylenebilir. Mesela
Kurul, dondurulmuş Embriyonun Kocanın Ölümünden sonra iddet süresi
içinde eşinin rahmine yerleştirilebileceğine dair görüşten rücu etmiştir.
Klasik fıkıhta çoğunluğun görüşü olan sinn-i istiğnaya kadar çocuk annesinin yanında, bu süreden sonra ise babanın yanında kalır görüşü yerine,
‘‘çocuk kimi tercih ederse onun yanında kalır’’ demek suretiyle Maliki ve
Hanbeli mezhebi fakihlerinin görüşünü öne çıkarmıştır.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun nikâhla ilgili karar ve fetvalarında
toplumun en temel taşı olan aile birlikteliğinin sağlam temeller üzerine
kurulmasını temin etme gayretinde olduğu anlaşılmaktadır. Toplumda
haklara riayet noktasında meydana gelen bozulmalardan mütevellit (fesadü’z-zaman) bir hak ihlali yaşanmaması için genellikle nikâhın şekli şartlarının da ötesine geçerek maksadı ön plana çıkardığı, bu çerçevede resmî
prosedürü ve ihtiyatlı olanı imkanlar ölçüsünde tercih ettiği söylenebilir.
Benzer şekilde talak konusunda da tarafları koruyan ve aile birlikteliğini
sürdürmeyi temin edecek ictihadlar öne çıkarılmıştır. Kurulun bu nokta-
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
207
daki tercihlerinin bir kısmı tutarlılık açısından eleştirilebilmiştir. Kurul bu
karar ve fetvalarında ekol sistematiği içerisinde davranmamış, mezhebî
bir iç tutarlılık kaygısı gütmemiş, bu maksadı karşıladığını değerlendirdiği
fetvaları öncelemiştir. Kurulun bu tutumu sitesinde yer verdiği yöntemi
ile de uyumlu görünmektedir.
Kaynakça
Aile İle İlgili Sıkça Sorulan Sorular (Ankara: DİB. Yayınları, 2015), 14.
Dadaş ‘‘Devru’l-Kavâidi’l-Fıkhiyye fî Tefsîri Şarti’l-Vâkıf’’, Müntedâ Qadâya’l-Vakfi’l-Fıkhiyyeti’l-Âşir (Kuveyt: el-Emânetü’l-Âmme li’l-Evkâf,
1444/2022), 86-98.
Dadaş, ‘‘Din İşleri Yüksek Kurulu Fetvaları Örnekliğinde Güncel Fıkıh
Problemlerinin Çözümünde Tahrîc Yöntemi’’, Cumhuriyet Theology
Journal, 27/1 (2023), 90-106.
Dadaş, Mustafa Bülent Dadaş, ‘‘İslam Boşanma Hukukunda Hâkimin Yetki
Sınırları’’, Diyanet İlmî Dergi, 59/2 (Nisan-Haziran 2023), 655-684.
Dadaş, Mustafa Bülent Dadaş, “Kuruluşundan Günümüze Din İşleri Yüksek
Kurulu’nun Fetva Siyaseti’’, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi
13/25-26 (2015), 37-74.
Dadaş. ‘‘Güncel Uygulama Biçimleriyle Temettü ve Kıran Haccına Dair
Bazı Fıkhî Meselelerin Tahlili’’, Bilimnâme, 49/1, (2023), 627-661.
DİYKB, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı. Fetvalar. Ankara: DİB Yayınları, 3. Basım, 2015.
DİYKB, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı. Fetvalar. Ankara: DİB Yayınları, 4. Basım, 2018.
DİYKB, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı. Fetvalar. Ankara: DİB Yayınları, 9. Basım, 2021.
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/803/nikâhta-sahitligin-hukmu-nedir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/822/muta-nikâhi-ne-demektir-hukmu-nedir
208
İSLAM VE YORUM VII
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/824/sut-haramliginin-delili-nedir-sut-akrabaliginin-olusma-sartlari-nelerdir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/833/sutkardes-olduklari-evlendikten-sonra-anlasilan-ciftlerin-durumu-ne-olacaktir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/841/bir-defada-iki-veya-uc-talakla-bosamanin-hukmu-nedir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/846/sarta-bagli-bosamanin-hukmu-nedir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/853/ofkeli-iken-yapilan-bosama-gecerli-midir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/859/sizofreni-hastasinin-bosamasi-gecerli-midir-kadin-boyle-bir-esten-bosanabilir-mi
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/865/mahkeme-karariyla-bosanan-esler-dinen-de-bosanmis-olurlar-mi
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/872/maddi-cikarlar-elde-etmek-icin-bosanmak-caiz-midir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/875/bain-talakla-bosanip-iddet-beklemekte-olan-bir-kadini-yeniden-bosamak-gecerli-midir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/879/dugunlerde-verilen-hediyeler-bosanma-durumunda-kime-kalir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/880/bosanan-kadinin-mali-haklari-nelerdir
TÜRKİYE’DE AİLE HAYATINA DAİR GÜNCEL FIKHÎ MESELELER
209
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/882/bosanma-davasi-uzun-sure-sonuclanmayan-kadinin-aldigi-nafaka-helal-midir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/898/kisi-bakimini-ustlendigi-evlat-edindigi-cocuga-butun-malini-bagislayabilir-mi
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/913/baskasina-evlatlik-olarak-verilen-kisinin-oz-babasindan-miras-hakki-var-midir
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/Karar/4476/sarta-bagli-bosama-muallak-talak
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38334/dondurulmus-sperm-veya-embriyonun-kocanin-olumunden-sonra-kullanilmasi
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38334/dondurulmus-sperm-veya-embriyonun-kocanin-olumunden-sonra-kullanilmasi
DİB. “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı”. Erişim 01 Kasım 2023. https://
kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/4372/kucuklerin-evlendirilmesi
Duman, Vildan Sali. ‘‘Mahkeme Kararı ile Boşanmanın Dinî Nikâha Etkisinin Değerlendirilmesi’’. Türkiye İlahiyat Araştırmaları Dergisi 7/2
(Temmuz 2023), 143-171.
Kahraman, Abdullah. ‘‘İslâm Hukukuna Göre Boşanma Prosedürü ve Ahlakı’’. İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 40 (Aralık 2022), 27-74.
Koca, Ferhat. ‘‘Fetvahâne’’. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. İstanbul: TDV Yayınları, 1995,12/500.
Liv, Cemil. “Üç Şeyin Şakası Ciddi Ciddisi de Ciddi Hadisinin Tahrîci ve
Fıkhî Değerlendirmesi”. I. Uluslararası İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırma Kongresi (Karabük: Karabük Üniversitesi, 2018), 209-223.
210
İSLAM VE YORUM VII
Uyanık, Memet Zeki. “İslam Aile Hukukunda Evlilik ve Boşanma Nafakası
Bağlamında Süresiz Nafaka Yasası”. Necmettin Erbakan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 47/47 (Kasım 2019), 57-88.
Yaman, Ahmet- Çalış Halit. İslam Hukuku (Ankara: Bilay Yay., 2021), 274,
275.
Yücel, Yücel. “Fetvanın Değişim Gerekçelerine Güncel Bir Bakış -Din İşleri
Yüksek Kurulu Karar ve Fetvaları Örnekliği-” Diyanet İlmî Dergi 58/3
(Temmuz-Eylül 2022), 1125-1156.
Yüksel, Tuba. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Kararlarının
İslâm Aile Hukuku Açısından Analizi. Bursa: Bursa Uludağ Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2016.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN
TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL ŞARTLARIN VE
TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
Fatiha BOZBAŞ
Selçuk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi, Dr. Öğr. Üyesi
https://orcid.org/0000-0001-7775-3869
fatiha.bozbas@selcuk.edu.tr
Giriş
Kadınlara ilişkin fıkhî hükümlere tarihsel süreçte bakıldığında nasların sübût ve/ya delâlet yönünden zannî olma yani yoruma açık olma
durumları, nasların değerlendirilmesinde esas alınacak metodolojik tercihler, fakihin içinde yaşadığı dönemin sosyo-kültürel, iktisâdî şartlarında kadının konumu ve bunun toplumsal kadın algısına etkisi, dönemin
bilimsel gelişmişlik düzeyi, salt teorik fıkıh kuralları çerçevesinde bazı
meselelerin tahlil ve değerlendirilmesi gibi pek çok hususun birbiriyle
harmanlanmak suretiyle ilgili hükmün ne şekilde teşekkül edeceğinde
oldukça etkili olduğu görülmektedir. Bu çalışmada İslâm hukuku literatüründe kadınlara dair mevcut hükümlerin oluşumunda sosyo-kültürel
şartların ve toplumsal kadın algısının etkisi ele alınacak, bazı örnek hükümler üzerinden izah ve değerlendirmeler yapılmaya gayret edilecektir.
1. Teşekkülünde Sosyo-Kültürel Şartların ve Toplumsal
Kadın Algısının Etkisi Olan Kadınlara İlişkin Bazı
Fıkhî Hükümler
1.1. Kadınların Toplu İbadete Katılmaları
Bu mesele, fukahânın içinde yaşadığı toplumun şartları çerçevesinde
fıkhî meseleleri değerlendirdiğine dair güzel bir örnek teşkil etmektedir.
Kadınların cemaatle namaza iştirakine dair Hz. Peygamber (sav.) dönemindeki duruma bakıldığında, bizzat kendisinin kadın veya erkek kaydı
olmaksızın sahabenin bütünüyle cemaatle ibadete katılmalarını teşvik
eden pek çok ifadenin var olduğu görülmektedir. Nitekim Hz. Peygam-
212
İSLAM VE YORUM VII
ber’in (sav.) cemaate katılımla ilgili teşviklerini duyan sahabe hanımları da cemaate iştirak etmişler, ayrıca kendisinin camiideki sohbetini
dinlemişlerdir. Hz. Peygamber (sav.), “Kadınlarınızın yatsı namazlarında
mescide gelmelerine engel olmayın”1 buyurarak kadınların sabah veya
akşam fark etmeksizin cemaate katılımda engel olunmamasını istediği
gibi, camii âdâbını muhafaza etmek ve ibadetteki huşuyu zedeleyecek bir
duruma yol açmaması için camiiye gelen hanımlara koku sürmemelerini2
ve erkekler secdeden kalkmadan başlarını kaldırmamalarını emretmiş,3
kendi saflarının en sonunda durmalarını teşvik etmiş, 4 ayrıca mescidin
bir kapısının kadınlara tahsis edilmesini istemiştir.5 Hz. Peygamber (sav.)
bazı rivayetlerde ise kadınların mescide gelmelerinin engellenmemesini
talep emekle birlikte evlerinde kıldıkları namazın daha faziletli olduğunu
ifade ederek,6 namaz esnasında mahremiyeti önemsemeleri gerektiğini,
yabancı erkeklerden mümkün oldukça uzak bir ortamda namaz kılmalarının önemi üzerinde durmuştur.
Hz. Peygamber’in (sav.) vefatının akabinde sahabe döneminde kadınların cemaate katılımıyla ilgili kesin ve genel bir yasak getirilmeyerek Hz. Peygamber’in (sav.) kavlî talimatları ve fiilî uygulaması esas
alınmış olmakla birlikte, kadınların namazlarını evde kılmalarının daha
efdal olduğuna yönelik bir anlayış teşekkül etmiştir. Bu minvalde bazı
rivayetlerde İbn Mes‘ud’un, yaşlı kadınlar dışındakiler için namazlarını
evde kılmalarının mescitte kılmalarından efdal olduğunu ifade ettiğinin
ve Cuma namazı için mescide gelen kadınları camiiden çıkararak/kovarak
namazlarını evde kılmalarını telkin ettiğinin7 zikredilmesi, kadınların
cemaate katılımına dair kısıtlayıcı meylin çok ileri bir tarihe taşınmadan
Hz. Peygamber’in (sav.) vefatını müteakiben nüvelerinin atıldığını göstermektedir. Abdullah b. Ömer ile oğlu Bilal b. Abdullah arasında geçen
1
2
3
4
5
6
7
Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Buhârî, el-Câmi’u’s-Ṣaḥîḥ (Dımaşk: Dâru
İbn Kesîr, 1423/2002), “Ezân”, 162, “Cum’a”, 13; Ebü’l-Hüseyn b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, elCâmi’u’ṣ-sāḥîḥ (Riyad: Dâru Tayyibe, 1427/2006), “Salât”, 30.
Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, thk. Muhammed
Abdülkâdir Ata (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003), 3/191.
Müslim, “Salât”, 29.
Müslim, “Salât”, 28, Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3/190-192.
Ebû Dâvûd Süleymân b. el-Eşa‘s b. İshâk es-Sicistânî, es-Sünen, thk. Şuayb Arnâûd vd.
(Dımaşk: Dâru’r-risâleti’l-‘Âlemiyye, 1430/2009), “Salât”, 17.
( ال متنعوا نساءكم املساجد وبيوهتن خري هلنEbû Dâvûd, “Salât”, 53).
Ebü’l-Kâsım Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb et-Taberânî, el-Mu ‘cemü’l-kebîr, thk. Hamdi
Abdülmecîd es-Selefî (Kahire: Mektebetü İbn Teymiyye, ts.) 9/339-340.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
213
bir muhavere de sahabe içinde bu konuda engelleme taraftarı olanların
meseleye dair tavrı hakkında fikir vermektedir. İlgili rivayete göre Abdullah b. Ömer bizzat Hz. Peygamber’den (sav.) “Kadınlarınız mescide
gitmek için sizden izin istedikleri vakit onları mescitlerden alıkoymayın”
şeklindeki rivayeti işittiğini söylediğinde oğlu Bilal b. Abdullah, “Vallahi
biz onları pekala men ederiz” demiştir. Bunun üzerine Abdullah oğluna
çok sert tepki gösterdikten sonra “Ben sana Resulullah’tan (sav.) hadis
haber veriyorum, sen hala “Vallahi biz onları men ederiz diyorsun”8 demiştir. Elbette ki bu rivayetlerin, salt toplumsal ve subjektif algının doğrudan meseleye yansıması olarak değerlendirilmesi makul değildir. Zira
Hz. Âişe’den gelen “Hz. Peygamber (sav.) kadınların kendisinden sonra
takındığı tavrı görseydi, İsrailoğullarının kadınları men ettiği gibi o da
kadınları mescide gitmekten alıkoyardı”9 rivayeti, Hz. Peygamber’in (sav.)
vefatının akabinde bazı kadınların camii adabı olarak koyulan ölçütleri
ihlal ettiklerine dair fikir vermektedir. Buna rağmen sahabe hanımları
içerisinde sürekli olarak cemaate iştirak edenlerin mevcudiyeti ve bu
hususta kadınların yadırganmaması, bu rivayetlerin geneli ifade etmeyen
ihtiyatkâr bir yaklaşım olarak toplumsal yaşamda yer bulduğunu açıkça
göstermektedir. Nitekim diğer bazı rivayetler de bu hususta görüşümüzü
desteklemektedir. Söz gelimi; sahabeden bazıları Hz. Ömer’in sabah ve
yatsı namazlarında cemaate devam eden hanımı Âtike bnt. Zeyd’e “Hz.
Ömer hoş karşılamadığı ve kıskandığı halde neden namaza devam ettiğini
sorduklarında “Bana yasak getirmekten onu engelleyen nedir?” demiştir.
Orada bulunan İbn Ömer de “Allah’ın kadın kullarını mescitlerden alıkoymayın” kavlidir” şeklinde cevap vermiştir.10 Bu ifadeler, Hz. Ömer’in eşinin
camiye iştirakini istememesindeki ana saikin, dinî değil, daha ziyade şahsî
gerekçeye dayandığını göstermektedir.11
Tarihi silsile açısından bir sonraki merhalede fukahâ, kadınların
cemaate katılımı meselesinde sahabenin yaklaşımını esas almış olsa da,
bir adım ileri gidilerek kısıtlayıcı bakış açısının çerçevesinin genişlediği
görülmektedir. Bu dönemde mesele daha ziyade kadının fitne olduğu
zikredilen bazı hadislerden mülhem fitne teorisiyle ilişkilendirilmiş, sa8
Müslim, “Salât”, 30; Ebû Dâvûd, “Salât”, 53; Beyhakî, es-Sünen, 3/189.
11
Abdullah Kahraman, “Klâsik Fıkıh Literatüründe Kadının Cemaatle İbadeti Konusundaki
Yaklaşımlarda Fitne Söyleminin Rolü- Eleştirel Bir Bakış-”, Marife, 4/2 (2004), 76.
9
10
Buhârî, “Ezân”, 163; Müslim, “Salât”, 30; Beyhakî, es-Sünen, 3/190.
Buhârî, “Cuma”, 13; Beyhakî, es-Sünen, 3/189-190.
214
İSLAM VE YORUM VII
habe dönemine kıyasla daha yaygın bir toplumsal bozulmanın varlığından
bahisle kadınların cemaate katılımıyla ilgili benimsenen menfi yaklaşıma
dinî bir gerekçe oluşturulmuştur. Hz. Âişe’nin toplumsal ahlâkî bozulmaya dair zikrettiklerinden de hareketle illetin değişmesine bağlı olarak
hükmün de değiştiği ifade edilmiştir. Bu bağlamda kadınların cemaate
katılımı genel olarak mekruh olarak kabul edilirken fukahânın bir kısmı
muhtemel fitne oluşumuna sebebiyet vermesi bakımından genç-yaşlı kadın ayrımına yer vermiştir. 12 Böylece fitne unsuru genel-geçer bir gerekçe
olarak kabul edilerek fitneden korunma ve emin olma adına kadınların
dinî hayatın toplumsal yönünden tecrit edilmesi sanki azimet, kadınların
cemaate iştiraki ise ruhsat bir hüküm gibi kabul edilmiştir.
Kadınların cemaate katılımıyla ilgili son dönem İslâm hukukçuları ve
araştırmacılar ise bu meseleye ilişkin fıkhî kısıtlamanın yersiz olduğunu,
aksine Hz. Peygamber (sav.) döneminde olduğu gibi kadının evleviyetle
camii iklimini soluması gerektiğini ifade etmişler, klasik dönemde benimsenen hükmün illeti olarak değerlendirilen ve günümüzde muhtemel
ki varlığı daha bariz bir şekilde hissedilen fitne veya toplumsal fesadın
yaygınlaşması hususlarını farklı bir açıdan ele almışlardır. Bu bakış açısına
göre; potansiyel fitne tehlikesinin bertaraf edilmesine yönelik kadınların
aktif, erkeklere ise pasif bir rol düştüğü klasik fıkıh doktrinin oluştuğu süreçte, fukahâ kendi dönemlerinin özel şartlarını da göz ününe alan, uzun
vadeli, insan fıtratına ve dinin toplumsal taleplerine daha elverişli olan
ahlak eğitimi yerine daha kolaycı ve birinci derecede erkekleri korumayı
hedef olan aşırı ihtiyatkar bir yöntemi esas almışlardır.13 Halbuki Kur’an
hitabının da bir gereği olarak,14 birlikte yaşayarak iffetli kalma yöntemi
takip edilebilseydi, kadının sosyal hayattan tecritine kapı aralayacak bir
engelleme ortaya çıkmayacak, fitneden korunmak için taviz veren hep
12
13
14
Âlâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed el-Kâsânî, Bedâ’i’u’ṣ-sanâ’i’ fî tertîbi’ş-şerâ’i’, thk. Ali
Muhammed Muavvız (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003), 1/663; Kemâlüddîn
Muhammed b. Abdilvâhid b. Abdihâmid es-Sivâsî, Fetḥu’l-ḳadîr li’l-’âcizi’l-faḳı̄r, nşr.
Abdürrezzâk Gâlib el-Mehdî (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003),1/375-376; Ebû
Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî en-Nevevî, el-Mecmu’ şerḥu’l-Müheẕẕeb, thk. Muhammed
Necîb el-Muti‘î (Cidde: Mektebetü’l-İrşâd, ts.), 4/93-94; Mansûr b. Yûnus b. Salâhiddîn elBuhûtî, Keşşafu’l-ḳınân ‘an (metn)i’l-İḳnâ’ (Beyrut: Dâru Alemi’l-Kütüb, 1403/1983), 1/456.
Kahraman, “Klâsik Fıkıh Literatüründe Kadının Cemaatle İbadeti”, 75.
Nitekim Kur’an’da toplum içinde hem kadın hem de erkekler için gözlerini haram bakışlardan sakınmaları gerektiği açıkça ifade edilmektedir. Bk. en-Nûr, 24/30-31.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
215
kadın olmayacak, kadın olsun erkek olsun birlikte yaşarken ölçülü ve
iffetli olmasını bilen bir ahlak eğitiminden geçmiş olacaklardı.15
Günümüz İslâm hukukçularına göre fukahânın referans olarak aldıkları, kadının evinde kıldığı namazın daha faziletli olduğun yönelik rivayetlerin salt fitne gerekçesiyle izah edilmesi de meseleyi eksik bırakmaktır.
Zira ilgili rivayetlerde fitne unsuru yer almaması bir yana, Hz. Peygamber
(sav.) evinin işleriyle meşgul olan kadının sorumluluklarını aksatmaması için böyle bir tavsiyede bulunmuş olması muhtemel gözükmektedir.
Zira kadının ev işlerini yapması ve çocuğuna bakmasının, cihada iştirak
etmesinden daha faziletli olduğu ile ilgili diğer bazı rivayetler16 de bunu
desteklemektedir. Bu durumda Hz. Peygamber’in (sav.) tavsiyesi, namazın
evde veya mescidde eda edilmesinin faziletini beyandan ziyade, kadının
durumuna göre yorumlanmasını gerektirmektedir. Zira bu rivayetin evdeki sorumluluklarını aksatmayan, cami adabına riayet eden bir kadının
camide kıldığı namazın, bu şartlara riayet etmeyip namazı evinde kılan
kadına göre daha faziletli olduğu şeklinde yorumlanması da mümkündür.17
Neticede naslarda ve sahabe tatbikatında cinsiyet temelli bir ayrım
olmamakla birlikte fitne kavramını içeren rivayetlerin daraltıcı bir yoruma
tabi kalmasıyla oluşan kısıtlayıcı anlayış kanaatimizce fukahânın içinde
var oldukları toplumun gündelik hayat pratikleri içinde şekillenen zihin
dünyasının yorumunu ifade etmektedir. Günümüz İslâm hukukçuları ise
öncelikli olarak Hz. Peygamber ve sahabe dönemi uygulamasını esas almış
olsalar da görüşlerinde kadının toplumsal hayattaki aktif katılımına yönelik teşvikkâr bakış açısının belli bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Bu
durum, dinî yorumun teşekkül sürecinde bir meseleye ilişkin doğrudan
Hz. Peygamber’den (sav.) gelen farkı doğrultudaki rivayetlerin hangisinin
esas alınıp tatbik edileceğinde, kanaatimizce fukahânın zihninin kuşatıldığı toplumsal durumun oldukça belirleyici olduğunu göstermektedir.
15
Kahraman, “Klâsik Fıkıh Literatüründe Kadının Cemaatle İbadeti”, 77-78.
17
Abdülhalîm Ebû Şakka, Taḥrîrü’l-mer’e fî ‘aṣri’r-risâle (Kuveyt: Dâru’l-Kalem, 1422/2002),
3/28-30; Abdullah Kahraman, “Cami İklimini Solumak ve Cemaate Devam Konusunda
Kadınlara Getirilen Yasağın Gerekçesi”, Camii Merkezli Hayat (İstanbul: Pelikan Basım,
2013), 50.
16
Ebü’l-Fazl Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed el-Hudayrî, el-Câmi’u’ṣ-ṣaġı̄r (Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1425/2004), 547 (No. 9126).
216
İSLAM VE YORUM VII
1.2. Çocukların (Kāsırât/Küçük) Evlendirilmesi Meselesi
Son zamanlarda ülkemizi zihinsel olarak çokça meşgul eden toplumsal-dinî bir mesele olarak çocuk evliliklerinin İslâmî olup olmadığına dair
görüş beyan eden İslâm hukukçularının, bazı delillerin tercihinde ve değerlendirilmesinde bir ölçüde sosyo-kültürel şartların izi bulunmaktadır. Bu meselede kesin bir hüküm tespit etmenin mümkün olmadığı ilgili
ayetler18 bir yana koyulursa, asıl ihtilaf istinad edilen en önemli delil olan
Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’le (sav.) kaç yaşında evlendiğine yönelik rivayetlerde yoğunlaşmaktadır. İlk yüzyıllardan itibaren bütün mezhepler Hz.
Âişe’nin 6-7 yaşında nişanlandığı/nikahlandığı, 9-10 yaşında da evlendiği
yönündeki rivayetleri19 esas almak suretiyle çocukların evlendirilmesine
cevaz vermiş20 ve 20. yy.a kadar bu rivayetin delil değerine dair herhangi
bir tenkit yapılmamıştır. 20. yy. itibariyle başlayan tenkit süreciyle ise Hz.
Âişe’nin evlilik yaşı 10 yaş ileri atılarak 17-18 yaş olarak kabul edilmeye
başlanmıştır. Burada ilgili tenkidi yapanlar mevcut rivayeti bazı tarihi
haberlere arz etmek suretiyle bir sonuca ulaşmaya çalışmış olsalar da21
hadisin klasik literatürdeki görüşe hamledilmesini teyit edecek tarihi
rivayetler de mevcuttur.22. Bu yönüyle rivayetlerin tarihi vakıa veya durumlara arz edilmesi kanaatimizce meseleye kesin bir çözüm sunamamaktadır. Bizim için dikkate diğer olan husus ise; gerek tarih okumalarında,
gerekse fıkhî bir meselede delil olarak kullanılan rivayetlerin tercihinde
18
et-Talak, 65/4; en-Nûr, 24/32; en-Nisa, 4/3.
19
Buhârî, “Nikâh”, 38; Müslim, “Nikâh”, 10; Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb en-Nesâî, es-Sünen,
thk. Hasen Abdülmün‘im Şelebî (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1421/2001), “Nikâh”, 27.
21
Halil İbrahim Acar, “İslâm Hukukunda Evlenme Ehliyeti Bakımından Küçüklerin
Evlendirilmesi Problemi”, Dinî Araştırmalar, 6/16 (2003), 134-135; Rıza Savaş, “Hz. Aişe’nin
Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
9(1995), 139-144; Hamza Aktan, “Bazı Yanlış Telâkkilerin Kur’an Hakemliğinde Yeniden
Değerlendirilme İhtiyacı”, II. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri (Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, 2003), 266; Fatih Orum, “Kur’ân Işığında Küçüklerin Evlendiril(eme)si
Meselesi”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 19 (2009), 156-157.
20
22
Ebû Abdillâh Muhammed b. İdris eş-Şâfiî, el-Üm, Rıfat Fevzi (Mansura: Dâru’l-Vefâ,
1422/2001), 6/53; Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed b. Abdilber en-Nemerî, elKâfî fi’l-fürû’i’l-Mâlikiyye, thk. Muhammed Madik (Riyad: Mektebetü’r-Riyâdi’l-hadîsiyye,
1398/1978), 2/529; Ebü’l-Hasen Burhânüddîn Alî b. Ebî Bekr b. Abdilcelîl el-Merginânî,
el-Hidâye, Naîm Eşref Nûr Muhammed (Karaçi: İdâretü’l-Kur’an ve’l-Ulûmi’l-İslâmiyye,
1417), 3/9; Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullâh b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme
el-Cemmâilî, el-Muḳnî’, thk. Şuayb Arnâûd (Cidde: Mektebetü Sevâdî, 1421/2000), 304.
Mehmet Azimli, “Hz. Aişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”,
İslâmî Araştırmalar Dergisi, 16/1 (2003), 28-37. Ayrıca Hz. Aişe’nin evliliğinin 8-21 arasındaki herhangi bir yaşta olabileceğine dair rivayetleri bütüncül bir şekilde değerlendirmek
için bk. Selçuk Coşkun, “‘Hadislerin Tarihe Arzı’nın Uygulamadaki Bazı Problemleri”, Ekev
Akademi Dergisi, 8/20 (2004), 177-196; Bünyamin Erul, “Hz. Aişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz Mu? On Dokuz Mu?”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 19/4 (2006), 637-649.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
217
ve değerlendirilme sürecinde gayr-i irâdî de olsa fukahânın içinde yaşadığı, yetiştiği kültürle kuşatılmış olduğu ve düşünsel bağlamda mevcut
toplumsal yapıdan bağımsız olamayacağı hakikatidir. Bu bağlamda rivayetin metodolojik açıdan delil olma değeri başat faktör olmakla birlikte,
tarihsel bir sosyal olgu olarak çocuk evliliklerinin teamülde olduğu bir
toplumda yetişen fakih için Hz. Âişe’in 6-7 yaşında evlendirilmiş olması
kanaatimizce gayet olağan bir durum olarak görünmekte idi. Naslarda da
bu mesele ile ilgili kesin ve net bir şer‘î müdahalenin olmadığı göz önünde
bulundurulursa, konunun toplumsal şart ve tercihlere bağlı olarak tarihî
seyri içerisindeki gelişimine bırakıldığı, cevaz hükmüne ulaşan zihnî plana
olgusal yapının aksettiği söylenebilir.
Günümüzde ise klasik doktirndeki cevaz görüşünü benimseyenler
de bu görüşün isabetli olmadığını savunanlar da dahil olmak üzere İslâm
hukukçularının neredeyse hepsinin çocukların evlendirilmesinin toplumsal ve fıkhî düzeyde uygulanabilirliğinin olmadığını ifade etmeleri,
meselenin değişen sosyo-kültürel şartlar çerçevesinde yeniden değerlendirildiğini göstermektedir. Bu noktada önemli olan bir diğer husus klasik
doktrindeki cevaz görüşünü isabetli bulmayan İslâm hukukçularının delil
tercihinin farklılaşmasında tarihsel şartların etkisidir. Toplumsal yapının
geçmişe kıyasla fazlasıyla değiştiği günümüzde, hukukî düzenlemelerle
çocuk evliliklerinin büyük ölçüde azaldığı ve bu doğrultuda toplumsal
teâmülün oluştuğu göz önünde bulundurulursa, İslâm hukukçularının
delil tercihinin farklılaşmış olması –metodolojik olarak isabetli oluşu
tartışılır olmakla birlikte- kanaatimizce tabii bir durumdur.
Neticede; her iki bakış açısının oluşumunda -gerek rivayetlerin yorumlanması gerekse tercihinde- bilinç altında bulunan tarihsel şartların
motivasyonunun etkili olabileceği hususu önemlidir. Buradan hareketle
mevcut bir delilden hareketle maziyi anlamaya çabasının fukahânın metodolojik olarak tarafsızlığını ortaya koysa da fukahânın kendi tarihselliğinden sıyrıldığı anlamına gelmeyeceği söylenebilir.
Çocuk evliliklerine cevaz verilmesinde naklî delillerin maslahat eksenli değerlendirmelerle desteklenmesi de meselenin sosyo-kültürel bağlarla ne ölçüde irtibatlı olduğunu teyit etmektedir. Zira cevaz hükmünün,
küçüğün maslahatı ile ilişkilendirilerek iyi bir nazmet bulunduğu taktirde
fırsatın kaçırılmaması, küçüğün zengin, asil, küçüğün malını muhafaza
edebilecek biriyle evlendirilmesinin maslahat olarak telakki edilmesi
218
İSLAM VE YORUM VII
meselenin toplumsal olgu ile ilişkisini göstermektedir..23 Buna mukabil
bu cevaz hükmünün, günümüzde evlilikle ortaya çıkması beklenen makâsıda hizmet etmemesi, çocuk üzerinde fiziksel, psikolojik, sosyal zarar
ve tehlikeler ortaya çıkarması yönüyle değerlendirilmesi de24 değişen
konjonktür ve sosyal olguya bağlı olarak meselenin nasıl farklı bir kritiğe
tabi tutulduğuna açık bir örnek teşkil etmektedir.
1.3. Kadının Evlilik Bağı İçerisindeki Nafaka Hakkının Çerçevesi
Sınırları naslarla çizilmeyen eş nafakasına dair fukahânın izah tarzına bakıldığında; daha ziyade toplumun algısı, örf ve adetlerin belirleyici
olduğu görülmektedir. Zira fukahâ ittifakla mesken, yeme-içme, giyim,
temizlik malzemeleri, ev eşyası gibi temel yaşam ihtiyaçlarının yanı sıra
hizmetçiyi nafaka kapsamına almış, ayrıca ayrıntıda mezhepler arası
birtakım ihtilaflar bulunmakla birlikte söz gelimi Mâlikîlere göre kına,
sürme, parfüm gibi kozmetik ürünleri de nafakaya dahil edilmiştir.25 Bununla birlikte fukahâ günümüzde temel ihtiyaçlardan sayılan tedavi ve
ilaç masraflarını nafakaya dahil etmemiştir.26 Kozmetik malzemelerini
nafakaya dahil etmekle birlikte doktor ve ilaç giderlerini hariçte tutan
fukahânın bu bakış açısı kanaatimizce ancak fakihin içinde bulunduğu
toplumun sosyo-kültürel şartlarıyla çevrelenmiş bir algıyla izah edilebilir.
1.4. Hatâen Öldürülen Müslüman Kadının Diyeti Meselesi
Kadının hatâen öldürülmesi durumunda ailesine ödenmesi gereken
diyet miktarının, erkeğin diyet miktarının yarısı olması gerektiği görüşü
23
24
25
26
Ebû Bekr Şemsü’l-eimme Muhammed b. Ebî Sehl Ahmed es-Serahsî, el-Mebsûṭ (Beyrut:
Dâru’l-Ma’rife, 1409/1989), 4/212-213; Ebü’l-Berekât Ahmed b. Muhammed ed-Derdîr, eşŞerḥu’ṣ-ṣaġīr ‘alâ Aḳrebi’l-mesâlik (Kahire: Dâru’l-Maarif, ts.), 2/396
Nûrî Hamâ Saîd Haydar el-Hemûndî, “Tezvîcu’l-kāsırât beyne’l-fıkıh ve kānûni’l-ahvâli’şşahsiyyeti’l-’Irâki”, The Scientific Journal of Cihan University, 1 /4 (2017), 130; Kur’ân
Işığında Küçüklerin Evlendiril(eme)si Meselesi”, 157.
Ebû Amr Cemâlüddîn Osmân b. Ömer b. Ebî Bekr b. Yûnus, Câmi’u’l-ümmehât, thk. Ebû
Abdurrahmân el-Ahdar (Dımaşk: el-Yemâme li’t-Tıbâa ve’n-Neşr, 1419/1998), 332. Diğer
mezheplerde ise kocanın bunları temiz etme zorunluluğu olmaksızın durum kendi isteğine
bağlıdır. Bk. Serahsî, el-Mebsûṭ, 5/181; İbn Kudâme, el-Muḳnî’, 389; Şemsüddîn Muhammed
b. Ahmed b. el-Hatîb eş-Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc ilâm ma’rifeti me’âni elfâẓi’l-Minhâc, thk.
Muhammed Halîl Aytânî (Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1418/1997), 3/565.
İbn Kudâme’nin bu hususta “Zira bunlar kadının bedeninin iyileştirilmesi (ıslâh)
kabilindendir. Tıpkı kiracının evin yakılan yerlerini yapması, temelini koruması gerekmediği
gibi bu hususta kocaya da mükellefiyet düşmez.” [Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullâh
b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Cemmâilî, el-Muġnî, thk. Abullâh Abdülmuhsin etTürkî vd. (Riyad: Dâru Alemi’l-Kütüb, 1417/1997), 11/354] şeklindeki ifadesi, bu meselenin
teorik fıkıh kuralları çerçevesinde değerlendirildiğini gösterse de bu değerlendirme türü
kanaatimizce fakihin zihnindeki toplumsal kadın algısıyla beslenmiştir.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
219
Şiî mezhepler de dahil olmak üzere bütün fıkıh mezhepleri tarafından
üzerinde icmâ edilen bir hükümdür.27 İlk dönem fukahâ bu meseleyi taabbudî konulardan addedip salt naslarla istidlal ederken,28 sonraki dönem
fukahânın çoğunluğunun ilgili hükmü izahta makâsıd üzerinden bir istidlale başvurdukları görülmektedir. Bu bağlamda literatüre bakıldığında;
kadın ve erkeğin durumu gerek aile gerekse toplumsal hayata sağladıkları
katkı açısından ele alınmış, çoğu eserde kadının erkeğe göre eksik (nâkıs)
olduğu, kadından elde edilen menfaatin erkeğe nispetle daha az olduğu
şeklindeki düşünceden hareket edilmiştir. Söz gelimi; cihad, sınâî ve zirâî
üretim, dinî mansıpların üstlenilmesi noktasında erkeklerin daha fazla ön
planda olmasından yola çıkılarak aile içi ve toplumsal düzeyde erkeklerin
daha önemli oldukları ve eksikliklerinin de kadına kıyasla daha büyük
bir kayıp olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca bazı eserlerde söz gelimi kadının
“birden fazla kişi ile evlenemeyeceği” örneği sıkça dile getirilmiştir.29
Klasik fıkıh literatüründe yer alan bu istidlal tarzı, günümüzde hem
klasik doktrindeki görüşü benimseyen İslâm hukukçuları hem de kadının
diyetinin erkeğinki ile eşit olduğunu savunan İslâm hukukçuları30 tarafından usûl tekniği açısından isabetli bulunmamaktadır. Bu minvalde karşıt
görüş sahiplerine göre İslâm, kadın ve erkeğin her birine kendi meziyetleri
27
28
29
30
Serahsî, el-Mebsût, 26/79; Ebû İbrâhîm İsmâîl b. Yahyâ b. İsmâîl el-Müzenî, el-Muḫtaṣâr, thk.
Muhammed Abdülkâdir Şahin (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1419/1998), 323; Ebü’lVelîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Kurtubî, Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’lmuḳteṣıd, thk. tlk. Muhammed Subhî vd. (Kahire: Mektebetü İbn Teymiyye, 1415), 4/331;
Ebü’l-Kāsım Ömer b. Hüseyn b. Abdillâh el-Hırakî, Muḫtaṣaru’l-Ḫıraḳî, tlk. Muhammed
Züheyr Şâviş (Dımaşk: Müessesetü Dâri’s-Selâme, 1378), 180; Muhammed b. Yûsuf b. Îsâ b.
Sâlih el-Hafsî, Şerḥu Kitâbi’n-Nîl ve Şifâ’i’l-’alîl (Beyrut: Dâru’l-Feth, 1372/1972), 15/72; Ebû
Mecd Rıza b. Muhammed Hüseyn b. Muhammed en-Necefî, Cevâhiru’l-kelâm fî şerḥi şerâ’i’lİslâm, thk. Haydar ed-Debbâğ (by.: Müessesetü’n-Neşri’l-İslâmî, ts.), 44/609-610.
Söz gelimi bk. Ebû Abdillâh Muhammed b. el-Hasen b. Ferkad, el-Asl, thk. Muhammed
Boynukalın (Beyrut: Dâru İbn Hazm, 1433/2012), 6/553; Şâfiî, el-Üm, 7/261.
Ebû Abdillâh Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb ez-Züraî, İbn Kayyim, İ’lâmü’l-muvaḳk‘în ‘an
rabbi’l-’âlemîn, thk. Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasen (Cidde: Dâru İbni’l-Cevzî, 1423), 3/418;
Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb, Ḥâvi’l-kebîr, thk. tlk. Ali Muhammed Muavvız (Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1414/1994), 12/289; Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed,
İbn Abdülber, et-Temhîd li-mâ fî Muvaṭṭâ mine’l-meânî ve’l-esânîd, thk. Sa‘îd Ahmed A‘rab
vd. (Muhammediye-Tıtvân: Vezâretü’l-Evkâf ve’ş-Şüûni’l-İslâmiyye, 1406/1986), 17/358;
Merginânî, el-Hidâye, 8/71.
Bu görüş Mutezilî Ebû Bekir el-Esam ile İbn Uleyye tarafından oldukça erken dönemlerde
genel görüşe muhalif bir görüş olarak benimsenmiştir. Günümüzde ise Mahmud Şeltût
(öl. 1963), Muhammed Ebû Zehre (öl. 1974), Muhammed Gazzâlî (öl. 1996), Abdulkâdir
b. el-Umerî (öl. 2021), Yûsuf el-Karadâvî (öl. 2022), Muhammed Osmân Şebîr, Dâvûd Sâlih
es-Seb‘âvî, Ali Bardakoğlu ve Halil İbrahim Acar gibi pek çok İslâm hukukçusu ve müellifi
tarafından benimsenmiştir. Ayrıntılı bilgi için bk. Fatiha Bozbaş, “İslâm Hukukunda Kadının
Diyeti Meselesinin Fıkhî Yönden Değerlendirilmesi”, Tasavvur, 8/2 (2022), 1638.
220
İSLAM VE YORUM VII
çerçevesinde müşterek mesuliyet alanları tahsis etmiş ve değer açısından bu mesuliyet alanları birbirine üstün kılınmamıştır. Allah erkekleri
kadınlarda bulunmayan, yaratılıştan var olan birtakım üstünlüklere sahip olarak yarattığı gibi, kadınları da erkeklerde bulunmayan bazı üstün
vasıflarla yaratmıştır. Hamilelik, doğum, emzirme, çocukların terbiyesi,
evin düzeninin sağlanması gibi hususlarda erkelerin fıtraten aciz olması
göz önünde bulundurulduğunda, her iki cinsin nevi şahsına münhasır meziyetlere sahip olduğu ve bu yönüyle kadının aile ve toplum hayatındaki
rolünün ne denli önemli olduğu ortaya çıkar.31 Günümüz kadını eşit eğitim hakkına, eşit istihdam olanaklarına sahip olduğu taktirde erkeklerle
aynı statülere, makam ve mevkilere sahip olabileceklerini ispatlamıştır.
Hususen tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişle birlikte kadınların
bilim, sanat, teknoloji ve iş hayatında önemli fonksiyonlar icra ettikleri
görülmektedir.32
Kadının diyetiyle ilgili genel görüşü benimseyen fukahânın bir kısmı
tarafından salt menfaat çerçevesinde yapılan gerekçelendirmeler, kanaatimizce fukahânın yaşadığı dönem toplumundaki kadının sosyal ve iktisâdî
konumu hakkında bize fikir vermektedir. Fukahânın kendi dönemleri
açısından bir anlam ifade eden bu izah tarzının, günümüzde özellikle
sosyal ve iktisâdî hayatta değer üreten ve topluma katkı sağlayan kadın
algısıyla örtüşmemesi yönüyle tenkite tabi olması kaçınılmazdır. Bu da
meselenin fıkhî değerlendirme sürecinde kadınların hususen toplumsal
ve iktisâdî hayattaki konumlarının ve buna bağlı olarak hasıl olan kadın
algısının önemli bir belirleyici faktör olduğunu ortaya koymaktadır.
1.5. İslâm Hukukunda Mal Rejimi
Fıkıh literatüründe yer almayan bir kavram olarak mal rejimi, Türk
Medeni Kanunu’nun ilgili maddelerinde eşlerin nikahtan sonra mal varlıklarından yararlanmaları, bu malları yönetmeleri ve bundan doğan
sorumluluklarını düzenleyen bir sistem olarak tarif edilmektedir.33 Kla31
32
33
Abdullatîf Muhammed Âmir, Aḥkâmu’l-mer’e fi’l-ḳıṣâṣ ve’d-diye (Kahire: Mektebetü Vehbe,
1413/1992), 107; Dâvud Sâlih Abdullâh es-Seb‘avî, “Mikdâru diyeti’l-Mer’e ve cirâhâtuhâ
fi’l-fıkhi’l-İslâmî”, Mecelletü’l-büḥûs ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, 30 (2013), 212.
Halil İbrahim Acar, İslâm Hukukunda Kadınlara Yönelik Hükümler (İstanbul: Ensar Neşriyat,
2021), 309.
Bk. Türk Medeni Kanunu’nun 202-281. maddeleri. Ayr. bk. Pelin Öztürk Kaçmaz, Edinilmiş
Mallara Katılma Rejimi (Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek
Lisans Tezi, 2021), 3.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
221
sik ve çağdaş fıkıh literatüründe daha ziyade eşlerin evlilik içerisindeki
hak ve sorumlulukları gibi başlıklar altında ele alınan bu meselede fıkıh
doktrininde kabul edilen temel ilke mal ayrılığıdır. Bu minvalde evli eşler
arasında mal ayrılığı esas olup, evlilik birliği öncesi ve sonrasında edinilen iktisâdî kazanımlarda erkeğin malı kendisine, kadının malı kendisine
aittir. Kadın olsun erkek olsun, tam ehliyetli olmaları halinde her biri
şahsî malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilirler. Evlilik birliğinin bozulması durumunda meydana gelecek mal paylaşımında da bu
ilke esas alınır.34
Mal ayrılığı ilkesi, evlilik birliği içerisinde eşlerin bireysel iktisâdî
kazanımları söz konusu olduğunda adalet ve hakkaniyete münasip bir
ilkeyi ifade etmekte iken, -bütün İslâm ülkelerinde durum aynı olmamakla birlikte- günümüzdeki müslüman ailelerde kadın ve erkeğin birlikte
çalışarak elde ettikleri mal ve ekonomik değerlerin paylaşımı için bu ilkenin aynı müspet neticeyi vermediği şeklinde güncel ve haklı bazı fıkhî
değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu bakış açısına göre; her ne kadar
insan varlığının başlangıcından beri kadın, aile kurumunun devamının
sağlanmasında eşiyle mücadele vermiş olsa da tarım toplumunun egemen
olduğu yer ve zamanlarda görev dağılımında fıtrî özellikler ve şartlar gereği kadın evin iç işleri, erkekse dış işleriyle meşgul olmuştur. Geleneksel
İslâm toplumunda kadının iktisâdî alanlarda gözle görünür bir etkinliğinin
ve kazanımının olmamasına karşılık, bilgi ve teknoloji çağını yaşadığımız
günümüzde ise kadınların tarım, sanayi, eğitim, sağlık, hizmet sektörü
gibi kayda değer ölçüde aile bütçesine girdi sağladıkları pek çok iş alanı
mevcuttur. Müşterek bir gayret ve emek olmasına rağmen, ailedeki mal
edinme sürecinde ise resmî tescil çoğu kez erkek adına yapılmakta, kadının aile bütçesine sağladığı katkı ya kısmen, ya da tamamen resmî olarak
kayıt altına alınmamaktadır. Bu noktada tescile dönüşmemiş emeklerin
karşılıksız bırakılarak kadının boşanma veya kocasının vefatı durumunda
müşterek katkı ile oluşan servetten mahrum bırakılması adalete aykırıdır.
Ülkemizde ailelerin büyük kısmında erkeğin aile bütçesine katkısı kadına kıyasla daha fazla olmakla birlikte, aksinin söz konusu olduğu aileler
de mevcuttur. Bu durumda malların bölüşümünde eşlerin aile bütçesine
katkılarının esas alınması, adalet ve hakkaniyet ilkeleri açısından daha
34
Veysel Nargül, “Karı-Koca Mallarının İdaresi Üzerine Mukayeseli Bir Etüd”, İslâm Hukuku
Araştırmaları Dergisi, 20 (2012), 289-316
222
İSLAM VE YORUM VII
uygundur. Yine eşinin vefatı halinde kadınların servetin oluşumuna katkı
sağlamayan diğer varislerle eşit muamele görmesi ve sadece payını almakla yetinmesi adaletli bir bölüşüm yöntemi olarak görünmemektedir.
Bu meselelerde nafaka ve miras kadının hak kaybını telafi edici nitelikte
değildir.35
Günümüzdeki sosyo-ekonomik şartlar perspektifinden meseleyi
farklı bir kritiğe tabi tutarak adalet ve hakkaniyet ilkesine ulaşmayı hedefleyen bu bakış açısı, her ne kadar hüküm olarak farklılaşmayı teklif
etse de bu meselede geleneksel fıkıh doktrininde amaçlanan makâsıdla
aynı neticeyi vermektedir. Bu durum aynı zamanda zaman ve topluma
bağlı olarak değişen ekonomik şartlar ve toplumsal kabullerin fıkhî meselelerin değerlendirilme keyfiyetine olan tesirini bariz bir şekilde ortaya
koymaktadır.
Sonuç
İslâm’ın yaşama tatbik alanını düzenleyen hükümleri konu edinen
fıkıh ilmi, Kur’an ve sünnet ışığında Müslüman toplumlarda gelişen ve
şekillenen bilgi ve tecrübe birikimini, bireysel ve toplumsal yaşam şeklini ifade etmektedir. Metodolojik bir düşünsel faaliyeti ifade eden fıkhî
üretim süreci, birbiriyle harmanlanmış pek çok kural ve ilke çerçevesinde
işlerlik göstermektedir. Fıkhın iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet lafızlarının delalet yönünden, sünnetin ayrıca sübût yönünden zannîlik ifade
edebilmesi, nasların değerlendirilmesinde ve diğer delillerin tatbikinde
esas alınacak metodolojik tercihler, geçmişten günümüze fukahâya naslar
hakkında farklı ve geniş yorumlar yapabilme imkânı vermiştir. Nassın
literal anlamı değişmese de mesajın anlaşılması ile onun hayatın akışı
içinde farklı durumlara nasıl uygulanacağı konusu birbirinden farklıdır.
Bu bağlamda her fakih yaşadığı dönemin penceresinden hayata bakar,
sosyal çevresi ve etrafındaki ilim muhitinden etkilenir, bu tesirle hayatı
algılar ve yorumlar. Bu durum fakihin bir birey olarak toplumsal yaşamın
içinde doğup yetişmesinin kaçınılmaz bir neticesidir. Zira her birey toplumsallaşma sürecinde toplumca benimsenmiş değerleri ve algıyı benimser, içselleştirir. Bundan dolayı fakih metodolojik tercihlerinin yanı sıra
biyografik geçmişi, bilgi ve tecrübe kazanımı, sosyalize olduğu toplumun
35
Hayrettin Karaman, “Karı-Koca Mal Rejimi” (Erişim 27 Şubat 2023). Bu meselede ayrıntılı
bir okuma için bk. Nargül, “Karı-Koca Mallarının İdaresi Üzerine”, 289-316.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
223
kültürü, örfü, iktisâdî şartları, kabulleri ve sosyal gerçeklikleriyle birlikte fıkhî meseleleri değerlendirerek bir neticeye ulaşmaya çalışır. Fıkhî
hüküm de fıkhî üretimde bulunan fukahâ ile gündelik hayat sosyolojisi
arasındaki etkileşimden ortaya çıkar ve dini değil, dinin yorumunu ifade
eder. Toplumsal hayat gerçekleri ve olguları içinde yetişen fakihin, içinde bulunduğu sosyal yapıyı görmezden gelmek gibi bir mazereti yoktur.
Hakikatin tekliğine rağmen tarihsel gerçekliğin ve arka planın değişken
doğaya sahip olması sebebiyle geçmişten günümüze fukahâ yeni olay
ve durumları kendi gözüyle değerlendirmiş ve bundan ötürü literatürde
aynı fıkhî meseleye ilişkin birbirinden farklı hükümler ve yorumlar yerini
almıştır. Genelde pek çok fıkhî hüküm için söz konusu olan bu durum, bu
çalışmada ele alınan kadınlara ilişkin hükümlerde de bariz bir şekilde
etkisini göstermektedir. Bu minvalde çalışmada örnek sadedinde zikredilen meselelerin yanı sıra mefkûdun eşinin boşanması, kadının sünnet
olması, kız çocuğu için takdir edilen akika kurbanının sayısı ve kadına
selam vermek gibi klasik-çağdaş fıkıh literatüründe yer alan diğer pek
çok meselenin yorumlanmasında fukahânın zihinsel olarak etkilendiği
sosyolojik ve iktisâdî şartların, örf ve adetin, fakihin kendi duygu ve birikiminin etkisi vardır. Bu yönüyle klasik veya çağdaş dönem olsun, üretilen
pek çok fıkhî yorumun konjoktürel (tarihsel) bir yönü olduğu söylenebilir.
Kaynakça
Acar, Halil İbrahim, “İslâm Hukukunda Evlenme Ehliyeti Bakımından Küçüklerin Evlendirilmesi Problemi”, Dinî Araştırmalar 6/16 (2003),
125-140.
Acar, Halil İbrahim, İslâm Hukukunda Kadınlara Yönelik Hükümler. İstanbul: Ensar Neşriyat, 2021.
Aktan, Hamza, “Bazı Yanlış Telâkkilerin Kur’an Hakemliğinde Yeniden
Değerlendirilme İhtiyacı”, II. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri. 260279. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2003.
Âlâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed el-Kâsânî, Bedâ’i’u’ṣ-sanâ’i’ fî tertîbi’ş-şerâ’i’, thk. Ali Muhammed Muavvız (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003),
Âmir, Abdullatîf Muhammed, Aḥkâmu’l-mer’e fi’l-ḳıṣâṣ ve’d-diye. Kahire:
Mektebetü Vehbe, 1413/1992.
224
İSLAM VE YORUM VII
Azimli, Mehmet, “Hz. Aişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, İslâmî Araştırmalar Dergisi 16/1 (2003), 28-37.
Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî, es-Sünenü’l-Kübrâ. thk.
Muhammed Abdülkâdir Ata. 11 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003.
Bozbaş, Fatiha, “İslâm Hukukunda Kadının Diyeti Meselesinin Fıkhî Yönden Değerlendirilmesi”, Tasavvur 8/2 (2022), 1615-1654.
Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm, el-Câmi’u’s-Ṣaḥîḥ.
Dımaşk: Dâru İbn Kesîr, 1423/2002.
Buhûtî, Mansûr b. Yûnus b. Salâhiddîn, Keşşafu’l-ḳınân ‘an (metn)i’l-İḳnâ’.
6 Cilt. Beyrut: Dâru Alemi’l-Kütüb, 1403/1983.
Bünyamin Erul, “Hz. Aişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz Mu? On Dokuz Mu?”,
İslâmî Araştırmalar Dergisi 19/4 (2006), 637-649.
Derdîr, Ebü’l-Berekât Ahmed b. Muhammed, eş-Şerḥu’ṣ-ṣaġīr ‘alâ Aḳrebi’l-mesâlik. 4 Cilt. Kahire: Dâru’l-Maarif, ts.
Ebû Dâvûd es-Sicistânî, Süleymân b. el-Eşa‘s b. İshâk, es-Sünen. thk. Şuayb
Arnâûd vd. 6 Cilt. Dımaşk: Dâru’r-risâleti’l-‘Âlemiyye, 1430/2009.
Ebû Şakka, Abdülhalîm, Taḥrîrü’l-mer’e fî ‘aṣri’r-risâle. 6 Cilt. Kuveyt: Dâru’l-Kalem, 1422/2002.
Ettafeyyiş, Muhammed b. Yûsuf b. Îsâ b. Sâlih el-Hafsî, Şerḥu Kitâbi’n-Nîl
ve Şifâ’i’l-’alîl. 17 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Feth, 1372/1972.
Hemûndî, Nûrî Hamâ Saîd Haydar, “Tezvîcu’l-kāsırât beyne’l-fıkıh ve
kānûni’l-ahvâli’ş-şahsiyyeti’l-’Irâkı̄”, The Scientific Journal of Cihan
University 1 /4 (2017), 125-140.
Hırakî, Ebü’l-Kāsım Ömer b. Hüseyn b. Abdillâh, Muḫtaṣaru’l-Ḫıraḳî. tlk.
Muhammed Züheyr Şâviş. Dımaşk: Müessesetü Dâri’s-Selâme, 1378.
İbn Abdülber en-Nemerî, Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed b.
Abdilber, el-Kâfî fi’l-fürû’i’l-Mâlikiyye. thk. Muhammed Madik. 2 Cilt.
Riyad: Mektebetü’r-Riyâdi’l-hadîsiyye, 1398/1978.
İbn Abdülber en-Nemerî, Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed, İbn
Abdülber, et-Temhîd li-mâ fî Muvaṭṭâ mine’l-meânî ve’l-esânîd. thk.
Sa‘îd Ahmed A‘rab vd. 26 Cilt. Muhammediye-Tıtvân: Vezâretü’l-Evkâf
ve’ş-Şüûni’l-İslâmiyye, 1406/1986.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
225
İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb
ez-Züraî, İ’lâmü’l-muvaḳk‘în ‘an rabbi’l-’âlemîn. thk. Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasen. 7 Cilt. Cidde: Dâru İbni’l-Cevzî, 1423.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullâh b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Cemmâilî, el-Muḳnî’. thk. Şuayb Arnâûd. Cidde:
Mektebetü Sevâdî, 1421/2000.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullâh b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Cemmâilî, el-Muġnî. thk. Abullâh Abdülmuhsin
et-Türkî vd. 15 Cilt. Dâru Alemi’l-Kütüb, 1417/1997.
İbn Rüşd, Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Kurtubî,
Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-muḳteṣıd. thk. tlk. Muhammed Subhî
vd. 4 Cilt. Kahire: Mektebetü İbn Teymiyye, 1415.
İbnü’l-Hâcib, Ebû Ömer Cemâlüddîn Osmân b. Ömer b. Ebî Bekr b. Yûnus,
Câmi’u’l-ümmehât. thk. Ebû Abdurrahmân el-Ahdar. Dımaşk: el-Yemâme li’t-Tıbâa ve’n-Neşr, 1419/1998.
İbnü’l-Hümâm, Kemâlüddîn Muhammed b. Abdilvâhid b. Abdihâmid es-Sivâsî, Fetḥu’l-ḳadîr li’l-’âcizi’l-faḳı̄r. nşr. Abdürrezzâk Gâlib el-Mehdî.
10 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003.
Kahraman, Abdullah, “Cami İklimini Solumak ve Cemaate Devam Konusunda Kadınlara Getirilen Yasağın Gerekçesi”, Camii Merkezli Hayat.
31-51. İstanbul: Pelikan Basım, 2013.
Kahraman, Abdullah, “Klâsik Fıkıh Literatüründe Kadının Cemaatle İbadeti Konusundaki Yaklaşımlarda Fitne Söyleminin Rolü- Eleştirel Bir
Bakış-”, Marife 4/2 (2004), 59-80.
Karaman, Hayrettin, “Karı-Koca Mal Rejimi” (Erişim 27 Şubat 2023). https://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat/0193.htm
Kâsânî, Âlâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed, Bedâ’i’u’ṣ-sanâ’i’ fî tertîbi’ş-şerâ’i’. thk. Ali Muhammed Muavvız. 10 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003.
Mâverdî, Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb, Ḥâvi’l-kebîr. thk. tlk.
Ali Muhammed Muavvız. 19 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
1414/1994.
226
İSLAM VE YORUM VII
Merginânî, Ebü’l-Hasen Burhânüddîn Alî b. Ebî Bekr b. Abdilcelîl, el-Hidâye. Naîm Eşref Nûr Muhammed. 8 Cilt. Karaçi: İdâretü’l-Kur’an
ve’l-Ulûmi’l-İslâmiyye, 1417.
Müslim, Ebü’l-Hüseyn b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmi’u’ṣ-sāḥîḥ. 2 Cilt.
Riyad: Dâru Tayyibe, 1427/2006.
Müzenî, Ebû İbrâhîm İsmâîl b. Yahyâ b. İsmâîl, el-Muḫtaṣâr. thk. Muhammed Abdülkâdir Şahin. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1419/1998.
Nargül, Veysel, “Karı-Koca Mallarının İdaresi Üzerine Mukayeseli Bir Etüd”,
İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi 20 (2012), 289-316.
Necefî, Ebû Mecd Rıza b. Muhammed Hüseyn b. Muhammed, Cevâhiru’l-kelâm fî şerḥi şerâ’i’l-İslâm. thk. Haydar ed-Debbâğ. 44 Cilt. by.:
Müessesetü’n-Neşri’l-İslâmî, ts.
Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb, es-Sünen. thk. Hasen Abdülmün‘im Şelebî. 12 Cilt. Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1421/2001.
Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî, el-Mecmu’ şerḥu’l-Müheẕẕeb.
thk. Muhammed Necîb el-Muti‘î. 23 Cilt. Cidde: Mektebetü’l-İrşâd, ts.
Orum, Fatih, “Kur’ân Işığında Küçüklerin Evlendiril(eme)si Meselesi”.
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 19 (2009), 139-158.
Öztürk Kaçmaz, Pelin, Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi. Ankara: Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2021.
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/76353/679695.pdf?sequence=1&isAllowed=y
Sarı, Necmi, “İslâm Öncesi ve Sonrası Dönemde Araplarda Kadın Sünneti”,
İhya Uluslararası İslâm Araştırmaları Dergisi 8/2 (2022), 1031-1064.
Savaş, Rıza, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, Dokuz
Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 9 (1995), 139-144.
Seb‘avî, Dâvud Sâlih Abdullâh, “Mikdâru diyeti’l-Mer’e ve cirâhâtuhâ
fi’l-fıkhi’l-İslâmî”, Mecelletü’l-büḥûs ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye 30 (2013),
171-254.
Selçuk Coşkun, “‘Hadislerin Tarihe Arzı’nın Uygulamadaki Bazı Problemleri”, Ekev Akademi Dergisi 8/20 (2004), 177-196.
Serahsî, Ebû Bekr Şemsü’l-eimme Muhammed b. Ebî Sehl Ahmed, el-Mebsûṭ. 31 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1409/1989.
KADINLARA ILIŞKIN FIKHÎ HÜKÜMLERIN TEŞEKKÜLÜNDE SOSYO-KÜLTÜREL
ŞARTLARIN VE TOPLUMSAL KADIN ALGISININ ROLÜ
227
Süyûtî, Ebü’l-Fazl Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed el-Hudayrî,
el-Câmi’u’ṣ-ṣaġı̄r. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1425/2004.
Şâfiî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İdris, el-Üm. thk. Rıfat Fevzi. 11 Cilt.
Mansura: Dâru’l-Vefâ, 1422/2001.
Şeybânî, Ebû Abdillâh Muhammed b. el-Hasen b. Ferkad, el-Asl. thk. Muhammed Boynukalın. 13 Cilt. Beyrut: Dâru İbn Hazm, 1433/2012.
Şirbînî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. el-Hatîb, Muġni’l-muḥtâc ilâm
ma’rifeti me’âni elfâẓi’l-Minhâc. thk. Muhammed Halîl Aytânî. 4 Cilt.
Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1418/1997.
Taberânî, Ebü’l-Kâsım Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb, el-Mu’cemü’l-kebîr.
thk. Hamdi Abdülmecîd es-Selefî. 25 Cilt. Kahire: Mektebetü İbn Teymiyye, ts.
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA
TANINAN BİR İMTİYAZ: İDAM MAHKUMLARININ
SÜRGÜN EDİLMELERİ
Halit BOZ
Ardahan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Doç. Dr.
https://orcid.org/0000-0003-4480-3166
halit6869@gmail.com
Giriş
Osmanlı Devleti’nde her zaman mühim bir yere sahip olmuş olan
ilmiye sınıfı, süreç içerisinde devlet yönetiminde de ciddi kazanımlar elde
etmişlerdir. Bu kazanımların yüzyıllarca sürdürebilmesinde devlet tarafından kendilerine sağlanmış olan muafiyetlerin de payı vardır. İslâmiyet’in
âlimlere vermiş olduğu önemin bir göstergesi olan bu tutum sonucunda
ilmiye sınıfından olanlar idam, kürek ve müsadere gibi cezalardan muaftılar. Osmanlı Devleti yöneticilerinin ilmiye sınıfına olan teveccühlerinin
bir neticesi olarak idam cezasının verilmediği ulemâ için alternatif olarak
sürgün en tercih edilen cezalandırma yöntemiydi.
Osmanlı toplumu iki temel zümreden oluşmaktaydı. Aynı zamanda
sultanın otoritesini temsil eden ve vergilerden muaf olan yönetici, asker ve
ulemâdan oluşan askeriyye sınıfı; diğeriyse tüccar, çiftçi ve zanaatkârların
dâhil edildiği, reaya tabir edilen vergi mükellefiyeti olan geniş toplumsal
kesimdi.1 İran kaynaklı olan ve bütün rütbe ile statü gruplarının meşruluk kaynağını hükümdardan aldığı bu sistem Abbasî Devleti’nden sonraki
tüm İslâm devletlerinin içtimai yapılarını tayin etmiştir. Osmanlı Devleti’ni
merkeziyetçi bir devlet halinde teşkilatlandıran Fatih Sultan Mehmet ile
birlikte Fars kültürü kökenli bu devlet geleneği hayatın her sahasında kendisini göstermiştir.2 İlmiye sınıfı ile şeyhülislâm, kazasker, nakibüleşraf,
müderris ve kadı gibi ulemâ topluluğu ve bunların oluşturduğu kurum
1
2
Sabri Fehmi Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası (İstanbul: Derin Yayınları,
1991) , 30- 31.
Halil İnalcık, “Sultanizm Üzerine Yorumlar: Max Weber’in Osmanlı Siyasal Sistem Tiplemesi”,
Toplum ve Ekonomi 7 (1994), 13.
230
İSLAM VE YORUM VII
kastedilir. Osmanlı ilmiye sınıfı, daha geniş anlamda İslâmî eğitim kurumu medreselerden mezun olduktan sonra hukuk, eğitim, din hizmetleri
ve bürokrasinin bazı makamlarını dolduran ve çoğunluğu Türklerden
oluşan bir meslek grubuydu.3 İlmiye sınıfı; fetva alanında kaza müftüsünden şeyhülislâma; seyfiyede alay imamından alay müftüsüne; eğitimde
talebeden müderrise, hukuk alanında nahiye naibi ve kaza kadısından
kadıaskerlere kadar olan bir grubu kapsamaktaydı.4 Bu zümre içinde
kamu hizmeti gören kâtipleri, mültezimleri, eminleri, muhassılları, vakıf
mütevellilerini, nazırları, cüz okuyucularını, vaizleri, imamları, hatipleri,
müezzinleri, şeyh ve dervişleri, seyyid ve şerifleri, köprücü, derbentçi,
madenci, tuzcu, atmacacı, doğancı ve sarraflar gibi Osmanlı hanedan
üyeleri için çalışanları da saymak gerekmektedir.5 Öte yandan padişahlarla sürekli irtibatı olan ilmiye mensupları da vardır. Örneğin, şehzade
hocaları ve padişah hocaları; peygamber neslinden gelenlerin kontrolünü
sağlayan nakibüleşrafları; hekimbaşı, müneccimbaşı ile halk nazarında
itibarlı bir konuma sahip şeyhler de ilmiye ricali içinde gösterilmiştir.6
1. Kurumsal Olarak Ulemânın Teşkilatlandırılması
Ulemânın başı olan şeyhülislâmı kendisine bağlayan Fatih Sultan
Mehmed siyasi otoritesine ilave olarak dinî otoriteyi de bu sayede şahsında toplamıştır. Böylece ulemânın işlevi; İslâm’ın öğretilmesi, bürokrat
ihtiyacının karşılanması ve siyasal iktidarın icraatının meşrulaştırmasına
dönüşmüştür.7 Saraydaki Enderun merkezli eğitim sisteminde yetişmiş
olan Osmanlı bürokratları; dinin korunabilmesi için devlet varlığını zorunlu gören bir anlayışa sahiptiler. Bu nedenle ulemâ kaynaklı bile olsa
devletin varlığını tehdit eden hiçbir gelişmeye müsamaha göstermemişlerdir.8 Osmanlı yönetici sınıfı ümera ile ulemânın imtiyazları 15. yüzyıldan
itibaren farklılaşmıştır. Bunun bir neticesi olarak ilmiye mensupları işle3
Mehmet İpşirli, “İlmiye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (Ankara: TDV Yayınları,
2000) , 22/141.
5
Mehmet İpşirli ,“Ehl-i Örf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 10/519-520.
7
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17. yüzyıllar), (İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003) 93-94.
4
6
8
İlhami Yurdakul, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatı’nda Reform (1826-1876), (İstanbul, İletişim
Yayınları, 2008), 17.
Ahmet Köç, “Osmanlı Devleti’nde Yönetici Sınıfın Hayırseverliği” Balıkesir Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.19, (2016), 35/314.
Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset Makaleler 3, der. Tuncay Önder, (İstanbul: İletişim
Yayınlan, 2002), 115-116.
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
231
dikleri bazı suçlardan dolayı cezalardan muaf tutulmuşlardır. Ümeradan
olanlara idam dâhil her tür ceza verilirken, ilmiye mensuplarına verilen
en ağır ceza azil veya sürgüne gönderilme şeklinde olmaktaydı. İlmiye
mensuplarına idam cezası çok ender hallerde verilmiştir. Öte yandan
yönetici sınıfa nazaran ilmiye sınıfının bazı vergilerden muafiyetlerinin
sınırı oldukça geniş tutulmuştur.9
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş zamanlarında İslâm faziletinin örneklerini veren bu sınıfın bazı müntesipleri sonraları ne yazık
ki tefessüh etmiştir. III. Selim, tahta çıktığında Yeniçeri ocağına sirayet
etmiş olan anarşinin ilmiye sınıfına da sirayet ettiğini görmüştür. İlmiyenin yetiştiği öğretim kurumları olan medreselerde disiplin kalmamıştı.
Osmanlı ülkesinin çeşitli bölgelerine tayini olan bazı ulemâ mensupları,
İstanbul’da kalmak için tayin edildikleri yere ihtiyarlıklarını ileri sürerek “naib” adıyla yerlerine vekiller göndermek ruhsatını kullanmışlardır.
Daha genç olan ilmiye mensupları ise İstanbul’da kalabilmek için başka
mazeretler ileri sürerek kendi yerlerine vekil göndermek yoluna tevessül
etmişlerdir. Bu menfi usul, kadılıkların zamanla rüşvet ve iltimasla elde
edilen birer makam hâline gelmesini intaç etmiştir.10
Osmanlılar, ilmiye mensuplarına diğer İslâm devleti yöneticilerine
göre daha fazla saygı göstermişlerdir. Devlet, ulemânın resmî ideolojiyle
bağı sayesinde Osmanlı Müslüman toplumunun yalnız Sünni kimliğini
değil; devletin meşruti karakterini de muhafaza etme garantisini elde
etmiştir. Ulemâ; eğitim ve yargı aracılığıyla müminlerin dini görevlerini
tanımlamak, insani ilişkilerin normlarını tespit etmek ve kültür birliğini
takviye gibi vazifeleri yerine getirmiştir.11 17. yüzyıl başlarından itibaren ilmiye sınıfında tedricî bir surette bozulmalar görülmüştür. İlmiye
sınıfında ehil olmayanların mesleğe girişi gibi aksaklıklar görülmüştür.
Bu yüzyılda ulemânın yozlaşması çoğu layiha yazarı tarafından tenkit
edilmiştir. Yazarlar ulemânın giderek güven kaybına uğramasından dolayı
yeise kapılmışlardır. Artık ulemâya gösterilen devlet ve halk desteği de
zayıflamıştır.12 İlmiye sınıfı amirleri olan şeyhülislâm ve kadıaskerlere
fermanlar gönderilerek bu usulsüz uygulamaların önlenmesi ve yeniden
9
İpşirli, “Ehl-i Örf”, 520.
11
Madeline C. Zilfi, Dindarlık Siyaseti Osmanlı Ulemâsı Klasik Dönem Sonrası, çev. Mehmet
Faruk, (Ankara: Birleşik Yayınevi, 2008) , 2-5.
10
12
İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin
Oluşumu ve Dönüşümü, (Ankara; Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993), 123-131.
Zilfi, Dindarlık Siyaseti Osmanlı Ulemâsı Klasik Dönem Sonrası, 9.
232
İSLAM VE YORUM VII
eski düzenin tesisi istenmiştir. Benzer uyarılar, III. Selim zamanından 1826
yılında Yeniçeriliğin kaldırılışına kadar, yeni çözümler teklif edilen hatt-ı
hümâyunlar ile layihalarda da tekrarlanmıştır. Bu metinlerde ilmiye sınıfının usulsüz uygulamalarından da yakınılmıştır.13
İstanbul’un fethinden sonra ulemânın sağlam bir geleneği oluşmuştur. Kendine has nizamları, derece, yetki ve sorumlulukları ortaya konmuştur. Bu dönemde ilmiye sınıfı en geniş imtiyazlarla da taltif edilmiştir.
