Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Memeler Ve Yumurtalar
Memeler Ve Yumurtalar
Memeler Ve Yumurtalar
Ebook476 pages5 hours

Memeler Ve Yumurtalar

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

"Her okura yaşamının anlamını sorgulatan, sivri olduğu kadar büyüleyici bir roman. Roman kahramanı kesinlikle yaşıyor, sahiden nefes alıp veriyor." – Haruki Murakami

Otuz yaşındaki Natsuko, ablası Makiko ve kızı Midoriko…

Bir yaz günü Makiko meme büyütme ameliyatı için Osaka'dan Tokyo'ya, yazar olmayı isteyen kardeşi Natsuko'ya gelir. Yanında ergen kızı Midoriko vardır. Büyüme sancıları çeken Midoriko kimseyle konuşmayıp yaşadıklarını günlüğüne yazmaktadır. Onun sessizliği her birini korkuları ve bastırdıkları duygularıyla yüzleşmeye iter.

Sekiz yıl sonra, Natsuko kitabı yayımlanmış bir yazardır. Yalnız ve çocuksuz yaşlanmak konusu, kafasını sürekli kurcalar. Bir yandan yeni kitabını yazmaya uğraşırken diğer yandan anne olup olamayacağını tartar.

Japonya'da ve dünyada büyük ses getiren Memeler ve Yumurtalar fakirlik, kadın olmak ve bir çocuğu var etme sorumluluğu üzerine çok çarpıcı bir roman…
LanguageTürkçe
Release dateMay 31, 2024
ISBN9786256570450
Memeler Ve Yumurtalar
Author

Mieko Kawakami

Mieko Kawakami is the author of the internationally bestselling novel Breasts and Eggs, a New York Times Notable Book of the Year and one of TIME’s Best 10 Books of 2020, and the highly-acclaimed Heaven, her second novel to be translated and published in English, which Oprah Daily described as written “with jagged, visceral beauty.” Born in Osaka, Japan, Kawakami made her literary debut as a poet in 2006, and in 2007 published her first novella, My Ego, My Teeth, and the World. Known for their poetic qualities, their insights into the female body, and their preoccupation with ethics and modern society, her books have been translated into over twenty languages. Kawakami’s literary awards include the Akutagawa Prize, the Tanizaki Prize, and the Murasaki Shikibu Prize. She lives in Tokyo, Japan.

Related to Memeler Ve Yumurtalar

Related ebooks

Related categories

Reviews for Memeler Ve Yumurtalar

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Memeler Ve Yumurtalar - Mieko Kawakami

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/mieko-kawakami

    MEMELER VE YUMURTALAR

    Orijinal adı: Natsu Monogatari

    © 2019, Mieko Kawakami

    Yazan: Mieko Kawakami

    Japonca aslından çeviren: Ali Volkan Erdemir

    Yayına hazırlayan: Hülya Balcı

    Türkçe yayın hakları: © 2023 Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Bu kitap ilk kez Bungeishunju Ltd. tarafından yayımlanmıştır.

    Yayın hakları ICM Partners aracılığıyla alınmıştır.

    Dijital yayın tarihi: /Aralık 2023 / ISBN 978-625-6570-45-0

    Kapak tasarımı: Geray Gençer

    Sayfa uygulama: Yasemin Çatal

    Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Memeler ve Yumurtalar

    Mieko Kawakami

    Çeviren: Ali Volkan Erdemir

    Çevirmenin notu

    Mieko Kawakami’ye 138. Akutagawa Ödülü’nü kazandıran ikinci romanı Memeler ve Yumurtalar (Chichi to Ran) 2008 yılında yayımlandı. Yazar bu romanı genişleterek 2019 yılında Yaz Öyküleri (Natsu Monogatari) adıyla çıkardı, roman aynı yıl 73. Mainichi Yayın Kültür Ödülü’ne layık görüldü.

    2020 yılında İngilizcede Breasts and Eggs adıyla yayımlanan bu uzun versiyonu Haruki Murakami nefes kesici olarak değerlendirdi. Roman, TIME’ın En İyi 10 Kurmaca Eser, The Atlantic’in 2020’nin En İyi 15 Kitabı, New York Times’ın 2020’nin En İyi 100 Kitabı seçkisinde yer aldı. Elinizdeki kitap bu uzun versiyonun Memeler ve Yumurtalar adıyla çevirisidir.

    1976, Osaka doğumlu yazarın Memeler ve Yumurtalar’da Osaka şivesini adeta deneysel bir yöntem olarak yoğun biçimde kullanması çeşitli eleştirilere yol açtı ancak bu özelliğin yabancı dillere aktarılırken kaybolması kaçınılmazdı. Kawakami bir röportajında bu eleştirilere karşı, Osaka şivesiyle konuşuyorum ve bunu değiştirmek için bir neden görmüyorum. Standart Japoncayla konuşunca beynimin bir kısmının kaskatı kesildiğini hissediyorum. Tonlamaları ayırt ederek konuşmaya çalışmak, standart söyleyişi bulmak çok yorucu oluyor diye cevap verdi. Öte yandan diyaloglardaki saygı dili kullanımı da içeriğe göre esneklik gösteriyor. Konuşmalar sırasında karakterlerin duygusal mesafelerinin yakınlık ve uzaklığıyla orantılı olarak aynı diyalog içinde sizli-bizli ve senli-benli hitap şekli kullanılmış.

    Çeviride kaybolan nüanslardan biri de başkarakter Natsuko Natsume’nin ad ve soyadında yer alan, yaz anlamına gelen natsu sözcüğü. Ayrıca her iki kitabın başındaki zaman ibareleri, 2008 Yaz ve 2016 Yaz–2019 Yaz da bu mevsime vurgu yapar. Böylece hem adında hem de soyadında yaz sözcüğü geçen başkarakterin temelde yaz mevsiminde başından geçenler bu romanın konusunu oluşturur.

    Edebiyat dünyasına şiirle giren Kawakami roman ve öykü türünde ilerledi ve neredeyse her eseri çeşitli ödüllere aday gösterildi. Ai no yume toka (Dreams of Love, etc) adlı öykü kitabıyla 2013 Tanizaki Ödülü’nü kazandı. 2009 yılında yayımladığı Hevun (Heaven) ile ertesi yıl Murasaki Shikibu Ödülü sahibi olurken, eserin İngilizceye çevrilmesiyle 2022 International Booker Prize kısa listesine kadar yükseldi.

