32
Planlama 2015;25(1):32–43 | doi: 10.5505/planlama.2015.76486
ARAŞTIRMA / ARTICLE
Türkiye’de Geleneksel Yerleşim Örüntülerinin Özgün Karakter ve
Kültürel Mirasını Koruma Anlayışına Ontolojik Bir Yaklaşım
An Ontological Approach to the Conservation Conception of the Authentic
Character and Cultural Heritage of Traditional Settlement Patterns in Turkey
Feray Koca
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Anabilim Dalı, Muğla
ÖZ
ABSTRACT
Bir yerleşimin eşsiz form ve örüntüsü, özgün karakteri, o toplumun kültürüne göre yerleşimle içinde yaşayanlar arasındaki
diyalektik etkileşim sonucunda şekillenmiştir. Toplumlar ve kültürleri değiştikçe, toplumların ortaklaşa ürettikleri kararların
sonucu olan yapılı çevre de dönüşmektedir. Modernleşme süreciyle birlikte kentler yeniden üretim mekanı haline gelmiştir.
Bu durum hem toplumların ayrışmasına neden olmuş hem de
geleneksel yerleşmeleri dönüştürmüştür. Modernleşmenin akılcı
ve standartlaştırıcı mekansal uygulamaları çoğunlukla geleneksel
yerleşmelerin doğal ve kültürel değerlerini yok ederek özgün
karakterin ve örüntünün zaman içinde kaybolarak dönüşmesine neden olmuştur. Böylece, geleneksel yerleşmelerin mevcut
örüntüsünün, sosyo-ekonomik ve kültürel yapısının tarih içindeki anlamlı rolü ile vurgulanarak korunması kentsel planlama
açısından önemli bir gündem maddesi haline gelmiştir. Türkiye’de
geleneksel yerleşim örüntüleri, 20. yüzyılın ortalarından itibaren modernizasyonla gelen ekonomik ve teknolojik gelişmeler
sonucu farklı yaşam biçimlerine, yerleşim pratiklerine ve yapılaşmalara açık hale gelmiştir. Zaman içinde geleneksel yerleşim
örüntülerinin görsel olduğu kadar, sosyo-mekansal ve kültürel
karakteri kaybolmaya başlamıştır. Bu makalenin amacı, öncelikle,
kültür ve fiziksel çevre arasındaki etkileşimi ontolojik yaklaşımla ele alarak karakter ve kültür mirası kavramlarını açıklamaktır.
Sonrasında, modernitenin ontolojik kabulü ihmali ile başlayan
sosyo-mekansal bozulmaların geleneksel yerleşim örüntülerinin varlığı üzerinde yarattığı sıkıntıları, Türkiye’deki modernizm
ile dönüşen kentsel yaşam dinamiklerine paralel olarak ortaya
koymayı hedeflemektedir. Özgün karakter ve kültürel mirasın
korunması anlayışı kentsel planlama ve tasarım disiplinlerinin
sağladığı temel birikimden yola çıkılarak ontolojik bir yaklaşımla
değerlendirilecektir.
The unique form and pattern, and authentic character of a settlement
are shaped as an outcome of a dialectic interaction between the inhabitants and the settlement, according to the culture of the society
involved. As societies and their cultures change, the built environment,
the outcome of the collectively produced decisions of a society, is
adapted. With modernization, cities became spaces of re-production.
This situation has led to the disorientation of society and the transformation of traditional settlements. The imposition of standardized spatial
implementations of the modernist rationale has commonly generated
transformation of the authentic character and patterns of the traditional settlements vanishingly in time by destroying the existing natural
and cultural values. In this respect, the conservation of the existing patterns of traditional settlements, composed of their socio-economic and
cultural structures, by highlighting their meaningful role in history, has
become a significant issue in the discipline of urban planning. In Turkey,
traditional settlement patterns have been subjected to the effects of
a divergence in life styles, settlement practices and building processes
as a result of economic and technological developments of modernization that have occurred since the mid-20th century. In time, the
socio-spatial and cultural characters of traditional settlement patterns,
as well as their visual characters, have begun to disappear. The aim of
this article is, initially, to explain the concepts of authentic character
and cultural heritage by approaching the interaction between culture
and the physical environment from an ontological perspective. Later,
the article puts forth the inconveniences of the “beings” of traditional
settlement patterns, generated by socio-spatial breakdowns that stem
from a disregard for ontological assumptions due to modernization, in
conjunction with changing dynamics of everyday urban life in Turkey. It
evaluates the conservation conception of the authentic character and
cultural heritage of settlements, on the basic tenets of the disciplines of
urban planning and design, in terms of an ontological approach.
Anahtar sözcükler: Koruma; kültürel miras; ontoloji; özgün karakter;
varlık.
Keywords: Conservation; cultural heritage, ontology; authentic character;
being.
Geliş tarihi: 31.08.2014 Kabul tarihi: 31.07.2015
İletişim: Feray Koca.
e-posta: feraykoca@mu.edu.tr
Feray Koca
GİRİŞ
Yüzyıllar boyunca, kentleşmeyle gelen değişimler toplumlara
ait sosyal, kültürel ve çevresel niteliklerin temel belirleyicileri
olmuştur. Bu değişimler, geleneksel yerleşimlerin sosyo-mekansal dönüşümüne neden olurken, özgün değer ve niteliklerin anlamlarının değişmesini de tetiklemiştir. Bu değişimlerin
etkilerini çözümleyip ortaya koyabilmek, yerleşmelerin özgün
sosyo-kültürel ve sosyo-mekansal yapısını ve bu yapıyı oluşturan anlamlı bileşenleri çözümlemeyi gerektirmektedir. Bu da,
yerleşimlerin varlık nedenini anlamayı gerektirir.
Kuşkusuz, dönüşen yerleşimlerin sosyo-kültürel ve sosyomekansal yapıları bireylerin doğayı ve çevreyi algılamasıyla yakından ilişkilidir ve insanların çevreyle olan etkileşimine göre
değişiklik gösterir. İnsanın çevreyle olan etkileşimi ise algısal
ve bilişsel süreçleri içerir. Bu nedenle, yerleşmeler kullanıcı
gruplarının yani toplumların tercihleriyle karakterize edilirler. Kısaca, yerleşimler ortak bir kültürü ve sosyal bir yapıyı
paylaşan toplumların karakterize ettiği coğrafi alanlardır. Bu
coğrafi alan içinde toplumlar fiziksel çevrenin kompozisyonuna ve sosyo-kültürel yapısına bir anlam atfederler. Bu anlam
yerleşmelerin karakterini oluşturur.
Karakter bireye özgü bir algıdır ve her bireye göre değişiklik gösterebilir. ‘Karakter’ terimi görsel imajdan çok sosyo-kültürel bir
oluşumu tanımlar. Yerleşmelerin karakteri, kültürel değişimlere
göre toplumdan topluma değişim gösterebilir. Genelde, yerleşim karakteri, yerel halk tarafından tanımlanan ve nesillerce
kabul gören ve toplumdaki bireylerin sosyalleşmesini sağlayan
yaşam tarzını, kültürel aktiviteleri, tarihi ve estetik özelliklere
dair değerleri ve anlamları içerir. Aynı zamanda, toplum ile fiziksel çevre arasındaki karşılıklı etkileşimin sonucu oluşan yerleşim
örüntüsü, yerleşimin karakterini betimler. Halkın ortak kimliği
ile oluşturulmuş değerler ve anlamlar, bilgi, gelenek ve görenekler, bir nesilden diğerine aktarılarak kültür mirası oluşturur ve yerleşim örüntüsünü meydana getirir (Oliver, 1989;.49).
Bu etkileşim bir bütün halinde incelendiğinde; yerleşimlerin
devamlılığının sağlanması, yerleşimlerin sosyo-kültürel ve sosyo-mekansal yapısını tanımlayan varlık nedeninin korunması ile
mümkün olacağı anlaşılmaktadır (Günay, 2009;151–152).
Özgün bir kültürün göstergesi olan geleneksel yerleşim örüntüleri, özgün karakterini ve varlık nedenini nesillerden nesillere aktarabildiği sürece kültür mirası olarak kabul edilmiştir
(Oliver, 1989; 149). Burada ‘geleneksel’ kelimesi ile geçmişi
yüceltme amacı güdülmemiştir, onun yerine toplum belleğinde ortaklaşa olarak üretilen, o yeri ‘o yer’ yapan ve aidiyet
duygusu yaratan değerlerin, anlamların önemine vurgu yapmak amaçlanmıştır. Ayrıca, geleneksele karşı modern gibi bir
kavramsal kutuplaştırmaya (Bozdoğan, 1998;138) gidilmeden,
araçsal akılcılık anlayışının egemen olduğu modernitenin, geleneksel olarak tanımladığımız yerleşimlerin varlık nedenine teh-
33
dit oluşturan unsurları irdelenmiştir. Bu kapsamda, geleneksel
yerleşim örüntülerinin geçmişten gelen ayırt edici karakterini
ve anlamlı bütünlüğünü korumasına engel olan modernleşme
ile dönüşen kentleşme olgusu ele alınmıştır.
Modernleşme ile birçok geleneksel yerleşim ya terkedilerek
yok olmaya bırakılmış ya da kentsel dönüşüm, yayılma baskısı
ve yanlış politikalar sonucu değişim yaşamıştır. Zaman içinde
edindikleri tarihsel rolü kaybolmuş ve özgün karakterini oluşturan ortak şuur erozyona uğramıştır. Bu durum, alan kullanımı ve varlık nedeni arasında çelişkileri doğurmuştur. Bu nedenle, geleneksel yerleşim örüntülerinin ayırt edici karakterini
tanımlamak, koruma pratikleri açısından değerlendirildiğinde
bir anlamda yerel olanı keşfetmek ve bu yerleşimlerin varlık
nedenini ortaya koymak olacaktır.