Vergi ve cezalarda kendilerine ayrıcalık tanınması yanında çocuklarına
da bazı imtiyazlar tanınmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren
ilmiye sınıfının idam ve müsadereden muaf tutulmuş olması, 18. yüzyıl
ulemâsının imtiyazlarını genişletmek hususunda temel alınmıştır. İdam
edilerek cezalandırılmak asırlar boyunca ulemâ için nadir görülmüş bir
cezalandırma şekliydi. Bunun için de bir usul bulunmuştur. Böylelikle
hem ulemânın kurumsal onuru korunacak hem de onlara sert cezalar
verilebilecekti. Bu yönteme göre önce ulemâ statüsünden tecrit edilip
sonra da cübbe işe sarıkları ellerinden alınacaktı. Sonrasında da vezirlerin idam edildiği gibi idam edilebileceklerdi. 1807 yılında Kazasker
Keçecizade Salih’in damadı ve İstanbul’da müderrislik de yapmakta olan
kadı yardımcısı Abdüllatif, Unkapanı’nda görev yaparken tahıl teminiyle
ilgili bir kavgaya karışmıştı. Abdüllatif Efendi’nin kendisini savunmasına
imkân verilmemiş, ulemâ sınıfından çıkarılarak dinle alakalı olmayan bir
unvan kendisine verilerek Bursa’ya sürülmüş ve ardından orada idam
edilmişti. İdam sonrası başı İstanbul’a ulaştırıldığında Abdüllatif Paşa
askeri vali olarak sergilenmiştir.14
18. yüzyılda artık soy itibariyle birbirine benzer bir ulemâ aristokrasisi türemişti. Bu asırda ilmiyeden bir makama atananlardan yaşı tutmayan ve niteliksiz olanlara sık sık rastlanmaktaydı.15 II. Mahmud’tan
itibaren ilmiye sınıfına farklı bir gözle bakılmıştır. Evkâf-ı Hümâyun Nezareti 1826 yılında kurularak, büyük ölçüde ilmiyenin yararlandığı vakıf
gelirleri devlet bütçesine alınmıştır. Bu uygulamadan o zamana kadar
vakıf gelirleriyle idare edilen medreseler ve dinî hizmetler de büyük zarar
görmüştür. Bu dönemi ise medreselerin kaynaklarının elinden alındığı,
onların gelişmesi için hiçbir teşebbüsün yapılmadığı, bu kurumların adeta
13
14
15
Yurdakul, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatı’nda Reform (1826-1876), 19-21.
Feyzullah Efendi’ye verilen idamla ile ilgili bilgiler için bk. Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, (İstanbul, Dâr üt-tibâ’at ül-’amire Matbaası,1891), C. 8, 197-198.
Zilfi, Dindarlık Siyaseti Osmanlı Ulemâsı Klasik Dönem Sonrası, 28-36
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
233
kendi haline terk edilerek alternatif Batı usulü eğitim kurumlarının öngörüldüğü bir devir takip etmiştir.16
Ulemânın ifa ettiği üç temel görev onları içtimai hayatta ve devlet
yönetiminde diğer zümrelere nazaran ön plana çıkarmıştır.17 Bu üç görevden birincisi eğitimdir. Ulemânın ikinci işlevi yargı yetkisidir. İlmiye
mensuplarının üçüncü fonksiyonu ise yerine getirdiği iftâ görevidir. Müftüler verdikleri fetvalarla dinî ve sosyal hayatta karşılaşılan sorunların çözümüne büyük katkıda bulunmuşlardır. Bu fonksiyonları üstlenen ulemâ,
Osmanlı Devlet ideolojisini biçimlendirmenin yanında onu meşrulaştıran
en mühim sınıf olmuştur.18
Ağır ceza verilmesini gerektiren suçları işleyen ilmiye mensupları
için en çok tercih edilen ceza sürgün olmuştur. Sürgün cezası ağır bir ceza
görülmekle birlikte idam, kürek ve hapis cezaları ile mukayese edildiğinde
daha hafif bir ceza olarak görülmüştür.19 4. Murad, önceki padişahlardan
farklı olarak o zamana kadar “görevden azl olunur ve nefy olunabilir ancak
katl olunmaz” diye malum hükme aykırı bir şekilde ulemâdan bazılarını
sürgün yerine idam ettirmiştir. Tanzimat öncesinde bazı istisnalar dışında
ulemâ sınıfı mensuplarına bu ceza verilmemiştir. Ulemâ sınıfından birisi
katli gerektirecek bir suç işlediğinde buna verilecek ceza umumiyetle
sürgün olmuştur.20
16
17
18
19
20
İpşirli, “İlmiye”, 142-144
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ. (1300-1600), çev. Ruşen Sezer, (İstanbul,
Yapı Kredi Yay., 2003), 178
Yasemin Beyazıt, Osmanlı İlmiyye Mesleğinde İstihdam (XVI. Yüzyıl), (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2014), 7-8.
Suha Oğuz Baytimur, Osmanlı Devleti’nde Hapis ve Sürgün Cezaları (1791–1808), (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Elâzığ, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, 61.
Hezarfen Hüseyin Efendi tarafından hazırlanmış olan kanunnâmede Meşayih-i İslâm’ın icap
ettiği takdirde sürgün dışında bir ceza ile cezalandırılmaması gerektiği belirtilmiştir. Ali
İhsan Karataş, Osmanlı Dönemi Bursa Sürgünleri (18-19. Asırlar), (İstanbul: Emin Yayınları,
2009), 52. 4. Murad hakkında rüşvet ve yolsuzluk iddiaları olan İznik kadısını idam
ettirmiştir. Bu duruma üzülen ve bunu valide sultana bir tezkiresinde duyuran Şeyhülislâm
Ahizâde Hüseyin Efendi’nin, “Kendülerini bedduadan sakınırız. Umulur ki siz kendilere
nasihat buyurup âlimler zümresinin hayır duasını aldırasız; ecdadının hürmet gösterdiği
bu zümreye padişah da hürmet göstere.” sözlerini valide sultan, padişaha ihbar etmişti.
Şeyhülislâm bunun üzerine isyan hazırlığında olmak suçundan dolayı teamüllere aykırı bir
şekilde idam edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bk. Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve
Hukukî Tahlilleri-Osmanlı Hukukuna Giriş ve Fatih Devri Kanunâmeleri, (İstanbul: Osmanlı
Araştırmaları Vakfı, Fey Yayınları, 1992) C. 10, 42-43.
234
2. Ulemâya Verilen Sürgün Cezaları
İSLAM VE YORUM VII
Osmanlı Devleti, sürgün cezasını İslâm hukukunca şartları belirlenen
tazir suçları kapsamında tatbik etmiştir. Klasik çağlarda bazı adi suçlar
için verilen sürgün cezasının süre ve şartlarının açık olmayan bir şekilde
kanunnamelerde yer almıştır. Sürgün cezasının süresi ile şartlarının ortaya konduğu ceza kanunnameleri, hukuki bir çerçeveyle ancak Tanzimat
sonrasında vazedilmiştir. 1838 tarihli “Tarik-i İlmiyeye Dair Ceza Kanunamesi” ile sürgün cezası ilk defa padişah veya sadrazamın hükmüyle
verilen bir ceza olmaktan çıkarılmış, somut bazı suçlara tatbik edilebilir
hâle getirilmiştir. Suç tasnifinin ilk defa yapıldığı en şümullü ceza kanunu
olan 1858 tarihli Ceza Kanunname-i Hümayun ile ne tür suçu işleyenlerin
ne kadar süreyle sürgün edileceği açıklanmıştır. Bu kanun ile birlikte
sürgün cezasının ilk kez tanımı da yapılmıştır. Bu kanun ile birlikte sürgün, muvakkat ve müebbet şeklinde ikiye ayrılarak tanımlanmıştır. Aynı
kanuna göre sürgün cezası; siyasi suçlar yanında rüşvet alma veya verme,
zimmete para geçirme, katl-i nüfus, gasp, ırza tecavüz, isyan, haramları
açıktan işleme gibi suçlarda tatbik edilmeliydi.
İslâm hukuk kaynaklarında daha çok teorik olarak incelenmiş olan
sürgünün Osmanlı pratiğindeki tatbik şekli, dönemin toplumsal hayatını
daha sarih bir şekilde anlamamıza imkân verecektir. 19. yüzyıla gelindiğinde yaşanan savaş ve isyanların meydana getirdiği sarsıntılar toplumsal
yapıyı dönüştürerek suç haritasını kararttığı görülmüştür. Toplumu bir
arada tutmanın yolu; suçluları yerinde cezalandırarak muhalefet cephesini tahkim etmekten geçmediği, bunun yerine ıslah olmaları için onları
bulundukları çevrelerden uzak tutmaktan geçtiği düşünülmeye başlanmıştı. Fıkıh sistematiğinde sürgün, hadd ve tazir yönü olan bir cezadır.
Sürgün cezası, hadd-i şer’î suçlara21 olduğu gibi yöneticilerin takdirine
bırakılmış olan tazir suçlarına da uygulanmaktaydı. Bu yönüyle de sürgün
cezası çok sayıda suç ya da suç grubuna tatbik edilebilecek olan bir ceza
türüdür.22 Osmanlı vesikalarında sürgünü ifade etmek için bazen nefyle
birlikte “nefy ü iclâ”, bazen de yalnızca tağrib, iclâ ve teb’îd kelimeleri
21
22
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu, (İstanbul; Bilmen
Yayınları,1967), C.3, 290.
Osman Köksal, “Osmanlı Hukukunda Bir Ceza Olarak Sürgün ve İki Osmanlı Sultanının
Sürgünle İlgili Hatt-ı Hümâyunları”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 19, (Ankara; 2006), 288.
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
235
kullanılmıştır.23 Bunlar yanı sıra sürgün cezasının karşılığı olarak; “nefy
ü irsâl”, “sarf u tahvîl” ve “tahvîl-i memuriyet” ifadeleri de belgelerde
geçmektedir.24 Sürgün sözcüğü yerine kalebend, ikamete memur, ikamete
mecbur ve inhâ gibi kelimeler de tercih edilmiştir. Sürgüne kelimesinin
tam tersi olan af ve salıverilmelerde ise afv ü ıtlak, ıtlak, ıtlak-ı sebil, sebil
veya sebilîn kelimeleri tercih edilmiştir.25
2.1. Ulemâdan Laz Ali’nin Sahte Paşalığı Sonrası Tecziyesi
Görev yaptığı İstanbul’dan yola çıkarak Anadolu’da kendisini çeşitli
unvanlarla paşa veya vezir olarak tanıtan ulemâ kökenli Laz Ali, etrafına
topladığı emekli askerler ile birçok devlet yetkilisi ve halkı kandırmıştır.
Yaptığı hilelerle gezdiği yerlerin mahalli yöneticilerinden pahalı hediyeler toplayan bu kişi en sonunda Zile’de ele geçirilmişti. Laz Ali, ulemâ
mensubu olması ve bazı devlet adamlarının tavassutuyla idam edilmemiş,
küreğe konmamıştır. Bunun yerine bunlardan daha hafif bir ceza olan
sürgünle cezalandırılmıştır (16 Nisan 1836).26
Laz Ali, padişahın fermanı gereğince Trabzon’a sadrazam kavaslarından Hasan Ağa refakatinde sürülmüştür. O, daha ağır cezalara çarptırılabilecek iken ilmiye mensubu olmasından dolayı bu yol tercih edilmiştir.
Trabzon naibinin İstanbul’a gönderdiği ilamında yazdığına göre Laz Ali, o
sırada Trabzon’da Memiş Paşa tarafından ikamet ettirilmiştir (22 Haziran
1836).27 19. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen bu olay; Tanzimat Devri
öncesinde ulemânın itibarının eskisi kadar olmasa da devam etmekte
olduğunu ispat etmiştir. İstanbul ulemâsından Laz Ali’nin, paşa kıyafeti
içerisinde gezdiği Anadolu’da servetine servet katması; ilmiye sınıfının
idam ve kürek cezasından muaf olmasından dolayı rahat hareket etmesinin de sebep olduğu bir gerçektir. Hilesi ortaya çıktıktan sonra birilerinin
araya girmesi ve kendisinin nihayetinde sürgünle tecziye olunması da bu
düşüncesinde ne denli haklı olduğunu ispat eder.
23
Ali İhsan Karataş, Osmanlı Dönemi Bursa Sürgünleri (18-19. Asırlar), (İstanbul; Emin Yayınları, 2009),15.
25
Abdullah Acehan, “Osmanlı Devleti’nin Sürgün Politikası ve Sürgün Yerleri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Volume 1/5, (Fall 2008),13.
24
26
27
M. Çağatay Uluçay, “Sürgünler, Yeni ve Yakın Çağlarda Manisa’ya ve Manisa’dan Sürülenler”,
Belleten, C.15, (Ekim 1951), 510.
Osmanlı Arşivi (BOA) Hatt-ı Hümâyûn [HAT_1234_48021_A.]
Osmanlı Arşivi (BOA), Cevdet Zabtiye [C_ZB_29_1410_01].
236
İSLAM VE YORUM VII
2.2. İhtilal-i Azîm (Büyük İsyan) Elebaşlarından Sivas
Müftüsünün Sürgün Edilmesi
Sivas sancak merkezini karıştıran olaylar, Sivas’ın sayılı eşrafından olan Kenanoğlu Ahmed’in 1815 yılında Mehmed isimli mültezimi
öldürerek mal varlığına el koymasıyla başlamıştır. Maktulün kardeşleri
bunun üzerine İstanbul’a bir dilekçe yazarak hadisenin kadı tarafından
araştırılmasını talep etmişlerdir.28 Hadisenin mahkemece tahkik edilmesi
sonucunda iddia sahibi kardeşlerin haklı olduğu yapılan soruşturmalar
neticesinde ortaya çıkmıştı. Kenanoğlu’ndan mağdurların hakkını teslim
etmesi istendiğinde buna yanaşmamış, Sivas sakinlerinden Mütevellioğlu
Mahmud’u da yanına alarak bazı tahsilât işleri içi o bölgede bulunan görevlileri bahane ederek topladığı birtakım insanlarla mahkemeye hücum
etmişti.29 Sonrasında kalabalık bir toplulukla vali sarayını kuşatarak binayı
kurşun yağmuruna tutmuş, bazı bezzaz esnafının ölümüne bazılarının ise
yaralanmasına sebep olmuştu.
Şehirdeki isyan Sivas valisi ve bölgeden gönderilmiş olan tatar tarafından haber verilmişti. Devletin atadığı validen şikâyetçi olan ahalinin
bunu bildirmeleri gerekirken isyan etmeleri onların itham edilmelerini gerektirmiştir. Başlangıçta Sivas halkının hatalı olduğunu düşünen Osmanlı
Devleti ricali, bu hassas meseleyle ilgili araştırma yapması için gayretli
Kapıcıbaşı Kâşif Ömer’i tayin etmişlerdir. Kendisine isyanın söndürülmesi
konusunda yardımcı olmaları için Trabzon valisine, Çorum mutasarrıfına,
Bozok mütesellimine, Maaden-i hümayûn eminine ve Tokat voyvodasına
da ayrı ayrı emirler gönderilmiştir. Kenanoğlu ve Mütevellioğlu’nun sürgün edilmeleri konusunda elinde iki ayrı ferman olan30 Kâşif Ömer’den
de seri bir şekilde İstanbul’dan çıkarak bölgeye gitmesi istenmiştir. Kapı28
29
30
Olaylar, Kenanoğlu’nun Mültezim Mehmed’i tüfenkle vurarak öldürmesi, sonrasında 9 bin
kuruşluk mal ve eşyasına el koymasıyla patlak vermiştir. Tahkikat sonucunda suçlunun
meblağı tazminine karar verilse de Kenanoğlu buna yanaşmamıştır. Âdet-i ağnam vergisi
ile mübayaa vergilerini de ödemeyeceğini ilan etmiş, topladıkları birtakım insanla mahkemeyi basarak kadıyı mahkemeden tekme tokat atarak kürkünü paramparça ederek kendi mahallerine götürmüşlerdi. İlgili belge için bk. Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn
[HAT_78_3242_01].
Sivas’ta idam olunan Osman Paşa’nın zimmetini tahsil etmek için gönderilmiş olan üç özel
silahşöran-ı hassa üyesi mahkemede çalışırken toplanan bazı kişiler mahkemeyi basmışlar
ve kadıyı makamından sürükleyerek götürmüşlerdi. Orada çalışanlara da engel olmuşlardır.
İlgili belge için bk. Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_79_3272_01.]
Sivas’ta asayişi ihlal edenlerden Kenanoğlu Ahmed’in Kıbrıs’a, Mütevellioğlu Mahmud’un Rodos’a sürgün edilmesi Ömer Kâşif için bu konudaki masrafları için 5 bin kuruş
harcırahın ödenmesi de istenir. İlgili belge için bk. Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn
[HAT_282_16836_01].
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
237
cıbaşı Kâşif Ömer’den bu konuyu ayrıntılı bir şekilde tahkik ederek isyan
ateşinin söndürülmesine çalışması beklenir. Olayın üzerine giderek bahsedilenlerin sürgüne gönderilmesi hususuna gayret göstermesi ve durumu
payitahta yazması (5 Temmuz 1818) da görevleri arasındadır. Ferman,
Sivas kadısına ancak 18 Ağustos 1818 tarihinde ulaşmıştır.31 Sivas ahalisi
ise o sıralarda Müslümanı ve gayrimüslimiyle, yaşlısı ve genciyle, cahili
ve ulemâsıyla 7-8 bin kişiyle Sivas’taki kale ve sarayında Vali Hacı Ali Paşa’yı muhasara etmişlerdi. Tokat’a ulaştığında olayın korkunç boyutlarını
duyan ve bu yüzden Sivas’a gitmeyi tehir eden özel görevli Kâşif Ömer
Ağa buradan Sivas valisine, ahali arasında bulunan Alaaddin Paşa’ya, cemiyet ileri gelenlerinden olan Müftü Mehmed Nurullah Efendi’ye, Mütevellioğlu ve sair kişilere mektuplar yazarak yardımcısı ile göndermiştir.
Fakat olayın seline kapılmış olan insanlar bunlara el koyarak bu kişilere
ulaşmasını engeller. Halkın, valinin saraydan çıkmasına rızaları olmadığı
haberleri de bu arada ulaşmıştır. Kâşif Ömer bu fitne ateşinin kolay kolay sönmeyeceğini, hatta etraf şehirlere etki edeceğini düşündüğünden
yardımcısını İstanbul’a göndermiştir. Anadolu’nun merkezinde bulunan
Sivas eyaletindeki bu isyanın çevreye de sirayet edeceğinden endişelenen
Osmanlı yöneticileri, gelen felaket haberleri üzerine çevredeki paşalardan
askerleriyle olaya acilen müdahale etmelerini ister (19 Ekim 1819).32
Osmanlı paşasına isyan eden ve bu yüzden devletle karşı karşıya
gelen Sivas ahalisinin Kâşif Ömer Ağa’ya yazdığı ise şehir insanlarının
yaşadığı hâlet-i ruhiyeyi yansıtmaktaydı. Valinin, Sivas sakinleri arasından kethüda atadığı Seyyid İbrahim Said ile Konya’dan bulup getirttiği
Delilbaşı Kör İbrahim ahaliye zulmetmekteydiler.33 Bu ikisinin fukaraya
yaptığı zulüm tahammül edilemeyecek raddeye ulaşmıştı. Ve durum Dersaâdet’e yazıldığı yine burada ifade edilmekteydi. Halk, paşanın değişimini
umduğu yerde kendilerinden onun hüsn-ü hâliyle ilgili mahzar ve ilam
yazmaları talep edilmişti. Bunu ise bir türlü içlerine sindirememişlerdi.
Sırf bu yüzden şehir kadısının yanına giderek ondan ilâm yazmamasını istemişlerdi. Anlaşamayınca da onu Şems-i Aziz tekkesinde alıkoymuşlardı.
Bu cebri harekete karşın vali de yanına aldığı 50-60 kadar askerle kadıyı
tekkeden çıkararak sarayına götürmüştü. Sonrasında ise ancak savaşta
31
32
33
Osmanlı Arşivi (BOA), Sivas Şer’iye Sicilleri [SŞS, 11, 7-2].
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_660_32205_01].
İlhan Ege, “Sivas’ta Gizli Kalmış Bir İsyan” Prof. Dr. Necmi Ülker’e Armağan, İzmir 2008.
238
İSLAM VE YORUM VII
rastlanabilecek şekilde ahali üzerine top, tüfek, humbara ve fişekler ile
gece gündüz ateş edilmesine emretmişti. Bu meşum olaylar esnasında
ise 40 kişiden ziyade ölü ve o sayıda yaralıların olduğunu dile getiren
ahali, valinin daha da ileri giderek etraftaki aşiret ve eşkıyaları da kışkırttığını iddia etmekteydiler. Bunları çevre yerleşim yerleri ile yolculara
saldırtarak eşyalarını yağmalattığı ve hatta bazılarını da katlettiğini ileri
sürülmekteydi.34
Sivaslıların çoğunluğu gibi şehir müftüsünün de karıştığı bu isyana
dair padişah da veziriazamı ile yazışmış, bu metinlerde olayın ayrıntıları
da dile getirilmişti. İsyanı bastırmak için ilk harekete geçen Karaman
valisi Celal Paşa (2 Ağustos 1818) olmuştur. Halkı isyana teşvik etmiş
olan Mütevellioğlu, Kenanoğlu ve müftünün cezalandırılmaları elzemdi.
İsyana manevi rehberlik eden müftünün sürgüne gönderilmesi ile ilgili
ise şeyhülislâmın erbâb-ı şurâ ile toplanarak karar alması gerekmekteydi.
Sivas ihtilaliyle ilgili görevlendirilen Karaman valisi Celal Paşa beş bin
kişilik askeri ile hareket etmişti. İsyanın bastırılmasından sonra Kenanoğlu ve Mütevellioğlu ile birlikte hareket etmiş olan Sivas müftüsünün
de azledilerek yerine Sivas müderrislerinden birinin müftülüğe seçilmesi,
sonrasında müftünün de sürgün edilmesi için bir mübaşirin görevlendirilmesi istenmiştir.35 Ahalinin isyanını başlatanların sürgün edilmesi
padişahın iradesi olduğu, bunların dışında hiçbir kimsenin burnunun
dahi kanamasına padişahın rızasının olmadığı da Sivas halkına iletilmiştir.
Bunların sürgün edilmesine mâni olunmaması, engel olanlara da gereken
cezanın verilmesi ilgili vezirlere bildirilmiştir.36
Kâşif Ömer Ağa sadarete yazmış olduğu yazısında; isyanının çıkış
nedenlerini bulmak için İstanbul’dan ayrıldıktan 9 gün sonra Tokat’a
vardığını; orada yaptığı araştırma sonucunda ahalinin paşayı 45 gündür
kalesinde muhasara ettiğini duyduğunu, paşanın kaledeki sarayına sığınmış olduğunu aktarmıştır. Tokat’tan Sivas’ın ileri gelenlerine nasihatler
içeren mektuplar yazmıştır. Fakat Vali Ali Paşa’ya yazılan mektup ise isyancıların eline geçmiştir.37
34
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_664_32298_E_01].
37
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_664_32298_C_01].
35
36
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_666_32420_01].
(BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_666_32420_01].
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
239
İstanbul’a ulaşmış olan Tatar Ahmet’in verdiği bilgiler ise isyanın
farklı boyutlarını ortaya koymaktadır. Sivas’ta temel besin maddelerinden
olan et ve yağın kıt bulunması ve bunların günden güne fiyatlarının yükselişi, Sivas valisi tarafından bazı tedbirlerin alınmasını zorunlu kılmıştı.
Şehir valisi ilk olarak Sivas ayanından Kenanoğlu ve Mütevellioğlu’nu
nezdine çağırmış ve bu konuda onları azarlamıştı. Valinin payladığı bu
şahıslar paşa kapısından çıktıkları gibi ahaliyi ayaklandırarak dükkânları
kapattırmış, kepenkleri indirtmişlerdi. Topluluk gittikçe kalabalıklaşarak
mahkemeye hücum etmiş ve kadıyı ilam yazamaması için yanlarında götürmek istemişlerdi. Kadı, onları dinlemeyince de sakalının bir tarafını
koparıp aşağılamaya başlamışlardı. Vali, kadının Şems-i Sivasî zaviyesine
hapsedildiğini duyar duymaz harekete geçmiş ve kadıyı ellerinden kurtarmıştı. Vali kalesine dönerken maiyetinden birkaçı da kurşunla öldürülmüştür. Olayların yatışması isteyen vali onlara hocasını göndermiş,
eylemlerine son vermelerini istemiştir. Ancak oralı olmayan isyancılar
hocayı da yaralayarak saraya göndermişlerdir. Saray 3 binden fazla insan
tarafından ablukaya alınarak harem ve selam dairesi top ateşiyle yıkılmıştı. Valinin adamlarından 10-15 tanesi yaralanmış, kimi de ölmüştür.
İsyana kalkmış olan ahalinin tek isteği valinin sarayından çıkarak şehri
terk etmesiydi. Fakat vali direniyor ve geri adım atmıyordu. Olayları aktaran tatar, Sivas’tan seri bir şekilde altı günde geldiğini de yazısında
beyan eder.38
Seri bir şekilde hareket etmiş olan Karahisar-ı Sahip sancağı mutasarrıfı Lütfullah Paşa (8 Ağustos 1818) Yozgat’tan hareket ederek Kâşif Ömer
Ağa ile Sivas’ta buluşmuşlardı. Kendi memleketi de olan Sivas’ı kuşattıktan
sonra padişah fermanını şehrin ileri gelenlerine göndermişti. İkili, fermanda geçtiği üzere sürgün emri verilen kişilerin kendilerine teslimini,
halkın da isyandan vazgeçerek metrislerini yıkmalarını isterler. Emre itaat
edilmediği taktirde yedi yaşından büyüklerin cezalandırılacaklarını da
eklerler. Osmanlı Devleti’ni karşısına almak anlamına gelen bu isyandan
vazgeçen Sivas halkı, pişmanlıklarını bildirirler. Ahali emre itaat ederek
isyanın elebaşlarını teslim ederler. İsyanın elebaşı olanlar görevli mübaşirler eşliğinde menfalarına doğru yola çıkarılırlar (8 Ağustos 1818).39
38
39
(BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_79_3272_A_01].
(BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_664_32291_01].
240
İSLAM VE YORUM VII
İsyanın en önemli mağdurlarından olan Hacı Ali Paşa ise İstanbul’a
yazdığı mektubunda ihtilalin seyrini özetlemiş ve isyanın sona erdiğini
haber vermiştir. Vali, isyana 7-8 bin insanın katıldığını tahmin etmekteydi.
Kaledeki asker ve gülamı ile muhasaraya aç bir şekilde 45 gün boyunca
karşı koymuştu. Kâşif Ömer Ağa’nın Tokat’tan yaptığı nasihatlerin isyanın
sonlandırmadığını gördüğünde topladığı Tokat, Artukabad ve Kazâabad
askeriyle Pirkinik köyüne konuşlanmıştır.40 Ertesi gün Lütfullah Paşa oraya gelmiş, askerleriyle savaş vaziyeti almıştır.41 Sivas isyanının elebaşlarının bir kısmı daha etkisiz hâle getirildikten birkaç gün sonra Sivas’ta
otorite sağlanmıştı.42
Sivas müftüsünün ihtilalde parmağı olduğu tahkikat sonucu ortaya
çıkmıştı. Kâşif Ömer Ağa ile Sivas ve Kütahya kadılarına bu durum ayrı
ayrı yazılmıştı. Şeyhülislâm Mekkizade Mustafa Asım, müftünün suçuna
karşılık Kütahya’ya sürgün edilmesi için emr-i şerif yazılmasını talep etmişti. Bunun üzerine çıkan ferman üzerine müftünün yakalanarak Divan-ı
Hümayun çavuşlarından Cezayirli Seyyid Ahmed Çavuş’a teslim edilerek
Kütahya’ya doğru yola çıkarılması istenmiştir. Kütahya kadısından ise
müftüyü şehirlerine geldiğinde menfiyyen ikamet ettirmesi (18 Ağustos
1818) istenmiştir.43 Müftünün çavuşa teslim edilerek savb-i memuriyetine44 doğru yola çıkarıldığı Kâşif Ömer Ağa tarafından sadarete haber
verilmiştir (25 Ağustos 1818).45 İsyan bastırıldıktan sonra görevden alınacak olan Hacı Ali Paşa, isyandaki 30 elebaşını idam ettirir ve 9 tanesinin
başını İstanbul’a sergilenmesi için gönderir.46
40
41
42
43
44
45
46
Kâşif Ömer Ağa’nın mektubunda ise asilerin valinin sarayına tüfekle ateş ettiklerini, buna
karşılık verildiğini; aç ve susuz bir şekilde buna mukavemet eden askerlerin başında valinin
teslim olmaktansa şehadeti seçtiğinin karşı tarafa bildirildiğini ifade eder. Kendisinin de
Tokat ve civarından topladığı asker ve 3-5 bin nefer süvari ve piyade ile Sivas’a ulaştığını
belirtir. bk. Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_78_3251_01].
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_78_3233_01].
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_503_24714]
Osmanlı Arşivi (BOA), Bâb-ı Âsafî Defterleri Kataloğu’ndaki Kalebend Defterleri [A_{DVNSKLB_d_00035_00035]. Ayrıca bk. Osmanlı Arşivi (BOA), SŞS, 11, 10-2.
Burada müftünün sürgün edilirken “savb-i memuriyet”i ifadesinin kullanılması müftünün
sürgününe diğerlerinin sürgününden ayrı vasıfta bir uzaklaştırma yöntemi olarak
bakıldığını gösteriyor. Cezanın daha iyi şartlarda icra edileceğini de gösteriyor.
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_500_24500_01].
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_679_33102_01].
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
241
İhtilal sonrasında Kıbrıs’a sürgün edilmiş olan Mütevellioğlu burada
boğdurularak idam edilmiştir (28 Ekim 1818).47 Rodos kadısı ise yazdığı
ilamda isyanın ilk fitilini yakmış olan Kenanzade Ahmed’in idam edildiği
bilgisini paylaşmıştır. Suçlu idam edilerek kesik başı İstanbul’a teslim
edilmesi için Nuri Haseki görevlendirilmiştir (19 Ekim 1818).48 12 Eylül
1818 tarihinde sürgün yeri olan Kütahya’da yerleştirilen müftüyle ilgili
Kütahya naibine Nasuhzade Mehmed’in her ne kadar işlediği suçtan dolayı
sürgün edilmiş olsa da kendisinin ehl-i ırz ve hakayık-ı şinas bir insan
olduğu yazılmıştır. Menfasında sefalet içerisinde kalmış olduğu ifade ediliyordu. Memleketinde re’isül-va’iz olan babasının vefat etmesinden sonra
işleri de ortada kalmıştı. Kardeşleri, müftünün affı hususunu padişahtan
talep etmesini o sırada Sivas valisi olan Hacı Mehmed Behram Paşa’dan
istirham etmişlerdir. II. Mahmut ise mübarek günler hürmetine müftünün
affedilmesini Şeyhülislâm Hacı Halil’in de istediğini yazmıştır. Sürgün
müftünün tahliyesi için Kütahya naibine yazılan ferman 9 Ağustos 1820
tarihinde yerine ulaşmıştır.49 Ancak müftünün serbest kalması mümkün
olmamıştı. Çünkü vefat etmiş olan müftünün daha sonra muhallefatının
zaptı için Dergâh-ı Âli kapıcıbaşı Esad Ağa görevlendirilmişti.50
2.3. Beldenin İhtilaline Mucip Hareketinden Dolayı Sürgün
Edilen Ankara Müftüsü
Ankara’da türbesi olan Hacı Bayram-ı Velî’nin soyundan gelen ve
hangâhında şeyhlik görevinde bulunan Şeyh Seyyid Mehmed Said Efendi
aynı zamanda Ankara müftüsüydü. Müftünün beldenin ihtilaline sebep
olmasından ötürü Sivas’a sürgün edilmesi Şeyhülislâm Yasincizade Seyyid Abdülvehhab tarafından teklif edilmiştir. Bunun üzerine müftünün
Divan-ı Hümayun çavuşlarından Seyyid Hacı Osman Çavuş gözetiminde
Sivas’a nefy edilmesine dair ferman 19 Temmuz 1822 tarihinde Ankara
kadısına gönderilmiştir. Müftünün Sivas’a vardıktan sonra menfiyyen ika47
Osmanlı Arşivi (BOA), Cevdet Zabtiye [C_ZB_27_1313_01].
50
Osmanlı Arşivi (BOA) Hatt-ı Hümâyûn [HAT_500_24506_01].
48
49
Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümâyûn [HAT_1542_39_01].
Osmanlı Arşivi (BOA), Bâb-ı Âsafî Defterleri Kataloğu’ndaki Kalebend Defterleri [A.{DVNSKLB_d_00036_00044]. Sivas valisi Behram Paşa’nın kapı kethüdasına gönderdiği iki kıt’a
şukkasında, olduğu sebebiyle affedilmesi için müracaat edildiğinde II. Mahmud’un cevabı,
“Eyyâm-ı mübarekeye hürmeten itlak oluna”, şeklinde olmuştur. Bk. Osmanlı Arşivi (BOA),
Hatt-ı Hümâyûn [HAT_1327_51788_01].
242
İSLAM VE YORUM VII
met ettirildiğini yazan Sivas kadısının ilamı ise 7 Ağustos 1822 tarihinde
İstanbul’a ulaşmıştı.51
Ankara müftüsünün “hasbel-beşeriye” işlemiş olduğu suçtan dolayı
menfasında pişman olduğu görülmüştü. Şeyhlerinin sürgün edilmesinden
sonra dergâhın bağlıları padişaha bir arzuhâl yazarak kimsesiz kalmış
olduklarını, bunun için ise mürşitlerinin affını talep etmişlerdir. Çektiği
ceza sonrasında müftünün kanunları bir daha çiğnememesi ve vazifesi
dışında işlere karışmaması şartıyla sürgünden affedilerek ıtlakı hususunda emr-i şerif yazılmasını Şeyhülislâm Yasincizade Abdülvehhab’ın
da teklif etmesiyle beklenen ferman çıkmıştır. Sivas kadısına yazılan 16
Ekim 1822 tarihli emirde Ankara müftüsünün “şart-ı mezkûrla” sürgün
cezasından tahliyesi istenir.52
Sonuç
Osmanlı Devleti’nde uygulanan tazir cezalarından olan sürgün cezası
zaman zaman ilmiye mensuplarına da tatbik edilmiştir. Siyaset ve idam
cezalarını ilmiye sınıfı mensuplarına ender tatbik etmiş olan Osmanlılar,
ağır bir suç işlemiş olan müftüleri bir süreliğine sürgüne göndermekle
orta yolu bulmuştur. Muvakkat sürgünün müebbet sürgün yerine tercih
edildiği bu gibi durumlarda diğer sürgün suçlularından farklı olarak savb-i memuriyet formülüyle farklı bir bakış açısıyla onları zorunlu ikamete
mahkûm etmek şeklinde bir yol geliştirmişlerdir. Bu yolun tercih edilmesinde ilmiye sınıfının toplum nezdindeki itibarı kadar, sahip oldukları
ilim rütbesine gösterilen saygı da bunda etkili olmuştur. İncelediğimiz
belgelerde sürgün edilen ilmiye mensuplarının birçoğunun siyasi suçlara
iştirak ederek toplumu isyana teşvik ettikleri görülmüştür. Müslüman
ahali üzerindeki dinî otoritelerini menfi anlamda kullanan bazı ilmiye
mensuplarının meslekleri dışında işlerle meşgul oldukları için de sürgün
edildikleri olmuştur. Örneğin yanlış fetva vermekten dolayı veyahut mesleğiyle yakışmayan davranışlarda bulundukları için de tecziye edilmişlerdir. Sürgün mahallinde yaşarken devlet adamlarının araya girmesi veya
mahallin sakinleri tarafından aflarının talep edilmesi sonucunda ilmiye
mensuplarının afları çoğunlukla padişahın onayıyla gerçekleşmiştir. İlmiye
51
52
Osmanlı Arşivi (BOA) Bâb-ı Âsafî Defterleri Kataloğu’ndaki Kalebend Defterleri, [A_{DVNSKLB_d_00036_0013]. Ayrıca bk. Osmanlı Arşivi (BOA), Sivas Şer’iye Sicilleri [SŞS, 12, 38-1].
Osmanlı Arşivi (BOA), Bâb-ı Âsafî Defterleri Kataloğu’ndaki Kalebend Defterleri, [A_{DVNSKLB_d_00036_00142]. Ayrıca bk. Osmanlı Arşivi (BOA), Sivas Şer’iye Sicilleri [SŞS, 12/40-2].
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
243
mensupları ile aynı suçu işleyenlerin eylemi bazen idamla son bulurken
buna karşılık ulemâ mensuplarının ıslah-ı nefs etmeleri için bir yerlere
sürgün edilmeleriyle yetinilmiştir. Bazen dinî günlerin hürmetine, bazen
de yaşlılık veya hastalık gibi sebeplerle affedildiklerini gördüğümüz ilmiye
mensuplarının çoğunluğu eski görevine dönmemiştir.
Kaynakça
Acehan, Abdullah. “Osmanlı Devleti’nin Sürgün Politikası ve Sürgün
Yerleri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Volume 1/5, (Fall
2008),13.
Ahmed Cevdet Paşa. Tarih-i Cevdet, (İstanbul, Dâr üt-tibâ’at ül-’amire
Matbaası,1891), C. 8.
Akgündüz, Ahmed. Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri-Osmanlı Hukukuna Giriş ve Fatih Devri Kanunâmeleri, (İstanbul: Osmanlı
Araştırmaları Vakfı, Fey Yayınları, 1992) C. 10.
Baytimur, Suha Oğuz. Osmanlı Devleti’nde Hapis ve Sürgün Cezaları (1791–
1808), (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Elâzığ, Fırat Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2011, 61.
Beyazıt, Yasemin. Osmanlı İlmiyye Mesleğinde İstihdam (XVI. Yüzyıl), (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2014).
Bilmen, Ömer Nasuhi. Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu,
(İstanbul; Bilmen Yayınları,1967), C.3.
Ege, İlhan. “Sivas’ta Gizli Kalmış Bir İsyan” Prof. Dr. Necmi Ülker’e Armağan, İzmir 2008.
İnalcık, Halil. “Sultanizm Üzerine Yorumlar: Max Weber’in Osmanlı Siyasal
Sistem Tiplemesi”, Toplum ve Ekonomi 7 (1994), 13.
İnalcık, Halil. Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ. (1300-1600), çev. Ruşen
Sezer, (İstanbul, Yapı Kredi Yay., 2003).
İpşirli, Mehmet. “İlmiye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (Ankara: TDV Yayınları, 2000) , 22/141.
İpşirli, Mehmet. “Ehl-i Örf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 10/519-520.
Karataş, Ali İhsan. Osmanlı Dönemi Bursa Sürgünleri (18-19. Asırlar), (İstanbul; Emin Yayınları, 2009).
244
İSLAM VE YORUM VII
Köç, Ahmet. “Osmanlı Devleti’nde Yönetici Sınıfın Hayırseverliği” Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.19, (2016), 35/314.
Köksal, Osman. “Osmanlı Hukukunda Bir Ceza Olarak Sürgün ve İki Osmanlı Sultanının Sürgünle İlgili Hatt-ı Hümâyunları”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 19,
(Ankara; 2006), 288.
Mardin, Şerif. Türkiye’de Din ve Siyaset Makaleler 3, der. Tuncay Önder,
(İstanbul: İletişim Yayınlan, 2002).
Ocak, Ahmet Yaşar. Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17.
yüzyıllar), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003).
Tekeli, İlhan ve İlkin, Selim. Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi
Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, (Ankara; Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993).
Uluçay, M. Çağatay. “Sürgünler, Yeni ve Yakın Çağlarda Manisa’ya ve Manisa’dan Sürülenler”, Belleten, C.15, (Ekim 1951), 510.
Ülgener, Sabri Fehmi. İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası (İstanbul: Derin Yayınları, 1991).
Yurdakul, İlhami. Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatı’nda Reform (1826-1876),
(İstanbul, İletişim Yayınları, 2008).
Zilfi, Madeline C. Dindarlık Siyaseti Osmanlı Ulemâsı Klasik Dönem Sonrası,
çev. Mehmet Faruk, (Ankara: Birleşik Yayınevi, 2008).
Arşiv Belgeleri
BOA, Osmanlı Arşivi. Bâb-ı Âsafî Defterleri Kataloğu’ndaki Kalebend Defterleri, [A_{DVNSKLB_d]. 00036_0013].
BOA, Osmanlı Arşivi. Bâb-ı Âsafî Defterleri Kataloğu’ndaki Kalebend Defterleri [A.{DVNSKLB_d].00036_00044].
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No.78, Gömlek No. 3242.01
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT], No. 78, Gömlek No. 3251.01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 79, Gömlek No. 3272.01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 79, Gömlek No. 3272.A.01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 282, Gömlek No.
16836.01.
OSMANLI DEVLETİ’NDE İLMİYE MENSUPLARINA TANINAN BİR İMTİYAZ:
İDAM MAHKUMLARININ SÜRGÜN EDİLMELERİ
245
BOA, Osmanlı Arşivi.Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 500, Gömlek No. 24500.
01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 660, Gömlek No.
32205.01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 664, Gömlek No.
32298_E_01.
BOA, Osmanlı Arşivi.Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 664, Gömlek No.
32298_C_01.
BOA, Osmanlı Arşivi.Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 664, Gömlek No. 32291. 01
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 666, Gömlek No. 32420.
01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 1234, Gömlek No.
48021.A.
BOA, Osmanlı Arşivi.Hatt-ı Hümâyûn [HAT], No. 1327, Gömlek No.
51788_01].
BOA, Osmanlı Arşivi. Hatt-ı Hümâyûn [HAT]. No. 1542, Gömlek No. 39_01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Cevdet Zabtiye [C_ZB] _No. 27, Gömlek No. 1313.01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Cevdet Zabtiye [C_ZB]. No.29, Gömlek No. 1410.01.
BOA, Osmanlı Arşivi. Sivas Şer’iye Sicilleri [SŞS]. 11/7-2.
BOA, Osmanlı Arşivi. Sivas Şer’iye Sicilleri [SŞS]. 12/38-1.
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR
YÖNTEMI CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI
Kazim YUSUFOĞLU
Diyanet İşleri Başkanlığı, Malatya, Dr.
https://orcid.org/0000-0002-4434-5508
k_yusufoglu@hotmail.com
Giriş
İslam tarihinde ilk olarak camilerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyeti, zamanla müstakil mekânlara taşınmış, her çağda farklı metot ve
yöntemlerle varlığını devam ettirmiştir. Sistematik biçimde ilk olarak
medreselerin ne zaman kurulduğu konusunda farklı görüşler olmakla
birlikte1 Zehebî (ö. 748/1348) ve İbn Hallikân’a (ö. 681/1282) göre ilk
medrese 459/1067 yılında açılan Bağdat Nizamiye Medresesi’dir.2 Medreseler genellikle devlet eğitim kurumları olarak faaliyetlerini sürdürmüş
ve bu durum cumhuriyetin kuruluşuna kadar devam etmiştir. Türkiye
Büyük Millet Meclisi tarafından 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Tevhid-i
Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile tüm eğitim kurumları Maarif
Vekâleti’ne (Eğitim Bakanlığı) bağlanmış ve medreseler kapatılmıştır.
Bu tarihten sonra medreseler takibe alınmış ve tespit edilenler kapatılmıştır. Ancak bu kurumlar çok zor şartlar altında gayr-i resmi ve gizli
olarak eğitim faaliyetlerine devam etmiştir. Bu durum cumhuriyet tarihi
boyunca devam etse de iktidara gelen hükümetlerin bireysel tutumlarına
bağlı olarak bazen sert tedbirlere başvurularak bu müesseseler kapatılmış
bazen de görmezden gelinmiştir. Son dönemde bu kurumlardan bazıları
kurucuları tarafından gönüllü olarak Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmış, ancak medrese müfredatı başkanlık müfredatı ile birlikte uygulan1
2
Bu görüşler için bkz: Nebi Bozkurt, “Medrese”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV
Yayınları, 2003), 28/323-327.
İbn Hallikân, Ebu’l-Abbas Şemseddîn Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtu’l-a’yân ve enbâu
ehli’z-zemân, thk. İhsan Abbas (Beyrut: Dâru Sâdır, 1972), 2/129; Tâceddîn Ebû Nasr
Abdulvahhab Sübkî, Tabakâtu’ş-Şâfiiyyeti’l-kubrâ, thk. Abdulfettah Muhammed el-Halû,
Mahmud Muhammed et-Tanâhî (Mısır: Dâru İhyâi Kutubi’l-Arâbî, 1971), 4/314; Ali Bakkal,
“Medreseleşme Sürecinde Harran Okulu”, I. Uluslararası Katılımlı Bilim, Din ve Felsefe
Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu (Şanlıurfa: Harran Üniversitesi, 2006), 252.
248
İSLAM VE YORUM VII
maya devam etmiştir. Başkanlığa bağlı olmayanlar ise bir vakıf ve dernek
çatısı altında sosyal ve kültürel faaliyetleri ile birlikte eğitim faaliyetlerini
sürdürmektedir. Medreseler, halkın maddi ve manevi desteğiyle cumhuriyet tarihi süresince pek çok ilim ehli yetiştirmiş ve yetiştirmeye devam
etmektedir. Medrese eğitimi ile birlikte İmam-Hatip Liselerini ve İlahiyat
Fakültelerini bitiren birçok ilim ehli, ilahiyat fakültelerinde akademik
faaliyetlerini sürdürmektedirler.3
Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin farklı bölgelerinde eğitim
vermeye devam eden medreselerin müfredatları kısmen birbirinden farklılık göstermektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da faaliyet gösteren
medreselerde sarf, nahiv, mantık va’d, istiâre, meânî, beyân, bedî’ gibi
alet ilimlerin yanı sıra kelâm, fıkıh usûlü, fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuf
gibi dersler de okutulmaktadır.4 Bu ilimlerin bazılarında birden çok eser
okutulurken bazılarında ise sadece bir eser okutulmaktadır. Bir eserin
okutulduğu ilimlerden biri de fıkıh usûlüdür. Bu ilim dalında Şâfiî fakih Taceddîn es-Sübkî (ö. 771/1370) tarafından yazılan Cem’u’l-cevâmi’ adlı eser,
Celâleddîn el-Mahallî’nin (ö. 864/1459) bu eser üzerine kaleme aldığı
el-Budru’t-tâli’ fî halli Cem’i’l-cevâmi’ isimli şerhle birlikte okutulmaktadır.
Bu tebliğde doğu medreselerinde bu eserin ders kitabı olarak tercih
edilmesinin nedenleri ve genelde tüm derslerin özelde ise Cem’u’l-cevâmi’
ve şerhi el-Bedru’t-tâli’in okutulma yöntemi ele alınacaktır. Bundan önce
bu eser ve müellifi hakkında kısaca bazı ilgiler verilecektir.
1. Cem’u’l-Cevâmi’ ve Müellifi
Cem’u’l-cevâmi’in müellifi olan Tâceddîn es-Sübkî, 727 (1329) yılında
Kâhire’de ilim ile meşgul olan bir ailede dünyaya gelmiş ve ilk eğitimini
babası Takiyuddîn es-Sübkî’den (ö. 756/1355) almıştır. Babası Şam kâdılkudâtlığa atandığında on iki yaşında olan İbnü’s-Sübkî, babasıyla birlikte
Dımaşk’a gitmiş ve orada devrin tanınmış ilim adamlarından ders alıp on
sekiz yaşında fetva verme icazetini almıştır. Fıkıh, fıkıh usûlü, Arap dili,
3
4
Doğu medreseleri sadece öğrenci yetiştirmekle kalmamakta bölgenin dini hayatı üzerinde
de ciddi bir etkiye sahip bulunmaktadır. Medrese hocaları aynı zamanda bölgede kanaat
önderi olarak kabul edilmekte ve toplumsal sorunların çözümünde büyük rol oynamaktadır.
Bu hocalar ayrıca bölge halkı arasındaki sorunlarda, özellikle kan davaları gibi kritik
konularda hakemlik yapmaktadırlar.
Bu medreselerde okutulan ders kitapları için bkz: Mehmet Salih Işıkgör, Şark medreselerinde
Şâfiî fıkhının öğretimi (Bitlis örneği) (Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yüksek Lisans Tezi, 2023), 40-42.
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR YÖNTEMI CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI
249
hadis ve tabakât alanlarında yetkin kabul edilen İbnü’s-Sübkî, Kâhire ve
Dımaşk’ın farklı medrese ve camilerinde hocalık yapmış ve tanınan birçok
talebe yetiştirmiştir. İbnü’s-Sübkî, babasının başlayıp bitiremediği bazı
kitapları tamamlamakla kalmamış farklı alanlarda birçok eser de kaleme
almıştır. Devletin farklı kademelerinde görev yapan İbnü’s-Sübkî, 771
(1370) yılında kırk dört yaşındayken Dımaşk’ta veba hastalığından vefat
etmiş ve orada defnedilmiştir.5
Tâceddîn es-Sübkî, daha çok fıkıh ve fıkıh usûlü alanında yazdığı eserlerle ön plana çıkmıştır. Fıkıh usûlünün fukaha ve mütekellimîn olmak
üzere iki farklı yöntemle ele alındığı kabul edilmektedir. Mütekellimîn metodu ile eser kaleme alma yöntemi Ebû Bekir el-Bâkillânî (ö. 403/1013)
ile başlamış Kâdî Abdulcebbâr (ö. 415/1025), Ebu’l-Hüseyn el-Basrî (ö.
436/1044), Cüveynî (ö. 478/1085) ve Gazâlî (ö. 505/1111) gibi Mu’tezilî ve Eş’ârî usûlcüler tarafından yazılan eserlerle zirveye ulaşmıştır.
Gazâlî’den sonra İbn Akîl (ö. 513/1119) ve İbn Berhân (ö. 518/1124)
gibi bazı usûlcüler değerli eserler vermiş olsalar da bu mirası ciddi bir
tahlile tabi tutarak sonraki nesillere aktaran, iki Eş’ârî usûlcü Fahreddîn
er-Râzî (ö. 606/1210) ve Seyfuddîn el-Âmidî (ö. 631/1233) olmuştur.
Râzî’nin kaleme aldığı el-Mahsûl fî ilmi usûli’l-fıkh’ın, Kâdî Beydâvî (ö.
685/1286) tarafından Minhâcu’l-vusûl ilâ ilmi’l-usûl ismiyle, Âmidî’nin
telif ettiği el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm’ın ise İbnu’l-Hâcib (ö. 646/1249) tarafından Muhtasaru’l-muntehâ adıyla ihtisarları yapılmıştır. Bu muhtasarlar üzerinde şerhler, şerhler üzerinde ise haşiyeler yazılmıştır. Bunun
sonucunda adı geçen iki usûlcü fıkıh usûlü tarihinde birer ekol haline
gelmiştir. Bahsi geçen muhtasarlar üzerine yazılan şerhler arasında en
çok rağbet görenler, Taceddîn es-Sübkî tarafından Minhâcu’l-vusûl üzerine
yazılan el-İbhâc fî şerhi’l-Minhâc ile Muhtasaru’l-muntehâ üzerine kaleme
alınan Refu’l-hâcib an Muhtasari İbni’l-Hâcib şerhleridir. İbnü’s-Sübkî bu
şerhlerle hem Râzî hem de Âmidî usûl mekteplerinde yetkin olduğunu
ortaya koymuştur.
İbnü’s-Sübkî, eserin isminden de anlaşıldığı gibi Cem’u’l-cevâmi’de
fıkıh usûlü konularını özlü ve özet bir şekilde ele almıştır. Müellifin kendi
5
Taceddîn es-Sübkî’nin Hayatı için bkz: Şihabüddin Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed İbnü’lİmâd, Şezerâtü’z-Zeheb fi Ahbâri Men Zeheb (Beyrut - Dımaşk: Dâru İbn Kesîr, 1986), 1/6667; Bilal Aybakan, “Taceddin es-Sübkî”, TDV İslam Ansiklopedisi (İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 2010), 38/11-113; Abdurrahman Caner, Tâcüddîn es-Sübkî’nin Usûl Anlayşı
(Elazığ: Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, ts.), 8-37.
250
İSLAM VE YORUM VII
ifadesine göre bu konular, bundan daha fazla özetlenmesi halinde tahrif
edilmiş olur. İbnü’s-Sübkî, eserin mukaddimesinde bu eserin sadece yukarıda zikredilen iki şerhi ihtiva etmediğini, bunlara birçok ilaveler yaptığını
ve yüze yakın fıkıh usûlü eserinden derlediğini belirtmiştir. Bu eserin
temel özelliklerinden biri de hem usûl-i dîn (kelâm) hem de usûl-i fıkhı
(fıkıh usûlü) içermesidir. Bu özellik önceki usûl kitaplarında da bulunmakla birlikte burada daha belirgindir. Müellif Şâfiî olmasına rağmen sadece
kendi mezhebinin usûl anlayışını değil, diğer mezheplerin görüşlerini de
aktarmaktadır. Eser, mukaddime dışında kitap, sünnet, icmâ, kıyâs, istidlâl,
tearuz ile tercih ve ictihâd olmak üzere yedi ana konudan oluşmaktadır.
Cem’u’l-cevâmi’, klasik fıkıh usûlü kitaplarını özet bir şekilde de olsa
derlediği için hem muasırları hem de sonraki âlimler tarafından itibar
görmüş, asırlarca medreselerde okutulmuş ve nihayetinde fıkıh usûlünün
klasik eserlerinden biri haline gelmiştir. Pek çok şerh, hâşiye ve ihtisar
çalışmasına konu olan eser, manzûm olarak da kaleme alınmıştır.6
2. Cem’u’l-Cevâmi’ ile Birlikte Okutulan Şerhi
Medrese geleneğinde ders kitabı olarak tercih edilen metinlerin yanı
sıra bu metinler üzerine yazılmış bazı şerhler okutulmaktadır. Şerhlerle
aynı içerikte ve hacimde fıkıh usulü eserleri olmasına rağmen bunun
yerine metinler ve şerhlerinden biri tercih edilmektedir. Bunun amacı
talebeye sadece bilgi kazandırmak değil, aynı zamanda metinleri ezberletmek ve onları anlama ve yorumlama becerisi kazandırmaktır. Bunun
en canlı örneği Cem’u’l-cevâmi’dir.
Cem’u’l-cevâmi’ üzerine birçok şerh yazılmıştır.7 Doğu medreselerinde bu şerhler arasında Şâfiî fakih Celâleddîn el-Mahallî’nin (ö. 864/1459)
el-Bedru’t-tâli’ fî halli Cem’i’l-cevâmi’ adlı şerhi tercih edilip okutulmaktadır. Cem’u’l-cevâmi’in şerhleri arasında haşiyelerin çoğu Mahallî’nin şerhi
üzerine yazılmıştır. Bu şerh üzerinde belli başlı sekiz haşiyenin kaleme
alındığı nakledilmektedir.8
6
Ali Bardakoğlu, “Cem’u’l-cevâmi’”, TDV İslam Ansiklopedisi (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 1993), 7/343.
8
Bardakoğlu, “Cem’u’l-cevâmi’”, 7/344.
7
Cem’u’l-cevâmi’i doktora tezi olarak tahkîk eden Akîle Hüseyn, bu eser üzerine kaleme
alınmış yirmi dokuz şerh ve bu şerhler üzerinde yazılmış on üç haşiye tespit etmiştir. Bkz.
Tâceddîn es-Sübkî, Cem’u’l-cevâmi’ fî usûli’l-fıkh, thk. Akîle Hüseyn (Beyrut: Dâru İbn Hazm,
2011), 121-128.
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR YÖNTEMI CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI
251
3. Cem’u’l-Cevâmi’in Doğu Medreselerinde Ders Kitabı
Olarak Tercih Edilmesinin Sebepleri
İslâm tarihinde, müellifi hayattayken âlimler arasında meşhur olmuş,
tartışılmış ve eleştirilmiş eserler çok nadirdir. Böyle bir şerefe nail olan
eserlerden biri Cem’u’l-cevâmi’dir. Nitekim İbnü’s-Sübkî, bu eserini yazdıktan sonra bazı âlimler tarafından yöneltilen eleştirilere Men’u’l-mevâni’
adlı müstakil bir eserle cevap vermiştir.
Cem’u’l-cevâmi’in hangi tarihten itibaren ders kitabı olarak tercih
edildiği tam olarak bilinmemekle birlikte Şemseddîn es-Sehâvî’nin (ö.
902/1497) 801/1398-896/1491 yılları arasında vefat eden meşhur âlimlerin hayatlarını ele aldığı ed-Dev’u’l-lâmi’ li ehli’l-karni’l-tâsi’ adlı eserinde
verdiği bilgilerden hareketle bu eserin İbnü’s-Sübkî’nin vefatından kısa bir
süre sonra ders kitabı olarak okutulduğu anlaşılmaktadır. Zira Sehâvî’nin
verdiği bilgiye göre, bu dönemde yaşayan bazı âlimler Cem’u’l-cevâmi’i
ezberlemiş ve onun şerhi olan el-Budru’t-tâli’i okumuşlardır.9
Cem’u’l-cevâmi’in doğu medreselerinde ders kitabı olarak tercih edilmesinin birkaç sebepten kaynaklandığı söylenebilir. Bu sebeplerin şöyle
sıralanması mümkündür:
1. Eserin ibaresinin beliğ olması. Cem’u’l-cevâmi’in ibaresi medreselerde okutulan tüm alet ilimlerini kapsayacak ölçüde beliğdir. Nitekim
medreselerin çoğunda bu eser eğitim müfredatının son kitabı olarak okutulmaktadır. Talebeler bu kitaptan önce sarf, nahiv, mantık va’d, istiare,
meânî, beyân, bedî’ ve kelâm ilimlerini okuyarak belli bir ilmî seviyeye
ulaşmaktadırlar. Cem’u’l-cevâmi’i okumaya başlayan talebeler böyle bir
alt yapıya sahip oldukları için onun ibaresini anlama noktasında herhangi
bir sorunla karşı karşıya kalmamaktadırlar. Bunun şöyle örneklendirilmesi mümkündür: Söz gelimi İbnü’s-Sübkî eserine الله َّم
ُ نَ ْح َم ُد َكcümlesiyle
başlar. Ancak âlimler arasında yaygın olarak kullanılan övgü ifadesi ح ْم ُد
َ ْال
لِلَّ ِهşeklindedir. Bu sebeple onun bu tercihi belli bir amaç için yaptığı kabul
edilmektedir. Mahallî, cümlenin bu yapısını ayrıntılı bir şekilde açıklamaya
çalışmıştır. Bu bağlamda hamdin, ح ْم ُد
َ ْ الyerine نَ ْح َم ُدşeklinde kaydedilmesini
ve Allah lafzının لِلَّ ِهyerine الله َّم
ُ şeklinde zikredilmesi hususunu değerlen9
Örnek için bkz: Şemsuddîn Ebu’l-Hayr Muhammed b. Abdirrahman es-Sehâvî, ed-Dav’u’llâmi’ li ehli’l-karni’t-tâsi’ (Beyrût: Dâru Mektebeti’l-Hayât, ts.), 9/58, 130, 191; 11/32, 111.
252
İSLAM VE YORUM VII
dirmiştir. Mahallî’ye göre hamd ifadesinin isim cümlesi ile değil de fiil
cümlesi ile başlamasında ve fiil cümlesinin “hamd ederim” şeklinde tekil
olarak değil de “hamd ederiz” şeklinde çoğul olarak kurulmasında özel
bir anlam bulunmaktadır.10
Mahallî, bu konuda belâgat ilmi çerçevesinde bazı açıklamalar yapmaya çalışmıştır: “Hamd ederiz.” ifadesinin tercih edilme sebebini “Rabbinin sana verdiği nimeti anlat.”11 ayetine dayanarak açıklamaya çalışan
Mahallî’ye göre İbnü’s-Sübkî, bu ayetin gereğinden hareketle Allah’ın
kendisine ihsan ettiği ilim nimetini anlatmak için cümleyi bu şekilde
ِِ
kurmuştur. Allahümme الله َّم
ُ ifadesinin lillâhi للَّهifadesinden daha belîğ
(etkili) olduğunu ve bu nedenle İbnü’s-Sübkî tarafından tercih edildiğini belirten Mahallî, lillâhi ifadesindeki lam edatının sahiplik (mülkiyet)
ifade ettiğini, bunun da Allah’ın sadece Mâlik sıfatıyla övüldüğü anlamına
geldiğini, oysa Allahümme ifadesinin O’nun bütün sıfatlarıyla övüldüğünü gösterdiğini söyleyerek İbnü’s-Sübkî’nin tercih ettiği ifadenin belagat
yönünü açıklamaya çalışmıştır.12
Bu örnekte görüldüğü üzere Cem’u’l-cevâmi’nin ibaresi veciz ve beliğ
bir ibaredir. Mahallî’nin bu ibareleri geniş bir şekilde açıklamaya çalışması
ve bunu yaparken edebî cümleler kullanması sebebiyle Doğu medreselerinde tercih edildiği başka bir ifadeyle, hem metin olan Cem’u’l-cevâmi’
hem de şerhi el-Bedru’t-tâli’in fesahat ve belagatleri nedeniyle ders kitabı olarak seçildiği söylenebilir. Talebeler bu eserden önce belagat ilmini
okudukları için böyle ibareleri anlamakta herhangi bir güçlük çekmemektedirler.
2. Eserin mütekellimin metoduna göre yazılması. Cem’u’l-cevâmi’de
Hanefî mezhebinin (fukahâ) usûl kitaplarına ve görüşlerine atıfta bulunulsa da çoğunlukla Şâfiî mezhebine bağlı kalınarak yazılmıştır. Bu kitap,
fukahâ metodu ile mütekellimîn metodunu birleştiren (memzûc) bir eser
olarak kabul edilse de13 kanaatimizce mütekellimîn metodu takip edilmiştir. Cemu’l-cevâmi’de pratiği bulunmayan teorik kelam konularının ele
10
Cemaleddin Muhammed b. Ahmed Mahallî, el-Bedru’t-tâli’ fî halli Cem’i’l-cevâmi’, thk.
Abdurrahman es-Sa’dî (Bayrūt: Dâru’n-Nevâdir, 2018), 1/58-62.
13
Bardakoğlu, “Cem’u’l-cevâmi’”, 7/343.
11
12
ed-Duhâ 93/11.
Mahallî, el-Bedru’t-tâli’, 1/58-62.
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR YÖNTEMI CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI
253
alınması ve fıkıh örneklerinin neredeyse hiç bulunmaması gibi hususlar
onun mütekellimin metoduna göre yazıldığını göstermektedir.
3. Eserde Eş’arî mezhebinin hâkim olması. Hicrî beşinci asırdan sonra
fıkıh usûlünün kelâm ilmiyle etkileşimi neticesinde fıkıh usûlüne dair bazı
meseleler kelâmî konularla bağlantılı olarak tartışılmaya başlanmıştır.
Taceddîn es-Sübkî Cem’u’l-cevâmi’de bunu bir adım daha ileri götürerek
elli dokuz kelâmî konuyu “Usûl-i dînde taklid” başlığı altında müstakil olarak ele almıştır. Kendisi Eş’arî olduğu için bu mezhebi esas alarak kelâmî
konuları incelemeye tabi tutmuştur. Doğu medreselerinin amelde Şâfiî,
itikatta Eş’arî mezhebine bağlı olmalarının Cem’u’l-cevâmi’nin tercihinde
etkili olduğu söylenebilir.
4. Eserde tasavvuf konularının ele alınması. İbnü’s-Sübkî, eserinin
sonunda “Tasavvufa dair bir hatime” başlığı altında tasavvufla ilgili dokuz
meseleyi incelemiştir. Bu medreselerin kahir ekseriyeti ilmi faaliyetleri
öncelemekle birlikte Nakşibendi tarikatına bağlı olarak faaliyet göstermektedir. Başka bir ifadeyle medreselerin başındaki hocaların (Seydalar)
çoğu, İslamî ilimlerin yanı sıra tasavvuf alanında da icazet sahibidirler.
Dolayısıyla Cem’u’l-cevâmi’n tercih edilmesinin sebeplerinden birinin de
onun bu yönü olduğu söylenebilir.
5. Celâleddîn el-Mahallî tarafından esere şerh yazılması. Zira Mahallî
yalnızca fıkıh usûlüne dair eser kaleme almamış fıkıh, tefsir ve nahiv ilminde de eserler kaleme almıştır. Özellikle daha sonra talebesi Celaleddin
es-Süyütî tarafından tamamlanan Tefsîru’l-Celâleyn isimli tefsir ve Şâfiî
mezhebinin en önemli metinlerinden biri olarak kabul edilen Muhyiddîn
en-Nevevî’ye (ö. 676/1277) ait Minhâcu’t-Tâlibîn’e yazdığı Kenzu’r-Râğibîn
eserleriyle medreselerde tanınmakta ve takip edilmektedir.
6. Eserin ezberlenmeye elverişli bir yapıya sahip olması. Cem’u’l-cevâmi’ kısa bir metin olmasına rağmen fıkıh usûlünün neredeyse bütün konularını çok özlü bir şekilde aktarmaktadır. Bu yönüne ilaveten kısa oluşu
talebenin ezberlemesine de imkân sağlamaktadır. Bu da tercih sebeplerinden biri olarak değerlendirilebilir.
4. Cem’u’l-Cevâmi’in Okutulma Yöntemi
Doğu medreselerinde ders kitabı olarak okutulan tüm kitaplar belli
bir usûl dâhilinde okutulmaktadır. Derslerin tam verimli olabilmesi için
254
İSLAM VE YORUM VII
talebenin hazırlanması, hocanın dersi okutması ve talebenin okuduğu
dersi müzakere etmesi şeklinde üç aşama takip edilmektedir. Bu usûl
Cem’u’l-cevâmi’ için de uygulanmaktadır.
4.1. Talebenin Hazırlanması
“Bir konu üzerinde ayrıntılı düşünmek.” anlamına gelen “mütalaa”
kelimesi medrese dilinde talebenin alacağı derse önce hazırlık yapması
manasında kullanılmaktadır. Buna göre talebe, ders okumak için hocanın karşısına çıkmadan önce sessiz bir ortamda, ders kitabının üzerine
yazılmış şerhler ve(ya) haşiyelerden de destek alarak okuyacağı dersi
anlamaya, buradaki ibareyi çözmeye ve müellifin maksadını tespit etmeye
çalışır. Bu sürecin en önemli noktası, talebenin okumayı planladığı metni,
daha önce eğitimini aldığı alet ilimlerinin ilke ve kuralları çerçevesinde
anlamasıdır. Bu durum, medrese eğitim müfredatının son kitabı olarak
okutulan Cem’u’l-cevâmi’ gibi eserler için daha da önemlidir.
Doğu medreselerinde, dersi mütalaa yapmanın çok önemli bir yeri
bulunmaktadır. Öyle ki bazen dersi mütalaa yapmayan talebelere hocalar
tarafından ders verilmemektedir. Mütalaa, çoğunlukla talebeler tarafından
yapılsa da bazen hocalar tarafında da yapılmaktadır. Hocalar alt düzey
kitaplardan ziyade Cem’u’l-cevâmi’ ve şerhi el-Budru’t-tâli’gibi üst düzey
eserleri mütalaa yapmaya daha fazla önem verirler. Eğer hoca bu eseri
yakın tarihte okutmamışsa kendisi için mütalaa neredeyse zorunlu hale
gelmektedir. Özellikle zeki, sorgulayan ve okuduğu konunun mahiyetine
vakıf olmak için derste hocayı sıkıştırmaya çalışan talebelerin varlığı,
hocaları dersi mütalaa yapmaya sevk etmektedir. Talebeler için mütalaa
zamanı çoğunlukla dersten önceki günün yatsı namazı sonrasıdır. Hocalar
için mütalaa zamanı bulunmamakla birlikte genellikle dersten önceki
günün ikindi namazı sonrasıdır.
Mütalaanın temel amacı, talebenin dersi azami ölçüde anlamasını
sağlamaktır. Çünkü talebe dersten önce konu hakkında ne kadar çok bilgi
sahibi olursa dersi o kadar iyi anlayacaktır. Örneğin hoca Cem’u’l-cevâmi’
dersini anlatmaya başladığında eğer talebe önceden derse hazırlıklı değilse buradaki bazı ifadelere takılıp dersi anlamama ihtimali vardır. Zira
özellikle üst düzey kitaplar okutulurken cümlenin gramer yapısı üzerinde
çok fazla durulmamaktadır. Eğer talebe mütalaa yapmışsa bu duruma
dikkat ettiği için metnin asıl maksadını daha iyi anlama fırsatı bulacaktır.
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR YÖNTEMI CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI
255
4.2. Hocanın Ders Takrîri
Doğu medreselerindeki öğretim yöntemi modern eğitimdeki öğretim
yönteminden farklıdır. Çünkü medreselerde dersler sınıf sisteminden ziyade her talebenin yeteneğine göre verilmektedir. Hoca, grup halindeki talebelere ders verebildiği gibi sadece bir talebeye de ders verebilmektedir.
Cem’u’l-cevâmi’ dersini okuyacak olan talebe mütalaa yapmış bir
vaziyette hocanın huzuruna gelir ve diz çökerek oturur. Hoca ise dizleri
üzerine oturabileceği gibi bağdaş da kurabilir. Ancak talebenin hocanın
huzurunda bağdaş kurarak oturması edebe aykırı kabul edildiğinden böyle bir pozisyonda oturması söz konusu değildir. Bir mazeret yoksa hocalar
bu iki pozisyon dışında herhangi bir pozisyonda yani ayaklarını uzatarak
veya başka bir şekilde oturmayı tercih etmezler. Hoca ve talebe için bu
pozisyon dışında bir pozisyonda oturmak hem ilme hem de ilgili eser
ve müellifine saygısızlık olarak görüldüğü ve bunun da ilmin bereketini
engellediğine inanıldığı için tercih edilmemektedir.
Cem’u’l-cevâmi’ ile şerhi el-Budru’t-tâli’ genellikle aynı kitapta basıldığı için talebe tek kitabı açarak hocanın huzurunda kemâl-i edeple oturur.
Daha önce bu kitabı veya kitabın ilgili bölümünü okumuş olan öğrenciler
de dersi dinleme imkânı bulabilmektedirler. İlme meraklı ve derse düşkün
talebeler için bu fırsat kaçınılmazdır. Özellikle Cem’u’l-cevâmi’ ve şerhi
el-Budru’t-tâli’ gibi üst düzey kitapların özümsenmesi için ikinci defa
okunması büyük bir kazanım olarak değerlendirilmektedir. Ders, hoca
veya talebe tarafından okunur. Bununla birlikte genellikle bu seviyedeki
talebe dersi kendisi okur, hoca da dinler ve gerekli gördüğü yerleri izah
eder. Medrese geleneğinde alt seviyedeki talebelere ders esnasında kitabın ibaresi hoca tarafından okunurken üst düzeydeki talebeler genellikle
kendileri ibareyi okumayı tercih etmektedir.
Cem’u’l-cevâmi’ ve şerhi el-Budru’t-tâli’ gibi anlaşılması zor kitapların anlaşılabilmesi için bu kitaplara yazılmış haşiyelerden destek alınmaktadır. Hocalar bu konuda yazılmış haşiyelere mütalaa zamanında
başvurmakla birlikte bazen ders esnasında da bu haşiyelere müracaat
edilmektedir. Özellikle mütalaa yapma imkânını bulamayan hocalar ilgili
haşiyeleri derste bulundurmaya özen gösterirler.
el-Budru’t-tâli’ üzerinde yazılan haşiyeler arsında en çok Abdurrahman b. Ca’dullâh el-Bennânî (ö. 1197/1774) ve Ezher Şeyhi Hasan
256
İSLAM VE YORUM VII
b. Muhammed Attâr (ö. 1250/1834) tarafından yazılan haşiyeler tercih
edilmektedir.