    Huven (Heaven, 2009), Subete mayonaka no koibito tachi (All Lovers in the Night, 2011) ve Memeler ve Yumurtalar (2019) romanları aralarında ince bir bağ olan üçleme olarak kabul edilir.

    Ali Volkan Erdemir

    Kyoto, Ocak 2023

    Birinci Kitap

    2008 Yaz

    1

    Sen fakir misin?

    Bir kişinin ne kadar fakir olduğunu öğrenmenin en hızlı yolu, ona kaç pencereli evde yetiştiğini sormaktır. Fakirliğinin derecesi kişinin yediklerinden veya giydiklerinden anlaşılmaz, sadece içinde büyüdüğü evin pencere sayısıyla ölçülür. Evet, fakirlik pencere sayısıdır. O evde hiç pencere yoksa ya da ne kadar azsa, kişi o denli fakir demektir.

    Eskiden, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım birine bunu söylediğimde, Öyle değerlendirme mi olurmuş hiç? diyerek karşı çıkmıştı. Tek pencereli bir ev var diyelim; bu, bahçeye bakan çok büyük bir pencereyse, o büyük ve harika penceresi olan evde oturan birine fakir denebilir mi? diye haklı çıkarmaya çalışmıştı iddiasını Kansai şivesiyle.

    Bana sorarsanız bu kişinin fakirlikle uzaktan yakından hiç ilgisi olmamış. Bahçeye bakan pencereymiş! Büyük pencere hem de. Bahçe de neyin nesi? Peki harika pencere dediği, nasıl bir şey ki?

    Fakirlerin dünyasında büyük pencere ya da harika pencere diye bir kavram yoktur. Onlar için pencere denen şey, sıkışık sıralanmış dolapların arkasında olur ve bunlar açıldığı hiç görülmeyen bulanık camlardır. Yağdan yapış yapış olup katılaşmış ve yine döndüğü hiç görülmemiş mutfak vantilatörünün yanında, kirli, dört köşeli çerçevedir.

    Bu yüzden fakirlik hakkında konuşmak isteyip de gerçekten bir şey söyleyebilenler, sadece fakirlerdir: Ya şimdiki zamanın ya da geçmiş zamanın fakirleri.

    Bu konunun bir anda aklıma düşmesi ve üzerine kafa yormam, şu karşımda oturan kızın yüzünden. Yamanote tren hattı bir yaz gününe göre tuhaf bir şekilde boştu, yolcular ya cep telefonuyla oynuyor ya da kitap okuyor, sakince oturuyorlardı.

    Sekiz dersem sekiz, on dersem on yaşında görünen bu kız çocuğunun bir yanında spor çantasını ayağının arkasına koymuş genç bir adam, diğer yanında başına iri, siyah bir bandana takmış bir başka kız oturuyordu. Ortadaki kız çocuğu, onlardan ayrı, tek başınaydı.

    Kız kara tenli ve cılızdı. Güneşten rengi kararmış sedef hastalığı benekleri daha da göze batıyordu. Pantolon etekten uzayan iki bacağı, kolsuz, açık mavi tişörtünden çıkan kollarıyla hemen hemen aynı incelikteydi. Dudakları sımsıkı büzülmüş, omuzları kasılmış, çok gergin görünen bu kızı görünce, çocukluğumdaki halimi hatırladım; işte o zaman fakirlik denen sözcük geldi aklıma.

    Boyun kısmı esnemiş kolsuz açık mavi tişörtünü, aslında beyaz olan ama üzerinde çok fazla leke olduğundan rengi belli olmayan spor ayakkabısını inceledim. Eğer kız ağzını açar da dişlerini görürsem ve hepsi de çürükse ne fena olur diye düşündüm. Hiç eşyası yoktu. Ne sırt çantası ne el çantası ne de bir poşet. Demek ki tren bileti ve parası cebindeydi. Bu yaşlardaki kızların trenle bir yere giderken dışarı nasıl çıktıklarını bilmiyordum ama onun hiçbir eşyasının olmaması beni endişelendirmişti.

    Oturduğum yerden kalkıp onun önüne dikilerek, ajandanın kenarına düştüğüm ve benden başka kimsenin okuyamayacağı ufak bir not gibi, başka kimsenin anlamayacağı bir konuda ona bir şey söylesem mi diye aklımdan geçirdim. Söze nasıl başlamalı peki? Gördüğüm kadarıyla saç telleri sert; bu konuda benim de söyleyecek birkaç şeyim çıkar. Rüzgâr esse bile saçın dağılmıyor değil mi? Sedef hastalığın yetişkin olduğunda kendiliğinden geçecek, takma kafana. Ya da pencereler hakkında mı bir şey demeliyim? Bizim evimizde dışarıyı gören pencere yoktu, sizin evinizde öyle pencere var mı?

    Kol saatime baktım. Tam on ikiydi. Yazın durgun öğle sıcağını kesip geçer gibi ilerliyordu tren, sonraki istasyon Kanda diye boğuk sesli anons duyuldu. İstasyona varınca kapılar delinmiş bir şeyin tıslamasıyla açıldı, henüz öğlen olmasına karşın feci sarhoş olmuş yaşlı bir adam yuvarlanır gibi girdi içeri. Birkaç yolcu refleksle hemen geri çekildi, adam kısık sesle bir inledi. Çözülmüş çelik bulaşık teli gibi gri saçları, yıpranmış işçi kıyafetinin göğüs kısmına kadar dökülüyordu. Bir elinde buruş buruş olmuş market poşetini sıkıp diğer eliyle de tutamacı kavramaya çalışırken dengesini kaybedip sendeledi. Kapılar kapandı, tren hareket ettiğinde bir de baktım ki kız artık orada değildi.

    Tokyo istasyonuna vardık, bilet kontrol kısmından çıkınca bir yerlerden gelip bir yerlere giden müthiş kalabalık karşısında ayaklarım kilitlendi. Buna sadece kalabalık denemezdi, adeta tuhaf bir yarış izliyordum. Her an biri çıkıp da, kuralları bilmeyen bir sensin, diyecekti sanki; yüreğim daraldı. Elimdeki çantayı sımsıkı kavrayıp derin bir iç çektim.