Geleneksel yerleşim örüntülerinin özgün karakterinin ve kültürel mirasının korunması sorunsalını ortaya koyma doğrultusunda, bu makale kültür, karakter ve fiziksel çevre ilişkilerini
ontoloji üzerinden açıklamayı hedeflemektedir. Bu çerçevede,
kültür mirası kavramı ve kültür mirasının korunması olgusuna, anlamların (varlık nedeninin) devamlılığı açısından açıklama
getirmektedir. Bu kuramsal yaklaşımı takip ederek Türkiye’de
geleneksel yerleşim örüntülerinin dönüşen özgün karakterini
ve kaybolmaya başlayan kültür mirasını, kentsel yaşam dinamiklerine bağlı olarak modernitenin ontolojik kabulü ihmal
eden yapısı üzerinden değerlendirmektedir.
Kültür, Karakter ve Fiziksel Çevre
Belirli bir yerleşmede, doğal ve sosyo-kültürel olgunun algılanması, insan ve çevre etkileşimin bir biçimidir ve bu yerin bir
karakterle tanımlamasına öncülük eder. Bu yerleşimler belli
bir dönemde belli bir kültürü ortaya koyar. Aynı zamanda,
farklı tarihsel dönemlerde farklı anlamlar taşıyabilirler. Kültür,
karakter ve fiziksel çevre ilişkisi üzerine sosyal, çevresel ve
kentsel literatürde farklı (algısal, davranışsal, ekolojik, evrimsel, varoluşsal, yapısal vb.) teorik yaklaşımlar vardır. Pozitif
bilimlerde ortaya çıkan bireyci, davranışsal, yapısalcı ve psikolojik yaklaşımlar genellikle ya fiziksel çevreyi ya da toplumu
dışlamaktadır. Yapısalcı yaklaşımlar bir dış dünyanın varlığını
ortaya koyarken; bireyci yaklaşımlar, bireyi sadece kendi davranışları, ihtiyaçları ve hisleriyle değerlendirmiştir. Toplum,
içinde bulunduğu dünyadan bağımsız düşünülmüştür. Davranışsal yaklaşımlarda; kültür nosyonu anlamları, değerleri ve
fiziksel nesneleri tanımlamak için genel bir süreci sağlayan idealist bir yolla üretilmiştir. Bu yaklaşımlar gerçek sosyo-fiziksel
problemleri kendi varlık koşullarından soyutlama eğilimindedir
ve esnek olmayan bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu makale,
varlığı soyutlamadan, içinde yaşadığımız dünyayı dışlamadan,
fiziksel çevre ile insanın etkileşiminin anlamlı bir varoluşun temeli olduğunu savunan ontolojik bir yaklaşım üzerinden tartışmayı sürdürecektir.
PLANLAMA
34
Hegel’e (2001; 65–80) göre çevre, insan kullanımı döngüsünde tarihsel bir üründür. Döngü ile kültüre vurgu yaparken,
tarihsellik ile bir ilerleme ve değişimden bahseder. Dünyanın
kültürel taleplerle şekilleniyor olması, bu taleplere cevap verme ihtiyacını ortaya çıkarır. Bu nedenle kültür, karşılıklı etkileşim ve değişim halindedir. Kültüre dayalı insan müdahalesi
ve deneyimleri, fiziksel çevre üzerinde sürekli bir uyum ve
adaptasyon etkisine sahiptir (Hegel, 2001; Gadamer, 1976).
Ruhun özünün bu uyum ve adaptasyon etkisi sonucu fiziksel
çevreyi dönüştürme kapasitesi ise aidiyet duygusunun yaratılmasını sağlar.
Varlık bilimci Heidegger (1993; 38), geleneksel düşüncedeki
değişmez, evrensel değerler bütününe sahip ve geçmişin bilgisine bağımlı kültür anlayışını reddederek, kültürün bağlambağımlı olarak toplumların etkileşimi içinde evrildiğini kabul
eder. Heidegger’e(1999;5) göre, ‘Dasein‘ (bir yerde var olmak) toplumun pratikleri ve paylaşımlarına göre kültürel ve
tarihsel bir bağlamda varlığın somut bir ifadesidir. İnsanlar aynı
ortam içinde birbirleriyle paylaşım içindedir. Tecrübeleri ve
pratikleri nesnenin varlığını ve varlık nedenini nasıl anladıklarını belirler. Bu anlayış doğrultusunda insanların doğayla ve
birbirleriyle olan etkileşimleri kültürü oluşturur.
Kültür yavaş değişimler karşısında durağan kalamaz ve evrim
geçirir; teknoloji gibi hızlı değişimler sürecinde ise kültür, varlığını koruma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Heidegger’e (1992;14)
göre; zaman, değişip adaptasyon sağlarken varlık nedenini de
koruyabilen varlıkları besler, ancak bu şekilde bütün değişimler
zamanla yerleşir, kalıcı olur. Teknolojik gelişmelerle beraber,
günlük yaşamın monotonluğu geçmişin ne olduğunu göremeyen günümüzün geçiciliği ile yüz yüze gelmiştir. Akılcı düşüncenin ürünü olan teknolojik gelişmeler insanın doğa üzerindeki kontrol ve değişim arzusuyla ortaya çıkmıştır. Heidegger
(1973;285), teknolojiyi ‘bir düzen peşinde olan insan aktivitesi’
olarak açıklar. Ona göre varlığı teknolojik olarak anlamak, sadece doğa ve kültür üzerinde değil aynı zamanda insan aklı ve
anlama yeteneği üzerinde kayıp ve zarara neden olacaktır. Bu
durum insanın kendi çevresini ve kültürünü çerçevelemesiyle1 sonuçlanmaktadır. Kültürün bir çerçeve içerisine sokularak
sınırlandırılması insanda kaçınılmaz olarak bulunduğu çevreye
karşı yabancılaşma ve yersizlik hissi uyandıracaktır.
Mimar ve görüngü bilimci olan Norberg-Schulz (1974); kültürü, insanın çevrede oluşturmaya çalıştığı düzen olarak tanımlar. Bu düzen içinde insanın uyumlanması fiziksel çevreyi
anlamasını sağlar. Norberg-Schulz (1980; 5–8) bir yerde yaşayanların aidiyet duygusunun, deneyimlerinin ve uygulama1
2
3
4
larının o yeri oluşturduğunu belirterek, yerleşimlerin sosyal
ve kültürel varlıklardan oluştuğuna vurgu yapar. Her yerin bir
ruhunun (genius loci) olduğunu ve bir anlam taşıdığını belirtir.
Bu ruh, toplumların yerle olan kültürel etkileşimin ifadesidir.
Yerler; insanların ortak deneyimlerinin, isteklerinin ve pratiklerinin sonucu bir karakter ve sembolik bir anlam kazanır. Yerleşimlerin geleneksel örüntüsü, yerlerin ayırt edici sembolik
anlamını oluşturur ve kültürel süreçlerin fiziksel çevre ile olan
ilişkisini ortaya koyar (Jivén ve Larkham, 2003; 70).
Kent morfolojisi alanından Conzen (1960, 2004)’e göre, kültür ve karakter bir yerin formu ve tarihi ile yakın ilişkilidir.
Zaman içinde her yer, toplumun bugünkü ve geçmişteki eylemlerini, paylaşılan değerlerini yansıtan kendine özgü ruhunu, kültürünü ve tarihe dayalı karakterini kazanır. Geleneksel
yerleşimler de toplumun ruhunun nesnelleştirilmiş halidir ve
bu nesnel doku yıllarca farklı katmanların üst üste gelmesiyle
oluşsa da, geçmişin izlerini taşır ve kendine özgüdür (Conzen,
1960; Conzen, 2004).
Cullen (1961); ‘Townscapes’ kitabında özgün yerleşmelerin
modernizmin yeni tasarım uygulamalarıyla nasıl karaktersizleştirildiğine ve mekan algısının nasıl yok edildiğine dikkati
çeker. Toplum içinde etkileşime dikkat çekerek yerleşimleri
‘ilişkilerin sanatı’2 olarak tanımlar ve yerlerin ayırt edici özelliklerine ve değerlerine vurgu yaparak çevreyi oluşturan bütün
elemanların birlikte değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.
Deneyimlerimiz ve paylaşımlarımızın ürünü olan yapılı çevrenin yüzyıllarca insanlar tarafından belli bir dil kullanılarak
üretildiğini ve insan yaşamına bir düzen ve tutarlılık getirdiğini
açıklayan ünlü mimar Alexander (1979;167–210), mekanın sürekliliğinin, yaşayan farklı örüntülerin güçlü bir aidiyet duygusu
yaratmak ve anlamlı bir bütünü oluşturabilmek için bir araya
gelmesiyle mümkün olacağını belirtir ve ‘örüntü dili’3 kavramını
ortaya koyar. Buradaki ‘örüntü’, dünya içinde var olan4 eylem
ve mekan birlikteliğidir. Örüntüler sistemi bir dil gibi fonksiyon
gösterir ve her kültürde ortak bir örüntü dili oluşturulabilir.
Her örüntü, varlığı oluşturmak için ne yapmamız gerektiğini
tarifleyen ilişkiler kuralıdır (Alexander vd., 1977; Alexander,
1979). Benzer şekilde, Lozano (1990; 37–55), örüntüleri, bir
toplumun dünya içinde kültürel hareketlerinin ve uygulamalarının bıraktığı izler olarak tanımlar ve bütünsellikten öte bir
sürekliliğin parçası olduğunu ileri sürer. Bu yüzden; örüntülerin, görsel varlığın kompozisyonundan değil varlığın etkileşim
dünyasından ortaya çıktığını açıklar. Alexander (1979; 225–
276), örüntü dilinin ancak toplum tarafından paylaşıldığında,
yaşayan bir mekan elde edilebileceğini öne sürer. Endüstriyel
Heidegger’e göre teknoloji varolanı çerçevelemekte (enframing) yani akılcı düşünce sonucu var olanın üstünü örtmekte ya da tüketmektedir.
‘the art of relationships’.
‘a pattern language’.
Alexander (1979, s. 181) ‘in the world’ tanımı ile -yani dünya içinde var olduğu açıklaması ile- Heidegger’in varoluş felsefesine gönderme yapmıştır.