4.3. Talebenin Dersi Müzâkere ve(ya) Tekrar Etmesi
Talebenin Cem’u’l-cevâmi’ dersini mütalaa etmesi ve ardından da hocadan okuması yeterli kabul edilmemektedir. Üçüncü aşamada müzâkere
devreye girmektedir. Sözlükte “anmak, zikretmek” anlamına gelen zikr
kelimesinden türeyen müzâkere, medrese dilinde talebenin, dersi hocadan okuduktan sonra ders arkadaşlarıyla ya da bu dersi önceden okumuş
olan talebelerle dersi tekrar etmesi anlamında kullanılmaktadır. Talebe
bu işlemi tek başına da yapabilmektedir. Eğer talebenin ders arkadaşı
veya bu dersi önceden okumuş başka bir talebe yoksa dersi tek başına
tekrar edecektir.
Medrese geleneğinde müzâkere, dersten elde edilen faydanın kalıcı
hale gelebilmesi için vazgeçilmez bir aşama olarak kabul edilmektedir.
Bu aşamada talebenin derste anlamadığı ya da özümseyemediği bir konu
varsa hocaya sorma ve öğrenme imkânını bulacaktır. Talebenin okuduğu dersi her yönüyle tam olarak sindiremediğinde yeni bir ders alması
tavsiye edilmemektedir.
5. Medreselerde Fıkıh Usûlü Dersi Okutma Yöntemine
İlişkin Öneriler
Medreselerde fıkıh usûlü öğreniminin daha başarılı ve verimli olabilmesi için bazı değişikliklerin yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Aslında
önereceğimiz yöntem sarf, nahiv ve mantık için uygulanan yöntemdir. Bize
göre bu yöntemin aynısının fıkıh usûlü için de uygulanması durumunda
ciddi bir başarı elde edilecektir. Zira bu ilimler başlangıç, orta ve üst düzey
olmak üzere üç farklı aşamada öğretilmektedir. İlk aşamada ilgili ilmin ana
konuları özet bir şekilde ve dili kolay anlaşılan bir kitaptan takip edilerek
öğrencilere öğretilmekte ve ezberlemeleri sağlanmaktadır. Bu aşamada
birden fazla eser okutulmaktadır. İkinci aşamada, ilk aşamaya göre daha
zor ve geniş kapsamlı kitaplar tercih edilmektedir. Üçüncü aşamada ise
ibaresi daha zor olan ve ilgili ilmin tüm konularını kapsayan eserlerden
ders işlenmektedir. Bu nedenle medreselerde özellikle bu üç ilmin ciddi
bir şekilde öğretildiği dolayısıyla medreseden mezun olan talebelerin bu
ilimlerde donanımlı hale geldiği görülmektedir.
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR YÖNTEMI CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI
257
Bu üç ilimden elde edilen verimin fıkıh usûlünden de elde edilmesi
için aynı yöntem izlenebilir. Bu alanda materyal konusunda herhangi bir
problem söz konusu olmamakta ve yeterli sayıda eser bulunmaktadır.
Örneğin İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin kaleme aldığı el-Varakât fî
usûli’l-fıkh başlangıç seviyesi olarak kabul edilebilir. Bu metin okutulup
ezberletildikten sonra şerhlerinden biri okutulabilir. Söz gelimi Celâleddin
el-Mahallî’nin el-Varakât üzerine yazdığı şerh tercih edilebileceği gibi Muhammed Hattâb’ın (ö. 954/1547) yazdığı Kurretü’l-ayn adlı şerh de tercih
edilebilir. Kanaatimizce bu ikinci şerhin okutulması daha isabetlidir. Zira
bu şerh Mahallî’nin şerhini içermekle birlikte daha farklı açıklamalara da
yer vermekte ve ibaresi daha kolay anlaşılmaktadır. Orta seviye olarak Ebû
İshâk eş-Şîrâzî’nin (ö. 476/1083) el-Lüma’ fî usûli’l-fıkh adlı eseri tercih
edilebilir. Bu eserde fıkıh usûlünün bütün konuları sistematik bir şekilde
ve fazla ayrıntıya girilmeden ele alınmakta, farklı görüşler tartışılıp eleştirilmekte ve tercih edilen görüşler gerekçelendirilmektedir. Bu sebeple
hoca tarafından bu eser dikkatlice okutulursa ve talebe de bunu anlayıp
kavrarsa fıkıh usûlünün bütün konularını kavrama imkânı bulacaktır. Son
aşamada ise Cem’u’l-cevâmi’ ve onun şerhi olan el-Bedru’t-tâli’e geçilebilir.
Böyle bir yöntemin takip edilmesi durumunda talebenin sarf, nahiv ve
mantık ilimlerinde olduğu gibi fıkıh usûlünde de donanımlı hale geleceği
kanaatini taşımaktayız.
6. Sonuç
Bu çalışmada varılan sonuçların maddeler halinde şöyle sıralanması
mümkündür:
1. Medreseler, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yasal olarak kapatılmalarına rağmen, cumhuriyet tarihi boyunca halkın desteği ile ve gözden
uzak bir şekilde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
2. Medreselerin yasal olarak kapatılmasından sonra kimi dönem ve
yerlerde bu yasağın uygulanması noktasında tavizsiz davranılırken, bazı
dönem ve yerlerde ise nisbeten daha müsamahakâr davranılmış başka
bir ifadeyle görmezlikten gelinmiştir.
3. Doğu medreselerinde alet ilimlerine öncelik verilmekle birlikte
tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin yanı sıra fıkıh usûlü de okutulmaktadır.
Burada fıkıh usûlü son ilim olarak okutulmakta ve bu konuda Şâfiî fakih
Tacüddîn es-Sübkî tarafından kaleme alınan Cem’u’l-cevâmi’ adlı eser ter-
258
İSLAM VE YORUM VII
cih edilmektedir. Bu eser, ibaresinin beliğliği, mütekellimin metoduna göre
yazılmış olması, kelamî konuları ele alması, tasavvufla ilgili meseleleri
içermesi, Celâleddîn el-Mahallî tarafından üzerine şerh yazılması ve ezberlenmeye uygun olması sebebiyle ders kitabı olarak okutulmaktadır.
4. Bu medreselerde fıkıh usûlüne dair sadece Cem’u’l-cevâmi’in okutulması yeterli değildir. Bu konuda tam verim elde edebilmek için başlangıç, orta ve üst seviyeler olarak bu ilim ayrılmalı, ilk iki seviyeye uygun
eserler seçilip okutulduktan sonra Cem’u’l-cevâmi’ okutulmalıdır.
5. Bu müesseselerde genelde bütün ilimler, özelde ise fıkıh usûlü
dersi; talebenin okuyacağı dersi mütalaa etmesi, hoca tarafından dersin
okutulması ve talebenin dersten sonra onu müzakere etmesi şeklinde üç
aşama takip edilerek okutulmaktadır.
6. Medreselerde ilme saygının bir gereği olarak hem hoca hem de
öğrenci ders sırasında belli bir şekilde oturmaktadırlar. Talebe diz çökerek otururken hoca, ya talebe gibi oturmakta ya da bağdaş kurarak
ders vermektedir. Bu durum, bu kurumlarda adabın bilgi kadar önemli
olduğunu göstermektedir.
Kaynakça
Aybakan, Bilal. “Sübkî, Taceddin”. TDV İslam Ansiklopedisi. 38/11-13. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2010.
Bakkal, Ali. “Medreseleşme Sürecinde Harran Okulu”. I. Uluslararası Katılımlı Bilim, Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu. Şanlıurfa: Harran Üniversitesi, 2006.
Bardakoğlu, Ali. “Cem’u’l-cevâmi’”. TDV İslam Ansiklopedisi. 7/343-344.
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993.
Bozkurt, Nebi. “Medrese”. Diyanet İslam Ansiklopedisi. 28/323-327. Ankara: TDV Yayınları, 2003.
Caner, Abdurrahman. Tâcüddîn es-Sübkî’nin Usûl Anlayşı. Elazığ: Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, ts.
Işıkgör, Mehmet Salih. Şark medreselerinde Şâfiî fıkhının öğretimi (Bitlis
örneği). Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2023.
DOĞU MEDRESELERINDE FIKIH USÛLÜ TAKRIR YÖNTEMI CEM’U’L-CEVÂMI’ ÖRNEĞI
259
İbn Hallikân, Ebu’l-Abbas Şemseddîn Ahmed b. Muhammed. Vefeyâtu’l-a’yân ve enbâu ehli’z-zemân. thk. İhsan Abbas. Beyrut: Dâru
Sâdır, 1972.
İbnü’l-İmad, Şihabüddin Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed. Şezerâtü’z-Zeheb fi Ahbâri Men Zeheb. Beyrut - Dımaşk: Dâru İbn Kesîr, 1986.
Mahallî, Cemaleddin Muhammed b. Ahmed. el-Bedru’t-tâli’ fî halli
Cem’i’l-cevâmi’. thk. Abdurrahman es-Sa’dî. Bayrūt: Dâru’n-Nevâdir,
2018.
Sehâvî, Şemsuddîn Ebu’l-Hayr Muhammed b. Abdirrahman es-. ed-Dav’u’llâmi’ li ehli’l-karni’t-tâsi’. Beyrût: Dâru Mektebeti’l-Hayât, ts.
Sübkî, Tâceddîn Ebû Nasr Abdulvahhab. Tabakâtu’ş-Şâfiiyyeti’l-kubrâ. thk.
Abdulfettah Muhammed el-Halû, Mahmud Muhammed et-Tanâhî. 10
Cilt. Mısır: Dâru İhyâi Kutubi’l-Arâbî, 1971.
-------, Cem’u’l-cevâmi’ fî usûli’l-fıkh. thk. Akîle Hüseyn. Beyrut: Dâru İbn
Hazm, 2011.
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER
KARŞISINDA İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ
Taha YILMAZ
Ardahan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Dr. Öğr. Üyesi
https://orcid.org/0000-0001-9503-3937
tahayilmaz@ardahan.edu.tr
Giriş
İslâm hukuku, fürû-ı fıkıh ve usûl-i fıkıh olmak üzere ikiye ayrılır.
Fürû-i fıkıh, İslâm hukukunun şer’î delillerden elde edilen fıkhî hükümlerini sistematik bir biçimde ele alan bölümünü ifade eder.1 Bu bakımdan
tafsîlî delillerden istinbât edilen şer’î amelî hükümlere ilişkin bilgilerin
bütünüdür. Mükellefin, Allah, eşya, birey ve toplumla olan ilişki ağını
kapsamaktadır. Fürû-i fıkıh ise ibadat, muâmelat ve ukûbât şeklinde bir
ayırıma tabi tutularak teşekkül etmiştir. Fıkhın kaynaklarını ve temellerini oluşturan Usûl-i fıkıh ise delilleri ve bu delillerden hüküm elde etme
yollarını inceler.2 Bu bakımdan insanın hem manevî-vicdanî hem de
maddî-bedenî boyutuyla ilgilenir. Dolasıyla fıkıh, her türlü beşerî davranışı
düzenleyen kuşatıcı, normatif bir yapı olarak kalmamış aynı zamanda
kendi tarihsel sürecinde bir toplumun hukuk ihtiyacını karşılamıştır. Bunun yanında yeni bir hukuk düzeni oluşturmak için daha geniş bir yapıyı
temsil etmiştir. Fıkıh, bireysel ve toplumsal beşerî yaşamın tamamını, ilahî
iradenin öngördüğü değer yargılarına göre düzenleme iddiasında olan,
dar anlamda dinî, ahlâkî ve hukukî kurallar bütünüdür.3 Onun kuşatıcılığı, beşerî nitelemesine imkân veren her bir davranışı düzenlemesinde
kendini göstermektedir. Bu bağlamda fıkıh insanı ve insanın yaşamına dair
her türlü aktiviteyi ele alır. Çünkü insan yaşamsal alanda yalnız başına var
olan bir varlık değildir. Kendisi birçok alana müdahale eden ve birçok şey1
Cemalüddin Ebu Ömer İbn Hâcib, Münteha’l-Usûl fi İlmi’l-Usûl ve’l-Cedel, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1985, 3-4.
3
H. Yunus Apaydın, “Şer’i Hükmün Tabiatı”, Modern Çağda Fıkhın Anlam ve İşlevi, İstanbul:
Ensar Neşriyat, 2019, 65.
2
Necmeddin Ömür b. Ali el-Kâtibi Kazvînî, Şerhü’s-Şemsiye, Kum: Daru İhyai’l-Kutübi’l-Arabiyye, 1323, 170-171.
262
İSLAM VE YORUM VII
den de etkilenen bir varlıktır. Bu yönüyle ilahî hitaba muhatap olmuştur.
Yaptığı her fiilin bir değeri vardır.4 Ayrıca insan, medeni bir varlık olması
hasebiyle tek başına kendine yeten bir varlık da değildir. Hemcinsleriyle
kurduğu toplumsal ilişkiler ağı vasıtasıyla hayatını sürdürmektedir. Bu
sebeple bir düzene ihtiyaç duymaktadır. İslam hukukunun kaynağı ise ilahi
iradeye dayanmaktadır.5 Fakat tarihi süreçte beşer aklı ve sosyal değişim
onun sabitelerini değil de maslahata dayalı hükümlerini şekillendirmiştir.
İslam Hukukçuları “Ezmanın teğayyuru ile ahkâmın teğayyuru inkâr edilemez”6 kâidesiyle sabitelerin dışındaki alanı devamlı olarak değiştirip
dönüştürmektedirler. Bu gerçeğin farkında olan İslam bilginleri sınırlı
nasların sınırsız olaylara cevap veremeyeceğini fark ederek içtihat müessesesiyle Müslümanların farklı zamanlarda karşılaştıkları problemlere
farklı çözümler üretmişlerdir.7 Bu müessese vasıtasıyla İslâm hukukunu
donukluktan kurtarmış ve yeni ortaya çıkan birçok hukuki probleme cevap vermişlerdir. Maslahat ve zarureti esas alarak meseleci bir yöntemle
bir paradigma oluşturmuşlardır. Hukuk kurallarını işletirken ahlakî yönü
de ihmal etmeden canlı ve gelişmeye açık özgün bir nosyon ortaya koymuşlardır.8 Bu yöntemle İslam hukukçuları, Müslümanları olabildiğince
kalbî, zihnî ve itikadî dağınıklığa düşmekten kurtarmaya çalışmışlardır.
Nitekim günümüzde genelde insanlığın özelde ise Müslümanların coğrafi, fizikî ve maddî olarak birçok problemi bulunmaktadır. Teknolojik
gelişmeler sağlık ve estetik, helal gıda, iktisadî ve ticarî hayat, ibadet, aile
hayatı, ceza hukuku alanlarında ve ispat vasıtaları konusunda birçok yeni
meseleyi de beraberinde getirmiştir. Metaverse/çoklu gerçeklik-ilerlemiş
gerçeklik, insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerin artırılması, yaşlanma ve
hastalanma gibi arzu edilmeyen veya gereksiz görülen yönlerinin ortadan
kaldırılması amacıyla teknoloji ve bilimden faydalanılması gerektiğini
öne süren uluslararası bir fikir olan transhümanizm, video ve diğer dijital
ortamlarda bir kişinin benzerliğini başka biriyle değiştirmek için derin
öğrenme yapay zeka ürünü olan deepface, facebook, ınstagram, linkedln,
pinterest veya twitter gibi sosyal ağlar veya youtube, tiktok, whatsapp,
4
Orhan Münir Çağıl, Hukuk Metodolojisi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1952, 1-2.
7
8
A. Cüneyt Köksal, Fıkıh Usûlünün Mahiyeti ve Gayesi, İstanbul: İSAM, 2008, 95-97.
Zeki Koçak, Usûl-i Fıkhın Dayandığı İlimler, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2023,
20-21.
5
6
Muhammed b. Feramuz Molla Hüsrev, Mır’âtü’l-Usûl, İstanbul: 1966, 7.
Mecelle, mad. 39.
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER KARŞISINDA
İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ
263
telegram gibi anlık mesajlaşma vasıtaları, satış, ticaret ve sosyal aktivite
alanları olan sosyal medya araçları vb. daha nice hususlar insanoğlunun
günümüzde karşılaştığı yeni olgulardır.9 Yine güncel kelâmi problemler
Müslümanların önünde bir olgusal gerçeklik olarak durmaktadır. İslam
hukuku zikredilen tüm bu hususlarda Müslümanlara kendi metodolojisi
içerisinde çözümler üretmektedir. Günümüz İslam hukukçuları gerek bireysel gerekse kolektif çalışmalarla bu vakıaları analiz ederek ve bilimsel
çalışmalar yaparak toplumu aydınlatmaktadırlar. Bu çalışmanın amacı
da hayatın dinamizmi açısından Müslümanların daha önce karşılaşmadıkları problemleri fıkıh usûlü ve fıkhın zengin geleneği perspektifinde
yeniden değerlendirmektir. Günümüzde teknolojinin gelişimiyle birlikte
tıp allananında yaşanan yeni gelişmeler, iktisadî ve ekonomik yapılar,
transhümanizm, metaverse, yapay zekâ, sosyal medya araçları ve daha
birçok yeni gelişme toplumun sosyal dokusunu değiştirmektedir. Tüm bu
olgular, usûlü’d-din ve usûl-i fıkıh perspektifinde yeniden ele alınmasını
gerektirmektedir.10 Bu gerekçe ile sosyal bilimlerde daha çok kullanılan
nitel yöntemin metin analizi tekniğiyle bu konuları İslam dininin temel ve
fer’î nasları çerçevesinde irdeledik. Böylelikle bu yeni durum ve olguların
din açısından makâsıd, Müslümanlar açısından da maslahat ölçeğinde
nasıl algılanıp hayata aktarılmaları gerektiği konularını İslâm dinindeki
içtihat müessesesi, zaruret/kolaylık, ilcaat-ı zaman ve umûmu’l-belvâ11
gibi bakış açıları ve ilkelerle ilmi bir perspektifle illet, kaide ve gerekçeleriyle ortaya koymaya çalıştık.
3. Hayatın Dinamizmine Yön Vermesi Açısından İslam
Hukuku’nun Dayandığı İlimler
Kur’an-ı Kerim’de Müslümanların emr-i bi’l-maruf ve nehy-i
ani’l-münker kapsamında ilme dayalı bir dini anlayışla hayatlarını sürdürmeleri istenmektedir. Ahlâk temelli konforlu bir hayatın temini için bu
perspektiften hareket eden Müslümanlar daima zarûriyyât, hâciyyât ve
tahsîniyyât ekseninde dini hükümleri yaşamaya çalışmışlardır. Ku’an’da,
Kitap ve Sünnet çerçevesinde itikâdî yönden düzgün, muâmelat hususunda ise hukuka saygılı bir toplum hedeflenmiştir. Bu sistemi kurmak
9
10
11
Taha Yılmaz, Geçmiş ve Geleceğiyle Dijitalleşme “Dijital Çağda Davet ve İrşatta İhya”, İhya
(İslam ve Medeniyet Serisi), İstanbul: Kitap Dünyası, 2022, 523-540.
H. Yunus Apaydın, Din ve Fıkıh Yazıları, İstanbul: Hacıveyiszade İlim ve Kültür Vakfı, 2018, 1-3.
Mustafa Baktır, “Umûmü’l-Belvâ”, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2012, 42/155-156
264
İSLAM VE YORUM VII
için İslâm alimleri de sözün doğru nakledilmesi ve hükümlerin doğru
bir şekilde oluşturulması için İslam’ın ilk yıllarından beri bir metodoloji
geliştirmişlerdir. Hadis ve fıkıh usûlü bu gelenekten teşekkül etmiştir.
Bu çerçevede usûlü’d-din ve usûlü fıkıh bağlamında birçok İslamî ilim
dalı ortaya çıkmıştır. İslam alimleri bu ilim dallarında birçok eserler telif etmişlerdir. Bu ilimlerle Müslümanların hayatlarının daha erdemli ve
saygın olması için var güçleriyle çalışmışlardır. Din bir teklif ve tecrübedir
saikiyle itikat ve muâmelatla ilgili doğru strateji kurmak için asli ve fer’i
olmak üzere birtakım kaynak ve esasları ortaya koymuşlardır. Nitekim
her ilmin neşet ettiği ve yardım aldığı kaynaklar ve esaslar vardır. Usûl-i
fıkhın da dayandığı asli ve fer’î delilleri vardır. Usûl-i fıkıh İslam hukukunu
donukluktan kurtarmak için içtihat müessesini işlettirmiştir. İçtihat müessesiyle fıkıh donukluktan kurtulmuş ve müntesiplerinin problemlerine
cevaplar vermiştir.
İslam hukuku temelde usûl-i fıkıh ve fürû-i fıkıh olmak üzere ikili
bir ayrım ortaya koyarak müntesiplerine hizmet etmiştir. Çalışma tarzı
ve yöntemi olarak usul ile uğraşanlar ve fürû-i fıkıhla uğraşan âlimler
birbirinden ayrılmaktadır. Bu bağlamda usûl-i fıkhın dayandığı ilimler
arasında başta kitap, sünnet, icma, kıyas olmak üzere kelam ilmi, Arap
dili ve edebiyatı, mantık, maslahat, makâsıdü’ş-şerîa ve örf-âdetler gibi
ilimler bulunmaktadır. İslam hukuku temelde bu ilimlere dayanmaktadır.
Bu ilimlerle İslam hukuku zengin bir gelenek oluşturarak hayatın dinamizmine ayak uydurmuştur. Zikredilen ilimler vasıtasıyla İslam hukuku,
insan aklının doğru hükümler koymasını sağlamış ve Müslüman âlimlerin çoğunluğuna geniş bir çalışma hayatı sunmuştur. Müslüman alimler
bu ilim dallarında uzmanlaşarak bir metodoloji ortaya koymuşlardır. Bu
doktrinden hareketle İslam hukuku da ilcaat-ı zamana göre müntesiplerinin toplumsal hayatlarına yön vermiştir. İslam hukuku vahiy, akıl ve
sosyal değişim olgusuyla ortaya çıkan ve çıkması muhtemel problemlere
çözümler üretmeye çalışmıştır.
Hayatın dinamizmi açısından teknolojik gelişmeler, küreselleşme,
yapay zekâ, sosyal medya ve göç olayları yeni problemleri ortaya çıkarmıştır. Sosyal hayat tüm dünyada değişime uğrarken Müslümanlar da bu
gerçeklikten payını almıştır. İslam hukuku sınırlı naslarla sınırsız problemlere cevaplar ararken içtihat müessesi kendi bünyesinde dayandığı
ilimlerle, zaruret ve tedavi olma ilkeleriyle sosyal, siyasal, ekonomik, ya-
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER KARŞISINDA
İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ
265
şamsal hayatla ilgi ihtiyaçları karşılamaya çalışmaktadır. Bu bakımdan
müntesiplerine hayatın dinamizmine ayak uydurma konusunda rehberlik
etmektedir.
4. Hayatın Dinamizmi Perspektifinde Yeni Meseleler
Karşısında İslam Hukuku’nun Rolü
Hayat, Allah’ın insanlığa bahşettiği nimetlerin en kıymetlisi olarak
başta gelmektedir. İnsan kendine bahşedilen bu yaşam süresince bir
oluşum, gelişim ve değişim içinde varlığını sürdürmektedir.12Allah bu
gelişim ve değişim sürecinde olan insanlığı doğru yola kılavuzlamak için
onları kendi aralarından seçtiği peygamberlerin oluşturduğu nübüvvet
müessesiyle desteklemiştir.13 Hz. Peygamber’in yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı da insanların karşılaştıkları problemleri murad-ı ilahi çerçevesinde çözümlemekle geçmiştir. Böylelikle İslam hukukunun kaide
ve kurallarını incelediğimizde vahiy, akıl ve sosyal değişim olgusuyla
hükümlerin oluşmuş ve İslam toplumunun da bu perspektif doğrultusunda şekillenmiş olduğunu görürüz.14 Teşri’, tedric, kolaylık, maslahat,
nesih, teklifte kolaylık ve diğer makâsıdü’ş- şerîa ilkeleriyle şekillenen
İslam hukuku, İslam alimlerinin gayretiyle tedvin döneminden sonra yeni
bir metodoloji oluşturarak ortaya çıkan problemlerin çözümünde sınırlı
nasları yorumlayarak hayata bir dinamizm katmıştır.15 Sözün doğru nakli
ve doğru anlaşılması gayesiyle ortaya çıkan fıkıh usulü bu dinamizmin
oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Stratejik bir geleneğe sahip olan
usûl-i fıkıh, itikadî esaslara, Arap diline, ahkâma, mantık ve diğer sosyal
bilimlere dayalı bir metodoloji oluşturmuş ve bu sayede hayatın dinamizmine ayak uydurmuştur.16 Böylelikle süreklilik kazanan bir stratejiyle
hayatın tüm alanlarında müntesiplerine bir bakış açısı vermiştir. Günümüzde çeşitli nedenlere bağlı olarak dinî konularda yeni birçok mesele
ortaya çıkmıştır. İslam dini hayatın bütün alanlarını kuşattığı için güncel
dini meseleler ibadetlerden helal haramlara, gıdalardan aile hayatına, iş
ve meslek hayatından eğlence hayatına değin çok geniş bir alana yayılmış
12
Murat Sülün, Bütün Boyutlarıyla Din, İstanbul: Grafiker Tasarım, 2016, 21.
14
Ertuğrul Boynukalın, “Makâsdu’ş-Şerîa”, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara: TDV Yayınları, 2003, 27/423-427.
13
15
16
Yunus Apaydın, “İctihâd: Dinin Hayatla Buluşması”, İslam’a Giriş-Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007, 81-101.
Abdülkerim Zeydan, el-Veciz, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 2011, 300.
Mustafa Baktır, İslam Hukukunda Zaruret Hali, İstanbul: Akçağ Yayınları, ty., 45.
266
İSLAM VE YORUM VII
bulunmaktadır.17 Bu problemleri fıkıh metodolojisi çerçevesinde çözüme
kavuşturmak mümkündür. Ancak bu problemleri klasik fıkıh geleneği
bünyesinde bulmak oldukça zordur. Bu meseleleri güncel okumalar
çerçevesinde yeniden değerlendirmek gerekir.18 Fıkıh ve hayat arasında
köprü kurmak oldukça önemlidir. Bu bağlamda fıkhı İmam Âzam Ebû
Hanife “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir.”19 İmam
Şafiî ise “Tafsili delillerden (ayet ve hadislerden) elde edilen dinî amelî
hükümleri bilmektir.”20 İmam Mâlik, “Allah’ın kalplere nakşettiği bir nurdur.”21 şeklinde tanımlamışlardır. Fıkhın amacı “mekâsidü’ş-şerîâ” (şeriatın
gayeleri)’ni ortaya koymaktır.22 Allah ile insan, insan ile insan, insan ile
devlet, devlet ile devletlerarası ilişkileri düzenleyerek insanların maddi ve
manevi ihtiyaçlarını karşılamak, haksızlıkları engellemek, adaleti, huzuru
ve güveni tesis ederek istikrarlı bir toplum düzeni inşa etmektir.
Fıkıh ilmi, insanların davranışlarıyla ilgili Kur’ân ve sünnette yer alan
şer’î hükümlerin doğru şekilde anlaşılmasını ve bu hükümlerin hayata
aktarılmasını konu edinir. Dolayısıyla, fıkıh kelime anlamıyla bir şeyi iyi
düşünmek, derinlemesine anlamak, bilmek ve anlamak anlamlarına gelmektedir. Peygamberimizin vefatından sonra hicri II. yüzyılın ortalarından
itibaren dinî ilimlerin ortaya çıkmasıyla fıkıh kelimesi terim anlamında
kullanılmaya başlanmıştır. Ayet-i kerimelerde ve hadislerde de fıkıh kelimesi geçmektedir. “Ne var ki, müminlerin hepsi toptan seferber olacak
değildir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup din konusunda derin bilgi
sahibi olmak ve döndükleri zaman, kavimlerini uyarmak için geri kalsa
ya! Umulur ki sakınırlar.”23 “Allah, kimin hakkında hayır dilerse onu dinde
derin anlayış sahibi/fakih kılar.”24 Fıkıh ilmi; ibâdat (İbadetler- taharet,
abdest, gusül, namaz, zekât, oruç, hac, kurban gibi konuları), münâkehat
(evlenme-boşanma-nikâh, süt hısımlığı/radâ, talâk, nesep ve nafaka gibi
konuları), muâmelât (hukuki işlemler-alım-satım, kira, rehin, havale, ka17
Baktır, “Umûmü’l-Belvâ”, 42/155-156.
19
Hayreddin Karaman, “Fıkıh”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları, 1996: 13/15.
18
20
21
22
23
24
Eyyüp Said Kaya, “Nevâzil”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları,
2007, 33/34-35.
Karaman, “Fıkıh”, 13/15.
Karaman, “Fıkıh”, 13/15.
Karaman, “Fıkıh”, 13/15.
et- Tevbe, 9/112.
Buharî, “İlim”, 10.
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER KARŞISINDA
İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ
267
faret, tazminat gibi konuları) ve ukûbât (cezalar-kısas, ceza, diyet, cinayet,
zina, hırsızlık, anarşi gibi) konularını ele almaktadır.25
Fıkıh ilmi, usul ve fürû olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Fıkıh usulü, fıkhın teorik yönünü ele alır. Fıkıh usulünün ana konuları şeri
deliller ve kaideler, şeri hükümler ile müçtehit ve içtihat yöntemleridir.
Fürû kısmı ise, fıkhın uygulama yönünü ele alır. Fakihin tafsilî delillerden
(ayet ve hadislerden) elde ettiği şer’î ve amelî hükümlerdir. Fıkıh usulü,
fakihin amelî hükümleri çıkarabilmesi için takip etmesi gereken yöntemi
açıklar. Fıkhın fürû yönü ise bu yöntem ile elde edilen hükümleri açıklar.26
Kur’ân ve sünnette yer alan bilgi ve açıklamalarla birlikte fakihlerin zihnî üretimleri, gözlem ve tecrübeleri, farklı toplumların yaşamları,
kültür ve gelenekleri ile beşerî aklın da etkisiyle fıkıh nosyonu teşekkül
etmiştir. Ayrıca İslam toplumunda iman esasları, ahlak kuralları ve ibadet şekilleri önemli bir olgu olduğu için de İslam âlimleri bu perspektifi
de önemseyerek hükümler vermişlerdir.27 Dinde değişen ve değişmeyen hükümler (içtihat nazariyesi: lafzın zâhirinden ve manadan hüküm
çıkarma, içtihat ederken muhattıe/hata ve musavvibe/isabet etme ile
günah ve sevap olgusu), İslam dininin evrenselliği, maslahat-mefsedet,
kolaylaştırma, zaruret, tedavi olma ve sağlığı koruma ilkesi, umûmü’l-belvâ (kaçınılması büyük güçlüğe yol açan yahut yaygınlığı sebebiyle bilinmemesi mümkün olmayan olaylar) ile taabbudî ve ta’lîli hükümler bu
çerçevede fakihlerce hukuk ve ahlâk, fetvâ ve takva/diyanî boyutuyla
ele alınmıştır.28 Güncel dini meseleler başlığı altında ibadet hayatından
yiyeceklerdeki helal- haramlara, aile hayatından tıbbi tedaviye, ticaret,
iş, meslek ve eğlence hayatındaki meselelere dair sorunlar her ne kadar
birbirinden farklı gözükseler de temelde ortak bir teorik çerçeve ve metodolojiye dayanmaktadır.29 Bu çerçeve ve metodoloji ise usûlu fıkh ve
fıkıh ilminin kaide ve kurallarıdır. Klasik fıkıh konuları içinde nüveleri
25
26
27
28
29
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul: Bilmen Yayınları, 1976: 56
İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1994: 67.
Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1990, 4-6.
Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad, İstanbul: Akademi Yayıncılık, 2002, 23-27;
Abdullah Kahraman, “Tedavi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2011, 40/254.
Eyyüp Said Kaya, “Nevâzil”, 33/34-35.
268
İSLAM VE YORUM VII
bulunan bu yeni meseleler de içtihat müessesesini gerekli kılmaktadır.30
Sonraki dönemlerde nevâzil fıkhı (hakkında hüküm bulunmayan yeni mesele ve olaylar) da bu yeni meselelere hükümler koymuştur.31 Bu konuya
dair geniş bir perspektif çizdikten sonra konuyu belli başlıklar altında şu
şekilde sıralayabiliriz.
Klasik fıkıh geleneğinde belirli bir mezhebe bağlı kalmak hukuk
birlikteliği için önemli bir olgu olarak kabul edilmiştir. Bu bağlamda
mezhepler kendi içinde tutarlı ve sistematik görüşler ortaya koyarak,
müntesiplerine karşılaşacakları problemlere dair pratik çözümler ortaya koymuşlardır. Siyasî, askerî, sosyal ve ekonomik şartların etkisiyle
bu olgusal gerçeklik yeni düşünce ve içtihat gerekliliğini de beraberinde
getirmiştir. Geleneksel kalıp, metot ve yöntemlerin kullanılması yolu değil
de daha çok hangi mezhebin görüşünün toplumda karşılaşılan problemin
çözümünde işlevselliği varsa o görüş tercih edilmiştir. Nitekim modern
fıkıh anlayışında Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhebinin görüşleri
bir bütün halinde esas alınarak fetva verilmektedir. Genel temayül bu
yöndedir.32
Klasik fıkıh literatüründe telfik olarak ifade edilen bu işlem, mezheplerin görüşlerinin karma bir biçimde bir araya getirilmesinin çağdaş
bir uygulamasını oluşturmaktadır.33 Bu uygulama genellikle zaruret ve
maslahat ilkesine dayandırılmaktadır. Modernist/tarihsel yaklaşım, yeni
selefici yaklaşım, geleneksel/taklitçi yaklaşım ve akademik yaklaşımlar
güncel fıkıh problemlerine dair bazı mülahazalar ortaya koymaktadırlar.34
Bu yaklaşımların hepsinin tarihî arka planı ve kendine özgü fikrî temelleri bulunmaktadır. Bu temayülleri ortaya koyan yaklaşımlar belli temel
esaslar ve genel prensipler ortaya koymuşlardır.
Günümüz fıkıh problemlerine getirilen çözümlerin İslam âlimlerinin
üzerinde icmâ ettiği ve İslam ümmetinin başlangıçtan beri aynı şekilde
uygulayageldiği temel esas ve hükümlere ters düşmemesi gerekir. Bunlar
İslam dinini sembolize eden ve zarûrât-ı dîniyye adı verilen kesin emir
30
Yunus Apaydın, “İctihad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları,
2000, 21/432-445.
32
33
34
Karaman Hayreddin, İslam Işığında Günün Meseleleri, İstanbul: İz Yayıncılık, 1988, 56.
Komisyon. Tıp ve Sağlıkla İlgili Fetvalar, Ankara: DİB Yayınları, 2020, 1-2.
Komisyon. Fetvalar, Ankara: DİB. Yayınları, 2018, 2-3.
31
Hayereddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad, 13/22-27; Eyyüp Said Kaya, “Nevâzil”,
33/34-35.
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER KARŞISINDA
İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ
269
ve yasaklardır.35 Aynı şekilde bu sunulan çözümlerin fıtratı, yani Allah’ın
koyduğu dengeyi ve yaratılışı bozmaması, insan onur ve haysiyetini zedelememesi ve temel etik ve ahlakî değerleri ihlal etmemesi gerekir.36
Fetva verilirken dinin ana gayelerinin göz önünde tutulması gerekir. Fetva
siyaseti açısından getirilen çözümün dâ’/sıkıntı ve problem değil devâ/
derman ve çare olması gerekir. Yani hedef toplumda insanlara fayda sağlamak, onlardan zararı def etmek olmalıdır.37 Fetva şer ve kötülüğe giden
yolu kapatmalıdır. “Celb-i menâfi’ ve def’i mefâsid”,38 yani iyilik ve faydayı
temin etmesi, kötülük ve mefsedetleri savuşturması lazımdır. Bu kavram
“makâsıd’ş-şerî’a”39 deyimiyle ifade edilmektedir. Verilen fetva dinin, canın,
aklın, malın ve neslin korunmasını sağlaması gerekir. Zarûriyat, hâciyyat
ve tahsiniyat prensiplerine hizmet etmesi ve onları desteklemesi icap
eder.40
Günümüz fıkıh problemlerinin çözümünde en fazla başvurulan kurallar ise, “bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.”,41 “Eşyada asıl olan
mubahlıktır.”42; “Zarûretler memnu olan şeyleri mübâh kılar.”43; “Meşakkat
teysîri celbeder.”; “Bir iş dıyk oldukta müttesi‘olur”; “Sıkıntı kolaylaştırmayı
getirir.”44; “Şek ile yakîn zâil olmaz.”45; “Zarar izâle olunur.”46 şeklindeki
kaidelerdir. Bireysel ve kurumsal fıkıh çalışmaları, daha çok bu kaide
ve kuralları esas alarak fetva vermektedir. Mısır’da Ezher Üniversitesine
bağlı İslam Araştırmaları Akademisi, Dünya İslam Birliği Fıkıh Akademisi,
İslam Konferansı Teşkilatı Fıkıh Akademisi, Avrupa Fetvâ Kurulu (ECFR)
ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu bu fetva kurullarının başında gelmektedir. Ayrıca günümüzde yapay zekâ imkânların35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
Halit Çalış, “Zaruret”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları,
2013, 141-144.
Hayreddin Karaman, İslam Işığında Günün Meseleleri, İstanbul: İz Yayıncılık, 2001, 10-13.
Ahmet Ekşi, İslam Tıp Hukuku, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2011, 12-15.
Mecelle, mad. 30.
Ertuğrul Boynukalın, “Makâsıdu’ş-Şerîa”, 27/423-427.
K Demirci, “Helal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 1998:
17/175-178.
Mecelle, mad. 2.
İbarhim Kâfi Dönmez, “Mübah”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV
Yayınları, 2020, 30/339-343.
Mecelle, mad. 21.
Mecelle, mad. 17, 18, 22.
Mecelle, mad. 4.
Mecelle, mad. 20.
270
İSLAM VE YORUM VII
dan faydalanılarak fetvaların belirlenmesi çalışmaları da vardır. Örneğin
bilgisayar ortamında hazırlanan miras programları karşılaşılan miras
taksimi sorularına cevap verilmesini hızlandırmaktadır. Bu ve benzeri
uygulamalar günümüzde yoğun bir şekilde gelen fetva sorularına yapay
zekâ imkânlarından yararlanılarak robotlar tarafından fetva verilmesi
olgusunu da tartışmalı hale getirmiştir.
Sonuç
Fıkıh, her türlü beşerî davranışı tanzim eden kapsayıcı normatif bir
yapı olarak, tarihsel mecrasının hiçbir etabında yalnızca bir toplumun
hukuk ihtiyacını karışlamak için var olmadığı gibi, pozitif sahada da bir
yetkiye bağlı olarak teşekkül etmiş değildir. Fıkıh, bu açıdan bir hukuk
düzeni olmaktan daha geniş bir yapıyı temsil etmektedir. Fıkıh, bireysel
ve toplumsal beşerî yaşamın tamamını, ilahî iradenin öngördüğü değer
yargılarına göre düzenleme hedefindedir. Dinî, ahlâkî ve hukukî kuralların bütününü ifade eder. Kaynak olarak vahiy, akıl ve sosyal değişimi
kendisine esas alarak, müçtehitlerin tecrübe, anlayış ve düşüncesiyle şekillenmiştir. Bu açıdan toplumda daima işlevselliğini korumuş ve müntesiplerinin sorunlarına çözümler bulmuştur. Fıkıh mezhepleri toplumda
hukuk birlikteliği sağlayarak pratik çözümler üretmiştir. Ancak günümüzde Müslümanların klasik fıkıh kitaplarında olmayan birçok sorun ve
problemle karşılaştıkları da gerçek bir olgudur. Bu olgu da bir mezhebin
bakışını değil de tüm fıkıh mezheplerinin ortaya koyduğu fıkıh geleneğini
ve bilgi tecrübesini bir bütün olarak ele almayı zorunlu hale getirmektedir.
Nitekim günümüzde fıkıh kurulları bireysel çözüm ve içtihatlardan ziyade
kolektif çözüm ve içtihatlarla aile, ibadet, iktisat, gıda ve tıp konusunda
ortaya çıkan yeni problemlere fetvalar vermektedir. Böylelikle İslam dini
asleyn denilen usûlu’d-Din ve usûl-i-Fıkıh bağlamında ortaya koyduğu
metodoloji ile çözümler üretmekte ve dinamizmini korumaktadır.
İslam dini varlık içerisinde insanı öncelemiştir. Onun için bütün
varlığı onun emrine vermiş ve onu halife-i arz kılarak teklifle mükellef
kılmıştır. Bu bakımdan da insan hayatına hizmet edecek tüm imkânlar
kıymetlidir. Günümüzde insanoğlu nimet ve külfet dengesi bağlamında
birçok yeni problemle karşılaşmıştır. Dünya adeta bir köy haline gelmiş,
insan da bu hızlı değişim ve gelişim rüzgârından etkilenmiştir. Sosyal,
ekonomik ve kültürel olarak birçok yeni imkân ve fırsatla buluşmuştur. Bu
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER KARŞISINDA
İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ
271
teknolojik imkânlar tıp alanında kendini daha fazla göstermiştir. Tıbbın
tedavi yönü olduğu kadar estetik ve sanat boyutu da vardır. Bu perspektiften baktığımızda klasik fıkıh konuları içerisinde bulunmayan birçok tıbbi
konu günümüzde fıkıh alanında meşru olup olmama konusunda fetva beklemektedir. Fıkıh usûlü ve fıkıh kuralları çerçevesinde Müslüman âlimler
bu yeni problemleri ele alarak içtihat müessesesi içerisinde zaruret ve
kolaylaştırma ilkeleri ile fetva vermişlerdir. Fetvada ahlâkiliği ve fıtrata
uygunluğu esas alarak ruhsatlar boyutunda bu yeni konulara birtakım
çözümler üretmişlerdir. Bu amaçla vahyi esas alarak akıl ve sosyal değişim şemsiyesi altında ilcaat-ı zamana uygun olarak fetvalar vermişlerdir.
Makâsıdü’ş- şeriâ ve zarurat-ı diniyye ile çelişmemek kastıyla heva ve
hevesten uzak gümümüz tıp dünyasında birtakım ilkeler vaz etmişlerdir.
Zarurat, haciyyat, tahsiniyyat ve umûmü’l-belvâ prensipleriyle meselelere
yaklaşmış, ahlak ve dini naslar bağlamında bütün İslam fıkıh mirasıyla
asrımızda yeni fıkıh problemlerinden olan organ, doku, gen, yumurtalıkların nakli, beyin ölümü, ötenazi, tüp bebek, taşıyıcı annelik, kürtaj,
cinsiyet tercihi, kök hücre, klonlanma ve estetik ameliyatı konularında
fetvalar vermişlerdir. İslam hukuku dini, ahlakî ve manevî olarak ilkeler
koymuş, bu çerçevede fıtrat ve nesli bozmayacak, dünyada bozgunculuk
çıkarmayacak tıp alanındaki her türlü gelişmeyi desteklemiştir.
Kaynakça
Apaydın, H. Yunus. “İctihâd: Dinin Hayatla Buluşması”. İslam’a Giriş-Ana
Konulara Yeni Yaklaşımlar. İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007, 81-101.
Apaydın, H. Yunus. “İctihad”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
21/ 432-445. Ankara: TDV Yayınları, 2000.
Apaydın, H. Yunus. “Şer’i Hükmün Tabiatı”. Modern Çağda Fıkhın Anlam
ve İşlevi. İstanbul: Ensar Neşriyat, 2019.
Apaydın, H. Yunus. Din ve Fıkıh Yazıları. İstanbul: Hacıveyiszade İlim ve
Kültür Vakfı, 2018.
Bakillânî, el-Kâdî Ebu Bekir. et-Takrîb ve’l-İrşâd. Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1998.
Baktır, Mustafa. “Umûmü’l-Belvâ”. Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi.
42/155-156. İstanbul: TDV Yayınları, 2012.
272
İSLAM VE YORUM VII
Baktır, Mustafa. İslam Hukukunda Zaruret Hali. İstanbul: Akçağ Yayınları,
ty.
Bardakoğlu, Ali. “Delil”. Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi. 9/138-140.
İstanbul: TDV Yayınları, 1994.
Bilmen, Ömer Nasuhi. Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu.
İstanbul: Bilmen Yayınları, 1976.
Boynukalın, Ertuğrul. “Makâsdu’ş-Şerîa”. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
27/423-427. Ankara: TDV Yayınları, 2003.
Cessâs, Ahmed b. Ali er-Râzî. el-Füsûl fi’l-Usûl. İstanbul: İrşad, 1994.
Çağıl, Orhan Münir. Hukuk Metodolojisi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Yayınları, 1952.
Çağrıcı, Mustafa. “Emir bi’l-Ma’rûf Nehiy ani’l-Münker”. Türkiye Diyanet
Vakfı Ansiklopedisi. 11/138-141. İstanbul: TDV Yayınları, 1995.
Çalış, Halit. “Zaruret”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 44/141144. İstanbul: TDV Yayınları, 2013.
Demirci, Kürşat. “Helâl”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
17/175-178. İstanbul: TDV Yayınları, 1998.
Dönmez, İbarahim Kâfi. “Mübah”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
30/339-343. İstanbul: TDV Yayınları, 2020.
Ekşi, Ahmet. İslam Tıp Hukuku. İstanbul: Ensar Neşriyat, 2011.
Erdoğan, Mehmet. İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1990.
İbn Hâcib, Cemalüddin Ebu Ömer. Münteha’l-Usûl fi İlmi’l-Usûl ve’l-Cedel.
Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1985.
İbn Kudâme, el-Muğnî. Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1994.
Kahraman, Abdullah. “Tedavi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
40/254. İstanbul: TDV Yayınları, 2011.
Karaman, Hayreddin. “Fıkıh”. Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi. 13/1-14.
İstanbul: TDV Yayınları, 1996.
Karaman, Hayreddin. İslam Hukuk Tarihi. İstanbul: 1989.
Karaman, Hayreddin. İslam Hukukunda İctihad, İstanbul: Akademi Yayıncılık, 2002.
HAYATIN DİNAMİZMİ AÇISINDAN YENİ MESELELER KARŞISINDA
İSLAM HUKUKU’NUN ROLÜ
273
Karaman, Hayreddin. İslam Işığında Günün Meseleleri. İstanbul: İz Yayıncılık, 2001.
Kaya, Eyyüp Said. “Nevâzil”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
33/34-35. Ankara: TDV Yayınları, 2007.
Kaya, Eyyüp Said. “Nevâzil”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
33/34-35. Ankara: TDV Yayınları, 2007.
Kazvînî, Nemeddin Ömür b. Ali el-Kâtibi. Şerhü’s-Şemsiye. Kum: Daru İhyai’l-Kutübi’l-Arabiyye, 1323, 170-171.
Koçak, Zeki. Usûl-i Fıkhın Dayandığı İlimler. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2023.
Komisyon. Fetvalar. Ankara: DİB. Yayınları, 2018.
Komisyon. Tıp ve Sağlıkla İlgili Fetvalar. Ankara: DİB Yayınları, 20022.
Köksal, A. Cüneyt. Fıkıh Usûlünün Mahiyeti ve Gayesi. İstanbul: İSAM, 2008.
Köksal, Asım Cüneyd- Dönmez, İbrahim Kâfi. “Usûl-i Fıkıh”. Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi. 42/201-210. İstanbul: TDV Yayınları, 2012.
Molla Hüsrev, Muhammed b. Feramuz. Mır’âtü’l-Usûl. İstanbul: 1966.
Sülün, Murat. Bütün Boyutlarıyla Din. İstanbul: Grafiker Tasarım, 2016.
Yılmaz, Taha. Geçmiş ve Geleceğiyle Dijitalleşme “Dijital Çağda Davet ve
İrşatta İhya”. İhya (İslam ve Medeniyet Serisi), İstanbul: Kitap Dünyası,
2022, 523-540.
Zeydan, Abdülkerim. el-Veciz. Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 2011.
III. BÖLÜM
DİN, HAYAT, ESTETİK VE AHLAK
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
Bilal GÖK
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Prof. Dr.
https://orcid.org/0000-0002-5346-252X
bilal.gok@inonu.edu.tr
Giriş
Sultan I. Ahmed ile Haseki Kösem Sultan’ın oğlu olarak (1021/1612)
tarihinde dünyaya gelen IV. Murad, annesinin de etkisiyle (1032/1623)
senesinde çocuk denecek yaşta tahta çıkarıldı. 1640 yılında vefatına kadar
17 yıl tahtta kaldı.
Sultan IV. Murad, saltanatı döneminde ateşli vaazlarıyla tanınan Kadızâdeli Mehmed’in tesirinde kalarak tütün, kahve ve alkol kullanılmasını
yasakladı. Tütün ve alkol yasağını teftiş maksadıyla kıyafetini değiştirip
halkın arasına karıştığı ve tespit ettiklerinin infazını bizzat gerçekleştirdiği bilinmektedir. Ayrıca yatsı namazından sonra fenersiz dışarı çıkmayı yasaklaması, gece geç vakitte fenersiz şekilde camiden evine giden
imamın oğlunu bile öldürtmesi, onun kendi koyduğu yasakları kontrol
etmekte ne derece titiz davrandığını ortaya koymaktadır. IV. Murad, söz
konusu yasakları getirip sıkı sıkıya uygularken, muhtemelen ihtilaller ve
iç isyanlarla sarsılan devlet otoritesini yeniden tesis etmeyi hedefliyordu.
IV. Murad; saltanatı döneminde başına buyruk hareket eden asker sınıfı
ve eşkıya güruhu başta olmak üzere kendi koyduğu yasaklara uymayan
halka göz açtırmayan bir padişah profili çizmiştir. Belki de bu sayede
devlet hakimiyetini memleketin her köşesinde etkin kılarak güvenli bir
toplum tesis edebilmiştir.
1. Ana hatlarıyla IV. Murad’ın Hükümdarlık Dönemi
Sultan Ahmed’in vefatının ardından, oğullarından birisi yerine kardeşi I. Mustafa tahta çıkarıldı (1026/1617). Ancak aklında görülen noksanlık
278
İSLAM VE YORUM VII
sebebiyle tahttan uzaklaştırıldı. Yerine IV. Murad’ın ağabeyi olan II. Osman
padişah oldu (1027/1618). Sultan II. Osman, yaşanan birtakım olaylardan
sonra askerler tarafından tahtından indirilip Yedikule’de öldürüldü. Onun
yerine I. Mustafa ikinci kez tahta getirildi. Osman’ın katli sebebiyle Anadolu insanı derin üzüntüye boğulmuştu. Antep, Trablusşam ve Erzurum
gibi yurdun farklı yörelerinde, padişah katilliğiyle suçlanan yeniçeri ve
sipahilerden intikam alınmaya başlandı. Diğer taraftan Erzurum valisi
Abaza Mehmed Paşa, söz konusu gerekçe ile isyan ederek Şebinkarahisar ve Sivas’ın ardından Ankara’ya kadar gelip şehri muhasara etti.1
Memleketin ahvali bu minvalde iken Sadrazam Kemankeş Ali Paşa’nın
girişimleriyle I. Mustafa tahttan indirilerek yerine IV. Murad getirildi.2
Osmanlı Devleti’nin kudretli sultanlarından birisi olan IV. Murad tahta
geçtiğinde (1623), devlet siyasî ve ekonomik sıkıntılar içerisindeydi. Padişahın henüz çocuk yaşta olması, zorbaların cesaretini artırıyor, Abaza
Mehmed Paşa gibi asilerin başkaldırısı devam ediyordu. Bu arada Bağdat,
İran tarafından işgal edilmişti.3 Sultan Murad, rüştüne erişinceye kadar
annesi ve ümeranın vesayeti altında kalmıştı. Onun, devlet idaresinde
hükmünü yürütmesi, Hüsrev ve Recep Paşaları ortadan kaldırmasıyla
başladı.4
Osmanlı’nın iç karışıklıklarla uğraştığı bu dönemde İranlılar Van kalesini kuşattı (1633). Sadrazam Mehmed Paşa Van’a ulaşmadan, Diyarbakır
valisi Murtaza Paşa İran ordusunu yenerek sınırdan uzaklaştırdı.5 Bilahare Sultan Murad bizzat sefere çıkarak Revan kalesini fethetti (1635).
1
2
3
4
5
Kâtib Çelebi, Fezleke (İstanbul: Cerîde-i Havâdis Matbaası, 1869), 2/26-35; Mustafa Naîmâ,
Naîmâ Târihi, sad. Zuhuri Danışman (İstanbul: Zuhuri Danışman Yayınevi, 1967), 2/794-811;
Joseph Freiherr von Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi (İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1992), 8/239;
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2011), 3/143-146.
İbrahim Peçevî, Târih, sad. Bekir Sıtkı Baykal (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1981), 2/371-373;
Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/38; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 2/817-821; Hammer, Osmanlı, 8/258;
Mustafa Nuri Paşa, Netâyic ül-Vukuat, sad. Neşet Çağatay (Ankara: TTK, 1992), 1-2/223;
Uzunçarşılı, Osmanlı, 3/148.
Peçevî, Târih, 2/375-376; Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/39-46; Mehmed Halife, Tarih-i Gılmânî,
sad. Ömer Karayumak (İstanbul: Tercüman Gazetesi, 1976), 23-24; Naîmâ, Naîmâ Târihi,
2/824-876; Mustafa Nuri Paşa, Netâyic, 1-2/225-226; Uzunçarşılı, Osmanlı, 3/150-151.
Peçevî, Târih, 2/398; Mehmed b. Mehmed Edirnevî, Nuhbetü’t-Tevârîh ve’l-Ahbâr, Târîh-i
Âl-i Osmân (Metinleri, Tahlilleri), haz. Abdurrahman Sağırlı (İstanbul Üniversitesi, Doktora
Tezi, 2000), 19-20; Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/140-142; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1143-1162;
Hammer, Osmanlı, 9/135-136; Abdurrahman Şeref, Osmanlı Devleti Tarihi: (Târîh-i Devlet-i
Osmâniyye), sad. Musa Duman (İstanbul: Gökkubbe, 2005), 235-239; Uzunçarşılı, Osmanlı,
3/183, 186.
Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1224-1226; Mustafa Nuri Paşa, Netâyic, 1-2/236.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
279
Ancak padişahın, Revan Seferi’nden dönüşünden kısa süre sonra, İranlılar
Revan’ı tekrar ele geçirdi.6
Bu dönemde, Balıkesir ve çevresindeki Saruca ve Sekbanların isyanı
bastırıldı. Ayrıca Cebel-i Lübnan’daki asi Dürzîler yola getirildi. Yemen’de
ise Zeydîler, Yemen valisini kuşatma altına almıştı.7 Diğer taraftan Padişah, İstanbul’da çıkan büyük yangın sebebiyle, İstanbul’daki bütün kahvehaneleri yıktırdı. Yerlerine bekârların kalması için odalar yaptırıp tütün
kullanılmasını yasakladı.8
Bu sıralar Sakarya’da, halktan haraç kesen Şeyh Ahmed idam edildi.9 Sultan Murad, Bağdat’ı yeniden fethetmek için sefere çıktı. Hedefine
ulaşan Osmanlı ordusu bir aylık kuşatmanın ardından şehri teslim aldı
(1638). Zaferden sonra İranlılarla Türk-İran sınırını belirleyen Kasr-ı Şirin
Antlaşması imzalandı. Devletini her açıdan geliştiren Sultan Murad henüz
28 yaşında iken (1640) yılında gut hastalığından vefat etti.10
On yedinci Osmanlı sultanı olan IV. Murad’ın, Osmanlı tahtında oturduğu 17 yıl içerisinde elbette toplum huzuru ve güvenliğini temin etmek
adına pek çok icraata imza atmıştır. Ancak biz çalışmamızın sınırlılıkları
çerçevesinde kahvehanelerin kapatılması, tütün ve alkolün yasaklanması
gibi uygulamalarına değinmekle yetineceğiz.
2. Sultan Murad’ın Asayiş Uygulamaları
Sultan Murad’ın asayiş uygulamalarının bir kısmı doğrudan devlet
idaresini ilgilendirmektedir. Hüsrev ve Receb Paşa’nın öldürülmesi, taşkınlık yapan sipahilerin yola getirilmesi, yurdun farklı bölgelerinde eşkıyalık yapan bazı kişilerin faaliyetlerine son verilmesi bu meyanda yapılan
6
7
8
9
10
Peçevî, Târih, 403-410; Edirnevî, Nuhbe, 21; Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/171-179; Halife,
Gılmânî, 31; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1282-1324; Hammer, Osmanlı, 9/190-204; Mustafa
Nuri Paşa, Netâyic, 1-2/237-238.
Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/111; Halife, Gılmânî, 29; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1186-1211.
Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/197; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1216-1222; Hammer, Osmanlı, 9/152153; Mustafa Nuri Paşa, Netâyic, 1-2/235; Abdurrahman Şeref, Osmanlı Devleti, 240; Uzunçarşılı, Osmanlı, 3/191.
Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1380-1383; Hammer, Osmanlı, 9/222; Uzunçarşılı, Osmanlı, 3/200.
Peçevî, Târih, 2/413-454; Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/192-219; Halife, Gılmânî, 34-36; Naîmâ,
Naîmâ Târihi, 3/1371-1372, 1407-1492; Hammer, Osmanlı, 9/218-240, 10/10; Mustafa
Nuri Paşa, Netâyic, 1-2/241; Abdurrahman Şeref, Osmanlı Devleti, 241-242; Uzunçarşılı,
Osmanlı, 3/203-205; Halil Sahillioğlu, “Dördüncü Murad’ın Bağdat Seferi Menzilnâmesi
(Bağdat Seferi Harp Jurnali)”, Türk Tarih Belgeleri Dergisi 2/3-4 (1965), 1-36; Mehmet
İnbaşı, “Dördüncü Murad’ın Bağdat Seferi Masraf Defteri”, Erzurum Atatürk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 12 (1999), 277-287.
280
İSLAM VE YORUM VII
uygulamalardır. Diğerleri ise halk nezdinde alınan tedbirlerdir. Bu tür
önlemler arasında kahvehanelerin kapatılması ve tütünün yasaklanması,
meyhanelerin yıktırılması ve içki yasağının getirilmesi gibi uygulamalar
zikredilebilir.
2.1. Hüsrev ve Receb Paşa’nın Katledilmeleri
Sultan Murad’ın devlet yönetimine hâkim olmaya başlaması Hüsrev
ve Receb Paşa’yı ortadan kaldırmasıyla ilişkilendirilir.11
Hüsrev Paşa (ö.1041/1632) Bosnalı olup haremde uzun süre hizmet
ifa ettikten sonra has odaya alınıp zaman içerisinde çukadar/çuhadar
makamına yükselmişti. Seyfiye sınıfına dahil olduktan sonra yeniçeri ağalığına getirildi. Bilahare kendisine vezirlik rütbesi de ihsan edildi. Sadrazam Çerkez Mehmed Paşa, Kayseri’de Abaza Mehmed Paşa’yı hezimete
uğrattığında Hüsrev de yeniçeri ağasıydı. Bu savaşta büyük yararlılık gösterdi. Mehmed Paşa Tokat’ta vefat ettikten sonra o zamanlar Diyarbakır’da
bulunan Hafız Ahmed Paşa sadrazamlık makamına getirildi. Hüsrev Ağa,
Malatya üzerinden Diyarbakır’a varıp emrindeki askerlerle birlikte sadrazamın ordusuna dahil oldu. İran’ın eline geçen Bağdat’ın dokuz ay süren
muhasarasında bulundu (1035/1626). Kuşatmanın başarısızlıkla sonuçlanması Hüsrev’in ve sadrazamın azline sebep oldu. Bağdat’tan başkente
döndüğünde ağalıktan ve vezaretten azledildiğini öğrendi. Durumu gayet
soğuk kanlı karşıladı. Fazla zaman geçmeden IV. Murad tarafından kubbe
vezirliğine getirildi. Sadrazam Halil Paşa’nın Erzurum kalesinin kuşatılmasında istenilen başarıyı elde edememesi üzerine durumu değerlendirmek için toplanan istişare meclisi Hüsrev’in sadarete geçirilmesini teklif
etti. Maiyetiyle birlikte İzmit’e doğru giden Hüsrev’in ardından sadaret
mührü ulaştırıldı. Serdar olarak ordunun başına geçirilen Hüsrev Paşa,
Erzurum’daki Abaza Mehmed Paşa üzerine yürüdü. Erzurum’u uzun süre
muhasara eden Hüsrev, savaş yoluyla neticeye ulaşılamayacağını anladı.
Abaza’ya hayat garantisi vererek teslim alıp beraberinde İstanbul’a getirdi. Hemen ardından Bağdat muhasarası için ordunun başında Musul’a
hareket etti. Şehrizor’da (Kerkük yöresi) Safeviler tarafından yıktırılan
kaleyi yeniden inşa ettirdikten sonra Bağdat’ın fethini kolaylaştırmak
maksadıyla İran’ın içlerine doğru hareket edip Hemedan’a ulaştı. Lakin
11
Peçevî, Târih, 2/398; Edirnevî, Nuhbe, 19-20; Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/140-142; Naîmâ,
Naîmâ Târihi, 3/1143-1148, 1161-1162; Hammer, Osmanlı, 9/135-136; Abdurrahman
Şeref, Osmanlı Devleti, 235-239; Uzunçarşılı, Osmanlı, 3/183, 186.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
281
şehrin daha önce terk edildiğini gördü. Paşanın asıl hedefinde Kazvin ve
Isfahan vardı. Ancak iaşe güçlüğü ve yollarda kurulan tuzaklar sebebiyle
Dergezin kasabasından geri dönüp Bağdat’ı yeniden kuşattı. Yaklaşık kırk
gün süren bu kuşatma da sonuç alınamadan kaldırıldı (1040/1630). Safevilerin Musul’u tehdit etmeleri üzerine burasını tahkim edikten sonra
orduyu Mardin’e nakletti. Burada para ve asker desteği aldıktan sonra
Bağdat seferi için harekete geçti. Bu kez askerlerin itirazlarıyla karşılaştı
ve onların isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Hal böyleyken Hüsrev
Paşa görevinden azledildi. Yerine Hafız Ahmed Paşa getirildi.12
Bağdat muhasarasında hiçbir başarı elde edemeyişi Rüstem Paşa’nın
güç ve saygınlığını iyice sarsmıştı. Onun azlediliş sebebi olarak, maiyetindeki sipahileri teşvik edip başkentte kendisine karşıt olan Hâfız Ahmed
Paşa ve Başdefterdar Mustafa Paşa’nın orduya katılmalarını temin etmek
isteyişi gösterilir.13
Hüsrev Paşa’nın sadaretten azline giden yolu Naima eserinde uzun
uzadıya anlatır. Ona göre Paşa, güç sahibi olup hükümet ve siyasette kolu
uzun bir kişiydi. Kendi fikrine çok güvenen kibirli bir yapısı vardı. Dünya
işlerine ait tecrübe eksikliği ve tarih ilmine vakıf olmayışı sebebiyle yanlış
işler yapardı. Gereksiz yere insanların kanlarını dökerdi. Çoğu zaman
dinen ve aklen öldürülmesi gerekmeyen belki de sadece azarlamakla
yola gelebilecek kişileri kolaylıkla katlederdi. Söz ve davranışlarında
kendisinden başkasına hak tanımayan bir yapısı vardı. Şerri sebebiyle
hiç kimse ona hak bir sözü söyleme cesaretini kendisinde bulamazdı.
Böylece doğru ya da yanlış ne yaparsa, çaresizce insanlar tarafından tasdik edilirdi. Hüsrev Paşa, aşırı öfkeliydi. İyi, kötü, alim ve zalim her tür
insan onun bu şiddetinden payını alırdı. Alimlere ve diğer saygın kişilere
hürmet göstermez hatta kıymet ve şereflerine halel getirirdi. Yanına gelen
biçare halkı azarlar ve onlara eziyet etmekten geri durmazdı. Bilhassa
Bağdat kuşatmasında askerleri sağa sola dağıtıp perişan ettikten sonra,
geride kalanlara şehre hücum etmelerini emredip, askerlerin yok yere
ölmelerine sebep olmuştu. Bir de bu duruma hiddetlenip nice günahsız
insanın canına kıydı. Kuşatmada uzun süre mücadele eden paşaları haksız yere öldürmekten çekinmedi. Neticede bu yanlış tasarrufları yanında
12
13
Abdurrahman Sağırlı, Mehmed b. Mehmed er-Rûmî (Edirneli)’nin Nuhbetü’t-Tevârîh ve’l-Ahbâr’ı
ve Târîh-i Âl-i Osmân’ı (Metinleri, Tahlilleri) (İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi, 2000), 56.
Halil İnalcık, “Hüsrev Paşa”, TDV İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1999), 19/39.
282
İSLAM VE YORUM VII
bilhassa memleket dahilinde zorbalığıyla meşhur şahıslarla ittifak yapıp
onların zulüm ve zorbalıklarına göz yumması padişahı büyük elemlere
gark eyledi.14
Hüsrev Paşa’nın yaptıkları bunlarla sınırlı değildi. Sipahiye hizmet
adı altında çizme, tavuk ve arpa baha gibi halka yüklediği vergilerin haddi
hesabı yoktu. Bu esnada direnen halkı değnekten geçirme, zincire vurma
ve hapsetme gibi fiillere tevessül ediyordu. Tam anlamıyla halk bela ve
dert çemberi içerisinde kıvranmaktaydı. Büyük sultan camilerinin mütevelliliklerini zorba sipahilere veriyor, onlar da vazife ve hizmete gitmesi
gereken evkaf mallarını diledikleri gibi har vurup harman savuruyorlardı.
Naima’ya göre padişah askerlerin ve zorbaların nazlarına, hazine ve asker telefine sadece Bağdat’ın fethi hatırına katlanıyordu. Bu da mümkün
olmadıktan sonra Hüsrev Paşa’nın varlığına lüzum yoktu.15
Hüsrev Paşa’ya azlini tebliğ etmek üzere gönderilen dergâh-ı âlî çavuşu padişahın fermanını okurken görevden alındığına dair ibareye geldiğinde yeniçeriler, o kadar mihnet çekip tam da netice almak üzereyken
paşanın azledilmesini asla kabul etmediklerini ve başlarına ondan başka
komutan görmek istemediklerini bağırıp çağırarak ifade ettiler. Yeniçeriler
emri getiren çavuşu linç etme girişiminde bulunurlarken Hüsrev Paşa,
hükmün padişaha ait olduğunu ve dilediğini bu göreve getireceğini belirterek askeri sakinleştirdi. Diyarbakır’dan hareketle Tokat’a geldi. Diyarbakır’daki askerler başkaldırı halindeydi. Önce hazineden sorumlu defterdar
Ömer’e, ardından şehir halkına tazyik edip zulüm ve düşmanlıkta sınır
tanımadılar. Eşkıyalar ise Celalilerden daha çok zulüm icra ediyorlardı.
Eskiden sipahi olan zorba Süleyman, Beyşehir, Seydişehir, Bozkır havalisi,
Larende ve Konya sipahileri ona tabi olmuşlardı. Bir diğeri Rum Mehmed
adını taşıyordu. Konya’ya gelerek, eski sipahi Kâtip Mustafa’nın konağına
yerleşmiş ve hükmünü icra etmeye başlamıştı. Bütün sipahi kaçkınlarını
ve ayak takımlarını etrafına toplamıştı. Hüsrev Paşa’nın hükmünün sona
erdiğini gören zorbalar böylece eli kılıç tutan en rezil kişileri etrafına
toplama gayretine düşmüşlerdi. Baba Ömer denilen zorba ise Karahisar’ı
ele geçirmişti. Ayrıca Aydın’da Kınalıoğlu, Eskişehir ve İnönü’de Kör Ali,
İskilip’te de Köse Şaban adından bir zorba hüküm sürmeye başlamıştı.
14
15
Mustafa Naîmâ, Târih-i Na’îmâ: (Ravzatü’l-Hüseyn fi Hulâsati Ahbâri’l-Hâfikayn), haz. Mehmet İpşirli (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2007), 2/694-695.
Naîmâ, Târih, 2007, 2/696.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
283
Adı geçen zorbalar güya padişaha sadık insanlardı. Bu zorbalar kendi
aralarında haberleşiyorlardı. Ortak gayeleri Hüsrev Paşa’yı azledip yerine
Hafız Paşa’yı getirenlerden intikam almak ve Hüsrev’i yeniden sadarete
taşımaktı.16
Bu arada askerin İstanbul’a gelmesi istendi. Osmanlı ordusu Diyarbakır’dan kalkarak İstanbul’a yöneldi. Yukarıda isimleri zikredilen zorbalar
ulufe almak amacıyla İstanbul’a geldiler. İstanbul’da bütün hanlar boş
mekanlar insan kılıklı zorbalarla doldu taştı. Ortam karışıklık çıkarmaya
pek müsaitti. Recep Paşa zorbaları kışkırtmaktan geri durmuyordu. Sadrazamlıktan azledilen Hüsrev Paşa ise azledilmesine sebep olanlardan
intikam almak için fesat erbabını destekliyordu. Zorba taifesi Sultanahmet
meydanında toplanarak Hüsrev Paşa’nın görevden alınmasını protesto ettiler. Daha sonra olanlardan sorumlu tuttukları Şeyhülislam Yahya Efendi,
Sadrazam Hafız Paşa, Defterdar Mustafa Paşa, Müsahib Hasan Halife gibi
padişahın yakın çevresinden 17 kişinin adını deftere yazarak padişahtan
bunları kendilerine teslim etmesini istediler. Sarayın ikinci büyük kapısına
kadar geldiler. Öldürülmek istenilenlerden Sadrazam Hafız Paşa, padişahtan müsaade alarak Üsküdar’a kaçtıysa da zorbalar sultanı ayak divanına
istediler. Padişah hilafet tahtına oturarak asilerin meramını sordu. Ancak
padişaha edebe aykırı kelamlar ederek isteklerini tekrarlayıp ona fiili
müdahaleye kalkıştılar. Padişah saray maiyeti arasına girerek canını zor
kurtardı. Asiler istedikleri on yedi kişi kendilerine verilmezse padişahı
tahttan indireceklerini ima ettiler. Zorbalarla işbirliği içindeki Recep Paşa’nın da araya girmesiyle padişah, Hafız Paşa’yı isyancılara teslim etmek
zorunda kaldı. Vicdansızlar padişahın gözü önünde sadrazamı katlettiler.
Padişah mendille yüzünü kapatıp göz yaşlarına boğulurken onlardan intikam almaya da yemin etti. Hafız Paşa katledildikten sonra Recep Paşa
maksadına ulaştı ve padişahtan sadaret mührünü aldı.17
Asker taifesinin Hüsrev Paşa’yı bahane ederek Hafız Paşa’yı öldürmeleri, padişaha saygısızlık etmeleri, onu tahtından indirmekle tehditte
bulunmaları tabir caizse bardağı taşıran son damla oldu. Padişah, o sıralar
Özü kalesinin savunmasında bulunan Murtaza Paşa’yı İstanbul’a çağırıp
Hüsrev Paşa’nın öldürülmesi işini bir hatt-ı hümâyunla ona havale etti. Bu
padişah emrinde Hüsrev’in fitne ve fesada sebep olduğundan katledilmesi
16
17
Naîmâ, Târih, 2007, 2/697-698.
Naîmâ, Târih, 2007, 2/699-704.