    Tokyo istasyonuna ilk gelişim, bundan on yıl önceydi. Yirmi yaşına girdiğim yazdı. Yine aynı bugünkü gibi ne kadar silsem de bedenimden terin fışkırdığı bir yaz günüydü.

    Lisede eski kıyafet dükkânında epey bocaladıktan sonra satın aldığım, çok sağlam büyük bir sırt çantasına (bugün bile arada kullanırım), normalde taşınma kolilerine koyup göndersem daha iyi olacak şeyleri, nazarlık olarak kullandıklarımı, bir an bile yanımdan ayırmak istemediğim yazarların kitaplarından on kadarını yükleyip Tokyo’ya gelmiştim. Üzerinden on yıl geçmiş. Şimdi 2008’deyiz. Otuz yaşındayım, yirmi yaşındayken iyi kötü hayal ettiğim gelecekte miyim şu an diye sorarsanız, kıyısına bile yaklaşmış değilim. Bugün bile yazdıklarımı okuyan pek kimse yok (internetin kıyı köşe bir yerindeki blog’uma erişip de yazılarımı okuyan varsa da en çok birkaç kişidir). Kitabım da basılmıyor. Arkadaş deseniz, neredeyse hiç yok. Apartman dairemin çatısının eğimli boyaları dökülen duvarı da, çok güçlü akşam güneşi de, tüm gücümle yarı zamanlı işlerde çalışıp ayda birkaç yüz bin yen kazanarak geçimimi sağlamam da, ne kadar yazarsam yazayım o yazdıklarımın nereye varacağını bilememem de, hiç değişmiyor. Yaşamım kitapların uzun zamandır yerinden kımıldamadığı bir sahaftaki tozlu raf gibi; son on yılda hayatımdaki dek değişim bedenimin yorgunluktan bitap düşmesi.

    Saate bakıyorum, on ikiyi çeyrek geçiyor. Buluşma saatinden on beş dakika önce varıp serin taş sütuna dayandım, gelen gidenleri izliyorum. Pek çok renk, sayısız sesin karmaşası içinde, çok eşya yüklenmiş büyük bir aile yaygara çıkararak sütunun sağından soluna hızlıca geçti. Yine başka bir anneyle çocuk geldi, annesinin elini tutan oğlan çocuğunun poposuna yakın bir yerde iri bir matara sallanıyordu. Bir yerlerden bebek ağlaması ve feryadı duyuldu. Her ikisi de makyaj yapmış genç bir çift büyük dişlerini göstererek önümden hızlıca geçtiler.

    Çantamdan telefonumu çıkardım, Makiko’dan ne arama ne de mesaj gelmişti. Demek ki Makiko’lar Osaka’dan sağ salim, planlandığı saatte yüksek hızlı trene binmişlerdi ve beş dakika içinde Tokyo istasyonuna varacaklardı. Buluşacağımız yer, Marunouçi kuzey çıkış kapısı önüydü. Öncesinde harita gönderip açıklama yapmıştım ama nedense birden endişeye kapılıp bugünün tarihini kontrol ettim. 20 Ağustos. Doğru. Sözleştiğimiz gibi, bugün, 20 Ağustos, Tokyo istasyonu Marunouçi kuzey çıkış kapısı, saat on iki buçuk.

    Sevgili Günlük,

    Yumurta ( ) sözcüğünde neden çocuk ideogramı var? Çünkü, sperm ( ) sözcüğünde de çocuk ideogramı var. Birbirine uyarlanmışlar. Bu, benim bugünkü en önemli keşfim. Okuldaki kütüphane odasına defalarca gittim ama hem kitap ödünç almak çok zahmetliydi hem kitap azdı, üstelik oda dar ve loştu. Hangi kitabı okuduğuma bakmaya çalışan olunca hemen saklıyorum. Son zamanlarda kütüphane odasına düzenli gidiyorum. Orada bilgisayar da kullanabiliyorum, zaten okul çok yorucu. Aptalca, böyle yazmak aptalca; okulda yaşananlar kendiliğinden geçip gittiğinden sorun değil ama evde olanlar öyle kolayca geçip gitmediğinden iki şeyi düşünemiyorum. Yazmak denen şey, kalemle kâğıt olduğunda yapılabilen bir şey; hem bedava hem de istediğin her şeyi yazabilirsin. Bu çok iyi bir yöntem. İğrenç sözcüğü hem nahoş hem de uyuşmaz ideogramıyla yazılabiliyor. İğrenç sözcüğünde gerçekten bir iğrençlik olduğundan, nahoş ideogramını çalışacağım. Nahoş, nahoş.

    Midoriko

    Bugün Osaka’dan gelen Makiko benim ablam. Benden dokuz yaş büyük, otuz dokuz yaşında. Midoriko adında, çok yakında on iki yaşına basacak bir kızı var. Makiko yirmi yedi yaşındayken Midoriko’yu doğurmuştu ve onu tek başına yetiştiriyor.

    Ben on sekiz yaşındayken Makiko ve daha yeni doğmuş Midoriko’yla birkaç sene Osaka’da birlikte yaşamıştık. Çünkü, Makiko doğum yapmadan bir süre önce kocasından ayrılmıştı, gelirinin yetersiz olması nedeniyle ve sürekli benim gidip gelmemdense üçümüzün bir arada yaşaması daha rahat olur diye böyle yapmıştık. Bu yüzden Midoriko babasını o zamanlar hiç görmedi, sonrasında da gördüğünü duymadım. Midoriko, babası hakkında hiçbir şey bilmeden büyüdü.

    Makiko’nun kocasından ayrılma nedenini bugün de tam bilmiyorum. O zamanlar boşanma ve eski eşiyle ilgili epey konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ah bu kadarı da olmaz, diye düşündüğüm de aklımda kalmış ama o, bu kadarı da olmaz dediğim şey ne idi, işte onu hiç mi hiç hatırlayamıyorum. Makiko’nun eski kocası Tokyo’da doğmuş, Tokyo’da yetişmiş, iş için Osaka’ya taşındığında Makiko’yla tanışmış ve kısa süre içinde de Makiko, Midoriko’ya hamile kalmış. O günlerde Osaka’da hiç kimseden duymadığım standart Tokyo Japoncasıyla Makiko’ya sen diye seslendiğini net hatırlıyorum.