Feray Koca
devrim sonrasında, örüntü dilinin halkın paylaşım dili olmaktan
çıkıp teknolojinin kontrolüne geçtiğini ve bu zamandan sonra
toplumun mekan oluşturmadaki dilinin en aza indirilerek yok
edildiğini açıklar. Bu nedenle, yaşayan bir mekan yaratmak için
ortak bir dilin kullanımının şart olduğunu belirtir.
Beşeri coğrafyacı Tuan (1977) ise, fiziksel çevreyi orada ortak
bir yaşamı paylaşan toplumların hislerinin, düşüncelerinin ve
imgelerinin nesnelleşmiş hali olarak görür. Yerleşimlerin, bireyin toplum içindeki sosyal rolünü ve ilişkilerini anlamamızda
bize olanak sağladığına işaret eder. Bütün yerleşim örüntülerinin bir sosyal düzeni ve işlevsel uygunluğu ortaya koyduğunu belirtir. Tuan (1974), ‘Topophilia’ ile insanla yer arasındaki
duygusal bağı, bir yerde olma ve oraya bağlı olma hissini ortaya koyma doğrultusunda varoluşçu bir felsefe benimsemiştir.
O da, modern toplumların bir kültürün değer ve anlamlarını
nesnelleştirmek konusunda fiziksel çevreye daha az bağlı olduklarına işaret eder.
Yerleşimlerin karakterleri, bulundukları coğrafyanın koşullarından ve gerektirdiklerinden bağımsız da düşünülemez. Kültür bileşeni, o coğrafyanın tarihinin bir parçasıdır. Toplumların
tarihi, karakterinin ve kimliğinin oluşumu, çevresel koşullara
ve mekana bağlıdır. Örneğin balıkçılık yapan bir toplum ancak
balık tutmanın mümkün olduğu bir coğrafyada yaşamaktadır
ve yaşam mekanını da ona göre şekillendirmiştir. Yaşama tutunabilmek için toplumlar bütün aktivitelerini çevresel koşullara
adapte olacak şekilde geliştirmişlerdir (Arntzen, 2001; 38).
Yerin sağladığı koşullar doğrultusunda hem çevre hem diğer
bireylerle etkileşim içinde ortak bir tutum sergileyen ve zamanın değişken koşullarına adapte olabilen toplumlar kendi
özgün karakterlerini oluşturabilmiş ve sürdürebilmişlerdir.
Farklı alanlardan kültür ve fiziksel çevre üzerinde yorumları incelediğimizde, varoluşcu yaklaşım, yerin özgünlüğüne ve
önemine vurgu yaparak yerin varlık nedenini ortaya koymayı
hedeflemiştir diyebiliriz. Çünkü; yer, insanın dünyada varoluş
biçimini temsil etmektedir. Bu bağlamda, yerlerin özgün nitelikleri ve anlamının devamlılığının sağlanması ve karakterinin
korunması önem kazanmaktadır. Bu da, kültür varlıklarının
özgün değerlerinin ve niteliklerinin özünün (doğasının) yani
varlık nedeninin korunması düşüncesini ortaya çıkarmaktadır.
Korunarak nesilden nesile aktarılan anlamlar ve değerler, ‘kültürel miras’ kavramını tanımlar.
Kültürel Miras
Miras, geçmişten gelen bireysel ve toplumsal olan her şeyi
tanımlar ve kimliklerin bir sunumudur. Genelde, ortak bellek için gerekli değerli bir kaynak olarak kabul edilir. Kültürel
miras ise bir toplumda birikim haline gelmiş farklı yaşam biçimlerinin ve alışkanlıkların, değerler ve anlamlar olarak sunumudur. Bu bakımdan kültürel miras, tarihin sürekliliğini sağlar.
35
Her kültürel değer, aynı zamanda bir tarihi değerdir ve tarihsel
önemi yoksa kültürel değeri de olamaz (Bademli, 2006; 5).
Anlam, kültürel mirasın, kimliğin ve karakterin oluşumunda en
temel zorunluluktur. Bireyler kendilerini anlamlı buldukları bir
kimlikle tanımlarlar ve toplum içinde birbirleriyle ve çevreyle
etkileşim içinde ortak bir kimlik üretirler. Toplum içinde bu
ortak kimlik, bir kültürü diğerinden ayıran önemli bir bileşendir (Arizpe, 2004, 131). Kültürel kimlik bir takım paylaşılmış
anlamları da içerir. Bu anlam, o çevrede yaşayan insan grubu
tarafından paylaşılan ortak bir tarihin etrafında oluşmuştur
(Gorp ve Repes, 2007; 408). Belli bir yerleşimde bireylerin bilişsel ve normatif değerleri, paylaşılan ortak bir tarih çerçevesinde de birleşince nesiller boyunca süren/ sürdürülen kültürel
bir miras yaratır. Bu kültürel miras -farklı dönemlerde farklı
anlamlar taşısa dahi- toplumda herkes için bir anlam taşıdığı
için sürdürülebilirdir ve devamlılığı vardır (Oliver, 2006; xxv).
Bu bakımdan, sürekli değişim içinde olan bir dünyada, kültürel
mirasın korunmasının ancak anlam ve o anlamı oluşturan değerlerin özünün korunmasıyla mümkün olacağı görülmektedir.
Kültürel Mirasın Korunması
Bütün koruma çalışmalarının özünde, kültürel değerlerin ifade
biçimi vardır, bu nedenle, koruma süreci derin kültürel çıkarımlara önayak olmuştur. Bu çıkarımlar; anlamları, karakteri
ve kimlik değerlerini içerir. Her kültür kendi özgün gelenek ve
göreneklerini yarattığından, bu kültürlerin ürünü varlıklar ve
değerler benzer değildir ve özdeş kabul edilemez. Bu ayrımlar,
kimlik ve karakterin oluşmasını sağlamaktadır.
Kültürel mirasın korunmasının temelinde; anlamların, karakterin ve kimlik değerlerinin korunması yatmaktadır. Bu değerlerin gelecek nesillere aktarılarak devamlılığının sağlanması,
geçmişle bugün arasındaki bağların sağlam kalmasını sağlayarak aidiyet duygusunu canlı bırakacaktır. Buradaki anlam, kendi içinde bir düzeni ve çeşitlilik içinde görünen nesnelerin ve
olguların birbiriyle olan ilişkiler bütününü ifade etmektedir. Bu
kendi içinde tutarlı ve sürekli ilişkiler bütünü içinde, insanlar
kendi varlık nedenlerini bulabilecekleri bir bağlam yaratırlar
(Arntzen, 2001; 33). Aidiyet duygusuyla yaratılan bu bağlam,
korumanın gereklerini de kendi içinde belirleyecektir.
Korumanın gereği, geçmişle bugün arasında bağın sarsılmaya
başladığı ve kelime anlamı ile sadece ‘şimdiki zamanı’ temsil
eden modernizmin yıkıcı etkilerinin görülmeye başladığı bir
dönemde anlaşılmıştır. Dünyada koruma hareketleri, doğal ve
kültürel mirasın kıymetli ve eşsiz kaynaklarının teknolojinin
dönüştürücü hızı karşısında yok olmaması ve sürdürülebilmesi amacıyla 19. yüzyılın sonlarına doğru başlamıştır. Koruma
olgusu, ilk olarak 1933 yılında Atina Sözleşmesi ile gündeme
alınmıştır. 1954 yılında Avrupa Kültürel Konvansiyonu imzalanmıştır. 1956 yılında Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Örgütü (UNESCO) arkeolojik kazılara ilişkin uluslara-
36
rası ilkeler belirlerken, 1962 yılında peyzaj ve sitlerin estetik
özellikleri ve kimliklerinin korunmasına yönelik öngörülerde
bulunmuştur. Kültürel sitleri, yerleri, yapıları ve değerleri korumak için yeni politikalar üretilmiştir. 1964 Venedik Tüzüğü
ile korumanın tekil yapıyla kalan sınırları genişletilerek geçmişin izlerini taşıyan her tür kentsel ve kırsal dokunun, tarihsel
gelişmeyle kültürel anlam kazanmış varlıkların korumaya dahil edilmesi konusunda gelişmeler yaşanmıştır (Günay, 2006;
5–6). 1972’de eşsiz değere sahip doğal ve kültürel mirası korumak için UNESCO Dünya Mirası Listesi oluşturulmuştur.
UNESCO’nun 2011 yılında yaptığı düzenlemelerle, bağlayıcılığı olmayan ancak yönlendirme amacı içeren Tarihi Kentsel
Peyzaj Kavramına Yönelik Tavsiye Kararı alınması yönünde
teklif getirilmiştir (Aksoy ve Ünsal, 2012; 7). UNESCO kriterlerine göre; miras, fiziksel çevre olduğu kadar düşünceleri,
sözlü gelenekleri de içerebilir. Bu kararlar doğrultusunda kültürel miras kavramının içeriği genişletilmiştir.
Türkiye’de koruma çalışmaları ilk olarak 1869, 1874 ve 1884
yıllarında Asar-ı Atike Nizamnameleri (Eski Eserler Tüzükleri) ile başlamıştır. Miras ve kültür varlığı gibi kavramlar ancak
20. yüzyılın ortalarında literatüre girmiştir. 1930–1935 yılları
arasında Belediyeler Kanunu, Umumi Hıfzı Sıhha Kanunu, Yapı
ve Yollar Kanunu, Belediye İstimlak Kanunu gibi kanunlar ile
kentlerin sağlıklı, temiz ve modern kültürün örneği olacak şekilde gelişmesi için ilk adımlar atılmıştır. 1980’lere kadar planlama anlayışına hakim olacak bu yasalar, geleneksel kentlerin
dokularıyla uyuşmayacak gelişmelere doğru uzanacaktır (Dağıstan Özdemir, 2005; 21). 1973 yılında Eski Eserler Yasası,
1983 yılında ise Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Mevzuatı
kabul edilmiştir.