284
İSLAM VE YORUM VII
isteniyordu. Murtaza Paşa ise önce görevden el çekmek istedi. Ardından
çok sayıda devlet ümerasını katleden birisinin hakkından gelmenin kolay olmayacağını belirtti. Nihayet bu işi yapabileceğini ancak mallarının
çokluğu sebebiyle muhasebesinde güçlük çekeceğini beyan etti. Bunun
üzerine padişah: “Başını bana gönder. Malı sana mübah olsun” diyerek
belki yapılacak işi biraz cazip hale getirdi. Padişahla yaptığı anlaşmayı
gizli tutan Murtaza Paşa, Tokat’a doğru yol aldı. O, kan dökmekte meşhur
olan böyle bir veziri öldürmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu arada
sadrazam Recep Paşa, Tokat’taki Hüsrev Paşa’ya gizlice haber gönderip
onu uyarmıştı. Murtaza Paşa Osmancık kasabasına geldiğinde padişahtan
ikinci bir hatt-ı hümâyun geldi. Paşa emri alır almaz derhal Tokat’a doğru
yoluna devam etti. Hüsrev Paşa, adamlarından Murtaza’nın hareketleri
hakkında haber getirmelerini istedi. Hüsrev’in adamları silahlanarak
savunma tedbirleri aldılar. Nihayet Murtaza’nın askerleriyle çatışmalar
başladı. Hüsrev’in adamları ilk aşamada gelenleri geri püskürttüler. Bu
arada Dergâh-ı âli çavuşu Ahmed, padişahın hattını Tokat kadısına tebliğ etti. Hemen ardından Çavuş ile kadı Tokat kalesine çıkarak Hüsrev
Paşa’nın konağının topa tutulmasını emrettiler. Top atışları sonrasında
sarayın tahrip olduğu görüldü. Bu gelişme üzerine halk gelen orduya
karşı direnmekten vaz geçtiler. İki taraf arasında çok sıkı bir savaş gerçekleşti. Nihayet kaleden yapılan top atışları Hüsrev Paşa’nın direncini
kırdı. Adamlarına padişaha karşı asi olmayacağını söyleyip savaştan el
çekmelerini istedi. Akabinde Murtaza Paşa’ya haber gönderip padişahın
hükmü neyse icra etmesi için haber gönderdi. Murtaza, kendisine karşı
tuzak kurulmasından endişe ediyordu. Bu yüzden padişahın hükmünü
kethüdasına verip kalabalık bir grupla Hüsrev Paşa’nın sarayına gönderdi.
Kethüda, padişahın hükmünü tebliğ etti. Paşa “Allah’tan geldik Allah’a
döneceğiz. Emir padişahındır” diyerek tebliğ edilen hükme boyun eğdi.
Abdest aldıktan sonra namaz kılıp tövbe ettikten sonra kıbleye yönelip
kendisini cellada teslim etti. Murtaza Paşa, maktul Hüsrev’in mallarını
kayda geçirdikten sonra tamamını İstanbul’a gönderdi.18
Murtaza Paşa, padişahla yaptığı görüşmede, onlarca insanın canına
kıyan zalim birisini öldürmenin çok güç olacağını ifade ettikten sonra,
onun mallarının çokluğundan bahsetmesi, yapacağı hizmet karşılığında
söz konusu mallara talip olduğunu gösteriyordu. Ancak padişahın malları
18
Naîmâ, Târih, 2007, 2/705-707.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
285
kendisine bağışladığı halde tamamını kayda geçirdikten sonra İstanbul’a
göndermesi gerçekten takdire şayan bir davranıştır. Ne yazık ki Hüsrev
Paşa gailesi bu şekilde halledildikten sonra başkentteki karışıklıklar nihayete ermedi.
Sadrazam Recep Paşa, hükmünü tek başına yürütebilmesi için Hafız
Paşa’nın öldürülmesini yeterli bulmuyordu. Bu sebeple padişaha yakınlığıyla bilinen Hasan Halife, Musahip Musa Çelebi ve Defterdar Mustafa Paşa’nın da ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyordu. Emeline
ulaşmak adına zorbalarla el altından ittifak yapmıştı. Nihayet askerler
sarayı basıp padişahı ayak divanına istediler. Kendilerine verilmesini istedikleri kişilerin isimlerini padişaha bildirdiler. Padişah durumu idare
etme yönünde bazı kelamlar ve nasihat etmeye başlayınca tamamen işi
azıtarak dediklerimizi yapmazsan bizim padişahımız değilsin diyebildiler. Ardından canlarından endişe duyduklarını söyledikleri şehzadelerin
kendilerine gösterilmesini istediler. Onların bu tavırlarının arkasında
yatan gerçek ise dilekleri yerine getirilmediği takdirde onlardan birisini
tahta çıkarmak niyetiydi. Asi askerler şehzadeleri topluca gördükten sonra padişahtan onları öldürmeyeceğine dair garanti istediler. Bu gelişme
üzerine Şeyhülislam Ahizâde Hüseyin ve Sadrazam Recep Paşa padişaha
kefil oldular. Asiler, padişahtan kendilerine teslim edilmesini istedikleri
şahısları aramaya koyuldular. Hasan Halife’yi yakalayıp öldürdüler ve
cesedini ağaca astılar. Defterdar Mustafa Paşa da aynı akıbete uğratıldı.
Ancak Recep Paşa onun katledilmesi için padişahtan özel izin çıkarttı.
Ayrıca zorbaları teskin edebilmek bahanesiyle Musa Çelebi’nin de kendi
sarayına gönderilmesi için padişahtan ısrarla muvafakat aldı. Padişah,
Çelebi’yi çok sevdiğinden “onun kılına zeval gelirse sizden bilirim” diyerek çaresiz göndermeye razı oldu. Ancak Recep Paşa verdiği sözünde
durmayarak Musa’nın asiler tarafından öldürülmesine göz yumdu. Musa
Çelebi yaralı olarak sadrazam sarayının duvarından asilerin bulunduğu
meydana atıldı. Askerler hemen yaralının başına üşüşerek hançer darbeleriyle onu öldürdüler. Sultan Murad, Musa’nın başına gelenleri işittikten sonra Recep Paşa’yı ve ona kefil olan Canbolad-zâde Mustafa Paşa’yı
katletmeye ant içti.19
Başkentteki zorba başları bilhassa padişahın yakın arkadaşlarını
ortadan kaldırdıktan sonra kendilerine hayat hakkı tanınmayacağını iyi
19
Naîmâ, Târih, 2007, 2/708-712.
286
İSLAM VE YORUM VII
biliyorlardı. Artık kendi aralarında Sultan Murad’ın yerine şehzadelerden
birisini tahta çıkarmanın planlarını yapmaya başladılar. Bu arada Rum
Mehmed gibi sağduyu sahibi olanlar da sesini yükseltir oldular. Bundan
sonrasının devletin varlığına zarar vereceğini ve artık durulması gerektiğini belirttiler. Rum Mehmed, yeniçeri ocağına da durumu açtı ve onlardan destek istedi. Zamanın Yeniçeri Ağası Köse Mehmed Ağa, dışarıda
olup bitenleri padişaha aktarıyordu. Bu meyanda meydana gelen fitnenin
asıl başının Recep Paşa olduğunu ve Musa Çelebi’nin katledilmesi için
Canbolad-zâde ile söz birliği yaptıklarını ayrıntılarıyla anlattı. Padişah
durumu idare ediyor gözüküyordu. Askerlere karşı şimdilik bir harekata girişmedi. Onlar Ramazan ayının gelmesiyle birlikte şehirde birtakım
şenlikler düzenleyip seyir akçesi adı altında elbise, kumaş ve akçe keseleri
almaktaydılar. Ayrıca mala ve ırza tasallut etmekten geri durmuyorlardı.
Sipahi zorbaları hiç zorlanmadan divana ve devlet erkanına varıp istediklerini yaptırıyorlardı. Çünkü sadrazam zorba başlarını himaye ediyordu.
Onlar bu sayede nice askeri makamları haksız yere ele geçirdiler. Hatta
sipahiler mansıp kapmak uğruna birbirine düştüler.20
Sultan Murad bütün olup biteni sakin ve yakinen takip ediyordu.
Hafız Paşa’nın, Hasan Halife’nin ve Musa Çelebi’nin katledilmesinde Recep Paşa’nın birinci dereceden sorumlu olduğuna iyice kanaat getirmişti.
Ayrıca padişah, Recep Paşa’nın kendisini görevden almaya çalışan sipahi
zorbalarına el altından kese kese para gönderip onları güçlendirdiğinden
artık emindi. Diğer taraftan şehzadelere kefil olması padişahın aklından
hiç mi hiç çıkmıyordu. İşte bu sebeplere bağlı olarak padişah, paşanın
katline karar verip onu saraya davet etti. Paşa içeri girdiğinde padişah:
“Gel berü topal zorba başı” diye ona seslendi. Paşa, yeminle kendisini
aklama babında bazı kelamlar etmişse de padişah: “Bre kafir abdest al!”
dedi. Onun böyle seslenmesinin sebebi, Hafız Ahmed Paşa’nın katledildiği
ayak divanına çıkmadan önce, padişaha abdest almasını tavsiye etmesiymiş. Hiddeti bir türlü dinmeyen padişah, görevlilere Recep Paşa’nın
boynunun vurulmasını emretti. Paşa kementle boğulup öldürüldükten
sonra cesedi saray kapısında bekleyen zorbaların önüne atıldı. Bu hareket
sipahi zorbalarının kalplerine büyük bir korku saldı ve bulundukları yerden dağılıp gittiler. Recep Paşa’dan sonra sadrazamlık mührü Tabanıyassı
20
Mustafa Naîmâ, Tarih-i Naima: (Ravzatü’l-Hüseyn fi hulasati ahbari’l-hafikayn) (Ankara:
Türk Tarih Kurumu, 2007), 2/713-715.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
287
Mehmed Paşa’ya verildi ve kendisinden sipahi zorbalarının haklarından
gelinmesi istendi.21
2.2. Sipahilerin Yola Getirilmesi
Padişah, sipahilerden devlet idaresine itaat edeceklerine dair Kur’an’a
el basıp yemin etmelerini istedi. Ayrıca yapılan yemini yazdırarak kayıt
altına aldırdı. Ardından İstanbul sokaklarında başıboş dolaşan sipahi ve
yeniçerilerin haklarından gelindi. Böylece başkenti asi askerlerin baskısından kurtardı.22
2.3. Eşkıyalık Yapanların Etkisiz Hale Getirilmesi
Başkentte yöneticiler ve halk üzerinde terör estiren asi sipahilerin
yola getirilmesinin ardından ülke genelinde zorbalık yapanların takibi
ve haklarından gelinmesine sıra geldi. Etrafında topladığı sarıca ve sekban grubuyla Balıkesir, İzmir ve Manisa yöresini işgal eden İlyas Paşa’nın
ardından Lübnan’da asi Ma’noğlu Fahreddin’in isyan hareketleri bastırıldı.23 Böylece ülke asayişinin sağlanması hususunda önemli bir adım
daha atılmış oldu.
2.4. Kahvehanelerin Kapatılması ve Tütünün Yasaklanması
Toplum huzuru ve güvenliğini sağlamak uğruna alınan tedbirler yukarıda bahsi geçen mevzularla sınırlı kalmadı. Ülke sathında dönemin insanlarının uğrak yeri haline getirdiği bazı mekanların da zapturapt altına
alınması gerekiyordu. Kahvehane ve meyhanelere devam eden insanların
devlet idaresiyle ilgili ileri geri konuşmaları sebebiyle kahvehaneler yasaklandı ve insanların buralarda toplanmasının önüne geçildi. Sonraki
aşamada ise tütün ve içki yasağı getirildi. Tütün yasağı bütün Osmanlı
topraklarında çok sert şekilde uygulandı. Padişah, yasağa uymayanlardan
bazılarını bizzat cezalandırdı.
Dönemin tarihçilerinden Kâtib Çelebi’ye göre, Osmanlı topraklarında
1600’lü yılların başında tütünün içilmesi alışkanlığı yaygınlık kazanınca,
Sultan I. Ahmed döneminde Derviş Paşa ve Nasuh Paşa kahvehanelere
yasak getirmişlerdi. Lakin çok geçmeden geri açıldı. Durumu gözlem21
22
23
Naîmâ, Târih, 2007, 2/716-717.
Naîmâ, Tarih-i Naima, 2/718-721.
Kâtib Çelebi, Fezleke, 2/111; Halife, Gılmânî, 29; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1186-1195, 12041211.
288
İSLAM VE YORUM VII
leyen vaizler kürsülerde tütünle ilgili konuşmalar yapmaya başladılar.
Konuyu tartışan din âlimlerinden bazıları tütün içmenin haram, bazıları
da mekruh olduğunu dile getiriyordu. Mevzu hakkında risaleler kaleme
alınmıştı. İstanbul’da konuyla ilgili en büyük tartışmaları Cerrah Şeyhi
İbrahim Efendi yapmış, Fatih Camii’nde vaaz ettikten sonra fetva suretlerini duvarlara asarak, halkı bu alışkanlıktan vazgeçirmek için büyük
çaba sarf etmiştir. Lakin âlimler konuya dikkat çekip halkı men etmeye
gayret gösterdikçe toplum daha fazla içip bırakmamakta direnmişlerdir.
İbrahim Efendi, çabalarından olumlu sonuç alamadığını görerek bu işin
peşini bırakmıştır. Söz konusu tartışmalar, Sultan IV. Murad’ın kahvehane
ve tütün yasağının ardından yeniden alevlenmiştir.24
Tütün yasağının başını çekenler hiç kuşkusuz Kadızâdeliler hareketine mensup olan alimlerdi. Hanefî-Mâtürîdî geleneği ile yoğrulmuş
Osmanlı İstanbul’unda zuhur eden Kadızâdeliler hareketi, Osmanlı toplumunda hararetli tartışmalara neden olan tütün, kahve ve kahvehaneye
getirilen yasağı desteklemesiyle ön plana çıkmıştır.25
Kadızâdeliler, İbn Teymiyye’nin yanında onun ekolüne bağlı olduğu
iddia edilen Birgivî Mehmed Efendi’nin (ö.981/1573) içtihatlarından
etkilenmişlerdi. Bu hareket ilk önce Vaiz Kadızâde Mehmed Efendi’nin
(ö.1045/1635) öncülüğünde İstanbul’da zuhur etmiştir. Aynı dönemde
yaşayan Ahmed Rûmî Akhisârî (ö.1041/1631-32) de bu harekete ilmî
açıdan destek vermiştir. Bu akım Mehmed Efendi’nin vefatının ardından,
Üstuvânî Mehmed Efendi (ö.1072/1661) adlı Şamlı vaiz tarafından temsil
edilmiştir. Bu şahıs söz konusu hareketi daha da radikalleştirmiştir. Onun
sürgüne gönderilmesinin ardından Vanî Mehmed Efendi (ö.1096/1685)
aynı fikirleri devam ettirmiştir.26
Kadızâdelilerin ortaya attıkları meseleler genellikle o zamanlar toplum içinde yaygın olan inanç ve görüşlere bir tepki niteliği taşıyordu. Bu
konular genelde bid‘at meselesiydi. Ele alınan mevzular daha önceleri
İslâm ulemâsı arasında tartışılmış ve telif olunan eserlere de yansımıştı.
Ancak Kadızâdeliler, yaşadıkları dönemdeki bütün bid‘atları tasfiye et24
25
26
Kâtib Çelebi, Fezleke: Tahlil ve Metin, haz. Zeynep Aycibin (İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Doktora Tezi, 2007), 840; Kâtib Çelebi, Mizanü’l-Hakk fi İhtiyari’l-Ahakk
(İstanbul: Tercüman Gazetesi, 1980), 41.
Ali Durmuş, Osmanlı’da Dinî-Siyasî Bir Yapı Olarak Kadızâdeliler Hareketi (İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi, 2020), 451.
Durmuş, Kadızâdeliler, 450.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
289
mek maksadıyla gerektiğinde şiddet uygulamayı göze almışlardı. Onların
“iyiliği emir kötülüğü men etmek” esasını zor kullanarak tatbik etmeye
çalışmaları, devlet ve kamu düzenini tehdit etmeye başlamıştır. Nihayet IV.
Mehmed döneminde Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa tarafından tasfiye
edilmişlerdir.27
Söz konusu dönemde tütün ve kahvenin yasaklanmasının en önemli
gerekçesi fıkhî açıdan haram veya en hafifinden mekruh sayılmasıydı. Ancak bu yasağın yürürlüğe konulmasında İstanbul’da zuhur eden büyük bir
yangın hadisesi etkili olmuştur. Dönemin Osmanlı tarihçileri eserlerinde,
İstanbul’da meydana gelen birçok yangından bahsetmiş ve bu yangınlar
hakkında ayrıntılı bilgiler aktarmışlardır. Sultan IV. Murad döneminde
vuku bulan büyük İstanbul yangını hakkında anlatılanlar şu şekildedir:
1043 yılı Safer ayının 27. gecesi (2 Eylül 1633) bir kalafatçı, funda
yakıp gemiyi kalafat ederken Cibâli kapısı dışında yakılan ateş, rüzgârın
da etkisiyle etraftaki yalılara sıçrayıp büyümüştür. Bu şekilde yayılma
eğilimi gösteren ateş kale duvarlarından içeri nüfuz ederek orada yer
alan evleri ve dükkânları yakmıştır. Askeri sınıf mensuplarından paşa,
ağa ve askerler yangın mahalline yetişinceye kadar Aya-Kapısı, Cibâli
Kapısı ve Mustafa Paşa Çarşısı tamamen yanmıştır. Her biri dört beş kat
olan Hamza Paşa Sarayı ve onun hemen bitişiğinde yer alan Yahya Paşa
Sarayı alevlere teslim olmuştur. Yangın, Âşıkpaşa mevkiine doğru ilerleyip
Çeşmi Efendi’nin evine sıçramış ve oradan üç kola ayrılarak yayılmaya
devam etmiştir. Bir kolu Kadı Çeşmesi denilen mevkie doğru ilerleyip
Sultan Selim Semti’ni baştanbaşa yakıp geçmiştir. Zengin fakir ayrımı
yapmaksızın o mahaldeki bütün devlet adamlarının ve alimlerin evlerini
küle döndürmüştür. Yangının diğer kolu Haydarpaşa ve Üsküplü Camii
tarafından yoluna devam ederek Unkapanı ve Zeyrek yokuşuna doğru
ilerlemiştir. Yangın ateşi burada Pernecizâde Sarayı bitişiğinde yer alan ve
daha önceki Vefa yangınında yanmaktan kurtulan Mustafa Paşa Sarayını
yakıp yok emiştir. Söz konusu Pernecizâde, dönemin meşhur zenginlerinden birisidir. Pernecizâde, yangını söndürmeye çabalayan yeniçerilerin
gayretini artırmak için onlara para dağıtmış, kendisi de söndürme çalışmalarına bizzat katılmıştır. Bu arada ateşte çabuk yanan ahşap saçak ve
27
Mehmed Ağa Silâhdar, Zeyl-i Fezleke (Tahlil ve Metin), haz. Nazire K. Türkal (Marmara
Üniversitesi, Doktora Tezi, 2012), 69-71; Uzunçarşılı, Osmanlı, 3/364; Semiramis Çavuşoğlu,
“Kadızâdeliler”, TDV İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2001), 24/102.
290
İSLAM VE YORUM VII
bentlerin koparılması sayesinde ateşin ilerlemesinin önüne geçilmiştir.
Hal böyle olunca yangın Zeyrek Yokuşu’ndan daha ileri gidememiş ancak
bu kez de At Pazarına doğru yön değiştirmiştir. Yangının üçüncü koluna
gelince Ortaköy’e, Aşıkpaşa’dan Efraziye’yi ve Fatih Camisinin iki tarafında bulunan yerleri yaktıktan sonra Büyük Karaman, Küçük Karaman
ve Saraçhane’nin tamamını yakmış, ardından Şarı-gürz denilen bölgeye
yönelmiştir. Dönemin devlet idarecileri başta Padişah olmak üzere bütün
Kubbealtı vezirleri, yeniçeriler ve bostancılar yangını söndürmek için
büyük çaba harcasalar da ters esen rüzgâr sebebiyle ateşi söndürmek
mümkün olmamıştır. Cuma günü akşamı ateşin şiddetinde herhangi bir
azalma olmamış, ateş aynı gün yatsıdan sonra Halıcılar Köşkü’ne ve oradan Molla Gürani’ye ulaşmıştır. Molla Gürani çarşısına gelince cumartesi
günü rüzgârın da şiddetinin azalmasıyla yangın ateşi de sönmeye yüz tutmuştur. Böylece yangın bir gün ve bir gece boyunca devam etmiştir. Ancak
rüzgârın şiddetli esmesi sebebiyle etki alanı genişlemiştir. Bu yangında
Fatih Camii’nin minare külâhları yandığı gibi, daha birçok cami, han, hamam, mescit, ev, sokak ve dükkân yanmıştır. Bu büyük yangında etkilenen
alana gelince: Deniz kıyısından başlamak suretiyle Molla Gürani’ye varıncaya kadar, Fener kapısından Sultan Selim’e, oradan Mesih Paşa civarına
yakın Bali Paşa ve Lütfî Paşa Camilerinin bulunduğu semtteki Şah-Hûbân
Sarayı’na kadar dayanmıştır. Yangının doğu sınırı At Pazarı, Bostan-zâde
evleri ve Sofular Çarşısı semtine ulaşmış ve her yeri harabeye çevirmiştir.
Nâima, İstanbul’da olan birçok yangından bahsederken bu yangın için şu
mısraların dillerde kaldığını söyler: “Oldu bin kırk üçte ihrâk-ı kebîr”.28
Büyük İstanbul yangınından sonra kahvehanelerde dedikodular başını alıp gitmişti. Çıkması muhtemel karışıklıkların önüne geçmek için
kahvehanelerin kapatılması münasip görünüyordu. Sultan IV. Murad’ın,
İstanbul’daki bütün kahvehaneleri bir daha açılmamak üzere kapatmasında, Vaiz Kadızâdeli Mehmed Efendi’nin etkili olduğu anlatılır. Sultan
Murad’ın katında büyük itibar sahibi olan bu meşhur vaiz, İstanbul’da
yaşanan yangından sonra Padişah ile görüşerek yangın vakalarının genellikle meyhanelerdeki harabât ehlinin tütün içip kendilerini kaybetmelerinden kaynaklandığını söyleyerek yasak kararının alınmasını sağlamıştır.
Yasak kararı Haremeyn ve Mısır hariç bütün Osmanlı memleketlerinde
28
Abdülkâdir (Kadrî) Efendi Topçular Kâtibi, Târih, haz. Ziya Yılmazer (Ankara: TTK, 2003),
981; Naîmâ, Târih, 2007, 2/754-755; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1216-1618.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
291
uygulanmıştır. Söz konusu yasaktan sonra kahvehaneler yıktırılıp yerlerine bekar odaları, debbağ ve nalbant dükkanları yaptırılmıştır.29
Dönemin tarihçilerine göre kahvehanelerin kapatılmasının sebebi
buralarda yönetim aleyhine yapılan konuşmalardı. Kahvehaneler ortadan
kaldırıldıktan sonra sıra tütün içilmesinin de yasaklanmasına gelmiştir.
Bu meyanda “Bundan sonra tütün içen kimse yakalanırsa öldürülür” diye
Padişah yasağı çıkmıştır. Sultan Murad, bu yasağın uygulanmasının takipçisi olmuş ve tütün içtiği tespit edilenlerin öldürülmesi emrini vermiştir.
Vaizler ve halka nasihat eden diğer kişiler cami ve sohbet meclislerinde
tütünün içilmemesine dair ne kadar nasihatte bulunmuşlarsa da toplum
bunu dinlememiştir. Hatta bazı kişiler;
“Zararsız bir duhan hakkında neyler bunca dikkatler
Duhân-ı âh-ı mazlûmânı men’ eyle, hüner oldur”30
Yani “zararsız bir duman için bu kadar dikkate ne gerek var. Asıl hüner, mazlumların ahlarının dumanını menetmektir” sözleriyle padişahı
ve yapılan yasağı eleştirmişlerdir.
Sultan Murad tütün yasağını çok şiddetli uygulamıştır. Bu minvalde
geceleri tebdil-i kıyafetle İstanbul sokaklarında dolaştığı, gündüzleri de
tütün kokusu gelen yerlere baskınlar düzenletip tütün bulunduğunda
sahibini katlettirdiği anlatılır. Doğal olarak Padişah’ın bu tavrından dolayı şehir ahalisi geceleri dışarı çıkmaya korkar olmuştur. Anlatıldığına
göre, Hocapaşa mahallesinde cami imamının genç oğlu, camide geç kalıp
eve yalnız ve fenersiz şekilde giderken, tebdil-i kıyafetle dolaşan Sultan’a
denk gelmiştir. Sultan Murad “Benim tembihimi duymadın mı?” diye sorduğunda genç kekeleyerek cevap verememiş, gazaba gelen Sultan onun
öldürülmesini emretmiştir. Bu tür idamların yaygınlık kazandığı hatta her
sabah, İstanbul’un sokaklarında birer ikişer cesetlere rastlandığı, bu sebeple halkın dışarıya çıkmaktan korkmaya başladığı haber verilmektedir.31
Yasağın sadece İstanbul’da uygulanmadığı da bilinir. Edirne’deki bazı
kahvehanelerin yasağa aykırı hareket ettiği haber alındığında Padişah,
Bostancıbaşı’na bir hatt-ı hümâyun vererek Edirne’ye gönderir. Şehre
29
30
31
Naîmâ, Tarih-i Naima, 2/756.
Naîmâ, Tarih-i Naima, 2/756-757.
Naîmâ, Tarih-i Naima, 2/756.
292
İSLAM VE YORUM VII
varan Bostancıbaşı yasağı dinlemeyen kahvehaneleri yıktırıp sahiplerini
ve tütün içenleri katledip başkente geri döner.32
Şeyh Sivaslızâde, yasağın uygulandığı dönemle ilgili şöyle bir hadise
aktarmaktadır: Bir gün şeyh efendi dostlarıyla Kâğıthane’deki Mirahor
Köşkünde toplanıp ilmî sohbet ve tasavvufî mevzularla meşgulken Sultan
Murad kayıkla köşke yaklaşıp içeri adam gönderir. Görevliler içerdekiler
hakkında bilgi alıp okudukları kitabı padişaha getirir. Padişah, Yahya Efendi’nin Divanı’nı görünce “Bu bizim Efendi’dir” der ve “Kitaplarıyla yürüyen
âlimler; tespih, seccade ve örtüsüyle yol alan dervişler, divit, kalem ve yazı
aletiyle giden kâtiplere sözümüz ve taarruzumuz yoktur. Onlar kendi dünyalarında olsunlar” der.33 O böylece siyasal istikrarı bozmamaları kaydıyla
kendi işiyle meşgul olan tasavvuf ehli, âlim ve kâtiplerin meşguliyetlerine
karışılmayacağını ifade eder. Diğer taraftan çekişme halindeki Kadızâdeliler ile sufî çevreler arasında denge siyaseti izlediğini de ortaya koyar.
Bu yasağın ordu mensupları tarafından çiğnendiğine şahit olunursa
ibret-i âlem için kendi çadırının önünde eli ayağı kırılıp bazen de vücudu
dört parçaya ayrılarak öldürüldüğü haber verilmiştir. Lakin tüm bu ceza ve
kısıtlamalara rağmen insanların yasağı çiğnemekte sebat ettiği görülür.34
Osmanlı tarihçisi Naîmâ’nın söz konusu yasakla ilgili fikirleri çok
manidardır. Ona göre o sıralar tütün ve kahve bahanesiyle art niyetli kişiler kahvehanelerde, berber dükkânlarında, bazı evlerde toplanıp devlet
işlerine, azil ve tayinlere, idareye mahsus işlerle ilgili yalan yanlış bilgiler
aktarıp hadsizce dedikodu yapıyorlardı. Sultan Murad durumdan haberdar olunca, kahvehane ve tütün yasağı getirdi. Hatta bizzat denetlemeye
çıktı ve lüzumlu gördüğünde bu kişileri bizzat öldürttü. Müverrihe göre
Padişah’ın kahvehane ve tütün yasağında tehdit ve öldürmelerle sonuçlansa da bu yasakların amacı reayayı tahakküm altına almak, onlara baskı uygulamak değildi. Asıl amaç kahvehane vb. yerlerde oluşan ve tütün kullanmaktan kaynaklanan menfi hadiseleri engellemek ve reayayı korumaktı.
Olayları bilen aklı başında kimseler; padişahın yaptığı bu uygulamaların,
32
33
34
Mustafa Naîmâ, Târih, çev. Zuhuri Danışman (İstanbul: Zuhuri Danışman Yayınevi, 1967),
1219-1222; Muhammed Kutlu, Tarih-i Nâima’ya göre Balkanlarda sosyal hayat / Social life
in the Balkans according to Tarih-i Nâima (Malatya: İnönü Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi,
2021), 153-155.
Naîmâ, Tarih-i Naima, 2/758.
Naîmâ, Târih, 2007, 2/875; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1394; Muhammet Ünlücan, IV. Murad’ın
İcraatlarında Din ve Siyaset Etkeni (Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2006), 27-30.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
293
toplumun maslahatı gereği yapıldığını, topluma ve devlete musallat olmuş
asileri ve eşkıyayı dizginlemek için yapıldığını anlar. Böylelikle toplumda
oluşturulan korku sayesinde, adi fiilleri işleyenler yanlıştan döndükleri
gibi diğerleri de kendisini bu tür hatalara düşmekten korur.35
Hal bu minvalde iken ahaliden bazı kişiler tütün yasağını alaya almışlar, bazıları da asıl marifetin “mazlumların ahının dumanını menetmek”
olduğunu belirtip yönetimi eleştirmişlerdir. Anlaşılan bu vb. umursamaz
yaklaşımlar sebebiyle, yasağın uygulanması için sert tedbirlerin alınması
gerekmiştir. Sultan IV. Murad’ın devlet ve toplum üzerinde kendi otoritesini hâkim kılma yolundaki sert tedbirleri, birçok haksız uygulamalara
yol açmışsa da bunun asayişi ve emniyeti sağladığı ve kamu düzenini gerçekleştirmekte etkili olduğu açıktır. Herkesin kendi halinde olması, kendi
işiyle gücüyle meşgul olması, Osmanlı toplum yapısı açısından önemli bir
mefhumdur. Zaten Osmanlı devrinde yazılan ve padişahlara takdim edilen
siyasetnâmelerde ülkede adaleti temin etmenin ancak fitne ve fesadın
üstesinden gelmekle mümkün olabileceği ifade edilmiştir.36
Sultan IV. Murad’a devlet idaresiyle ilgili yol göstermek maksadıyla
bir risale kaleme alan Koçi Bey de eserinde “Padişah’ın zulüm ve fesadın kökünü kazımak ve adaletin örtüsünü yaymak”37 istediğini anlatır.
Buradan anlaşılan Sultan Murad, her türlü zulüm ve fitnenin üstesinden
gelerek adaleti tesis etmeyi, kamu düzenini sağlamayı, güven toplumu
oluşturmayı çok önemli bir görev saymaktadır. Bu sebeple çıkarılan yasakların da arzu edilen huzurlu toplumu oluşturmak adına çıkarıldığını
söylemek mümkündür.
2.5 Meyhanelerin Yıktırılması ve İçki Yasağının Getirilmesi
Sultan IV. Murad, Lehler üzerine Murtaza Paşa’yı serdar tayin edip
kendisi 1 Safer 1044/27 Temmuz 1634’de Edirne’den İstanbul’a geri dönmüştür. Maiyetindeki Bayram ve Hüseyin Paşalar ile Sekbanbaşı Ağa’dan
başka kalabalık bir alay eşliğinde Edirnekapı’dan payitahta giriş yapmıştır.
İstanbul’un âlimleri ve nüfuzlu insanları padişahı Silivri’de karşılamışlar,
fazla zaman geçmeden padişah içkiyi yasaklamış ve bütün meyhaneleri
35
36
37
Naîmâ, Târih, 2007, 2/755-758; Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1219-1222.
Orhan Keskintaş, Osmanlı Siyasetnâmelerinde Adalet, Ahlak ve Nizam Üzerine Bir İnceleme
(İstanbul: İletişim Yay., 2017), 193.
Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, haz. Zuhuri Danışman (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 1972),
3-4.
294
İSLAM VE YORUM VII
yıktırmıştır. Padişah, tütün yasağında olduğu gibi alkolün de men edilmesini kontrol için bizzat teftişe çıkmış, şehirde gece gündüz dolaşarak
rastladığı sarhoşları katletmiştir. Anlatıldığına göre Padişah’ın ok atarak
vurduğu bir sarhoş denize düşmüş ve öldüğüne kanaat getirilerek üzerine
gidilmemiştir.38
Hal bu minvalde iken Dimitri Kantemir, yukarıda söylenenlerin hilafına eserinde H. 1043 yılında Padişah’ın fermanıyla kahvehanelerin açılması yasaklanıp, açık bulunduranlara da ağır cezalar konulduğu halde
şarabın herkese, istediği yerde istediği kadar içme müsaadesi verildiğini
belirtmiştir.39 Osmanlı kaynaklarında ve belgelerinde yer almayan bu
iddianın hilafı hakikat olduğu açıktır. Bilakis Sultan IV. Murad, çıkardığı
bir fermanla içki içilmesini yasaklamış ve meyhaneleri yıktırmıştır. İçki
ve meyhane yasağının, tütün ve kahvehane yasağı gibi aynı gerekçelerle
çıkarılıp yürürlüğe konulduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç
Sultan IV. Murad, (1021/1612) tarihinde I. Ahmed ve Kösem Sultan’ın evladı olarak dünyaya geldi. Sultan Ahmed’in vefatının ardından
Osmanlı tarihinde ilk defa ölen hükümdarın oğlu yerine, kardeşi I. Mustafa
(1026/1617) tahta çıkarıldı. Ancak kısa süre sonra akıl hafifliği gerekçe
gösterilerek yönetimden uzaklaştırıldı. Yerine I. Ahmed’in büyük oğlu
ve IV. Murad’ın ağabeyi olan II. Osman (1027/1618) Osmanlı tahtına
oturtuldu. Sultan II. Osman 1031/1622 tarihinde Lehistan’a gerçekleştirdiği Hotin seferinden dönüşünden bir süre sonra yeni ordu kuracağı
duyumları üzerine askerler tarafından tahtından indirilip Yedikule’de
vahşice katledildi. Onun yerine I. Mustafa ikinci kez tahta getirildi. Ancak
bu durum fazla sürmedi. Sadrazam Kemankeş Ali Paşa ile Kösem Sultan’ın
çabaları neticesinde tahttan indirildi. Mustafa’nın yerine Sultan IV. Murad
henüz çocuk yaşta Osmanlı tahtına çıkarıldı (1032/1623).
Saltanatının ilk demlerinde devletin idaresi daha çok annesi Kösem
Sultan ve ona bağlı ümeranın elindeydi. Söz konusu süreçte hissedilen
otorite boşluğu sebebiyle Osmanlı ülkesinde pek çok ayaklanma meydana
geldi. Bağdat şehri Safevilerin istilasına uğradı. Sultan Murad’ın devlet
38
39
Naîmâ, Naîmâ Târihi, 3/1272-1273.
Dimitri Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, çev. Özdemir Çobanoğlu (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1979), 2/157-158.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
295
yönetimine gerçek manada hâkim olması, Hüsrev ve Receb Paşa’ları ortadan kaldırmasıyla başladı.
1633 yılında vuku bulan büyük İstanbul yangınında şehrin büyük bir
kısmı yangınlara teslim oldu. Başta Padişah olmak üzere dönemin devlet
idarecileri, vezirler, ağalar, paşalar, yeniçeriler ve diğer askeri görevlilerin
çabaları yangını söndürmeye kâfi gelmedi. Daha da büyüyen yangın deniz
kıyısından başlamak suretiyle şehrin birçok mahallesinde etkili oldu.
Söz konusu büyük yangın İstanbul ve İstanbullular açısından bir milat
olmuştur. Sultan IV. Murad, dönemin meşhur vaizi Kadızâdeli Mehmed
Efendi’nin de verdiği destekle İstanbul’daki bütün kahvehaneleri bir daha
açılmamak üzere yasaklayıp yıktırmış ve yerlerine bekârların kalması için
odalar, ayrıca debbağhaneler gibi işyerleri yaptırmıştır. Sultan Murad’ın
bu karara varmasında; yangının kahvehane ve meyhane gibi yerlerde
vakit geçiren harâbat ehlinin içtiği tütünden kaynaklandığı ve eğer bu
yasaklanmazsa yeni bir yangın çıkacağı endişesinin etkili olduğu dile getirilmiştir. Aslında bu tarz mekanlara gelen insanlar, kesin bilgiye dayanmadan, devlet idaresine mahsus atamalar, aziller vb. hususlarda ahkâm
kesmekteydiler. Durumdan haberdar olan devlet yönetimi, bu vaziyetin
önü alınmazsa şehirde büyük fitne ve kargaşanın çıkmasından endişeye
kapılmışlardır. Neticede önce kahvehaneler yasaklanıp insanların buralarda toplanmasının önüne geçilmiş ve hemen ardından tütün ve içki
yasağı getirilmiştir.
Sözü edilen yasaklardan bilhassa tütün yasağı çok sert uygulanmıştır.
Yasak getirildikten sonra tabir caizse halkın bu yasağı sulandırmaya çalışması, sanki yasak yokmuş gibi davranması Padişah’ın emrine itaatsizlik
olarak algılanmıştır. Padişah, yasağı denetlemek için geceleri kıyafetini
değiştirip bizzat şehirde dolaşmış ve yasağa aykırı davrananları cezalandırmıştır. Bu bağlamda camiden evine fenersiz dönen imamın oğlunu infaz
ettirmesi, deniz kıyısında alkol alan bir şahsı öldürmek için ok atması halk
arasında korku uyandırmıştır. Ayrıca sabah olduğunda sokaklarda geceden kalan bazı cesetlere rastlanması da insanları evlerinde dahi devlet
ve padişah aleyhinde konuşmaktan sakındırmıştır.
Neticede Sultan’ın kendi gücünü devlete ve halka hâkim kılma adına
çok sert davranması birtakım haksız uygulamalara sebebiyet vermiştir
296
İSLAM VE YORUM VII
ancak bu dönemde yürürlüğe konulan kahvehane, tütün ve içki yasağının
kamu düzenini, asayişi ve emniyeti sağlamada işe yaradığı da aşikârdır.
Kaynaklar
Abdurrahman Şeref. Osmanlı Devleti Tarihi: (Târîh-i Devlet-i Osmâniyye).
sad. Musa Duman. İstanbul: Gökkubbe, 2005.
Çavuşoğlu, Semiramis. “Kadızâdeliler”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 24/100102. İstanbul: TDV Yayınları, 2001.
Durmuş, Ali. Osmanlı’da Dinî-Siyasî Bir Yapı Olarak Kadızâdeliler Hareketi.
İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi, 2020.
Edirnevî, Mehmed b. Mehmed. Nuhbetü’t-Tevârîh ve’l-Ahbâr, Târîh-i Âl-i
Osmân (Metinleri, Tahlilleri). haz. Abdurrahman Sağırlı. İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi, 2000.
Halife, Mehmed. Tarih-i Gılmânî. sad. Ömer Karayumak. İstanbul: Tercüman Gazetesi, 1976.
Hammer, Joseph Freiherr von. Büyük Osmanlı Tarihi. İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1992.
İnalcık, Halil. “Hüsrev Paşa”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 19/37-40. İstanbul:
TDV Yayınları, 1999.
İnbaşı, Mehmet. “Dördüncü Murad’ın Bağdat Seferi Masraf Defteri”. Erzurum Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi
12 (1999), 277-287.
Kantemir, Dimitri. Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi.
çev. Özdemir Çobanoğlu. 2 Cilt. Ankara: Kültür Bakanlığı, 1979.
Kâtib Çelebi. Fezleke. 2 Cilt. İstanbul: Cerîde-i Havâdis Matbaası, 1869.
Kâtib Çelebi. Fezleke: Tahlil ve Metin. haz. Zeynep Aycibin. İstanbul: Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Doktora Tezi, 2007.
Kâtib Çelebi. Mizanü’l-Hakk fi İhtiyari’l-Ahakk. İstanbul: Tercüman Gazetesi, 1980.
Keskintaş, Orhan. Osmanlı Siyasetnâmelerinde Adalet, Ahlak ve Nizam
Üzerine Bir İnceleme. İstanbul: İletişim Yay., 2017.
Koçi Bey. Koçi Bey Risalesi. haz. Zuhuri Danışman. İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı, 1972.
SULTAN IV. MURAD’IN ASAYIŞ UYGULAMALARI
297
Kutlu, Muhammed. Tarih-i Nâima’ya göre Balkanlarda sosyal hayat / Social life in the Balkans according to Tarih-i Nâima. Malatya: İnönü
Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2021.
Mustafa Nuri Paşa. Netâyic ül-Vukuat. sad. Neşet Çağatay. 4 Cilt. Ankara:
TTK, 1992.
Naîmâ, Mustafa. Târih. çev. Zuhuri Danışman. İstanbul: Zuhuri Danışman
Yayınevi, 1967.
Naîmâ, Mustafa. Târih-i Na’îmâ: (Ravzatü’l-Hüseyn fi Hulâsati Ahbâri’l-Hâfikayn). haz. Mehmet İpşirli. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2007.
Peçevî, İbrahim. Târih. sad. Bekir Sıtkı Baykal. Ankara: Kültür Bakanlığı,
1981.
Sağırlı, Abdurrahman. Mehmed b. Mehmed er-Rûmî (Edirneli)’nin Nuhbetü’t-Tevârîh ve’l-Ahbâr’ı ve Târîh-i Âl-i Osmân’ı (Metinleri, Tahlilleri).
İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi, 2000.
Sahillioğlu, Halil. “Dördüncü Murad’ın Bağdat Seferi Menzilnâmesi (Bağdat Seferi Harp Jurnali)”. Türk Tarih Belgeleri Dergisi 2/3-4 (1965),
1-36.
Silâhdar, Mehmed Ağa. Zeyl-i Fezleke (Tahlil ve Metin). haz. Nazire K. Türkal. Marmara Üniversitesi, Doktora Tezi, 2012.
Topçular Kâtibi, Abdülkâdir (Kadrî) Efendi. Târih. haz. Ziya Yılmazer. Ankara: TTK, 2003.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu,
10. Basım, 2011.
Ünlücan, Muhammet. IV. Murad’ın İcraatlarında Din ve Siyaset Etkeni. Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2006.
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI:
DÜNÜ, BUGÜNÜ
Mohammad Ajmal HANİF
İnönü Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Dr. Öğr. Üyesi
0000-0001-6795-515X
hanifajmal@hotmail.com
Giriş
Ticânilik, XVIII. yüzyılın sonlarıyla XIX. yüzyılın başlarında Kuzey
Afrika’da (bugünkü Cezayir’de) arz-ı endam eden sufi bir tarikattır. Kurucusu Ahmed b. Muhammed b. Muhtâr et-Ticânî (öl. 1230/1815)1 kendi
tarikatını kurmadan önce bölgede yaygın olan Kadiriyye başta olmak üzere Halvetiyye, Nâşiriyye, Tayyibiyye, Darkâviyye ve Samaniyye gibi tarikatlara intisap etmişti. Ancak 1196/1781 civarlarında Boussemghoun’da
(بوسمغونCezair’in El Bayadh velayetine bağlı bir Kasabadır) inzivaya çekildiği sıralarda, daha önce rüyalarında gördüğü Hz. Peygamber’i (sav) artık
yüz yüze görmeye başladı. Bu görüşmelerde, tarihsel olarak nebevi sülaleye mensup olmadığı bilindiği halde Hz. Peygamber tarafından kendisine
üç defa “sen kesinlikle benim çocuğumsun ( ”)أنت ولدي حقاdenmesi, intisap
ettiği diğer tarikatları terk etmesi gerektiği ve yeni bir tarikat kurma
misyonu yüklenmesi üzerine Ticâniliği kurdu. Bu yüzden taraftarlarınca
Tarikatı Muhammediyye olarak da adlandırılmaktadır.2 Ticâni kaynaklar
Ahmediyye, İbrâhîmiyye ve Hanîfiyye isimlerini de kullanmaktadırlar.3
Tarikatın inanç sistemi ve yapısı, Ahmet et-Ticânî’nin diktesi sonucu sır hazinesi olarak bilinen yakın öğrencisi Ali Harâzim b. Barâda (öl.
1217/1802-1803) tarafından kaleme alınan Cevâhirü’l-me’ânî ve bulû1
2
3
Ahmed et-Ticânî’nin hayatı ve tarikatı üzerine bk. Zachary V. Wright, On the Path of the
Prophet: Shaykh Ahmad Tijani and the Tariqa Mohammadiyya (Atlanta: African American
İslamic Institute, 2005).
Jamil M. Abun-Nasr, Muslim Communities of Grace: The Sufi Brotherhoods in Muslim Religious
Life (New York: Colombia University Press, 2007), 147-150.
Bk. Kadir Özköse, “Ticânî, Ahmed b. Muhammed”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(İstanbul: TDV Yayınları, 2012), 41/131.
300
İSLAM VE YORUM VII
ğu’l-emânî’de (el-Künnâşü’l-Maktûm olarak da bilinir) yer almaktadır.4
Tarikatın temel kaynağı durumunda olan ve kurucu şeyhin hayat hikayesi
ile söz ve davranışlarını içeren bu eserin Hz. Peygamber’e nispet edilmesi
söz konusu gün ışında gerçekleştirilen görüşmelerin birinde Peygamber’in
Ahmed et-Ticânî’ye söylediği “bu benim kitabımdır ve onu ben telif ettim
( ”)هذا كتابي وأنا ألفتهsözüne dayanmaktadır. Yine, çok kısa olmasına rağmen
bir okunuşunun ticânilere göre, diğer faziletlerinin yanı sıra, 6000 Kur’ân
hatmesine bedel olan selâtü’l-fâtih ( )صالة الفاتحadlı virdin meziyetleri de bu
görüşmelere nispet edilmektedir. Ticâniler kabul etmese de muhalifleri
tarafından söz konusu virdin bu statüsü ilahi kelam Kur’ân’a üstünlük
kurma çabası olarak değerlendirilmektedir.5
Ticânilik, gerek kurucusunun Hz. Peygamber ile gerçekleştirdiğini iddia ettiği “yakazatan la manaman” görüşmeler olsun gerek bu görüşmeler
neticesinde tarikat, kurucusu ve müritleri için Hz. Peygamber referanslı
dünyevî ve ührevî makam ve meziyetler olsun Ticâniliğin hızlı yayılmasında etkili olmuştur. Tabi buna Ticânilerin özellikle Fransız ihtilali ile
kurmuş oldukları ilişkilerini de eklemek mümkündür. Tarikat Ahmed
et-Ticânî’nin hayatında Kuzey Afrika’da taraftar bulurken vefatından
sonra XIX. yüzyılda önce batı ardından doğu Afrika’da yayıldı. Tarikatın
kalabalık kitlelere ulaşması, ilerde göreceğimiz gibi, Sultan II. Abdülhamid’in (salt. 1876-1909) de dikkatini çekmiş olmalı ki Pan-İslamist projesi
kapsamında ticânilerin gücünden de istifade etmek istedi.
Günümüzde, bazı kaynaklara göre 100 milyon aşan ticânilerin kahir
ekseriyeti Afrika kıtasında ve özellikle kıtanın kuzey ve batı coğrafyasında
yaşamaktadır. Senegal, Nijerya, Sudan, Cezair, Fas ve Mısır gibi ülkelerde
ön plana çıkmaktadır. Kara kıta dışında tarikatın nüfuzu Amerika, Avrupa
ve Asya kıtalarına kadar yayılmış ve buralarda ticâni zaviye ve faaliyet
merkezleri kurulmuştur.6 Bunlardan bir kısmı son derece etkin durumda
4
5
6
Tarikatın temel öğretileri için bk. Jamil M. Abun-Nasr, The Tijaniyya: A Sufi Order in the
Modern World (London: New York and Toronto: Oxford University Press, 1965), 27-57.
Ticâniler bu iddiaya karşı verdikleri cevaplar farklıdır. Kimileri bunu virdin bir meziyeti
sayarken kimileri (İbrahim Salih gibi) de bunun muhalifler tarafından tarikatın temel kaynağı
Cevahirü’l-me’ânî’ye sonradan eklendiği görüşündeler. Detaylar için bk. Mohammad Ajmal
Hanif, Debating Sufism: The Tijān’yya and Its Opponents (Bayreuth: Bayreuth University,
Bayreuth International Graduate School of African Studies, Doktora Tezi, 2018), 185-196.
1982 Paris Konferansında, Sufi tarikatların mevcut durumları üzerine, sunulan bildirilerde
Ticâniliği XVIII. yüzyılın ortalarında kurulan tarikatların hepsinden daha çok yaygınlık
kazandığını hususu üzerine durulmuştur. Bk. Abun-Nasr, Muslim Communities of Grace: The
Sufi Brotherhoods in Muslim Religious Life, 155-156.
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
301
olup faaliyet alanını var gücüyle genişletmektedir. Lafız fazla uzatmadan
asıl konumuz olan Ticâniliğin Türkiye macerasına geçelim.
1. Türkiye’de Ticânilerin Dünü
a. Ticâniliğin Türkiye’ye Gelişi
Ticâni tarikatının Türkiye serüvenini kimileri Mehmet Kemal Pilavoğlu’nun 1930’lu yıllardaki çalışmalarına bağlarken7 bazı araştırmacılarca
ise tarikatın Türkiye’ye gelişi I. Dünya Savaşı’nın sonrasında, esnasında
veya hemen öncesinde gerçekleşmiştir.8 Oysa bu tarihi çok daha gerilere
götürmek mümkündür. Ticânilik, XIX. yüzyılın sonlarına doğru, Sultan II.
Abdülhamid’i ziyaret eden birtakım Ticâni şeyhler sayesinde kısıtlı da olsa
İstanbul’da kadar gelmiş ve böylece devletin payitahtında tanınma fırsatı
bulmuştur. Tarikatın aynı yüzyılda kısa bir süre zarfında Afrika kıtasının
Müslüman kesiminin tamamına yayılmış olması ve özellikle Muhammed
Muhtâr adında bir ticâni şeyhin Dârfûr’un son hükümdarı Sultan Ali Dînâr
(salt. 1898-1916) tarafından İstanbul’a elçi sıfatıyla gönderilmiş olması
Sultan’ın de dikkatini çekmeyi başarmıştı. Sultan’ın İslam birliğini hedefleyen Pan-İslamist siyaseti ekseninde Ticâni tarikatının giderek artan nüfuzundan yararlanmak istemesi ve bu bağlamda 1897’de Sîdî Muhammed
el-Ubeydî ile görüşmesi her kesin malumudur. Bu görüşmeleri takip eden
süreçte İstanbul’da bir ticâni tekkesinin kurulup faaliyete geçmesi, dönemin medeniyet merkezlerinden biri olarak kabul edilen, bu şehirde Ticâni
tarikatının somut varlığının delili olarak kabul edilmektedir. Bu tekkenin
varlığı, 1342/1923 tarihli İstanbul basımlı Risâle-i Evrâd-ı Ticâniyye adlı
bir ticâni evrad risalesinden tespit edilebilir. Risalenin kapağında Eyüp
Baba Haydar Mahallesindeki Ticâni Dergâhı Postnişini Mehmed Can Zeki
tarafından hazırlandığı bilgisi yer almaktadır.9
1925’te Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Kanunu10 ile yer altına çekilen Ticânilik 1930’lu yıllarda Pilavoğlu’nun faaliyetleriyle yeniden
7
Yeni Alanya, “Mehmet Kemal Pilavoğlu Kimdir? Mehmet Kemal Pilavoğlunun Biografisi”,
(Erişim 16 Ekim 2023).
9
Ayrıntılı bilgi için bk. Özköse, “Ticânî, Ahmed b. Muhammed”, 41/133.
8
10
Emile Marmorstein, “Opposition to Nationalism in the Middle East”, International Affairs,
28/3 (July 1952), 348.
Kanun 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip aynı yılın 13 Aralık’ında da Resmî Gazete’de
yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 677 sayılı bu kanunun ayrıntıları için bk. Resmî Gazete,
“Tekke, Zaviye ve Türbelerin Men’ine ve Türbedarlıkla Birtakım Unvanların Men’ ve İlgasına
Dair Kanun”, (31 Aralık 1925), 677.
302
İSLAM VE YORUM VII
gün ışığına çıkmış ve 1940’larda, takındığı sert tutum ve giriştiği birtakım
provokatif eylemler neticesinde, devlet tarafından takibata uğramıştır. Bu
yüzden Pilavoğlu ve müritlerinin yapıp ettiklerine bakmakta fayda vardır.
b. Mehmet Kemal Pilavoğlu
Ankara’nın Hamamönü semtinde 1906 yılında, soyu Hz. Peygamber’e
dayanan, zengin ve dindar bir ailede dünyaya gelen Pilavoğlu’nun11 Ticâniliğe intisabı, birçok sufi şeyhin hikayesinde olduğu gibi, mistik karakter
taşımaktadır. Torunu Selahaddin Altuntaş ve katipliğini yapmış müritlerinden Hilmi Benli’ye göre1926 yılında Ayasofya Cami’inde Abdülkadir
Medeni ile gerçekleştirdiği bir görüşmede milletine nasıl faydalı olabileceğini soran Pilavoğlu, bu zattan Hz. Peygamber’in hizmet esaslarına
uymakla cevabını almıştır. Bunun üzerine Pilavoğlu, Hukuk Fakültesinin
sonuna gelmiş olmasına rağmen eğitimini yarıda bırakmış; kendini tefsir,
hadis, fıkıh ve siyer gibi İslami ilimlerin tahsiline adamıştır. Osmanlıca
ve Türkçe’yi etkin olarak kullanmış ve hayatının beş yılını bu şekilde
geçirmiştir. Yirmi beş yaşındaykeyken -yaklaşık 1931 yılında- manevî
bir rüyada Hz. Peygamber’in arkasında cemaatla namaz kıldığını gören
Pilavoğlu, Hz. Peygamber‘in tavsiye üzerine Arif Hikmet Kütüphanesi’nin
ticâni müdürü Abdülkadir Medeni’ye intisap etmiş ve ondan şeyhlik icazeti almıştır.12
Pilavoğlu’unun bir dostu ve zindan arkadaşı, Saatçi Musa olarak da
bilinen, Musa Çağıl,13 Asım Öz ile gerçekleştirdiği bir söyleşide, Pilavoğlu‘nun manveî rüyasında bizzat tarikatın kurucu şeyhi Ahmed et-Ticânî‘ye
intisap ettiğini ve tarikatın Türkiye kolunu kurması için kendisinden yetki
aldığını iddia etmiştir.14 Bu rüya görme hadiseleri, daha sonra göreceğimiz üzere, Pilavoğlu’nun müritlerini de derinden etkileyecek ve kimilerini
rüyasına bağlı olarak şeyhini bile dinlemeyecek kadar ileri götürecektir.
11
Pilavoğlu’nun ailesi ve eğitimi hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Abdukadyr Abdikamit Uulu,
Mehmet Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, (Konya: Necmettin
Erbakan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2019), 57-58.
12
Güncel Ankara, “M. Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı”, (Erişim, 18 Ekim 2023). İcazet ve silsile için
bk. Abdikamit Uulu, Mehmet Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, 58-59.
14
Asım Öz, Saatçi Musa, (İstanbul: Beyan Yayınları, 2010), 108.
13
Saatçi Musa’yı kimi araştırmacılar Pilavoğlu’nun müridi olduğunu da iddia etmiştir. Bk.
Cathlene Dollar, “An ‘African’ Tarika in Anatolia: Notes on the Tijaniyya in Early Republican
Turkey”, Annual Review of Islam in Africa, 11 (2012), 32.
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
303
Ticâniliğe intisaptan sonra Pilavoğlu’nun hayatı farklı bir mecrada
akmaya başlamıştır. Ankara’nın çubuk ve Çankırı’nın Şabanözü ilçelerinde
bir taraftan sohbet ve vaaz vermeye başlamış, diğer taraftan kendisini
ziyarete gelenleri kabul etmiştir.15 Etrafında toplanan ve giderek artan
mürit topluluğu zamanla Ticâniler olarak anılmaya başlanmıştır. Sayıları
hakkında farklı rakamlar telaffuz edilen16 Ticâniler, özellikle 1940’larda,
ezannın Türkçeleştirilmesine karşı verdikleri tepki ile gündeme oturmuşlardır. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra dinin, en iyimser tabir
ile, millileştirilmesi adına hilafetin kaldırılmasından kılık kiyafete kadar,
zaviye ve tekkelerin kapatılmasından harf inkılabına kadar, Arapça ve
dini eğitimin yasaklanmasına kadar birçok devrim yapılmıştı.17 Bernard
Lewis’in tabiriyle, bu devrimler, İslam’a hem resmi/Ulema düzeyindeki hem de halk/kitleler düzeyindeki müdahelelerden ibaretti.18 Fakat
1941’den itibaren 4055 No.lu kanun gücüyle ezanın zorunlu olarak Türkçe
okutulması, aksi halde müeyyidelerin devreye girilmesi,19 adeta bardağı
taşıran son damla olmuş ve ülkenin farklı bölgelerindeki muhafazakar
Müslümanların sabrını taşırmıştı.20 Bu kapsamda, populer sufi tarikatların arasından, en sert tepki “Türkçe ezanın küfür olduğuna” inanan
Ticânilerden gelmiştir. Ticânilerden Sadık Çakırtepe ve Yusuf Özcan’ın
1942’de sırasıyla Ulus’taki Zincirli Camii’nde ve Hacı Bayram Camii’nde Arapça ezanlar okmuş; bunun üzerine Pilavoğlu müritleriyle birlikte,
1943’te, tarikat faaliyetleri suçundan mahkeyeme çıkartılmışsa da kısa
bir süre sonra serbest bırakılmıştır. Ezan serinin en dikkat çeken olayı
15
16
17
18
19
20
Jurnal İstanbul (Jİ), “Yakın Tarihten Bir Provokasyon Hikayesi: Ticaniler ve CHP”, (24 Ekim
2023).
Kaynaklara bakıldığında 8,000 ile 100,000 arasında faklı rakamlar verilmiştir. Bk.
Marmorstein, “Opposition to Nationalism in the Middle East”, 344; Lewis ise 40,000
rakamını Pilavoğlu’nun kendi iddiasına dayandırmaktadır. Bernard Lewis, “Islamic Revival
in Turkey”, International Affairs 28/1 (January 1952), 43. Kaynaklardan biri 1951 yılında
ticâni sayıyısını 300,000 kadar yükseltmiştir. Bk. Mohammed Zîtân, “Davru’t-Tarikatu’tTicâniyya fî Tukiyâ”, alwatan (Erişim 1 Kasım 2023).
Feroz Ahmad gibi araştırmacılara göre seküler Kemalizm, kapitalizmin gelişip yayıldığı
modern ve laik bir Türkiye projeleri karşısında engel olarak gördüğü İslâm’ı “önlerinden
kaldırmaya” çalıştılar. Bk. Feroz Ahmad, “Politics and Islam in modern Turkey”, Middle
Eastern Studies 27/1 (1991), 3.
Lewis, “Islamic Revival in Turkey”, 39.
Kanuna ezan ve ikameti Arapça okuyanlar için üç aya kadar hapis veya on ile iki yüz liraya
kadar para cezası öngörüyordu. Ezanın türkçeleştirilmesi süreci üzerine bk. Mustafa İsmet
Uzun, “Ezanın Türkçeleştirilmesi”, Atatürk Ansiklopedisi (Erişim 28 Ekim 2023).
Başta Ankara olmak üzere Bursa, Rize, Yozgat, Erzurum vs. şehirlerde kanuna karşı
protestolar düzenlendi. Bk. Haber Duruş, “CHP ve Din’le Değişik İlişkiler-1” (Erişim 18 Ekim
2023).
304
İSLAM VE YORUM VII
ise 1949 Şubat ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin (TBMM) misafir
locasında Muhiddin Ertuğrul’un Arapça ezan okuması, kendisine yapılan müdaheleden sonra ezanın bir başka ticâni Osman Yaz tarafından
tamamlanması olayıydı.21 Bu meselenin sadece Ankara ile sınırlı kalmadığını, benzer hadiselerin Yozgat ve İstanbul dahil ülkenin farklı yerlerinde
da cereyan ettiği de bilinen hususlardandır.22 Bu ise Türkçe ezana karşı,
Ticânilerin dışında, toplumun diğer kesimlerinde de ciddi rahatsızlığın
varlığını ele vermekteydi.23 Nisan 1950’de Pilavoğlu Ankara’da mahkemeye çıkartıldıysa CHP ile olan ilişkisi kısa süre sonra salıverilmesine
yetmiştir.24 Ancak Demokrat Parti’nin (bundan sonra DP) 1950 seçimini
kazanmasının ardından “Laiklik dinsizliktir”, “Hilafeti kaldıran Atatürk
mel’undur” ve “Heykel puttur”25 sloganlarıyla laikliğe karşı eylemlerinin
dozunu artıran Ticâniler Şubat 1951’de Atatürk’ün büst ve heykellerine
saldırılar düzenleyince26 Pilavoğlu, yirmi altı müridiyle birlikte tutuklanmıştır. Aynı yılın Temmuz’unda çıktığı mahkemede on yıl ağır hapis ve beş
yıl sürgün cezasına mahkûm edilmiştir. Bu caza Mart 1952’de Ankara 1.
Ağır Ceza Mahkemesi tarafından onanacak ve yetmişi aşkın ticâni daha
hüküm giyecektir.27 Böylece laik devrimlere ve dolayısıyla devlete baş
kaldırının ve dini aktivizmin simgesi haline gelmeye başlayan Ticâniler
sindirilmiş; kırk bin üyesi olduğu iddia edilen tarikatları dağıtılmıştır.
Mahkeme salonlarını basıp şeyhleri ve arkadaşlarının tutuklanmalarını
protesto etmek amacıyla tekbir getirmeleri, caddelerde bildiri dağıtma ve
21
22
23
24
Detaylar için bk. Güncel Ankara, “M. Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı”. Cumhuriyet Gazetesi 5
Şubat 1949 sayısında bu olayın iki meczub tarafından meydana geldiğini duyurmuştu. Bk.
Cumhuriyet. “İki Meczub Dün Gece Meslicte Arapca Ezan Okudular” (5 Şubat 1949), 1.
Ayrıntılar için bk. Ali Dikici, “İbadet Dilinin Tükrçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan
Denemesi ve Buna Gösterilen Tepkiler”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları 0/10 (Ekim
2012), 77-104.
Serdar Kara, Tek Partiden Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Türkiye’de Din Politikalarındaki
Değişim Üzerine 1945-1950 (Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek
Lisans Tezi, 2012), 160.
Pilavoğlu birtakım müritleriyle birlikte Nisan 1950’de CHP’nin Ankara il başkanlığı
binasında partiye üye olmuştu. Bk. Kara, Tek Partiden Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde
Türkiye’de Din Politikalarındaki Değişim Üzerine 1945-1950, 176.
25
Bk. Ahmad, Politics and Islam in modern Turkey”, 11. Ali Dikici, “Milli Şef Dönemi İç Güvenlik
Anlayışı ve Türk Polisi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 27/80 (Temmuz 2011), 423.
27
Bk. Öz, Saatçi Musa, 108-111.
26
Atatürk’ün büst ve heykellerine düzenlenen “fedai” veya “kahraman” denen ticâni
müritlerinin saldırıları ve Laik Türkiye yerine bir İslam devleti kurma hülyaları için bk.
Fatma Kuzey Bulut, Demokrat Parti Dönemi Asayiş ve Güvenlik Sorunları ve Bunlara Karşı
Alınan Önlemler (Erzurum: Atatürk Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü,
Yüksek Lisans Tezi, 2019), 66-67.
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
305
üye edinme şeklindeki faaliyetleri son bulmuştur. Nakşibendiler, Kadiriler
ve Mevleviler de benzer akıbete uğratılmıştır.28
Pilavoğlu, yedi yıl Ankara’daki Ulucanlar Cezaevinde tutulduktan
sonra, müritlerinden uzaklaştırılması amacıyla, 1958’de Bozcaada’ya
sürgüne gönderilmiştir. Buraya yerleşen Pilavoğlu, kendisini yalnız bırakmayan bazı müritleriyle birlikte, ada insanın günlük hayatını kolaylaştıracak projeler geliştirmiş; bu kapsamda fırın ve bakkallar açmıştır.
Adada üretilen üzümü şarap yerine pekmez yapımında kullandırtmıştır.
Sohbet ve nasihatlerine devam etmiş; 29 müritleri arasında katip denilenlerine kitaplarını yazdırtmıştır. Yazılarının çoğu bu dönemin eseridir.
Kötü talihin bir türlü yakasını bırakmayan Pilavoğlu, müritlerini boğaz
tokluğuna çalıştırmak ve bu sayede ciddi mal varlığı biriktirmekle itham
edilmiştir. Dahası, küçük yaştaki müritlerine karşı cinsel istismar suçu
işlemekle da itham edilmiş ve sırasıyla 1975 ve 1976 yılında hâkim karşısına çıkmak zorunda bırakılmıştır.30 İşin acı tarafı Pilavoğlu’nun yakın
müritlerin bir kısmının da şeyhlerine ihanet etmiş olmaları hatta bu işin
başını çekmiş olmalarıydı. Mahkemelerden çok müritlerin ihaneti Pilavoğlu’nun canını sıkmıştı.31
Yakalanmış olduğu hastalığından ötürü 1974’te Ankara’ya dönen
Pilavoğlu, 2 Ocak 1977’de meşhur Hamamönü’ndeki doğduğu evinde
gözlerini dünyaya kapamıştır. Sevenleri ve müritleri tarafından Cebeci
Asri Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir.32 Hayatı ve mücadelesi hakkında,
bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla, biri Ankara Üniversitesi’nde diğer
Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde olmak üzere iki yüksek lisans
tezi yapılmıştır.
28
Lewis, “Islamic Revival in Turkey”, 43.
30
Mahkeme süreci ve mağdurlarını ifadeleri için bk. Halil Nebiler, Türkiye’de Şeriatın Kısa
Tarihi, (PDF: Turkish News, ts.), 22-24.
29
31
32
Pilavoğlu’nun tasavvufi görüşleriyle ilgili bk. Abdikamit Uulu, Mehmet Kemal Pilavoğlu’nun
Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, 68-87.
Pilavoğlu’nun zindan arkadaşlarından Üzmez, hapishaneden çıktıktan sonra tesadüfen
karşılaştığı -bu son görüşmeleri olacaktı- Pilavoğlu’nun arabasından indiğini, kendisine
sarıldığını, gözyaşları içinde “Duydun mu kahraman kardeşim… Bu zâlimler bana ne iftiralar
attılar?” dediğini aktarmaktadır. Ayrıntılar için bk. Üzmez, Şu Bizimkileri, 315-316.
Güncel Ankara, “M. Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı”.
306
c. Pilavoğlu, Ticâniler, Siyaset ve İddialar
İSLAM VE YORUM VII
Pilavoğlu’nun nasıl bir karaktere sahip oluşu hakkında da farklı
bilgilere rastlanmaktadır. Zindan arkadaşı Saatçi Musa’ya göre, Sünnet
hassasiyeti bulunan birisiydi. Muhabbet ehli ve esprili bir mizaca sahip
olmakla birlikte gönlü temiz ve saf bir insandı. Hatta kendisini zindandan çıkaracaklarını iddia eden dolandırıcılara 1500 Lira kadar ciddi bir
meblağ ödediği de olmuş; olayı öğrenen hakim olan kayınpederinden “sen
aptal mısın” şeklinde azar işittiği da olmuştu.33 Saatçi Musa, Said Nursi’nin
talebelerinden Mustafa Sungur’un (1929-2012) şehadetine dayanarak,
heykel kırımında Pilavoğlu’nun herhangi bir dahlinin olmadığı ihtimali
üzerine de durmuştur. Sungur’a göre bu eylemleri teşvik eden “Nur Saçan”
imzalı mektup ne Pilavoğlu’na aitti ne de haberi vardı. Mektubun Kâmi
Tunalı isimli müridine aidiyetini öğrenmesi üzerine kendisini çağırdığını
ve gidip teslim olması gerektiğini tavsiye etmişse de Tunalı aksini yapmıştır.34 Saatçi Musa, “bu olayların kısmen doğru olduğunu düşünüyorum”35
demek suretiyle, daha önce “saf bir insan” olarak nitelediği, Pilavoğlu’nun
bazı müritlerinin serkeş eylemlerinin kurbanı olduğunu da ima etmiştir.
Saatçi Musa’ya göre Ticâniler tuhaf tavırlı insanlardı. Rüyalarının bile
şeyhleri tarafından gördürttüğüne inanırlardı. Bu husus dikkate alınırsa
Ticânilerin, özellikle de heykel kırma noktasında, şeyhlerine danışmadan
ve Kâmi Tunalı örneğinde olduğu gibi emirlerine kulak asmadan kendi
rüyalarıyla hareket etmiş olmaları ihtimali güç kazanmaktadır. Hüseyin
Üzmez (1931-2014) de Şu Bizimkiler adlı eserinde, kendisiyle birlikte
aynı hapishanede kalan Pilavoğlu için Saatçi Musa’nın “saf” betimlemesine
katılıp namazında niyazında olduğunu de dile getirmiştir.36 Ticânileri
33
34
35
36
Olayın ayrıntıları için bk. Öz, Saatçi Musa, 109-110.
Hüseyin Üzmez, ismini Kamil Tınalı olarak kaydettiği bu müride Pilavoğlu’nun çok kızgın
olduğu, “hain” ve “ajan” olarak nitelediği ve bir türlü affedemediği bilgisini aktarır. Kendisiyle
uzun süre mektuplaştıktan sonra Arabistan çöllerinde vefat edip oraya gömülen Tınalı Üzmez’e
göre “çok efendi, ince, içli bir adamdı”. Ayrıntılar için bk. Üzmez, Şu Bizimkiler, 313-315.
Öz, Saatçi Musa, 112.
Üzmez’e göre Pilavoğlu “Temiz yüzlü, sessiz, sakin, namazında, niyazında saf bir adamdı.”
Üzmez de, adam yaralamaktan hüküm giyen bir eski bir polisin “Çocuk-çoluğum dışarda
aç kaldılar… şimdi de evden atmışlar. Yavrularım sokakta kaldı” şeklinde fakirlik edebiyatı
yaparak Pilavoğlu’undan bir daire satın alabilecek 1500 Lira aldığını ve sonra kumara
yatırdığını anlatır. Bunun üzerine Üzmez “şehy geçinirsin…bir kumarcı polisi seni rahatlıkla
aldatır. Bu nasıl iş?” diye sorduğunu ve “Hayatta aldatan olmaktansa daima aldanan ol, çünkü
aldanmakta bir saflık, bir temizlik var…” cevabını alınca yaptığı küstahlığında utandığını
dile getirir. Hadisenin ayrıntıları için bk. Hüseyn Üzmez, Şu Bizimkileri, (İstanbul: Timaş
Yayınları, 1991), 300-301.
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
307
tasvir ederken şalvarlı, sakallı, sakalsız, ayaklarında çarıklar, lastikler,
dizlerine kadar uzayan yün çorapları giyen acayip kılıklı insanlar diye
bahsetmiştir. İsimlerinin başında kullandıkları deli ekinden -Deli Sadık,
Deli Yusuf, Deli Mevlut- hareketle pek de aklı başında kimseler olarak
görmemiştir.37 Saatçi Musa, deli yakıştırmasını abartma olarak görse de
Ticânilerin, sürekli zikir çektiklerini, zindanı Hz. Yusuf’un kuyusu olarak
gördüklerini ve alışılmışın dışında tuhaf davranışlarının olduğunu kabul
etmiştir.38
Saf karakter betimlemesine karşılık Cathlene Dollar gibi araştırmacılar Pilavoğlu’nun karizmatik ve etkileyici bir şahsiyet olduğunu savunmuş
ve Ticâniliğin Türkiye’de yayılmasını da buna bağlamışlardır.39 Howard
Reed’in gözünde, iş adamı olarak nitelediği, Pilavoğlu cahil müritlerinin
dini duygularını kendi mali ve siyasi çıkarları uğruna feda edecek kadar
muhteris birisiydi.40 Bunlara göre heykel kırımları kendisinin bilgisi
dahilinde hatta emri neticesinde gerçekleşmiştir.41 Kimisine göre de durum daha girift ve karmaşıktır. Pilavoğlu, siyasetteki acemiliğinin kurbanı
olmuştur. 1950 seçiminde Cumhuriyet Halk Partisi’nden (bundan sonra
CHP) Ankara adayı olmuştu. CHP’nin bu hamlesi büyük ihtimalle bir taşla
iki kuş avlama taktiği idi. Bir taraftan, din düşmanı imajını düzeltecekti.42
Diğer taraftan, dini kimliği ve İslami hassasiyetlerinden ötürü takibata
uğramış bir tarikat ile seçime girmek suretiyle, laikliği din düşmanlığı
olarak ele almayıp inanç özgürlüğünü savunan, DP’nin muhafazalar Müslümanların tek tercihi olmadığını gösterecekti. Muhafazakar Müslüman
seçmenin sempatisini kazanmak için CHP hükümeti, din derslerinin yeniden müfredata girmesi, Kur’ân kursları, imam hatip okulları ve yeni
ilahiyat fakültelerini açmak için hazırlıklara başlamış; 5566 sayılı kanunu
37
Üzmez, Şu Bizimkileri, 295.