    Ailemiz, baba, anne ve iki kız kardeşten oluşuyordu, bir binanın üçüncü katında küçük bir dairede yaşıyorduk.

    Altı tatami ve dört tatami büyüklüğünde yan yana iki odadan oluşan küçük bir daire. Alt katta bir meyhane vardı. Evden birkaç dakika yürüme mesafesinde denizin görüldüğü bir liman şehri. Kurşun gibi kara dalgaların şiddetli bir sesle çarpıp dağılmasının sonsuza dek izlenebileceği bir yer. Nereye gidersen git denizin nemi ve dalgaların şiddetinin hissedildiği o şehirde, geceleri etraf sarhoş erkeklerin bağırışlarıyla dolardı. Yol kenarında, binaların gölgesinde, birinin kıvrılmış yattığı görülürdü. Öfkeli bağırış çağırışlar, yumruklaşmalar olduğu gibi, bir keresinde fırlatılıp atılan bir bisikletin önüme düştüğü de olmuştu. Sokak köpekleri her yerde yavruluyor, sonra o köpekler büyüyor ve yeni yavrular doğuyordu. O şehirde birkaç yıldır yaşıyorduk, ilkokula başladığımda babam ortadan kaybolmuştu; annemle birlikte anneannemin kaldığı toplu konutlardaki dairesine gittik ve birlikte yaşamaya başladık.

    Sadece yedi yıl birlikte yaşadığımız babam, çok kısa boylu, ilkokul çocuğu gibi görünen bir adamdı.

    İşsizdi. Sabah akşam yaptığı tek şey uyumaktı. Komi Anneannem, kızına sürekli zahmet çektiren damadından nefret eder, arkasından ona yer sıçanı derdi. Babam, sarı koşu atleti, uzun paçalı donuyla odanın dibinde sürekli serili duran yer yatağına kıvrılıp bütün gün televizyon izlerdi. Yastığın başucunda kül tablası olarak kullandığı boş bir konserve kutusu ve haftalık dergi yığını durur, oda sürekli sigara dumanıyla dolu olurdu. Hareket etmek zor gelirdi ona; benim olduğum yöne bakarken bile el aynası kullanacak kadar tembeldi. Keyfi yerinde olduğunda arada şaka da yapardı ama genelde çok az konuşan biriydi. Oyun oynadığımızı ya da beni gezmeye götürdüğünü hiç hatırlamıyorum. Uyurken ya da televizyon izlerken, hatta durup dururken bile birden sinirlenir, içkili olduğunda bazen öfke patlaması yaşar ve annemi yumruklardı. Böylesi anlarda bir sebep bulur ve Makiko’yla bana da vururdu. Hepimiz o küçük adamdan nefret ederdik.

    Bir gün okuldan döndüğümde babam evde yoktu.

    Yere atılmış kirli çamaşırlarla daire her zamanki gibi dağınık ve karanlık olmasına karşın sadece babamın olmamasıyla evdeki her şey tümüyle farklı görünüyordu. Nefesimi tutup odanın ortasına yürüdüm. Seslendim. Başta boğazımın durumundan emin olmak için kısık sesle bağırdım, sonra avazım çıktığı kadar haykırdım. Kimse yoktu. Tepki veren olmadı. Ardından saçma sapan hareketler yaptım. Hiçbir şey düşünmeden, istediğim gibi ellerimi ve ayaklarımı hareket ettirdikçe adeta hafifledim, bedenimin içinden bir yerlerden gelen güçle dolduğumu hissettim. Televizyonun üzerinde birikmiş toz ve lavaboyu dolduran kirli tabaklar. Etiket yapıştırılmış mutfak kapısı ve boy uzunluğu kazınmış sütunun ahşap kısmı. Her zaman gözüme çarpan bu şeyler, üzerine sihir tozu serpilmiş gibi pırıl pırıl parlıyordu.

    Kısa bir süre sonra moralim bozuldu. Çünkü bu durumun sadece bir kerelik olduğunu ve her günün yine aynı şekilde yaşanacağını anlamıştım. Babam nadiren yaptığı gibi bir iş için dışarı çıkmıştı, kısa sürede geri gelecekti. Deri okul sırt çantamı yere koydum, her zamanki gibi odanın köşesine oturup iç çektim.

    Babam geri gelmedi. Ertesi gün de, sonraki gün de dönmedi. Derken eve bazı adamlar uğramaya başladı, her seferinde annem onları geri çevirdi. Evde yokmuşuz gibi yaptığımızda kapının önünde izmaritler bulduğumuz da oldu. Bunların tekrarlandığı, babam gideli bir ay olduğu bir gün, annem babamın yerde serili yatağını toparlayıp odadan çıkardı, lambası bozulduğundan beri bir kere bile kullanmadığımız banyoya var gücüyle iterek tıktı. O küflü dar alanda, babamın ter, yağ ve sigara kokusu sinmiş yatağı şaşırtıcı derecede kara göründü. Annem bir süre yatağa dik dik bakıp ardından ona müthiş bir uçan tekme attı. Bunun üzerinden bir ay daha geçmişti ki bir gece yarısı beni ve Makiko’yu, Uyanın, uyanın diyerek yüzünde karanlıkta bile ayrımsanan delice bir ifadeyle kaldırdı, bir taksiyle bindirdi ve o gece bizi evden kaçırdı.

    Evden neden kaçmak zorunda kaldığımızı, nereye gittiğimizi anlamamıştım. Çok uzun bir zaman sonra annemden bunları öğrenmeye çalışsam da babamla ilgili konuşmak tabu gibi bir şey olmuştu; annemin ağzından net bir cevap alamadım. O gece yarısı nedenini bilmeden tüm gece karanlıkta sonsuza kadar koşmuş gibi hissediyordum ama vardığımız yer, aynı şehrin en dip köşesinde, trenle bir saat bile sürmeyecek bir mesafede, canım anneannem Komi’nin eviydi.

