Videos by İ. Okan Akkın
Ders Adı: Felsefeye Giriş
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiy... more Ders Adı: Felsefeye Giriş
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
Ders Materyali: Stumpf & Abel, Elements of Philosophy: An Introduction.
Çeviri: İbrahim Okan Akkın 10 views
Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü - Kolokyum XI
03.03.2022 - Akkın'ın Doktora tezine dayanan... more Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü - Kolokyum XI
03.03.2022 - Akkın'ın Doktora tezine dayanan bu konuşmada, Gilles Deleuze'ün temel felsefi kaynakları olan Nietzsche, Spinoza, Bergson ve Leibniz ekseninde inşa ettiği sanat kuramı masaya yatırılıp politik sanatın olanağı sorununa Deleuze ve Felix Guattari'nin kavramsal sanat eleştirisi ile "bir duyumsama yığını" olarak sanat tanımı bağlamında yaklaşılmaktadır. Modern Avant Garde örneklerden hareketle temsil ve yapısalcılık eleştirisi tartışmaları içinde Deleuze'ün konumu belirlenmeye çalışılmaktadır. 26 views
Ders Adı: Felsefeye Giriş
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiy... more Ders Adı: Felsefeye Giriş
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
Ders Materyali: Stumpf & Abel, Elements of Philosophy: An Introduction.
Çeviri: İbrahim Okan Akkın 11 views
Ders Adı: Felsefe Tarihi
Dönem: Güz, 2020
Program: Sosyoloji Tezli Yüksek Lisans Programı
Enstit... more Ders Adı: Felsefe Tarihi
Dönem: Güz, 2020
Program: Sosyoloji Tezli Yüksek Lisans Programı
Enstitü: Lisansüstü Eğitim Enstitüsü
Kurum: Ardahan Üniversitesi
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın 20 views
Chapter in a book by İ. Okan Akkın
Filozofların Filozofları, 2023
Bu çalışmanın amacı Deleuze’ün Spinozacı yaşam tahayyülünde ‘ne yapmalıyız?’ sorusuna normatif... more Bu çalışmanın amacı Deleuze’ün Spinozacı yaşam tahayyülünde ‘ne yapmalıyız?’ sorusuna normatif, ahlaki ya da siyasi bir yanıt bulamayacağımızı; fakat varoluşu düşünmenin içkin bir olanağını keşfedebileceğimizi ifade etmektir. Bu sonuca ulaşmak için ilk kısımda Deleuze’ün yaratıcı felsefi tarih anlayışını ve bu bağlamda Spinoza okumasının konumunu ele alıyorum. Deleuze açısından bir filozofu ya da felsefe tarihinin herhangi bir kesitini belli bir problematik ekseninde okumanın niteliksel açıdan iki farklı boyutu vardır: Teorik problemler ve pratik problemler. Deleuze’ün Spinoza’sı her şeyden çok Ethica’nın notlarının yörüngesinde yürüttüğü pratik alt okumada belirir. İfade Problemi’nin son
bölümünde notların adeta ikinci bir Ethica olduğunu zaten duyurmuştur: Aksiyomatik bir düzende ilerleyen tanımlar, önermeler ve ispatlar bir yandan içkinliği ontolojik olarak kurup diğer yandan aşkınlık yanılsamasına ait kategorik hataları tamir ederken notlar ve ekler ise bu yeni ontolojinin pratik sonuçlarını ortaya koyarlar: Spinoza, Ethica’nın notlarında ‘bulanık bilinç’ ile polemiğe girer ve bu hatalı bilinç türünün yaşamda başımıza açtığı sorunları vurgular. 9 Ben de çalışmamın son bölümünde Deleuze’ün yolunu takip
ederek Spinozacılığın pratik sonuçlarını yani bilincin, kederli tutkuların ve ahlakın değersizleştirilmesi projesini yeniden gözden geçiriyorum. Bu bölümde aynı zamanda Ethica’nın Deleuzecü bir değerlendirmede ortaya çıkan en genel sorusuyla Deleuze’ün Spinoza okumasının pratik sonuçları ışığında bir kez daha karşılaşıyorum; ancak bu defa dünyayı dönüştürme düşüncesinin ortodoks olmayan bir kavranışını önermek adına Deleuze’ün Spinozacı düşünme devrimini savunuyorum. Bitirirken, metin boyunca ele alınan temalar ışığında Spinoza’nın mührü cautenin konvansiyonel tercümesi olan ‘dikkatli olma’ şiarını, dünyaya/yaşama ‘ihtimam göstermek’ biçiminde genişleterek okumayı teklif ediyorum.
Demokrasi Felsefesi: Klasik ve Modern Yaklaşımlar, 2020
[...] Rousseau bir yandan çağının yükselen değerlerinden yararlanırken diğer yandan bu değerlerin... more [...] Rousseau bir yandan çağının yükselen değerlerinden yararlanırken diğer yandan bu değerlerin içeriden eleştirisini yapmayı başarabilen düşünürlerden biri olduğu için fikirleri ölümünden asırlar sonra bile önemini yitirmemiştir. Demokratik devletlerin meşruiyet krizinin giderek derinleştiği ve çoğunlukçu, majoritarian, ideolojilerin etraflıca sorgulanmaya başlandığı çağımızda, demokrasiyi çoğunluk kararına ek olarak “rıza”, “Yurttaşlık”, “sivil özgürlük”, “kamusal uzlaşı” ve “Genel İrade” kavramlarıyla birlikte ele alan Rousseau’yu yeniden okumak önemlidir [...] Rousseau-demokrasi ilişkisinin kazılıp ortaya çıkartılacağı bu metinde uğranılacak olan kavramsal duraklar sırasıyla: Eşitsizlik (doğal ve toplumsal), özgürlük (doğal ve sivil), politik bütün (bodypolitic), Genel İrade, ortak iyi (common good) ve Egemen olmalıdır. Söz konusu kavramlar, Rousseau’nun onlara yüklediği özgün anlamları gözden kaçırılmadan sanki ilk defa karşılaşılıyormuşçasına bir zihin açıklığı ile okundukları zaman, onun demokrasi görüşü de gün ışığına çıkartılabilir.
Research and Development on Social Sciences, 2018
Modern Felsefe Tartışmaları, 2018
Conference Presentations by İ. Okan Akkın
XXV World Congress of Philosophy, Rome, 2024
Forms of (More Than) Human Relationality - Amsterdam School for Cultural Analysis - Workshop, 2023
This study discusses the need for and impacts of a disciplinary paradigm shift and investigates t... more This study discusses the need for and impacts of a disciplinary paradigm shift and investigates the possibility of such a change in science and cinema by meditation on three movies: Being Caribou (Allison & Heuer, 2005), Au Hazard Balthazar (Bresson, 1966), and EO (Skolimowski, 2022). All practices of the old paradigm, including industry, politics, science, religion, art, and humanities, are strategic-minded, transcendentalist, binary, anti-pluralist, and dogmatic in perspective. With the acceleration of impacts of some of these anthropocentric practices following the industrial revolution, the world had to confront a significant threat of extinction. Ecologically speaking, human-centered relations to the world have resulted in the transition to the Anthropocene, in which several planetary boundaries have been passed over. Simultaneously, the revolutionary turn regarding many disciplines has proven that the world is a complex system, i.e., a body without transcendent organization. In complex bodies, internal organs’ claim to priority (or internal organizations with specific goals) cannot be legitimized, as these systems are not closed on themselves. For instance, the alleged human kingdom and the rest of the universe are interdependent; the same is true for the animal kingdom, plant kingdom, peat kingdom, etc. In other words, there is no independent species kingdom on Earth. This novel ‘relational’ conceptualization of the universe as an immanent and complex body of forces aligns with the Deleuzoguattarian series of becomings, including becoming-animal and becoming molecular, as explained in their A Thousand Plateaus (1980). Accordingly, in this study, I investigate three movies and evaluate to what extent they embody those types of becoming. Respectively, the documentary Being Caribou is read as an attempt to ‘becoming-animal of science,’ and Balthazar as that of the cinema. Finally, it is argued that EO arrives with more possibilities, such as becoming water, becoming-wind turbine, and becoming-robot of the cine-eye.