40
Howard A. Reed, “Revival of Islam in Secular Turkey”, The Middle East Journal 8/53 (Summer
1954), 274.
38
39
41
42
Öz, Saatçi Musa, 112-114.
Dollar, “An ‘African’ Tarika in Anatolia”, 32.
Fatma Kuzey Bulut’a göre Elmadağ’da büstü kıran ticâni müridi yakalandıktan sonra ifadesinde eylemi şeyhinin emriyle gerçekleştirdiğini dile getirmiştir. Bk. Fatma Kuzey Bulut, Demokrat
Parti Dönemi Asayiş ve Güvenlik Sorunları ve Bunlara Karşı Alınan Önlemler, 67.
Atatürk’e yakınlığıyla bilinen eski bir CHP Milletvekili Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Politikada 45 Yıl adlı kitabında 1950 seçiminden önce CHP’nin birçok taviz vermek zorunda
kaldığını, bunlardan birinin de Ticâni tarikatıyla işbirliği yapmak olduğunu açıkça itiraf
etmiştir. Bk. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, (İstanbul: İletişim Yayınları,
1984), 193-194.
308
İSLAM VE YORUM VII
yumuşatarak bir takım zaviye ve türbeleri de ziyaret açmıştı.43 Seçimi,
muhafazakar seçmen destekli rakibine kaptırdığını gören CHP, Pilavoğlu’na “Hadi hareket geç” talimatı vererek Atatürk heykellerini kırdırttı ve
böylece muhafazakar zihniyete yakın politika izlediği vaadiyle iktidara
geldikten sonra ilk icraatı 5665 sayılı yasa ile ezanı aslına döndüren DP’yi
hedefe koydu.44 Evdeki hesabı çarşıda tutmayan CHP, kendi iktidarları
döneminde laiklik karşıtı ticâni faaliyetlerini kısa cezalarla geçiştirmiş
olmasına rağmen şimdi daha farklı davranıyordu. DP’i irticaya taviz verme
ve cumhuriyetin banisini korumama iddialarıyla kıskaca almak için devrim kanunlarına muhalefet edenler için şiddetli cezalar istiyor ve bu uğurda mitingler düzenliyordu.45 Buna karşılık DP seçimden önce, kendine
yakın Zafer gazetesinin seçimden önce 26 Nisan 1950 sayısıyla, Pilavoğlu
ve bazı müritlerinin İsmet İnönü’nün onayıyla CHP’ye üye yapıldığını,
Ticânilerin kimi köylerde parti propagandası yürütüp köylüleri partiye
kazandırdığını dile getirmeye çalışmıştı. Baskılarının artması üzerine aynı
meseleyi seçimden sonra tekrar gündeme getirdiyse de46 beş maddeden
oluşan 5816 sayılı “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”
aylarca süren müzakereden sonra 25 Temmuz 1951’de mucidi Cumhurbaşkanı Celal Bayar (d. 1950-1960) tarafından kabul edilmesine ve bir
hafta sonra Resmî Gazete’de yayınlanmasına mani olamadı.47 Fakat ne
enteresandır ki bir gecede on yedi Atatürk heykeline birden saldıranlar hiç
yakalanamadı ve Saatçi Musa’nın tabiriyle “o gün bugün ortada yoklar”.48
Halk diliyle Atatürk’ü Koruma Kanunu kapsamında mahkeme mahkeme süründürülen muasır tarihçilerden Kadir Mısıroğlu (1933-2019),
43
Bk. Jİ, “Yakın Tarihten Bir Provokasyon Hikayesi: Ticaniler ve CHP”.
46
Öz, Saatçi Musa, 110. Bu iddiayı güçlendiren ip üçlerden biri de Pilavoğlu’nun yıllarca
avukatlığını yapan Yılmaz Akpınar’ın CHP Balıkesir milletvekili Muzaffer Akpınar’ın oğlu
olmasıydı. Bk. Jİ, “Yakın Tarihten Bir Provokasyon Hikayesi: Ticaniler ve CHP”. Daha da
önemlisi yargılanması sırasında Pilavoğlu’nun kendisi CHP için oy devşirdiği ve bunun
milli vazife olduğunu açıkça itiraf etmiş; mürit sanıkları da CHP’ye oy verme yönünde
şeyhlerinden telkinler aldıklarını dile getirmişlerdi. Kara, Tek Partiden Çok Partili Hayata
Geçiş Sürecinde Türkiye’de Din Politikalarındaki Değişim Üzerine 1945-1950, 176.
44
45
47
48
Bu iddia için bk. Öz, Saatçi Musa, 111.
Bk. Haber Duruş, “CHP ve Din’le Değişik İlişkiler-1”. Bir CHP yandaşı olduğu iddia edilen
Nadir Nadi, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşe yazısında, DP’yi vicdan hürriyeti bahanesiyle
irtica eylemlerine çanak tutmakla itham ediyordu. Detaylar için bk. Jİ, “Yakın Tarihten Bir
Provokasyon Hikayesi: Ticaniler ve CHP”.
5816 sayılı bu kanunun detayları için bk. Resmî Gazete, “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar
Hakkında Kanun”, (31 Temmuz 1951), 1714.
Öz, Saatçi Musa, 106.
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
309
Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım adlı eserini yayımladıktan bir sene sonra,
1968’de kendisini İstanbul’da ziyaret edip verdiği mücadeleden dolayı
takdir eden Pilavoğlu hakkında kesin bir hükme varmanın pek mümkün
olmadığını iddia etmiştir. Ona göre, her ne kadar müritleri put kırma
maceralarıyla böyle bir kanunun çıkmasına zemin hazırlamışlarsa da,
gerek davranış biçimi ve gerek zindan arkadaşlarından Hüseyin Üzmez’in
şahitliği dikkate alındığında Pilavoğlu’nun bir CHP işbirlikçisi olduğuna
hükmetmek zordur.49 Pilavoğlu ve müritlerinin resmi otoriteye baş kaldırıp dini aktivizme soyunması Türk Ticâniliğine, Kuzey Afrika’daki ana
tarikattın sahip olmadığı bir hususiyet kazandırmıştır. Afrika Ticâniliği,
Fransız otoritesine teslim olmuş uysallığıyla bilinmektedir. Bu durumu
Marmorstein gibi araştırmacılar “adil gavur yönetimine samimi teslimiyet
ile adaletten sapan zalim dindaşların yönetimine aleni isyan arasındaki
kontrast” olarak değerlendirmişlerdir.50
2. Türkiye’de Ticânilerin Bugünü
Kemal Pilavoğlu’nun vefatından sonra Ticâni tarikatı bir kez daha
dağılmıştır. Zira müritler ile Hz. Peygamber arasında bir vasıta görevi
gördüğüne inanılan irtibat halkası artık kopmuştu. Diğerleri arasında
Bozcada’daki ticaret neticesinde elde edilen mal varlığı sebebiyle müritlerinin ikiye ayrıldığı ve birbirine düştüğü bilgisi de mevcuttur.51 Geçen asrın
ortalarında Cumhuriyet devrimlerine karşı koyuşları, bilhasse toplumun
laik kesimi nezdinde, pek ala olumsuz bir imaj kazanmalarına sebebiyet
vermiştir. Tazeliğini günümüzde de koruyan bu imaj öyle görünüyor ki
kolay kolay silinmeyecektir.52
Bununla birlikte Ticâniler, farklı şeklillerde de olsa, varlığını devam
ettirmeyi başarabilmiştir. Günümüzede ise biri Pilavoğlu’nun mirasına
49
50
51
52
Detaylar için bk. Kadir Mısıroğlu, “Ticani Tarikatı Kemal Pilavoğlu Üstad Kadir Mısıroğlu ile
Cumartesi Sohbetleri 22 12 2018”, Youtube (22 Aralık 2018), 05:55-09:58.
Bk. Marmorstein, “Opposition to Nationalism in the Middle East”, 348.
Öz, Saatçi Musa, 116.
Örneğin 14 Haziran 2008 Hürriyet gazetesinde “Ticaniler Hortlarken” başlığıyla çıkan bir köşe
yazısında Zeynep Göğüş Atatürk’ü eleştirmeyi bir ticâni hastalığı gibi takdim eder. Böyle yapanların akıl sağlığından şüphe duyan yazar hapishane yerine tımarhaneye tıkılmalarını önerir. Bk. Zeynep Göğüş, “Ticaniler Hortlarken”, Hürriyet (14 Haziran 2008), https://www.hurriyet.com.tr/ticaniler-hortlarken-9178681 Laik kesimin keskin kalemlerinden Yılmaz Özdil
ise 2024 yılında Sözcü Gazetesi’nde ele aldığı bir köşe yazısında “Ticanilik, dilimizde “yobaz”
manasında yerleşmiştir ama, aslında tarikat ismi” diyerek Ticâniliğin Türk sol zihniyetindeki
olumsuz imajının altını çizmiştir. Bk. Yılmaz Özdil, “Atatürk Büstü”, Sözcü (14 Ekim 2014), https://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/yilmaz-ozdil/ataturk-bustu-621277/
310
İSLAM VE YORUM VII
sahip çıkmaya çalışan ve diğeri XXI. yüzyılın başından itibaren arzı endam
eden öncüsünden bağımsız olmak üzere iki yapı karşımıza çıkmaktadır.
Bunlar sırasıyla İlahi Işık İlim ve Kültür Derneği ile Ârifane İlim Derneğidir. Şimdi ise bunların merkezleri, etkinlik alanları ve faaliyetlerine
kısaca bakalım.
a.
b.
İlahi Işık İlim ve Kültür Derneği: Ankara’nın Altındağ ileçesinin
Hacıbayram Mahallesinde bulunan bu derneğe, Pilavoğlu’nun
tarihi Hamamönü’ndeki doğduğu ve vefat ettiği evi ev sahipliği
yapmaktadır. Başında ise torunu Selahaddin Altunbaş ve müritlerinden Hilmi Benli bulunmaktadır. Benli Bozcada’da şeyhinin
katipliğini yapmış ve kitaplarının kaleme alınmasında önemli
rol oynamıştı. Halihazırda dernekte Pilavoğlu’nun irili ufaklı iki
yüz kitabı ile yüzlerce makalesi muhafaza altında tutulmaktadır.53
Derneğin mevcut duruş çizgisinde mazinin sert dini aktivizminden eser görünmemektedir.
Ârifane İlim Derneği (Dergahı): 26 Mayıs 2017’de Bursa’nın
Yıldırım ilçesinin Emirsultan Mahallesinde Emir Sultan Camii
çaprazında üç katlı bir binada kurulan bu dernek aynı zamanda
dergâh işlevi de görmektedir. Pilavoğlu ve varislerinden bağımsız hareket eden Ârifane İlim derneğinin başında, 1969 Ankara
doğumlu eski bir polis olan Ahmed Şahin Uçar bulunmaktadır.54
Uçar’ın Ticâniliğe intisabı, tıpkı Pilavoğlu’nunki gibi, Hz. Peygamber
ile görüştüğü, elini öptüğü ve beline sarıldığı bir manevi rüya ile başlamıştır. 2004 haccından kısa bir süre önce meydana gelen bu rüya, hac
mevsiminde Medine’de karşılaşılan, şapka kanununa muhalefetten tutuklanan ve Ankara İstiklal Mahkemesi hükmü gereğince 1926 Şubat’ında aynı ilde idam edilen İskilipli Mehmed Âtıf Efendi’nin (1875-1926)55
53
Bu eserlerin bir kısmı için bk. Abdikamit Uulu, Mehmet Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı, Eserleri
ve Tasavvufî Görüşleri, 62-68.
55
Halk dilindeki ismiyle İskilipli Âtıf Hoca’nın, 1924’te Frenk Mukallidliği ve Şapka isimli bir
risalesi yayımlandı. Maarif Vekâleti’nin ilmi ve ruhsatı dahilinde bastırılan bu eser yüzünden
şapka kanununa muhalefet gereçeksiyle 7 Aralık 1925’te tutuklanan Hoca uzun bir yargılama
sürecinin ardından idama mahkûm edildi. İnfazı ise, bir başka dini şahsiyet Babaeski müftüsü
Ali Rızâ Efendi maiyetinde, 4 Şubat’ta Ankara’nın eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan
Çarşısı’nda gerçekleştirildi. Hayatı ve eserleri için bk. Sadık Albayrak, “İskilipli Mehmed Âtıf
Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2000), 22/583-584.
54
Derneği yapısı ve işlevi hakkında bk. Ârifane İlim Derneği, “Ârifane İlim Derneği (Dergahı)
Açılış Amacı, Hedefleri ve Hizmetleri” (Erişim 20 Ekim 2023).
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
311
yeğeni, seksen yaşını deviren Beşir Dede ile karşılaşma ve ona intisap
etme şeklinde gerçekleşmiştir.
Uçar, Türkiye’ye döndükten iki sene sonra, Hz. Peygamber’den aldığı
bir manevî işaretle emekliliğine kısa bir süre kalmasına rağmen mesleğinden ayrılmış; Karaca Beyli köyündeki küçük bir eve yedi yıllık sürecek
olan bir halvete çekilmiştir. Bu esnada bir taraftan çiftçilik ve çobanlıkla
uğraşırken diğer taraftan sohbetler yapmış ve tasavvufi eserler incelemiştir. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin Fütühâtü’l-Mekkiyye’sini defalarca gözden
geçirmiştir. Küçük mürit topluluğuyla 2014’te Bursa’ya yerleşmiş; beş
sene sonra dergâh görevi de gören şimdiki derneği kurmuştur. Uçar, Medine’de Beşir Dede’den almış olduğu tavsiyeler doğrultusunda, davetini
hem yurt dışına taşımak hem Arapça ve dini ilimlerde derinlemesine bilgi
edinmek amacıyla 2018’de bir yıllık bir Sudan ziyaretinde bulunmuştur.56
İbnü’l-Arabî ve Ticâni tarikatın kurucu şeyhi Ahmed et-Ticânî’nin eserlerinden esinlenen tasavvufi sohbet ve dersleri düzenli olarak Youtube
başta olmak üzere farklı sosyal medya mecralarında yayınlanmaktadır.
Dernek sosyal medyada aktif bir varlık göstermekte; Türkçe dışında
İngilizce ve Arapça olarak da hazırlanmış, internet sayfası Uçar’ın sohbet,
makaleleri ve şiirlerini yayınlamaktadır. Soru cevap hattı her kese açık
olan dernek buna ilaveten takipçilerini, yurt içi ve yurt dışı, güncel gelişmelerden de haberdar etmektedir. Uçar’ın mürit sayısı hakkında kesin bilgimiz olmamakla birlikte geçmişi ve faaliyetlerine bakıldığında mütevazi
bir mürit topluluğuna sahip olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerektir.
Öncüsü Pilavoğlu ve müritlerinin aksine, siyasetten uzak eğitim merkezli
bir yol izleyen Uçar pedagojik faaliyetlerini dini ve milli hassasiyetler çerçevesinde sürdüreceğini her vesileyle dile getirmektedir. Resmi otoritelere
karşı takındığı uysal tavrı Uçar ticâniliğinin, Afrika merkezli ana akımın
pasif geleneğini sürdürdüğüne güzel bir delil olarak değerlendirilebilir.
3. Sonuç
Kuzey Afrika merkezli Ticâni tarikatının Türkiye’ye giriş tarihi XIX.
yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başına kadar geriye gitmektedir. Tarikatın
Türkiye’deki varlığı ise üç dalga şeklinde mutaala edilebilir. Sultan II.
Abdülhamid’in pan islamist projesi kapsamında gelen ilk dalganın varlığı
56
Uçar’ın Ticâniliğe intisabı ve devamı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Ahmed Şahin Uçar, “Ahmed Şahin Uçar Kimdir?”, Youtube (2 Haziran 2019), 01:40-48:54.
312
İSLAM VE YORUM VII
ve etkisi İstanbul ile sınırlı kalmış ve Cumhuriyet ile birlikte 1925’te çıkan
zaviye ve tekkelerin kapatılması kanunu gereğince tarihe karışmıştır.
İkinci dalga ise Ankara doğumlu Mehmet Kemal Pilavoğlu ile, görmüş olduğu bir manevî rüyada alınan nebevî talimat gereği, 1930’larda
başlamıştır. Ankara ve civarı merkezli bu dalga 1940’larda cumhuriyetin
laik devrimlerine karşı giriştiği bir takım provokatif denebilicek eylemlerle, mincümle zorunlu olarak okutulan Türkçe ezana verdiği tepkiyle
tanınmıştır. Tarikatın başını çeken Pilavoğlu’nun 1950 seçiminde CHP
Ankara mebusan adaylığı ve seçimin DP lehine sonuçlanmasının ardından
Atatürk’ün büst ve heykellerine karşı yapılan saldırıların Ticânilere mal
edilmesi farklı teorilerin geliştirilmesine neden olmuştur. İster bir CHP
işbilikçisi olsun, ister müritleri arasında serkeş bir zümrenin bireysel ihtiraslarının isterse kaygan bir zeminde giriştiği acemi siyasetinin kurbanı
olsun, Pilavoğlu ve tarikatının kullandığı dil ve hitap tarzı, Türk muhafazakar camianın hareket alanını kısıtlayan, 5816 sayılı “Atatürk Aleyhinde
İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”un çıkmasına zemin hazırlamış olduğu
inkar edilemez bir gerçektir. Bu kanun kapsamında, diğer tarikatların yanında Pilavoğlu ve müritleri devletin sıkı takibatına uğramış, hayatı mahkemeler ve sürgünlerde geçmiştir. Tarikatı, vefatından sonra, iç kavganın
da etkisiyle, tutunamamıştır. Varlığı ise Ankara’nın Hamamönü semtinde
doğup büyüdüğü evini merkez edinen İlahi Işık İlim ve Kültür Derneği ile
sınırlı kalmıştır. Adı geçen dernek, Pilavoğlu ve müritlerinin temsil ettiği
laiklik karşıtı sert dini aktivizminden çoktan vazgeçmiş görünmektedir.
Buna rağmen Pilavoğlu ve akımının etrafında gelişen olumsuz imaj, XX.
yüzyılın ortalarından günümüze kadar, hiç değişmeden, gelmiştir.
Ticâniliğin üçüncü dalgası ise XXI. yüzyılın başına denk gelmektedir.
Ahmet Şahin Uçar’ın liderliğindeki bu dalga da, selefinde olduğu gibi,
manevî bir rüyada Hz. Peygamber’in talimatıyla başlamış ve 2017 yılında
Bursa Yıldırım’da kurulan Ârifane İlim Derneği (Dergahı) etrafında şekillenmiştir. Pilavoğlu ve müritleriyle herhangi bir bağlantısı bulunmayan
ve buna özellikle dikkat eden bu yapının hitap tarzı ve dili da farklıdır.
Siyasal aktivitelerin yerine pedagojik çalışmaları ön planda tutmakla geçmişten ibret almış görünmektedir. Laik devlete meydan okumak yerine
milli ve sufi bir hareket olduğunu her vesile ile dile getirmektedir. Bu
yönüyle öncüsü Pilavoğlu’nun hareketinden daha ziyade Afrika merkezli
ana akım Ticâniliğe yakın durmaktadır. Uçar dalgasının yurt içi başta
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
313
olmak üzere yurt dışına da hitap etmeye çalışması ve bu alanda yurt dışı
seyahatler gerçekleştirmiş olması, kendisini selefinden ayıran önemli
başka bir alameti farikasıdır.
İster kendini Pilavoğlu’nun varisi olarak takdim eden Ankara merkezli
İlahi Işık İlim ve Kültür Derneği olsun ister Uçar’ın bağımsız Bursa merkezli Ârifane İlim Derneği olsun, her iki yapının geleceği, takındığı tavır,
siyaset ve siyasilerle geliştirdiği/geliştireceği ilişkilere bağlıdır. Yaptıkları,
etki alanları ve dolayısıyla gelecekteki görünümleri halihazırda bakir bir
alan özelliği taşımakta ve araştırmacılarını beklemektedir.
Kaynakça
Abdikamit Uulu, Abdukadyr. Mehmet Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı, Eserleri
ve Tasavvufî Görüşleri. Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2019.
Abun-Nasr, Jamil M.. Muslim Communities of Grace: The Sufi Brotherhoods
in Muslim Religious Life. New York: Colombia University Press, 2007.
Abun-Nasr, Jamil M.. The Tijaniyya: A Sufi Order in the Modern World.
London: New York and Toronto: Oxford University Press, 1965.
Ahmad, Feroz. “Politics and Islam in modern Turkey”. Middle Eastern Studies 27/1 (1991), 3-21.
Ahmed Şahin Uçar, “Ahmed Şahin Uçar Kimdir?”. Youtube. Yayın Tarihi 2
Haziran 2019. https://www.youtube.com/watch?v=hvszymMKasc&t=3204s
Albayrak, Sadık “İskilipli Mehmed Âtıf Efendi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi 22/583-584. İstanbul: TDV Yayınları, 2000.
Ârifane İlim Derneği. “Ârifane İlim Derneği (Dergahı) Açılış Amacı, Hedefleri ve Hizmetleri”. Erişim 20 Ekim 2023. https://www.arifane.
org/arifane-ilim-dernegi-dergahi-acilis-amaci-hedefleri-hizmetleri/
Cumhuriyet. “İki Meczub Dün Gece Meslicte Arapca Ezan Okudular” (5
Şubat 1949), 1. https://egazete.cumhuriyet.com.tr/oku/192/194902-05/0
Dikici, Ali. “İbadet Dilinin Tükrçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan
Denemesi ve Buna Gösterilen Tepkiler”. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları 0/10 (Ekim 2012), 77-104.
314
İSLAM VE YORUM VII
Dikici, Ali. “Milli Şef Dönemi İç Güvenlik Anlayışı ve Türk Polisi”. Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi 27/80 (Temmuz 2011), 389-460.
Dollar, Cathlene. “An ‘African’ Tarika in Anatolia: Notes on the Tijaniyya
in Early Republican Turkey”, Annual Review of Islam in Africa, 11
(2012), 30-34.
Göğüş, Zeynep “Ticaniler Hortlarken”. Hürriyet (14 Haziran 2008). https://www.hurriyet.com.tr/ticaniler-hortlarken-9178681
Güncel Ankara. “M. Kemal Pilavoğlu’nun Hayatı”. Erişim, 18 Ekim 2023.
https://www.guncelankara.com/m-kemal-pilavoglunun-hayati/
Haber Duruş. “CHP ve Din’le Değişik İlişkiler-1”. Erişim 18 Ekim 2023.
http://www.haberdurus.com/haber/_chp_ve_dinle_degisik_iliskiler-1-57166.html
Hanif, Mohammad Ajmal. Debating Sufism: The Tijān’yya and Its Opponents. Bayreuth: Bayreuth University, Bayreuth International Graduate School of African Studies, Doktora Tezi, 2018.
Jİ, Jurnal İstanbul. “Yakın Tarihten Bir Provokasyon Hikayesi: Ticaniler
ve CHP”. 24 Ekim 2023. https://www.gzt.com/jurnalist/yakin-tarihten-bir-provokasyon-hikayesi-ticaniler-ve-chp-3463643
Kara, Serdar. Tek Partiden Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Türkiye’de
Din Politikalarındaki Değişim Üzerine 1945-1950. Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2012.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Politikada 45 Yıl. İstanbul: İletişim Yayınları,
2. Basım, 1984.
Kuzey Bulut, Fatma. Demokrat Parti Dönemi Asayiş ve Güvenlik Sorunları ve Bunlara Karşı Alınan Önlemler. Erzurum: Atatürk Üniversitesi,
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2019.
Lewis, Bernard. “Islamic Revival in Turkey”. International Affairs 28/1
(January 1952), 38-48.
Marmorstein, Emile. “Opposition to Nationalism in the Middle East”. International Affairs, 28/3 (July 1952), 344-359.
Mısıroğlu, Kadir. “Ticani Tarikatı Kemal Pilavoğlu Üstad Kadir Mısıroğlu
ile Cumartesi Sohbetleri 22 12 2018”. Youtube. Yayın Tarihi 22 Aralık
2018. https://www.youtube.com/watch?v=GjS-uLSM1LM
CUMHURIYET TÜRKIYE’SINDE TICÂNI TARIKATI: DÜNÜ, BUGÜNÜ
315
Nebiler, Halil. Türkiye’de Şeriatın Kısa Tarihi, PDF: Turkish News, ts.
https://www.turkishnews.com/tr/content/wp-content/uploads/2013/04/SeriatinKisaTarihi.pdf
Öz, Asım. Saatçi Musa. İstanbul: Beyan Yayınları, 2010.
Özdil, Yılmaz. “Atatürk Büstü”. Sözcü (14 Ekim 2014). https://www.sozcu.
com.tr/2014/yazarlar/yilmaz-ozdil/ataturk-bustu-621277/
Özköse, Kadir. “Ticânî, Ahmed b. Muhammed”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi. 41/130-133. İstanbul: TDV Yayınları, 2012.
Reed, Howard A.. “Revival of Islam in Secular Turkey”. The Middle East
Journal 8/3 (Summer 1954), 267-282.
Resmî Gazete. “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”. (31
Temmuz 1951), 1714. https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7872.
pdf
Resmî Gazete. “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Men’ine ve Türbedarlıkla Birtakım Unvanların Men’ ve İlgasına Dair Kanun”. (31 Aralık 1925), 677.
https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/243.pdf
Uzun, Mustafa İsmet. “Ezanın Türkçeleştirilmesi”, Atatürk Ansiklopedisi.
Erişim 28 Ekim 2023. https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ezanin-turkcelestirilmesi/
Üzmez, Hüseyn. Şu Bizimkileri. İstanbul: Timaş Yayınları, 1991.
Wright, Zachary V.. On the Path of the Prophet: Shaykh Ahmad Tijani and
the Tariqa Mohammadiyya. Atlanta: African American İslamic Institute, 2005.
Yeni Alanya. “Mehmet Kemal Pilavoğlu Kimdir? Mehmet Kemal Pilavoğlunun Biografisi”. Erişim 16 Ekim 2023. https://www.yenialanya.
com/haber/7073895/mehmet-kemal-pilavoglu-kimdir-mehmet-kemal-pilavoglunun-biyografisi
Zîtân, Mohammed. “Davru’t-Tarikatu’t-Ticâniyya fî Tukiyâ”. alwatan.
Erişim 1 Kasım 2023. https://pulpit.alwatanvoice.com/articles/2019/03/16/487569.html
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI
BAKIMINDAN “ALLAH GÜZELDIR, GÜZELLIĞI
SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA BIÇIM VE
TEZAHÜRLERI
Abdurrahman HAN
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Dr.
https://orcid.org/0000-0002-2465-0142
abdurrahmanhan@gmail.com
Giriş
Sanat; fikir, düşünce veya inancın hayata yansıması, estetik ise bu
yansımanın tarzı, üslubu, yorumu veya şekli olarak nitelendirilebilir. İslam
sanat ve estetiği ise İslâm’ın varlık, bilgi ve hakikat anlayışının hayattaki
karşılığı ve formlarıdır. Çalışmanın hemen başında sanatı, Allah’ın kemâl
vasfını haiz olarak yaratışının (sun‘) insan düzlemindeki karşılığı; estetiği
de İslam düşünce geleneğindeki anlamına uygun olarak “Cemâl” ve “Hüsn”
kavramları bağlamında kullandığımızı belirtmek isteriz.
Hakikatin anlaşılması ve anlatımında dinin dili1 olarak nitelendirilen
sanat ile onun düşünce, fikir ve eylemsel üslubu olan estetik, hayata anlam
ve değer katan önemli olgulardır. Bu noktada İslâm sanat ve estetiği, onun
insan, âlem ve hayat tasavvurunun kendine özgü bir dil, üslup ve yorumla
ifade edilmesidir. Konuya ilişkin temel referanslar Kur’an-ı Kerim’in pek
çok âyetinde dile getirilmektedir.2 Söz konusu âyetler, bu iki kavramın
neliğini açıklamakla birlikte bunların nasıl temellendirilmesi ve sistematiğe dönüştürülmesi hususunda önemli perspektifler ortaya koymaktadır.
Nebevî bir yaşam tarzını ifade eden Sünnet’in ve bunun teorik boyutunu ortaya koyan hadislerin, İslâm’ın sanat ve estetik anlayışına kaynaklık eden teori ve pratikleri de Müslümanlar açısından yadsınamaz bir
1
2
Turan Koç, İslâm Estetiği (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2021), 36.
Bakara, 2/138; Nur, 24/35; Secde, 32/7.
318
İSLAM VE YORUM VII
gerçekliğe sahiptir. Güzelliğin merkezde olduğu bu hususiyetler; güzel
düşünmek, güzel hissetmek, güzel konuşmak, güzel duymak, güzel bakmak, güzel giyinmek ve güzel davranmak gibi yaşamı, güzellik üzerine
kurulu değerler doğrultusunda idrak etmeyi salık vermektedir. Bu noktada hadis müktesebatı hatırı sayılır bir nicelik ortaya koyarken konuya
ilişkin ilkesel yaklaşımlara da ışık tutmaktadır.3
Gerek konuya ilişkin âyet ve hadisler gerekse kavramsal çerçeve İslam
sanat ve estetiğinin temel özellikleri hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bu vasıflar aynı zamanda onu diğer sanat ve estetik anlayışlardan
ayıran temel farklılıklardır. Tevhidi yansıtması, soyutluk, derinlik, temsili
anlatım, fikirleri temsil, doğruluk, yararlılık, kalıcılık, süreklilik, ahenk,
düzen ve en önemlisi özgünlük bunların belli başlılarıdır.
1. İslâm Sanatı ve Estetiği Üzerine Bazı Mülahazalar
Pek çok tanımı yapılmasına karşın sanatı, güzelliği ile insana haz ve
huzur veren insanî eserler olarak tanımlamak mümkündür.4 Estetik ise
modern dönemlerin felsefî bir argümanı olarak (özgür sanatlar teorisi,
aşağı bilgi bilimi, güzel olarak/üzerine düşünme sanatı, akıl yürütme benzeri bir sanat) duyusal bilmenin bilimi olarak tarif edilir.5 Sanat ve estetiğe
ilişkin tanımlar ve yaklaşımlar dikkate alındığında bunların düşünsel ve
eylemsel boyutta birbirini tamamlayan unsurlar olduğu ve yaşamın güzelleştirilmesi ideası üzerinden tezahür ettiği görülecektir.
Her ne kadar amacı ve tezahür şekli “güzellik” orjinli olsa da söz
konusu kavramların anlamlandırılma biçimleri hususundaki tartışmalar önemli bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bunları dışarıda
tutarak burada meseleyi İslâm’ın sanat ve estetik anlayışına getirmek
istiyoruz. Kategorik olarak sanatın İslâmî ve muhafazakâr olup olamayacağı6 hususu ile bu doğrultuda dillendirilen bazı meseleler hakkındaki
3
4
5
6
Konuya ilişkin bazı örnekler için bkz., Ebü’l-Hasan İbnü’l-Haccâc el-Müslim, Sahîh-i Müslim,
thk. Ahmet b. Rifat İbn Osmân vd. (Türkiye: Dârü’t-tıbâa, 1334), Îmân, 147; Sayd, 57; Süleyman Ebû Dâvûd, Sünen, thk. Şuayb el-Arnaût - Muhammed Kamil Karabelli (Dârü’r-risâle,
1430), Edâhî, 12.
Cafer Sadık Yaran, Sanat Ahlâkı (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2020), 34.
Alexander Gottlieb Baumgarten, “Estetik-Prolegomena”, çev. Berk Özcangiller, Estetik Üzerine Yazılar, ed. Gamze Keskin (İstanbul: Alfa, 2019), 11.
Konuya ilişkin sorunsallar hakkında bkz., Oleg Grabar, İslam Sanatının Oluşumu, çev. Nuran
Yavuz (İstanbul: Alfa, 2018), 23.
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI BAKIMINDAN “ALLAH GÜZELDIR,
GÜZELLIĞI SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA BIÇIM VE TEZAHÜRLERI
319
diyalektik varlığını devam ettirmektedir.7 Ancak biz bu çalışmada bahsedilen felsefî tartışma alanının dışında kalarak İslâm’ın, kendi değerlerinin
merkezinde olduğu bir sanat anlayışını dikkate alacağız.
Şüphesiz bir kültürü, bir uygarlığı anlamanın en kısa ve kolay yolu
sanattan geçer.8 Bir din de en iyi ifadesini sanatla bulur; kendisini en iyi
sanatla ifşa eder.9 İslâm sanatının epistemolojik gayesi, yani bize bildirmeye çalıştığı şey görünenin arkasındaki görünmeyene ulaşmak, pratikteki gayesi ise dünyayı ve hayatı güzelleştirmektir. İslâm sanatı merkeze
ilâhî mahiyeti yerleştirirken batı sanatı ağırlıklı olarak insanı merkeze
alır ve ona dayanır. Bir diğer açıdan modern sanat, aşkın olanla ilgisini
koparmış, evrensel düzeni ifade etmek yerine natüralizme yaslanan ve
büyük ölçüde bireysel ve beşeri düzeydeki duygulanım ve algılayışların
dışavurumu olarak algılanan bir sanatken, İslam sanatı; aşkın, ezeli ve
ebedi, her an yaratma halinde olan bir tanrı anlayışını yaşamın etkin ana
unsuru olarak hayatın merkezine yerleştirir.10
Kaynağı itibarıyla varlığı ve güzelliği halkeden, ‘kemâl’ ve ‘cemâl’e
dayanan İslam sanatı, insan hayatını bütün yönleriyle yüceltmeyi amaç
edinmiştir. Ona etki eden ve yön veren temel saik ise tevhid ilkesidir. Bu
yüzden o, varlığı bir olarak görür; insanı ve hayatı bölüp parçalamaz;
onu maddi ve manevi dünyasıyla kemâl olanla tanıştırmayı gaye edinir
ve ona bunun yollarını telkin eder. İslam sanatı anlaşılıp özümsendikçe
bu sanat ile İslam maneviyatı arasındaki derin ilişkinin farkına da o denli
fazla varılır. Geleneksel İslâm sanatı Muhammedî bereketten ve Kur’an’ın
hakikatinde yatan bir hikmet yardımıyla oluşturulmuştur. İslâm sanatını
tamamıyla kavramak; onun, İslâm vahyinin bir yönü, özgürleştirici güzelliğin kanatlarının üzerinde insanı ilâhî kurbiyetin aslî makamına taşımak
için maddi tezahürleri aşan ilâhî hakikatlerin bir dökümü olduğunu fark
etmektir.11
Diğer taraftan İslâm, kalbinde estetiğin yattığını ilan eder; dine ve
dinin kendini nasıl sunduğuna nazar ederken insanın bu gerçeği aklından
7
8
9
10
11
Olıver Leaman, İslam Estetiğine Giriş, çev. Nuh Yılmaz (İstanbul: Küre, 2019), 44, 91; Dücane
Cündioğlu, Sanat ve Felsefe (İstanbul: Kapı, 2012), 3.
Koç, İslâm Estetiği, 15.
Nusret Çam, İslâm’da Sanat: Sanatta İslâm (Ankara: Akçağ, 1999), XIII.
Koç, İslâm Estetiği, 21, 29, 41.
Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Maneviyatı, çev. Ahmet Demirhan (İstanbul: İnsan,
2019), 24.
320
İSLAM VE YORUM VII
çıkarmaması gerektiğini belirtir.12 İslâm’ın estetik görüşü söz konusu
olduğunda, öncelikle üzerinde durulması gereken husus, onun varlık ve
güzellik telakkisinin ne olduğu ve bunun sanat eserlerinde nasıl yansıtıldığı, hangi dil ve üslupla tezahür ettiğidir. Bu noktada sanatı, asıl olan
Kur’an metninin veya bir hadisin sayfanın ortasında yer alması olarak
ifade ederken estetiği, genellikle onu çevreleyen bir hâle gibi metnin güzelliğini ve yüceliğini taçlandıran bir işlev gören tezhip olarak görmek
pek tabii mümkündür.13
Sonuç olarak İslam sanatı ve estetiği bütün güzelliklerini yegâne hakikat olan ve aynı zamanda bütün güzelliklerin kaynağı olan yüce varlıktan
alır; var oluşunu böyle temellendirir, ilkelerini bu noktadan hareketle
şekillendirir, tezahürlerini de buna göre ortaya koyar.
İmdi sanat, estetik; İslâm sanatı ve estetiğine dair değinilmesi gereken bazı hususları ifade ettikten sonra İslâm sanat ve estetiğine kaynaklık eden muhteşem bir rivayetin anlaşılma ve değerlendirilme biçimleri
üzerinde durmak istiyoruz.
2. “Allah güzeldir, güzelliği sever” Rivayetinin Anlaşılma
Biçimleri
Bu çalışmada ele aldığımız söz konusu rivayet, İslâm’ın sanat ve
estetik anlayışının oluşmasında Sünnet’in ifade ettiği esas metinlerden
biridir. Öyle ki İslâm, sanat ve estetik ekseninde yaptığımız araştırma ve
literatür taramalarının hemen tamamında bu rivayet temel bir referans
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Rivayet şöyledir: Abdullah b. Mesûd’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) bir defasında şöyle buyurmuştu: “Kalbinde zerre kadar kibir
bulunan kimse cennete giremez.” Bu söz üzerine orada bulunanlardan biri,
“İnsan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!” deyince
Resûlullah (sas), “Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakikati inkâr etmek ve insanları küçümsemektir.” şeklinde karşılık verir.
Rivayet bu şekliyle Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i, Müslim’in Sahîh’i
ve Tirmizî’nin Sünen’inde; esasta bir değişiklik olmamakla birlikte Ebû
Dâvûd’un Sünen’inde ve diğer kaynaklarda yer almakta;14 hadisin sıhhat
12
13
14
Leaman, İslam Estetiğine Giriş, 235.
Koç, İslâm Estetiği, 20, 155.
Ebû Dâvûd, Libâs, 29.
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI BAKIMINDAN “ALLAH GÜZELDIR,
GÜZELLIĞI SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA BIÇIM VE TEZAHÜRLERI
321
durumuyla ilgili bir sorun bulunmamaktadır. Rivayet, Müslim’de “Îmân”
başlığı altında zikredilirken Tirmizî’de “Birr” bâbı altında işlenmektedir.
Bu husus bizlere konunun iman ve iyilik/hayır bağlamında ele alındığını,
bu tasnif de konunun ele alma zemini açısından önemini ortaya koymaktadır.
İlk dönemden itibaren özellikle hadis şerh edebiyatında söz konusu rivayetin nasıl anlaşıldığı bu çalışmanın ana temasıdır. Bu bağlamda
başlangıçtan günümüze kadar farklı meşrep ve yaklaşımları da dikkate
alarak şunları söyleyebiliriz:
Hadis metninden de anlaşıldığı üzere rivayet, genelde kibir bağlamında ele alınmış ve karşıtlık durumları dikkate alınarak bunun üzerinden
bir temellendirme yapılmaya çalışılmıştır.
Garîbü’l-hadîs müellifi İbnü’l-Esîr (ö. 606/1210) hadiste geçen cemâl
kavramının çift boyutlu bir ilişki içinde sîret ve sûrette olacağını ifade
ederken; davranışların güzelliğinin ancak vasıfların kemaliyle gerçekleşeceğini belirtmektedir.15
Burada, sîret ve suretten bahsedilen, esasında zâhir-bâtın, madde-mânâ, iç-dış birlikteliğinden ve bütünlüğünden başka bir şey değildir.
Bunun gerçekleşmesinin ise fıtratta var olan güzelliklerin tekâmülüyle
oluşabileceği ifade edilmekte; kibrin, iç güzelliği dejenere ederek davranışları olumsuz etkilemesi, kişinin fıtraten sâlim olan güzelliğini de yok
etmesi anlamı dile getirilmektedir. Böyle bir kişinin cemâli kendinde ve
davranışlarında barındırması ise olası değildir.
İbn Fûrek (ö. 406/1015) Müşkilü’l-hadîs adlı eserinde güzelliğin Allah için mutlak olduğunu ama bunun yaratılanlara benzetilemeyeceğini;
bununla birlikte O’nun, yarattıklarını güzel bir sûret ve yapıda yarattığını
belirtmiş; Allah’ın, kullarına vermiş olduğu bu güzelliklerin, tahdîsi nimet
açısından onlarda görülmesini istediğini belirtmiştir. Burada İbn Fûrek,
verilen nimetlerin kullar açısından şükür vesilesi olduğunu, dolayısıyla
bahsedilen doğrultuda bunlara sahip olmanın aynı zamanda ilâhî iradeye
15
Ebû’s-Sa’âdât el-Mubârek b. Muhammed el-Cezerî İbnu’l-Esir, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs̱
ve’l-Es̱ er, thk. Tâhir Ahmed ez-Zâvî, Mahmûd Muhammed et-Tanâhî (Beyrut: el-Mektebetu’l’İlmiyye, 1399/1979), I, 299.
322
İSLAM VE YORUM VII
muvâfık olacağını belirtmiş; ancak Allah’ın yaratılmışlara benzetilmemesi
hususu üzerinde de özenle durmuştur.16
İbn Battâl ise (ö. 449/1057) kalbin, kibirden uzak olduğu müddetçe
güzelliğin bütün düşünce ve davranışlara yansıyacağı şeklinde meseleyi
açıklamıştır.17
el-İstizkâr adlı eserinde İbn Abdülber en-Nemerî (ö. 463/1071);
hadiste geçen hususlara açıklama getirmiş ve zühdün kirli, yırtık pırtık
elbiseler giyerek gerçekleşmeyeceğini, aksine rivayette de ifade edildiği
üzere “Allah’ın güzel olduğu ve güzelliği sevdiği”, bu konuda en güzel örneğin Hz. Peygamber olduğunun bilinerek onun örnek alınması gerektiği
hususuna dikkat çekmiş; aynı zamanda yaşadığı dönemde var olan yanlış
zühd anlayışını eleştirmiştir.18 Buradan da anlaşılmaktadır ki, Allah’ın
kulları için yarattığı nimetlerin kibirden ve tekebbürden uzak durmak
kaydıyla kullanılmasında ve tüm bunların hayatı güzelleştirmesi için sergilenmesinde ve benimsenmesinde bir sakınca bulunmamaktadır.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148) Kitâbü’l-mesâlik fî şerhi Muvatta’i Mâlik adlı eserinde; Allah’ın güzel olduğu ve güzelliği sevdiğinden
hareketle, kişinin bütün fiillerinde güzellikle davranması gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca o, Allah’ın fiillerinin güzelliği, bütün yaratılmışlara karşı
ihsan ile muamelede bulunmayı beraberinde getirirken, O’nun, kullarının
da böyle bir ahlâkla ahlâklanmasını istediğini belirtmektedir.19
Kâdî İyâz (ö. 544/1149) İkmâlü’l-Mu’lim bi-fevâ’id (fî şerhi Ṣahîh)
i Müslim adlı eserinde; Allâh’ın cemîl ismiyle nitelendirilmesi O’nun
noksanlıklardan uzak olduğunu; bundan hareketle insanın da cemâlden
yani güzellikten paye edinmesi gerektiği; burada kullanılan cemîl isminin
mücmil, muhsin, celil, onur, sevinç anlamında; ayrıca O’nun kuldan gelen
güzelliği sevmesi manalarında anlaşıldığını dile getirmektedir.20
16
17
18
19
20
Ebû Bekir Muhammed b. Hasan İbn Fûrek, Müşkilü’l-hadîs̲ ve beyânühü, thk. Musa
Muhammed Ali (Beyrut: Âlemü’l-kütüb, 1985), 329-331.
Ebü’l-Hasen Alî b. Halef b. Abdilmelik İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, thk. Yâsir b. İbrâhîm
Ebû Temîm (Riyad: Mektebetü’r-rüşd, 1423), IX, 79.
Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. ‘Abdillâh b. Muhammed İbn ‘Abdülber en-Nemerî, elİstiẕkâr, thk. Sâlim Muhammed ‘Atâ, Muhammed ‘Alî Mu’avvıd (Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l’İlmiyye, 1421), VIII, 297.
Ebû Bekr Muhammed b. ‘Abdillâh b. Muhammed el-Meâfirî İbnü’l-’Arabî, el-Mesâlik fî Şerhi
Muvatta’i Malik (Dârü’l-Garbi’l-İslâmî, 1428), I, 24; VII, 282.
Ebü’l-Fazl İyâz b. Mûsâ b. İyâz el-Yahsubî Kādî İyâz, İkmâlü’l-Mu’lim bi-fevâ’id (fî şerhi Ṣahîh)
i Müslim, thk. Yahyâ İsmâîl (Mısır: Dârü’l-Vefâ, 1419), I, 360.
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI BAKIMINDAN “ALLAH GÜZELDIR,
GÜZELLIĞI SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA BIÇIM VE TEZAHÜRLERI
323
Kurtubî (ö. 656/1258) söz konusu rivayette geçen cemîlin anlamına
dair ulemanın farklı görüşler serdettiğini belirterek Hattâbî’nin bu konu
hakkındaki ‘Allah’ın, kullarıyla ilgili fillerinin güzelliği ve onları gözetmesi;
kendisi dışındaki kimselerden daha az istekte bulunmakla zînetlenmeleri’ şeklindeki yaklaşımına değinir. Ayrıca cemîlin, noksanlıklardan uzak
kemâl vasıflarla muttasıf olmayı; kıyafet, beden ve cisim açısından güzel
olmayı; zelil davranışlardan ve azgınlıktan uzak kalarak güzelleşmeyi
ifade ettiğini nakletmektedir.21
Nevevî (ö. 676/1277) el-Minhâc fî şerhi Ṣahîhi Müslim b. el-Haccâc
adlı eserinde ilgili rivayetin şerhine dair yeni bir şey söylememiş, daha
önce ifade edilen ve bir kısmı yukarıda belirtilen hususları toplu bir şekilde dile getirmiştir. Allah’ın bütün fiillerinde hasen ve cemîl olduğu;
en güzel isim ve sıfatların O’na ait olduğu hususlarını ifade ederek diğer
hususları sıralamıştır.22
İbn Receb el-Hanbelî (ö. 795/1393) konuyu kalbin tezeyyünü bağlamında ele almış, kulun Allah’a itaat ederek kendisini güzelleştirmesi,
bunun da ancak kalbî ve bedenî olarak gerçekleşebileceği şeklinde bir
nakilde bulunmuştur.23
Ali el-Kârî (ö. 1014/1605), Allah’ın zât, sıfat ve fiillerinde cemîl olduğunu; maddî-manevî bütün güzelliklerin kendisine ait olduğunu belirtir.
O’nun, cemâl’in zuhurunu mahlûkatında görmek istemesini sevdiğini,
bundan dolayı da kullarına pek çok şeyi izhar edip onlara bu güzellikleri
gösterdiğini; nitekim ‘Allah nimetlerini kulunun üzerinde görmek ister’
hadisinin de bunu teyit ettiğini belirtir.24
Sûfî bir müellif olan Muhammed Abdürraûf el-Münâvî (ö. 1031/1622)
Feyzü’l-kadîr’de ilgili rivayeti şöyle açıklar: Cemîl isminde; zât, sıfat ve
efâlde mutlak güzelliğin O’nda olduğu; cemâlde ise kullarının bireysel ve
toplumsal olarak biçim, görünüm, birlik, hal, tavır, durum vb. hususlarda
tecemmül etmeleri gerektiğinin istendiğini belirtir. Ayrıca cemâlin ihtiyaç
21
22
23
24
Ahmed b. Ömer b. İbrâhim el-Kurtubî Ebü’l-Abbas, el-Müfhim limâ eşkele min telhîṣi Kitâbi
Müslim, thk. Muhyiddin Dib Mistu - vd. (Dımaşk; Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1417), I, 288.
Ebû Zekeriyya Yahya en-Nevevî, el-Minhâc şerhu ṣahîh-i Müslim ibni Haccâc (Beyrut: Dâru
ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, 1392), II, 90.
İbn Receb el-Hanbelî Ebü’l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahmân b. Ahmed b. Abdirrahmân, Şerhu
hadîs̱ i ‘Ammâr b. Yâsir, thk. Ebû Mus’ab Tal’at b. Fuâd el-Halvânî (el-Fârûku’l-Hadîse, 1424),
184-185.
Ebü’l-Hasen Nûrüddîn ‘Alî b. Sultân Muhammed ‘Ali el-Kārî, Mirkâtu’l-Mefâtîh Şerhu
Mişkâti’l-Meṣâbîh (Beyrut; Lübnan: Dâru’l-Fikr, 1422), VIII, 3190.
324
İSLAM VE YORUM VII
dışında başkasına el açmamak, iffetli, şükür ehli, cömert ve temiz olmak
gibi pek çok ahlâkî unsuru içerdiğini belirtmektedir.25
Halîl Ahmed es-Sehârenpûrî (1852-1927), başka bir rivayetin açıklamasını yaptığı bölümde, kötülüğe bulaşan kimselerin kılık-kıyafet ve elbiselerini değiştirip durumlarını ıslah ettiklerinde yeni durumun kendileri
için güzelliğe dönüşeceğini belirterek Allâh’ın güzelliği sevdiği rivayetini
burada özellikle belirterek26 kötü ya da olumsuz bir durum/hal/ortamdan iyiye geçişi cemâl olarak nitelemiştir.
Sanata ve sanat eserine yaklaşımları itibarıyla konunun özellikle selefîlik açısından ne şekilde değerlendirildiği de önemlidir. Bu bağlamda,
yakın dönem Suud selefî ulemasından olan Ebû Abdillâh Abdurrahmân
b. Nâsır b. Abdillâh b. Nâsır es-Sa‘dî en-Nâsırî et-Temîmî (1889-1956)
mezkur rivayeti ‘kişi, Hakka râm, yaratılmışlara da mütevazı olduğu
müddetçe Allah’ın sevdiği cemâl kimselerden olur. Nitekim Allah zâtında,
sıfatlarında, esmasında ve fillerinde cemîldir, O, zâhirî ve batınî cemâli
sever. Zâhirî cemâl; kişinin bedeninde, kıyafetlerinde meskeninde ve bu
doğrultuda diğer hususlardaki temizliği, bâtınî cemâl ise, ahlâkı ve onun
ulvî güzellikleriyle donanmayı ifade etmektedir’, şeklinde yorumlamaktadır.27 Müellifin meseleyi daha çok temizlik bağlamında ele aldığı, diğer
hususlara dair bir şey söylemediği görülmektedir.
Konuyu yakın dönem yerli ve güncel çalışmalar bağlamında ele aldığımızda iki kaynaktan bahsetmek yerinde olacaktır. Birincisi M. Yaşar
Kandemir, İ. Lütfi Çakan ve merhum Raşit Küçük hocalarımızın kaleme
aldığı Riyâzüssalihin tercüme ve şerhidir. Burada konu Nevevî’nin tasnifi
doğrultusunda, “Kibirlenmenin ve Kendini Beğenmenin Haram Olduğu”
ve “Müslümanı Küçük Görme, Aşağılama Yasağı” başlıkları altında ele
alınmıştır. Rivayet şu şekilde işlenmiştir:
“Güzel Rabbimiz her güzel şeyi sevdiğini bildiriyor… Allah Teâlâ’nın,
kuluna verdiği nimetin izlerini onun üzerinde görmekten memnun kalacağını söylüyor. Giyilen güzel şeyler kibirlenmeye, gururlanmaya yol
açarsa, yine hedeften sapılmış olur. İnsan kibirlenmek, farklı olduğunu
25
26
27
Muhammed Abdürraûf Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu’l-Câmi’i’s-sağîr (Mısır: Mektebetü’t-ticâriyye, 1356), I, 235; II, 224-225, 529.
Halîl b. Ahmed b. Mecîd Sehârenpûrî, Bezlü’l-mechûd fî halli Süneni Ebî Dâvûd (Hindistan:
Merkezü’ş-Şeyh Ebu’l-Hasen en-Nedvî li’l-buhûs ve’d-dirâsât, 1427), XII, 121.
Abdurrahman b. Nâsır Sa’dî, Behcetü kulûbi’l-ebrâr ve kurretü ‘uyûni’l-ahyâr fî şerhi cevâmi’i’l-ahbâr, ed. Abdülkerim b. Resmî (Mektebetü’r-rüşd, 1422), 166.
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI BAKIMINDAN “ALLAH GÜZELDIR,
GÜZELLIĞI SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA BIÇIM VE TEZAHÜRLERI
325
hissettirmek, çalımlı çalımlı yürümek için değil, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına şükretmek için güzel giyinecektir.”28 Anlaşıldığı üzere mesele büyük
ölçüde kibir bağlamında ele alınmakta, konumuzu oluşturan mesele hakkında bir yaklaşım ise yeterli düzeyde ortaya konmamaktadır.
Bahsetmek istediğimiz ikinci çalışma ise “Hadislerle İslam” adlı eserdir. Burada ilgili hadis farklı başlıklar altında işlenmektedir. Ancak en
dikkat çekici olan ise “Güzellik ve Sanat: Allah Güzelliği Sever” rivayetinin
müstakil bir konu başlığı olarak ele alınıp incelenmesidir. Her ne kadar
rivayet diğer benzerleriyle birlikte değerlendirilse de rivayetin ihtiva ettiği anlamı bütüncül bir yaklaşımla ele alması oldukça anlamlıdır. Eserde
geçen şu pasaj konuya yaklaşım açısından fikir verici olacaktır:
“İslâm’ın, nüvelerini Medine’de atmaya başladığı medeniyetini oluştururken, sanat adına da özgün ya da İslâm’ın temel özelliklerini yansıtan bir
üretim gerçekleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada İslâm, diğer
din ve kültürleri taklit eden bir din olmamış, kendine has alternatiflerini
ortaya koymuştur. İslâm medeniyeti de Hz. Peygamber’in rehberliğinde
kendi kıblesini, kendi mâbedini, kendi ezanını, kendi mimarisini, kendi
el sanatlarını, kendi şehirleşmesini oluşturmuştur. İslâm sanatının tüm
çeşitlerine bakıldığında, daima tevhid bilinci içerisinde hareket edildiği,
şirk ve küfrü çağrıştıracak en küçük unsurlardan dahi uzak durulduğu
görülür. İslâm sanatı ve zanaatında daima ‘amel-i sâlih’ niyeti ve gayreti
öne çıkar. Sanatkâr, yaptığı her şeyi âdeta, “Allah’ı görüyormuşçasına”,
“ihsan” derecesinde bir âhiret yatırımı olarak düşünür. Eserinin, yaşadığı
müddetçe, “amel defterinin açık kalmasını sağlayacak bir sadaka-i câriye” olması arzusuyla en uygun olan tasarımı gerçekleştirmeye çabalar.
Netice itibariyle İslâm sanatı, İslâm’ın ahlâkî güzellikleriyle de tam
bir uyum içerisindedir. Tevazu, tabiîlik, sadelik, faydalılık, ferahlık, kullanışlılık, tasarruf ve ihsan ahlâkı, İslâm sanatının hemen her karesinde
en vazgeçilmez unsurlar olmuştur.”29
Buraya kadar söz konusu rivayetin ilk dönemlerden başlayarak günümüze kadar geçen süreçte anlaşılma biçimleri ifade edilmeye çalışılmıştır.
Hadisin esasında kibir konusunu ele alması genel olarak onu anlama ve
28
29
Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî en-Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn Peygamberimizden Hayat
Ölçüleri, çev. Yaşar Kandemir vd. (İstanbul: Erkam, 2015), III, 532.
Mehmet Emin Özafşar - Mehmet Görmez (ed.), Hadislerle İslâm: Hadislerin hadislerle yorumu
(Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2013), VII, 542.
326
İSLAM VE YORUM VII
anlamlandırmanın da ağırlıklı olarak bu yönden hareketle şekillendiğini
göstermektedir. Ancak kibrin karşıt bir unsuru olarak rivayetin sonunda
yer alan cemîl ve cemâl kavramlarına baktığımızda güzelliğin maddi-manevi, zâhir-bâtın olmak üzere insanı, evreni ve hayatı kuşatıcı bir şekilde değerlendirildiği görülmektedir. Bununla birlikte modern dönemlere
yaklaştıkça rivayetin estetik ve sanat açısından neye karşılık geldiği daha
spesifik bir şekilde kendini göstermektedir.
Sonuç
İslâm sanat ve estetiğine kaynaklık eden önemli bir rivayetin vârid
olma zeminini, ilk dönem başta olmak üzere, klasik ve modern dönemlerde nasıl anlaşıldığını ve yorumlandığını ortaya koyan bu çalışma, esasında
güzeli ve güzelliği anlama çabasının bir mahsulüdür. Rivayetin hem genel
hem de özel biçimleriyle anlaşılabilmesi için mümkün olduğunca farklı
düşünce geleneklerinin bakış açılarına da nüfuz edilmeye çalışılmıştır.
Rivayet ekseninde yapılan çıkarım ve yorumlar; güzelliğin iman ile
olan ilgisinin, aynı zamanda bu vasfa sahip müntesibini iyilik ve hayra
götüreceğini; madde-mânâ, sîret-sûret, zâhir-bâtın boyutlarının birbirini
tamamlayarak güzelliğe bürünmesinin, bireysel anlamda kişiliği şekillendirici bir unsur oluşturduğunu, bunun çevre ve evrenle ilişkisinin de
hayata rengini veren diğer boyutunu ortaya koyduğunu betimlemektedir.
Güzelliğin, tahdîsi nimet açısından görünür kılınmasının, ihsanı merkeze alan bir yaklaşımla ferdî tavır, hâl ve durumlar başta olmak üzere,
sosyal çevre ve evrende karşılık bulmasının Müslümanlar açısından yerine
getirilmesi beklenen bir husus olduğu; birey ve toplumun tüm davranışlarındaki güzelleşmelerinin ise bir tekâmül sürecini beraberinde getirdiği
anlaşılmaktadır.
Çalışmada incelediğimiz rivayette güzellik, kibrin karşıt bir unsuru
olarak dikkat çekmektedir. Bu ise ferdî boyutta bir tekebbür anlayışının
karşılık bulmayacağı gibi toplum nezdinde ve kültür, medeniyet düzeyinde
de bu yaklaşımın reddedilmesini içerir. Bu ve benzeri rivayetlerin mümin
zihin ve gönlünde neşet eden ufukla Müslümanlar, yaşadıkları ortamları
da, içinde bulundukları çevreleri de kendi inanç değerlerinden beslenen
bir yaklaşımla inşa, imar ve ihya etme gayretinde olmuşlardır. Bunun doğal bir sonucudur ki Müslümanlar, gerek mimaride gerekse sanatın diğer
alanlarında kibri ve tahaddiyi ortaya koyan tavırlardan uzak kalmışlar;
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI BAKIMINDAN “ALLAH GÜZELDIR,
GÜZELLIĞI SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA BIÇIM VE TEZAHÜRLERI
327
mütevazı ama estetik bir üslupla hayatı nakış nakış işlemişlerdir. Bu da
tarih boyunca İslam sanatının kibirden uzak bir güzellik ve temsil içermesini sağlamıştır. Aynı zamanda İslam sanat ve estetiğinin tezahürleri
olarak karşımızda duran mîmarî, mûsıkî, edebiyat, hüsnühat, minyatür,
giyim-kuşam vb. unsurlar, İslâm kültür ve medeniyetinde oluşmuş kurumsal yapılarıyla muhteşem eserlerin verildiği bir sahneye dönüşmüştür.
Güzel sesle okunan bir ezan, kalpleri teskîn eden mûsıkî, dinleyeni
etkileyen bir şiir ve konuşma, bakanın gözlerine hayat veren bir mimari, kaynağını Cemîl’den alan cemâlin oluşturduğu bir sanat anlayışının
yansımasından başka bir şey değildir. Yeryüzünün kıymetli halifesi olan
insanın sorumluluğu bu şuurla, başta kendi olmak üzere hayatı ve evreni
imar etmektir. Bu ise ancak Hz. Peygamber ve onun Sünnet’inden beslenen
değerlerle mümkün olacaktır.
Kaynakça
‘Ali el-Kārî, Ebü’l-Hasen Nûrüddîn ‘Alî b. Sultân Muhammed. Mirḳâtu’lMefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Meṣâbîh. 9 Cilt. Beyrut; Lübnan: Dâru’l-Fikr,
1. Basım, 1422.
Baumgarten, Alexander Gottlieb. “Estetik-Prolegomena”. çev. Berk Özcangiller. Estetik Üzerine Yazılar. ed. Gamze Keskin. İstanbul: Alfa,
1. Basım, 2019.
Cündioğlu, Dücane. Sanat ve Felsefe. İstanbul: Kapı, 1. Basım, 2012.
Çam, Nusret. İslâm’da Sanat: Sanatta İslâm. Ankara: Akçağ, 3. Basım, 1999.
Ebû Dâvûd, Süleyman. Sünen. thk. Şuayb el-Arnaût - Muhammed Kamil
Karabelli. VII Cilt. Dârü’r-risâle, 1. Basım, 1430.
Ebü’l-Abbas, Ahmed b. Ömer b. İbrâhim el-Kurtubî. el-Müfhim limâ eşkele
min telḫîṣi Kitâbi Müslim. thk. Muhyiddin Dib Mistu - vd. Dımaşk;
Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1. Basım, 1417.
Ebü’l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahmân b. Ahmed b. Abdirrahmân, İbn Receb el-Hanbelî. Şerhu hadîs̱ i ‘Ammâr b. Yâsir. thk. Ebû Mus’ab Tal’at
b. Fuâd el-Halvânî. el-Fârûku’l-Hadîse, 2. Basım, 1424.
Grabar, Oleg. İslam Sanatının Oluşumu. çev. Nuran Yavuz. İstanbul: Alfa,
1. Basım, 2018.
328
İSLAM VE YORUM VII
İbn Battâl, Ebü’l-Hasen Alî b. Halef b. Abdilmelik. Şerhu Sahîhi’l-Buhârî.
thk. Yâsir b. İbrâhîm Ebû Temîm. X Cilt. Riyad: Mektebetü’r-rüşd, 2.
Basım, 1423.
İbn Fûrek, Ebû Bekir Muhammed b. Hasan. Müşkilü’l-hadîs̲ ve beyânühü.
thk. Musa Muhammed Ali. Beyrut: Âlemü’l-kütüb, 2. Basım, 1985.
İbn ‘Abdülber en-Nemerî, Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. ‘Abdillâh b.
Muhammed. el-İstiẕkâr. thk. Sâlim Muhammed ‘Atâ, Muhammed ‘Alî
Mu’avvıd. 9 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l-’İlmiyye, 1. Basım, 1421.
İbnu’l-Esir, Ebû’s-Sa’âdât el-Mubârek b. Muhammed el-Cezerî. en-Nihâye
fî Ğarîbi’l-Hadîs̱ ve’l-Es̱er. thk. Tâhir Ahmed ez-Zâvî, Mahmûd Muhammed et-Tanâhî. 5 Cilt. Beyrut: el-Mektebetu’l-’İlmiyye, 1399/1979.
İbnü’l-’Arabî, Ebû Bekr Muhammed b. ‘Abdillâh b. Muhammed el-Meâfirî. el-Mesâlik fî Şerhi Muvatta’i Malik. 8 Cilt. Dârü’l-Garbi’l-İslâmî,
1. Basım, 1428.
Kādî İyâz, Ebü’l-Fazl İyâz b. Mûsâ b. İyâz el-Yahsubî. İkmâlü’l-Mu’lim bifevâ’id (fî şerhi Ṣahîh)i Müslim. thk. Yahyâ İsmâîl. Mısır: Dârü’l-Vefâ,
1. Basım, 1419.
Koç, Turan. İslâm Estetiği. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 10. Basım, 2021.
Kur’an-ı Kerîm. Diyanet İşleri Başkanlığı, ts.
Leaman, Olıver. İslam Estetiğine Giriş. çev. Nuh Yılmaz. İstanbul: Küre, 4.
Basım, 2019.
Münâvî, Muhammed Abdürraûf. Feyzü’l-kadîr şerhu’l-Câmi’i’s-sağîr. VI
Cilt. Mısır: Mektebetü’t-ticâriyye, 1. Basım, 1356.
Müslim, Ebü’l-Hasan İbnü’l-Haccâc el-. Sahîh-i Müslim. thk. Ahmet b. Rifat
İbn Osmân vd. VIII Cilt. Türkiye: Dârü’t-tıbâa, 1. Basım, 1334.
Nasr, Seyyid Hüseyin. İslâm Sanatı ve Maneviyatı. çev. Ahmet Demirhan.
İstanbul: İnsan, 3. Basım, 2019.
Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî en-. Riyâzü’s-sâlihîn Peygamberimizden Hayat Ölçüleri. çev. Yaşar Kandemir vd. 8 Cilt. İstanbul:
Erkam, 2015.
Nevevî, Ebû Zekeriyya Yahya en-. el-Minhâc şerhu ṣahîh-i Müslim ibni Haccâc. 9 Cilt. Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, 1392.
İSLAM SANAT VE ESTETIĞINE KAYNAKLIK ETMESI BAKIMINDAN “ALLAH GÜZELDIR,
GÜZELLIĞI SEVER” RIVAYETININ ANLAŞILMA BIÇIM VE TEZAHÜRLERI
329
Özafşar, Mehmet Emin - Mehmet Görmez (ed.). Hadislerle İslâm: Hadislerin
hadislerle yorumu. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2. Basım, 2013.
Sa’dî, Abdurrahman b. Nâsır. Behcetü ḳulûbi’l-ebrâr ve ḳurretü ‘uyûni’l-aḫyâr fî şerhi cevâmi’i’l-aḫbâr. ed. Abdülkerim b. Resmî. Mektebetü’r-rüşd, 1. Basım, 1422.
Sehârenpûrî, Halîl b. Ahmed b. Mecîd. Bezlü’l-mechûd fî halli Süneni Ebî
Dâvûd. 14 Cilt. Hindistan: Merkezü’ş-Şeyh Ebu’l-Hasen en-Nedvî li’lbuhûs ve’d-dirâsât, 1. Basım, 1427.
Yaran, Cafer Sadık. Sanat Ahlâkı. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1. Basım, 2020.
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE
BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
Hacer ÇETİN
Milli Eğitim Bakanlığı, Dr.
orcid: 0000-0002-2044-7913
hacercetin66@gmail.com
Giriş
Din, Arapça kökenli bir ifadedir. Kelime olarak, “adet, usul, gidilen
yol, huy, itaat etme gibi anlamları kast amacıyla kullanılmaktadır. Terim
olarak ise, “akıl sahibi bireyleri, kendi özgür iradesi ile iyiye ve doğruya
yönelterek her iki dünyada da mutlu ve huzurlu yaşamalarını amaçlayan
ilâhî mesajların bütünün ifadesidir.30 Din ile insan ilişkisi yaşamın başlangıcına dayanmaktadır. Din insan yaşamının itici gücünü oluşturmaktadır. Nitekim dünya yaşamı başlayan insan gördüğü, öğrendiği, tanıdığı
ve sahip olduğu her unsuru huzur ve mutluluğunu temin etme yönünde
kullanma arzusu gütmektedir. İnsanın arzuları ve ihtiyaçları yönünde
bir takım maslahatları ortaya çıkaracak hikmetin ve kanunların kaynağı
olarak din, insana yaratıcısıyla, kendisiyle, yaşadığı çevreyle olan ilişkisini düzenleme imkânı veren yola, tutulacak adetlere, edinilecek huylara
dair rehberlik yapmıştır. İnsanı can, akıl, nesil, mal ve din gibi beş temel
maslahat üzerinden koruma altına almayı amaçlamıştır. Nitekim insan bu
maslahatlara ait yararlara ihtiyaç duyan, zararlardan da korunması gereken bir varlıktır. Bu sebeple din insana bu maslahatlara ait yararları elde
etme ve zararlardan uzak durma sorumluluğu yüklemiştir. Bu özgürlük ve
sorumluluk alanı içinde yaşamaya karşın insana yaratılış gayesine uygun
bir değer, dünyevî ve uhrevî bir saadet vaadedilmiştir. Bu yönüyle insan
yaşamında din, fıtrî ihtiyaçları karşılayan bir kaynak olarak var olmuş ve
var olacak bir evrensellik kazanmıştır.
30
Dilaver Gürer, İbn Arabî’de Din ve İbadet (İstanbul: Gelenek Yayınları, 2012), 49-79.
332
1. Dinin Temel Gayeleri
İSLAM VE YORUM VII
Din insan yaşamındaki görevlerini icra edebilmede bazı gayeleri (can,
akıl, nesil, mal, din) ön plana çıkarmaktadır. Bu gayeleri hem ferdî hem de
içtimaî yaşam için zorunlu ihtiyaçlar olarak addetmektedir. Bu bağlamda
insana da gayeler yönünde bir istikamet kazandırmaya çalışmaktadır.
Nitekim bu gayelerin gerçekleşmesi halinde bireysel yaşamda anlamlı
bir hayatı tesis etme, kötü huylardan arınma ve güzel olana yönelerek
ruh sağlığını tesis etme, kimliğini bulma, hesap verme bilinci kazanma
mümkün olmaktadır. Toplumsal yaşamda ise iyiye ve güzel olana yönelme, ben duygusunu aşarak biz duygusuna sahip olma, saygı duymayı ve
paylaşmayı öğrenme, kardeşlik, birlik ve beraberlik bilinciyle hareket
etme, bu yolla huzurlu ve güvenli bir yaşamı temin etme mümkün hale
gelmektedir.31
Can, akıl, nesil, mal ve din güvenliği ontolojik ihtiyaçların karşılanması itibariyle varlığı zorunlu esaslardır. Bu sebeple bu esaslara “zarûriyyât-ı diniyye, âmentü, usûlü’d-din, usûl-i hamse” gibi isimler verilmiştir.32
Dinin gayesi insanın huzur ve mutluluğunu temindir. Nitekim kendi can,
akıl, nesil, mal ve din güvenliği olmadan mutlu olamayacağını ve kendini
güvende hissedemeyeceğini bilen bir insan diğerinin mutluluğu ve güveni
içinde aynı şeyin temin edilmesi gerektiğinin bilincinde olur. Zira ancak bu
esaslara ait haklar, özgürlükler ve sorumluluklar çerçevesinde insan onuruna yakışır dinamik bireysel ve toplumsal bir yaşam imkânı oluşacaktır.
İnsan ile din ilişkisi fıtrî bir özellik taşımaktadır. İnanma ihtiyacı doğuştan gelen bir ihtiyaçtır. Din bu ihtiyacı karşılanmaya dönük olarak bireysel bir olgunluk ortaya çıkararak düzenli, huzurlu bir toplum yaşamını
tesis etmek istemektedir.33 Birey, kendine özgü nitelik ve kimliğe sahip,
düşünce, duygu ve davranış modeli ile diğerlerinden ayrılabilen insanların
her birini ifade etmektedir.34 Toplum ise bir arada yaşayan ve aralarında
işbirliği olan, ortak çıkarlara yönelik faaliyet gösteren bireylerin oluş31
Ayhan Öz, Din Eğitimi ve Birey Oluşun İmkânı (Ankara: Eski-Yeni Yayınları, 2020), 15-83.
33
Peter B. Clarke, Din Sosyolojisi, çev. İhsan Çapcıoğlu (Ankara: İmge Kitabevi, 2012), 37.
32
34
Mahmut Çınar, “Zarûrât-ı Dîniyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi http://islamansiklopedisi.org.tr
(07.10. 2023).
Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü (Ankara: Akçağ Yayınları,
1996), 48.
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
333
turduğu bütüne denir. 35 Öncelikli olarak din bireysel yaşamda anlamı
buldurarak, içsel bir huzur ve mutluluğu temin etmeyi amaçlamaktadır.
Anlamlı bir hayat kurabilen bireye de toplumsal hayatta dürüst, güvenilir,
adil, merhametli, çalışkan olmayı emretmektedir. Nitekim birey dinden
doğru bilgiler edinir, doğru bir inanç inşa eder, doğru davranışlar ortaya
çıkarır. Bunlar ferdî sorumluluklar mesabesinde olsa da bu unsurların
toplumsal bazlı etki ve sonuçları vardır. Bu sebeple din bireye öğüt verirken, emir ve yasaklar koyarken toplumsal faydaları da gözetmektedir.36
Bu da göstermektedir ki birey toplumdan toplum bireyden ari olamaz ve
bireyi korumak toplumu korumak bireyi yaşatmak toplumu yaşatmak
demektir. Bu bağlamda dinin faaliyet alanı bireysel ve toplumsal yaşamdır.37 Bu sebeple ortaya konulan hükümlerin bireyi ve toplumu gözetmesi,
korumaya çalışması olağan bir durumdur ve gereklidir.