Koruma hareketlerinin gelişim sürecinden anlaşılacağı üzere,
koruma öncelikle somut varlıklar üzerinden başlamıştır. Zaman içinde somut olmayan varlıkların ve mirasın korunması da
bir gereklilik olarak görülmeye başlamıştır. Fakat koruma kavramı halen birçok ülkede anıtsal yapıların korunması düzeyinde kalmıştır. Geleneklerin, göreneklerin, düşüncelerin, yaşam
biçimi ve onun getirdiği ritüellerin kültür mirası kapsamına girmesi zaman almıştır ve halen almaktadır. Bu durum akılcı düşünce tarzının egemen olduğu bir dönemde koruma algısının
sadece gözlenebilen varlıklar üzerinden geliştirilebildiğini, varlığın özüne yönelik koruma düşüncesinin gelişiminin geciktiğini
göstermektedir. Ontolojik yaklaşım, somut ve somut olmayan
değerlerin birbirinden bağımsız ele alınamayacağını, hepsinin
bir ilişkiler sanatı sonucu üretildiğini ortaya koymaktadır. Bu
nedenle; sadece somut olanları korumak, içi boşaltılmış ve
soyutlanmış bir mekanı korumaktan farklı olmayacaktır. Bazen; kültürün sahip olduğu gelenek görenek ve değerler kayıt
altına alınabilmektedir, fakat sahip olduğu anlam anlaşılmaz kalabilmektedir; bu ise toplumların davranış yapısında ve gizemli
geleneklerinde ifade bulabilmektedir (Oliver, 2006; xxv). Bu
açıdan somut olmayan mirasın korunmasının ancak sahip oldu-
PLANLAMA
ğu anlamın ve varlık nedeninin anlaşılması ve sürdürülmesi ile
mümkün olacağı, koruma pratikleri açısından üstünde önemle
düşünülmesi gereken bir konu haline gelmektedir.
Özgün kimlik değerleri ile toplumların yaşam ve aktivitelerine yön vermiş geleneksel yerleşim örüntülerinin anlamlı bir
bütün halinde korunması konusu, henüz tam bir netliğe kavuşmamıştır. Dünya Mirası Listesi içinde de tam olarak yerini
bulamamıştır. Dünya Mirası yaklaşımı, genellikle global öneriler getirme ve uluslararası kararlar alma yolundadır ve kendi
özgün değerleri ve kültürel oluşumuyla değerlendirilmesi gereken alçakgönüllü birçok kültür mirası örneğini dışlamaktadır.
Ayrıca, koruma yasaları çoğu zaman, yaşam tarzının devamlılığını sağlamaktan ziyade geleneksel bir yapıyı, yerleşimi ya
da örüntüyü zaman içinde dondurma eğilimindedir. Bu yaklaşım, mimari mirasın ele alınmamış bir yönünü ya da eşsiz bir
özelliğini genellikle turizme teşvik amaçlı korumaktadır. Çekici
olan değerler modern teknoloji, ticaret, iletişim ve kentleşme
ile ilişkilendirilerek sermaye haline getirilmeye çalışılmaktadır
(Oliver, 2006; 284).
Alexander (1979;525–528), geçmişin yerleşimlerini olduğu
gibi yeniden yapamayacağımızı ama geleneksel yerleşimlerin
örüntü dilinde bulunan düzen ve çevresel tutarlılığı devam ettirebileceğimizi belirtir. Whitehand ve Gu (2010; 1950) benzer şekilde koruma anlayışının, birkaç yapıyı olduğu gibi korumaktan öte, mekan algısının sağlanması için yerleşimin tarihsel
rolü ile karakterinin vurgulanması gerektiğini belirtir.
Somut ve somut olmayan kültürel varlıklar ve bu makale kapsamında ele alınmış olan geleneksel yerleşim örüntüleri, teknoloji tarafından yönlendirilen kentsel gelişmelerle bozulmaya
doğru gitmektedirler. Sorunun kökeninde modernleşmeyle
birlikte büyüyen kentleşme olgusunun, geleneksel yerleşmelerin özgün karakterini ve örüntüsünü değiştirmesi ve orada yaşayanların kültürel alışkanlıklarını dönüştürmesi yatmaktadır.
Bu dönüşümler, hala yaşayan örüntülerin formlarını, alan kullanımlarını değiştirmekte, ortak şuurda da bir erozyona neden
olmaktadır. Modernleşmenin etkileri, Türkiye’nin geleneksel
yerleşim örüntülerinde de bozulmalara neden olmuştur. Makalenin bundan sonraki bölümleri, modernite sonrası Türkiye’deki geleneksel yerleşim örüntülerinin özgün karakterini ve
kültürel mirasını koruma anlayışımızı ontolojik bir yaklaşımla
değerlendirecektir.
Modernite sonrası Koruma Anlayışı ve
Türkiye’deki Geleneksel Yerleşim Örüntülerinin
Dönüşen Karakteri, Kaybolan Kültürel Mirası
Bu makalede, ‘Türkiye’deki geleneksel yerleşim örüntüleri’
ifadesi ile modernizm dönemine kadar varlığını yüzyıllardır
sürdüren ve Anadolu’daki kentlerin birçoğunu yapılandıran,
onlara genel siluetini ve karakterini kazandıran oluşumlardan
Feray Koca
bahsedilmektedir. Türkiye’deki geleneksel yerleşim örüntüleri,
fiziksel barınmanın ötesinde orada yaşayanlar için farklı ilişkilerin ve etkileşimlerin yaşandığı mekanlar bütünü olmuştur.
Ortaklaşa üretilen bir kültür ve ürünleri paylaşılmış, mekanlar
bu kültüre göre şekillenmiştir. Yerleşimlerin karakteristiğini oluşturacak olan izler samimi yaşam tarzının ve ilişkilerin
sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu ilişkilerin oluşturduğu mekan
evde olma hissi, aidiyet duygusu ve mekansal süreklilik algısı
yaratır. Her mekan birbirine bağlıdır, orada yaşayanlar için anlam ifade eder ve varoluş nedenini belirler.
Tarihsel perspektiften baktığımızda, Türkiye’deki geleneksel
yerleşim örüntülerinin yaklaşık 3000–5000 yıllık bir döneme
hakim yerleşim modeline ve yaşam biçimine sahip olduğunu görürüz. 18. yüzyıldan daha öncesine ait yerleşimlere ait
bilgilerimiz sınırlı olsa da, geleneksel yerleşim ve örüntüleri
teknolojinin artan ivmeyle gelişmesine kadar çok fazla değişmeden varlığını sürdürebilmiştir diyebiliriz. Radikal değişimler modernleşme sürecinde özellikle teknolojik gelişmelerin
hız kazandığı ve kapitalist toplumsal örgütlenmenin her şeye
yön verdiği 20. Yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılda yaşanmıştır.
Kentleri birer nesne haline getiren kapitalist sistem ile ilişkiler toplumlar tarafından değil, sermaye tarafından tekrar
üretilmeye başlamıştır. Karlılık esasına göre devamlı evrilmeye
başlayan kentler, geleneksel olanın yerine yaşayan bir örüntü
getiremeyerek anlamlı ve tutarlı bütünlüğünü kaybetmektedir.
Bu evrilme sürecinde, Türkiye’de geleneksel yerleşimlerin parçası taşınır, taşınmaz, doğal ve kültürel varlıkları koruma ihtiyacı, dünyada olduğu gibi modernitenin tehdit edici unsurlarına
tepki olarak ortaya çıkmıştır. Modernite sonrası koruma anlayışımız; politika, planlama, sosyo-ekonomik durum, mekânsal
durum ve korumaya dair yasal düzenleme dinamiklerine bağlı
olarak dönemsel değişimler göstermiştir. Geleneksel yerleşimlerin karakterinin ve kültürel mirasınıın korunması üzerine hiçbir zaman net bir tanım olmamakla birlikte, kültürel varlıkların
genelleştirilmiş koruma süreci başlığı altında çıkarsamalar yapılarak çıktılara ulaşılmaya çalışılmıştır. Koruma anlayışımızın dinamiklerinin değişimi Tablo 1’de beş dönem altında verilmiştir.
Türkiye’de modernizm, Batı modernizminin tarihsel koşulları
içinde gelişen sanayi kenti, kapitalist üretim biçimi ve burjuva sınıfı gibi kavramlarından bağımsız olarak tepeden inme bir
uygarlaştırma projesi olarak uygulanmaya konmuştur (Bozdoğan, 1998; 139,140). 19. yüzyılın ortalarında, Avrupa’daki
sanayi devrimini takip eden modern kent planlamasının etkisinde, Osmanlı Devleti de devlet işlerinin görüleceği simgesel
kamu binalarının yapımına başlamış ve sadece taşınır kültür
varlıklarının korunması anlayışını benimsemiştir. Asar-ı Atike
Nizannameleri ile korumayı yasal bir tabana oturtmuştur. Yangın yeri ve göçmen mahallelerinin gridal dokusu kent mekanına şekil vererek geleneksel dokuyu dönüştürmeye başlamıştır.
Kapitalizmin mülkiyetin kurumsallaşmasını destekleyen yapı-
37
sıyla özel ve kamusal mekan ayrılmaya başlamıştır (Kejanlı ve
diğerleri, 2007;179–180).
Kurtuluş mücadelesinin sonunda, Anadolu mekanını yaşam
alanı olarak seçen halk, tarihsel geçmişinin çevresinde toplanarak ortak bir kültür anlayışında birleşmiştir. Bu birleştirici
çalışmalar anlamlı gelişmeyi ve yaşam koşullarını iyileştirmeyi
hedef almıştır. Cumhuriyet döneminde, modernleşmenin ilk
adımları atılmaya başlandığında Türkiye’deki kentlerin birçoğuna yeni gelişim yönleri verilmeye çalışılmış, çağdaş mimarlığın
önerdiği kent meydanları, geleneksel yerleşim örüntüsüyle bir
uyum yakalamayı ve yerleşmelere yeni bir kimlik kazandırmayı
hedeflemiştir (Günay, 2009;134–135). Başkent Ankara’da, Jansen tarafından yapılan ve uygulanan planlar, kentin geleneksel
yaşam örüntüsünün başladığı Ulus ve Kale çevresini odak noktalarından biri alarak kentin Yenişehir yönündeki yeni gelişimini
hayata geçirmiştir. Bu planlar Ankara Kalesi ve Yenişehir arasında anlamlı ve tutarlı bir gelişmeyi hedef almış ve toplumdan
beslenerek hayata geçirilmiştir. Sonraki yıllarda liberalleşme
politikalarıyla gelen hızlı kentleşme sonucu plansız gelişmeler,
gecekondulaşma, kentsel dönüşüm çalışmaları ve çok merkezileşme, anlamlı gelişmenin bütünlüğünü bozmuş, tarihi anlamı
ve bütünlüğü olan Kale ve çevresindeki geleneksel örüntüyü
parçalamıştır (Günay, 2006; 13; Günay, 2009;138).