İ. Okan Akkın is a Guest Researcher at the Gender Studies of the Institute for Cultural Inquiry (ICON) at Utrecht University (UU). Their research is externally funded by TUBITAK 2219 International Postdoctoral Fellowship Program and supervised by Associated Prof. Kathrin Thiele. Akkın’s project at UU focuses on the Deleuzean reception of Spinozistic immanence and its impact on post-secular metaphysics. Their Doctoral Dissertation (Middle East Technical University, 2017) concentrates on becoming-animal of contemporary performance art.
3. Türkiye Estetik Kongresi, 2019
Bu çalışmada adı öncelikli olarak “güzel” ile anılan estetiğin, aslında sakar, çirkin, ucube, baş... more Bu çalışmada adı öncelikli olarak “güzel” ile anılan estetiğin, aslında sakar, çirkin, ucube, başka dünyalı ve henüz olmayanı da içine alan geniş kapsamlı bir duyumsal kategori olduğu görüşü sanat tarihinden örnekler verilerek savunulacaktır. Güzel sanatlar mefhumunun ortaya çıkışından yüzyıllar önce ilk insanların Lascaux mağarasında yaptıkları duvar resimlerinin büyüsel niteliği hakkındaki iddialar düşünüldüğünde sanatın yok’la ilişkisinin çağdaş sanat ve performans sanatından çok daha eskiye dayandığı öne sürülebilir. İncelememizde “yok” kavramı ile kastedilen Aristotelesçi anlamda Var’ın tersi değil; çokluğun tutarsız hali (inconsistent multiplicities) olarak da düşünebileceğimiz “var gibi”, “olmak üzere olan” ya da henüz olmayandır. Felsefe tarihinde sanatçıya yüklenen bir kara leke gibi görünen “insanları hakikatten uzaklaştırıp fantasmalarla oyalama” suçlaması şeklinde yeniden formüle edebileceğimiz Platoncu tavra karşı, henüz olmayanın ve çokluğun estetiğini savunmamızdaki amaç sanatın dünyayı sevmek ve dünyada/lı olmak için insana sunduğu imkânın vurgulanmasıdır. Platon’un İdealar kuramına göre duyumsanabilir dünya asılların (formların) kopyalarından oluşmaktadır. Sanatçının bu dünyaya eklediği estetik nesneler ise kopyaların kopyaları olmaları bakımından gerçeklikten büsbütün uzak kalmıştır. Deneycilikle birlikte duyumsanan dünya ile deney öncesi nesne arasındaki ilişki bambaşka biçimde yorumlanmıştır. Bu yaklaşıma göre şeylerin hakikati artık hakkında konuşulamayacak bir kategoriye dönüşürken deneyimimizin nesnesi olan dünya ise bütünüyle insan anlağının dolayımıyla kavranır hale gelir. Başka türlü ifade edilirse sanat nesnesi artık dış dünyada var olmayan bir zihinsel nesne halini alır; çünkü algılayan insana göre dünya ancak kendi deneyiminden ibarettir. Sanat açısından deneyciliğin olası bir sonucu algılayan zihinlerin sayısı kadar çok duyumsamanın varlığının yani özneler çokluğun onanması anlamına gelir. İkinci aşama ise çokluğun ontolojik anlamda öznenin dolayımından kurtarılmasıdır. Nietzsche’ye göre duyumsanabilir dünyaya bir değer atfeden insan olsa da artık sanata anlam yüklemek için mutlak bir hakikate ihtiyacımız kalmamıştır. Öte yandan, Nietzsche ile başlayan bu açılımın son aşaması estetik nesnenin “oluş” ve “henüz olmayan” ya da “olmak üzere olan” kavramları ile anlaşılacağı çağdaş Fransız felsefesinde filizlenir. Deleuze’e göre sanat artık özü aşkına ya da Özne’ye dayanan bir temsil aygıtı değil birey(sel) olmayan tekilliklerin duyumsama yığınları şeklinde duyumsayan bedenlerle iç içe geçtiği bir düşünme biçimidir. Buna göre sanat eseri “işaret edilemeyene” ya da “henüz gerçekleşmemiş olana” dönüşürken yok’un ve çok’un estetiği ile kastedilen, nesnesi ve öznesi olmayan bir düşünüş olarak sanat hakkındaki uslamlamadır.
1. Ulusal Çağdaş Siyaset Felsefesi Sempozyumu, 20-21 Eylül 2018, ODTÜ, 2018
Giriş
Bu bildiride Deleuze ve Guattari (D+G)’nin Bin Yayla metninde ortaya koydukları siyaset oku... more Giriş
Bu bildiride Deleuze ve Guattari (D+G)’nin Bin Yayla metninde ortaya koydukları siyaset okuması siyasetin fiziko-politikası olarak yeniden yorumlanmaya çalışılacak ve artık bütünüyle molar bir aygıt haline gelmiş olan temsil mekanizması ile katılaşma ve izolasyon kutupları arasında sürdürülebilir bir yaşam hattı inşa edemeyen kimlik siyasetine alternatif olan fiziko-politikanın mikro-politik düzeyde ne tür bir direniş imkânı sunduğu ve bu direniş biçiminin sınırları ile riskleri ele alınacaktır.
Parçacık Fiziği ve Fark Ontolojisi
Parçacık fiziği alanındaki gelişmeler gösterdi ki madde geleneksel olarak düşünüldüğü gibi boşluksuz bileşenlerden oluşan bir toplam kütle ya da yığın değil, birbirine değmeyen –aralarında boşluklar bulunan– atom altı parçacıkların toplamından meydana gelen bir yapıdır. Bu yüzden herhangi bir maddenin hacimce büyük bir bölümü boşluktan ibarettir. Başka bir deyişle, geleneksel felsefenin duyumsanabilir madde, uzamsal töz ya da corpus olarak ele aldığı maddeyi bir arada tutan şey, atom altı parçacıklar çokluğunun aralarındaki elektromanyetik ilişkiler sürekliliğidir. Buna göre; atom altı düzeyde, madde bir durağanlık ve sabitlikten çok sürekli hareket ve değişim halindeki parçacıklar çokluğunun ilişkisel biraradalığı biçiminde düşünülebilir. Bu noktada, durağan corpus kavramının yerine devingen ‘fark’ kavrayışını koyan Deleuze’ün ontolojisiyle çağdaş parçacık fiziği kuramları arasındaki paralellik hemen anlaşılabilir. Haliyle, kuantum fiziğinin epistemolojik sonuçlarını mercek altına yatıran Arkady Plotnitsky, Karen Barad ve Kathrin Thiele gibi çağdaş felsefecilerin incelemeleri de bu tezi destekler görünmektedir. Ancak D+G’nin özgün yanı çağdaş fizikten devşirilmiş gibi duran fark ontolojisinden öte, söz konusu ontolojiyi sosyal bedeni ve onun kurumlarını anlamakta kullandıkları yepyeni bir kavram üretim makinasına entegre etmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, D+G’nin bilhassa Bin Yayla’da ortaya koyduğunu iddia ettiğim kuantum temelli politik felsefe yalnızca bir siyaset felsefesi olmayıp çokluğun fiziko-politikası olarak nitelenecektir.