1.1 Canın Korunması
Can insan diriliğinin, bir hayat ve yaşam hakkına sahibi oluşunun
ifadesidir. Yaratılıştan gelen bu hak canı kutsal ve değerli hale getirmiştir.
Bu sebeple canın diriliğini temin eden ve yaşamı anlamlı hale getiren
her türlü eylem teşvik edilmiş ve mükâfatlandırılmıştır. Hiçbir canlıya ne
kendi ne de başka bir canlının yaşamına dair bir tasarrufta bulunma hakkı
verilmemiştir.38 Nitekim insanlığın korunması ve ihyası canın korunması
ve ihyasına bağlıdır. Bu gaye yönünde ki her ihmal ve istismar insanın
ve toplumsal yaşamın ihmali ve istismarı demektir. Bu esasların korunamaması demek yeryüzünde nizamın bozulmasına yol açan bir fesadı
ortaya çıkaracaktır. Kendini güvende hissetmeyen insan mutsuz olacak
ve sorumluluklarını olması gerektiği gibi icra edemeyecektir.39 Dünya
yaşanılabilir bir yer olmaktan çıkacaktır. Bu da insanın hem kendi canını
hem de diğerlerinin canını değerli görmesine engel olacaktır. Bu süreç
sebebiyle cana kast anlamı taşıyan faaliyetler hangi gerekçe ile olursa
35
36
37
38
39
Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü (Ankara:Bilim ve
Sanat Yayınları, 1999),732.
Vehbi Ünal, “İslâm’da İbadetlerin Sosyal Fonksiyonu”, Cumhuriyet Universitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 14/1 (2010), 355-370; Celil Abuzar, “ Dinin Toplumsal Yaşamı Üzerine Etkileri”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 26/26 (Aralık 2011), 143-153.
Mesut Bayer, “Neslin Korunması İlkesinin Kapsamına Dair Bir İnceleme”, Düzce Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi 4/2 (2020), 128-143.
Bakara, 2/195; Nisa, 4/29.
Emine Sarıtemur, Hanefi Fıkıh Geleneğinde Bir Kavram Olarak Canım Korunması (Sakarya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2022), 23-44.
334
İSLAM VE YORUM VII
olsun yasaklanmıştır. Buna karşın bir canı yaşatmak ve kurtarmak bütün
insanlığa yapılan büyük bir iyilik olarak addedilmiş ve dünya ahiret bağlamında mükâfat vaad edilmiştir.40 Burada insana kendi haklarının ihlali
konusunda da yasaklar getirilmiş, sahip olduğu temel hak ve değerler
konusunda kendisi ve diğerlerinden gelen tehdit, ihmal ve istismarda
bulunma yolları kapatılmıştır.41 Bu bağlamda yaşama hakkı kişinin kendi
tasarrufunun dışında meşru bir zeminde güvence altına alınmıştır. İntihar,
ötenazi, kürtaj gibi uygulamalar bu hakkın ihlali sayılmış ve tercihlerin
meşru yollar üzerinden yapılması istenmiştir. Dünyevî ve uhrevî bir takım
sonuçları üzerinden bu hükümlerin gerekliliği ve hedefleri açıklanmıştır.42
Din, yaratıcının mülkü ve emaneti olan bir değer olarak canı kutsal
saymış ve muhafaza edilmesini emretmiştir. Nitekim her insan yaratılış
itibariyle yaşama hakkına sahiptir. Din, bu hakkın muhafazası için bazı
ilkeler getirmiş ve bu ilkelerin ihlalinin cezaya mâtuf bir durum olduğu
belirtilmiştir.43 Haksız yere bir cana kıymak, intiharı veya ötenaziyi tercih
etmek, kan davası gütmek, iş güvenliğini ihlal etmek, beslenmede helal
ve haramlara dikkat etmemek canın korunmasının ihlali olarak görülmüş
ve yasaklanmıştır.44 Modern zamanların bir sorunu haline gelen şavaş,
kadın cinayetleri ve şiddet, cana zarar veren gıdaların aşırı tüketiminin
yol açtığı hastalıklar, anlam kaybı, ruhsal bunalımlar, intihar olaylarının
artması, kürtajın yaygın bir seçenek olarak görülmesi, normalleşmesi,
çevre sorunları ve bu sorunların canlılara zararı gibi güncel meselelerin
ortaya çıkışında dinin bu gaye yönünde koyduğu sınırların ihlal edilmesinin ve sorumlulukların yerine getirilmemesinin olduğunu söylemek
mümkündür. Kuşkusuz canın kutsallığı ve muhafazasının dini bir gaye
olarak bireysel ve toplumsal yaşamda bir bilinç haline getirilmesi bu sorunların çözümünde etkili olacaktır.
40
Mâide 5/32.
42
İsrâ, 17/33; Nisâ, 4/93; Furkân, 25/68-69; İbrahim Kâfi Dönmez, “Sedd-i Zerâi”, TDV İslâm
Ansiklopedisi http://islamansiklopedisi.org.tr (07.10.2023)
41
43
44
Ayhan Ak, “Kişiliğin Korunması İlkesinin İslâm Hukuku Bağlamında Analizi”, Uluslararasaı
Kişilik ve Karakter İnşâsında Dinin Yeri Sempozyumu, ed.Yavuz Ünal&Şevket Pekdemir vd.
(Ordu: İlahiyat Vakfı Yayınları, 10-12 Haziran 2016), 49-70.
Mü’min, 40/67; Mülk, 67/2; Nisâ, 4/29-93; Bakara, 2/178;
Maide, 5/32; Bakara, 2/173.
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
335
1.2. Aklın Korunması
Akıl, iyiyi doğruyu, güzeli bulmaya vesile olan idrak kuvvetidir. Yüce
Allah aklı sebebiyle insanı ilâhî mesajlara muhatap seçmiş ve akıl ürünü
olan düşünceyi değerli görmüştür. İslâm literatüründe akıl farklı işlevleri
üzerinden çeşitli şekillerde sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Yaşanan
âlemle alakalı akıl faal olarak, dünya yaşamının ötesinde ahiret hayatını
ve onun mutluluğunu önceleyen akıl Meâd olarak, dünyaya ve zevklerini
önceleyen akıl Meâş olarak, zaman zaman doğruyu bulsa da hastalıkları ve
dar görüşlülüğü sebebiyle zarara yol açan akıl Sakîm olarak, yanılmayan,
düşünce ve yaptıklarıyla istikamet üzere olan başarı elde eden akıl Selîm
akıl olarak anlaşılmış ve adlandırılmıştır. Bu akıllardan Selîm olan akıl
zarara yol açacak hiçbir şey yapmayan, dini hakikatlere ulaşmaya imkân
veren, ahlâkın gereklerini bulan, yapabilen, kendi ve başkalarına faydalar
üreten istikamet üzere yaşamayı mümkün kılan akıl olarak değerli ve
önemli görülmüştür.45 Bu yönleriyle bakıldığında insanın dünya ve ahiret
yaşamında istikamet üzere olabilmesi akıl gücü ile mümkündür. Bu etki
alanı ve önemli işlevi sebebiyle Peygamber aklın olgunluğunu imanın
olgunluğu için elzem görmüştür.46 Peygamber Muaz b. Cebeli Araplar arasına yollarken Kur’an ve hadislerde bulamadığı hususların çözümünde
akla müracaat etmesini tavsiye etmiştir. Bu tavsiye aklın, İslâm’da problem
çözme, gelişme ve ilerleme için bir rehber olarak görüldüğünü göstermektedir. Peygamber akıl gücünün birey ve toplum açısından gelişme ve
olgunlaşmayı sağladığına, Allah’ın yarattığı ilk kutsal değerlerden birisinin
akıl olduğuna, aklın kullanılmasının bir ibadet olduğuna işaret etmiştir.47
İnsan aklının her şeyden bir ders alabileceğini ifade ederek akla ve aklın
faaliyetlerinin din ve insan açısından değerli oluşuna vurgu yapmıştır.48
Kur’an’da insana verilen emanetlerden biri olarak ifade edilen
akıl, korunma önceliği olan bir değerdir. Bu sebeple aklın korunmasını
mümkün kılan bazı emir ve yasaklar konulmuştur.49 Aklın veriliş amacı
yönünde kullanılması, akıl sağlığına zarar verici her hal ve durumdan
45
Dini Terimler Sözlüğü, C.1, Türkiye Gazetesi İhlas Gazeticilik, 17-18.
47
Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, TDV İslâm Ansiklopedisi http://islamansiklopedisi.org.tr/akıl
(17.10.2023)
49
Ahzab, 33/72-73
46
48
Muammer Esen, “Kur’an’da Akıl-İman İlişkisi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
52/2 (2011), 85-96.
İbrahim Agâh Çubukçu, Mezhepler, Ahlâk ve İslâm Felsefesi ile İlgili Makaleler (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1967),116-120.
336
İSLAM VE YORUM VII
uzak kalınması, gelişimine imkân verecek şekilde eğitilmesi bu emanetin
korunması anlamını taşımaktadır. Akıl kulluğu ifa edecek, öğüt alacak,
insana yakışmayan aşağı hallerden uzaklaştıracak, çelişkileri giderecek,
bilenle bilmeyeni ayıracak, cezalandırılmaya engel olacak, temiz ve helali
tercih ettirecek, iyiyi, doğruyu, güzeli ve faydalıyı bulduracak güç olması
hasebiyle insanın hem dünya hem ahiret hayatının hem bireysel hem
de toplumsal yaşamının lokomotifidir.50 Nitekim akıl sağlığını bozan her
durum hak, özgürlük ve sorumlulukları ortadan kaldırmaktadır.
Akıl, insana ve yaşama dair birçok işlevi sebebiyle “en büyük nimet”
olarak telakki edilmiştir. Nitekim akıl, insanın yaratıcısını bilmesini, bulmasını, ona karşı kendini konumlandırmasını mümkün kılmaktadır. Yani
insanın kendisine ve yaratıcısına karşı sorumluluklarını yerine getirebilmesinde sağlıklı bir aklın varlığı zorunludur. 51 Ayrıca insanın çevresini,
nesneleri ve manaları kavraması için de akla ihtiyaç vardır. İnsan için
faydaları temin etmede zararları def etmede akıl hem etki eden hem de
etkilenen bir alettir. Umumi bir değer olarak kendisi olmaksızın zaruri
bilgilerin bilinemediği, anlaşılamadığı şeydir.52 Bütün olay ve varlığın
hakikatini bilmenin, idrak etmenin ve sorumluluğun ön şartı olan akıl,
insanın dünya ve ahiret hayatına, iç ve dış alemine huzur, güven ve düzen
sağlamanın da imkânıdır. İnsan akıl ile iyiyi kötüyü, doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı, güzel ile çirkini birbirinden ayırabilir ve seçim yapabilir.
Bu işlevleri sebebiyle Kur’an’da akla vurgu yapar ve aklın sağlığını korumayı emreder. Bu yönde alınan tedbirlerden birisi sağlıklı düşünmeyi
ve karar almayı engelleyen maddelerin kullanımının yasaklanmasıdır.53
Uyuşturucu ve alkol gibi maddeler akıl sağlığını bozması ve sağlıklı düşünebilmeyi engellemesi, sorumluluklarda ihmali ortaya çıkarması sebebiyle
haram kılınmıştır.54 Peygamber bu yasağın şu veya bu sebeplerle kalkmayacağını ve yoruma kapalı olduğunu belirtmiştir. Akıl sağlığının kaybı
halinde sinir sisteminin bozulmasıyla davranış bozuklukları, bedensel ve
ruhsal hastalıklar, bağımlılıklar, güvenlik problemleri, sorumluluk ihlalleri,
50
Bakara, 2/172-195; Nahl, 16/12; Şu’ara, 26/28; Mü’minun,37/138; Zümer,39/18; Fecr, 89/5.
52
Y. Şevki Yavuz,“Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi http//islamansiklopedisi.org.tr/akıl
(05.06.2023).
51
53
54
Süleyman Uludağ, “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi
(05.06.2023).
Maide, 5/90; Nahl, 16/67.
http//islamansiklopedisi.org.tr/akıl
Nisâ, 4/43; Mâide, 5/91; Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Haramlar ve Helaller,
İstanbul: Nesil Yayınları, 1979, 41-68.
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
337
iş kaybı, ailevi sorunlar gibi birçok problemin ortaya çıktığı bilinmektedir. Akıl sağlığının korunması yönündeki faydaların gözetilmesi bu olası
sorunların çözümünü mümkün hale getirecektir.
1.3. Neslin Korunması
Aynı soydan gelen insanların arasındaki bağın ifadesi olan nesil, İslâm dininde korunması yönünde gayelerin edinildiği önemli bir diğer
unsurdur. “Bir şeyden bir şeyin ayrılması” demek olan nesil kelimesi babasından soyutlanıp gelmesi itibariyle çocuk anlamını karşılamaktadır.
Bu kelime ile ilintili olarak “tenasülü” fiili de çocukları oldu anlamında
kullanılmaktadır.55 Ceninin anne karnında oluşumunun başlaması ile
hak-hukuk ehliyeti söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda anne babaya
nesebin edinilmesi ve korunması konusunda bazı hak ve özgürlüklerin
yanı sıra birçok sorumluluk da yüklenmiştir. Bunlardan bazıları çocuğun
eğitimi, karakter inşası, insanî, dinî, millî, tarihî ve kültürel aidiyet kazanımının sağlanmasıdır.56 Bu durum çocuğun eğitiminde sorumlu kurumun
aile olduğunu göstermektedir.
İslâm dini güzel ahlâk sahibi nesillerin yetişmesini aile kurumunun
en büyük kazanımı olarak görmektedir. Bu sebeple İslâm kültüründe çocuğun kendisine nispet edileceği erkeğin belli olduğu meşru yollar açık
tutulmuş, nesebin karışmasına veya belirsizliğine yol açan yollar kapatılmıştır. 57 Nitekim insan sosyal bir varlık olması itibariyle aile kurumundan ari kalabilecek bir varlık değildir. Kur’an kıssalarına bakıldığında da
toplumlarının geleceğe iyilik üzere taşınması arzusuyla peygamberlerin
hayırlı özelliklerde bir nesil istedikleri ve yetiştirmeye çalıştıkları görülmektedir.58 Bu da ideal toplumların inşa edilebilmesi ve varlığının devamı
için nesillere ve bu nesillerin iyi bir şekilde yetiştirilmesine olan ihtiyaca
işaret etmektedir.59 Zira nesiller sadece toplumlar açısından değil özelde
55
56
57
58
59
Rağıp el-Isfahanî, Müfredât, çev. Abdülbaki Güneş-Mehmet Yolcu, İstanbul:Çıra Yayınları,2010, 1052-1053.
M. Zeki Aydın, “Müslüman Ailede Çocuk ve Çocuk Eğitiminde Sorumluluklar” Çocuk ve
Medeniyet Dergisi 6/12 (2021), 47-78.
İsrâ, 17/34; Mümtahine, 60/12; Mâide, 5/32-99
İbrâhîm, 14/35-41.
İbrahim, 14/40; Âl-i İmrân, 3/38; Enbiya, 21/89; Bakara, 2/128; Sâffât, 37/100; A’râf,
7/189.
338
İSLAM VE YORUM VII
insan türünün de devamı imkânıdır. İslâm dini insan türünün devamını
meşru yollarda gerçekleşmesini değerli görür. 60
İslâm dini nesli korumada aile kurumuna önem vermiş ve aile kurmayı teşvik etmiştir. Zira aile birliği olmadan yetişen bir nesil kişilik inşa
etmekte yetersiz kalacaktır ve aidiyet bağı kuramadığı toplumunu geliştirip ileriye taşımada gerekli iştiyaka sahip olamayacaktır. Bu sebeple din,
evliliği hak, özgürlük ve sorumluluk zemininde konumlandırmakta ve
teşvik etmektedir.61 Bu teşvikin yanı sıra İslâm dini nikâh şartı, boşanmanın zorlaştırılması, zinanın haram kılınması, çocuğun doğumuna müdahalenin (kürtaj) yasaklanması, evlenme yasakları gibi konular üzerinden
nesli korumaya dönük tedbirler almaktadır. Aileyi korumak adına gayri
meşru bütün yolları kapatmıştır.62 Çünkü aile kurumunun zarar görmesi
neslin devamının ihmal ve istismarını ortaya çıkaran vahim sonuçlar doğurur. Bu da insan türünün varlığını tehdit eder ve toplumların devamı
açısından da yok oluşu başlatır. Birey aile ortamında sevgiyi, doğruyu, iyi
ve güzel olana dair değerleri öğrenir ve güven içinde hayata hazırlanır.
Ailede aldıklarıyla toplumun bir bileşeni haline gelen birey toplumda da
değer, güven ve sağlıklı bir hayatın hem garantisi hem de rehberi olur. 63
Modern zamana gelindiğinde ailenin insan yaşamı için bu sayılan
işlevlerini yapamadığı bir kuruma dönüşmeye başlamasının sonucu olarak görülebilecek nesillerin değer kaybı yaşaması, millî, tarihî ve kültürel
kimlikten kopuş ve yabancılaşma, lgbt, kuşak çatışmaları, homoseksüellik,
insan klonlama, taşıyıcı annelik, suni tohumlama, mahremiyetin ihlali
gibi fıtri ve tabiî temayüllere aykırı pek çok problemle karşılaşılmıştır.
Mevcut soru ve sorunların çözümü için her zaman ve zeminde aile kurumunun işlevsel olması ve güçlü kalması sağlanmalıdır. Ancak bu koşul
ile günümüzün en önemli sorunlarından olan aidiyetsizlik, kopuş ve ret,
gayrimeşru tercihlerin yol açtığı sorunları inanç ve hukuktan doğan haklar
çerçevesinde çözme imkânı ortaya çıkmış olacaktır.
60
M.Akif Aydın, “Aile”, TDV İslâm Ansiklopedisi http://islamansiklopedisi.org.tr/aile (30.01.2023)
63
Rûm, 30/21.
61
62
Nur, 24/32; En’âm, 6/151.
Karaman, Günlük Hayatımızda Haramlar ve Helaller, s.80
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
339
1.4. Malın Korunması
Mal, taşınır ve taşınmaz varlıkların bütününün ifadesidir. İslâm dini
temel ihtiyaçların giderilme imkânı olması sebebiyle helal yollardan varlık
ve mülk edinmeyi değerli görmüştür. Şahsî mülkiyet edinmeyi teşvik eden
din, elde edilen mülkü koruyucu bazı tedbirler de almıştır. Bu tedbirler
çerçevesinde din, başkasına ait olan mülkü izinsiz kendi mülküne katmak
olan hırsızlığı, başkasına ait olan mülkün kaba kuvvet ve şiddet yolu ile
zorla alınması olan gaspı, para yatırmak suretiyle oynanan sonucu belli
olmayan bir oyun formu olan kumarı, herhangi bir alın teri olmaksızın
paranın kullanımı sonucunda ortaya çıkan bir kazanç türü olan faizi, mal,
para veya mevki karşılığında kişinin hak etmediği bir menfaat sağlamak
için verdiği ücret olan rüşveti, nimetlerin ihtiyaç fazlası ve boş yere kullanılması ile yaşanan kaybın ifadesi olan israfı, fiyatlarla oynayarak pahalılığa yol açmak, fiyatı artınca satmak üzere piyasadan malı çekmek olan
stokçuluğu, eksik ölçme veya tartmayı ifade eden hileyi, kredi vermek
suretiyle kişiyi daimi bir borç yüküne sokmayı yasaklamış ve günah saymıştır. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” ( Necm, 39) “
Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin”. (Bakara, 188)
“Ey iman edenler Allah’tan sakının, inanmışsanız faizden arta kalmış
hesaptan vazgeçin… Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Borçlu
darda ise eli genişleyinceye kadar beklenilmelidir.”64
Mülkiyet dinin helal yollardan edinme hak ve özgürlüğü verdiği zaruretlerden biridir. Bu sebeple din şahsî mülkiyetin hangi koşullarda değerli
ve anlamlı olacağını belirten esaslardan bahseder.65 Ferdî bir özgürlük
alanı olan mülk edinmek için çalışmayı ibadet olarak teşvik eder. Çalışma,
meslek icra etme, temel ihtiyaçları karşılayacak iaşeyi kazanma, mülkiyet
edinme, paylaşma, yardımlaşma ve infak, zekât, bireysel ve toplumsal
yaşamda güçlü bir iktisadî yaşam kurmayı mümkün kılmak içindir. 66
Kur’an’a göre yeryüzü ve oradaki her nimet Allah tarafından insanların faydasına sunulmak için var edilmiştir. Nitekim İslâm kültüründe
eşyanın, mülkiyetin gerçek sahibi Allah’tır ve mülk insanlara verilen birer
64
Bakara, 2/278-280.
66
Haşr, 59/7.
65
Ali Dölek, “Kur’ân’a ve Hadîslere Göre Helâl Kazancın İlkeleri”, Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi (Haziran 2020), 9/151-184.
340
İSLAM VE YORUM VII
emanettir. Bu emanette diğerlerinin de hakları vardır. Bu sebepledir ki
mülkiyet sahiplerine sosyal bir takım ödevler yüklenmiştir. Zekât, sadaka,
sadaka-i cariye, fitre, kurban gibi ibadetlerle mülkiyetin toplumsal fayda
yönünde kullanımı teşvik edilmiştir.67 Bununla birlikte emekle orantısız
kazanılan mülkiyet değerli görülmemiştir.68 Emekle kazanılan mülkiyetin
ise miras kanalıyla devamlılığı amaçlanmıştır. Mülkiyet insan yaşamı için
zaruriyet mesabesinde bir esastır ve elde edilirken fayda- zarar- haközgürlük dengesi gözetilmelidir. Kısa ve emeksiz yoldan mülk edinme,
helal ve haram sınırlarını ihlal etme, israf, faiz, orantısız borçlandırma,
hile, stokçuluk, yeraltı ve üstü kaynakları elde etmeye dönük savaşlar,
ekonomik krizler, tüketim çılgınlığı, israf ve gösteriş merakı gibi ekonomik
hayatı olumsuz etkileyen her durum malın korunması ilke ve esaslarına
uygun bir şekilde çözülmelidir.
1.5 Dinin Korunması
En yaygın anlamı itibariyle “adet, durum, ceza, mükâfat, itaat” anlamına gelen din, yaratıcı ile yaratılanlar arasındaki ilişkiyi belirleyen olmasının yanında yaratılanlar arasındaki ilişkiselliğinde ölçütlerini belirler
ve içerir. İnancın tezahürü olan namaz, zekât, sadaka, hac gibi ibadetlerin
bireyselliği ve toplumsallığı gerektirmesi, bir yaratıcı için yapılırken sonuçlarının yaratılan varlıklara bakan yönler içermesi bu çerçeveye işaret
etmektedir. Örneğin namaz ibadetinin temizliği gerektirmesi, bu ibadetin
şartlarını yerine getirirken akan su kenarında bile olsa israftan kaçınılmasının istenmesi, zaman ve mekân şartları, iradî ve ruhî gereklilikleri,
kurallarına uygun yapılması, elde edilecek faydaların ve def edilen zararların ( her türlü kötülük ve hayasızlıktan alıkoyması ve Allah’ın anılması
en büyük ibadettir) varlığı bu duruma bir örnek teşkil etmektedir.69
İnsan yapı itibariyle maddi ve manevi yönleri olan bir varlıktır. İnsan
gelişimi bu iki yönlü ihtiyaçların karşılanmasının ifadesidir. Din insanın
manevi ihtiyaçlarını karşılama imkânıdır.70 Birey istediği dine inanma,
ibadetlerini icra etme, dinini öğrenme ve öğretme hak ve özgürlüğünü
67
68
69
70
Hasan Hacak, “Mülkiyet”, TDV İslâm Ansiklopedisi https://islamansiklopedisi.org.tr/mülkiyet (05.06.2023).
Âl-i İmrân, 3/189, En’âm, 6/12; Tâhâ, 20/6; Zuhruf, 43/85; Nisâ, 4/32.
Ankebût, 29/45; Âl-i İmrân, 3/73; Tevbe, 9/11.
Cafer Sadık Yaran, “İnsanın Egzistansiyel İhtiyaçları ve Dinin Perenniyal Cevapları”, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 12/12-13 (Nisan 2001), 79-96.
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
341
doğuştan getirir. Bu özgürlük esası gereği hem dini emirlerde hem de
hukuki zeminde doğal bir hak olarak güvence altına alınmıştır.71 İnsanın
manevi ihtiyaçlarını karşılayacak bir dinin, hakikatini koruyabilmiş akla
uygun ve kalbe itminan verecek niteliklere sahip olması gerekir. Bu sebepledir ki dinin mekân ve zamana bağlı olmaksızın varlığını, geçerliliğini,
işlevselliğini koruyabilmesinde bazı esaslar gereklidir. Bu yönüyle din
de korunması gereken kutsal bir değer olarak önemlidir. Bu gerekliliğin
ve önemin ilk örneklerini Peygamberin Yahudiler ile yaptığı antlaşmada
görmek mümkündür.72 Burada Peygamber hiçbir dine müdahale etmeye
kapı açacak bir hak alanı oluşturulmadığı gibi kendi dinini de koruma
altına almıştır.73
Dinin korunmasına yönelik yapılması gereken ilk aşama ibadetlerde
hassasiyet gösterme ve ibadetlere gereken önemi vermedir. Zira ibadetler
dini tercihin ve inancın varlığının kanıtıdır. İbadetlerin özen ve önemle
yapılamadığı durumda dinin bireysel ve toplumsal yaşamında varlığı ve
etkinliği söz konusu değildir.74 İbadetlerin kazanımı olmaksızın dinden
istifade etmek manevi ihtiyaçları gidermek mümkün görünmemektedir.
Özgür irade ile tercih edilen bir dinin temel taşları olan ibadetlerin
icra edilmesi dinin hakikatini korumaya dönük gayreti de ortaya çıkaracaktır. Dinin korunması için hakikatini bozan anlayışların neler olduğu da
belirlenmiştir. Hurafe ve batıl inançlar olarak bilinen ruh çağırma, sihir,
büyü, fal ve falcılık, mum yakmak ve bez bağlamak suretiyle nesnelerden
medet ummak, dine aykırı gelenek ve görenekler yasaklanmıştır.75 Bu
bağlamda dinin temel kaynaklarına (Kur’an-Sünnet) aykırı faaliyetlerin
ifadesi olan bid’atlar (Peygamberden sonra ortaya çıkan dinin özüne aykırı
anlayış ve yorumlar) ve tahrifler de ( dini metinleri hakikatinden uzak
değerlendirmek) yasaklanmıştır. Buna karşın dinin doğru kaynaklardan
öğrenilmesi emredilmiştir. Bu emirler dinin aslının korunmasına dönük
bir bilinç taşıma gerekliliğini ortaya koymaktadır. 76
71
Karaman, Günlük Hyatımızda Haram ve Helaller, 147-150.
73
Faruk Ermemiş, “Kur’an-ı Kerim’in Düşünce ve İnanç Özgürlüğüne Yönelik Emirleri ve Hz.
Muhammed’in Uygulamaları”, Düzce İlahiyat Fakültesi Dergisi 2/1 (2018), 20-35.
72
74
75
76
Mustafa Özkan, “Medine Vesikası”, TDV İslâm Ansiklopedisi, http://islamansiklopedisi.org.
tr/medinevesikası (24.09.2023).
Vehbi Karakaş, Nasıl Bir Din Eğitimi, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2015, 18-34.
Karaman, Günlük Hayatımızda Haramlar ve Helaller, 113-125.
Yusuf Ziya Yörükân, İslâm Esasları (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2006), 115-126.
342
İSLAM VE YORUM VII
Din ferdî ve içtimaî bir nizam kaynağı olarak fıtrî ihtiyaçları karşılayan bir kurumdur. Bu fıtrî gereklilik insan ve dinin ontolojik olarak ilişkiselliğine işaret etmektedir. 77 Nitekim dinin gerçekliliği ile insanın hakikati
arasında yakın bir bağ vardır. Bu bağ ve ilişki gerçekliğinden koparıldığında gerek insan gerekse din bozulmaya başlamaktadır. Bozulduğunda
insan korkunç bir varlığa dönüşürken, din batıl söz ve düşüncelerden
ibaret bir felsefeye dönüşerek aslını, işlevini kaybetmektedir. Din insanı
hakikatine ve değerine uygun bir çizgide tutan bir kurumdur. İnsan ise
dinin özünü koruma sorumluluğu yüklenen bir varlıktır. Bu iki kavramın
doğru anlaşılması ve aralarındaki ilişkinin doğru kurulması gereklidir.
Zira insanın dinle ilişkisi ve bağı varlığın başlangıcına dayandığı gibi bitişi de varlığın sonuna dayanacaktır. Dinin korunması insanın değerinin
anlaşılması, kulluk vasfının kazanılması, dinin anlaşılması ve yaşanması
çizgisinde mümkündür. İnsan için zararları def etme ve faydaları elde
etme esastır.78 Geçmişten bu güne ferdî ve içtimaî hayatta birçok krizin
oluşumunun engellenmesinde ve çözümünde inanç yani din önemli bir
kaynak olmuştur. Bu gün yaşanan manevi ihtiyaçların giderilememesinin
sonucu olarak ortaya çıkan inanç sorunlarının çözümünde dinin korunması yönündeki gayeleri geçerli kılmak etkili olacaktır. Bu gün gelinen
noktada bireysel ve toplumsal hayatta ibadetlerin terki, batıl inançların
normalleşmesi, dinin yerini din algılarının ve yorumlarının alması, haz
ve tüketimi salık veren felsefeler, maddeci yaşam kültürü ve anlam kaybı
gibi dini sorunlar gözlemlenmektedir. İnancın yokluğu veya yanlışlığı
bireysel ve toplumsal bazlı problemlerin daha fazla görünür olmasına
sebep olmaktadır. Kuşkusuz din de insan için kutsal olan bir alandır ve
kutsallığını koruyucu bir takım hükümler mevcuttur. Dinin doğru kaynaklardan öğrenilmesi, din eğitiminin alınması, dini sorumlulukların yerine
getirilmesi, dinî hüküm ve esasların öncelenmesi, tahrif faaliyetlerinden
ve bid’atlardan kaçınılması, hurafe ve batıl inançlar ile ilgili bir bilincin
oluşturulması dinin hakikatinin korunması için gerekli ve önemlidir. Din
ve dinin hükümleri insanın saadet ve selâmeti için konulmuştur. Din ilâhî
bir müessesedir ve bu özelliğini koruduğu sürece geçerli ve değerlidir.
Bu sebeple insanların müdahalesine kapatılmış ve tamamlanmış, kemâle
erdirilmiştir. Dinin ve ilâhî kitapların orijinalliğini koruması esastır.
77
78
Rûm, 30/30.
Ömer Faruk Habergetiren, “İslâm Hukukunda Gözetilmesi Zorunlu Maslahatlar Çerçevesinde
İnsan Onuru”, Türkiye İlahiyat Araştırmaları Dergisi 3/1 2019, 150-169.
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
343
Sonuç
İslâm’da insan haklarının ifadesi olarak da anlaşılan dinin korunma zorunluluğu getirdiği esaslar insanın yaratılış amacı ve özellikleriyle uyumludur. Aynı zamanda bu esaslar insanın değere layık bir varlık
olarak kabul görülmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu haklar
her ferdin insan olması hasebiyle diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, sosyal statü ve rollerine bakılmaksızın sahip olunan can güvenliğinin, akıl
sağlığının, mal edinme ve nesli devam ettirme arzusunun, inanç edinme
ve yaşama tercihinin ifadesi olarak anlaşılmıştır. Aynı zamanda bu alan
ferdî ve içtimaî hayatta teorik ve pratik yönlerle ortaya çıkan bir özgürlük ve sorumluluk alanıdır. Bu bağlamda insanın ihtiyaçlarını gidermeye
dönük emir ve yasaklar zaruriyetleri, ihtiyaçlarını giderirken de iyiliği,
salahı, ortaya çıkaracak uygunlukta tercihler yapmakta maslahatları belirlemiştir. Helal, haram ve hikmetleri içeren zaruret ve maslahat alanları
bireysel hayatta kolaylığı, toplumsal yaşamda da beka ve düzeni temin
eden unsurlar olarak büyük bir öneme haizdir. Her çağda ve zamanda
bu zaruretler ve maslahatlar insanın saadeti ve selâmetini sağlamada
belirleyici unsurlardır. O halde insanın saadet ve selâmetini kaybettiği
her durumun bu esaslara bakan yönleri vardır.
Ferdî ve içtimaî hayat söz konusu olduğunda bu esasların ilki canın
korunmasıdır. Her durum ve koşulda hayatta kalmaya yönelik mücadele
vermek farz hükmünde emredilmiş ve can emniyetini ihlale yönelik her
faaliyet günah sayılmıştır. İnsana hem kendi canını koruma hem de hayattaki canlıların güvenliğini sağlama sorumluluğu yüklemiştir. İkinci esas
aklın korunmasıdır. Nitekim insan aklın olgunluğuyla kendi olgunluğunu
ve mutluluğunu elde edebilir. İnsanın akıl gücü ve olgunluğu sorumluluklarının ön şartıdır. Akıl gücünü zayıflatan ve olgunluğunu temin etmeye
engel her durum ( vesvese, hayal, hurafe, batıl inanç ve her türlü malayani
şey) yasaklanmıştır. Ancak bu yasakların gözetilmesiyle akıl gerçek düşünce, doğru inanç ve doğru davranış kaynağı haline gelebilir ve bu da aklın
olgunluğu demektir. Üçüncü esas neslin korunmasıdır. Aile kurmak, çocuk
sahibi olmak, talim ve terbiye hem birey hem de toplum için üst düzey
hedeflerle ilgili alanları oluşturur. Aidiyet kazanma, varlığını geleceğe
taşıma, gelişme ve ilerleme ontolojik olarak insan yaşamındaki üst düzey
hedeflerin ifadesidir. İnsan kurduğu aile ile ruhî ve bedeni ihtiyaçlarını
giderir ve güçlerini mahremiyet zemininde kontrol eder. Burada maslahatı
344
İSLAM VE YORUM VII
ortaya çıkaracak şekilde kadın ve erkeğin bir bütünü oluşturacak bir birliktelik içinde var olması ve sorumluluk alması esastır. Maddi ve manevi
ihtiyaçların karşılanabildiği bir aile nesli korumanın en bilindik ve biricik
yoludur. Dördüncü esas malın korunmasıdır. İnsanın yeme, içme, korunma, barınma gibi maddi ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını her zaman ve
zeminde karşılayabilmesinin yolu çalışarak kazanma ve istediği zamanda
ve şekilde tasarrufta bulunabileceği mülkiyeti edinmektir. Ancak bu şekilde bireysel ve toplumsal zeminde refah seviyesi artar ve insan onuruna
yakışır bir şekilde maddi ihtiyaçları gidermek mümkün olur. Mülkiyete
ve tasarruf hakkına zarar verecek her türlü eylem yasaktır. Mülkiyet üzerinden maslahat oluşturacak eylemler (vakfetmek, vasiyet, zekât, sadaka
vb.) meşru görülmüş ve tavsiye edilmiştir. Son olarak korunması gereken
esas dindir. Dinde helal ve haramlar bellidir. Dinde olmayan bir şeyin
dinden gösterilmesi, dinî olan bir şeyin inkârı günahtır. Bu durum hakikat
olan şeylerde şüpheyi doğurur. Nitekim dinî alan insanların müdahalesine
kapatılmış ve korunması yönünde maslahatlar oluşturulmuştur. Dinini
şüpheli şeylerden uzak durarak, doğru kaynaklardan öğrenerek ve yaşayarak korumak, maslahat elde etmek, zararlardan korunmak mümkündür.
Bu bağlamda ibadetleri ihlas ve samimiyetle yapmak, din eğitimi almak,
helal ve haramları gözetmek emredilmiş, dinde zorlama, taassup, bid’at,
hurafe, batıl inanç ve uygulamalar yasaklanmıştır.
İslâm’da amaçsız, anlamsız hüküm konulmamış ve her hükümde
insan hakları ve yararı gözetilmiştir. Bu da mükelleflerin eylemlerinde
bilinçli, anlamlı ve amaçlı tercihlerde bulunmalarını gerektirmiştir. Zira
bu koşullarda birey tercihleri ile itminan bulabilir ve gönül huzuru elde
edebilir. Ferdî yaşamda itminan ve huzur bulan insan toplumsal yaşamda
da düzeni ve adaleti tesis etmeye dönük arzu taşır ve gayret gösterir. Bu
gayrete sahip bireylerde haklara riayet ederek, özgürlükleri ihlal etmeden
ve sorumluluklarını yerine getirdikleri bir yaşam örneği ortaya koyabilir.
Din kutsal saydığı ve koruma altına aldığı esaslar üzerinden böyle bir
bireyi inşa etmeye çalışmaktadır. Sonuç itibariyle dinin gayeleri;
- Temel hak, özgürlük ve sorumlulukların ifadesidir.
- Bireysel ve toplumsal yaşamı güvence altına alır.
- Anlam, amaç ve ahlâk üzere yaşama gayreti doğurur.
- Neyin niçin yapılması veya yapılmaması gerektiğine dair hikmete dayalı ortak bir bilinç oluşturur.
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
345
- İnsanın değerine uygun bir yaşam oluşturmanın imkânıdır.
- Bireysel ve toplumsal yaşamda sorunların ortaya çıkışına engel olan ve problemlerin çözümüne katkı sunan unsurlardır.
- İnsanın maddi ve manevi birçok ihtiyacının karşılanmasını
mümkün kılan unsurlardır.
- Birey ve toplum için faydalı, anlamlı ve zaruri olanları elde
etmeyi, zararlı olanlardan korunmayı sağlayan unsurlardır. Bu işlevleri sebebiyle din gayeleri yönünde bir bireysel ve toplumsal yaşamı
değerli görmektedir.
Kaynakça
Abuzar, Celil. “Dinin Toplumsal Yaşamı Üzerine Etkileri”. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 26/26 (Aralık 2011), 143-153.
Ak, Ayhan. “Kişiliğin Korunması İlkesinin İslâm Hukuku Bağlamında Analizi”. Uluslararasaı Kişilik ve Karakter İnşâsında Dinin Yeri Sempozyumu, edit Yavuz Ünal & Şevket Pekdemir vd., Ordu: İlahiyat Vakfı
Yayınları, 10-12 Haziran 2016, 49-70.
Aydın, M. Akif. “Aile”, TDV İslâm Ansiklopedisi. http://islamansiklopedisi.
org.tr/aile. (30.01.2023).
Aydın, M. Zeki. “Aile”, TDV İslâm Ansiklopedisi. http://islamansiklopedisi.
org.tr/aile. (30.01.2023).
Aydın, M. Zeki. “Müslüman Ailede Çocuk ve Çocuk Eğitiminde Sorumluluklar”. Çocuk ve Medeniyet Dergisi 6(12), 2021.
Bayer, Mesut. “Neslin Korunması İlkesinin Kapsamına Dair Bir İnceleme”.
Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 4/2 2020, 128-143.
Bolay, Süleyman Hayri. Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü. Ankara:
Akçağ Yayınları, 6.Baskı, 1996.
Bolay, Süleyman Hayri. “Akıl”, TDV İslâm Ansiklopedisi http://islamansiklopedisi.org.tr/akıl (17.10.2023)
Clarke, Peter B. Din Sosyolojisi. çev. İhsan Çapcıoğlu. Ankara: İmge Kitabevi, 2012.
Çınar, Mahmut. “Zarûrât-ı Dîniyye”. TDV İslâm Ansiklopedisi. http://islamansiklopedisi.org.tr. (07.10.2023).
346
İSLAM VE YORUM VII
Çubukçu, İbrahim Agâh. Mezhepler Ahlâk ve İslâm Felsefesi ile İlgili Makaleler. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1967.
Dini Terimler Sözlüğü, C.1, Türkiye Gazetesi İhlas Gazeticilik, 17-18.
Dölek, Ali. “Kur’ân’a ve Hadîslere Göre Helâl Kazancın İlkeleri”. Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi (Haziran 2020) 9/151-184.
Dönmez, İbrahim Kâfi.“Sedd-i Zerâi”, TDV İslâm Ansiklopedisi. http://
islamansiklopedisi.org.tr (07.10.2023)
Ermemiş, Faruk. “Kur’an-ı Kerim’in Düşünce ve İnanç Özgürlüğüne Yönelik Emirleri ve Hz. Muhammed’in Uygulamaları”. Düzce İlahiyat
Fakültesi Dergisi 2/1 (2018), 20-35.
Esen, Muammer. “Kur’an’da Akıl-İman İlişkisi”. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 52/2 (2011), 85-96.
El-Isfahanî, Rağıp. Müfredât, çev. Abdülbaki Güneş-Mehmet Yolcu. İstanbul:Çıra Yayınları, 2010.
Gürer, Dilaver. İbn Arabî’de Din ve İbadet . İstanbul: Gelenek Yayınları,
2012.
Habergetiren, Ömer Faruk. “İslâm Hukukunda Gözetilmesi Zorunlu Maslahatlar Çerçevesinde İnsan Omuru”. Türkiye İlahiyat Araştırmaları
Dergisi 3/1 2019, 150-169.
Hacak, Hasan. “Mülkiyet”, TDV İslâm Ansiklopedisi. https://islamansiklopedisi.org.tr/mülkiyet (05.06.2023).
Karakaş, Vehbi. Nasıl Bir Din Eğitimi. İstanbul: Rağbet Yayınları, 2015.
Karaman, Hayrettin. Günlük Hayatımızda Haramlar ve Helaller. İstanbul:
İrfan Matbaası, 1979.
Marshall, Gordon. Sosyoloji Sözlüğü. çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü.
Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1999.
Öz, Ayhan. Din Eğitimi ve Birey Oluşun İmkânı. Ankara: Eski-Yeni Yayınları,
2.Baskı, 2020.
Özkan,Mustafa.“MedineVesikası”,TDVİslâmAnsiklopedisi.http://islamansiklopedisi.org.tr/medinevesikası (24.09.2023)
DININ TEMEL GAYELERI ÇERÇEVESINDE BIREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAM
347
Sarıtemur, Emine. Hanefi Fıkıh Geleneğinde Bir Kavram Olarak Canım
Korunması. Sakarya: Sakarya Üniveritesi, İlahiyat Fakültesi, Yüksek
Lisans Tezi, 2022.
Uludağ, Süleyman. “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi. http//islamansiklopedisi.org.tr/akıl (05.06.2023).
Ünal, Vehbi. “İslâm’da İbadetlerin Sosyal Fonksiyonu”. Cumhuriyet Universitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 14/1 (2010), 355-370.
Yaran, Cafer Sadık. “İnsanın Egzistansiyel İhtiyaçları ve Dinin Perenniyal Cevapları”. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
12/12-13 (Nisan 2001), 79-96.
Yavuz, Y. Şevki.“Akıl”,TDV İslam Ansiklopedisi. http//islamansiklopedisi.
org.tr/akıl (05.06.2023).
Yörükân, Yusuf Ziya. İslâm Esasları. İstanbul: Ötüken Yayınları, 2006.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
Mahmut DÜNDAR
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Doç. Dr.
https://orcid.org/0000-0003-1856-6494
mahmutdundar@yyu.edu.tr
Giriş
Yüce Allah üstün kıldığı insanın hayatını önemsemiş, dünyada ve ahirette huzurlu olmasını istemiştir. Adeta bunun reçetesi olarak din denilen
ilahi kanununu göndermiştir. Sözkonusu kanunun kitabı olan Kur’an-ı
Kerim’in genel bir ifadeyle “oku” emriyle başlaması, insan yaşamının tüm
yönleriyle ilgili her bir faaliyetin gerektirdiği bilgiye ve bilince dayandırılmasının gereğini belirtmektedir. Bu tür bilgiler de madde ve manadan
ibaret olan insanın her iki yönünü ilgilendiren, hayatına olumlu katkı
sunan başta akli ve nakli ilimler olmak üzere tüm ilimlerdir. Bunlara ulaşmanın sağlıklı yolu ise yapılacak doğru bir eğitim ve öğretim faaliyetidir.
Eğitimcinin sağlıklı bir eğitim ve öğretim faaliyetini yürütebilmesi
için ilk etapta “Ey İman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin başkalarına
söylüyorsun, yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında çirkin bir
davranıştır.”1 ayetlerinde belirtilenlerin gereğine uyması ve dolayısıyla söylediklerinin önce kendi yaşantısında uygulaması gerekir. Bunun
yanında hedef kitlesini bireysel farklılıkları ve özellikleri ile tanıması ,
“alanda yeterlilik, pedagojik formasyon, genel kültür, huy-mizaç, kişilik ve
karakter” gibi birçok olumlu özelliklere sahip olması gerekir. Dolayısıyla
Hz. Peygamberin örnek eğitimciliğinde İslam’a göre ayet ve hadislerde
belirtildiği üzere her Müslümanın farziyet derecesinde mutlaka manada
bilnce ve bilgiye sahip olmasının gereği istenirken Hz. Peygamberin modelliğinde bilginin gerektirdiği davranışları göstermenin zaruriyeti de
istenmektedir. Böylece çalışmamızın özelinde İslam’a göre insan için dinin
gerekliliğinin, dinin insan hayatına ve dolayısıyla ilme ve bilime verdiği
değerinin ele alınması çalışmamızın önemini belirtmektedir.
1
Saff 61/2-3.
350
İSLAM VE YORUM VII
Bu çalışmamızda literatür taraması sonucu doküman analizi ile veriler elde edilmektedir. Edinilen verilerin analiz ve sentezlenmesi yapılmaktadır. Bunun sonucunda insana, insan hayatına, huzur ve mutluluğuna
önem veren İslam dininden kısaca söz edilmektedir. Sonrasında ise İslam
dininin insan hayatına verdiği öneme, bu önemin odağında bulunan bilincin ve bilimin yer almasının gereğine, bunun da ancak sağlıklı bir eğitimle
gerçekleşeşebileceğine değinilmektedir.
1. İslam Dini
Genel anlamda dinin birçok tanımı yapılmaktadır. Bu tanımlardan
hareketle özet olarak din şu şekilde tanımlanabilmektedir: “Din insanüstü
bir varlığa inanarak ve bağlanarak, ona göre ilişkileri, davranış biçimleri
şekillendiren inanç sistemidir”2.
Konumuz gereği İslam dini de ile ilgili birçok tanım yapılırken bu
tanımları özetleyen iki tanım ise şöyledir:
1-İslam dini: Akıl sahiplerini peygamberlerin bildirdiği şeyi kabule
çağıran ilahi kanundur3 .
2-İslam dini: Akıl sahibi insanları kendi irade ve istekleriyle onlar
için hayırlı olan şeylere yönlendiren ilahî bir kanundur 4.
Böylece İnsanı birtakım değerlerle donatan din, bireye sağlam karakter oluştururken aynı inanca bağlı saygılı fertlerden oluşan ve manevi
kardeşlik birlikteliğini sağlayan toplumları da oluşturabilmektedir 5.
Temelde insanlar tarafından uydurulan, vahiy ve ilhama dayanmayan
bir din, hiçbir zaman insanlığın hidayet ve saadetini sağlayamaz. Zira kökü
ulvi kaynağa dayanmayan din, ruhların derinliğine nüfuz edemediğinden
kalplere de asla hâkim olamaz. Ancak başta İslam dini olmak üzere manevi
ve yüksek değer taşıyan din, ilahi vahye dayandığında ahlak ve fazileti
oluşturmaktadır. Ahenk içerisinde sağlayacağı bir düzenle insanları mesut
edebilmektedir. Olumlu ahlakı telkin eden İslam dini, iyiyi emir ve kötüyü
yasak ettiği için fazileti bir vazife olarak ileri sürmektedir. Aynı zamanda
ilahi ilim, gizli ve aşikâr olan her şeye taalluk ettiği bilgisini taşıdığından
2
Abbas Çelik, Din Eğitimimize Tarihsel Yaklaşım (Erzurum: EKEV Yayınları, 2001), 2-3.
5
Çelik, Din Eğitimimize Tarihsel Yaklaşım, 3.
3
4
Seyyid Şerif Cürcanî, Kitabu’t-Tarifat (İstanbul: Şirke-i Sahhafiye-i Orhaniye, 1308), 72.
Ahmet Hamdi Akseki, İslâm Dîni İtikat, İbâdet ve Ahlâk (Ankara: Güzel Sanatlar Matbaası
A.Ş., 1969), 7.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
351
insanda kuvvetli bir irade ve düzen oluşturmaktadır 6. Dolayısıyla tahrifata uğramadan Hz. Muhammed aracılığıyla gönderilen, hak ve hakikati
bildiren dinin İslam dini olduğunu “Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır.”7
ayetinde belirtilmektedir. Böylece İslam dininin ilkeleri, insanın hizmetine
sunmak için yarattığı muhteşem dengenin ve insanın koruması üzerine
kurulduğu söylenebilmektedir 8.
2. İslam Dininin İnsan Hayatına Verdiği Önem
İslam dini, insanı önemsemiştir. Bu durum “Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün kıldık, karada suda taşıdık, tertemiz şeylerle rızıklandırdık
ve yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.”9 ayetinde belirtilmektedir.
Dolayısıyla Kur’an ayetlerinin amaç, anlam ve uygulanışlarından İslam
dininin insana dünya ve ahiret saadetinin temini gibi amaçları olduğu
anlaşılmaktadır 10.
Söz konusu amacı gerçekleştirmek için gerekli olan İslami eğitim,
insanı zihinsel faaliyetlerinin yanında Allah ile olan ilişkisini, diğer bütün
varlıklarla olan münasebetlerini ele almaktadır 11. İlahi bir disiplin ve
rehberlikle ne yapacağını ve nasıl yaşayacağını bilen huzurlu bir insan
modelini oluşturmaktadır. İnsana dünyaya ve ahirete bakışıyla yaşayış
biçiminde farklı bir kişilik kazandırmaktadır12. Böylece insan her konuda
aklını, irade ve isteklerini kullanmak suretiyle hayır olan şeyleri yaparak
dini ve dünyevi vazifelerini hakkıyla yerine getirmek suretiyle dünya ve
ahiret saadetine ulaşabilmektedir13.
Allah’ın dünya ve ahiret saadetini istediği insanoğlunun yapması ve
yapmaması gereken görevleri yerine getirmesiyle ve buna bağlı elde edecekleri kazanımlarla, aksi takdirde maruz kalacakları olumsuzluklarla
ilgili örnek bazı ayetler aşağıda belirtilmektedir:
6
Akseki, İslâm Dîni İtikat, İbâdet ve Ahlâk, 7-9.
9
İsrâ 17/70.
7
8
10
11
12
13
Kur’an-ı Kerim.
Huriye Martı, İslâm Nedir? (İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2019), 14.
Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi (Ankara: Yeni Çizgi Yayınları, 1995), 22.
Mahmut Dündar, “Erken Dönem İslamî Eğitim”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
VII/32 (2014), 290.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili (İstanbul: Azim Yayınları., 1992),
1/92.
M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münâsebetleri (İstanbul: İFAV
Yayınları, 1994), 15-18.
352
İSLAM VE YORUM VII
a-İnsanoğlunun yapması ve yapmaması gerekenlerle ilgili ayetler;
“Müminler ancak Allah ve Resulüne iman eden, bunda şüphe duymayan, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte
içleri ve dışları bir olanlar bunlardır.”14. Buradan şüphe götürmeyecek
derecede sağlam ve hakiki imana sahip, içleri ve dışları bir olan kâmil
mümin olabilmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan mallarıyla ve canlarıyla Allah adına cihadda bulunmak gerektiği anlaşılmaktadır.
“Allah’ın ismi yanlarında anıldığında kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artar ve onlar bütün işlerinde yalnız
Allah’a tevekkül ederler; namazlarını özenle kılarlar, kendilerine verdiğimiz nimetlerden bir kısmını Allah yolunda harcarlar.”15. Bu ayetlerde
mümin olanın Allah’ın adının anılmasıyla aşka gelip kalbının titremesi,
bütün işlerinde Allah’a tevekkül etmesi, kulluk vazifesini yerine getirmek
üzere namazlarını özenle kılması, verilen nimetlerin şükrünü eda etmek
üzere bu nimetlerden bir kısmını Allah yolunda harcaması gerektiği belirtilmektedir.
“Allah yerde ve gökte söylenen bütün sözleri bilir.”16 ayetinde her
şeyin sahibi ve malikinin Allah olduğunun ve hiçbir şeyin O’nun bilgisinin dışında olmadığının bilgisine ve inancına sahip olmasının gereği
zikredilmektedir.
“Allah ile birlikte başka ilahi çağırmazlar.”17 ayetinde Allah’tan başka
güce inanıp O’na ortak koşmayarak yegâne güç ve kudret sahibinin Allah
olduğuna inanmanın gereği dile getirilmektedir.
“İman eden erkek ve kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdır; iyiliği
emrederler, kötülükten sakındırırlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah
ve Resulüne itaat ederler. Bunlar Allah’ın rahmet edeceği insanlardır.”18.
Bu ayette neslin ve toplumun devamını sağlayan kadın ve erkeklerin her
konuda birbirlerine yardımcı olmaları gerektiği gibi ahlaki anlamda da
iyiliği emretmeleri, kötülükten sakındırmaları ve ibadet olarak namazı
14
Hucurât 49/15.
15
Enfâl 8/2-3.
18
Tevbe 9/71.
16
17
Enbiyâ 21/4.
Furkân 25/68.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
353
kılmaları, zekâtı vermeleri ve bu hususları yerine getirirken Hz. Peygambere itaat etmeleri, onu örnek almaları gerektiği belirtilmektedir.
“Onlar gaibe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, onlara verilen nimeti
Allah rızasına uygun harcarlar”19 ayetinde imanın gereğine değinildiği
gibi hakkıyla ibadetin yerine getirilmesinin ve riyadan uzak sadece Allah
rızası için verilen nimetlerden ihsanda bulunmasının gereğine değinilmektedir.
“Bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcama yaparlar, öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah böyle iyilik sahiplerini
sever.”20. Bu ayette Yüce Allah’ın kullarından her hâlükârda yardımsever
olmalarının, öfkelerini kontrol etmelerinin, insanların kusurlarını affetmelerinin, böylece her konuda iyilik sahibi olmalarının ve dolayısıyla Allah
sevgisi kazanmalarının gereği zikredilmektedir.
“Kullarıma söyle sözün en güzelini söylesinler, yoksa şeytan aralarına
girer. Şüphesiz şeytan insanların apaçık düşmanıdır”21 ayetinde Allah’ın
kullarından kendileri gibi düşünmeyenlere karşı bile terbiye ve nezaket
kurallarından taviz vermeden barışçıl, nazik ve ağır başlı davranmalarının
gereği belirtilmektedir.
“Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar, öfkelendiklerinde bile bağışlarlar, rablerinin davetine icabet ederler, namazı özenle
kılarlar, işlerini aralarında istişareyle yaparlar, kendilerine haksız saldırı
yapıldığında elbirliğiyle kendilerini savunurlar.”22. Burada mümin olabilmek için büyük günahlardan ve haksızlıklardan kaçınmak, öfkelendiğinde bile bağışlama erdemliğini gösterebilmek, Allah ve Resulünün
bildirdiklerine içtenlikle bağlı kalmak, kulluk görevlerinin gereği namaz
ibadetini özenle kılmak, meselelerin çözümünde istişare yolunu seçmek,
sahip oldukları nimetleri severek başkalarıyla paylaşmak, haksız saldırılara karşı ortak tavır almak gerektiği dile getirilmektedir.
“Onlar kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı
hatırlayıp günahlardan hemen tövbe ederler, işledikleri kötülüklerde ısrar
19
Bakara 2/3.
22
Şûrâ 42/37-39.
20
21
Âl-i İmrân 3/134.
İsrâ 17/53.
354
İSLAM VE YORUM VII
etmezler.”23. Buradan çirkin işler yapıp kendilerine zulmedenlerin başka
bağışlayanın olmadığını bilip bir an önce Allah’tan bağışlanma talebinde
bulunmaları ve pişmanlık duyarak bile bile yaptıklarında ısrar etmemeleri
gerektiği anlaşılmaktadır.
“Sana ve senden önceki peygamberlere indirilenlere ve ahiret gününe kesin inanırlar.”24 ayetinde müminlerin dünya ve ahiret saadeti
için daha önceki peygamberler gibi Hz. Muhammed’e indirilen ve din
denilen ilahi kanuna ve ahiret gününe şüphesiz inanmalarının gereğine
değinilmektedir.
“Onlar boş ve yersiz şeylerden uzak dururlar, iffetlerini korurlar,
emanete hıyanet etmezler ve verdikleri sözde dururlar.”25 ayetlerinde
müminlerin gereksizliklerden uzak durma, nesli ve ahlak koruyucu olan
iffetlerini koruma, topluma güven sağlayıcı olan emanete hıyanet etmeme
ve verilen sözü yerine getirme gibi özellikleri taşımalarının gereğinden
söz edilmektedir.
“Onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler, kendilerini bilmez cahiller
onlara laf attıklarında “selam” deyip geçerler. Gecelerini Rablarına secde
ederek ve kıyamda durarak geçirirler. Onlar orta yolu tutarak harcamalarında israf ve cimrilik etmezler. Allah’la birlikte başka ilahları çağırıp
O’na ortak koşmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar.
Zina etmezler. Bunları yaptıklarında cezaya çarptırılacaklarını bilirler.
Yalan yere şahitlik etmezler. Boş bir söz ve davranışa rastladıklarında yüz
çevirip vakar içinde oradan geçip giderler. Onlar: gözlerini aydınlatacak,
gönüllerini sevindirecek eşler ve zürriyetler verme ile takva sahiplerine önder kılma hususunda duada bulunurlar”26. Bu ayetlerde mümin
kulların sahip olmaları gereken şu özelliklere değinilmektedir: Gurur ve
kibir içerisinde değil belki de sükûnet, yumuşaklık ve tevazu ile yaşam
alanlarında davranırlar, cahillerin sözlü sataşmalarla sergiledikleri alaycı
ve küçümseyici tavırlara selamla ve esenlikle karşılık verirler. Toplumsal
yaşamın daha çok sergilendiği zaman dilimi olan gündüzleri bu yaşamın
en ideal örnekliğini sergiledikleri gibi geceleri de Allah’la baş başa kalıp
secde ederek O’na ibadete devam ederler. Verilen nimetlerin kıymetini
23
Âl-i İmrân 3/135.
26
Furkan 25/ 63-64,67-68,72,74.
24
25
Bakara 2/4.
Mü’minûn 23/3,5,8.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
355
bildiklerinden yaptıkları harcamalarda ne saçıp savurur ve ne de cimrilik
yaparlar, ikisinin arasında ölçülü orta yolu seçerler. Her şeyin mutlak
sahibinin yalnız Allah olduğunu bilip sadece O’ndan istekte bulunurlar.
Allah’ın kıymet biçtiği ve değer verdiği canı haksız yere hiçe sayıp yok
etmedikleri gibi nesli koruma adına yasakladığı zina çirkinliğinde de bulunmazlar. Aksi takdirde hak edecekleri cezaya çaptırılacaklarını bilirler. İnsanların düzenine zarar veren ve haksızlığa temel oluşturan yalan
şahitlik yapmazlar, karşılaştıkları gereksiz-olumsuz söz ve davranışları
görmemezlikten gelerek ağırbaşlı davranırlar. Toplumsal yaşam içerisinde mutlu edici temel unsurlardan olan salih eş ve çocuk sahibi olma
ile takva sahibi olmanın yanında takvalığa yol gösterici ve rehber olmak
için duada bulunurlar.
“İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm Allah’ındır. Rabbim
olan Allah’a tevekkül eder, yönelirim”27 ayetinde ihtilaflı konuların tamamında mutlak manada Kur’an ve peygamber vasıtasıyla Allah’ın insanlar
için gönderdiklerine bakıp ona göre karar vermenin ve Allah’a tevekkül
etmenin gereği belirtilmektedir.
“Yaptığınız her hayır işi Allah bilir. Azığın en hayırlısı olan takvayı
azık edinin. Ey akıl sahipleri bana karşı gelmekten sakının.”28 ayetinde
Allah’ın emir ve yasaklarına uymanın, Allah’ın mükâfatlandıracağı hayır
işlerde bulunmanın ve Allah’a isyanda bulunmamanın gereğine vurgu
yapılmaktadır.
b-İnsanoğlunun yapması gerekenleri yaptıklarında edindikleri
kazanımlarla ilgili ayetler:
“Allah sağlam söze iman edenleri dünya ve ahiret hayatlarında sağlam
tutar, Allah zalimleri de şaşırtır ve Allah dilediğini yapar.”29. Bu ayette şu
hususlara değinilmektedir: Yüce Allah, sağlam söz olan kelime-i tevhide
inananların kalbine öyle sarsılmaz bir imanı yerleştirir ki dünya ve ahiret
hayatlarında iman üzerine sabit kalırlar. Bu imanın verdiği şuurla fitne,
fesat ve kötülüklerden korunarak dünyada dengeli ve mutlu bir hayatı
sürebildikleri gibi ahirette de kurtuluşa erip huzurlu olurlar. Buna karşılık
27
28
29
Şûrâ 42/10.
Bakara 2/197.
İbrahim 14/27.
356
İSLAM VE YORUM VII
zalimler inkârcılıktaki ısrarları sebebiyle Allah tarafından kendi hallerine
bırakıldıklarından doğru yolu bulamamaktadırlar.
“Allah İman edip salih amel işleyenlere bağışlanmayı ve büyük bir
mükâfat vermeyi vaat etmiştir.”30 ayetinde Yüce Allah’ın iman edip dünya
ve ahiret hayati için hayır işler yapanlara hem bağışlanmayı ve hem de
büyük mükâfatla ödüllendirmeyi vaad ettiği belirtilmektedir.
“Size verilen her şey dünya hayatının geçici zevklerinden ibarettir.
Allah katında olanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır. Bunlar iman eden ve
rablerine dayanıp güvenenler içindir.”31 ayetinde Allah tarafından bahşedilen ve hoşlanılan dünya nimetlerinin geçici olduğunu, ancak asıl olanın
Allah tarafından ahirette verilecek kalıcı nimetler olduğu, bunun için Allah’a imanın ve dayanıp güvenmenin gerektiği belirtilmektedir.
“İman edip dürüst ve faydalı işler yapanlar, kendilerini nimetlerle
dolu cennetlerde bulacaklardır. Allah yolunda hicret edip öldürülenleri
ise Allah onları pek güzel nimetle ödüllendirecektir”32 ayetlerinde Allah’a
inanırken inancına yaraşır iyi işler yapanların nimetlerle dolu cennete
konulacakları ve hasseten Allah yolunda hicret edip bu uğurda canlarını
feda edenler için özel mükâfatlar olacağı belirtilmektedir.
“Sen sabret sabır göstermen de Allah’ın ihsanıyla olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma; Şüphesiz Allah
takvalı olup iyilik yapanlarla beraberdir.”33 ayetlerinde düşmanların verdikleri maddi ve manevi zararlardan dolayı eziyet çeken Müslümanların
Allah’ın kendilerine verdiklerine ve tüm varlıklara karşı sorumluluğu
belirten ihsan ile sabrı göstermeleri ve Allah’a karşı sorumluluğu ifade
eden takvayla hareket etmeleri neticesinde Allah’ın korumasına girmeyi
hak edecekleri belirtilmektedir.
“Şüphe yok ki güzel işler kötülükleri giderir. İşte bu iyi düşünenlere
bir öğüttür.”34 ayetinde kötülüklerin ortadan kalkmasında yapılan iyiliklerin etkili olduğuna şüphe olmadığı durumu iyi düşünüp öğüt almak
isteyenler için bir öğüt olduğu zikredilmektedir.
30
Mâide 5/9.
31
Şûrâ 42/36.
34
Hûd 11/114.
32
33
Hac 22/56,58.
Nahl 16/127-128.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
357
“Dünya nimetlerini isteyenlere dünya nimetlerini ve ahiret nimetlerini isteyenlere ahiret nimetlerini veririz ve şükredenleri mükâfatlandırırız.”35 ayetinde Allah’ın verdiği kuvvet ve kudretin yaratılış gayesine
uygun olarak Allah’a itaatte kullananların, ömrünü bu dünyanın geçici
zevk ve çıkarları yerine ahiretin sonsuz nimetlerine kavuşmada harcayanların şükredenler olduğu ve bu durumda olanların Allah nezdinde
dünyada ve ahirette takdir edilecekleri belirtilmektedir. Aksi takdirde
sadece kendilerine verilen dünya nimetleriyle sınırlı kalacakları ifade
edilmektedir.
“Dünya menfaatini isteyenler bilsinler ki Allah katında hem dünya
hem de ahiret mükâfatı vardır. Allah her şeyi işiten ve görendir.”36 ayetinde sadece dünya menfaatlerini amaç edinip ahiret hayatının nimet ve
mutluluğunu terk etmenin olumsuz bir durum olduğu, oysaki Allah’ın
insanın her iki dünyası için istediklerine uygun iradede bulunulduğunda
ilim ve kontrol sahibi Allah tarafından her iki dünyanın mükâfatına ve
huzuruna kavuşulacağı belirtilmektedir.
“Onlar ki iman etmiş ve takvaya ermişlerdir, işte onlar için dünya ve
ahiret hayatında müjdeler vardır. Allah’ın vaatlerinde değişiklik yoktur.
İşte bu en büyük kurtuluş ve mutluluktur.”37 ayetinde iman edip takvaya
erenler için kesin olan Allah’ın vaadinin gereği hem dünyada ve hem de
ahirette müjdelerin olduğu ki bununla büyük bir kazanıma sahip kılındıkları ortaya konulmaktadır.
“İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey olamaz.”38 ayetinde şükran
duyguları içerisinde daima Allah’ı anarak iyi davranışlarda bulunan kimselerin bu davranışları Allah tarafından karşılıksız bırakılmayarak dünya
ve ahiret nimetleriyle müjdelendirileceklerine işaret edilmektedir.
“Müminlere yardım etmek üzerimize bir haktır.”39 ayetinde Yüce
Allah’ın, hakiki anlamda iman edenlere yardım etmenin kendi nezdinde
bir hak olarak gördüğü ve bu anlamda kendilerine müjde verdiği dile
getirilmektedir.
35
Âl-i İmrân 3/145.
38
Rahmân 55/60.
36
Nisâ 4/134.
39
Rûm 30/47.
37
Yunus 10/63-64.
358
İSLAM VE YORUM VII
“Sabredenlerin mükâfatları sayısız ödenir.”40 ayetinde gerek Allah’a
itaat etmekte ve gerekse birtakım sıkıntılara karşı koymakta sabredenlere
Allah’ın sayısız mükâfatlarının olduğu belirtilmektedir.
c-İnsanoğlunun yapması ve yapmaması gerekenlerine uymadıklarında maruz kalacakları olumsuzluklarla ilgili ayetler;
“Zalimlere meyletmeyin, sonra ateşle azaba uğrarsınız, Allah’tan
başka dostunuz olamadığından yardım da görmezsiniz.”41 ayetinde gerek dini anlamda Allah’ın ve gerekse ahlaki anlamda başkasının hakkını
çiğnemede zalimlere meyil bile etmemek gerektiği, aksi takdirde Allah’ın
yardımı kaybedildiğinde yardım edenin bulunamayacağından ateşle azaba
maruz kalınacağı belirtilmektedir.
“Kim beni anmaktan, indirdiğim kitaptan yüz çevirirse, onun için
sıkıntılı bir yaşam vardır ve kıyamet günü onu kör olarak haşredeceğiz.”42
ayetinde Allah’ı inkâr ederek, O’nun gösterdiği yolu beğenmeyerek ve
öğütlerine kulak asmayarak Allah’ı anmaktan yüz çevirenler dünyada
ve ahirette sıkıntı yaşayacakları, kıyamet gününe de kör olarak haşre
çağrılacakları belirtilmektedir.
“Hz. Peygamberin buyruğuna aykırı davrananlar, başlarına bir belânın
gelmesinden veya elem verici bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”43 ayetinde Hz. Peygamberin dini emri, çağrısı ve talebi Allah adına olduğundan
ona uymayıp aykırı hareket edenlerin hem dünyada maruz kalacakları bir
belanın gelmesinden ve hem de ahirette duçar olacakları şiddetli azaptan
korkmaları gerektiği belirtilmektedir.
“Kıyamet günü Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin yeri cehennem değil midir?”44
ayetinde inkârcıların korku ve kederden yüzleri simsiyah kesileceği ve
böbürlenerek büyüklük taslayanlar için kalacak yerin tabi ki cehennem
olduğu belirtilmektedir.
40
Zümer 39/10.
43
Nûr 24/63.
41
42
44
Hûd 11/113.
Tâ-Hâ 20/124.
Zümer 39/60.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
359
“Şüphesiz Allah ve Resulünü incitenlere, Allah dünyada ve ahirette
lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.”45 ayetinde Allah’ın
dinine hıyanet ederek ve Hz. Peygamberin öğütlerini gereksiz görerek
Allah ve Resulünü incitenler Allah tarafından hem dünyada ve hem de
ahirette lanetlenmiş oldukları, aynı zamanda ahirette alçaltıcı bir azaba
maruz kalacakları belirtilmektedir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle yapıp işlediğiniz günahlarınızdan dolayıdır. Bununla beraber Allah çoğunu affeder.”46
ayetinde gerek dünyada ve gerekse ahirette karşılaşılan sıkıntıların insanların iradeleriyle sebep olmalarından kaynaklandığı, bu sıkıntıların da bir
kısım hatanın karşılığı olduğu ve Yüce Allah’ın birçok hatayı merhameti
gereği affedip karşılıksız bıraktığı belirtilmektedir. Nitekim evrendeki
fiziksel ve sosyal yasalar görmezden gelerek gerekli önlemler alınmadığından dünyada sıkıntılar yaşandığı bilindiği gibi Allah’a isyan teşkil eden
davranışlarda bulunulduğunda da dünyada ve ahirette sıkıntılar yaşanacağı da daha önceden değinildiği üzere temel kaynaklardan bilinmektedir.
“Kim Allah’ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayacak bir
şeytanı ona musallat ederiz.”47 ayetinde kötüye çeken güce teslim olunduğunda ve ilahi mesajlar görmezlikten gelerek bu mesajlara kulak tıkandığında artık arkadaş olarak kendisine düşmanlık edecek şeytan tahsis
edileceği belirtilmektedir. Zira insanın iç dünyasında daima çelişkili iki güç
ve eğilim vardır. Bunlardan biri insan fıtratına yüklenmiş, din duygusuna
ve ezeli sözleşmeden ibaret olan Allah’ın rızasına uygun eğilimdir. Diğeri
ise buna muhalif ve kötüye çekecek olan eğilimdir. İradenin tercihine göre
olumlu veya olumsuz tutum ve davranışlar ortaya çıkmaktadır 48. Dolayısıyla insanoğlu cüzi iradesini birinci eğilime göre değil ikinci eğilime
teslim olacak şekilde kullandığında ayette belirtildiği üzere bu durumda
sadece kendisine kötülük edecek şeytanla baş başa kalmaktadır.
“Muhakkak zalimler birbirlerinin dostudur, Allah da takva sahiplerinin dostudur.”49 ayetinde dine uygun yaşayanların dostu ve koruyucusu
Allah olduğu, ancak hak yolundan sapan zalimler aralarında dostluk ve
45
Ahzâb 33/57.
48
Mustafa Çağrıcı, Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2016), 16-17.
46
Şûrâ 42/30..
49
Câsiye 45/19.
47
Zuhruf 43/36.
360
İSLAM VE YORUM VII
dayanışma birlikleri kursalar bile bu durum onları Allah’ın azabından
kurtaramayacağından onlara fayda veremeyeceği belirtilmektedir.