1930’larda, Belediye ve Umumi Hıfzıssıhha Kanunları ile,
Anadolu’nun tüm kentlerinde çağdaşlaşmanın sağlanması
için kentlerin resmi kurumlarının yer aldığı yeni merkezlerin
ve tarihi eserlerin bulunduğu bölgelerin etraflarının açılarak
korunması düşüncesi uygulanmaya konmuştur (Dinçer ve
Akın, 1994;33).
1950’lerden itibaren ulaşım ve sanayileşme alanındaki teknolojik faaliyetlerin hayatımızın vazgeçilmez unsurları olmaya
başlamasıyla beraber, nesillerin yer değiştirme ve mobilitesinin artışıyla kentleşme ve yerleşim olguları toplumların belleğinde başka anlamlar taşımaya başlamıştır. Mekanlar ilişkiler sonucu değil, modern teknoloji ürünleri ile şekillenmeye
başlamıştır. Heidegger’in (1993;302) deyimiyle modern dünya
var olan her şeyi çerçevelemekte ve anlamlar bütününden
tümüyle uzaklaşarak bilişsel ve ussal bir anlayışa göre şekillenmektedir. Kentlerin iş alanlarının olduğu merkezi yerlerde nüfus artışı ve yoğunlaşma ortaya çıkmış, geleneksel yer
ile olan ilişkilerde bir kopuş yaşanmaya başlamıştır (Osmay,
1998;143–145). Kentlerimizin birçoğunda, modern dünya
arayışıyla birlikte kimi yerde geleneksel yerleşim örüntüsü
terkedilmiş, kimi yerde de kent merkezinde yer alan tarihi
kent dokusu yok edilmiştir. Terkedilen yerler çöküntü alanlarına dönüşmüştür.
1950’ler ve 1960’larda, dış ticaret ve sanayileşmede liberalleşme politikaları ile hızlı nüfus artışı kentleşmeyi hızlandırmış, sanayi, ulaştırma ve altyapı çalışmaları kentsel gelişmenin
ana hedefleri haline gelmiştir (Tekeli, 1995; 54). Bu dönemde
PLANLAMA
38
Tablo 1.
Türkiye’de modernite sonrası koruma anlayışının dinamiklerinin dönemsel değişimi
Koruma anlayışının
dinamikleri
19. yy’ın ikinci
yarısı-Cumhuriyet
Cumhuriyet1950
1950-1980
1980-2000
2000 sonrası
Yönetsel Durum ve
Kapitalizmin etkisi,
Ulus-devlet anlayışı,
Dış Ticaret ve
Neoliberal
Özelleştirme,
Sanayileşme,
politikalar,
Küreselleşmiş
Dışa dönük politika,
kapitalizm
Batı ile bütünleşme
Dünyaya
Politika
Batılılaşma
Batı’ya rağmen
politikası,
Batılılaşma politikası
Liberalleşme
politikaları
eklemlenebilme
Uygarlaştıma projesi
Küreselleşme ve
kabiliyeti,
yerelleşme
Değişken politikalar,
Avrupa Birliği Uyum
Yasaları
Planlama
Modernist
Modernist
Modern popülist
Modernist
Planlamanın küçük
planlama-ulusal
planlama
planlamaya eleştirel
çapta örnekleri
mimarlık akımı
Katılımcı planlama
yaklaşım
Stratejik planlama
Postmodern
Parçacıl planlama
Kapsamlı akılcı
Güzel kent anlayışı,
planlama
planlama anlayışı
Paternalist planlama
Sosyo-ekonomik
Burjuvazinin ortaya
durum
çıkışı
Cumhuriyetin eliti,
Ekonomik gelişme
Serbest piyasa
Soyut sistemler
ekonomisi
Halkçılık anlayışı
İş ve endüstri
Hızlı kentleşme
Kırdan kente göç
dünyası elitinin
hakimiyeti,
Mobilitenin artışı
Spontane oluşumlar
ve belirsizlikler
Sermayenin
dolaşımı ve karar
Toplumsal
Mekansal gelişim
Geleneksel merkez
dışında yeni merkez
yaratımı,
Özel ve kamusal
alan ayrışması,
Gridal dokunun
gelişimi
Geleneksel yerleşim
dokularının yok
edilip yerine ulusal
mimarlık akımı
etkisinde yeni kent
meydanları yaratımı
Kamusal yapılar,
Geniş meydanlar
Gecekondular,
eşitsizliğin artışı
Metropoliten
kentleşme,
Yapsatçı konut,
vermesi
Lüks konut
sitelerinin ortaya
çıkışı,
Çok merkezlilik,
Toplu konut,
Yüksek yoğunluklu
altyapısı eksik
apartman
mahallelerinin
oluşumu,
Geleneksel
yerleşimlerin
terkedilerek
çöküntü alanı haline
gelmesi
Spekülatif
apartmanlaşma,
Geleneksel
yerleşimlerin
turizm amaçlı
canlandırılması
ve yerel olanın
pazarlanması
Geleneksel ve tarihi
kent dokusunda
kentsel dönüşüm
Feray Koca
39
Tablo 1 (devamı).
Türkiye’de modernite sonrası koruma anlayışının dinamiklerinin dönemsel değişimi
Koruma anlayışının
dinamikleri
19. yy’ın ikinci
yarısı-Cumhuriyet
Cumhuriyet1950
1950-1980
1980-2000
2000 sonrası
Koruma Anlayışının
Sadece taşınır
Anıtsal yapıların
‘Sit’ kavramının
Kültürel değerlerin
Somut olmayan
Yasal Boyutu
eserlerin
korunması,
kabulü,
turizmin
kültürel mirasın
korunması,
taşınmaz eserlerin
parçası olarak
korunması,
Asar-ı Atike
korunmasının dahil
Doğal ve tarihi
edilmesi
varlıkların
değerlendirilmesi
Kültürel peyzaj
korunması,
Nizannameleri
Umumu Hıfzıssıhha
kavramının ortaya
Kültür ve Tabiat
Belediye Kanunu,
Eski Eserler Yasası
Varlıklarını Koruma
Mevzuatı
Kanunu, Yapı ve
Yollar Kanunu,
Koruma Amaçlı
Belediye İstimlak
İmar Planları
çıkışı,
Kültürel çevre ve
alan yönetimi,
Kültürel kimlik ve
Kanunu ile modern
farklılık terimlerinin
Halkın katılımı gibi
kent yaratımı
hayatımıza girmesi
olumlu gelişmeler
çabaları
modernite projesinin sonucu kapsamlı akılcı bir kent planlama
anlayışı hakimdir. Bu durum, siyaset üstü bir planlama anlayışının kurumsallaşması sürecini başlatmıştır. Her dönem değişen
politik kararlar, halkın kısa erimli isteklerini karşılayacak bir
popülizme geçiş ve uzun süren planlama süreci, koruma anlayışında ilerleme kaydedilememesine neden olmuştur (Tekeli,
1998; 168–169). Dolayısıyla, halkın günlük isteklerinin karşılanması sürecinde, geleneksel yerleşimlerin kültürel mirasının
korunması bahis konusu bile olmamıştır. Bu dönemde soyut
değerler önem arz etmemiş, doğal ve tarihi öneme sahip varlıkların korunması esas alınmaya devam etmiştir.
1970’ler, kentlerde gecekondulaşmanın arttığı, bu nedenle
kent ölçeğinde koruma problemi üzerinde düşünülmeye başlandığı bir dönem olmuştur. İlk defa tarihi yapılar tek başlarına
değil çevreleri ile ele alınarak ‘sit’ kavramı getirilmiştir. Taşınır
taşınmaz kültürel miras ürünü kültürel çevrenin, geleneksel
yerleşimlerin korunması konusunda ilk çabalar başlamıştır
(Kejanlı ve diğerleri, 2007; 188). Bu çabalar maalesef koruma
amaçlı imar planı gibi dar bir çerçevede ele alınmış, toplumsal
olarak içselleştirilememiştir.
Geleneksel yerleşim örüntülerinin asıl bozulması 1980’lerde başlamıştır. Dışa dönük ekonomik politikalar ve Batı ile
bütünleşme düşüncesi sonucu dünyadaki gelişmelere paralel
olarak modernizmin evrensel dünyasından uzaklaşma başlamıştır ancak bu uzaklaşma spontane oluşumları, belirsizlikleri
ve değişkenlikleri beraberinde getirmiştir (Tekeli, 1998; 171).
Nüfus değişimleri, ekonomik nedenlerle köylerden kentlere
göç, sanayileşme, turizm teşvikleri yerleşim düşüncesinin anlamını değiştirmiştir. Sanayileşme ve yeni kentleşme modelleri
insanlara hızlı üretilen ve tüketilen mekanlar sunmaya başlamış, geleneksel yerleşim örüntüleri öncelikle terk edilen mekanlar haline gelmiş, ardından fiziksel dönüşümler yaşamıştır.
Genellikle, önce kentin modern yüzüyle tanışma isteği duyan
orta ve orta-üst sınıf, kentin yeni gelişim alanlarına ya da
kent dışına yerleşerek geleneksel yerleşim örüntüsüyle bağlarını koparmıştır. Terkedilen bu alanlar, kentin ucuz yerleşim
alanları haline geldiği için kır yerleşmelerinden gelen nüfus
tarafından işgal edilmiştir (Ataöv ve Osmay, 2007;63). Geleneksel yerleşim örüntülerini ayakta tutan ilişkiler ve yaşam
biçimi ortadan kalktığı için bu yerler zaman içinde kentlerin
bakımsız ve köhneleşmiş mekanları haline gelmiştir. İstanbul,
Ankara gibi büyük kentler başta olmak üzere birçok kent bu
süreci yaşamıştır. Spekülatif konut gelişimleri ve teknoloji ürünü standartlaşmış bir teknikle hızla üretilen konutlar anlamlı
bir geliştirme sürecine engel olmuş, yerleşimlerin karakterini değiştirirken geleneksel yerleşim örüntüsünü de bozmaya
başlamıştır.