Çokluğun Fiziko-Politikası
D+G’nin temsil, kimliksel aidiyet ve meslekten siyasetçilik mekanizmalarından arınmış fark felsefesi, ortak kurumsal örüntüler içinde bir arada yaşayan insanları bir özneler yığını olarak değil, bir ‘bedenler çokluğu’ olarak görür ve aynı nedenle ‘kitle’ ve ‘toplum’ kavramlarını reddederek socius içindeki bedenleri ‘uçuşan çokluklar’ ya da ‘kuanta’ terimleriyle anlamaya çalışır. Siyaset felsefesinin pozitif bilimlerden ödünç aldığı ‘yığın’ sözcüğü Deleuze ve Guattari felsefesinde klasik fizikte maddenin toplam kütle olarak anlaşıldığı duruma karşılık gelen ‘molar entite’ kavramıyla ifade edilirken; D+G tercihini parçacık fiziğinden yana kullanarak tek tek insanları kuantum parçacıkları ya da ‘moleküler çokluklar’ olarak ele alır. Moleküler çokluklar her an yerliyurtlulaştırılmak üzere olan –sosyal olarak kodlanmaya çalışılan– uçuşan bedenlerdir. Makro siyaset mekanizmaları devlet ve bürokratik aygıtları, eğitim ve din kurumları ile ordu gibi molar yapılardan oluşur. Bu kurumlar uçuşan çoklukları sürekli olarak yerliyurtlulaştırmaya ve mevcut sisteme –hiyerarşik ağaç modeline göre dallanıp budaklanan toplumsal yapıya– entegre etmeye çalışırken çokluk, eş zamanlı olarak, bu katı yapılardan kaçar ve sistemin ne içinde ne de dışında olan kaçış çizgileri ya da delikler açar. İşte mikro-politika mekanizmaları bir yandan uçuşan kuantayı molar yapılardan kaçıran iş birlikleri ve dayanışma ağları örerken diğer yandan –mikro-faşizm örneğinde olduğu gibi– çokluğun içinde molar yapının uyduları niteliğindeki katılaşma noktalarını konumlandırabilirler. Bu bakımdan ‘moleküler oluş’ iki yönlüdür: Akışkan oluşlar katılaşabileceği gibi katı olan varlıklar buharlaşabilir. Kaçış çizgisi üzerinde konumlanan çokluğu tehdit eden bir başka unsur izolasyon ve yalnızlaşmayı takip eden kendini imha dürtüsüdür. Diğer bir olasılık ise, çokluğun –kimlik siyaseti modelinde olduğu gibi– gettolar içinde yaşayıp sistemi içeriden dönüştürme motivasyonunu yitirmesidir. Bu noktada önceden azınlık olan her grup molar yapının kodlarını yerinden üreterek kendi küçük ağaç modelini kurar ve mikro-faşizmin yeni bir türü ortaya çıkar. Bütün bu risklere karşın uçuşan çokluklar toplam gücünü arttırmaya ve kendine müttefikler bularak çok ayaklı direngen mekanizmalar inşa etmeye çalışmalıdır. Bunu yaparken temsili düşünceyi yeniden üretmek yerine göçebe düşünceyi uygulamaya koymalı ve karınca yuvaları ya da kök saplı bitkiler gibi rizomatik oluşumlar şeklinde örgütlenmelidir.
Antik Yarılmanın Eleştirisi
Bu metinde yürütülecek olan tartışmanın bir başka özgün boyutuysa esasen Deleuze’ün Nietzscheciliğine ve Spinozacılığına dayanır. Deleuze fark ontolojisiyle daha yolun başında yaşanmış bir ayrışmaya –Antik Yunan’da felsefenin yolunun kozmos’tan ayrılıp nomos’un ve ethos’un yüceltildiği Sokratik yarılmaya– tedavi arar (benim iddiama göre). Unutmamak gerekir ki molarite kodlanmış bütünlerin ve özdeşin alanıyken moleküler oluş fark’ın ve çokluğun alanıdır. Bu bakımdan D+G’nin fiziko-politik yaklaşımı insan/evren ya da insan/doğa ikiliğini reddeden post-Spinozacı bir beden felsefesinin genişletilmiş bir versiyonu sayılabilir. Zaten felsefe tarihinde insan-doğa ikiliğine en büyük darbeyi vuran da aşkınlık ve teleoloji eleştirisiyle Spinoza olmuştur. Deleuze’ün, varlığın yerine oluşu, maddenin yerine duygulanımı (affect) ve erekselliğin yerine şansla zorunluluğun oyununu (Nietzsche’nin zar atımını) koyması, ‘hakikatler çokluğunun’ Sokratik hakikatin yerine geçmesi ve iradi varlık sayılan insan krallığının kutsiyetini yitirmesi anlamına gelir. Dolayısıyla hem Deleuze hem de D+G metinlerinde sıkça rastladığımız düzlem kaymaları; etikten estetiğe, ontolojiden siyaset felsefesine geçişler; birer tesadüf değil, fark felsefesinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Sonuç
Deleuze’ün fark felsefesi yalnızca bir ontoloji sorununa ışık tutmayıp Guattari ile birlikte kaleme aldığı Bin Yayla metninden de anlaşıldığı üzere; kurumların bedenleri nasıl kodladığını ve katı yapılara entegre ettiğini ifşa eden radikal bir siyaset felsefesine de olanak sağlar. Ancak D+G Antik Yunan’da insani meseleler alanının doğa bilimlerinden ayrıştığı ve aşkınlığın keşfedildiği o momente başkaldırırcasına doğa bilimlerinin terminolojisini socius’u anlamakta kullanır. Deleuze ve Guattari’nin siyaset felsefesine fiziko-politika dememin nedeni de budur. Fiziko-politika maddeyi toplam kütle, insanı özne ve çokluğu toplum olarak tasarlamadığı için geleneksel siyaset kuramlarında içerilmeyen olanaklara gebedir.
International Conference on the Study of Language, Thought and Religion, 2018
Her yüklemin ardında fail bir öznenin olduğu varsayımının eleştirisini Bertrand Russell’ın Descar... more Her yüklemin ardında fail bir öznenin olduğu varsayımının eleştirisini Bertrand Russell’ın Descartes’ın “cogito ergo sum” çıkarımı incelemesinden, David Hume’un “ampirik özne” kavrayışından ya da Immanuel Kant’ın “aşkınsal özne” eleştirisi gibi temel felsefi tartışmalardan biliriz. Ancak, çağdaş Fransız felsefesi bu dilsel problemin esasen bir ontoloji sorununa dayandığını göstermiş olması bakımından modern felsefeden ayrışır. Bu bağlamda, çağdaş Fransız düşünü ve post-yapısalcı ekol içerisinde konumlanan Deleuze ve Guattari (D+G) felsefesi, ‘özdeşlik’ ve ‘temsil’ kavramlarına getirdiği sistematik eleştiriyle dikkate değerdir. Söz konusu eleştiriyi mümkün kılan bilhassa Deleuze’ün fark ya da içkinlik ontolojisidir. Kısaca açıklamak gerekirse, fark ontolojisi, varlığı monolitik bir bütün olarak tasarlayan ve kökleri batı metafiziği tarihi içinde Platon’un idealar kuramına kadar uzanan klasik ontolojiye karşı çıkar ve evreni çok sayıda devingen bileşenin toplamı, içkin bir farkın tetiklediği çoklu bir oluş ya da içi içe geçmiş bir süreçler çokluğu olarak görür. Başka bir deyişle, D+G durağan varlığa karşı içkin farktan türeyen oluşu savunur. Ancak fark’ın kendisi bir varlık değil ama; belki, bir ilke gibi anlaşılmalıdır. Aynı’nın ve özdeşin reddedildiği fark felsefesinin dilbilimsel karşılığı elbette “failsiz fiillerdir”. Daha farklı ifade edilecek olursa, içinde öznenin olmadığı bir oluş, hatta kendiliğinden oluş... Deleuze standart, majör dile karşı öznesiz ya da temsil etmeyen dili savunurken, aklında sanatın dili vardır. Bu yüzden, Artaud’nun “organsız bedenini”, Kafka’nın minör edebiyatını ve Carmelo Bene’nin “ampütasyon operasyonlarını” minör dillere örnek gösterir. Bu üç isim, Aynı’nın tahakkümüne ve güç ilişkilerinin dilde temsiline karşı, dili azınlıklaştırmayı deneyen ürünler ortaya koymuş olmaları bakımından zaman-dışı bir ittifakın üyeleri gibi görülebilir. Minör dil öngörülemeyenin, zapturapt altına alınamayanın, uçucu ve direngen olanın dilidir.
INTERNATIONAL MARMARA SCIENCE AND SOCIAL SCIENCES CONGRESS, 2018
The notion of "contemporary French philosophy" refers to the ecole which has taken over the Nietz... more The notion of "contemporary French philosophy" refers to the ecole which has taken over the Nietzschean mission of criticizing Plato and Platonism for abandoning the pre-Socratic-cosmological tradition. In this respect, contemporary French philosophers are those who succeed in making philosophy an intellectual activity whose name is mentioned alongside positive sciences just as it used to be the case in antiquity. Those philosophers take a very close look at the advancements in positive sciences and make sure that the scientific terminology is intermingled with the philosophical one. Being a great thinker of French school, Gilles Deleuze is ambitious for creating the philosophy of the future by making his conception of “immanence” resonate with positive sciences. That is why he is a typical philosopher of the French-interdisciplinary tradition. In order to justify the abovementioned claims, it is initial to explain Nietzsche’s physiological outlook to the world and his critique of Platonic idealism. Secondly, Deleuze’s notion of “immanence” needs to illuminated through its dance with positive sciences. Finally, since it is Deleuze who took over the flag from Nietzsche, we will try to explain why his philosophy is a philosophy of the future within the context of idealism/materialism debate by making it clear why it has to do with making philosophy an interdisciplinary area of study.