    Takside başım döndü, kendimi kötü hissettim. Annemin ağzı açık olan makyaj çantasının içine kustum. Midemden pek bir şey çıkmadı. Acı kusmuk tadıyla mide suyunu elimle sildim. Annem sırtımı ovarken ben sürekli deri okul çantamı düşünüyordum. Salı günkü derslerin kitapları. Defter. Yapıştırmalar. Çantanın en altına koyduğum bir defterimin sayfaları arasında, günlerce uğraştığım ve nihayet önceki gece tamamladığım kale resmi vardı. Ön gözünde ağız mızıkası. Yana devrilmiş beslenme çantası. İçinde sevdiğim Magic Marker renkli kalemlerimin, kokulu minik topumun ve silgimin bulunduğu yepyeni kalem kutum. Kepim. Deri okul çantamı ne çok severdim. Gece uyumadan önce yastığımın yanına koyar, yürürken omuz askısını sıkıca bağlar, her zaman özenle kullanırdım. Deri okul çantamı bedenime takabileceğim kendime ait bir oda gibi görürdüm.

    O çantam evde kalmıştı. Benim için çok önemli olan beyaz spor ayakkabılarımı, oyuncak bebeğimi, kitaplarımı, tabaklarımızın hepsini evde bırakıp gecenin karanlığında koşarak kaçmıştık. O eve bir daha dönmeyecektik. Deri okul çantamı sırtıma asamayacak, kotatsu¹ masasının köşesine kalem kutumu koyup defterime bir şeyler yazamayacaktım. Bir daha o kalemlerimi açamayacak, o sert duvara sırtımı dayayıp kitap okuyamayacaktım. Bunları düşününce kafamda bir tuhaflık hissettim. Beynimin bir kısmı felç geçirmiş gibiydi, öyle bomboş bakıyordum, el ve ayaklarımdan güç çekilmişti. Bu ben, gerçekten ben miyim diye düşündüm dalgın dalgın. Az önceki ben, sabah olunca her zamanki gibi uyanıp okula gideceğini ve her zamanki gibi bir gün geçireceğini düşünüyordu. Az önce uyumak için gözlerini kapatan ben, birkaç saat sonra her şeyini geride bırakıp annesi ve ablası Makiko’yla taksiye binerek gece yarısı kaçacağını ve bir daha geri dönmeyeceğini hayal bile edemezdi.

    Pencereden dışarıda yayılan karanlığa bakarken, az öncesine kadar hiçbir şeyden haberi olmayan ben hâlâ yatağımda uyuyormuşum gibi bir his içindeydim. Sabah uyanıp da orada olmadığımı fark eden ben ne yapacaktım acaba? Bunu düşününce yüreğim daraldı ve omzumu Makiko’nun koluna sımsıkı yasladım. Gitgide uykum geldi. Kapanmak üzere olan gözlerimin aralığından yeşil renkte ışıldayan rakamlar göründü. Evimizden uzaklaştıkça o rakamlar da sessizce artmaya devam etti.

    Bu şekilde gece gizlice kaçmamızla başlayan, Komi Anneanne’yle devam eden dört kişilik yaşamımız, pek de uzun sürmedi. On beş yaşındaydım, Komi Anneannem öldü; annem ondan iki yıl önce, ben on üç yaşındayken ölmüştü.

    Bir anda iki kişi kalmıştık. Komi Anneanne’nin bıraktığı, Butsudan’ın² dibinde bulduğumuz 80.000 yen’i başlangıç parası olarak aldık ve ondan sonra da yorgunluktan bitap düşene kadar hep çalıştık. Anneme meme kanseri teşhisi konduğunda ortaokula yeni başlamıştım, Komi Anneannem de onun peşinden akciğer kanserinden öldü, liseye kadarki yaşamımla ilgili pek bir anım yok. Aşırı derecede çalışıyordum çünkü.

    Hatırlamak deyince, ortaokulda bahar, yaz ve kış dönemlerindeki uzun tatillerde yaşımı büyük gösterip yarı zamanlı çalıştığım fabrikanın manzarası geldi aklıma. Tavandan gevşek bir şekilde sarkan lehimli demir zincirle havai fişeklerin sesi, dağ gibi yığılı karton kutular. Ve hepsinden önce ilkokuldan beri girip çıktığım bar. Annemin arkadaşının işlettiği küçük bir dükkân. Annem gündüz birkaç yarı zamanlı iş yapar, akşam da orada çalışırdı. Lisedeyken Makiko oranın mutfağında bulaşık yıkamaya başladı, sonrasında ben de mutfağa girip sarhoş müşterilerle muhatap olan annemin yaptığı işi izleyerek içki ve meze hazırlamaya başladım. Makiko bulaşık yıkamanın yanı sıra yakiniku³ restoranındaki yarı zamanlı işinde de büyük gayret gösterdi, saati 600 yen’lik ücretle ayda 120.000 bin yen’lik maaşa ulaştı (bu durum o restoranda bir efsaneye dönüşmüştü). Liseden mezun olduktan birkaç yıl sonra tam zamanlı çalışmaya terfi etti ve o restoran kapanana dek orada çalıştı. Derken hamile kaldı, Midoriko doğdu, yeniden pek çok yarı zamanlı işe girdi çıktı. Şimdi otuz dokuz yaşında ve haftada beş gün bir barda çalışıyor. Bekâr anne olarak kendini öldüresiye çalışan annemizin yaşamıyla neredeyse aynı yaşam tarzını, şimdi Makiko sürdürüyor.

    Sözleştiğimiz saati yaklaşık on dakika geçmesine rağmen Makiko ve Midoriko buluşma yerine henüz gelmediler. Telefon etsem de Makiko’dan cevap alamadım. Mesaj da yoktu. Yolu mu karıştırmışlardı? Beş dakika bekleyip bir kez daha arayacakken mesaj geldi.

    Nereden çıkacağımızı bilemedik, indiğimiz platformda bekliyoruz.

    Elektrikli panoda Makiko’ların bindiği yüksek hızlı trenin numarasını kontrol ettim, bilet gişesinden platforma giriş bileti aldım, turnikeden geçtim. Yürüyen merdivenden yeryüzüne çıktığımda adeta saunaya girmişim gibi ağustos sıcağıyla karşılaştım, her yerimden ter fışkırdı. Sonraki trenin gelişini bekleyen insanlarla dükkânlar önündeki müşterilerin arasından ilerledim, üçüncü vagonun önündeki bankta ikisini gördüm.

    Hey, uzun zaman olmuştu görüşmeyeli dedim.

    Makiko beni fark edince sevinçle gülümsedi, ben de gülümsedim. Yanındaki Midoriko’yu gördüm; hatırladığım halinden katbekat büyümüş, çok gelişmişti. İster istemez, Ah Midoriko, sen ne olmuşsun böyle? dedim.

