Nevra Akdemir has completed her undergraduate degree from the Faculty of Economics at Istanbul University, her master degree in Development Studies programme at Marmara University (Istanbul) and taken her doctorate in Urban Studies at Mimar Sinan University (Istanbul). She has worked at University of Gaziantep and Toros Universities in Turkey. She encountered many political troubles after 2016 and had to move from Turkey to Germany; at that point, she was banned from her profession with Decree No. 701. Then, she has worked at Osnabrück University/IMIS and conducted a subproject on the status loss of highly educated refugee women. Lately, she is a member of Off-University, where her contributions focus on gender studies. She has been currently studying migration, food studies, labour geography and gender.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni/ Dissertation thesis , 2014
Bir üretim mekânının oluşması, sermaye birikiminin temel eğilimleri ve bu eğilimlere içkin mekanı... more Bir üretim mekânının oluşması, sermaye birikiminin temel eğilimleri ve bu eğilimlere içkin mekanın özgül süreçlerinden beslenmektedir. Çalışmanın konusu, kriz ve sermaye birikimi bağlamında kayan, oluşan ve yeniden üretilen üretim mekânlarıdır. Özellikle zaman ve mekân sıkışmasına karşı üretilen mekânsal çözümlerin, kapitalizmin her yerde benzer işleyen dinamiklerinin yerel, ulusal ve küresel ölçekte eşitsiz gelişmenin yarattığı farklılaşmaları içererek açığa çıkması oldukça zengin bir yapı üretmektedir. Zira üretilen her mekânsal çözümün, birikimin farklı aşamalarına denk gelmesi ile farklı biçimlerde oluşması ve yerel yapılarla eklemlenmesi her sektörde ve bölgede farklı varyasyonların öne çıkmasını sağlamaktadır. Böylelikle emekgücünün varoluş ve direniş koşullarının da bu yelpaze içinde son derece öğretici bir zenginlikte yer alması ise sınıf mücadelesinin dinamiklerini oluşturmaktadır. Mekânın sosyal olarak üretimin bir siyasal strateji olarak özellikle geç kapitalistleşme koşullarında devlet müdahalelerine yönelik belirginlik ve belirleyicilik kazandırmaktadır. Bu çalışma, üç birbirine bağlı iddia ile temellendirilmektedir. İlki üretimin mekânsal örgütlenmelerinin hem fiziksel hem de sosyal anlamda eklemlenmiş bir yapıyı gerektirdiğinden hareketle her birikim düzeyine uygun mekanların üretildiğidir. İkincisi, ilk iddianın sonucunda üretilen bu “mekânsal çözümlerin” hem birikimin potansiyel sürekliliğini hem de sınırlılığını inşa eden bir çelişkili süreçler olduğudur. Sonuncu iddiası ise özellikle geç kapitalistleşme kavramından hareketle Tuzla ve Yalova Tersaneler Bölgesinde birikime içkin dönüşen devlet varlığının rol oynaması üzerinedir. English: Establishment of the production space has been nourished by the basic tendencies of capital accumulation and the specific processes pertain to the immanent space of these tendencies. Hence, the subject of this dissertation is the production spaces shifted, generated and reproduced within the context of capital accumulation. Particularly producing against the time-space compression, the spatial fixes generate considerably diverse structures due to the embodied differentiations arising from the unequal development of capitalism within local, national and global scale. Indeed, each spatial fix enables to form distinct variations in every sector and region by the virtue of the fact that it coincides different stages of the accumulation, emerges as separate forms and articulates with local structures. Thereby, locating within the range of these instructive various circumstances, the existence and struggle conditions of labor has built the dynamics of the class struggle. This study is based on three interrelated assertions. Firstly, since the spatial organizations require a structure articulated both physically and socially, the spaces are shaped regarding all levels of the accumulation. Secondly, the aforementioned “spatio-temporal fixes”, which are produced as a result of the first assertion, are contradictive processes that build both potential continuity and limitation of the accumulation. Finally, the last assertion sets forth the changing presence of the state along with the accumulation in Tuzla and Yalova Shipyards Regions within the context of the late capitalized countries.
... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke,... more ... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke, Alaattin Timur ve Sevtap Yenigün, II ... bir işçinin bir yakınıyla, çapak kaçması ve ardı sıra gelen yan-lış tıbbi müdahalelerle gözünü kaybeden bir işçi ile duman zehirlenmesinden do ...
... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke,... more ... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke, Alaattin Timur ve Sevtap Yenigün, II ... bir işçinin bir yakınıyla, çapak kaçması ve ardı sıra gelen yan-lış tıbbi müdahalelerle gözünü kaybeden bir işçi ile duman zehirlenmesinden do ...