INTERNATIONAL CONFERENCE ON SOCIAL SCIENCES-CAPPADOCIA CONFERENCE E-BOOK, 2018
Bu çalışmada Spinoza'nın Ethica metnindeki ontolojik önermeler Descartes felsefesindekilerle karş... more Bu çalışmada Spinoza'nın Ethica metnindeki ontolojik önermeler Descartes felsefesindekilerle karşılaştırmalı olarak ele alınacak ve söz konusu ontolojilerin her iki filozofun daha geniş çaplı dünya görüşlerine etkisini ortaya koyan etik çıkarımlarda bulunulacaktır. Bu düşünürlerin aralarındaki ontolojik görüş ayrılığı ilkinin 'birci', diğerininse 'ikici' olması şeklinde değerlendirilebilir. Bir başka deyişle, Spinoza'ya göre tek bir töz vardır ve uzam ile düşünce aynı tözün iki farklı kipidir. Descartes ise zihin ve bedeni iki ayrı töz olarak ele alır. Ancak, çalışmamızın odak noktası bağlamında düşünüldüğünde, aralarındaki en önemli fark Descartes'ın-özelikle Yöntem Üzerine Söylev metninde, hayvanları "neredeyse birer makine" olarak tanımlayan-insan-merkezci bir filozof olarak nitelenmesine karşın, Spinoza'nın Ethica'nın birinci kitabının Ek bölümünde bu görüşe açıkça karşı çıkmış olmasıdır. Bu çarpıcı zıtlığa dayanarak, makalenin özel hedefi, Spinoza felsefesindeki töz-birciliği ile insan-merkezcilik eleştirisi arasındaki ilişkiyi incelemek ve bu eleştirinin ekolojik sonuçlarını ortaya koymak olacaktır.
3RD INTERNATIONAL CONGRESS ON SOCIAL AND ECONOMIC SCIENCES ABSTRACT BOOK, 2017
This article aims at clarifying why and how Deleuze & Guattari defend the concept of ‘becoming wo... more This article aims at clarifying why and how Deleuze & Guattari defend the concept of ‘becoming woman’ against the rigid identity of Man, as part of a longer series of becomings including ‘becoming animal,’ ‘becoming molecular’ and ‘becoming imperceptible’. In A Thousand Plateaus (vol. II of Capitalism and Schizophrenia), they introduce several important concepts some of which—in addition to further explanatory functions they provide for other social and political issues— illuminate the tension between dominant figures and minorities in a society. For instance, in terms of Deleuze & Guattari’s feminist outlook, the concept of ‘molar’ stands for the rigidity of man or manly figures. To specify, they argue that “man is the molar identity par excellence,” and hence, there is no such thing as becoming man, since all becomings are always minoritarian (ATP 291-5). In this context, ‘becoming-woman’ or ‘becoming-minor’ is the conceptualization they produce for understanding molecular becomings in opposition to the rigid “being” of privileged identities or molar figures. In light of these considerations, it can be said that the notion of ‘becoming-woman’ can be interpreted as Deleuze & Guattari’s critique against the hegemony man and manly structures over the multiplicity of becomings in any social field.
Keywords: Deleuze & Guattari, Feminism, Man, Molar, Molecular
International Conference on Social Sciences and Education Research, 29 - 31 October 2015, Antalya... more International Conference on Social Sciences and Education Research, 29 - 31 October 2015, Antalya TURKEY
Audience participation into artistic performances has been the main concern of contemporary art since the second half of the twentieth century. Especially after the improvisational performances of John Cage, e.g. 4’33’’, and Alan Kaprow’s “happenings” in the Fifties, experimental spectacles have revolutionized the idea of live performance. Similarly, in the Nineties, confrontational dramas of British authors left their mark on experimental theatre in which the spectators’ reaction and interaction with the players was pushed to its limits. Nonetheless, nothing was more shocking than Marina Abramovic’s long-durational performance called “Rhythm 0” in 1974. In this piece the fate of the artist and the results of the performance were totally dependent upon the will of the participants. Abramovic resolved the dichotomies between the play and the player as well as the viewer and the actor by turning her own body into a work of art. Indeed, borders between the spectacle and the viewers were blurred because the performance or the artwork, which is a temporary production, was doomed to perish immediately after the participants stopped acting in the event. This is the reason, later on, Abramovic labelled her performance as “immaterial art”—where the work of art is the aesthetic experience itself and the aim is to create a sensible nihil out of human interactions. It is possible to evaluate the significance of these performances in two respects. First, they manifest the conventional nature of dualistic conceptions such as mind/body and subject/object, and thus they have a philosophical significance. Second, these performances touch something very vital and very humane that we have forgotten in the rush of modern city life, i.e. realization of one’s own being in the encounter with the other. Consequently, it can be argued that these two aspects of Abramovic’s performances are interrelated, and, together, they form a critique of the anesthetization of the individual in consumerist society by mediation of art.
İ.D. Bilkent Üniversitesi KURAM / SANAT / TASARIM LİSANSÜSTÜ ÖĞRENCİ BULUŞMASI 17 -19 Haziran 201... more İ.D. Bilkent Üniversitesi KURAM / SANAT / TASARIM LİSANSÜSTÜ ÖĞRENCİ BULUŞMASI 17 -19 Haziran 2011
Hannah Arendt İnsanlık Durumu adlı eserinde ortaya koyduğu 'eylem teorisi'nde, siyasal bir varlık olarak insanın kendini determinizmin zincirlerinden kurtarabildiği yegane etkinlik olan eylemin varoluşçu bir temellendirmesini yapar. Arendt felsefesindeki temel kavramların ışığında görülebilir ki; insan, yaşamını çoğul ve politik bir varlık sürdürebilmek için özel yaşamla diyalektik bir ilişki içinde konumlanmış bir kamusal hayata (antik dünyada polis'e), bireyin yöneten-yönetilen ilişkilerinden ve biyolojik zorunluluklarından azat edilmesi anlamında 'özgürlüğe' ve ancak bunlarla birlikte mümkün kılınan 'eşitliğe' gereksinim duyar. Günümüzdeyse Arendtçi anlamda kamusal alan rasyonel olarak düzenlenmiş kontrollü parlementodan ve diğer yönetişimsel organlardan çok sokağa karşılık gelebilir.
Oy çokluğunun aksine herkesin rızasını meşruiyetin temeli sayan katılımcı siyasetin, iyi düzenlenmiş bir iletişim ortamında, rasyonel temellendirme ile özneler-arası anlaşma ve oydaşma gibi hedefleri olan Habermasçı modeli, Arendt'ten esinlenerek, eylemi rasyonel iletişime indirgerken; siyasal eylemi protesto, şikayet ve itiraz gibi kavramlarla (ve anayasal haklarla) derinleştiren yaklaşımlar da vardır. Bu ikinci tutumun güzel bir sentezini Ulus Baker'in "Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme" adlı makalesinde bulabiliriz. O halde Arendt'ten Habermas'a ve oradan da Baker'e uzanan bir çizgide özel alan/kamusal alan, eylem, sokak ve siayasal bir varlık olarak insan kavramlarını karşılaştırmalı olarak tartışabilir; bu düşünürlerin uyumlu ya da uzlaştırılamaz fikirleri arasında söz konusu mefhumlara farklı perspektiflerden bakabilir ve belki de bu kavramlara yepyeni anlamlar yükleyebiliriz.