3. İslam Dininin İnsan Hayatının Önemine Dair İlme ve
Bilime Verdiği Değer
İnsanın her iki cihanda mutlu ve huzurlu bir yaşamı edinebilmesi
kendisini tanımasıyla, yanı yaratılan fıtratın yapısını, düzenini ve yaratılış amacını bilmekle olabilmektedir. Bu da neyin doğru ve neyin yanlış
olduğunu anlamasını, buna göre yapması ve yapmaması gerekenleri bilmesini gerektirmektedir. Bireyin kendisini gerçek anlamda tanıması için
gereken bilgileri edinmesi ise bir sanat eseri olarak sanatkârı olan Rabbini
iyi tanımasıyla mümkün olabilmektedir. Böylece insan mutlak manada
rabbinin emirlerinde hayır ve yasaklarında şer olduğunu bilip kendisi için
hayır olan emirleri yerine getirirken şer olan yasaklardan sakınmaktadır.
Bu manada “Kendini bilen rabbini de bilir.” 50 Hz. Peygamberin hadisi ile
“Kendi nefsini bilmeyen kimse ancak İbrahim’in dininden yüz çevirir.”51
ayeti bulunmaktadır. İslam’la insan olmayı anlamlı kılan ve vahiyle insanı
muhatap alan Yüce Allah, genel bir emir olan “oku”52 ayetiyle insanın ilim
sahibi olmasının gereğini belirtmektedir. İlim sahibi olmanın üstünlüğünü
de daha önceden ifade edildiği üzere şu ayeti kerimelerde vurgulanmaktadır: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?Bunu ancak akıl sahipleri
düşünüp anlar.”, “Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorunuz.”. Bunun yanında
“Rabbim benim ilmimi artır”53 ayetiyle de Allah CC., Hz. Peygamberin ilmin önemine inanmasını ve niyazında bulunmasını istemektedir. Bunun
gereğini yerine getiren Hz. Muhammed aynı zamanda ümmetine ilgili
şu önerilerde bulunmuştur: “Ya bilen, ya öğrenen, ya dinleyen veya ilmi
seven ol. Bunların ötesinde beşincisi olursan mahvolursun.”54.
4. İslam’a Göre Bilimin İnsan Hayatında Anlam
Kazanmasında Eğitimin Önemi
İslam’ın ilme yaptığı vurgusu yukarıda belirtildiği üzere teorik olarak
Kur’an ve hadiste yer alırken yapılan ilmi faaliyetlerle pratikte de varlık
50
İsmâil b. Muhammed Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ (Beyrut, 1352), 2/262.
53
Tâ-Hâ 20/114..
51
52
54
Bakara 2 /130.
Alak 96/1.
Yusuf en-Nebhani, el-Fethu’l-Kebir fi Dammi’z-Ziyâde İle’l-Cami’s-Sağir (Byrut: Darü’l-Kütübi’l-Arabi, 1952), 1/204.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
361
göstermiştir. Dolayısıyla İslam’da ilim ve amelin birlikte yer almanın gereği istenmiştir. Zira İslam pratik işlerliği olmayan, salt entelektüel ve zihni
faaliyetleri değil; uygulamayı da içeren boyutuyla insanın insanla ve diğer
bütün varlıklarla olan münasebetine hitap eden bir eğitim ve öğretim
faaliyetini istemektedir 55. Nitekim daha önceden belirtildiği üzere “Ey
İman Edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin başkalarına söylüyorsun, yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında çirkin bir davranıştır.” ayetleri
söz konusu uygulamanın zorunluluğunu ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin
önemini belirtmektedir. Aynı zamanda Kur’an’da verilen “oku” emrinin
vurgusu da madde ve manadan ibaret olan insanın bu yönlerinin tamamının anlamasına ve gereğinin yerine getirilmesine yöneliktir ki bu da
ancak sağlıklı bir din eğitim ve öğretim faaliyetleriyle olabilmektedir. Bu
eğitim ise vahiyle Hz. Âdem ile başlayan ve Hz. Muhammed ile de son
bulan ilahi eğitime dayanmaktadır 56.
Diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed de Kur’an’la aldığı ilahi
eğitimin gereğini kendi yaşantısında tamamen gösterdiğinden “yürüyen
Kur’an” olarak nitelendirilmiştir. Böylece İslami eğitim ve öğretim Hz.
Peygamberin ve eğitiminden geçen sahabenin yaşamında bütün yönleriyle
canlanıp hayat bulmuştur 57.
Kur’an ve sünnetin ilime, amele ve dolayısıyla eğitim ve öğretime yaptıkları vurgularının gereğini algılayan sahabe eğitim-öğretim faaliyetlerine
gereken hassasiyeti göstermiştir. Ensar ile Muhacir’in vahiy mesajlarını
almak ve öğrenmek için nöbetleşe Hz. Peygamberin yanına gitmeleri bunun açık bir göstergesidir. 58. Yine sahabenin Kur’an’dan öğrendikleri
mesajlarının gereğini yaşamlarında uygulamadan yeni ayetlerin öğrenmesine yeltenmemeleri de sahabenin hayatında ilim ve amelin birlikte
varlık bulduğunu göstermektedir 59. Dolayısıyla İslami eğitimle ilahi bir
disiplin ve rehberlik alan insanoğlu ne yapacağını ve nasıl yaşayacağını
bilen huzurlu bir birey olabilmekte ve yaşayış biçiminde olumlu bir kişilik
kazanabilmektedir. Ruha azap veren ve kalbi karartan günahlardan arı55
Mahmut Dündar, İlk Dönem İslami Eğitim-Öğretim Faaliyetleri (İstanbul: Işrak Yayınları,
2011), 11.
56
Mehmet Emin Ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım? (İstanbul: Timaş Yayınları, 2013), 13.
58
Dündar, İlk Dönem İslami Eğitim-Öğretim Faaliyetleri, 9.
57
59
Ali b. Ebibekir el-Heysemi, Mevârid’uz-Zam’ân İla Zevaidi İbn Habban, ed. Şayip el-Erneuut Muhammed Rıdvan el-Arkasusi (Beyrut: Muessesetu’r-Risale, 1993), 1/601.
Dündar, İlk Dönem İslami Eğitim-Öğretim Faaliyetleri, 11-12.
362
İSLAM VE YORUM VII
nırken inancını dava etmekle davasını ayakta tutmakta, kazandığı tahkiki
imanla kâmil manada Allah’a dost olabilmekte, dini ve dünyevi vazifelerini
yerine getirebilmektedir 60.
Sonuç
İslam dini yeryüzünde yaratılanın en hayırlısı diye nitelendirdiği insanı önceleyerek merkeze alan bir dindir. İlke ve esaslarını ilahi vahiyden,
Kur’an’dan, öğreticisi ve uygulayıcısı olan Hz. Muhammed’den almaktadır.
Kur’an ve hadisi şeriflerde belirtildiği üzere İslam dini insanın dünyevi ve
uhrevi yaşamının düzen ve huzurunu önemseyerek ele almaktadır, ilgili
prensipler ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Yüce Allah önemsediği sanat
eseri ve mahlûku olan insan için nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğunu
bildiğinden özellikle “el-emru bilma‘rûf ve’n-nehyu ‘ani’lmünker”, yani
yapılmasını istediklerinin yapılmasının ve yapılmasını istemediklerinin
yapılmamasının prensibini ortaya koymaktadır. Buna uygun bir yaşam
biçimi benimsendiğinde edinilen kazanımlar belirttiği gibi aksi takdirde
maruz kalınacak sıkıntıları da belirtmektedir. Dolayısıyla alınan sağlıklı
bir dini eğitimle nelerin yapılmasına ve nelerin de yapılmamasına dair
edinilen bilgilerle nasıl yaşayacağını bilen mutlu ve huzurlu insan modeli
ortaya çıkabilmektedir. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de ve hadisi şeriflerde
ilim, bilgi ve amelin vurgusu yapılmaktadır. Zira gösterilen davranışlar
belirtilen çerçevede bilinçli olması gerektiği gibi öğretilen bilgiler de davranışa dönüşmesi gerekir. Haliyle yukarıda belirtilen prensip hayatın tüm
alanlarını kapsadığından insanoğlu inen ilk ayetle genel bir ifadeyle “oku”
emrine muhatap olmaktadır. Daha sonra bu ayeti destekleyici diğer ayet
ve hadisler varid olmaktadır. Bu arada ilme sahip olabilmek için yapılan
uğraşlar takdir edilirken ilme sahip olanlar ile olmayanlar karşılaştırılmakta ve ilme sahip olanların lehine vurgular yapılmaktadır.
Kaynakça
Aclûnî, İsmâil b. Muhammed. Keşfu’l-Hafâ. Beyrut, 3.Baskı., 1352.
Akseki, Ahmet Hamdi. İslâm Dîni İtikat, İbâdet ve Ahlâk. Ankara: Güzel
Sanatlar Matbaası A.Ş., 20. Baskı., 1969.
60
Mahmut Dündar, Sosyal Sorunlara Alternatif Yaklaşımlar İslamî Eğitim Modeli (Van: Lorya
Yayınları, 2020), 29.
İSLAM’A GÖRE DIN, HAYAT VE BILIM
363
Ay, Mehmet Emin. Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım? İstanbul: Timaş
Yayınları, 31.Baskı., 2013.
Bayraktar, M. Faruk. İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münâsebetleri.
İstanbul: İFAV Yayınları, 4. Basım., 1994.
Bilgin, Beyza. Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi. Ankara: Yeni Çizgi Yayınları,
1995.
Cürcanî, Seyyid Şerif. Kitabu’t-Tarifat. İstanbul: Şirke-i Sahhafiye-i Orhaniye, 1308.
Çağrıcı, Mustafa. Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat,
9. Baskı., 2016.
Çelik, Abbas. Din Eğitimimize Tarihsel Yaklaşım. Erzurum: EKEV Yayınları,
2001.
Dündar, Mahmut. “Erken Dönem İslamî Eğitim”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi VII/32 (2014), 289-299.
Dündar, Mahmut. İlk Dönem İslami Eğitim-Öğretim Faaliyetleri. İstanbul:
Işrak Yayınları, 2011.
Dündar, Mahmut. Sosyal Sorunlara Alternatif Yaklaşımlar İslamî Eğitim
Modeli. Van: Lorya Yayınları, 2020.
Heysemi, Ali b. Ebibekir el-. Mevârid’uz-Zam’ân İla Zevaidi İbn Habban.
ed. Şayip el-Erneuut - Muhammed Rıdvan el-Arkasusi. Beyrut: Muessesetu’r-Risale, 1993.
İbn Enes, Mâlik. el-Muvatta. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.
Martı, Huriye. İslâm Nedir?. İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
2.Baskı., 2019.
Nebhani, Yusuf en-. el-Fethu’l-Kebir fi Dammi’z-Ziyâde İle’l-Cami’s-Sağir.
Byrut: Darü’l-Kütübi’l-Arabi, 1952.
Suyuti, Celaluddin Abdurrahman es-. el-Lâli’l-Mesnu‘a fi Ahdi’l-Mevdu‘a.
Beyrut: Daru’l-Ma ‘rife, 1983.
Taberani, Ebu’l-Kasım Süleyman b. Ahmed. el-Mu‘cemu’l-Kebir. ed. Hamdi
Abdulmacit es-Silfi. Beyrut: Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî., 1985.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul: Azim
Yayınları., 1992.
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE
INSAN ILIŞKISI
Nuran ÇETİN
Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Doç. Dr.
https://orcid.org/0000-0001-5763-9815
nuran.cetin@beun.edu.tr
Giriş
Din hayat ve insan meselesine dâir değerlendirmeler, yaşanan değişimler etrafında yapılırsa sağlıklı bir kanaat oluşturmak mümkündür. Bu
anlamda günümüz dünyasında küresel ölçekte ilmî, ictimâî, siyâsî, iktisâdî,
kültürel pek çok sahada köklü ve hızlı değişim süreci yaşandığı bilinen
bir gerçektir. Genel olarak geçmişle bugün kıyaslandığında değişim her
alanda olduğu gibi, doğrudan ya da dolaylı yollardan dinî konuların yorumunda, insanın düşünce biçiminde, değer anlayışında ve her şeyden öte
hayatın kendisinde artarak etkisini sürdürmektedir. Hayatın her alanını
hem maddî hem de mânevî yönden etkileyen değişim, maddî unsurlarda
gözle görülebildiği için daha çabuk fark edilirken, mânevî yapıda açıkça
görünür olmadığından, tecrübe ve yaşantılarla hissedilebilmektedir. Bu
bağlamda maddî ve mânevî unsurlarıyla hayatın bütününü oluşturması bakımından her iki değişim boyutunun detaylı olarak tetkîk edilmesi
gerekir.
Aslında zamanın getirdiği şartlara, yaşanılan ortama göre tarihin her
döneminde değişim olmuştur, bu bir ihtiyaçtır ve olağan durumdur. Olağandışı durum ise günümüzde iletişim araçları, fen, teknoloji ve bilimsel
gelişmelerin etkisiyle, konforlu yaşam talebiyle değişimin ânî ve hızlı bir
seyirde gerçekleşmiş olmasıdır. Oldukça farklı bir süreçten geçilen çağımızda insanlar, karşılıklı iletişim ile her an yeni sorunlar, yorumlar ve
yaklaşımlarla karşılaşabilmektedir. Karmaşık ilişkiler ağının yaşandığı
bu dönemde ve ilerleyen zaman diliminde değişimin nasıl bir boyut kazanacağı, neticelerinin ne olacağı ise şimdilik kestirilmemektedir. Bununla
birlikte değişimin ve gelişimin geldiği noktanın tartışılması, değerlendiril-
366
İSLAM VE YORUM VII
mesi, incelenmesi bugünü anlamak ve gelecekteki gidişâtın hangi yönde
olacağını tahmin etmek bakımından önemlidir. Dolayısıyla din, hayat ve
insan ilişkisini değişim ve gelişim yönüyle ele almak daha doğru olacaktır.
Değişimin hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle kendini gösterdiği
gayet açıktır. Değişim bir taraftan pek çok karmaşık problem ve sorunu
beraberinde getirirken, diğer taraftan maddî ve mânevî her yönden ideali arama ve ideale yöneleme gayretlerini de tetiklemiştir. Bu anlamda
özellikle ahlâkî değer yargılarının kaybı endişesiyle geçmişe göre günümüzde ideal insan tipi yaklaşımlarının arttığına şâhidlik edilmektedir.
Genel olarak ideal olma biçimine bakıldığında ise Allah’a, âleme ve kendisine dâir sorumluluğunun farkında olan insanın, hayat felsefesini daha
huzûrlu, daha ahlâkî biçimde kardeşlik ve dayanışma zemine oturttuğu
anlaşılmaktadır.
Çağımızda küresel çaptaki bunalımlara pek çok kesimler tarafından
çare arandığı malumdur. Ancak bilgiyle ve bildiğini hayata geçirmeyle,
aklî, naklî, ahlâkî değer sistemlerinin geliştirilmesiyle yaşanan bunalımlara çözüm bulunabilir. Söz konusu unsurları bünyesinde barındıran din,
insanlık tarihi boyunca önemini korumasıyla, fert ve toplumların hayatına
mânevî hareketlilik katmasıyla, kişilerin inanç ve değer yargılarını şekillendirmesiyle üzerinde durulması gereken bir alanı teşkil eder. Netice
itibariyle din faktörüne değinilmeden yapılan inceleme ve bulguların eksik
kalacağı bilinen bir gerçektir.
İnsanın anlama ve hayata aktarma basamaklarında dinî bilginin mühim bir yerinin olduğu muhakkaktır. Çünkü insan, aklî ve naklî süreçlerle
bilgiyi üreten, yorumlayan, bunu hayatına yansıtan bir varlıktır. Bu yönüyle o, âlemdeki diğer varlıklar arasında oldukça farklı ve seçkin bir
konuma sahiptir. Dinin ahlâkî öğretileriyle yakından ilgilenen, insanın
kemâlatını gaye edinen, uyguladığı terbiye ve tezkiye süreçleriyle mânevî-rûhî yücelmeyi esas alan tasavvufun dinî bilgi etrafında geliştirdiği
fikrî, hissî yorumlar, insanı ve hayatı daha yakından anlama bakımından
farklı bir bakış açısı sunar.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle sekülerleşen, ahlâkî
değerlerini kaybetme noktasına gelen günümüz insanına Kur’ân ve sünnet merkezinde zihnî, kalbî bütünlük içerisinde birtakım ana prensipler sunmak gerekir. İnsanı tanıma, varlık katmanları arasındaki yerini
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI
367
anlama, ideal tutum ve davranışlara ağırlık verme, ilmi, hikmeti, ahlâkı
bütünleştirme, insanın düşünce yapısında köklü değişiklikler meydana
getirme, kişinin bakış açısını iyiye ve doğruya yöneltme, bireyin iç huzûru
neticesinde marifetullâh ve muhabbetullâha vâsıl olma gibi din, insan ve
hayata dâir konularda önemli tespitlerde bulunması hasebiyle tasavvufun
diğer disiplinler arasında mühim bir yerinin olduğu malumdur. Tasavvufî
prensipler etrafında din, hayat ve insan ilişkisinin ele alınacağı bu çalışma
iki bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde insan, din ve ahlâk ekseninde
hayatın anlamı, ikinci bölümde ise tasavvuf kültüründe din, hayat ve insan ilişkisi konu edinilecektir. Sonuç kısmında mevzûu ile ilgili genel bir
değerlendirme yapılacaktır.
1. İnsan, Din ve Ahlâk Ekseninde Hayatın Anlamı
Modernitenin; kendi düşünce ve değer yargılarını öne çıkarma, toplumsal davranış kalıplarını şekillendirme, sistemli olgu biçimini oluşturma
zeminini hızla arttırdığı günümüz dünyasında, insanın mânâ boyutunda
devasâ sorunlar yaşadığı bilinen bir gerçektir. Bugün insanın yaşadığı
yalnızlığının, rûhî sıkıntılarının, sabırsızlığının, bencilliğinin, kanaatsizliğinin geldiği nokta ve yüzleştiği problemler herkes tarafından rahatlıkla
görülebilmektedir. Şunu özellikle ifade etmek gerekir ki, çağımızda insanın maddî beklentileri bir nebze karşılansa da mânevî gereksinimlerinin
telafi edilemediği malumdur. Bu anlamda mânevî planda karşılanması
gereken ihtiyaçların temelinde ise öncelikli olarak elbette ki din yer alır.
Din, toplumun inancında, ibâdetinde, davranış biçiminde, ahlâkî
ilişkilerinde, değer sisteminde, gelenekten geleceğe uzanan zengin bilgi
birikiminde, kültürel, sanatsal, mimârî eserlerinde kısacası insanın olduğu her yerde varlığını sürdüren önemli bir kurumdur. Bu bağlamda
din insanla beraber var olmuş, insanlık tarihinin hemen her döneminde
canlılığını koruyarak bugüne gelmiştir. Bilindiği üzere insanın fıtratı gereği bir bedenî (sûreti, zâhirî, maddî), bir de rûhî (sîreti, bâtınî, mânevî)
ciheti vardır. İnsanın hem madde hem de mânâ yönüne dâir birtakım
ihtiyaçlarının olması hasebiyle rûhî ve bedenî gelişimi açısından her iki
tür gereksiniminin de karşılanması elzemdir. İnsanın bedenî ihtiyaçları
karşılanıp, mânevî ihtiyaçları unutulduğunda bu durum, sadece kişinin
kendi zararına dokunmakla kalmayıp, hoşgörüsüzlük, saygısızlık, kin,
nefret duygularının galebe gelmesi gibi toplumu da yakından etkileyen
368
İSLAM VE YORUM VII
bir hâle dönüşür. Dolayısıyla insanın beden-rûh yani madde-mânâ ihtiyaçlarının bir bütün olarak ele alınması ve karşılanması icâb eder.
İnsanın mânâ ihtiyacına cevap veren din, bireyi dünya ve ukbâ hayâtının mutluluğunun teminine götüren ilâhî düzenin adıdır. Bu ilâhî düzene
uyum sağlamanın en önemli adımı ise bireysel ve toplumsal anlamda
ahlâkî yaşam tarzıdır. Bu bağlamda ahlâk kelimesi Arapça “hulk” kökünden gelmekte olup, iyi tabiat ve güzel karakter sahibi olmayı ifade eder.
Genel olarak insanın fizikî yapısı “halk”, mânevî ve rûhî yapısı ise “hulk”
kelimeleri ile tanımlanır.1 Sûfîlere göre din ve ahlâkın irtibât noktası olan
rûh, hisle bilinemeyecek kadar latîf, dokunulamayacak kadar büyük bir
mânâdır. Bu anlamda bedenden evvel yaratılan rûh, bedene hayât veren
bir cevherdir.2
İslâmî değerler sisteminde insan, madde ve mânâsıyla bir bütün
olarak ele alınır. Din, hayat ve insan üçgeninin merkezinde ise diğer faktörlerin yanı sıra ahlâk da yer alır. Malum olduğu üzere bugün küresel
ölçekte yaşanan krizleri, çatışmaları, savaşları insanlık ancak evrensel
değerlerde buluşarak çözümleyebilir. Bireysel ve toplumsal cihetiyle
ahlâk (tasavvufî tâbirle edeb, adâb) İslâm’ın özünde yer alan önemli bir
unsurudur. Bu kadar ehemmiyetine rağmen günümüzde İslâm’ın ahlâkî
değerler sisteminin hayata intikâlinde birtakım ihmâller görülmektedir.
Özellikle İslâm’ın, son zamanlarda politize edilerek, politik bazı terim ve
söylemlerle gündeme getirildiğine tanıklık edilmektedir. Şüphesiz ki, İslâm’ın Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde sunduğu siyasî görüşü vardır. Fakat
asla İslâm eşittir politika demek değildir. Üstelik İslâm ve politik söylemlerin yan yana getirilmesiyle İslâm’ın felsefesi, İslâm’ın sanatı, İslâm’ın
derûnî, ahlâkî yönü görmezlikten gelinmektedir. Öyle ki, İslâm’ın özünü
ihtivâ eden âdâb-ı muâşeret kurallarının ve ahlâkî prensiplerin ihmâli
dolayısıyla günümüzde ahlâksızlıkla Müslümanlığın bir arada anılmasına
da âhidlik edilmektedir.3
İnsanı anlamak bu konuda bilgi, yorum gücü geliştirmek muhtelif
kültür ve medeniyetlerin öncelikli meseleleri arasında olagelmiştir. Bu
mânâda insanı anlama disiplini olan tasavvufun, “kendini tanıma” ve
1
2
3
Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları,
1989), 2/1-9.
Kelâbâzî, Taarruf, trc. Süleyman Uludağ (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1992), 99-100.
Mahmut Erol Kılıç, Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik (İstanbul: Sufî Kitap, 2015), 11.
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI
369
“ideal insan”a ulaşma konusu onun belli başlı hedefleri arasında yer alır.
Tasavvufî düşüncede insan, varlık hiyerarşisindeki konumu yönüyle değerlendirilir. Varlık hiyerarşisinde kendisinden önceki tüm basamakları
özünde taşıyan insan, aslında âlemin hülâsası mâhiyetindedir.
Bugün insanın en önemli problemlerinden biri mânevî cihetini ihtivâ
eden kimliğini sorgulamaktan uzak olmasıdır. İnsan kimliğini tefekkür
ettiği zaman irtibâtının nereye dayandığını bulur. Bu bağlamda insan,
kimliğini kendi öz değerleri üzerine inşâ etmedikçe aradığı iç huzûru
ۜ
ِ “ وف۪ٓي اَنـ ُف ِس ُكم اَفَ َاَل تـبKendi nefslerinizde birçok alâmet var. Hâlâ
bulamaz.4 ص ُرو َن
ُْ ْ ْ َ
görmüyor musunuz?”5 Âyet-i kerîmesi insanı bu hakîkate yönlendirdiği
gibi, Yûnus Emre de “Bir ben vardur bende, benden içeru” derken bu öze
işâret eder.
Rûh ve beden yapısıyla çift vasfa sahip olan insanın, içten dışa/ sîretten sûrete/ kalpten kalıba/ düşünceden/davranışa doğru gelişim seyrine
göre derûnî boyutuna ulaşmak mümkündür. Duygu, düşünce ve davranışın
birbirini etkiler nitelikte olması hasebiyle ahlâkî sorumluluğun îfâsına
öncelikle düşüncenin güzelleştirilmesi ile başlanmalıdır. Düşüncenin güzelleşmesi ise zamanda geriye doğru yolculuk yapmakla anlam kazanır.
Bu bağlamda âlem-i ervâhta Cenâb-ı Hak ile ahidleşme, sonrasında rûhun
o ulvî makâmdan ayrılışı, bedene intikâli, beden hapishânesinde iken
rûhun Rabbe özlemi, O’nu arayışı ezelden ebeden giden seyirde insanın
düşüncesinin önemli hareket noktasını oluşturur. Dolayısıyla ahdini hatırlayıp, verdiği söze uygun yaşayan ve vahyin mürebbîliğinde yetişen
insan huzûrludur. Bu münâsebetle insanlar, birbirlerini değerlendirirken
dünyadaki konumlarına göre değil, rûhlar âlemindeki Yüceler Yücesi’nin
huzûrunda şâhid oldukları mânevî birlikteliğe göre değer vermelidir. Böyle bir düşünce aslında tüm insanlığa evrensel bakabilme katkısı da sağlar.
İnsanın mânevî sorumluluğuna dâir tasavvufî ahlâkın üzerinde durduğu en mühim konu “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanma” mevzûsudur. Sûfîler
merhamet, lütûf, ikrâm, ihsân, bağışlama, sadakât gibi vasıfları tanımlama
konusunda ilâhî ahlâk söylemini dile getirir. Nitekim Sadreddîn Konevî (ö.
673/1274) insanın kemâl yolculuğunda ilerlemesinin, Allah’ın ahlâkı ile
4
5
İlgili konuda bilgi için bk. Mahmut Erol Kılıç, Tasavvuf Düşüncesi (İstanbul: Sufî Kitap, 2018),
70 vd.
ez-Zâiryat 51/21.
370
İSLAM VE YORUM VII
ahlâklanma neticesinde mümkün olduğunu söyler.6 Hz. Peygamber’in
ahlâkının da bu minvalde olduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber’in ahlâkı
Hz. Âişe’ye sorulduğunda, onun ahlâkının Kur’ân ahlâkı olduğunu belirtmiştir.7 Hz. Peygamber bu mevzûda “Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi
ne güzel yaptı.”8 demiştir.
İlâhî ahlâk ile ahlâklanma konusunda insan, öncelikle Allah’ın isim
ve sıfâtlarını anlama gayretinde olmalı, O’nun gönderdiği kitabın hitâbını
anlamalı, seçtiği elçiyi örnek almalı, O’nun sevdiğini sevmeli, O’nun râzı
olmadığı davranışlardan hızla uzaklaşmalıdır. Zaten Allah’a karşı ahlâkî
sorumluluğuna dikkat eden insan, O’nun yarattıklarına da ahlâklı davranır. Çünkü rızâsına tâlip olduğu Allah, ondan böyle bir ahlâkî vasıf bekler.
Görüldüğü üzere Allah’a ve yarattıklarına karşı birtakım sorumluklar içermesi hasebiyle ahlâkın çok yönlü vazifeler bütünü olduğu söylenebilir.
Dolayısıyla ahlâklı insan sorumluluklarının farkında olan, bu doğrultuda
düşünce ve davranışlarını yönlendiren, geliştiren kimse demektir. Diğer
taraftan insanın bedenen ve ahlâken olgun vaziyette dünyaya gelmediği
de mâlûmdur. İnsan bedenî gereksinimi bakımından sağlıklı beslenmeye,
ahlâkî kemâli için de ilim, amel ve ahlâk bütünlüğüne ihtiyaç duyar. Ahlâkî
olgunlaşma sürecinde ideale ulaşma gayretindeki insan, nefs kaynaklı
birtakım problemlerle karşılaşabilir. Bu durumda kişi riyâzet, mücâhede,
muhâsebe, murâkabe gibi tasavvufî eğitim metodlarına başvurarak bu
zorluğu aşabilir.9
Ahlâkî gelişim seyrinde kötü sıfatlar yok edilmeden, iyi sıfatlar elde
edilemez. Bu bağlamda yerilen sıfatların ortadan kaldırılmasına tasavvufî
terminolojide “mahv”, övülen sıfatların elde edilmesine “isbât” denilir.
Arzu edilmeyen sıfatların mahalline “nefs”, güzel sıfatların mahalline ise
“rûh” denilir.10 Öte yandan sûfîler rûhu “insânî” ve “hayvânî” olmak üzere
iki kısma ayırır. Ulvî olan “rûh-ı insânî” emir âleminden iken, beşerî olan
“rûh-ı hayvânî” ise halk âlemindendir. Bir başka şekliyle rûh, kalbe tevdî
6
7
8
9
10
Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvufî Hadis Şerhleri ve Konevî’nin Kırk Hadis Şerhi (İstanbul, b.y.
1990),163.
Ebû Dâvud, “Sünen”, 1342.
İsmâil b. Muhammed Aclûnî, Keşfü’l-hafâ (Beyrut, b.y, 1985), 1/70.
Himmet Konur, Tasavvuf Ahlâkı veya İlâhî Ahlâk ile İnsana Yolculuk (İzmir: İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 2019), 31 vd.
İbn Haldun, Şifâu’s-sâil: Tasavvufun Mahiyeti, haz. Süleyman Uludağ (İstanbul: Dergâh
Yayınları, 1998), 139.
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI
371
edilen güzel vasıf ve ahlâkın menbaı latîfe iken, nefs ise kalıba tevdî edilen
kötü sıfat ve ahlâkın menbaıdır. Göz görme, kulak duyma, burun koklama kuvvesinin yeri olduğu gibi nefs kötü, rûh ise iyi ve güzel sıfatların
mahâllidir. Nefsin ahlâkına bakıldığında daha çok cehâlet, açgözlülük ve
hırsın onu şekillendirdiği görülür.11
İnsanın yaratılışındaki asıl gayenin ubûdiyyet olduğu mâlûmdur.
İnsan hem zâhirinde hem bâtınında ubûdiyyetine ters düşen kötü vasıflardan kendisini arındırdığında düşünce ve amellerine daha çok dikkat
eder. Bu bağlamda ameller ise kalbin ve kalıbın (organların) amelleri
olmak üzere iki kısıma ayrılır. Bulunduğu hâle göre bunlardan her birisi
ya isyân ya da itaât üzere olur. Bu anlamda ahlâkî arınma süreci kalpte
başlar ve kalıba doğru giden bir seyri takip eder. Dolayısıyla davranışın
değişmesi evvela duygu ve düşüncenin olumlu yönde değişimine bağlıdır.
Diğer taraftan denilebilir ki, insan kendisini düzeltmeye önce içinden
başlamalıdır, çünkü içini düzeltemeyen kimse dışını da düzeltemez. İçini
düzelterek kemâlat yolunda gayret eden insan, duygu ve düşüncelerini
iyiye yönlendirdiği gibi ubûdiyyetini sıkıntıya uğratan kibir, ucûb, riyâ,
kin vs. her çeşit kötü unsurdan kendisini arındırır.12 Kalbin ve kalıbın
amelleri konusunda özellikle kalbin önemine dikkat çeken İmâm-ı Gazzâlî
(ö. 505/1111), bedenin tüm uzuvlarını kalbe itaat eden askerler olarak
düşünür. Bu mânâda kalp ve kalıp arasında bir kıyaslama yapıldığında
konumu açısından kalbin kral, organların ise ona itaât eden asker gibi
olduğunu söyler. Kalbin ehemmiyeti ise Hakk’ın müşâhadesine açık olmasından ileri gelir. Nitekim İmâm-ı Gazzâlî, kalbin en mühim sıfatının
Hak Teâlâ’yı tanıma ve nihâyetinde O’nun cemâlini müşâhede etme olarak
açıklar. Anlaşıldığı üzere mânevî ağırlığından dolayı Cenâb-ı Hakk’ın hitâbı
kalbe olmaktadır. Dolayısıyla Allah’ı tanıma bilme, O’nun varlığını tasdik
etme gibi husûsiyetler genelde kalbe dönük olarak gerçekleşir.13 Kalıbı ve
kalbi ile varlık âleminin en mükemmeli olarak yaratılan insan, fıtratındaki
nitelikleri itibariyle sorumluluk sahibidir. Fıtratı gereği temiz yaratılan
insanın, bünyesindeki birtakım olumsuz eğilimlerin tesiriyle duygu, düşünce, zihin dünyasında bazı bozulmalar olabilir. Bu bağlamda hayra da
11
Şehâbeddin Sühreverdî, Âvârifü’l- Maârif, haz. H. Kâmil Yılmaz & İrfan Gündüz (İstanbul:
İber Yayınları, 2022), 3/836840-841.
13
İmâm-ı Gazzâlî, Kimyâ-i Saadet trc. A. Faruk Meyân (İstanbul: Bedir Yayınevi, 2020), 18, 20.
12
Abdülkerim b. Ataullah İskenderî, Hikemü’l-Atâiyye, şrh. Şeyh Yusuf b. Mahmud el-Hac
Ahmed, trc. Muhammet Sevgili (İstanbul: Kardelen Yayınları, 2013), 54.
372
İSLAM VE YORUM VII
şerre de meyilli olan insan, fıtratındaki sâfiliğin muhâfazası bakımından
ahlâkî arınmanın hayatında dâimî olması icâb eder. Mâlum olduğu üzere
tasavvufun mânevî arınmaya dair geliştirdiği birtakım eğitim metodları
vardır. Dolayısıyla mânevî arınma sürecinde maksada ulaşmak için tasavvufun eğitim usûllerinden istifâde edilebilir.
Eşref-i mahlûkât olan insan, rûhlar âleminden gelen mâzisiyle Cenâb-ı
Hakk’ın muhâtabı olma tecrübesine sahiptir. Bu bağlamda akıl, duygu,
düşünce, davranışlarını vahyin çizdiği sınırlar çerçevesinde yönlendiren
insan, âlemde hakîkî huzûra vâsıl olur. Hakîkatin nûrundan nasiplenen
insan, sevgi, merhamet, şükür, sabır, doğruluk, yardımseverlik, hilm, tevazu, cömertlik, ahde vefâ, kanaat, adâlet, şefkat, barış gibi gönül dünyasındaki pek çok mânâ güzelliğinin gerektirdiği erdemli vasıfla muttasıf
olur. Mezkûr sıfatlar bünyesinde yerleşik hâle gelen insan, ilgili fiilleri hiç
zorlanmadan rahatlıkla yerine getirir. Zaman zaman bunların îfâsında
sıkıntı yaşadığında ise, istenmeyen niteliklerin tersini yaparak, mânen
ve ahlâken yücelme seyrini sürdür. Meselâ, kibir hâlini tevazu ile cimrilik
hâlini cömertlik ile hırslarını kanaatle aşma cihetine gider.
Bilindiği üzere insan en önemli sıkıntısını içsel sorunlarının üstesinden gelme konusunda tecrübe eder. Nefs kaynaklı rahatsızlıklarını zıddıyla tedavi etmesinin yanı sıra, ahlâkını güçlendirmeye dâir tıp dilindeki
birtakım metodlardan istifade edebilir. Meselâ bu doğrultuda güzel fiiller
övülerek, nefsin takdir edilene meylinin artması sağlanabilir. Bu yolla kötü
huyların terki gerçekleştirilebilir. Böyle bir yöntem tıp dilinde güzel ve
sağlıklı gıdalar vererek, hasta bedeni kuvvetlendirip, hastalığı giderme
metoduna benzer. Buna ilaveten kişi, beğenilmeyen huy ve davranışlardan
zor da olsa kendini men etme yoluna gitmelidir. Bu durum tıpta hastalığın tedavisinde ilaç kullanarak iyileşme usûlüne benzer.14 Ebû Tâlib
el-Mekkî’ye (ö. 386/996) göre nefs, sükûnete erdiğinde, Allah’a muhtaç
olduğunu anladığında istikâmet, sekînet bulur ve gaflet perdesi kalkar.
Şunu ifade etmek gerekir ki, Allah yardım etmedikçe nefs sükûnete eremez. Kişi nefsine hâkim olması için onu hesaba çekmeli, ayrıca nefsle
mücâdele sürecinde Allah’tan yardım istemelidir.15
14
15
Ayşe Sıdıka Oktay, Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alâî (İstanbul: İz Yayıncılık, 2003), 231.
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, trc. Muharrem Tan (İstanbul: İz Yayıncılık, 2018), 1/292298.
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI
373
İdeal insan olma konusunda kişinin; tevazu, cömertlik, şefkat gibi
vasıflarla düşünce ve davranışlarını iyiye yöneltmesi önemlidir. Meselâ
kul Hakk’a ve halka karşı mütevazıliğini koruduğunda hem Allah hem de
insanlar nazarında sevilir ve ihtirâm görür. Malum olduğu üzere kuvvet,
izzet, ganî olmak gibi rubûbiyet sıfatları Allah’a âiddir. Bu anlamda yüce
sıfatlar karşısında kul, Allah’a karşı fakrının ve âcizliğinin hakîkî cihetiyle
idrâkinde olduğunda rubûbiyete âid sıfatları müşâhade eder. Böylece kul
O’nunla aziz, O’nunla ganî, O’nunla âlim olur. Kul âcziliğini gösterdikçe
Allah ona kudretiyle, kul fakrını gösterdikçe Allah ona izzetiyle ikrâmda
bulunur.16 Bu anlamda mütevazi duruş sûfî ahlâkının başta gelen nitelikleri arasındadır. Tevazu sahibi kişi herkese değer verdiği gibi herkesten
de değer görür. Bu husûsta Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) tevazuunun
gereğinin herkese yumuşak huylu davranma olduğunu bildirir. Hakim
Tirmizî (ö. 320/932) ise tevâzuyu kulun Allah’ın emir ve nehiylerine karşı teslimiyet gösterme, azamet-i ilâhiyye karşısında nefsini hakîr görme
olarak açıklar.17 Allah’a ve O’nun yarattıklarına karşı tevazulu olmanın
yanı sıra insanlarla iyi geçinme, halkın eziyetine katlanma, başkalarını
kendilerine tercih etme, afv ve müsâmaha, hoşgörü güzel muâmelede
bulunma, yapmacık davranışları terk etme, mal biriktirmekten ziyade
cömert davranma, aza kanaat etme, münakaşa ve cedelden uzak durma,
insanları sevme ve onlarla kaynaşma, iyilik yapana teşekkür ve duâ etme,
makâm ve mevkiyi insanlığa hizmet yararına kullanma gibi daha pek çok
husûs sûfî ahlâkının nitelikleri arasında yer alır.18 Din hayat ve insan konusunu insanın fizikî ve maddî cihetinden ziyade mânâ boyutu, derûnî,
ahlâkî yönüyle ele almak, bireyin ve toplumun içsel huzûrunu temin etme
bakımımdan önemlidir.
2. Tasavvuf Kültüründe Din, Hayat ve İnsan İlişkisi
Dünyaya niçin geldiğinin farkında olan, kendini ve Rabbini tanıyan,
mesûliyetini lâyıkıyla îfâ eden insan huzûrludur. Kişinin kendisine, Rabbine ve âleme karşı sorumluluklarının edâsı konusunda tasavvufî düşünce, bunun kâmil insan rehberliğinde olması hâlinde daha mükemmel
bir seyir takip edeceğini söyler. Bu anlamda tasavvuf düşünce tarihinin
16
17
18
İskenderî, Hikemü’l-Atâiyye, şrh. Şeyh Yusuf b. Mahmud el-Hac Ahmed, trc. Muhammet
Sevgili, 54.
Sühreverdî, Âvârifü’l- Maârif, haz. H. Kâmil Yılmaz & İrfan Gündüz, 2/473-474;481.
Sühreverdî, Âvârifü’l-Maârif, haz. H. Kâmil Yılmaz & İrfan Gündüz, 2/473-523.
374
İSLAM VE YORUM VII
mühim konuları arasında yer alan İnsân-ı kâmil anlayışı, varlık ve bilgi
problemiyle irtbâtının yanı sıra dinî, ahlâkî boyutları da bulunan fikrî ve
rûhî tecrübenin ürünü olarak kendini gösterir.19 Bu anlamda tasavvufî
telakkîdeki “İnsân-ı kâmil” nazariyesi bireyin âlemdeki konumu ve mâhiyetini temellendirme bakımından önem arz eder. Bu bağlamda Hak, âlem,
insan üçleminde kâmil insan kavramını tasavvufî düşüncede İbnü’l-Arabî’nin (ö. 638/1240) kullandığı bilinmektedir. Diğer taraftan insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması hasebiyle O’nun isim ve sıfatlarının
mazharı bir varlıktır. İbnü’l-Arabî düşüncesine göre kâinât önce ruhsuz
idi. Misâllendirmek gerekirse âdetâ cilâsı vurulmamış bir ayna gibiydi.
Dolayısıyla Allah Teâlân’nın esmâsını yüklediği Âdem bu cilâsız aynanın
cilâsı ve kâinâtın rûhu konumunda olmuştur. İnsân-ı kâmilin zirvesi ise Hz.
Muhammed olup, her devirde kâmil insanı takip edenler bulunmaktadır.
Anlaşıldığı üzere âlemden maksad, onun özü olması hasebiyle insan, insandan maksad ise insân-ı kâmil olmaktadır.20 Bu durumda her ne kadar
âleme nispetle görünüş bakımından küçük olsa da büyük âlemin hakîkatini özünde yansıtan insanı dikkate almadan âleme, âlemi dikkate almadan
da insanı anlamak mümkün değildir. Her şeyden öte Hakk’ı, insanı ve
âlemi tanıma noktasında bunları detaylandıran ilâhî hitâba çok iyi vâkıf
olmak gerekir. İlâhî hitâp Kur’ân-ı Kerîm evrenselliği ile Allah’ın elçisi Hz.
Peygamber kemâlâtıyla ve şahs-ı mânevîsi ile her asrın insanına mütessir
olmaya devam etmektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’de vücûd bulan
İslâm’ın ahlâk anlayışı ise Kur’ân ahlâkı ekseninde ilâhî ahlâk anlayışıdır.
Bu bağlamda Mü’min sadece Kur’ân’ı okumakla yetinmez. Onu özümser
ve onun ahlâkıyla süslenir. Böyle ulvî bir okuma neticesinde insanın niyeti, ameli, istikâmeti onun beyân buyurduğu şekilde gelişir. Yani bu çeşit
okuyan Mü’min, sadece gözüyle değil, huzûr-ı kalple, tefekkürle zâhirî ve
bâtınî edepleri takınarak, ilâhî hitâbın hikmetine yoğunlaşma gayretinde
olur. Bu çaba, insanın rûhunu canlandırır ve nefsini arındırır.
Tasavvufî değerler sisteminde insan, madde ve mânâsıyla bir bütün
olarak ele alınır. Bu anlamda insan sûflî âlemden ulvî âleme hareket hâlindedir. Nitekim Azîzüddîn Nesefî’ye (ö. 700/1300) göre insan, kemâli
arama gayesiyle bu dünyaya gönderilmiştir. Aradığı kemâlâtı yani mânâ
19
20
Mehmet S. Aydın, “İnsân-ı Kâmil”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV
Yayınları, 2000) 22/330-331.
İsa Çelik, Tasavvufî Düşüncede İnsân-ı Kâmil (İstanbul: Kaknüs yayınları, 2010), 29- 30, 38, 40
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI
375
güzelliğini bulan insan döneceği yer olan ulvî âleme kavuşmak ister. İnsanın âleme geliş seyrinde Nesefî, onun rûhunun külliyâtı bildiğini fakat
cüz’iyyâtı bilemediğini, âlemin cüz’iyyâtını da bilmesi için rûha, suflî âlemden vâsıta verildiğini söyler. Ona göre insan, rûhuyla külliyât ve cüz’iyyâttan deliller arayarak Rabbini tanıma gayretindedir. Bahsi geçen vâsıta ise
beden olup, bu meyanda insan rûh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır.
İnsanın rûhu yüce âlemden iken, bedeni ise süflî âlemdendir. Diğer taraftan Nesefî’ye göre insanların bazısı bu dünyada kemâl aramaya geldiğinin
farkında iken, fakat pek çoğu böyle bir farkındalığa sahip değildir.21 Bütün
bunlarla birlikte Allah Telâlâ varoluş gayesini geçekleştirebilmesi için insanı akıl, zekâ, idrâk, anlayış gibi daha pek çok kabiliyeti ile en mükemmel
biçimde yaratmıştır. Kendi özünden ona rûh üflemiş, yaşadığı kâinâtın
esrârını anlamaya onu muktedir kılmıştır.
Hayatın hareket alanının içinde insan vardır. Bu anlamda hayata dair
bütün konular, insanın çevresinde onunla ilişkili olarak cereyan eder. İnsan
rûh ve beden bütününden ibaret olup, bu anlamda rûhun insanda varlığı
devam ettiği sürece o; gören, duyan, konuşan, düşünen niteliğe sahiptir.
Bu durumda beden rûhun adetâ taşıyıcısı durumundadır. Dolayısıyla rûh
insanın duyarlılığını, hassâsiyetini, dinamizmini temsil eder. Meselâ, insana bir diken batsa o acıyı rûh duyar. Bu bağlamda rûh olmayınca elem de
olmaz. Bununla birlikte rûhunun bedeninden çıkacağına, ölüm gerçeğiyle
yüzleşeceğine vâkıf olan tek varlık insandır. İnsan dışında hiçbir varlık ölüm
şuuruna sahip değildir.22 Ölüm gerçeğinin farkında olan insan, niyet ve ameldeki hazırlığı sayesinde herkesin kerih gördüğü ölümü, Rabb’e kavuşmak
olarak bilir. Özetle denilebilir ki insan; bilen, düşünen, isteyen, ne istediğinin
farkında olan, ahlâkî sorumluluğunu idrak eden, buna uygun davranan ve
daha pek çok niteliği bünyesinde taşıyan bir varlıktır.
Diğer taraftan çok boyutlu kompleks varlık olması hasebiyle bireysel
ve toplumsal yönüyle insanı ele alan bilim dalları, onun ne tam olarak beden ne de tam olarak rûhu hakkında henüz bir şey söyleyememiştir. İnsan
rûh ve beden yapısıyla, aklıyla, akıl ötesi güçleriyle hem bütün değerleri
hem de bütün tezatları yani hem iyiyi hem kötüyü kendinde barındıran
21
22
Azizüddin Nesefî, İnsân-ı Kâmil/ Tasavvufta İnsan Meselesi, trc. Mehmet kanar (İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2013), 47-48, 52.
Hüseyin Aydın, Muhâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi: İnsan-Psikoloji-Bilgi-Ahlâk Görüşü (Ankara:
Pars Matbaası 1976), 31-32, 38.
376
İSLAM VE YORUM VII
bir varlıktır. İnsan sınırlı bir ömre ve sınırlı bir mekâna sahip olduğu hâlde, mânevî cihetindeki sonsuzluk ve ölümsüzlük duygularıyla zamanı ve
mekânı kuşatan, ümit ve idealleriyle ufukları aşan bir yönü vardır. Diğer
taraftan insan bedenî ve rûhî ihtiyaçlarını giderme konusunda muhtaç bir
varlıktır. Sayısız vasfa sahip insanın en temel özelliği irâdesinin olmasıdır.
Ne var ki insan, irâdesini olumlu yönde kullandığı gibi olumsuz yönde de
kullanabilmekte hem çok büyük iyilikler hem de çok büyük kötülükler
yapabilmektedir. Varlıklar âleminde sadece insan özgür iradesi ile yaradılışına aykırı davranabilmektedir. İnsan maddî ve mânevî yapısıyla iki
farklı unsura sahiptir. Bu ikisi onu farklı noktalara yönlendirmektedir.
Bedeni fizikî dünyayı, rûhu ise metafizik dünyayı insana çekici göstermektedir. Çoğu kez bu ikisi arasında ikilem yaşayan insan, fıtratı gereği
her iki dünyaya ulaşma ihtiyacı hisseder.23
İnsan kâinât arasındaki münâsebet göz önünde bulundurulduğunda, cüssesi itibariyle küçük görünmekle birlikte, aslında insan kâinattan büyüktür. Kâinât ağaç misâli düşünülürse bunun meyvesi insandır.
Kınalızâde Ali Efendi’ye (ö. 979/1572) göre nefs ile bedenin birleşmesinden meydana gelen insanın nefsi en şerefli olduğu gibi, unsurların
birleşiminden meydana gelen bedeni de en şereflisidir. İyi ve güzel huyları
yüklenme kâbiliyeti, fıtratına uygun yaşama özelliği, istidâdının değerleri
özümsemeye yatkınlığı gibi daha pek çok niteliği ile insan, diğer varlıklar arasında üstün konumdadır. Bununla birlikte insan, kâinatta melek
ve hayvan arasında orta kademede yer alması hasebiyle her ikisine de
meyli vardır.24
Malum olduğu üzere insanoğlu üstün bir yaratılışa sahiptir. Cansız
varlıklar, bitkiler, hayvanlar hep insana hizmet hâlindedir. İnsan bedenî
yapısıyla üstün konumda olmasına rağmen onu asıl üstün yapan yönü aklı,
rûhu ve gönlü gibi mânevî cihetidir. İnsan madde ve mânâ âlemi arasında
köprü konumundadır. Dolayısıyla insanın her iki âlemle irtibatı vardır. Diğer taraftan bunca nimetin ve böylesine üstün kılınmış olmanın bir bedeli
olmalıdır. Bu bedel ise “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler
diye yarattım.”25 âyet-i kerimesiyle ubûdiyyet olarak zikredilmiştir.26
23
24
25
26
Hasan Elik, İnsan Eksenli Din (İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2011), 23-25.
Oktay, Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alâî, 115, 171.
ez-Zâriyat 51/56.
Mehmet Demirci, Tarihten Günümüze Tasavvuf Kültürü (İstanbul: Vefa Yayınları, 2009), 15-16.
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI
377
İnsan vâsıta değil, bizzat gâye varlıktır. Kur’ân ve peygamberler insanı
hakîkatine uygun biçimde inşâ etme amacıyla gönderilmiştir. Din insanı,
imâr için gönderildiği gibi, toplumlar ve devletler de gâye varlık olan insanın fizik ve metafizik yönünü geliştirmeyi hedef edinmelidir. Çünkü böyle
bir görev ihmâl edildiğinde insanlığın ilerlemesi mümkün olmayacaktır.
Sonuç
İnsan yapısı gereği dine ihtiyacı olan bir varlıktır. Rûh ve bedenden
müteşekkil insanın, yaşamını sağlıklı sürdürmesi gereği nasıl ki bedenî
ihtiyaçlarının karşılanması zorunlu ise, rûhî ihtiyaçlarının da din yoluyla
karşılanması öyle zorunludur. Bugün Batı’da tanımlandığı gibi rûhunu
hesaba katmadan sadece biyolojik ve fizyolojik çerçeveden insanı tanımlamak mümkün değildir. Nitekim böyle bir yaklaşım neticesinde, günümüzde bilimsel-teknolojik gelişmelerle insanın rahat ve konforu daha
fazla düşünüldüğü hâlde, bireyler aradığı mutluluğa ulaşabilmiş değildir.
Sadece şahsın başarısı, konforu, maddî birtakım ihtiyaçları düşünülerek
insanın mânâ temeli yani kimlik ve kişiliği inşâ edilemez. İnsanın kimlik
inşâsında özelikle onun rûhî, mânevî yapısı göz önünde bulundurulmalı,
ahlâkî ve dinî değerlerin lüzumu daha fazla işlenmelidir. Din ve dine âit
değerleri görmezlikten gelerek, onun yerine başka birtakım unsurları öne
çıkarmak ise problemin seyrini arttırmaktan başka işe yaramayacaktır.
Çünkü dinî boşluk sadece dinle doldurulabilir. Diğer taraftan dinî değerleri
gerektiği yaşayamayanlardan dolayı dine tavır almak da doğru değildir.
Dinin muhtevâsını orijinal kaynaklardan öğrenme gayreti de insanın mânevî ciheti açısından sorumlulukları arasındadır.
Geleneksel dünyadan modern hayat koşullarına geçişle birlikte hızlı
üretim-tüketim endüstrisi, iletişim kolaylığı, bireyin özgürlüğü, gelişen
makina ve teknolojiyle araçsal eylemin egemenliği, hedefleri ve ilkeleri farklılaştıran dünyevîleşme gibi daha pek çok faktör, yeni bir bakış
açısıyla ve yeni analiz ve tahliller yapmayı gerekli kılmıştır. Bu tahlil ve
değerlendirmelerde elbette üzerinde durulması gereken ilk konu insandır. Bilindiği üzere rûh ve bedenden müteşekkil olarak yaratılan insanın;
biyolojik, fizyolojik, psikolojik, dînî ve sosyal fonksiyonlarıyla muhtelif bilim alanları tarafından araştırılmaya, incelenmeye devam eden bir boyutu
vardır. Bununla birlikte İslâm düşünce tarihinde insanın gönül dünyasını
inşâ etme amacı güden tasavvufun hem doktrin hem de pratik zeminde
378
İSLAM VE YORUM VII
insana dair verdiği sistemli, özgün, doyurucu bilgiler önemlidir. Çünkü
modern insan bilimlerinin parçalı yaklaşımının aksine tasavvuf, insanı
rûh ve beden bütünlüğü çerçevesinde ele alır.
Din, hayât ve insan üzerine söz söylendiğinde öncelikle dinin insan
hayatındaki yerine bakmak icâb eder. Dinin ne kadarının hayâtın ve insanın merkezinde olup olmadığı konusu önemlidir. Din hem ferdin hem de
toplumun hayâtında olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber Hirâ mağrasında
dini tecrübe etmişken, onu toplumsal hayatın merkezine sunmuştur. Böylece vahyin gönderildiği toplum dinle yeni bir hayât bulmuştur. Malum
olduğu üzere Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri de el- Hayy’dır. Dolayısıyla
Allah Teâlâ gönderdiği dinin, insan hayatında diri ve canlı olmasını, yaşanmasını ister.
Kaynakça
Aclûnî, İsmâil b. Muhammed. Keşfü’l-hafâ. Beyrut, b.y, 1985.
Aydın, Hüseyin. Muhâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi: İnsan-Psikoloji-Bilgi-Ahlâk
Görüşü. Ankara: Pars Matbaası, 1976.
Aydın, Mehmet S. “İnsân-ı Kâmil”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
22/330-331. İstanbul: TDV Yayınları, 2000.
Çağrıcı, Mustafa. “Ahlâk”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 2/1-9.
İstanbul: TDV Yayınları, 1989.
Çelik, İsa. Tasavvufî Düşüncede İnsân-ı Kâmil. İstanbul: Kaknüs Yayınları,
2010.
Demirci, Mehmet. Tarihten Günümüze Tasavvuf Kültürü. İstanbul: Vefa
Yayınları, 2009.
Elik, Hasan. İnsan Eksenli Din. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, 2011.
İbn Haldun. Şifâu’s-sâil: Tasavvufun Mahiyeti. haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1998.
İmâm-ı Gazzâlî. Kimyâ-i Saadet. trc. A. Faruk Meyân. İstanbul: Bedir Yayınevi, 2020.
İskenderî, Abdülkerim b. Ataullah. Hikemü’l-Atâiyye. şrh. Şeyh Yusuf b.
Mahmud el-Hac Ahmed, trc. Muhammet Sevgili. İstanbul: Kardelen
Yayınları, 2013.
TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE DIN, HAYAT VE INSAN ILIŞKISI
379
Kelâbâzî, Ebubekir. Taarruf, trc. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1992.
Kılıç, Mahmut Erol. Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik. İstanbul: Sufî
Kitap, 2015.
Kılıç, Mahmut Erol. Tasavvuf Düşüncesi. İstanbul: Sufî Kitap, 2018.
Konur, Himmet. Tasavvuf Ahlâkı veya İlâhî Ahlâk ile İnsana Yolculuk. İzmir:
İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2019.
Mekkî, Ebû Tâlib. Kûtü’l-Kulûb. trc. Muharrem Tan. İstanbul: İz Yayıncılık,
2018.
Muhâsibî, Hâris. er-Riâye. çev. Hülya Küçük & Şahin Filiz. İstanbul: İnsan
Yayınları, 2020.
Nesefî, Azizüddin. İnsân-ı Kâmil/Tasavvufta İnsan Meselesi. trc. Mehmet
kanar. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2013.
Oktay, Ayşe Sıdıka. Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alâî. İstanbul: İz Yayıncılık, 2003.
Sühreverdî, Şehâbeddin. Âvârifü’l-Maârif. haz. H. Kâmil Yılmaz & İrfan
Gündüz. İstanbul: İber Yayınları, 2022.
Yılmaz, Hasan Kâmil. Tasavvufî Hadis Şerhleri ve Konevî’nin Kırk Hadis
Şerhi. İstanbul, b.y. 1990.
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ
OLARAK İHSÂN
Ruhullah ÖZ
Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Doç. Dr.
https://orcid.org/0000-0003-1408-4316
ozruhullah@gmail.com
GİRİŞ
Hiç kuşkusuz İslâm üç kavramla tanımlanacak olursa birinci esası
olan iman, ikinci esası yani omurgasını oluşturan ibadet, üçüncü esasını
da yani zirvesini temsil eden ihsan oluşturacaktır.1 Nitekim Peygamber
dilinden de din, üç yönlü boyutuyla bu üç kavram üzerinden tanıtılmıştır. Bu üç kavramdan birincisi iman, ikincisi İslâm üçüncüsü de ihsandır.
İslâm düşünce tarihinde ilk iki kavram teferruatlı bir şekilde incelenmiş,
inancın ilkeleri ve dinîn yerine getirilmesi gereken pratikleri her ikisi
üzerinden yeterince tartışılmıştır. Dinîn üçüncü boyutunu temsil eden
ihsan ise hak ettiği muameleyi görmediği gibi disiplinler arasında yeterince tartışılmamıştır.
Din, her ne kadar üç boyutlu bir yapı şeklinde görünüm arz etse
de haddi zatında herhangi bir ayrım içermeyen, üç boyutu da birbiriyle
ilintilidir ve bölünmez bir bütündür. Zira İslâm, sadece din ve imanı değil aynı zamanda bir kültürün ve yaşam biçiminin ifadesidir. Bir başka
deyişle insanı içten ve dıştan kuşatan, duygularıyla, sezgileriyle, inançlarıyla, düşünceleriyle bir bütün halinde içten kavrayan ve yönlendiren
ilke ve kanunlardan oluşan bir kurumdur.2 Bu kurumun üç yönünden
birinin eksik kalması, dindarlık yaşamında aksaklıkların oluşmasına yol
açabilmektedir.
İslâm’ın dinî olanını dünyevi olandan ayırmak mümkün olmadığı gibi
inançsal olanını ahlakî ve etik olandan ayırmak da mümkün değildir. İs1
2
Ruhullah Öz, “Dindar Şahsiyeti İnşa Eden Üç Kavram: İslâm, İman ve İhsan”, Harran İlahiyat
Dergisi 1/45 (2021), 37.
Güney Tümer, “Din”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 317.
382
İSLAM VE YORUM VII
lâm’ın temel amacı inanca dair teorik ve teolojik amaç ile hayata ilişkin
pratik ve ahlakî ilkeleri birleştirerek hayatiyet kazandırmaktır. İslâm, bir
takım beşerî ideoloji ya da felsefi doktrin gibi kendisini karakterize eden
fikrî ve artistik özelliklerini tedricen geliştirmek suretiyle sonunda felsefe
ve sosyal öğretisini ortaya koymuş bir din değildir. Tam tersine İslâm’da
hayatı kuşatan tüm katmanlar iç içe geçirilmiş ve birbiriyle bağlanmış
şekilde işlev görmektedirler. Çalışmada etimolojik, semantik ve teolojik
anlam savrulmalarına uğrayan kavramlardan biri olan ihsanın ahlakla
olan münasebetine yönelik tesbitlerde bulunma hedeflenmektedir.
İslâm kültüründe ihsan kavramının muhteva derinliğini anlamak
ancak ilişkili olduğu kavramlar ağıyla olan semantik ilişkisini belirlemekle mümkündür. Bazı düşünürlere göre ihsanın en çok ilişkili olduğu
kavramlardan biri adalet diğeri ise ahlaktır. Bu düşüncede olanlara göre
üçlü kavram piramidin temeline adalet, omurgasında ahlak tepesinde
ise ihsan vardır. Böylece ahlakın temeli adalet, adaletin tezahürü ahlak,
ahlakın kıstası ise ihsan olmaktadır. Adalet-ahlak ve ihsandan oluşan üçlü
yapıda ihsan, mahiyetini adalete göre şekillendirmektedir. Bir başka deyişle ihsanın ahlaki, ontolojik ve estetik sınırını adalet mefhumu belirlemektedir. Nitekim tarihi süreç içerisinde adaletin örselenmesi, ihsanın
teolojik öneminin manipüle edilmesine neden olmuştur.3 İhsanın bu üçlü
mekanizma için olmazsa olmazlığını Gazzâlî, ihsanın bireyin her türlü
sosyal hayatını şekillendiren bir kıstas olarak tanımlamlayarak izah etmeye çalışmıştır.4 Zira ihsan, psiko-sosyal ve teolojik anlamlı bir kavram
olarak hem bireysel hem de toplumsal yansımaları olan canlı, dinamik ve
de hayatı şekillendiren aktüel bir kavramdır. Ayrıca bireyin ahlaki kimliğini yansıttığı gibi aynı zamanda toplum fertleri arasında ahlakiliği bir
erdem hale getiren muharrik bir güçtür.5 Bu açıdan ihsan, inancın dışa
yansıması, birey ve toplum hayatındaki tezahürü, hulasa insanın fıtratıyla
barışık ahlakiliğinin iz düşümüdür demek mümkündür.
3
4
5
Gündüzöz, “Tasavvufta İhsan Teriminin Kavram Ağı Üzerine Analitik Bir Değerlendirme”, 91.
Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el- Gazzâlî, İhyâ’ü ‘ulûmi’ddîn’in, çev. A. Serdaroğlu (İstanbul: Bedir yayınları, 1979), 2/230-241.
İhsan Çapcıoğlu-Mehmet Akın, “Bireysel ve Toplumsal Boyutlarıyla İslam’da ‘İhsan’ Erdemi”,
International Journal of Cultural and Social Studies 2/4 (2018), 640.
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ OLARAK İHSÂN
383
1. Etimoloji ve Teoloji Kavşağında Bir Kavram
Olarak İhsan
Arap dil atlasının gündelik kullanımında ihsan, üç farklı anlam katmanına sahip bir kavramdır. Geçişlilik anlamıyla ‘başkasına iyilik yapmak”,
itkân anlamıyla “güzellik, incelik zarafet, derin kavrayış, yüksek duyarlılık, edepli ve özenli olma anlamındadır. Eş bir ifadeyle ihsan, güzel olanı
yapmak ve yaptığını güzel yapmaktır.6 Arap dil terminolojisinde ihsan,
iyilik ve güzellik niteliğine delalet eden ‘hüsün’ kelimesiyle aynı kökten
gelmiş bir kavramdır.7 Kur’an kavram atlasında ise hüsün kökenli ihsan,
iyilik, güzellik, yakışıklılık, hoşluk, uyum, tenasüp, sevimlilik ve albenilik
gibi anlamlarda kullanılmıştır.8 Hayata yansıyışı bakımından ise ahlakilik
ya da ahlaklı olma halidir.9 İslâm kültür literatüründe hüsnün zıddı olan
“kubûh” ise tiksindiricilik, iğrençlik ve kötülük gibi anlamlara gelir. Karşıt
bir eş deyişle ahlaksızlık ya da gayri ahlakiliktir. Görüldüğü üzere hüsün
güzellikle birlikte içinde iyiliği de barındırırken kubûh ise çirkinlikle beraber kötülük içermekledir.
İhsan gündelik dilde kullanılan bir kavram olduğu gibi aynı zamanda yargı literatüründe de standart belirleyici bir terimdir. Beşerî hukuk
terminolojisinde ihsan en geniş anlamıyla ‘güzel olanı yapmak’ anlamındadır.10 Din hukuku açısından ise ‘yapılacak işlerin Allah’ın yapılmasını
istediği şekilde yapılması anlamına gelir. Bu anlam ihsanın üçüncü anlam
katmanına tekabül etmektedir. Peygamberin dolaylı tanımıyla ‘Allah’ın
her yerde hazır ve nazır olduğunun mütemadiyen bilincinde olmak anlamındadır.11 İhsanın ahlaki önemine işaret eden en önemli anlam da bu
üçüncü olanıdır. Zira ihsan bir yandan yapılan işin arkasındaki güç ve
niyete atıfta bulunurken diğer yandan beşerî varlığın hem ontolojik hem
de epistemolojik derinliğine işaret etmektedir. Bu da Allah’ın gözetimi ve
6
Ebu’l-Fazl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem İbn Münzir, Lisânü’l-Arab (Beyrut: Daru’lFikr, ts), 12/114.
8
Muhammed Fuâd b. Abdulbâkī, el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâẓi’l-Kur’âni’l-Kerîm (Beyrut: Dâru’l-amarife, 2009), “hsn” md.
7
9
10
11
Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Alî es-Seyyid eş-Şerîf el- Cürcânî, et-Ta’rifât (Beyrut: Dârü’lKütübi’l-İlmiyye, 2003), “hsn” md.
Ebü’l-Kāsım Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal er-Râgıb el- İsfehanî, el-Müfredât fi garibi’l-Kur’an, thk. Muhammed Halil Aytanî (Beyrut: Daru’l-Marife, 2005), “hsn” md.
Süleyman Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü (İstanbul: Akçağ Yayınları, 2004), 97.
Mustafa Rasim Efendi, Istılâhât-ı insân-ı kâmil (İstanbul: İnsan Yayınları, 2013), 118.
384
İSLAM VE YORUM VII
murakabesi altında olduğunun bilincinde olunarak hareket etmek demektir. Zira ihsanın güzel, iyi ve doğru olmasının ölçüsü Allah’tır.
1.2. İslâmî Disiplinlerde İhsan
Birçok kavram gibi ihsan kavramı da etimolojik köken anlamı ile semantik ve teolojik muhteva düalitesi arasında sıkışıp kalan bir terimdir.
Cahiliye kavram atlasından İslâm kültürüne transfer edilen ihsan, zamanla
düşünce ekollerinin mezhepsel fikri süreçlerinin sistematiği içerisinde
anlam genişlemesi, daralması, değişimine maruz kalmıştır. Farklı dinî
branşlar tarafından değişik anlamlarda tanımlanması bu gerçeğin en
somut kanıtıdır. Herhangi bir dinî kavramın, teolojik anlamıyla gündelik
hayata intikal ettirilmemesi, zamanla muhtevada değişim ve dönüşüme,
tedavülde ise ihmal ve basitleştirmeye yol açan neden olmuştur.12 İhsan
ve benzeri kavramların dinî anlamını yakalamanın yolu ise beşerî faktörlerin etkisiyle muhteva değişimine uğramadan önceki semantik anlamını
yakalamakla ancak mümkündür.
İhsan, başta tasavvuf disiplini olmak üzere kelam ve fıkıh branşlarında birbirinden farklı anlamda ele alınmıştır. Fıkıh literatüründe ihsan
hem bireysel hem de toplumsal işlev gören bir ilkedir. Birey ‘muhsin’
davranmakla yükümlü olduğu gibi toplumsal mutabakatın sağlanması,
farklılıkların tahammülü ve bir arada yaşatma formülü de ihsandır/hoş
görmektir. Bireysel hoş görme anlamdaki ihsan, fıkıh literatüründe ‘tahsîniyyât’ sözüyle kavramsallaştırılmıştır. Bir fıkıh terimi olarak tahsiyyat,
‘güzel olanı yapma, yapılanı güzel yapma’ ilkesine dayalıdır. Bu da bireyin
hayatının her alanında yapılan her türlü iş ve işleyişinde güzellik, incelik,
zarafeti gözetmesiyle mümkündür.
Toplumsal etki bakımından ihsan ise insanın hemcinsiyle, diğer varlık türleriyle dahası alemin tüm üyeleriyle sağlıklı ilişki kurmasının ve
huddullah çerçevesinde hareket etmesine dayanır. Bu türden bir ihsan,
insanlar ve de varlıklar arasında en önemli “toplumsal mutabakat aracı”
işlevini görmektedir. Yani varlıklar arasında gerçekleştirilmesi öngörülen yaşamsal bir ahlaki normdur. Temel hedefi ötekine iyilik yapmak ve
inayette bulunmaktır. Kısacası hukuki bir norm olarak ihsan, duygu ve
düşüncede, eylem ve pratikte yapıp edilen ve hayatın tüm katmanlarını
kuşatan bir duyuş, duruş, kavrayış, eyleyiş ve oluş tarzıdır. Buna göre
12
Abdurrahman Kasapoğlu, “Kur’ân’ı Anlamada Semantik Yöntem”, Hikmet Yurdu 6/6 (2007), 113.
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ OLARAK İHSÂN
385
iman ile gönül vermiş, İslâm boyutuyla teslim olmuş bir birey eylem ve
etkinlikleriyle dinî ilkelere riayet etmeli, anlayış, inanış ve kavrayışıyla iman esaslarıyla uyum içinde olmalı, karakteriyle de ihsanı hayatına
yansıtmalıdır.13
Hiş kuşkusuz ihsanın en fazla istihdam edildiği disiplin tasavvuftur.
Tasavvuf cenahı ihsanı lingustik açıdan çok ruhani boyutuyla ele almıştır.
Tasavvufta ihsan, ahlakiliğin bir ölçütü olarak yorumlanmıştır. Tasavvufî
bir ahlak ölçütü olarak ihsan, tasavvufî temayülün nihai gayesi ve asıl
amacıdır. Nitekim tasavvuf kültüründe ihsanın ruhani yaşamın birer
yansıması olan murâkabe, müşâhede ve mücâhede kavramları ile iç içe
işlenmiş olması bu gayeliğin en somut kanıtıdır.14
Tasavvufî anlamda ihsan, inanılan ve yaşanılan hayatın kesişim noktası, Allah ve insanın murakabesi, hatta Allah’ı hayatın her anında görme
vizyonu olarak ele alınmıştır. Bu da ihsanın pratik açıdan bilgi-eylem;
inanç-eylem; ahlak-aksiyoloji birlikteliğin tezahürü anlamındadır.15 İhsanın Allah-insan merkezli çift boyutluluğu, semantik ve teolojik açıdan
ilişkili olduğu diğer dinî kavramlarının birer sonucudur.16 Tasavvuf literatüründe ihsan, fıtrat ile ilişkilendirilerek iki kavram arasında oluşturulan
semantik öbek vasıtasıyla ruhi bileşenlerin bir seyr u suluku ifadesi haline
gelmiştir.17 Fıtrat-ihsan birlikteliği de en fazla müşahede ve murakabe
hallerinde kendinî göstermiştir. Böylece insanın Allah tarafından her an
gözetilip denetlendiği bilinci, insanı Allah’ın hoşnut olmadığı her türlü
davranıştan uzak durmasına vesile olacaktır.18 Yani insanın Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmasıdır.
İhsanın en fazla işlenmesi gereken disiplin kelam olması gerekirken
her ne hikmetse bu ilimde üçüncü sınıf muamelesine tabi tutulmuştur.
Oysa kelam, Allah-insan münasebetini tüm yönleriyle ele alan bir disiplin
olduğu gibi ihsan da biri Allah’a diğeri de insana dönük yönüyle dinamik
13
14
15
Turan Koç, İslam Estetiği (İstanbul: İSAM Yayınları, 2009), 56.
Gündüzöz, “Tasavvufta İhsan Teriminin Kavram Ağı Üzerine Analitik Bir Değerlendirme”, 75.
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî, Câmiu’l-usûl fî evliyâi ve envâihim ve evsâfihim (Kahire:
Matbaatü’lCemaliyye, 1910), 2/465.
16
Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah-İnsan, çev. Süleyman Ateş (İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat,
ts.), 22.
18
Ebü’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya‘kūb b. Muhammed el- Fîrûzâbâdî, Beşâ’iru zevi’ttemyiz fî letâifi’l-Kitabi’l-Aziz (Beyrut: el-Mektebetü’l-İlmiyye, ts.), 2/465.
17
Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz (İstanbul: Pınar
Yayınları, 2018), 114.