1980’lerde, ekonomik kalkınma politikaları altında turizm sektörüne teşvik başlamış, dinlence faaliyetleri artmış, kültürel
değerler turizmin bir parçası olacak şekilde değerlendirilmeye
alınmıştır (Tekeli, 2011; 259). Geleneksel yerleşim örüntülerinin sahip olduğu somut kültürel miras örnekleri, turizm gelişimi yoluyla pazarlanmaya başlamıştır. Kıyı bölgelerimizdeki
geleneksel yerleşimler önce turizm tesislerinin sonra ikincil
konutların işgali altında kalmıştır (Dağıstan Özdemir, 2005;
23). Antalya, İzmir gibi büyük kıyı yerleşim bölgelerinde geçmişe ait değerler neredeyse bütünüyle silinmiş, kentlerin silueti ve özgün karakteri tamamen değişmiştir. Turizm yerel
idareler için her zaman sosyo-ekonomik gelişmenin, yenilen-
40
menin ve gelir elde etmenin yolu olarak görülmüştür. Yerel
kültür, sermaye birikim aracı olarak kullanılmış, değerleri ve
imajı satılarak bütün kaynakları tüketilmeye çalışmıştır. Bunun
karşısında, varlığını biraz da olsa koruyabilmiş Safranbolu, Şirince, Beypazarı gibi geleneksel yerleşimlerin fiziksel kültürel
varlıkları turizm gelirlerinin artırılmasındaki araçsal önemleri
nedeniyle korunmaya devam etmiştir. Turizm burada koruma
için itici güç olmuştur, fakat her kültürel değerin metaya dönüştürülerek ticarileştirilmesi halen bu yerleşimlerin fiziksel
varlığından öte, ‘Sosyo-kültürel varlığını tam olarak koruyabildi mi?’ sorusuna yanıt verememektedir.
1990’larda neo-liberal politikalar ile ortaya çıkan serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirmeler, kent mekanının üzerinde
mülkiyet ilişkilerini değiştirerek daha hiyerarşik ve eşitsiz bir
yapılanmayı doğurmuştur. Kent mekanından rant sağlama düşüncesi, kent mekanını metalaştırarak kolay alınıp satılan ve
kolaylıkla yeniden üretilen ve tüketilen bir malzeme haline
getirmiştir (Tekeli, 2011;307–311). Toplumun ortaklaşa üretmediği, çelişkili imar yasalarının şekil vermesiyle ortaya çıkan
kent mekanı geçmişle bağlarını koparmış ve global dünyaya
eklemlenmenin öncelikli çabası altında sermayenin yeniden
üretiminin mekanı haline dönüşmüştür. Böyle bir üretim ilişkileri dünyasında, geçmişin mekanlarını yeniden canlandırma ve
işlev kazandırma projeleri gündeme gelmiştir. Birçok kentte
geleneksel yerleşim örüntüsüne ait mekanlar, restorasyon,
sağlıklaştırma, yeniden canlandırma ve yayalaştırma projeleri yoluyla çoğu zaman süregelen sermaye odaklı kentsel dönüşüm sürecinin parçaları haline gelmiştir. Örneğin, Ankara
Hamamönü Sağlıklaştırma Projesi, Eskişehir Odunpazarı Sağlıklaştırma Projesi, İstanbul Sulukule Canlandırma Projesi gibi
hemen hemen her kentte koruma ve yaşatma adına geleneksel dokuda uygulanan parçacıl planlar, daha düzenli bir sokak
ve kent mekanı yaratmayı başarmış ancak çoğunlukla konut
alanlarını ticarileştirerek ve içinde yaşayanları dışlayarak kentsel bir dönüşüme neden olmuştur. Ayrıca, kimi sağlıklaştırma
projelerinde, sokak dokusunu tamamlamak adına, mevcutta
olmayan tarihi ve kültürel değerlerin varmış gibi üretilmesi
geçmişin kötü taklitleri haline gelen yerleşim örüntüleri ortaya çıkartabilmektedir. Geçmişle bağlarını kopartmış bu örüntüler, kente sadece prestij ve imaj sağlamak üzere üretilmiş
mekanlar haline gelmektedir.
2000’den sonra, Avrupa Birliği Uyum Yasaları ile birlikte geleneksel yerleşim örüntülerin korunması yönünde yasal mevzuatta bazı tanımlamalar geliştirilmiş, koruma amaçlı imar
planları yeni bir içeriğe kavuşturulmuş, Koruma Kurulları
oluşturulmuş, koruma çalışmalarının uygulamadaki zorlukları
aşılmaya çalışılmıştır. Ne yazık ki, hala koruma ve yaşatma anlayışı, mekanın varlığına dair ön anlamayı gerçekleştiremediği
için geleneksel yerleşimler, zamanın ruhuna uygun5 biçimde
5
Hegel’in modern çağ zihniyetini ifade etmek için kullandığı terimdir (zeitgeist).
PLANLAMA
her daim değişen politika ve yasalarla birlikte dönüşüme uğramaya devam etmekte ve toplum tarafından içselleştirilemediği
için görsel bir imajdan öteye gidememektedir.
Bugün, Türkiye’de tarihi çevreyi ve geleneksel yerleşim örüntüsünü korumak tamamen sermayenin tercih ve önceliklerine
göre değişen politikalara dayandırılmış hale gelmiştir. Mayıs
2013 tarihinde, İstanbul Gezi Parkı’nın yukarıda sözü edilen
nitelikte bir yayalaştırma projesi yoluyla dönüşümünü sorgulayan bir direniş ile başlayan olaylar, aslında İstanbul’un yıllardır
yaşadığı dönüşümün patlak verdiği nokta olmuştur. İstanbul’un
tarihi yapısı ve geleneksel yerleşim örüntüsü, yıllardır kapitalist işgalci bir anlayışın ürünü olan yapılaşma baskısı ve kentsel
dönüşüm projeleri ile aşındırılmıştır. Toplumsal bellekte yer
eden ve halen günlük yaşamın ilişkiler bütünü içinde var olan
anıtsal nitelikli yapılar ve örüntüler ya kullanıma kapatılarak
ortadan kaldırılmakta, ya da varlık nedenine uymayan başka
fonksiyonlarla yeniden değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Haydarpaşa Garı, Emek Sineması ve İnci Pastanesi bunların en
çarpıcı örnekleridir. Benzer şekilde kültürel miras kapsamında
bahsettiğimiz somut olmayan değerler bazen bir park mekanında hayat bulabilmekte ve toplumsal bellekte çok önemli bir
yer tutabilmektedir. Bu da her tür kültürel peyzaj unsurunun
yerleşim örüntüsünün anlamlı bir parçası olduğunu göstermekte, geleneksel veya değil, kent mekanların sürekliliği düşünülürken yeşil dokunun kentin ayrılmaz bir bileşeni olduğunun
unutulmaması gerektiğini anımsatmaktadır.
Türkiye’de Geleneksel Yerleşim
Örüntülerin Karakterini ve Kültürel Mirasını
Koruma Anlayışındaki Sıkıntılara Ontolojik
Yaklaşım
Korumaya yönelik ilk çalışmalar, kapitalizmin eşitsizliğinin ve
modernizmin homojenleştirici yapısının kent mekanına ve
yerleşmelerin karakterine yansıması sonucu ortaya çıkmıştır.
Sorunlar tespit edilebilmesine rağmen, modern dünya koşulları içinde uygulamada genelde sıkıntılar yaşanmıştır. Türkiye’de
geleneksel yerleşim örüntülerini koruma anlayışına baktığımızda, sıkıntıların temelinde modernitenin ontolojik kabulü ihmal
edişinde yattığını söyleyebiliriz.
Modernleşme, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’da
hakim olmaya başlamış ve büyük kentlerde geleneksel yerleşim dokusunu tasviye edici nitelikte yaşanmıştır. Avrupa’daki
sanayi kentlerinin sağlıksız yaşam mekanına çözüm bulmak
için modernist kent planlaması anlayışı benimsenmiştir fakat
benzer modernist uygulamaların sanayi devrimini yaşamayan
Osmanlı’da tepeden inme uygulanması, Osmanlı’nın büyük
kentlerinde geleneksel yerleşim dokusunu tahrip etmiştir (Tekeli, 1998; 164–165). Bu dönemde, koruma anlayışı sadece
taşınır ya da anıtsal eserler düzeyinde kalmıştır.
Feray Koca
Pozitivist düşüncenin devamında, Cumhuriyet döneminden
itibaren Türkiye’de yerel olan, kökeninden kopartılarak yeniden üretilmiştir. Belirli bir yöreye bağlı olmayan, yer değiştirebilen, geleneksel toplum bağlarından kurtulmuş, kendi aklıyla
bireysel kararlar verebilen bir toplum yaratılması çalışmaları
başlamıştır. Bu anlamda yerel bağlamdaki toplumsal ilişki biçimleri çözülmüş, anonim toplumsal ilişki kalıpları oluşturabilmek için ulus kimlik yaratılmaya çalışılmıştır. Bina yapımı gelenekten koparılarak meslek erbaplarına teslim edilmemiştir.
Kent ve çevresi sosyo-ekonomik ve politik bütünlük olarak
görüldüğü için kentlerin tamamı akılcı planlama anlayışı ile üretilmeye başlanmıştır. Bu planlama anlayışı geçmişte var olan
kent dokularına saygılı olamamıştır (Tekeli, 1998). Kentleşme
sanayileşmeyle paralel gidememiştir ve kapitalizmin yarattığı eşitsizlik, Cumhuriyet dönemi ulus-devletinin demokratik
eşitlik anlayışı ile de aşılamamıştır. Sonrasında, ülkede hemen
her dönemde aşılamayan sosyal ve ekonomik sıkıntılar ve bunalımların yaşanmasına neden olmuştur. Bu nedenle devlet
eliyle koruma anlayışı ekonomik kaygılardan dolayı eksik kalmıştır (Dağıstan Özdemir, 2005; 24).