Thesis Chapters by İ. Okan Akkın
METU Institute of Social Sciences, 2017
This thesis analyses Deleuze & Guattari’s notion of becoming through certain performative encount... more This thesis analyses Deleuze & Guattari’s notion of becoming through certain performative encounters in contemporary political art, and re-conceptualizes them as “art(s) of becoming”. Art(s) of becoming are actualizations of a non-representational –minoritarian– mode of becoming and creation as well as the political actions of fleeing quanta. The theoretical aim of the study is, on the one hand, to explain how Platonic Idealism is overturned by Deleuze’s reading of Nietzsche and Leibniz, and on the other hand, how Cartesian dualism of mind and body is surpassed by following a Spinozistic theory of affects. In this respect, the dissertation has both theoretical and practical dimensions. Since art(s) of becoming are bodies without organs which constitute their own lines of flight through a process of minoration, the concepts of body, affect, becoming, and intensity are central to this study. For the same reason, this is an attempt to show the intersections of philosophical, political and aesthetic domains in Deleuze’s theory of sensation which is part of his general practice of philosophy, that is, a quest for establishing an ontology of immanence as opposed to identitarian metaphysics.
Uploads
Videos by İ. Okan Akkın
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
Ders Materyali: Stumpf & Abel, Elements of Philosophy: An Introduction.
Çeviri: İbrahim Okan Akkın
03.03.2022 - Akkın'ın Doktora tezine dayanan bu konuşmada, Gilles Deleuze'ün temel felsefi kaynakları olan Nietzsche, Spinoza, Bergson ve Leibniz ekseninde inşa ettiği sanat kuramı masaya yatırılıp politik sanatın olanağı sorununa Deleuze ve Felix Guattari'nin kavramsal sanat eleştirisi ile "bir duyumsama yığını" olarak sanat tanımı bağlamında yaklaşılmaktadır. Modern Avant Garde örneklerden hareketle temsil ve yapısalcılık eleştirisi tartışmaları içinde Deleuze'ün konumu belirlenmeye çalışılmaktadır.
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
Ders Materyali: Stumpf & Abel, Elements of Philosophy: An Introduction.
Çeviri: İbrahim Okan Akkın
Dönem: Güz, 2020
Program: Sosyoloji Tezli Yüksek Lisans Programı
Enstitü: Lisansüstü Eğitim Enstitüsü
Kurum: Ardahan Üniversitesi
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
Chapter in a book by İ. Okan Akkın
bölümünde notların adeta ikinci bir Ethica olduğunu zaten duyurmuştur: Aksiyomatik bir düzende ilerleyen tanımlar, önermeler ve ispatlar bir yandan içkinliği ontolojik olarak kurup diğer yandan aşkınlık yanılsamasına ait kategorik hataları tamir ederken notlar ve ekler ise bu yeni ontolojinin pratik sonuçlarını ortaya koyarlar: Spinoza, Ethica’nın notlarında ‘bulanık bilinç’ ile polemiğe girer ve bu hatalı bilinç türünün yaşamda başımıza açtığı sorunları vurgular. 9 Ben de çalışmamın son bölümünde Deleuze’ün yolunu takip
ederek Spinozacılığın pratik sonuçlarını yani bilincin, kederli tutkuların ve ahlakın değersizleştirilmesi projesini yeniden gözden geçiriyorum. Bu bölümde aynı zamanda Ethica’nın Deleuzecü bir değerlendirmede ortaya çıkan en genel sorusuyla Deleuze’ün Spinoza okumasının pratik sonuçları ışığında bir kez daha karşılaşıyorum; ancak bu defa dünyayı dönüştürme düşüncesinin ortodoks olmayan bir kavranışını önermek adına Deleuze’ün Spinozacı düşünme devrimini savunuyorum. Bitirirken, metin boyunca ele alınan temalar ışığında Spinoza’nın mührü cautenin konvansiyonel tercümesi olan ‘dikkatli olma’ şiarını, dünyaya/yaşama ‘ihtimam göstermek’ biçiminde genişleterek okumayı teklif ediyorum.
Conference Presentations by İ. Okan Akkın
İ. Okan Akkın is a Guest Researcher at the Gender Studies of the Institute for Cultural Inquiry (ICON) at Utrecht University (UU). Their research is externally funded by TUBITAK 2219 International Postdoctoral Fellowship Program and supervised by Associated Prof. Kathrin Thiele. Akkın’s project at UU focuses on the Deleuzean reception of Spinozistic immanence and its impact on post-secular metaphysics. Their Doctoral Dissertation (Middle East Technical University, 2017) concentrates on becoming-animal of contemporary performance art.
Bu bildiride Deleuze ve Guattari (D+G)’nin Bin Yayla metninde ortaya koydukları siyaset okuması siyasetin fiziko-politikası olarak yeniden yorumlanmaya çalışılacak ve artık bütünüyle molar bir aygıt haline gelmiş olan temsil mekanizması ile katılaşma ve izolasyon kutupları arasında sürdürülebilir bir yaşam hattı inşa edemeyen kimlik siyasetine alternatif olan fiziko-politikanın mikro-politik düzeyde ne tür bir direniş imkânı sunduğu ve bu direniş biçiminin sınırları ile riskleri ele alınacaktır.
Parçacık Fiziği ve Fark Ontolojisi
Parçacık fiziği alanındaki gelişmeler gösterdi ki madde geleneksel olarak düşünüldüğü gibi boşluksuz bileşenlerden oluşan bir toplam kütle ya da yığın değil, birbirine değmeyen –aralarında boşluklar bulunan– atom altı parçacıkların toplamından meydana gelen bir yapıdır. Bu yüzden herhangi bir maddenin hacimce büyük bir bölümü boşluktan ibarettir. Başka bir deyişle, geleneksel felsefenin duyumsanabilir madde, uzamsal töz ya da corpus olarak ele aldığı maddeyi bir arada tutan şey, atom altı parçacıklar çokluğunun aralarındaki elektromanyetik ilişkiler sürekliliğidir. Buna göre; atom altı düzeyde, madde bir durağanlık ve sabitlikten çok sürekli hareket ve değişim halindeki parçacıklar çokluğunun ilişkisel biraradalığı biçiminde düşünülebilir. Bu noktada, durağan corpus kavramının yerine devingen ‘fark’ kavrayışını koyan Deleuze’ün ontolojisiyle çağdaş parçacık fiziği kuramları arasındaki paralellik hemen anlaşılabilir. Haliyle, kuantum fiziğinin epistemolojik sonuçlarını mercek altına yatıran Arkady Plotnitsky, Karen Barad ve Kathrin Thiele gibi çağdaş felsefecilerin incelemeleri de bu tezi destekler görünmektedir. Ancak D+G’nin özgün yanı çağdaş fizikten devşirilmiş gibi duran fark ontolojisinden öte, söz konusu ontolojiyi sosyal bedeni ve onun kurumlarını anlamakta kullandıkları yepyeni bir kavram üretim makinasına entegre etmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, D+G’nin bilhassa Bin Yayla’da ortaya koyduğunu iddia ettiğim kuantum temelli politik felsefe yalnızca bir siyaset felsefesi olmayıp çokluğun fiziko-politikası olarak nitelenecektir.