386
İSLAM VE YORUM VII
bir işleve sahip bir kavramdır. Her iki yönüyle de en fazla kelam sahasında
istihdam edilmesi gerekirdi. Zira ihsan, Allah-insan ilişkisi bağlamında
ele alındığında lutüf, insan-insan, insan-alem münasebeti bağlamında ele
alındığında da ef’ali ibad mevzusuyla iç içedir. Neticede hem Allah-insan
hem de insan kâinat münasebetinin ahlaki bir kıstasıdır. Oysa ahlakilikten
çok Mutezile ve benzeri ekoller tarafından adalet, ehl-i sünnet cenahı
tarafından da ilahi irade ile bağlantılı bir şekilde ele alınmıştır.19
Kelam ekolleri ihsanı inancın hayata dönük birer ölçütü olarak ele
almadıklarından dolayı etkisi hep sönük kalmıştır. Oysa ihsan hem kalbin
kesin bir ifadesi olan imanla20 hem de inancın eyleme dönük yönü olan
İslâm’la sıkı bir ilişkiye sahiptir.21 Zira ahlakilikten yoksun ne bir inançtan ne de bir eylemden söz etmek mümkündür. Bir başka deyişle inancın
somut göstergesi ihsandır, ihsanın gerçekliği ise inancın gerçekliği ölçüsünde ortaya çıkar.22 Gerçek anlamda ihsan derecesine nail olan bir insan,
her yönüyle Allah’ın gözetimi ve murakabesi altında olduğunun bilincinde
olur. Onu her türlü gayri ahlaki davranışlardan alıkoyan caydırıcı bir güç
olur. Fıtratıyla bağdaşmayan her türlü davranışla arasına mesafe koymasına vesile olur. Yaratıcısıyla hemhal olduğu bilincinde olduğunu gösterdiği
gibi hemcinsleriyle barışık, alemle uyum içinde yaşadığını yansıtır.23
Din ve ahlak haddi zatında hem teorik hem de pratik açıdan amaç
birliğine sahip normlardır. İslâm Peygamberi’nin “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” hitabı tam da bu amaca matuf bir beyandır.24
Zira Allah tarafından farz kılınan her bir ibadetin birer hikmeti olduğu gibi
aynı zamanda ahlaki bir amacı da yok değildir. Örneğin namaz ibadetinin
en önemli amaçlarından biri, insanı gayri ahlaki davranışlardan alıkoy-
19
Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el- Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, thk. Bekir
Topaloğlu-Muhammed Aruci (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi,
2003), 351-352.
20
İlhami Güler, “man ve İnkârın Ahlakî ve Bilişsel (Kognitif) Temelleri”, İslamiyât 1/1 (1998), 11.
22
Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî (İstanbul: Matbaatu’l-Bulak, 1248), 16.
21
23
24
Talip Özdaş, “Kur’ân’da Ahlakî Değerler”, IX. Kur’ân Sempozyumu, (Ankara: Fecr Yayınları,
2007), 85.
Hanifi Özcan, “Maturidiye Göre İman-İslam-İhsan ve Küfür İlişkisi”, Diyanet İlmi Dergi 29/3
(1993), 185..
Cafer Sadık Yaran, Ahlak ve Etik (İstanbul: Rağbet Yayınları, 2010), 9.
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ OLARAK İHSÂN
387
maktır.25 Kuran, “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı … ahlaksızlığı fenalığı ve
azgınlığı da yasaklar”26 buyruğuyla bu gerçeğe işaret etmiştir.
Bazı kelam alimleri, peygamberin ihsan tanımında geçen “ibadet” fiilini “fiil/eylem” anlamında tevil etmişlerdir. Bu tevile göre “Onu görüyormuş gibi ibadet etmendir’ cümlesi‚ “Onu görüyormuş gibi davranmandır/
eylemde bulunmandır” şeklinde olacaktır. Yapılan yorum ihsanın teorik
boyutundan çok pratik yansımasına dönüktür. İhsanı pratik boyutuyla
içselleştiren birey, tıpkı bir ahlak polisi tarafından gözetildiğini bilen biri
gibi hayatının her anından “Allah’ın kendisini gözettiği” düşüncesiyle tedbirli davranacaktır. Bu da inancı zihni ya da kalbi bir durumla sınırlandırmaktan çıkarıp pratik hayatı şekillendiren bir kontrol mekanizması
haline getirecektir. Böylece pratik yansıması var oluşun kanıtı olan inanç,
ahlaki problemleri aza indirecektir.
İhsana yüklenilecek pratik ve dinamik bir anlam, bir taraftan
inanç-eylem ilişkisini diğer taraftan eylemin ahlakiliğini baz haline getirecektir.27 Zira ihsansız bir din algısının beraberinde inançsız teslimiyet olan iki yüzlülüğü, teslimiyetsiz inanç olan fasıklığı ve nihayetinde
inanç-eylem uyuşmazlığı olan riyakarlığı getirmesi kuvvetle muhtemeldir.
En önemlisi de inanç ile teslimiyet bir başka açıdan teslimiyet ile temsiliyet düalitesini doğurması kaçınılmazdır. İhsanın baz alınmadığı dinî
bir yapıda ahlakın göz ardı edilmesi kaçınılmazdır. Oysa dinsiz bir ahlak
sorunlu olacağı gibi ahlaksız bir dinden söz etmek de mümkün değildir.
Dindar kesimlerde ahlakiliğin problem konusu edilmesi, dindarların inanç
ile eylemleri arasındaki çelişkiden dolayıdır.28
1.3. Bir Ahlak Ölçütü Olarak İhsan
Bir din olarak İslâm, bütüncül yapısını “iman”, “İslâm” ve “ihsan”
kavramlarının bütün içerim ve uzantılarının terkibinde bulmuştur. İslâm, Müslüman bireyin dış çizgilerini belirleyen boyutu, neyi niçin ve
kim için yaptığını belirleyen “iman”, nasıl yaptığı boyutuna tekabül edene
de “ihsan” denilir. Bu yönüyle ihsan, Müslüman görünümünün estetik
25
26
27
28
Ankebût, 29/45.
Nahl 16/90.
Sami Şekeroğlu, Mâtürîdî’de Ahlak/Felsefi Bir Betimleme (Ankara: Ankara Okulu Yayınları,
2010), 131.
Toshihiko Izutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, çev. Selahattin Ayaz (İstanbul: Pınar
Yayınları, 2012), 77.
388
İSLAM VE YORUM VII
düzeyde bir dışa vurumu olarak görmek mümkündür.29 Ahlaki bir terim
olarak ihsan, ‘iyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine geçip isteyerek
ve severek daha fazlasını yapmak” şeklinde tanımlanmıştır.30
Ahlaki bir terim olarak ihsan, Allah’a teslim olmanın güzelliğinin bireyin hal ve hareketlerindeki yansımasıdır. Bu anlamıyla ihsan, imanın dışa
yansıyan görünümüdür. Bir başka ifadeyle ihsan, imanın ahlaki ve estetik
düzeyde bir tezahürüdür.31 İslâm’ın ihsan boyutu, imanın dışa vurumu
anlamına gelmektedir. İhsanın gerçekleşmesi hakikat, marifet ve ahlaka
dayanır. İslâm tasavvurunda iyi ve güzel ayrılmaz ikiz kardeş gibidir. Bu
nedenle her türlü iyi ve güzel davranışın hakikat, marifet ve ahlakla direkt
ya da dolaylı mutlaka bir bağlantısı vardır. İslâm ahlakiliği, din ilkeleri
ve inançları üstünde yükselen bir dindir. Nitekim İslâm peygamberinin
gönderiliş gayesi de güzel ahlakı tamamlamak içindir.
İnsan-ahlak ilişkisinde ihsan, “yapılan her şeyi güzel yapmak” anlamındadır. Buna göre ihsan, kişinin yaratıcısına karşı hissedip hayatını
yansıttığı içten bağlılık ve derin saygı, içsel inancı hayata yansıtan ahlaki davranışlar bütünüdür. Bu da Allah’ın her an var olduğunun, kuluyla
hemhal ve beraber olduğunun, kişinin yaratıcısına rağmen davranışta
bulunma lüksünü kendisinde bulmadığının bir ifadesidir.32
İslâm’ın iki asli kaynağı olan Kur’an ve sünnette ihsan, insanın en
güzel, en sevimli birer niteliği olarak takdim edilmiştir. Kur’an ihsanı, iyi
ve övgüye değer her şeyle ilişkilendirerek ona sahip olan ihsan sahiplerini
hep övmüştür. İslâm Peygamber’i de ihsanı, bilindik terminolojik anlamın
ötesinde “Allah’a adeta onu görüyormuş gibi kullukta bulunmak” şeklinde
tanımlamıştır. Hz. Peygamber’in ihsana getirmiş olduğu tanım, derin bir
iç yaşantının dışa yansıyışı ve dinî hayatın tekamülünü ifade eden bir
kavram olmuştur. Din kültüründe ihsan ise hem teorik ve pratik hem
de psikolojik ve duygusal niteliklerin eylem ve davranışla uyumlu hale
getirilmesi durumudur.
İhsan, bir iç güzellik ve manevi zenginlik hasleti olarak insani mükemmelliği ifade eden dinî bir kavramdır. Bu bakımdan ihsan, pratik hayatta
29
30
31
32
Enbiya Yıldırım, “Hz. Peygamber Örnekliğinde İnanç-Ahlak Bütünlüğü”, Hz. Muhammed ve
Evrensel Mesajı Sempozyumu, (Ankara: İslami İlimler Dergisi Yayınları, 2007), 102.
Koç, İslam Estetiği, 7.
İsfehanî, el-Müfredât, “adl”.
Koç, İslam Estetiği, 7.
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ OLARAK İHSÂN
389
Allah’ı yokmuş gibi her türlü hezeyanı öteleyen, her daim hayata aktif ve
aktüel müdahil olduğu bilincini aşılayan, kuluna ise her zaman hazır ve
nazır olmakla yalnız ve kimsesiz olmadığı bilincini pekiştirir. Bu yönüyle ihsan, dinî inancın en üst derecesini oluşturur. İhsan, bir yönüyle de
yaşantı ile yaratılışın uyumunu ifade eder. Nitekim din terminolojisinde
iç güzelliğe ‘hulk’, dış güzelliğe ise ‘halk’ denilmiş, ikisinin pratik hayata
yansıyış boyutuna ise ‘ahlak’/ihsan denilmiştir.33
Peygamberin ihsan tanımından anlaşılan o ki din, doğru işler yapmakla beraber doğru düşünmek, doğru davranmak ve de eylemi gerektiren
doğru bir niyete sahip olmaktır. Zira eylemin doğruluğu olan İslâm ya
teslimiyeti doğru düşünce ve doğru anlayış olan iman ya da emin olmak,
emin kılmak bir de yaptığını güzel yapmak ya da teslimiyetini iyi temsil
etmek olan ihsandır. Bu yönüyle ihsan, teslimiyetin temsiliyetle tescillenmesidir. Dolaylı bir ifadeyle ihsan, İslâm ve imanın hayata yansıyan
estetik bir sergisidir.
Peygamberin ‘ihsan’ tanımı, daha çok ihsanın batini boyutu ve psikolojik etkinliğiyle alakalı bir kavrayıştır. Allah’ı görüyormuşçasına yaşama
bilinci olan ihsan, bireyden gönüllü, iradi ve kendini vermeye dayanan bir
kulluk tezahürü olarak ön plana çıkmaktadır. İhsan bu boyutuyla tevhidin
fiiliyata dönüşmüş yansımasıdır.
Peygamberin tanımından anlaşılan bir diğer husus da ihsan, dinîn
mütemmimi olan hasletlerden bir tanesidir. Daha doğrusu ihsan, iman
ve İslâm’ın ideal seviyede yaşanmasının yegâne yolu olup bu kavramın
hem Allah hem de kullar için bir anlam dünyası bulunmaktadır. Allah için
kullanıldığında ihsan, O’nun bütün mahlûkata ikramda bulunması, rızık
vermesi, dünya hayatında kâfir yahut mümin, insan yahut hayvan ayrımı
yapmadan rahmetiyle muamele etmesi gibi anlamlara gelmektedir. Kullara
bakan yönüyle ise ihsanın dört mertebesinden bahsedebiliriz.
Birincisi kişinin kendisine karşı ihsan. Bu türden ihsanda hem yaratılış hem donanım hem de yetenek bakımından kişinin kendisini bilmeden
ve tanımadan Yüce Allah’ı bilmesi ve mutlak doğruya ulaşması mümkün
değildir. Nitekim bu hakikati ifade etmek üzere “Nefsini bilen rabbini de
33
Bu anlamdaki ihsanın en çok ilişkili olduğu dinî terim hiç kuşkusuz takvadır. Takva insanın
yaratıcısına olan saygısından dolayı onun hoşnut olmadığı her türlü davranıştan kendini
alıkoymasıdır. Takva-ihsan arasından örülen bu türden bir münasebet Kur’an’ın bir çok ayetinde hayat bulmuştur. Takva-ihsan arasındaki ilişki için bknz. Nisa 4/28; Nahl 6/128; Hac
22/37; Zâriyât 51/15-16; En’am 6/83-84; Saffat 37/80.
390
İSLAM VE YORUM VII
bilir.” sözü bir kelâm-ı kibar olarak söylenegelmiştir. Kendinî bilip tanımanın en önemli yolu da kişinin kendisine karşı ihsan üzere olmasıdır.
İnsanın yaratılış gayesini bilmesi ve yaptıklarının hesabını vereceğinin
bilincinde olması, kendisine karşı en büyük ihsanıdır. Yani kişinin üzerine
doğduğu fıtratıyla barışık yaşama halidir.
İkincisi Allah’a karşı ihsan. Peygamberin ihsana getirdiği tanım üzere
ihsanın en temel anlamlarından biri, Allah’ı görüyormuşçasına yaşamaktır.
Nitekim “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı
görmektedir.” (Hadid, 57/4.) ayeti de aynı gerçeğe işaret etmektedir. Bu
yönüyle ihsan, kulluk bilincinin zirvesidir. Zira alıp verdiği her bir nefeste
Allah’ı görüyormuş gibi davranan, attığı her bir adımda Rabbin huzurunda olduğunun bilincinde olan bir Müslüman’dan hem kendisine hem de
başkalarına zarar verecek bir iş sadır olmayacaktır.
Üçüncüsü insanın hemcinslerine karşı ihsanı. İnsanlar arası ihsan,
karşılıksız iyilik yapmak, güzel davranışlar ortaya koymak gibi anlamlara
da gelmektedir. Kişinin kendisi için sevip istediği şeyi Müslüman kardeşi
için istemesi de ihsandır. Bu doğrultuda; insanlara iyilik ve ikramda bulunmak, dertlere derman, gönüllere şifa, yolunu kaybedenlere kılavuz
olmak; kısaca insanlığın hayrına olacak her türlü güzel davranış ihsandır.
Dördüncüsü canlı cansız bütün varlığa karşı ihsan. Canlı cansız bütün varlığa karşı güzel muamelede bulunmak da ihsandır. Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in savaşta bile düşmana işkence yapılmamasını, hayvan kurban
edilirken eziyet verilmemesi gerektiğine dair beyanı ihsanın ne kadar
geniş bir anlam alanına sahip olduğunun kanıtıdır.34 Hakeza İslâm’ın üzerinde titizlikle durduğu adaletle muameleyi, emaneti ehline teslim etmeyi,
liyakati öncelemeyi vb. etik ilkeleri ihsanla ilişkilendirmesi ihsanın dinin
ahlakiliği için olmazsa olmazlığının ifadesidir.
Kısacası ihsan, Allah’ın gördüğünü bilerek her işi en iyi ve en güzel
şekilde yerine getirmek ve her şeyin hakkını vererek yapmaktır. Bir başka
açıdan Allah yokmuş gibi kendinde davranma lüksü bulmamaktır. Zira
her türlü ihsansız bilinç, insanda her türlü ahlakî gereksiniminin yok
olmasına neden olur. Bu nedenle ihsan bilincine sahip olana düşen ister
bireysel ilişkilerinde ister toplumsal münasebetlerinde olsun her an Allah
onu gözetiyormuş bilinç ve şuuruyla hareket etmesidir.
34
Mustafa Çağrıcı, “İhsan”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2000), 21/545.
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ OLARAK İHSÂN
391
SONUÇ
İslâmî kavram atlasında hem Allah’a hem de beşere yönelik kullanımıyla çift boyutlu anlam katmanına sahip olan temel ahlaki kavramlardan
biri ve de en önemlisi ihsandır. Allah’a dönük boyutuyla kuldaki bağlılık,
teslimiyet ve takva içerikli saygıyı ifade ederken beşere dönük yönüyle
de ahlaki erdemliliğin garantörü konumundadır. İhsan geniş anlam konseptiyle bir yandan ontolojik diğer yandan epistemolojik bir muhtevaya sahiptir. Ayrıca beşerin duygu-eylem; inanç-fiil birlikteliğine yönelik
boyutuyla da aksiyolojik ve ahlâkî bir etkiye sahiptir. Dikey boyutuyla
Tanrı-insan; yatay etkisiyle de insan-insan; insan alem münasebetini şekillendirmektedir. Maddi boyutuyla eyleme güzellik ve estetik bir katkı
sunarken manevi boyutuyla da yapılan eyleme dinî bir anlam katmaktadır.
Bu yönüyle inananı hem bilgi hem inanç hem de eylem açısından manevi
bir atmosferde tutar.
İhsan, beşerî ilişkilerde iyi ve güzel olanı temel referans yaparken,
dinî anlamda da insanı fıtratıyla barışık, her an yaratıcısıyla hemhal bir
pozisyonda tutmaktadır. Bu yönüyle ihsan fizik ve metafiziği aynı atmosferde buluşturan, beşer hayatında dinî ve dünyevî olanı aynı platformda
birleştiren bir etkiye sahiptir. İnsanı hemcinslerine ve diğer alemlerin
üyelerine karşı hoşgörülü yapmakla ahlaki erdemliliği yaratıcısına karşı
murakabe halini yaşatmakla da takva bilincini diri tutmaktadır. Bu yönüyle ihsan, Allah’ın insan özüne yerleştirmiş olduğu içsel potansiyeli
aktif ve aktüel hale getiren manevi bir güce sahiptir.
Beşerî ölçekte suça meyilli iç güdünün fiiliyata geçirilişini kolaylaştıran en önemli hususların başında yasa boşluğu, denetim mekanizmasının
eksikliği ve cezanın caydırıcı olmayışı gelmektedir. Suç oranın azlığı çoğunlukla bu üç hususun tekamülü ve üç erkin birbiriyle olan koordinasyonuna bağlıdır. Din hukukunda ise yasama, yürütme ve yargı erklerinin
tek otoritesi Allah’tır. Allah’ın her an kuluna hazır ve nazır oluşu, hem suça
teşebbüsü önleyen bir engel hem de kişinin kontrol mekanizmasını sağlayan önemli bir etkendir. Beşerî ideolojiler bu türden kontrol altında tutmaları suç-ceza mantalitesiyle ele alırken din, insana şah damarından da
yakın olan Rakîb bir yaratıcının murakabesiyle zapt u rapt altına almıştır.
392
Kaynakça
İSLAM VE YORUM VII
Abdulbâkī, Muhammed Fuâd b. el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâẓi’l-Ḳur’âni’lKerîm. Beyrut: Dâru’l-amarife, 2009.
Bolay, Süleyman. Felsefi Doktrinler Sözlüğü. İstanbul: Akçağ Yayınları,
2004.
Cürcânî, Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Alî es-Seyyid eş-Şerîf el-. etTa’rifât. Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2003.
Çağrıcı, Mustafa. “İhsan”. DİA İslam Ansiklopedisi. 21/544-546. İstanbul:
TDV Yayınları, 2000.
Çapcıoğlu, İhsan-Akın, Mehmet. “Bireysel ve Toplumsal Boyutlarıyla İslam’da ‘İhsan’ Erdemi”. International Journal of Cultural and Social
Studies 2/4 (2018), 640-651.
Efendi, Kınalızâde Ali. Ahlâk-ı Alâî. İstanbul: Matbaatu’l-Bulak, 1248.
Efendi, Mustafa Rasim. Istılâhât-ı insân-ı kâmil İstanbul: İnsan Yayınları,
2013.
Fîrûzâbâdî, Ebü’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya‘kūb b. Muhammed
el-. Beşâ’iru zevi’t-temyiz fî letâifi’l-Kitabi’l-Aziz. Beyrut: el-Mektebetü’l-İlmiyye, ts.
Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed
el-. İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn’in. çev. A. Serdaroğlu. 4 İstanbul: Bedir yayınları, 1979.
Güler, İlhami. “man ve İnkârın Ahlakî ve Bilişsel (Kognitif) Temelleri”.
İslamiyât 1/1 (1998), 3-18.
Gümüşhânevî, Ahmed Ziyâüddîn. Câmiu’l-usûl fî evliyâi ve envâihim ve
evsâfihim. Kahire: Matbaatü’lCemaliyye, 1910.
Gündüzöz, Güldane. “Tasavvufta İhsan Teriminin Kavram Ağı Üzerine Analitik Bir Değerlendirme”. İlahiyat Tetkikleri ergisi 2/56 (2021), 71-93.
İbn Münzir, Ebu’l-Fazl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem. Lisânü’l-Arab. Beyrut: Daru’l-Fikr, ts.
İsfehanî, Ebü’l-Kāsım Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal er-Râgıb el-.
el-Müfredât fi garibi’l-Kur’an. thk. Muhammed Halil Aytanî. Beyrut:
Daru’l-Marife, 2005.
BİREYSEL AHLAKİLİĞİN BİR ÖLÇÜTÜ OLARAK İHSÂN
393
Izutsu, Toshihiko. İslam Düşüncesinde İman Kavramı. çev. Selahattin Ayaz.
İstanbul: Pınar Yayınları, 2012.
Izutsu, Toshihiko. Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar. çev. Selahattin Ayaz.
İstanbul: Pınar Yayınları, 2018.
Izutsu, Toshihiko. Kur’an’da Allah-İnsan. çev. Süleyman Ateş. İstanbul:
Yeni Ufuklar Neşriyat, ts.
Kasapoğlu, Abdurrahman. “Kur’ân’ı Anlamada Semantik Yöntem”. Hikmet
Yurdu 6/6 (2007), 98-115.
Koç, Turan. İslam Estetiği. İstanbul: İSAM Yayınları, 2009.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-.
Kitâbu’t-Tevhîd. thk. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruci. Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, 2003.
Öz, Ruhullah. “Dindar Şahsiyeti İnşa Eden Üç Kavram: İslâm, İman ve
İhsan”. Harran İlahiyat Dergisi 1/45 (2021), 36-56.
Özcan, Hanifi. “Maturidiye Göre İman-İslam-İhsan ve Küfür İlişkisi”. Diyanet İlmi Dergi 29/3 (1993), 85-100.
Özdaş, Talip. “Kur’ân’da Ahlakî Değerler”. IX. Kur’ân Sempozyumu. 72-89.
Ankara: Fecr Yayınları, 2007.
Şekeroğlu, Sami. Mâtürîdî’de Ahlak/Felsefi Bir Betimleme. Ankara: Ankara
Okulu Yayınları, 2010.
Tümer, Güney. “Din”. DİA İslam Ansiklopedisi. 9/312-320. İstanbul: TDV
Yayınları, 1994.
Yaran, Cafer Sadık. Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları, 2010.
Yıldırım, Enbiya. “Hz. Peygamber Örnekliğinde İnanç-Ahlak Bütünlüğü”.
Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu. Ankara: İslami İlimler Dergisi Yayınları, 2007.
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ
ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE DEĞERLENDIRME
PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
Sevda AKTULGA GÜRBÜZ
YYÜ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Dr. Öğr. Üyesi
https://orcid.org/00 00000314504632
sevdagurbuz@yyu.edu.tr
Giriş
İslâm kültür ve medeniyet havzasında ortaya çıkan önemli oluşumdan biri olan tasavvuf, ahlâkî olgunluk sağlayan, insanın iç boyutunu ele
alarak dinî tecrübesini zenginleştiren bir yaşam, düşünce ve yorum şeklidir. İslâm dinini âlemşümul bir din haline gelmesinde önemli rolleri
olan mutasavvıfların geçen yüzyıla kadar insanlara tekkeler ve dergâhlar
kanalıyla ulaştıkları bilinmektedir. Sadece dinî değil kültürel ve sosyal
hayatta da derin bir nüfusa sahip olan tasavvuf, zengin bir literatüre sahip
olmasının yanında halk arasında dinamik bir yapı olagelmiştir. Halkın
avâm tabakasından üst düzey yönetici ve sultanlara varıncaya kadar her
kesiminin mânevî feyz aldığı rehberlerden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (v.
672/1273) ve Yûnus Emre (v. 720/1320), yaşadıkları yüzyıldan günümüze kadar zâhir-batın vukûfiyetleri yanında derûnî tecrübeleri, örnek
yaşantıları, eserleri ve etkileriyle insanların gönül ve ruhsal yaşamlarında
birer rehber olmuşlardır.
Anadolu tasavvuf irfanının temsilcilerinden olan Mevlânâ ve Yûnus
Emre Türk milletinin sevgi ve hoşgörüye dayalı din anlayışlarını etkileyen
kültür tarihi ve mirasımızın önemli parçalarıdır. İnsana dair söylemlerinden hareketle günümüzde pek çok anlayış onları İslâm hümanisti olarak
zikretmektedir.
Sözlük anlamı ‘insancılık’, ‘insanları sevme ülküsü’ olan hümanizm,
XV. yy’a gelindiğinde Arapçadan Latince’ye yapılan çevirilerle başlayan
Rönesans döneminin en belirgin özelliğidir. Rönesans düşüncesinin üze-
396
İSLAM VE YORUM VII
rinde durduğu en büyük problem “insan”dır. İnsanı bulmak için sorular
soran ve onun dünyevî sınırsız isteklerini gerçekleştirmek adına cevaplar
bulmaya çalışan vahiy dışı çalışmalara Rönesans sonrasında hümanizm
denilmiştir. Hümanizm geniş anlamıyla modern insanın hayat anlayışını
ve duygusunu dile getiren bir akımdır. İlk olarak İtalya devletinde gelişen bu akım, felsefenin teoloji ve Hırıstiyanlık öğretileriyle birlikteliğine
karşı çıkarak bireyin kabiliyetlerini geliştirmenin ve düşüncesinin içeriğini “orta çağ” sınıfından sınırlandırması adına görüşler kazanmaya
zorlamıştır ve böylece insanı “bir kişi” olarak yetiştirmeyi amaçlamıştır.
Hümanizm, insanın her şeyin ölçüsü yapılarak hayatın bu cihette anlamlandırılması amacına dayansa da bu akımın kulun Allah’tan koparılarak
yapay, gerekçesiz ve dayanıksız Tanrıtanımazlığa (ateizm) yönlendirildiği
görülmektedir. Özü itibarıyla dünyevî olan bu akım, insanın semâvattan
bağımsızlığını ve dünya üzerinde vahiyden, Tanrı’nın emirlerinden azade
olmayı savunur. İlahiyat dogmasının yerine ahlakın, dinsel ritüellerin
yerine içsel dindarlığın ikame edildiği yeni bir toplum yaratma programıdır. Dolayısıyla genel olarak hümanizm, modern dönemin insanının
yeni hayat anlayışını, duygusunu ve hayata tepkisini dile getiren akımdır.35
Mevlânâ ve Yûnus Emre Türk-İslâm tasavvuf dünyasının en çok tanınan ve müessirli olan sûfîlerin başında gelmektedir. Günümüzün küreselleştiği için evrensel değerlerin iyiyden iyiye silikleştiği göz önünde
bulundurulduğunda yaşadıkları çağı aşarak mesajlarını dünyanın dört
bir tarafına ulaştırabilme bahtiyarlığına erişerek insanlığın ortak mirası
olmuş şahsiyetlerin değeri daha da önem kazanmaktadır. Bu şahsiyetlerden Mevlânâ Muhammed Celâleddîn 13. yy; Yûnus Emre XIII. yy’ın sonu
ile XIV. yy’ın ilk dönemleri içerisinde yaşamış şair sûfîlerdir. Sanatkârane
anlayışın ürünü olan eserleri; sûfî meşreplerinin, ilâhî aşk merkezli düşüncelerinin ve cezbelerinin ifadesidir. Tasavvuf anlayışının en belirgin
hususiyetlerinden biri olan Melâmet anlayışından kaynaklanan aşk ve
cezbeye dayalı sülûk anlayışına sahip Mevlânâ ile Melâmetî-Kalenderî
meşrebe sahip Yûnus Emre, ortaya çıktıkları dönemden itibaren çeşitli
araştırmalara konu olmuşlardır. Moderizm ve Batılılaşma hareketlerinin
başladığı Tanzimat Döneminden bu yana bu iki sûfînin çeşitli yaklaşımlarla ele alındığı görülmektedir. Anadolu sûfî kültürünün önemli temsilcilerinden olan iki Mutasavvıfın yaşadıkları dönemin din ve düşünce
35
Müslim, Sayd, 56.
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
397
yapısından etkilendikleri bilinmektedir. Ancak özellikle Cumhuriyet döneminden itibaren çeşitli kültürel ve ideolojilere sahip araştırmacıların
çoğunluğu Mevlânâ ve Yûnus Emre’yi kendi anlayışlarına zemin oluşturabilecek şekilde değerlendirmişlerdir.36 Bu değerlendirmelerden bir
tanesi Cumhuriyet döneminde kurucu mekanizmaların öncülüğünde Türk
kültürüne kazandırılmak istenen ve 1940’lı yıllarda söyleme dönüşen hümanist(izm) eğilimdir. Hümanizm, daha çok kültürel ve edebi bir arayışla
insanı temel alan bir anlayış biçimidir. İnsan, evrende tek ve en yüksek
değerdir. Bireysel ve sosyal kâinatın merkezi olan insanın Allah’ın dikkate
alınmadan geliştirilmesi ve yüceltilmesi hümanizmin temel taşlarını oluşturur. Mevlânâ ya da Yûnus Emre gibi Allah sevgisiyle İslam medeniyetine
katkıları çok büyük olan sûfîler XX. yy.’da çeşitli kalıplara sokulmuştur.
Nitekim bu düşüncelerin bir kısmı şu şekildedir:
“Yûnus Emre ve Mevlânâ, insancıl bir sevgi ile coşkunun adamlarıdır. Tanrı’yı insanlaştırmak bir yana insanı tanrılaştırmaya götürecek
kadar bütün vaziyet ve hallerden geçmişlerdir. Onlar Anadoluludur ve
Anadolu’nun coşkunluğudur. Bu topraklarda var olmuş ve olan herkesin
yani Müslüman, Hırıstiyan, Pagan ve inançsız bütün insanların sözcüleridir. Bütün dindarlıkları ve Müslüman algıları ile görünüşlerine rağmen
hiçbir dinî düşüncenin adamları değil, tersine bütün dinlerin-inançların
ötesinde, camii ile kiliselerin dışında, kitabı ve kıblesi olmayan, tapınmasız inancın adamlarıdır. Bunlar sevgi adamlarıdır. Sevgi kuralının öznesi
insandır ve en anlamlısıdır.”37
Bu ateist eğilimli hümanist yaklaşımlar, özellikle 1970 ve 1980’li
yıllardan beri süregelmektedir. Eserlerinde insanın sevgisinin bütün
benliği kaplayan ilâhî sevgiden bağımsız olduğunu düşünmek gerçekle
örtüşmemektedir. Bu sûfîler için insanı aramak, Allah’ı aramayı gerektirir. İnsân-ı Kâmil’i bulmanın Allah’ı bulmak olduğunu vurgularlar. Zira
Hakk’a gönül vermeyenin halka yoldaş olamayacağı, insana hizmet edemeyeceğini bu sûfîlerin beyitlerinde görmek mümkündür.38 Dolayısıyla bu
36
37
38
Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sûfîliğine Bakışlar (İstanbul: İletişim Yayınları,2016), 121.
Sabahattin Eyüboğlu, Yûnus Emre’ye Selâm (İstanbul: Çan Yayınları, 1973), 5-49.
Bkz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir, trc. Abdulbaki Gölpınarlı (Ankara, 1992), 2/326, 3/213, 7/
600; Mevlânâ, Rubailer, trc. Nuri Gençosman (İstanbul, 1986), r. 1192, 1272, 1382; Mevlânâ,
Mesnevî, trc. Veled İzbudak (İstanbul: MEB Yayınları, 1991), 1/75, 4/119 b. 3138, 2/98 b.
1170; Yûnus Emre, Risâletü’n-Nushiyye, haz. ErdoğanBoz ( Ankara: Gazi Yayınları, 2012),26,
70, 116; Mustafa Tatçı, Yûnus Emre Külliyatı-Yûnus Emre Dîvânı İnceleme (İstanbul: MEB
Yayınları, 1997), 35, 39, 163,326.
398
İSLAM VE YORUM VII
mutasavvıfların içerisindeki insan sevgisi ile insana değer verme ölçüsü
üst düzeyde olsa da felsefi anlamda hümanizme dair söylemler şeklinde
değerlendirilmemelidir. Bu kavramın ifade şekli, yani İslâm’ı ve Müslümanı hümanizm kavramıyla bütünleştirmek, kavram kargaşası yarattığı gibi doku uyuşmazlığına sebep olabilir. Günümüz Türkiye’sinde eğer
hümanizm felsefi anlamının dışında halk arasında kullanılan hoşgörü ve
tolerans anlamında kullanılırsa o zaman Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin bu
iki kavram dâhilinde hümanist oldukları söylenebilir. Onların gözünde
insan, dini ve cinsi ne olursa olsun Yaradan’ın yarattıkları olduğu için
değerlidir. Kaynağını Allah aşkından aldığı için insanı sevmişler ve insandaki “benlik” uygusunu kırmak için de çaba sarf etmişlerdir. Benlik
duygusunun had safhada olduğu hümanizme karşı İslam’ın hor gördüğü
kibir, kendini üstün görme, kıskançlık gibi hasletleri yermişlerdir. İnsan
aklını her şeyin merkezi(ölçüsü) gören hümanizme karşı Allah’ın mutlak
bilgi ve her şeyin sahibi olduğunu vurgulayan Mevlânâ ve Yûnus Emre,
Müslümanın insanlığı kucaklayarak mesajlar verilebileceğini gösteren iki
düşünürdür. Bu çalışmanın amacı, gücünü Allah aşkından alan sûfi düşünürlerden olan Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin Müslüman halkın gönlünde
taht kurmalarının felsefi hümanizmle açıklanamayacağını vurgulamak
ve özellikle Cumhuriyet döneminin Batılılaşma politikaları ve kültürel
kimlik arayışından hareketle hümanizmle ötekileştirilen bu sûfîler üzerine
yapılan değerlendirmeleri aktarmak olacaktır. Yaşadıkları çağın ötesinde
mesajları ile insanlığın müşterek malı olan bu sûfîleri her çağın kendine
özgü düşünce yapılarına göre uyarlamak değil dinî ve tasavvufî düşünce
ile anlayışlarının oluşmasını sağlayan kendi sosyal, siyasi ve ekonomik
çevrelerine göre değerlendirmek daha yerinde olacaktır.
1.Klasik Hümanist Söylem: İnsanlık Dini
İnsanın, her türlü dış formdan ve gelenekten –yani ortadaki tarihi
dinlerden- bağımsız bırakılması ile doğasında yerleşik olan dinin hümanizm ile örtülmeye çalışılması, “akıl dini”ni ortaya çıkarmıştır. Kökleri
Antik Çağ Stoa Felsefesinde bulunan bu anlayışa göre din, vahyin değil
aklın ürünüdür. İnsan da akıllı bir varlık olduğuna göre dinler ancak onun
için rölatif olabilir. Hatta dine de ihtiyaç yoktur. “Doğal din” de denilen bu
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
399
yapı, insana özgü bir yaşam biçimini getirdiği gibi yeni din anlayışının ve
özgür bir hayat duygusunun biçim kazandırılmasıdır.39
Din-akıl mücadelesinde Tom Paine’nin “Yahudi inancına, Hırıstiyan,
Yunan ya da Roma kiliselerinin öne sürdüğü âmentüye inanmıyorum. Benim âmentüm aklımdır” sözüyle vahyin güvenilirliğinin yerine aklı rehber
edinmesi, aklın ilahiyat konularına sokulduğunu göstermektedir.40 Bu
anlayışla hümanizm, mevcut dinler bağlamında değil beşeri tecrübenin
ön plana çıktığı, tutkulu bir bağlılığın dine evrilmeye çalışıldığı bir eğilimdir. Hümanizmin kendisini adayacağı, bağlayacağı değişmeyen inancı
olmadığı için kendisi bir din değil felsefi yaşam tarzının yansımasıdır.41
Geleceğin dininin katıksız hümanizm olacağını belirten Türk aydını Cemil Meriç, insanın kutsallaştırılmasını, aklın kılavuzluğundan öte
bir görüş edilmemesini “imanını kaybeden neslin kaçışı” şeklinde eleştirmiştir. Ona göre devrin Türk aydınları tarafından bukalemun kılıfına
büründülerek kılıftan kılıfa sokulan hümanizm; içerisine Ahmed Yesevi,
Mevlânâ ve Yûnus Emre’in dahil edildiği sözünü dinletmek isteyen bir
kaftana dönüştürülmüştür. Böylece hümanizm bir aydın putu olarak literatürümüze girmiştir. Meriç’e göre eğer hümanizmi insana değer noktasından değerlendireceksek o zaman İslâm tek ve gerçek hümanizmdir.
Ancak bu insan Allah’a kulluk ettiğinin bilincinde olan ve nefsine hâkim
olmayı becerebilen eşref-i mahlukata doğru yol alabilendir. Eğer hümanizm, insanın ruhunu metafizikten koparma amacını taşıyorsa o zaman
makineleşmekten öteye gitmeyen zavallı nesiller irca eder.42
Meriç’in eleştirdiği aydın tipinin benimsediği anlayış hümanizmi
din ve maneviyatın ilhamından kurtararak aklın devreye girmesini sağlamaktır. İnançtan ziyade seküler bir sistem yaratma çabası, varlığı dinle
kopardığı için olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Türkiye’de Modern Batı
Medeniyetine yönelim çabası bireyciliği getirmekle beraber insanın kemâl
39
Bernard Russell, Batı Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Melisa Yayıncılık, 2019),
3/234-235.
41
Hakan Gündoğdu, “Hümanizm Bir Din midir?”, Dinler Tarihi Araştırmaları II, (Ankara 2000),
ss. 99-125.
40
42
Joseph L. Blau, “The Age of Revolution and Reason The Origins Ethical Hümanism”, The Humanısm, 36(2), (1976), 26-27.
Cemil Meriç, Hisar Dergisi, Ocak 1980, www. Fikriyat.com (Erişim: 14.05.2023).
400
İSLAM VE YORUM VII
alanını sınırlamaktadır. Eğer kemâlin farkında olunursa kâinat insan vasıtasıyla tefsir edilebilir.43
Nakîb el-Attâs, insanın uygarlık arayışı içerisinde ruhunun evrimi
dine doğru bir gelişim düzlemindeyken Batı uygarlığının çılgınca bir
dünya ve dinsiz bir hayat arzusuyla yanıp tutaşarak yeni iç sıkıntılarını
dünyaya boca ettiğini belirtir. Bu uygar insan da şüpheyi ilâh kabul ettiği
için bulduğu, doğru dahi olsa bu durum onu tatmin edememektedir. Bardağına şüphe tuzunu doldurdukça suyun sade ve tatsız olduğu hissine
kapılması gibi şüphelere doymaz hale gelmiştir. Mutlak değerlerin inkâr
edilip yerine izâfî değerler ikâme edilmesiyle insan ilâhlaştırılırken Tanrı
insanlaştırılmıştır. Bu yeni dinde insan hiçbir zaman mutlu değildir. Ancak içindeki hakikî bilgi tecrübesinin farkına vardıkça yaradılış gayesinin
farkına varacaktır.44
Guénon’a göre hümanizm artık bireyi “aşkın”dan uzaklaştırarak evrene tahakküm ettiren putperest dinin adıdır. Zira insan anlam arayışından
soyutlanarak evrene tahakküm ettirilmiş ve ilkesizliğe sürüklenmiştir.
Metafizik alandan uzaklaşan varlık, tevhitten kesrete, soyuttan somuta
kutsaldan profana doğru bir görünüme evrilerek sapmaya yol açmıştır
ve bu sapma birey ve toplumu yıkmaya doğru seyrine devam etmiştir.45
Ali Şeriati, hümanizmin tanrılarla savaşı esas aldığını, insanın ise
tanrının dayatmacı ve baskıcı hegemonyasını kırarak her şeyin merkezine kendisini konumlandırmasından yola çıkarak kendine tapan bir din
oluşturma çabasına dikkat çekmektedir. Ona göre bu çaba boşunadır. Zira
insanın iyice tanınıp analiz edildikten sonra özünde var olan Tanrı inancına dönerek kendine en uygun mistik dini seçebildiğini ve kendisinin
acizliğinin o zaman farkına varabildiğini belirtir. Her ne kadar XVII. ve
XVIII. yy. insanı dinden uzaklaştırıp ona farklı bir konum aradığı yüzyıllar
olsa da insan her zaman hakiki bir din arayışında olmuştur. Zira insanoğlu,
bir müddet dinsizliği salık veren hümanizm dinine kapılmış ancak bu
43
Emel Esin, ‘Yeni bir Hümanizm Görüşü” Türk Yurdu (Sayı 104), (Ağustos 1964), 10.
45
René Guénon, Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri, çev. Mahmut Kanık (İstanbul: İz
Yayıncılık, 2004), 248-249.
44
M.Nakîb el-Attâs, İslâm, Sekülarizm ve Geleceğin Felsefesi, çev. M.Erol Kılıç (İstanbul: İnsan
Yayınları, 2019), 156-157.
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
401
düşüncenin zirvesinde her şeyin merkezinde Allah olduğu düşüncesine
ulaşarak gaybı içerisinde daha çok hisseder hâle gelmiştir.46
Tanrı’nın yüceltilmesi, yaratması, kurtarması ve korumasını reddeden hümanist söylemin insanın özünü ihmal ettiği görülmektedir. Bunun
sebebi bireysel ve sosyal kâinatın merkezi olan insanın özünde yer alan
Allah’ın dikkate alınmayarak insanın kutsallaştırılmasıdır. İnsanı aramak
Allah’ı aramayı gerektirmektedir. İslâm tasavvufunda insan-ı kâmil, Allah’ı bulmakla ulaşılan mertebedir. Hakk’a gönül vermeyenin halka yoldaş
olamayacağı, dolayısıyla insana hizmet edemeyeceği düşünülür. Bütünü
çiğneyenin ondan zuhur eden parçayı da çiğnemesi mümkündür.
2.Mevlânâ ve Yûnus Emre Perspektifinden İnsan
Anadolu’nun ruhunun uyanış çağında, ona istikamet vermeleri, hikmetin ışıklarını göstermeleri bakımından Mevlânâ ve Yûnus Emre eserlerinde “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisinde buyrulduğu gibi insanın
kendisini tanımasının önemini vurgulamışlardır. “Âlem-i Sağır” olan insan,
mânevî tekâmülünü gerçekleştirebilecek sorumluluk sahibi ideal kişidir.
Türk-İslâm yurdu olan Anadolu’nun mânevî coğrafyasında yetişmiş
büyük mimardan Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin ilk ortak noktaları aynı çağda yaşamalarıdır. İkisinin de insan üzerinde benzer söylemleri; coğrafya,
dil ve din farkını gözetmeyen bir anlayışı kurma çabalarıdır. Yûnus Emre’nin Mevlânâ ile karşılaştığına hatta meclisine katıldığına ve sonuçta da
Yûnus’un Mevlânâ’nın tesirinde mana âlemine dalan bir mutasavvıf-şair
olduğu bilinmektedir.47
Mevlânâ’nın insan telakkisi, Allah-insan bütünlüğüne dayanmaktadır.
Allah’tan anâsıra (unsurlara) doğru bir inişin sonucu olan insanın bu
hali, düşmüş bir varlık olduğunu göstermektedir. İnsanın diğer varlıklar
arasında imtiyazlı durumunu belirleyen akıldır. İnsan aklın saltanatı ile
bezendiği için değerlidir. Ancak aklın fonksiyonu, aşkın hududunu bulana kadardır. Akıl, insanı aşka teslim ettikten sonra kaybolur zira aşk,
insanı Allah’la birleştirir. İnsan kâinatın varlığının hikmetidir, vücudunun
46
47
Ali Şeriati, Dinleri Tanımak, çev. Aldulhamit Özer (İstanbul: Kahraman Yayıncılık, 1999), s.
38-42.
Mevlânâ’nın Farisî şiirlerinden zevk duyduğu ve sohbetinde bulunduğu “Mevlânâ. sohbetinde saz ile işret oldı
Ârif ma’niye daldı çün bilediir ferişte.
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları,
1976), 339.
402
İSLAM VE YORUM VII
sebebidir. Bu meyanda insan hacim olarak küçük ancak hakikati açısından büyüktür.48 Yûnus Emre de insanın büyük âlem olmasını, Allah’ın
mümin kalbine sığmasına bağlamıştır. Zira yaratıcısına yaklaşan insan en
büyük nimetin sahibi olmuştur. Ona düşen görev özüne dönerek kendini
bulmaya çalışmasıdır.49
Mevlânâ ve Yûnus’a göre insanın aslî görevi Allah’a ulaşmaktır. Vahdet-i vücûd anlayışları gereği can gözünün açıldığı her insanın her şeyde
Allah’ı görmesini salık verirler. Allah’tan ayrı olmayan âlemde her şey
Allah’a doğru gitmektedir. Allah’a ulaşmayan insan kâmil olamaz. Bu
manada kâmil insan bulmak da zordur. Mevlânâ insanın arayışını iki
şekilde betimlemektedir. Aklın ışığındaki insan zavallı ve düşkün, hırslarının, iştahalarının esiri iken sadece bir hayvandır. Zira halleri ve huyları
hayvanınkine benzer. Ancak ikinci bir özelliği de vardır ki o her insanda
Allah’ı görerek büyük-küçük, Müslüman veya Mecûsî hiçkimseyi birbirinden ayırmamaktadır. Vahdet dükkanında Yûnus Emre de din, ırk, dil
ayrımı yapmadan yetmiş iki millete aynı gözle bakmıştır.50
Kâinatın en üstün varlığı olan insanın yüceltilmesi hususunda tasavvufun hümanizm ile zâhirî benzerliğinin olduğu bilinmektedir. Tasavvufî
anlayışta insan sorumlu olması, Kâlu Belâ’da Allah’ın çağrısına olumlu
karşılık vermesi hasebiyledir. Bundan dolayı da insan en şerefli varlıktır.
Eşref-i Mahlûkat olan insan, isim ve sıfatlara mazhar olmakla onurlandırılmıştır. İnsan bu hakikatinden dolayı Mevlânâ ve Yûnus açısından
yaradanın küçük numunelerdir.51
Mevlânâ ve Yûnus’a göre insanın kendisini tanıması, İslâm’ın şeriatına
uymasıyla mümkündür. Hakikate götüren şeriat yol gösterici mum gibidir.
Şeriat tasavvufî düşüncede sufînin tasavvuf yoluna girmesiyle başlayan
ve Allah’a giden manevî yoldaki ilerleyişini ve ahlâki tekâmülünü tavsif
için kullanılan seyr ü sülük denilen dört kademeli eğitim sürecinin ilk
basamağıdır. Mevlânâ için farzlara riayet ve sünnetlere bağlılık insanı
yüksek merhaleye ulaştırır.52 Yûnus da insan olma yolunda şeriatın inşa
48
49
50
51
52
“Sûrette sen küçük bir âlemsin ama hakikatte en büyük âlem sensin” Mevlânâ, Mesnevî, çev.
Veled Çelebi (İzbulak) (İstanbul: Meb Yayınları, 1990), 4/521.
Tatçı, Yûnus Emre Külliyatı-Yûnus Emre Dîvânı İnceleme, 339-340.
Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, haz. Burhan Toprak (İstanbul: Promat Basımevi, 2006),151.
Nurettin Topçu, İslâm ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf (İstanbul: Dergah Yayınları, 2018), 165167; Yûnus Emre, Yûnus Emre Divan, 98.
Mektuplar 161, Mesnevî, 6/43 (500-502)
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
403
süreci olduğuna dikkat çeker. Şeriatı Hz. Nuh (a.s.)’un kendisine inananlar
için yaptığı gemiye benzeten Yûnus, nefsin hilelerine ve sıkıntılarına karşı
şeriatın Nuh’un gemisi gibi sağlam olması gerektiğini belirtir. Ona göre
de şeriat mumdur ve etrafını aydınlatır.53
Görüldüğü üzere Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin insan anlayışları ile
İslâm’ın temel ilkeleri arasında sıkı sıkıya bağlılık bulunmaktadır. İnsanı
olduğu gibi kabul etmek yerine olması gereken ideal insanın Allah’a kul
olmasıyla sağlanabileceğini belirtmişlerdir. Bu açıdan bakılırsa müellifler
açısından insanın amacı ve değeri mutlak hakikat karşısında var oluşunu
sorgulamak ve ona var oluşunu hatırlatacak, anlamlandıracak yaşantı
üzere olmaktır. İslâm kültür ve medeniyeti açısından büyük öneme sahip
olan Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin insan ile ilgili düşünceleri Allah karşısındaki durumu resmetmektir. İnsanın hayatını dine tanzim etmesini
sağlamaktır. Çünkü insan varlık hiyerarşisinin en sonunda kendi aslına
yol alan bir yolcuysa “Ey insan! Muhakkak sen, Rabbine doğru (varan bir
yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın”54 âyetinde işaret edilen menzile
yürümek zorundadır.55
3. Cumhuriyet Türkiye’sinde Mevlânâ ve Yûnus Emre’ye
Bakış
1925 yılında tekkelerin kapatılması ve Atatürk ilke ve inkılaplarının
1961 anayasasıyla korunma altına alınmasıyla kimi kesimlerin açıkça
cephe aldığı tarikatlar, yeni bir dünya düzeninin kurulduğu XX. yy. Türkiye’sinde faaliyetlerini dernek ve vakıflar kanalıyla devam ettirmiştir.
1950’li yıllarla gelen çok partili dönem, dinî ve kültürel hayatın rahatlamasını sağlamıştır. Modern, laik, muasır Batılı devlet yapısına yönelik
kanunlar çıkarılırken din de Kemalizm düşüncesi gereği çağdaş bir olguya
dönüştürülmek istenmiştir. Yeni seküler sistem, dinî kurumlar gibi dinî
anlayışı etkilemekle birlikte insanların tasavvufa ilgileri gün geçtikçe
artmıştır.56
53
54
55
56
Musa Kaval, “Yûnus Emre ve Mevlânâ’nın Eserlerinde İnsan ve Tekâmülü”, Uşak Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi (2013) 6/2, 101-122, 111; Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, 75.
İnşikâk, 84/6.
Mevlânâ, Mesnevî, çev. ve düz. Veled İzbulak (İstanbul: MEB Yayınları, 1991), 6/2776-9;
Yûnus Emre, Yûnus Emre Divanı, 112.
Gellner Ernest, Postmodernizm, İslam ve Us (İstanbul: Ümit Yayıncılık,1994), 26
404
İSLAM VE YORUM VII
Tasavvufun gündemde olduğu bu dönemde tasavvufî eserler incelenip neşredilmesi hususu gelişme göstermiştir. İnsanların ufkunu açan,
gönlünü fetheden Mevlânâ ve Yûnus Emre dinî yönlerinin yanında şairlik
yönleri ile ter türlü kesimin fikirlerini ortaya koymalarında öncü şahsiyetler olmuşlardır. Laikliğin hâkimliğinde “Türk Müslümanlığı” tabirinde
Müslüman; Sinan uslûbu, Fuzûli inancı, Yûnus derinliği, Nedim zerâfeti
ve Mevlânâ muhabbetiyle tanzim edilmiştir.57
Cumhuriyet dönemi Türk kültürüne kazandırılmak istenen hümanizm, Yûnus Emre ve Mevlânâ ile ilgili yorumlarla kitlelere duyurulmuş
ve aydın ile bürokrat kesim arasında hızla yayılmıştır. İlâhî aşkın önemli
simaları olan müellifler, 1960 ve 1970’li yıllarda çağlarının mollaları ve
yobazlarına karşı savaş açan kahramanlara dönüştürülmüşlerdir. Özellikle
Yûnus; hiçbir dinin adamı değil, tersine bütün dinlerin ötesinde camilerin
dışında softaların, yobazların düpedüz karşısında kitapsız, tapınmasız,
kıblesiz, törensiz inancın adamı olarak sadece sevgi ve insan merkezlidir.
İnandığı değer dinin kutsiyeti değil insan ve dünya gerçeğidir.58
İnsanı ve onun hakikatlerini Kur’ân ilmine uygun anlatan, yaratılana yaradanın hikmeti nazariyesiyle bakan bu sûfîler, yaşadıkları dönem
itibarıyla Haçlı Savaşları, Moğol İstilaları, din ve mezhep kavgaları ile
örülü bir çevrede yetişmişlerdir. Bu dönemlerin üstesinden gelebilmek
ve halka umut olabilmek amacıyla sorunların çözümünü tasavvuftaki
“Birlik” anlayışında bulmaları; ilim, akıl, ve irfanlarını Hak için toplum
yararına kullanmalarından dolayıdır. Ancak Cumhuriyet Türkiye’sindeki
entelektüel çevrenin bu sûfîleri dinler üstü görmeleri, ateist hümanizme
uydurdukları hoşgörü ve tölerans kavramlarının amiyane kullanımı olarak görülmüştür.59 Tanrının taşıdığı korkutucu özellikler, insanın düşüncesinin karanlık çağlarına özgü özelliklerdir. Bu anlayış daha da ileri
giderek Yûnus ve Mevlânâ’nın Tanrıyı sorguya çekerek “ben de varım”
dedikten sonra Tanrı karşısında kendi kişiliğini ortaya çıkardıklarını dahi
dile getirmiştir. 60
57
58
59
60
Ramazan Yazçiçek, Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı (İstanbul: Ekin Yayınları, 2014),
109-110.
Eyüboğlu, Yûnus Emre’ye Selam, 21-29.
Mehmet Bayrakdar, Yûnus Emre ve Aşk Felsefesi (Ankara: Türkiye İş Bankası Kliltür Yayınları,
1991), 87.
İsmet Zeki Eyüboğlu, Tanrıya Kafa Tutanlar(İstanbul: Kaynak Yayınları, 1995), 22-23.
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
405
Laik Türkiye’de birtakım münekkitler, tasavvufî geleneğe ve fikirlere
karşı oldukları için mutasavvıflara karşı da bir tutum sergilemişlerdir. Ancak genellikle Mevlânâ ve Yûnus Emre bu tenkidlerin dışında tutulmuştur.
Çünkü onlara göre bu sûfîler hümanisttir, ozandır, demokrattır, sevgi pınarıdır, herkese kucak açandır hatta laiktirler. Nitekim Mevlana’nın yirmi
ikinci kuşaktan torunu Faruk Hemdem Çelebi, Mevlana’nın ‘Kim olursan
ol gel’ diyerek laiklik ilkesini ortaya koyduğunu belirterek Mevlevilik’te
ayrılmanın, gruplaşmanın ve kamplaşmanın olmadığını söylemiştir. Bir
diğer söylem de de Atatürk Milliyetçiliğini önde tutanların Yûnus Emre
için kullanmış oldukları “Yûnus Emre Kalkanı”nın devreye sokulmasıdır
ki bu anlayışta Yûnus Emre arı-duru Türkçesi, barışçı, birleştirici ve laik
mesajıyla Türk din anlayışına dayalı dünya görüşünün öncüsü sayılmıştır.61
Ahmet Yaşar Ocak, Cumhuriyet dönemi Türk kültürüne kazandırılmak istenen 1940’lı yılların hümanist eğiliminin tezahürünün günümüzde
belli aydın ve demokrat kesimlerince artarak sürmesini Türk kültüründe
İslâm’ın etkisini ve yerini dışarıda bırakma çabası olarak değerlendirmektedir. Bahsedilen sûfilerden Yûnus Emre’nin temeli, eskiçağ Anadolu’sunun putperest kültürüyle beslenen Türkiye milletlerinin ortak kültürüne
dayanmaktadır. Dolayısıyla hümanist anlayışın Yûnus Emre’si, insanca
bir sevginin, coşkunun ve dayanışmanın adamıdır. İnsanı tanrılaştırmanın yanında Tanrı’yı insanlaştırmaya kadar bütün hallerden geçmiştir. O,
Anadolu köylüsüdür. Bu topraklarda yaşamış bütün insanların; Müslüman,
Hırıstiyan, Hitit, Pagan bütün vatandaşların sözcüsüdür.62
Cumhuriyet döneminde insan kaynaklı bir ahlak anlayışı ile din arasında çatışmanın yaratılmasına yönelik ayrışmaların öne çıktığı görülmektedir. “Mustafa Kemal Türklerin efendisidir” sözünün sahibi, Batılılaşma
hareketinin öncülerinden Abdullah Cevdet (ö. 1932), Gazzâlî ve Mevlânâ’yı
karşılaştırarak Gazzâlî’yi doğmatik fıkıh âlimi, Mevlânâ’yı ise insancıl din
anlayışının öncüsü63 olarak niteleyerek Mevlânâ’ya tüm materyalist ve
pozitivist düşüncelerini içtenlikle söyletebilmiştir.
61
62
63
https://www.gazeteduvar.com.tr. Erişim Tarihi 31/O5/2013.
Ocak, Türk Sûfîliğine Bakışlar, 94-95.
Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ ve Gazâlî’de Ma’rifetullah, Rubâ’iyyât-ı Gazâlî, Orfî’de Şi’r
ve İrfân (İstanbul: Çizgi Kitabevi, 2014), 45.
406
İSLAM VE YORUM VII
4. Mevlânâ’yı ve Yûnus Emre’yi Hümanizm ile
Ötekileştirme
Mevlânâ ve Yûnus Emre, yeni dünya düzeni arayışında olanlar tarafından farklı taraflara çekilmeye çalışılmaktadır. Bunlar arasında; kişisel
gelişim guruları, neo-platoncu filozoflar ve insancıl-coşkulu hümanistler
bulunmaktadır. Hümanist eğilimi savunanlara göre Türkler hümanizm
kalıpları ile Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’nun entelektüel mayasıyla birleşmiştir. Türkler’in islâmı kabul etmesinden sonra hümanizm tasavvuf
geleneğinde varlığını sürdürmüştür. Mevlânâ’nın hümanist tasavvufu;
barışa, kardeşliğe, insanın önemine değinmekle hümanizmin en mükemmel örneğini sunarken Yûnus Emre’nin hümanizmi tamamıyla Anadolu
insanının içinde var olan entelektüel yaşamın dışa vurumudur. Yûnus
Emre İslâmın katı formüllerinin değil vicdan özgürlüğünün ve temel ahlaka dayalı bir anlayışın sentezidir.64
Modern zihinlerden bir kısmı, Kur’ân ve sünnet merkezli sûfîlerin
insanî ve musamuhakâr söylemleri ile davranışlarını “Dine önem vermeyen hümanist” şeklinde okumuş ve aklı her şeyin merkezine koyan şiirsel
pozitivizmin malzemesi yapmışlardır. Bu insanlar için gerici, tutucu ve
yıkıcı inaç, yerini ilerlemeye ve medeniyete dayalı bir Türk bilincine bırakmalıdır. Dine karşı yapılan tenkitlerde tasavvuf ifadeleri kullanılmış,
Yûnus Emre ile Mevlânâ da kalıplaşmış dinin karşısındaki kahramanlar
olarak taltif edilmişlerdir. Kurulan sûfî metafizikte sevgi, sadece insana
aittir ve insanlık evrensel sevgi ile bütünleşmelidir. Her şey insan için
olduğuna göre Mutlak Varlık inancına yer yoktur. Burada ufku kısırlaştırılan insan büyütülürken, eser ile Tanrılaştırma arasında çelişkiye ve
sıkıntıya düşülmüştür. Çünkü “Tanrı hümanizminin temsilcisi” olarak konumlandırılan Yûnus Emre ile Mevlânâ’nın insanı Tanrı’nın bir parçası ve
eseri olarak görmeleri, farklı anlamlara gelecek şekilde yorumlanmıştır.
Bunlardan en tehlikeli olanı insanın abartılı bir şekilde yüceltilmesidir.
Özellikle insana verilen sorumluluklarla beraber65 yaratma sıfatının
Tanrıya mı yoksa insana mı verildiği anlaşılamamaktadır.66 Dolayısıyla
“Orjinal Türk hümanistler”67 olarak niteledikleri bu iki düşünüre, dinin
64
65
66
67
Talât Sait Halman, “Turkısh Humanısm and The Poetry of Yûnus Emre” , Tarih Araştırmaları
Dergisi. 1968, 0(10): 231-240 231-232.
Sadi ırmak, “Yûnus’un Hümanizması ve Mevlana-Yûnus İlişkileri”, U.Y.E.S., Bildiriler,1970, 120.
Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri (İstanbul: Ayışığı,1997), 123.
Sadi ırmak, “Yûnus’un Hümanizması ve Mevlana-Yûnus İlişkileri,120.
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
407
üstünde bir insanlık bilinci kurmak ve saygı duyulması gereken yegâne
varlığın insan olduğunu anlatma sorumluluğu verilmiştir.
Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin hümanizm ile ötekileştirilmesi Allah-insan ilişkisinin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. İnsan tasavvufî düşüncede âlemin varlık maksadıdır. İnsan âlem içerisinde ayrıcalıklı
bir yerde olmakla beraber Allah’tan bir parça olmasıyla da sorumluluk
sahibidir. İnsan bu sorumluluğu aşk ile yapmalı ki bu aşk imana tekabül
etmektedir.68 Ancak özellikle tek partili dönem hümanistlerine göre Mevlânâ ve Yûnus Emre tasavvuf dininin temsilcileri,69 yozlaşmış geleneğe
karşı duruşları ile insanî duruş sergileyen pozivitistler70 ve Batının modern hümanizmi ile sûfizmin Anadolu’da kendine özgü kurduğu bakış açısına sahip alternatif dünya görüşünün kültür elçileri olarak zikredilmiştir.71
İnsanın Tanrılaştırıldığı hümanizm anlayışı ile Yûnus Emre, dinlerin çok
ötesinde camilerin, kiliselerin dışında, kitapsız kıblesiz bir inancın adamı
iken72 Mevlânâ, kalıplaştırılan dinî inancın karşısındaki hümanisttir.73
Sûfî düşünürler için temelsiz hümanist spekülasyonlar, ideolojilerin
ve kültürel tercihlerin malzemesi yapılmıştır. Batı kültürüne hitap edecek ve onunla özdeşleşebilecek nitelikle yorumlanan bu sûfîler, kültürel
kimlik bunalımı olan ötekileştirilme ile karşı karşıya bırakılmışlardır. Yaşadıkları çağdan, çevreden, dinden ve kültürel kodlardan bağımsız ele
alındıkça ideolojik ve kültürel tercihlerin elbiseleri giydirilmeye çalışılan
bu insanların gerçek dinle ilgileri koparılmak istenmiştir. Geleneğe uyarak
düşüncelerini halka aktarabilmek için şiiri bir form olarak kullanan bu
düşünürler, yaşadıkları zaman ve mekânın tezahürü olan İslâm temeline
dayalı Türk halk sûfîliğinin parçası olan sûfîliğin kavramlarını kullanarak
fikirlerini ifade etmiştir. Anadolu kültürüne dayalı tanrısız hümanistler ya
da dinler üstü hümanist şairler74 oldukları iddialarının aksine Müslüman
68
Ekrem Demirli, Tasavvufun Altın Çağı (İstanbul: Sûfî Kitap,2015), 44-45.
70
Ayşe Yavuz, “Abdülbaki Gölpınarlı’dan Hilmi Yavuz’a “Divan Edebiyatı Beyanındadır”, Türkbilig, 2010/20: 325- 336,334.
69
71
72
73
74
Hilmi Ziya Ülken, Yûnus’ta İnsanlık ve Üniversalizm (Uluslararası YÛNUS EMRE Bilimsel
Bildiriler içinde), ed. Ö. Andaç Uğurlu(İstanbul: Örgün Yayınları, 2016), 236.
Emre Yıldırım, “Erken cumhuriyet yılları milli kimlik tartışmaları: hasan ali yücel ve türkiye’de hümanizma arayışları”, Turkish Studies, Yıl: 2013 Cilt: 8 Sayı: 7, 745 – 763,753.
Eyüboğlu, Yûnus Emre’ye Selâm, 34-38.
Talat Sait Halman, “Yûnus Emre’nin Hümanizması”, U.Y.E.S, 1 14.
Eyüboğlu, Yûnus Emre’ye Selâm, 21, 26, 33-33,38-40; İbrahim Maraş, “Yûnus Emre’nin
Hümanist Yorumcuları”, Dini Araştırmalar, 8(23), ss. 29-38, 33.
408
İSLAM VE YORUM VII
halkın gönüllerinde taht kuran bu sûfîler, İslâm sûfîliğinin temel espirisini teşkil eden ve insandan ayrı bir yaratıcıyı, Allah’ı aşkla sevmekten
kaynaklanan sûfî hümanizminin temsilcileri olan Hallâc-ı Mansur ve Ebû
Saîd-i Ebû’l- Hayr gibi sûfîlerin devamıdır.75
Sonuç
Mevlânâ ve Yûnus Emre, insan anlayışlarını İslâm temeline oturtarak XIII. yy.’dan günümüze kadar etkileri devam eden evrensel sûfîlerdir.
İnsanın kutsallaştırıldığı, aklın ilah edinildiği hümanizme biçilmiş kaftan olarak görülen Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin insan anlayışları dinin
öngördüğü eşitlik, sevgi ve hoşgörü esaslarına dayanmaktadır. İnsanın
aslî görevi Allah’ı bulmaktır ve Allah’ı bulmaya götürecek yol katışıksız
insan sevgisidir. İnsanla aynîleşmek Allah’ın isim ve sıfatlara mazhar olmanın hakikatini anlamanın yoludur. Dinî perspektiften bakan Mevlânâ
ve Yûnus açısından şeriat insanın hakikatinin ve tekamülünün yoludur.
Dolayısıyla dinî saiklerle insan hayatınının tanzim edilmesi bu düşünürler
için en doğru menzildir.
Cumhuriyet döneminde İslâm’ın etkisini ve yerini dışarıda bırakmak
için kullanılan hümanizm, bu sûfîleri dogmatik dinî anlayışın karşısındaki
öncüler hatta materyalist ve pozitivist aktivistler olarak lanse ettirmiştir.
Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin hümanizm ile ötekileştirilme amacıyla yapılan
faaliyetler dinle bağlarını koparmaya dayanıyordu. Bu yanlış algı tasavvufî
anlayışlarını İslâm dışı saymaktan ve yaşadıkları çağı iyi okumamaktan
kaynaklanmaktadır.
Kaynakça
Alatlı, Alev. Batıya Yön Veren Metinler II. Nevşehir: İlke Eğitim ve Sağlık
Vakfı Kapadokya MYO,
2010.
Attâs, M.Nakîb el-. İslâm, Sekülarizm ve Geleceğin Felsefesi. çev. M.Erol
Kılıç. İstanbul: İnsan Yayınları, 2019.
Bayrakdar, Mehmet. Yûnus Emre ve Aşk Felsefesi. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1991.
Blau, Joseph L.“The Age of Revolution and Reason The Origins Ethical
Hümanism”. The Humanısm, 36(2), (1976). ss.1-35.
75
Ocak, Türk Sûfîliğine Bakışlar, 108-111.
TÜRKIYE’DE YÛNUS EMRE VE MEVLÂNÂ ARAŞTIRMALARI ÜZERINDE
DEĞERLENDIRME PROBLEMLERI: HÜMANIST SÖYLEM
409
Cevdet, Abdullah. Dilmestî-i Mevlânâ ve Gazâlî’de Ma’rifetullah, Rubâ’iyyât-ı Gazâlî, Orfî’de Şi’r ve İrfân. İstanbul: Çizgi Kitabevi, 2014.
Demirli, Ekrem. Tasavvufun Altın Çağı. İstanbul: Sûfî Kitap,2015.
Emre, Yûnus. Risâletü’n-Nushiyye. haz. ErdoğanBoz. Ankara: Gazi Yayınları, 2012.
Esin, Emel. ‘Yeni bir Hümanizm Görüşü”. Türk Yurdu. 104(8-9-10) (Ağustos 1964). ss. 1-25.
Eyüboğlu, Sabahaddin. Yunus Emre’ye Selam. İstanbul: Çan Yayınları,
1966.
Eyüboğlu, İsmet Zeki. Tanrıya Kafa Tutanlar. İstanbul: Kaynak Yayınları,
1995.
Gallner, Ernest. Postmodernizm, İslam ve Us. İstanbul: Ümit Yayıncılık,1999.
Gökberk, Macit. Felsefe Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2022.
Guénon, René Guénon. Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri. çev.
Mahmut Kanık. İstanbul: İz Yayıncılık, 2004.
Gündoğdu, Hakan. “Hümanizm Bir Din midir?”. Dinler Tarihi Araştırmaları
II. (Ankara 2000), ss. 99-125.
Halman, Talat Sait. “Turkısh Humanısm and The Poetry of Yûnus Emre”.
Tarih Araştırmaları Dergisi. 0(10) (1968). ss. 231-240.
Halman, Talat Sait. “Yûnus Emre’nin Hümanizması”. U.Y.E.S, 1 (14). 1971.
Irmak, Sadi. “Yûnus’un Hümanizması ve Mevlana-Yûnus İlişkileri”. U.Y.E.S.
1970.
Kaval, Musa.“Yûnus Emre ve Mevlânâ’nın Eserlerinde İnsan ve Tekâmülü”.
Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 6(2)(2013). ss. 101-122
Köprülü, Fuad. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1976.
Maraş, İbrahim. “Yûnus Emre’nin Hümanist Yorumcuları”. Dini Araştırmalar. 8(23), ss. 29-38.
Meriç, Cemil. “Hümanizm”. Hisar Dergisi. Ocak 1980, www. Fikriyat.com
(Erişim: 14.05.2023).
410
İSLAM VE YORUM VII
Russell, Bernard. Batı Felsefesi Tarihi. çev. Ahmet Fethi. İstanbul: Melisa
Yayıncılık, 2019.
Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn. Mesnevî. çev. Veled Çelebi (İzbulak). İstanbul:
MEB Yayınları, 1990.
Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn. Divan-ı Kebir. trc. Abdulbaki Gölpınarlı. Ankara, 1992.
Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn. Rubailer. trc. Nuri Gençosman. İstanbul: 1986.
Sezen, Yümni. Hümanizm ve Atatürk Devrimleri. İstanbul: Ayışığı,1997.
Şeriati, Ali. Dinleri Tanımak. çev. Aldulhamit Özer. İstanbul: Kahraman
Yayıncılık, 1999.
Tatçı, Mustafa. Yûnus Emre Külliyatı-Yûnus Emre Dîvânı İnceleme. İstanbul: MEB Yayınları, 1997.
Topçu, Nurettin. İslâm ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf. İstanbul: Dergah
Yayınları, 2018.
Toprak, Burhan. Yûnus Emre Divanı. İstanbul: Promat Basımevi, 2006.
Ocak, Ahmet Yaşar. Türk Sûfîliğine Bakışlar. İstanbul: İletişim Yayınları,
2016.
Ülken, Hilmi Ziya. Yûnus’ta İnsanlık ve Üniversalizm (Uluslararası YÛNUS
EMRE Bilimsel Bildiriler içinde). ed. Ö. Andaç Uğurlu. İstanbul: Örgün
Yayınları, 2016.
Yavuz, Ayşe. “Abdülbaki Gölpınarlı’dan Hilmi Yavuz’a Divan Edebiyatı
Beyanındadır”. Türkbilig. 20 (2020). ss. 325-334.
Yıldırım, Emre. “Erken Cumhuriyet Yılları Milli Kimlik Tartışmaları: Hasan
Ali Yücel ve Türkiye’de Hümanizma Arayışları”, Turkish Studies. 8(7)
(2013).ss. 745–763.
https://www.gazeteduvar.com.tr. Erişim Tarihi 31/O5/2013.