Modernist düşüncenin getirdiği kapsamlı kent planlaması anlayışı, yapıların çevreleriyle bir bütün olarak korunması gerektiği
düşüncesini ortaya çıkarmıştır fakat koruma bilinci imar planları yoluyla oluştuğu için planların standartlaştırıcı etkisi koruma anlayışına da yansımış, korunacak varlığın ve yerleşimin etkileşimi düşünülmeyerek, korunacak yapıya yaklaşma mesafesi
gibi standart rakamsal verilerle koruma uygulaması yapılmaya
çalışılmıştır. Genellikle, “kentsel mekanın karma kullanıma sahip yerleşim örüntüsü ve kolektif belleği, üst modernist şehircilik ve planlama uygulamalarının indirgeyici ve sterilleştirici
ilkeleriyle yok edilmiştir “(Bozdoğan, 1998; 143).
Geleneksel yerleşim örüntülerinin korunmasına yönelik koruma plan ve uygulamaları; sosyo-mekansal örüntünün devamlılığı, doğal ve kültürel mirasa hassasiyet konusunda yetersiz
kalmaktadır. Bunun nedeni, Türkiye’de koruma planlarının,
genelde akılcı planlamanın etkisinde yapı ve imar planlarından
farklılık göstermemesidir. Plan hiyerarşisi içinde bütüncül yaklaşımla hazırlanan koruma amaçlı imar planları, parçacıl planlar
şeklinde uygulanabilmektedir. Kent planı ise, koruma planları
da dahil parçacıl planların kolajından ibarettir. Bu planların uygulanması sonucu, bazen doğal ve kültürel mirasın niteliği ve
karakteri değişebilmektedir.
Türkiye’de modernizm ile ön plana çıkan işlevsel ve evrensel
normlar, mekanların özünde bulunan varlık anlayışı ile değil;
epistemolojik bir yaklaşımla uygulanmıştır. Kentsel planlama
kararları bilimsel bilginin hakimiyeti altında verilirken, ontoloji
unutulmaya başlamıştır. Varlık nedeni sorgulanmadan verilen
kararlar sonucu koruma anlayışı yanlış yorumlanmakta ve ko6
Metalaşmış piyasalar.
41
ruma faaliyeti, bu faaliyetlerden beklenen çıktılara ulaşılmaksızın gerçekleşmektedir.
Modern anlayışın teknolojik uygulamaları, mekânı sadece nesnel ve ölçülebilir kılmaktadır. Bu da mekanın varlıkla olan ontolojik ilişkisini koparmakta, nitel özelliklerinden soyutlamaktadır. Bu kopuş, koruma anlayışımıza da yansımaktadır. Her ne
kadar yasalarımızda somut ve somut olmayan kültürel değerlerin birlikte korunması şeklinde ibareler olsa da, koruma pratiklerimiz sadece somut olanın korunması üzerine gelişmiştir.
Araçsal aklın kontrolünde gözlemlerimiz, sadece gözle görülen ve elle tutulan üzerinden gerçekleşmektedir. Bunun sonucu bilgi ile varlık arasında bağ kopmakta, varlığın oluş nedeni
unutulmaktadır (Çelikoğlu, 2011). Somut ve somut olmayan
değerlerin birlikteliğinin ve etkileşiminin yerleşimleri anlamlı
kıldığı unutulmaktadır.
Geleneksel yerleşim örüntülerinin fiziki varlıklarının yanında
sosyo-kültürel özellikleri ile de nitelenen varlıklar olduğu göz
ardı edilmektedir. Bu mekanların içlerinde devam eden yaşam
ile bütünleşen anlamlarının olduğu hatırlanmalıdır. Ülkemizde
yeniden canlandırma düşünülmeden yapılan restorasyon çalışmaları, bu mekanları zamanın akışı içinde dondurmaktadır.
Oysa, koruma, şuanda saplanıp kalmadan dünün ve bugünün
kullanım eğilimlerini düşünerek mekanın yeniden kazanımı için
çözümler geliştirmelidir. Ayrıca, “‘koruma’, ‘Eski’ ve ‘Yeni’ arasındaki diyalektik ilişkideki sentezdir; içinde hem eski hem de
yeni parçalar/yapılar/ifadeler taşıyan üçüncü bir haldir” (Kamacı, 2014;1). Koruma anlayışımızdaki sıkıntı, diyalektik ilişki
içindeki bu sentezin özünün anlaşılmamasında ve bulunduğu
coğrafyanın ekonomik, politik, çevresel ve sosyal yapısından
bağımsız düşünülmesinde yatmaktadır.
Küreselleşmiş kapitalizm ile birlikte geleneksel yerleşim örüntülerinin korunmasında en önemli problemlerden biri de finansal destektir. Toprak rantının her türlü ranttan yüksek
olması ve toprak rantı konusunda spekülasyonlar, kültürel
mirasın korunması konusunda sıkıntılar ortaya çıkarmaktadır
(Dağıstan Özdemir, 2005; 24). Topraktan ve yeni yapılaşmadan elde edilen ekonomik kazancın, geleneksel dokunun yarattığı prestijden daha karlı olması, koruma anlayışına öncelik
kazandıramamaktadır (Kuban, 1983;33). Toprak rantı ve spekülasyonlar, koruma konusundaki aktörlerin beklentilerini de
etkilemektedir. Bu beklentiler kimi yerde çatışabilmektedir.
Kapitalizmin bireysel menfaatleri ön plana çıkaran yapısından
dolayı toplumun her kesimini koruma uygulamalarına adapte
etmek zorlaşmaktadır.
Modernlikle ilişkilendirilen soyut sistemler6 dünyasında günlük
yaşamın içi boşaltılmıştır, kimlikler soyut sistemlerin sağladığı strateji ve seçenekler arasında kendilerini bulmak zorunda
bırakılmıştır (Giddens, 1990). Kültürel değerler, sermaye yatırımları haline gelmiş ve kaynak olarak nitelendirilmeye başlamıştır. Dünya düzenine eklemlenebilmek adına turizmi teşvik
42
amacıyla, yerleşimlere yeni kimlikler kazandırılmakta, kültür
mirası varlıklar birer metaya dönüştürülerek pazarlanmaktadır. Pazarlama stratejisinin bir parçası olarak, o yerleşim içinde hemen hemen her mekanda aynı ürünlerin ve değerlerin
öne çıkıyor olması ise yerleşimi sıradanlaştırarak basmakalıp
bir karaktere sokmaktadır. Örneğin Şirince ve Beypazarı’nın
tamamen turistlere yönelik ve ticarethaneye dönüşen sokakları yerleşimin varlık nedenini anlamayı zorlaştırmakta, bu tür
geleneksel yerleşimleri birbirinden ayırt edilmez kılmakta ve
söz konusu yerlere turistik ‘marka’lar haline gelmeleri söylemi
altında yeni fakat içinde yaşayanların günlük yaşam pratiklerinden kopuk bir karakter yüklemektedir. Bu durumda, korunulan şeyin kültürel değerler mi yoksa metalaşan değerler mi
olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır.
Sonuç
Modernite sonrası geleneksel yerleşimlerin; politika, planlama
anlayışı, sosyo-ekonomik durum, mekânsal durum ve korumaya dair yasal düzenleme dinamiklerine ve değişen günlük
yaşam pratiklerine bağlı olarak özgün karakteri dönüşüme
uğramış ve kültürel miras değeri kaybolmaya başlamıştır. Modernizmin akılcı formülleri, homojenleştirici ve farklılığa yer
vermeyen yapısı, kültürel kimliklerin devamlılığının sağlanması
ve korunması konusunda zorluklara neden olmuştur. Modernite, araçsal-stratejik akılcılığa indirgenerek, etkileşimler ihmal
edilmiştir. Dolayısı ile modernist planlama pratiği, geleneksel
yerleşimlerin varlık nedeninin sorgulanması konusunda yetersiz kalmıştır. Oysa ki koruma, eski ve yeninin etkileşim içindeki birlikteliğinin devamlılığını sağlayabilmeyi gerektirir; bu da,
ontolojik bir ele alış ile mümkün olabilir.
Modernitenin ontolojik ele alışı ihmal eden yapısı, koruma
pratiğini de çıkmaza sokmaktadır. Parça-bütün ilişkisi kavranamamakta ve anlamlandırılamamaktadır. Ontolojik ön anlamanın elemanı ‘varlık’ anlaşılamamaktadır. Teknolojinin bilgisi,
varlığın önüne geçmiştir. Küresel düzeydeki soyut sistemler ve
teknolojik gelişmeler insan tercihlerini değiştirerek yaşam tarzı ve pratiklerinde dönüşümlere neden olmuştur. Bu değişim,
mekan-uzamsal boyutlarda gerçekleşen dinamik bir süreçtir.
Moderniteyle birlikte açığa çıkan küresel düzeyde standardize edilmiş mekan formları her topluma uygulanmış, toplumların bellekleri zayıflamış ve süreklilik duygusu kaybolmaya
başlamıştır. Geleneksel yerleşimlere ait değerler ve anlamlar
da toplumların zayıflayan belleği sonucu değişen pratikleri
ve tercihleriyle dönüşüme uğramaktadır. Bu nedenle ‘koruma’, modernitenin zamanı donduran yapısından uzaklaşarak
dünü bugüne bağlayabilmelidir. Koruma, korunacak mekanın
geçmişteki fonksiyonlarının birebir sürdürülmesinden çok,
güncel fonksiyonlara göre adaptasyon olarak algılanmalıdır.