Çokluğun Fiziko-Politikası
D+G’nin temsil, kimliksel aidiyet ve meslekten siyasetçilik mekanizmalarından arınmış fark felsefesi, ortak kurumsal örüntüler içinde bir arada yaşayan insanları bir özneler yığını olarak değil, bir ‘bedenler çokluğu’ olarak görür ve aynı nedenle ‘kitle’ ve ‘toplum’ kavramlarını reddederek socius içindeki bedenleri ‘uçuşan çokluklar’ ya da ‘kuanta’ terimleriyle anlamaya çalışır. Siyaset felsefesinin pozitif bilimlerden ödünç aldığı ‘yığın’ sözcüğü Deleuze ve Guattari felsefesinde klasik fizikte maddenin toplam kütle olarak anlaşıldığı duruma karşılık gelen ‘molar entite’ kavramıyla ifade edilirken; D+G tercihini parçacık fiziğinden yana kullanarak tek tek insanları kuantum parçacıkları ya da ‘moleküler çokluklar’ olarak ele alır. Moleküler çokluklar her an yerliyurtlulaştırılmak üzere olan –sosyal olarak kodlanmaya çalışılan– uçuşan bedenlerdir. Makro siyaset mekanizmaları devlet ve bürokratik aygıtları, eğitim ve din kurumları ile ordu gibi molar yapılardan oluşur. Bu kurumlar uçuşan çoklukları sürekli olarak yerliyurtlulaştırmaya ve mevcut sisteme –hiyerarşik ağaç modeline göre dallanıp budaklanan toplumsal yapıya– entegre etmeye çalışırken çokluk, eş zamanlı olarak, bu katı yapılardan kaçar ve sistemin ne içinde ne de dışında olan kaçış çizgileri ya da delikler açar. İşte mikro-politika mekanizmaları bir yandan uçuşan kuantayı molar yapılardan kaçıran iş birlikleri ve dayanışma ağları örerken diğer yandan –mikro-faşizm örneğinde olduğu gibi– çokluğun içinde molar yapının uyduları niteliğindeki katılaşma noktalarını konumlandırabilirler. Bu bakımdan ‘moleküler oluş’ iki yönlüdür: Akışkan oluşlar katılaşabileceği gibi katı olan varlıklar buharlaşabilir. Kaçış çizgisi üzerinde konumlanan çokluğu tehdit eden bir başka unsur izolasyon ve yalnızlaşmayı takip eden kendini imha dürtüsüdür. Diğer bir olasılık ise, çokluğun –kimlik siyaseti modelinde olduğu gibi– gettolar içinde yaşayıp sistemi içeriden dönüştürme motivasyonunu yitirmesidir. Bu noktada önceden azınlık olan her grup molar yapının kodlarını yerinden üreterek kendi küçük ağaç modelini kurar ve mikro-faşizmin yeni bir türü ortaya çıkar. Bütün bu risklere karşın uçuşan çokluklar toplam gücünü arttırmaya ve kendine müttefikler bularak çok ayaklı direngen mekanizmalar inşa etmeye çalışmalıdır. Bunu yaparken temsili düşünceyi yeniden üretmek yerine göçebe düşünceyi uygulamaya koymalı ve karınca yuvaları ya da kök saplı bitkiler gibi rizomatik oluşumlar şeklinde örgütlenmelidir.
Antik Yarılmanın Eleştirisi
Bu metinde yürütülecek olan tartışmanın bir başka özgün boyutuysa esasen Deleuze’ün Nietzscheciliğine ve Spinozacılığına dayanır. Deleuze fark ontolojisiyle daha yolun başında yaşanmış bir ayrışmaya –Antik Yunan’da felsefenin yolunun kozmos’tan ayrılıp nomos’un ve ethos’un yüceltildiği Sokratik yarılmaya– tedavi arar (benim iddiama göre). Unutmamak gerekir ki molarite kodlanmış bütünlerin ve özdeşin alanıyken moleküler oluş fark’ın ve çokluğun alanıdır. Bu bakımdan D+G’nin fiziko-politik yaklaşımı insan/evren ya da insan/doğa ikiliğini reddeden post-Spinozacı bir beden felsefesinin genişletilmiş bir versiyonu sayılabilir. Zaten felsefe tarihinde insan-doğa ikiliğine en büyük darbeyi vuran da aşkınlık ve teleoloji eleştirisiyle Spinoza olmuştur. Deleuze’ün, varlığın yerine oluşu, maddenin yerine duygulanımı (affect) ve erekselliğin yerine şansla zorunluluğun oyununu (Nietzsche’nin zar atımını) koyması, ‘hakikatler çokluğunun’ Sokratik hakikatin yerine geçmesi ve iradi varlık sayılan insan krallığının kutsiyetini yitirmesi anlamına gelir. Dolayısıyla hem Deleuze hem de D+G metinlerinde sıkça rastladığımız düzlem kaymaları; etikten estetiğe, ontolojiden siyaset felsefesine geçişler; birer tesadüf değil, fark felsefesinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Sonuç
Deleuze’ün fark felsefesi yalnızca bir ontoloji sorununa ışık tutmayıp Guattari ile birlikte kaleme aldığı Bin Yayla metninden de anlaşıldığı üzere; kurumların bedenleri nasıl kodladığını ve katı yapılara entegre ettiğini ifşa eden radikal bir siyaset felsefesine de olanak sağlar. Ancak D+G Antik Yunan’da insani meseleler alanının doğa bilimlerinden ayrıştığı ve aşkınlığın keşfedildiği o momente başkaldırırcasına doğa bilimlerinin terminolojisini socius’u anlamakta kullanır. Deleuze ve Guattari’nin siyaset felsefesine fiziko-politika dememin nedeni de budur. Fiziko-politika maddeyi toplam kütle, insanı özne ve çokluğu toplum olarak tasarlamadığı için geleneksel siyaset kuramlarında içerilmeyen olanaklara gebedir.
Keywords: Deleuze & Guattari, Feminism, Man, Molar, Molecular
Audience participation into artistic performances has been the main concern of contemporary art since the second half of the twentieth century. Especially after the improvisational performances of John Cage, e.g. 4’33’’, and Alan Kaprow’s “happenings” in the Fifties, experimental spectacles have revolutionized the idea of live performance. Similarly, in the Nineties, confrontational dramas of British authors left their mark on experimental theatre in which the spectators’ reaction and interaction with the players was pushed to its limits. Nonetheless, nothing was more shocking than Marina Abramovic’s long-durational performance called “Rhythm 0” in 1974. In this piece the fate of the artist and the results of the performance were totally dependent upon the will of the participants. Abramovic resolved the dichotomies between the play and the player as well as the viewer and the actor by turning her own body into a work of art. Indeed, borders between the spectacle and the viewers were blurred because the performance or the artwork, which is a temporary production, was doomed to perish immediately after the participants stopped acting in the event. This is the reason, later on, Abramovic labelled her performance as “immaterial art”—where the work of art is the aesthetic experience itself and the aim is to create a sensible nihil out of human interactions. It is possible to evaluate the significance of these performances in two respects. First, they manifest the conventional nature of dualistic conceptions such as mind/body and subject/object, and thus they have a philosophical significance. Second, these performances touch something very vital and very humane that we have forgotten in the rush of modern city life, i.e. realization of one’s own being in the encounter with the other. Consequently, it can be argued that these two aspects of Abramovic’s performances are interrelated, and, together, they form a critique of the anesthetization of the individual in consumerist society by mediation of art.
Hannah Arendt İnsanlık Durumu adlı eserinde ortaya koyduğu 'eylem teorisi'nde, siyasal bir varlık olarak insanın kendini determinizmin zincirlerinden kurtarabildiği yegane etkinlik olan eylemin varoluşçu bir temellendirmesini yapar. Arendt felsefesindeki temel kavramların ışığında görülebilir ki; insan, yaşamını çoğul ve politik bir varlık sürdürebilmek için özel yaşamla diyalektik bir ilişki içinde konumlanmış bir kamusal hayata (antik dünyada polis'e), bireyin yöneten-yönetilen ilişkilerinden ve biyolojik zorunluluklarından azat edilmesi anlamında 'özgürlüğe' ve ancak bunlarla birlikte mümkün kılınan 'eşitliğe' gereksinim duyar. Günümüzdeyse Arendtçi anlamda kamusal alan rasyonel olarak düzenlenmiş kontrollü parlementodan ve diğer yönetişimsel organlardan çok sokağa karşılık gelebilir.
Oy çokluğunun aksine herkesin rızasını meşruiyetin temeli sayan katılımcı siyasetin, iyi düzenlenmiş bir iletişim ortamında, rasyonel temellendirme ile özneler-arası anlaşma ve oydaşma gibi hedefleri olan Habermasçı modeli, Arendt'ten esinlenerek, eylemi rasyonel iletişime indirgerken; siyasal eylemi protesto, şikayet ve itiraz gibi kavramlarla (ve anayasal haklarla) derinleştiren yaklaşımlar da vardır. Bu ikinci tutumun güzel bir sentezini Ulus Baker'in "Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme" adlı makalesinde bulabiliriz. O halde Arendt'ten Habermas'a ve oradan da Baker'e uzanan bir çizgide özel alan/kamusal alan, eylem, sokak ve siayasal bir varlık olarak insan kavramlarını karşılaştırmalı olarak tartışabilir; bu düşünürlerin uyumlu ya da uzlaştırılamaz fikirleri arasında söz konusu mefhumlara farklı perspektiflerden bakabilir ve belki de bu kavramlara yepyeni anlamlar yükleyebiliriz.
Thesis Chapters by İ. Okan Akkın
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
Ders Materyali: Stumpf & Abel, Elements of Philosophy: An Introduction.