    Saçını başının yukarısında atkuyruğu yapmış, lacivert, düz, bisiklet yaka tişört ve şort giymişti. Şortunun altındaki bacakları, oturma pozisyonunun da etkisinden olmalı, biraz tuhaf bir şekilde uzun görünüyordu. Hafifçe dizine vurdum. Midoriko da refleksle, utanmış bir ifadeyle baktı. Makiko Kansai şivesiyle Ne güzel olmuş değil mi? Onu bu kadar büyümüş görünce şaşırdın değil mi? diye araya girer girmez rahatsız olduğunu belli eden bir yüz ifadesiyle baktı Midoriko, yanına koyduğu sırt çantasını eline aldı ve sarılır gibi kucakladı. Makiko yüzüme baktı, şaşkın bir ifadeyle başını hafifçe eğdi, ah dercesine omuz silkti.

    Midoriko, Makiko’yla konuşmayı keseli altı ay olmuştu.

    Nedenini bilmiyorum. Bir gün, aniden, Makiko onunla konuşmaya çalışsa da cevap alamamış. Başta ruhsal bir hastalıktan kaynaklı olabilir diye endişelenmiş ama Midoriko konuşmayı kesmiş sadece, iştahı yerindeymiş ve okula da düzenli gidiyormuş. Arkadaşları ve öğretmeniyle her zamanki gibi sohbet ediyor, o güne kadarki yaşamını sorunsuz sürdürüyormuş. Kısacası, Midoriko sadece Makiko’yla konuşmayı reddetmiş; bu bilinçli bir davranışmış. Ne kadar nazikçe deneyip çeşitli yöntemlerle nedenini sorsa da Midoriko inat etmiş, cevap vermemiş.

    Son zamanlarda deftere yazıyor, öyle anlaşıyoruz; kalemle yazarak!

    Midoriko’nun susmaya başladığı ilk zamanlarda Makiko, telefonda iç çekerek anlatmıştı.

    Kalemle, bildiğin kalem. Yazarak anlaşıyoruz. Hiç konuşmuyor. Yoo, ben konuşuyorum. Ben konuşuyorum ama o kalem kullanıyor. O hiç konuşmuyor. Çok uzun zamandır hem de. Neredeyse bir ay oluyor ağzını açmayalı.

    Bir ay mı? Uzun zaman.

    Evet, uzun.

    Gerçekten uzun!

    Ben de başta birçok soru sordum ama hiç konuşmadı. Ne sorarsam sorayım cevap vermedi. Konuşmadı benimle. Kızmıyorum ama sıkıntılı bir durum; benden başka herkesle konuşuyor çünkü. Geçici bir durum, ebeveyne karşı bir tutumdur diye düşünüyorum. Pek uzun sürmez, geçer biter bence.

    Bu telefon konuşmasının sonunda Makiko neşeyle gülmüştü; o zamandan bugüne altı ay geçti. Sonrasında ikisinin ilişkisinde herhangi bir düzelme görülmedi.

    Sevgili Günlük,

    Sınıfın çoğunluğu ilk âdetlerini görmüş olsa da bugünkü sağlık dersinin konusu, bunun üzerineydi. Karnın içinde bir şeyler nasıl olup da kana dönüşüyor, ped nedir anlatıldı, herkesin içinde olduğu söylenen rahmin büyük bir resmi gösterildi. Son günlerde tuvalette bir araya geldiğimizde regl olan kızlar toplanıp ancak kendilerinin anlayabileceği şeyleri konuşuyorlar. Minik keselerine ped koyuyorlar, o ne diye sorulduğunda, sır verir gibi yanıtlıyorlar, onları oluşturduğu regl grubunun dışındakilerin anlayamayacağı biçimde alaycı konuşuyorlar; bunları net duyacağımız şekilde söylüyorlar. Henüz âdet görmemiş kızlar da var ama bana sanki bir ben âdet görmemişim gibi geliyor.

    Âdet görmek nasıl bir şey acaba? Karın ağrısı oluyormuş ama her şeyin ötesinde reglin onlarca yıl devam etmesi de neyin nesi? Öyle şey mi olurmuş? Arkadaşım Cuu’nun âdet gördüğünü bildiğimden ona sordum, ama benim henüz âdet görmediğimi regl grubundaki kızlar nasıl biliyordu? Âdet gördüm diyelim, bunu âdet gördüm diye etrafa yaymam mı gerekiyor? Göstere göstere minik keseleri eline alıp tuvalete de gidilmiyor ki. İyi de o zaman nasıl biliyorlar?

    Merak ettim ve ilk kez âdet görmek/şoço sözcüğünü araştırdım. Şo, ilk anlamına geliyor. Sonraki ço ideogramını bir türlü anlayamadım. Araştırınca birçok anlamıyla karşılaştım. Mesela, Ay ve Güneş’in çekim gücüyle ilişkili olarak denizin suyunun kabarıp çekilmesi, hareket etmesi. Başka bir anlamıysa, iyi zaman demekti. Bunların içinde anlamadığım bir tanesi vardı: Aikyo. Bu sözcüğü araştırınca şu anlamlara geldiğini gördüm. Satış yaparken müşterinin ilgisini çekmek ya da ona hoş şeyler hissettirmek. İyi de neden rahimden ilk kez kan çıkması olan âdet görme/şoço sözcüğüyle aralarında bir ilişki varmış gibi yazılmasını hiç anlamadım. Ah, ne sinir bozucu.

    Midoriko

    Yan yana yürürken Midoriko’nun boyunun benden biraz daha kısa olmasına karşın bacaklarının çok uzun olduğunu fark ettim. "Heisei⁴ doğumlu olmak böyle bir şeymiş diye Midoriko’ya laf attım ama çok zahmet çekermiş gibi bir ifadeyle buruşturdu yüzünü ve adımlarını yavaşlatarak Makiko’nun arkasından yürümeye başladı. Makiko’nun incecik kolundaki eski, kahverengi seyahat çantası çok ağır görününce, Ben taşıyayım deyip elimi uzattım ama Makiko, Sorun değil" dedi çekinerek ve çantayı bana vermedi.