‘Korumak’ ve ‘yaşatmak’, toplumsal bellekte yok olmuş ve
yerine toplumsal bellek tarafından başka anlamlı bir gelişmenin getirildiği ve yeni bir karakter kazanmış bir mekanı eski
PLANLAMA
fonksiyonu ile tekrardan inşa etmek de değildir. Bu, bir uyum
süreci içerisinde dönüşen bir varlığı, zorlama bir biçimde eski
varlığına geri döndürme çabasıdır ki toplumsal ilişkiler sonucu
oluşmadığı için boşa bir çaba olacaktır. Böylesi bir durumda,
tarihi ya da kültürel varlıkları yeniden inşa etmek anlamsız bir
uğraş olacak ve geçmişi taklitten öteye gidemeyecektir.
Modernitenin mekan tanımında; ‘o yer’, ‘bu yer’ gibi tanımlayıcı kavramlar anlamlarını yitirmiş ve homojenleşmeye başlamıştır. Yerleşimler belli standartlarda kurgulanmış mekan formları
ile şekillendirilmeye başlamıştır. Oysa ki, her yerleşim genel
bir çerçeveden değil kendi özgün değerleri ve karakteri ile
varlık nedeni üzerinden değerlendirilmelidir. Yerleşim karakterinin ve kültürel mirasın korunmasının yolu, onun varlık nedeninin devamlılığını sağlamakla mümkün olacaktır. Varlığının
devamlılığı, yeri, ‘o yer’ yapan toplumsal belleği ve yere bağlılık
duygusunu canlı tutmakla olabilir. Bu nedenle nitelikli ve özgün
geleneksel yerleşmeler için hazırlanmış ‘o yer’e özgün koruma
planları ve tasarım politikaları üretilmelidir.
Modernitenin evrensellik iddiası ile teknolojinin standart uygulamaları yerele taşınarak, yerli kullanıcıların bilgi ve deneyimlerinin önüne geçmiştir. Oysa ki pratiğe dayalı yerel bilgi,
değişen sosyo-mekansal koşullara adapte olmuş ve kültürel
aktarımla nesillerden nesillere geçmeyi başarabilen bir bilgidir. Koruma planlarının hedefleri geleneksel pratiğe önem
vermelidir. İnsan ve mekan arasındaki ilişkinin devamlılığı, bu
kapsamda öne çıkan etkileşimler, mekânsal örüntü ve kültürel
mirasın sürdürülmesi, geleneksel yerleşimlerin sosyo-kültürel
ve mekânsal değerlerinin yok olmasını önlemede önem taşımaktadır.
Yeniden kazandırma projeleri ise mekanların ve kültürel değerlerin ve anlamların önemini tekrar ortaya çıkaracak ve onu
kentin tekrar bir parçası haline getirecek bir yol bulmak olarak işlenmelidir. Günümüz yaşam koşulları ile bütünleşmiş ve
uyum sağlamış, kent mekanının sürekliliğini sağlayan, gündelik
yaşama ait olabilen, hem bugün hem gelecek nesiller için yaşayabilen, işlevsel olarak katkı sağlayabilen, anlamlı bir bütünü
oluşturabilecek bir koruma anlayışı geliştirilmelidir.
Sonuç olarak; modernite, şeylerin varlık nedenini anlamayı
terk ettiği için değişken toplumsal koşullara ayak uyduramamakta ve esnek olmayan planlama kararları sergilemektedir.
Geleneksel yerleşim örüntüleri belli bir kültürel birikimin
oluşturduğu insan ve yapılı çevrenin dinamik etkileşiminden
doğan ilişkiler sanatıdır. Koruma anlayışımız, bu ilişkiler sanatı varlığın devamlılığını sağlayabilmek için, dünü bugüne
bağlayabilen, mekanın sürekliliğini koruyabilen ve aidiyet
duygusunu canlandıran bir planlama ve tasarım yaklaşımını
benimsemelidir.
Feray Koca
KAYNAKLAR
Alexander, C., Ishikawa, S. and Silverstein, M. Jacobson, M., Fiksdahl-King, I.,
Angel, S. (1977). A Pattern Language, Oxford University Press, New York.
Alexander, C. (1979). The Timeless Way of Building, Oxford University
Press, New York.
Aksoy, A., Ünsal, D. (2012). Kültürel Miras Yönetimi, Anadolu Üniversitesi,
Eskişehir.
Arizpe, L. (2004). Intangible Cultural Heritage, Diversity and Coherence,
Museum International, vol. 56, no. 1–2, pp. 130-136, Published by Blackwell Publishing.
Arntzen, S. (2001). Cultural Landscape and Approaches to Nature, Ecophilosophical Perspectives, in Place and Location, Vol 2 (Ed.) Virve Sarapik,
Kadri Tüür, Mari Laanemets (editörler) Proceedings of the Estonian
Academy of Arts 10, 27-49. ,Tallinn, Estonia.
Ataöv A., Osmay, S. (2007). Türkiye’de Kentsel Dönüşüme Yöntemsel Bir
Yaklaşım, METU JFA (24:2), 57-82.
Bademli, R. R. (2006). Doğal, Tarihi ve Kültürel Değerlerin Korunması,
ODTÜ Mimarlık Fakültesi.
Bozdoğan,S. (1998). Türk Mimari Kültüründe Modernizm: Genel Bir Bakış.
Sibel Bozdağan ve Reşat Kasaba (Ed.) Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal
Kimlik içinde (s.135-154). Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Conzen, M.R.G. (1960). Alnwick, Northumberland: A Study in Town Plan
Analysis, Publication no. 27. London: Institute of British Geographers.
Conzen, M. R. G. (2004). Thinking About Urban Form – Papers on Urban
Morphology: 1932-1998, Peter Lang, Bern.
Cullen, G. (1961). Townscape. London: Architectural Press.
Çelikoğlu, İ. Ö. (2011). Habermas’ın Modernite Savunusu: Eleştirel Bir
Okuma, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 11, Sayı 3,
239-258.
Dağıstan Özdemir, M. Z. (2005). Türkiye’de Kültürel Mirasın Korunmasına
Kısa Bir Bakış, Planlama Dergisi, Sayı: 1, 20-25.
Dinçer, İ., Akın, O. (1994). Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kapsamında
Koruma Planı ve İdari Yapısı, 2. Kentsel Koruma Yenileme ve Uygulama
Kollokyumu, İstanbul, 127-131.
Gadamer, H-G. (1976). Hegel’s Dialectic: Five Hermeneutic Studies, çeviri:
P.C. Smith, Yale University Press, New Haven and London.
Giddens, A. (1990). Modernliğin Sonuçları, Ayrıntı Yayınları.
Gorp B.V., Renes H. (2007). A European Cultural Identity? Heritage and
Shared Histories in the European Union, Tijdschrift voor Economische
en Sociale Geografie, Royal Dutch Geographical Society KNAG, Vol. 98,
No. 3, 407–415.
Günay, B. (2006). Varlıkbilim Bağlamında Koruma, Bilim ve Ütopya,
Sayı:144, 5-20.
Günay, B. (2009). Conservation of Urban Space as an Ontological Problem,
Journal of Faculty of Architecture, METU, Sayı: 1, (26:1), 123-156.
Hegel, G.W.F. (2001). The Philosophy of History, Çeviri: J. Sibree, M.A., Batoche Books, Kitchener. Ontario, Canada.
Oliver, P. (2006). Built to Meet Needs: Cultural Issues in Vernacular Architecture, Architectural Press, Elsevier.
Heidegger, M. (1973). The End of Philosophy, trans. J. Stombough (New
York: Harper & Row).
Heidegger, M. (1992). The Concept of Time, çeviri: W. Mcneill, Lecture
which Heidegger delivered to the Marburg Theological Society in July
1924, Blackwell Publishing.
Heidegger, M. (1993). Sein und Zeit, Max Niemeyer Verlag, Tübingen, tr. by
J. Macquarrie and E. Robinson; Blackwell.
Heidegger, M. (1999). Ontology: The Hermeneutics of Facticity, tr. by John
van Buren Bloomington, Ind., Indiana University Press.
43
Jivén G. , Larkham P. J. (2003). Sense of Place, Authenticity and Character: A
Commentary, Journal of Urban Design, Vol. 8, No. 1, 67–81.
Kamacı, E. (2014). 2863 Sayılı KTVKK’nın Uluslararası Yasal Düzenlemeler
Bağlamında Değerlendirilmesi, METU JFA, (31:2) 1-23.
Kejanlı, D. T., Akın, C. T., Yılmaz, A. (2007). Türkiye’de Koruma Yasalarının
Tarihsel Gelişimi Üzerine Bir İnceleme, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 6(19):179-196.
Kuban, D. (1983). Conservation of the Historic Environment for Cultural
Survival, Architecture and Community: building in the Islamic world today. [Renata Holod ed.] New York:Aperture (The Aga Khan Award for
Architecture) 32-37.
Lozano, E.E. (1990). Community Design and the Culture of Cities, the crossroad and the wall, Cambridge University Press.
Norberg-Schulz, C. (1974). Intensions in Architecture, The MIT Pres, Cambridge.
Norberg- Schulz, C. (1980). Genius Loci, Towards a Phenomenology of Architecture, Academy Editions, London.
Osmay, S. (1998). 1923’den Bugüne Kent Merkezlerinin Dönüşümü, 75 Yılda
Değişen Kent ve Mimarlık, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.
Tekeli, İ. (1998). Bir Modernleşme Projesi Olarak Türkiye’de Kent Planlaması.
Sibel Bozdağan ve Reşat Kasaba (Ed.) Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal
Kimlik içinde (s.155-172). Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Tekeli, İ. (1995). Bir Modernite Projesi Olarak Türkiye’de Kent Planlaması,
Ege Mimarlık, 2/16, 51-55.
Tekeli, İ. (2011). Kent, Kentli Hakları, Kentleşme ve Kentsel Dönüşüm, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Tuan, Y. (1974). Topophilia: a study of environmental perception, attitudes,
and values, Prentice Hall, Englewood Cliffs, NJ.
Tuan, Y. (1977). Space and Place: The Perspective of Experience, University
of Minnesota Press.
Whitehand, J. W. R., Gu, K. (2010). Conserving Urban Landscape Heritage:
a Geographical Approach, Procedia Social and Behavioral Sciences 2, Selected Papers of Beijing Forum 2007, 6948-6953.