Çeviri: İbrahim Okan Akkın
03.03.2022 - Akkın'ın Doktora tezine dayanan bu konuşmada, Gilles Deleuze'ün temel felsefi kaynakları olan Nietzsche, Spinoza, Bergson ve Leibniz ekseninde inşa ettiği sanat kuramı masaya yatırılıp politik sanatın olanağı sorununa Deleuze ve Felix Guattari'nin kavramsal sanat eleştirisi ile "bir duyumsama yığını" olarak sanat tanımı bağlamında yaklaşılmaktadır. Modern Avant Garde örneklerden hareketle temsil ve yapısalcılık eleştirisi tartışmaları içinde Deleuze'ün konumu belirlenmeye çalışılmaktadır.
Dönem: Güz, 2020
Kurum: Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
Ders Materyali: Stumpf & Abel, Elements of Philosophy: An Introduction.
Çeviri: İbrahim Okan Akkın
Dönem: Güz, 2020
Program: Sosyoloji Tezli Yüksek Lisans Programı
Enstitü: Lisansüstü Eğitim Enstitüsü
Kurum: Ardahan Üniversitesi
Ders Yürütücüsü: Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Okan Akkın
bölümünde notların adeta ikinci bir Ethica olduğunu zaten duyurmuştur: Aksiyomatik bir düzende ilerleyen tanımlar, önermeler ve ispatlar bir yandan içkinliği ontolojik olarak kurup diğer yandan aşkınlık yanılsamasına ait kategorik hataları tamir ederken notlar ve ekler ise bu yeni ontolojinin pratik sonuçlarını ortaya koyarlar: Spinoza, Ethica’nın notlarında ‘bulanık bilinç’ ile polemiğe girer ve bu hatalı bilinç türünün yaşamda başımıza açtığı sorunları vurgular. 9 Ben de çalışmamın son bölümünde Deleuze’ün yolunu takip
ederek Spinozacılığın pratik sonuçlarını yani bilincin, kederli tutkuların ve ahlakın değersizleştirilmesi projesini yeniden gözden geçiriyorum. Bu bölümde aynı zamanda Ethica’nın Deleuzecü bir değerlendirmede ortaya çıkan en genel sorusuyla Deleuze’ün Spinoza okumasının pratik sonuçları ışığında bir kez daha karşılaşıyorum; ancak bu defa dünyayı dönüştürme düşüncesinin ortodoks olmayan bir kavranışını önermek adına Deleuze’ün Spinozacı düşünme devrimini savunuyorum. Bitirirken, metin boyunca ele alınan temalar ışığında Spinoza’nın mührü cautenin konvansiyonel tercümesi olan ‘dikkatli olma’ şiarını, dünyaya/yaşama ‘ihtimam göstermek’ biçiminde genişleterek okumayı teklif ediyorum.
İ. Okan Akkın is a Guest Researcher at the Gender Studies of the Institute for Cultural Inquiry (ICON) at Utrecht University (UU). Their research is externally funded by TUBITAK 2219 International Postdoctoral Fellowship Program and supervised by Associated Prof. Kathrin Thiele. Akkın’s project at UU focuses on the Deleuzean reception of Spinozistic immanence and its impact on post-secular metaphysics. Their Doctoral Dissertation (Middle East Technical University, 2017) concentrates on becoming-animal of contemporary performance art.
Bu bildiride Deleuze ve Guattari (D+G)’nin Bin Yayla metninde ortaya koydukları siyaset okuması siyasetin fiziko-politikası olarak yeniden yorumlanmaya çalışılacak ve artık bütünüyle molar bir aygıt haline gelmiş olan temsil mekanizması ile katılaşma ve izolasyon kutupları arasında sürdürülebilir bir yaşam hattı inşa edemeyen kimlik siyasetine alternatif olan fiziko-politikanın mikro-politik düzeyde ne tür bir direniş imkânı sunduğu ve bu direniş biçiminin sınırları ile riskleri ele alınacaktır.
Parçacık Fiziği ve Fark Ontolojisi
Parçacık fiziği alanındaki gelişmeler gösterdi ki madde geleneksel olarak düşünüldüğü gibi boşluksuz bileşenlerden oluşan bir toplam kütle ya da yığın değil, birbirine değmeyen –aralarında boşluklar bulunan– atom altı parçacıkların toplamından meydana gelen bir yapıdır. Bu yüzden herhangi bir maddenin hacimce büyük bir bölümü boşluktan ibarettir. Başka bir deyişle, geleneksel felsefenin duyumsanabilir madde, uzamsal töz ya da corpus olarak ele aldığı maddeyi bir arada tutan şey, atom altı parçacıklar çokluğunun aralarındaki elektromanyetik ilişkiler sürekliliğidir. Buna göre; atom altı düzeyde, madde bir durağanlık ve sabitlikten çok sürekli hareket ve değişim halindeki parçacıklar çokluğunun ilişkisel biraradalığı biçiminde düşünülebilir. Bu noktada, durağan corpus kavramının yerine devingen ‘fark’ kavrayışını koyan Deleuze’ün ontolojisiyle çağdaş parçacık fiziği kuramları arasındaki paralellik hemen anlaşılabilir. Haliyle, kuantum fiziğinin epistemolojik sonuçlarını mercek altına yatıran Arkady Plotnitsky, Karen Barad ve Kathrin Thiele gibi çağdaş felsefecilerin incelemeleri de bu tezi destekler görünmektedir. Ancak D+G’nin özgün yanı çağdaş fizikten devşirilmiş gibi duran fark ontolojisinden öte, söz konusu ontolojiyi sosyal bedeni ve onun kurumlarını anlamakta kullandıkları yepyeni bir kavram üretim makinasına entegre etmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, D+G’nin bilhassa Bin Yayla’da ortaya koyduğunu iddia ettiğim kuantum temelli politik felsefe yalnızca bir siyaset felsefesi olmayıp çokluğun fiziko-politikası olarak nitelenecektir.
Çokluğun Fiziko-Politikası
D+G’nin temsil, kimliksel aidiyet ve meslekten siyasetçilik mekanizmalarından arınmış fark felsefesi, ortak kurumsal örüntüler içinde bir arada yaşayan insanları bir özneler yığını olarak değil, bir ‘bedenler çokluğu’ olarak görür ve aynı nedenle ‘kitle’ ve ‘toplum’ kavramlarını reddederek socius içindeki bedenleri ‘uçuşan çokluklar’ ya da ‘kuanta’ terimleriyle anlamaya çalışır. Siyaset felsefesinin pozitif bilimlerden ödünç aldığı ‘yığın’ sözcüğü Deleuze ve Guattari felsefesinde klasik fizikte maddenin toplam kütle olarak anlaşıldığı duruma karşılık gelen ‘molar entite’ kavramıyla ifade edilirken; D+G tercihini parçacık fiziğinden yana kullanarak tek tek insanları kuantum parçacıkları ya da ‘moleküler çokluklar’ olarak ele alır. Moleküler çokluklar her an yerliyurtlulaştırılmak üzere olan –sosyal olarak kodlanmaya çalışılan– uçuşan bedenlerdir. Makro siyaset mekanizmaları devlet ve bürokratik aygıtları, eğitim ve din kurumları ile ordu gibi molar yapılardan oluşur. Bu kurumlar uçuşan çoklukları sürekli olarak yerliyurtlulaştırmaya ve mevcut sisteme –hiyerarşik ağaç modeline göre dallanıp budaklanan toplumsal yapıya– entegre etmeye çalışırken çokluk, eş zamanlı olarak, bu katı yapılardan kaçar ve sistemin ne içinde ne de dışında olan kaçış çizgileri ya da delikler açar. İşte mikro-politika mekanizmaları bir yandan uçuşan kuantayı molar yapılardan kaçıran iş birlikleri ve dayanışma ağları örerken diğer yandan –mikro-faşizm örneğinde olduğu gibi– çokluğun içinde molar yapının uyduları niteliğindeki katılaşma noktalarını konumlandırabilirler. Bu bakımdan ‘moleküler oluş’ iki yönlüdür: Akışkan oluşlar katılaşabileceği gibi katı olan varlıklar buharlaşabilir. Kaçış çizgisi üzerinde konumlanan çokluğu tehdit eden bir başka unsur izolasyon ve yalnızlaşmayı takip eden kendini imha dürtüsüdür. Diğer bir olasılık ise, çokluğun –kimlik siyaseti modelinde olduğu gibi– gettolar içinde yaşayıp sistemi içeriden dönüştürme motivasyonunu yitirmesidir. Bu noktada önceden azınlık olan her grup molar yapının kodlarını yerinden üreterek kendi küçük ağaç modelini kurar ve mikro-faşizmin yeni bir türü ortaya çıkar. Bütün bu risklere karşın uçuşan çokluklar toplam gücünü arttırmaya ve kendine müttefikler bularak çok ayaklı direngen mekanizmalar inşa etmeye çalışmalıdır. Bunu yaparken temsili düşünceyi yeniden üretmek yerine göçebe düşünceyi uygulamaya koymalı ve karınca yuvaları ya da kök saplı bitkiler gibi rizomatik oluşumlar şeklinde örgütlenmelidir.