    Bildiğim kadarıyla bu Makiko’nun Tokyo’ya üçüncü gelişiydi. Etrafa fıldır fıldır gözlerle bakarak, Beklediğim gibi, çok insan var ya da İstasyon da ne büyükmüş ya da Tokyolu çocukların yüzleri gerçekten de küçükmüş gibi şeyleri heyecanla söylerken, ona doğru gelen kişilerle çarpışmaya ramak kala Affedersiniz diye yüksek sesle özür diliyordu. Bense, bir yandan Makiko’nun dediklerini başımla onaylayıp ona gelişigüzel yanıtlar verirken diğer yandan da Midoriko arkamızdan geliyor mu diye endişe ediyordum. Ama beni asıl endişelendiren Makiko’nun görünümündeki değişimdi.

    Makiko ihtiyarlamıştı.

    Elbette yaşla birlikte ihtiyarlamak doğal bir şeydi ama bu sene kırk yaşına girecek Makiko Bu yıl elli üç yaşına giriyorum dese, Aa, öyle demek diye hemen ikna olunacak kadar, gerçek anlamda yaşlanmıştı.

    Eskiden beri etine dolgun biri değildi ama kolları, bacakları, göbek çevresi, hatırladığımdan çok belirgin biçimde incelmişti. Makiko, yirmili yaşlarındaki kızların üzerinde tuhaf kaçmayacak desenli tişörtle, gençlerin giydiği dar, düşük bel kot pantolon ve en az beş santimlik topuklu ayakkabı giymişti. Hani şu günlerde sık rastladığımız insanlardan biriydi sanırım: Arkadan bakınca genç görünen ama yüzünü döndüğünde...

    Giydikleriyle kendisi arasında uçurum olsa da bedeni de yüzü de gerçekten küçülmüştü ve solgun görünüyordu. Takma dişleri sararmıştı, metal dişetlerini kararmış gösteriyordu. Saçı permalıydı ama o kadar incelmişti ki başının üst kısmındaki terlemiş deri belli oluyordu. Sürdüğü yoğun fondöten tenini kaplamış, yüzünü olduğundan daha kırışık gösteriyordu. Her gülüşünde boyun sinirleri kabarıyor, gözkapakları tümüyle düşüyordu.

    Bu görünüşüyle bana annemi anımsattı. Yaşlanan kızı doğal olarak annesine mi benzemişti ya da eskiden hastalıktan dolayı annemin bedenine olanlar şimdi de Makiko’nun mu başına geliyordu? Birkaç kez Bir hastalığın mı var, doktora göründün mü? diye sormak istedim ama kendisi de kaygılanıyor olabilir diye vazgeçtim. Endişem yersiz çıktı; Makiko’nun sağlığında bir sorun yoktu. Midoriko’nun onunla hiç konuşmamasına bile alışmış gibiydi. Midoriko onu görmezden gelse de o neşeyle konu açıyor, keyifle ondan bundan konuşuyorduk.

    İznin ne kadar?

    Bugünü de dahil edersem üç gün.

    Ne kadar azmış.

    Bugün ve yarın kalacağım, sonraki gece işbaşı.

    Çok mu meşgulsün bugünlerde?

    Yoo, hiç de değil! dedi Makiko, dişlerinin arasından cık diye bir ses çıkardı. Keşke olsa der gibi bir yüz ifadesiyle baktı. Etrafta bir sürü yer kapanıyor dedi.

    Makiko, profesyonel konsomatristti⁵ ama konsomatrisliğin de çeşitleri vardır. Bazısı iyidir, bazısı o kadar iyi değildir. Osaka sokakları tıka basa barla doludur, ama bir adres size müşterinin, konsomatrisin, mekânın kalitesi gibi pek çok şeyi söyler.

    Makiko’nun çalıştığı bar Osaka’daki Şobaşi denilen yerdeydi. Komi Anneanne’nin yanına kaçtığımız o geceden sonra annemizle iki kızının çalıştığı mahallede. Üst sınıfa ait hiçbir şeyle ilgisi olmayan barlar sokağı, duvar rengi kahverengiye dönmüş, hafif yana eğilmiş görünen karışık, iç içe geçmiş binaların bölgesi.

    Tek kadeh atımlık barlar, ayakta yenen soba⁶ lokantaları, fiks mönü restoranları, kafeler. Aşk otelinden ziyade aşk pansiyonu denebilecek kırık dökük tek katlı evler. Tren gibi ince, uzun yakiniku restoranı, dumanla kaplı yakiniku restoranlarının arasında basur ilacı ve soğuk algınlığı yazılarının bulunduğu büyük tabelasıyla yer alan şaka gibi bir eczane. Dükkânlar arasında azıcık bile boşluk olmayan, mesela yılan balığı restoranının yanında telefon kulübünün⁷ yer aldığı, emlakçının yanında masaj salonu, parıl parıl ışıklandırmalarla flamaların dalgalandığı paçinko dükkânları. İçinde sahibinin durduğunu bir kez bile görmediğim mühür dükkânının yanında her zaman karanlık, nereden bakarsan bak uğursuz görünen oyun salonu. Hepsi sıkışık biçimde, bir aradalar.

    Bu yerlere girip çıkan kişiler, sadece önünden geçenler, ankesörlü telefonun önünde çömelmiş halde hareket etmeyen, altmış yaşını fazlasıyla geçmiş gibi görünen, 2.000 yen karşılığında karşında dans ederim diye müşteri çekmeye çalışan orta yaşlı kadınlar, tabii ki aylaklar ve sarhoşlar; gerçekten de her türden insan var. Şobaşi geceleri canlanır. Bu çöplükte, akşamüzerinden gece yarısına dek mikrofon ve ekonun uğultusunun duyulduğu, farklı ofislerin bulunduğu bir binanın üçüncü katındaki bir barda akşam yediden gece on ikiye dek çalışıyordu Makiko.