Antik Yarılmanın Eleştirisi
Bu metinde yürütülecek olan tartışmanın bir başka özgün boyutuysa esasen Deleuze’ün Nietzscheciliğine ve Spinozacılığına dayanır. Deleuze fark ontolojisiyle daha yolun başında yaşanmış bir ayrışmaya –Antik Yunan’da felsefenin yolunun kozmos’tan ayrılıp nomos’un ve ethos’un yüceltildiği Sokratik yarılmaya– tedavi arar (benim iddiama göre). Unutmamak gerekir ki molarite kodlanmış bütünlerin ve özdeşin alanıyken moleküler oluş fark’ın ve çokluğun alanıdır. Bu bakımdan D+G’nin fiziko-politik yaklaşımı insan/evren ya da insan/doğa ikiliğini reddeden post-Spinozacı bir beden felsefesinin genişletilmiş bir versiyonu sayılabilir. Zaten felsefe tarihinde insan-doğa ikiliğine en büyük darbeyi vuran da aşkınlık ve teleoloji eleştirisiyle Spinoza olmuştur. Deleuze’ün, varlığın yerine oluşu, maddenin yerine duygulanımı (affect) ve erekselliğin yerine şansla zorunluluğun oyununu (Nietzsche’nin zar atımını) koyması, ‘hakikatler çokluğunun’ Sokratik hakikatin yerine geçmesi ve iradi varlık sayılan insan krallığının kutsiyetini yitirmesi anlamına gelir. Dolayısıyla hem Deleuze hem de D+G metinlerinde sıkça rastladığımız düzlem kaymaları; etikten estetiğe, ontolojiden siyaset felsefesine geçişler; birer tesadüf değil, fark felsefesinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Sonuç
Deleuze’ün fark felsefesi yalnızca bir ontoloji sorununa ışık tutmayıp Guattari ile birlikte kaleme aldığı Bin Yayla metninden de anlaşıldığı üzere; kurumların bedenleri nasıl kodladığını ve katı yapılara entegre ettiğini ifşa eden radikal bir siyaset felsefesine de olanak sağlar. Ancak D+G Antik Yunan’da insani meseleler alanının doğa bilimlerinden ayrıştığı ve aşkınlığın keşfedildiği o momente başkaldırırcasına doğa bilimlerinin terminolojisini socius’u anlamakta kullanır. Deleuze ve Guattari’nin siyaset felsefesine fiziko-politika dememin nedeni de budur. Fiziko-politika maddeyi toplam kütle, insanı özne ve çokluğu toplum olarak tasarlamadığı için geleneksel siyaset kuramlarında içerilmeyen olanaklara gebedir.
Keywords: Deleuze & Guattari, Feminism, Man, Molar, Molecular
Audience participation into artistic performances has been the main concern of contemporary art since the second half of the twentieth century. Especially after the improvisational performances of John Cage, e.g. 4’33’’, and Alan Kaprow’s “happenings” in the Fifties, experimental spectacles have revolutionized the idea of live performance. Similarly, in the Nineties, confrontational dramas of British authors left their mark on experimental theatre in which the spectators’ reaction and interaction with the players was pushed to its limits. Nonetheless, nothing was more shocking than Marina Abramovic’s long-durational performance called “Rhythm 0” in 1974. In this piece the fate of the artist and the results of the performance were totally dependent upon the will of the participants. Abramovic resolved the dichotomies between the play and the player as well as the viewer and the actor by turning her own body into a work of art. Indeed, borders between the spectacle and the viewers were blurred because the performance or the artwork, which is a temporary production, was doomed to perish immediately after the participants stopped acting in the event. This is the reason, later on, Abramovic labelled her performance as “immaterial art”—where the work of art is the aesthetic experience itself and the aim is to create a sensible nihil out of human interactions. It is possible to evaluate the significance of these performances in two respects. First, they manifest the conventional nature of dualistic conceptions such as mind/body and subject/object, and thus they have a philosophical significance. Second, these performances touch something very vital and very humane that we have forgotten in the rush of modern city life, i.e. realization of one’s own being in the encounter with the other. Consequently, it can be argued that these two aspects of Abramovic’s performances are interrelated, and, together, they form a critique of the anesthetization of the individual in consumerist society by mediation of art.
Hannah Arendt İnsanlık Durumu adlı eserinde ortaya koyduğu 'eylem teorisi'nde, siyasal bir varlık olarak insanın kendini determinizmin zincirlerinden kurtarabildiği yegane etkinlik olan eylemin varoluşçu bir temellendirmesini yapar. Arendt felsefesindeki temel kavramların ışığında görülebilir ki; insan, yaşamını çoğul ve politik bir varlık sürdürebilmek için özel yaşamla diyalektik bir ilişki içinde konumlanmış bir kamusal hayata (antik dünyada polis'e), bireyin yöneten-yönetilen ilişkilerinden ve biyolojik zorunluluklarından azat edilmesi anlamında 'özgürlüğe' ve ancak bunlarla birlikte mümkün kılınan 'eşitliğe' gereksinim duyar. Günümüzdeyse Arendtçi anlamda kamusal alan rasyonel olarak düzenlenmiş kontrollü parlementodan ve diğer yönetişimsel organlardan çok sokağa karşılık gelebilir.
Oy çokluğunun aksine herkesin rızasını meşruiyetin temeli sayan katılımcı siyasetin, iyi düzenlenmiş bir iletişim ortamında, rasyonel temellendirme ile özneler-arası anlaşma ve oydaşma gibi hedefleri olan Habermasçı modeli, Arendt'ten esinlenerek, eylemi rasyonel iletişime indirgerken; siyasal eylemi protesto, şikayet ve itiraz gibi kavramlarla (ve anayasal haklarla) derinleştiren yaklaşımlar da vardır. Bu ikinci tutumun güzel bir sentezini Ulus Baker'in "Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme" adlı makalesinde bulabiliriz. O halde Arendt'ten Habermas'a ve oradan da Baker'e uzanan bir çizgide özel alan/kamusal alan, eylem, sokak ve siayasal bir varlık olarak insan kavramlarını karşılaştırmalı olarak tartışabilir; bu düşünürlerin uyumlu ya da uzlaştırılamaz fikirleri arasında söz konusu mefhumlara farklı perspektiflerden bakabilir ve belki de bu kavramlara yepyeni anlamlar yükleyebiliriz.
ÖZ:
Bu makale, analitik/Kıta ayrımının reddedilmesinin analitik bakış açısı ile mümkün olmadığı tezini destekleyip; otantik felsefenin olanağını çağdaş Kıta felsefesinin varolma gerekçeleri içerisinde temellendirmektedir. Sorunun takdiminin akabinde, ilk bölümde, klasik felsefenin antik Yunan’da neden bir yaşam biçimi olarak deneyimlendiği konusu açıklanıp ‘parrhesia’ eylemi ile ilişkilendirilmekte; ikinci bölümde “Kıta felsefesi” kavramının çıkış noktasına ve analitik ekolün öncüleri olan mantıksal pozitivistler ile Viyana Çevresi düşünürlerinden bazılarının temel metinlerinden hareketle, indirgemecilik ve bilimcilik dogmalarına ışık tutulmaktadır. Ardından, Anglofon dünyadaki hegemonya sorununa işaret edilip felsefenin majörü ile minörü kavramsallaştırması altında Kıta felsefesinin konumu yeniden düşünülmektedir. Son bölümde ise hem kendi içinde hem de disiplinlerarası düzeyde köksapsı bağlantılar kuran çağdaş Kıta felsefesi, ‘otantik felsefe’ olarak tanımlanmaktadır.