    Bar tezgâhındaki taburelerin dışında loca denilen, kanepelerle çevrili alan vardı. On beş kişi girince dolan bu yerde, bir akşam için 10.000 yenlik hesap ödetebilmek başarıydı. Herkesin bildiği kuralın işlediği, satışı artırmak için konsomatrisin pek çok şey ısmarlattığı bir ortam. Müşteriyle birlikte ucuz içki içmek yerine önerilen şey, ne kadar içilirse içilsin sarhoş etmeyen oolong çayı. Küçük teneke kutuda, 300 yen. Tabii suyla seyreltilip soğutulmuş hali teneke kutuya konup, Şimdi açıldı gibi bir yüz ifadesiyle masaya getirilir. Mide sıvıyla dolunca, sırada yiyecek vardır. Viyana sosisiyle sahanda yumurta veya biraz sardalya ya da kızartma, içkinin yanında meze olarak yenebilecek bento’da kullanılan garnitürler; Çok karnım acıktı diyerek müşteriye bunlardan sipariş ettirilir. Sırada karaoke olur. Bir şarkı 100 yen’dir, birkaç parçayla bu seans kâğıt paraya bile dönüşebilir⁸ ve böylece konsomatrisler, genç veya yaşlı, şarkı söyleyebilenler ya da hiç müzik kulağı olmayanlar, müşteriye şarkı söyletirler. Bu şekilde boğazı kurutulup, tuzlu ve sulu şeyler bolca yedirilip içirilse ve ter içinde bırakılsa da müşteri genelde en fazla 5.000 yen civarında ödeme yapıp çıkar bardan.

    Makiko’nun çalıştığı barın Mama’sı ellili yaşlarının ortasında, tombul, kısa boylu, neşeli bir kadındı. Onunla bir kez görüşmüştüm. Saçını boyamış mı yoksa oksijenle açmış mı anlamamıştım ama sarıdan ziyade turuncumsu tutamlar başının üst kısmında toplanmıştı. Makiko bana ilk görüşmesinde Mama’nın etli parmaklarının arasında bir Hope sigarası sıkıştırıp kendisine şunu sorduğunu anlatmıştı.

    Chanel’i bilir misin?

    Evet, giyim markası diye yanıtlamış Makiko.

    Öyle demiş Mama sigara dumanını burnundan çıkarırken. Öyle tabii.

    Mama’nın çenesiyle işaret ettiği duvarda süs niyetine Chanel marka iki eşarp plastik cam çerçeve içinde poster gibi asılıydı. Sarı spot ışıklarıyla aydınlatılıyordu.

    Ben demiş Mama gözlerini kısarak, Chanel’i pek severim.

    Demek o yüzden bu yerin adı Chanel demiş Makiko duvardaki eşarplara bakarken.

    Öyle tabii demiş Mama. Chanel tüm genç kızların rüyasıdır. Pahalıdır gerçi. Bak şu küpelere diyen Mama çenesini yana eğip Makiko’ya kulaklarını göstermiş. Barın ışıkları altında epey eski olduğu anlaşılan mat altın rengi topta, Makiko’nun önceden bildiği Chanel amblemi varmış.

    Lavabodaki havlu, karton bardak altlığı, içeri yerleştirilmiş telefon kulübesinin cam kapısına asılmış çıkartmalar, kartvizit, kahve kupasına kadar barın içindeki pek çok şeyin üzerinde Chanel logosu göze çarpıyormuş. Mama’nın dediğine göre bunlar süper kopya denilen sahte mallarmış, Tsuhaşi ve şehrin güneyindeki sokak satıcılarını tek tek dolaşıp toplamış. Chanel hakkında hiçbir şey bilmeyen Makiko’nun bile bir bakışta sahte diye anlayacağı bir şeymiş ama Mama bunları eşsiz bir tutkuyla toplayıp koleksiyonunu genişletmiş. Mama’nın her gün mutlaka taktığı saç tokası veya küpe gibi az sayıdaki gerçek Chanel ürünleriyse, barı açarken iyi şans getirmesi için ne pahasına olursa olsun satın aldığı ürünlermiş. Mama’nın Chanel’in kendisini seviyor olmasından ziyade Chanel sözcüğünün tınısına ve markanın etkisine hayranlık duyduğu konuşulurdu. Bir keresinde barda çalışan genç kızlardan biri, Mama, Chanel hangi ülkenin? diye sorunca Amerika diye cevap verdiğini duymuş Makiko. Görünen o ki, Mama her beyazın Amerikalı olduğunu zannediyormuş.

    Mama nasıl? diye sordum Makiko’ya.

    İyi, iyi. Gerçi bardaki işler epey sıkıntılı ama.

    Daireme en yakın tren istasyonu Minova’ya vardığımızda öğleden sonra iki civarıydı. Arada kişi başı 210 yen’e ayakta soba yedik, cırcırböceklerinin her yeri dolduran ötüşleri arasında on dakika kadar yürüdük.

    Evden mi geldin?

    Yok. Bir işim vardı, başka yerden geldim. Apartman şu tepeyi aşınca tam karşıda.

    Yürümek iyi geldi. Hareket oldu.

    Başta sohbet edip gülüşüyorduk ama sonrasında sıcak bastırınca ikimiz de sustuk. Durmaksızın öten cırcırböceklerinin sesi kulaklarımızda çınlıyor, güneşin sıcaklığıyla tenimiz kavruluyordu. Çatı tuğlaları, caddedeki ağaçların yaprakları, rögar yazın beyaz ışığıyla kamaşıyor, onlar parladıkça gözlerimizin içi kararıyor gibi hissediyordum. Terden üstümüz sırılsıklam olmuştu. Nihayet apartmana ulaştık.

    Vardık.

    Makiko derin bir oh çekti, Midoriko giriş kapısının yanındaki saksıların yanına çömeldi, adını bilmediğim çiçeğin yaprağına başını yanaştırdı. Ardından bel çantasından küçük bir not defteri çıkardı ve Bu kimin? diye yazdı. Midoriko’nun yazısı beklenmedik bir şekilde kalındı ve iyice bastırarak yazmıştı. Adeta taşa kazınmış gibiydi. Midoriko’nun henüz bebek olduğu zamanda, sadece nefes alıp verirken, şaka gibi minik bir bebekken, başının çaresine bakan, yemeğini kendi yiyen, yazı yazan biri haline gelmesi inanılmaz bir şey diye düşündüm.

    Kimin olduğunu bilmiyorum, apartmandan birilerinindir. Benim daire ikinci katta. Bak, şuradaki pencere. Merdivenden çıkınca soldaki kapı.

    Tek sıra halinde kısım kısım paslanmış demir merdivenden çıktık.

    Küçük bir dairedir ama buyurun.

    Güzel daireymiş.

    Makiko ayakkabılarını çıkarıp içeriye baktı ve hoşnut bir sesle, Tek kişilik yaşamın olduğu daire böyleymiş demek! Ah, ne güzel

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1