GENEL BİLGİLERİsim ve Soyadı:Refiye Nevra AkdemirAnabilim Dalı:İktisatProgramı:Kalkınma İktisadı ... more GENEL BİLGİLERİsim ve Soyadı:Refiye Nevra AkdemirAnabilim Dalı:İktisatProgramı:Kalkınma İktisadı ve İktisadi BüyümeTez Danışmanı:Doç.Dr.Mehmet TürkayTez Türü ve Tarihi:Yüksek Lisans - Ekim 2004Anahtar Kelimeler:Tersane, Alt Sözleşme, enformelleşmeÖZETSERMAYE BİRİKİMİ VE KALKINMA SÜRECİNDE ENFORMELLEŞME VE TUZLA ÖRNEĞİ1970'li yıllarda yaşanan krizle birlikte, kar oranların düşüşü, ölçek ekonomilerin sermaye birikim hızının yavaşlaması, küçük üretime dayalı üretim organizasyonların küresel rekabette üstünlük sağlamaları, firmaların kendilerini yeniden yapılandırmasına neden olmuştur. Ölçek üretimi yapan firmalar, üretim ve emek süreçlerini parçalama ve esnekleştirme sürecine girmiştir. Firmaların esnekleşmesi için alt-sözleşme temelinde üretimlerini organize etmeleri maliyet düşürme ve piyasa riskini yansıtma aracıdır. Alt sözleşme ilişkilerini niteliksel sınıflandırma, taşeron, fason, yan sanayi ve ev eksenli çalışma gibi kavramlarla yapılr ve bunlar çoğu zaman bir birinin yerine...
This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the Germa... more This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the German labor market based on insights into subjective experiences and coping strategies. Theoretically, this article is premised on a multidimensional, dialectical and transformative understanding of loss as well as an intersectional perspective on dequalification processes and the exploitation of qualifications at the intersection of being refugee and being female*. On the basis of eleven qualitative interviews with higher qualified female* refugees from various sectors, with different lengths of stay in Germany and different career paths, three differing forms of experience and coping with loss will be elaborated: First, the loss of professional self-worth experienced by the interviewees; second, the devaluation of qualifications and subsequent requalification; and third, experiences of ‘starting from scratch’ and gaining something new. I conclude that only a broad view of loss, which also includes social and political dimensions, does justice to the experiences of highly qualified refugee women*.
Berlin’de 8 Mart yürüyüşü için pek çok farklı grup her sene farklı güzergahlar ve farklı sloganla... more Berlin’de 8 Mart yürüyüşü için pek çok farklı grup her sene farklı güzergahlar ve farklı sloganlarla bir raya geliyor. Kimi insan haklarının evrensel mücadelesinin parçası olarak karma halde, kimi sanatsal ve kültürel faaliyet olarak sokakları vitrine taşıyarak ve kimi de feminist özneliğin her biçimi ile sokaklarda. Bu sene yine benzer pek çok eylemin çağrısı yapıldı bile. Pek çoğu zaten alışkın olduğumuz ve ayrımını kolayca yapabildiğimiz eylemlilikler. Avrupa’da göçmenlik zaten önemli bir ayrışma hattı iken, feminist platformlarda da benzer süreçler hakim.
Berlin’deki çağrılardan ikisine böyle bir perspektiften bakmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı da feminist eylemlerde de artık görünür olan bazı eğilimlere dikkat çekmek için yazıyorum. Feminist 8 Mart çağrılarına da yansıyan kırılmalar, Almanya bağlamı içinde çeşitli çatışma alanlarını ve feminist siyasetin ayrımlarını görmek anlamına geliyor aslında. Dolayısıyla sağ ve daha güncel bağlamda alternatif sağın etkileme kapasitesi hakkında da endişe uyandırıcı olduğu da açık.
Ölüm, Zaman ve Birikim
18/01/2024 Praksis Güncel-Nevra Akdemir
Birikim ve büyüme histerisi ile ö... more Ölüm, Zaman ve Birikim
18/01/2024 Praksis Güncel-Nevra Akdemir Birikim ve büyüme histerisi ile ölüm korkusu, Byung-Chan Han’a göre birbirini doğurur. Sermayenin akıp giden zamana benzediğini ifade ederek, basit bi denklik kurar: Parayla bir başkasını çalıştırabiliriz. Sonsuz sermaye, karşılığında sonsuz zaman yanılsaması yaratır ve aynı mantıktan hareketle, sermaye birikimi ölüme karşı ve öldüresiye işler. Sınırlı yaşam süresine karşı sermayeyi biriktirir. Marx’ın sermayeyi vampire benzeten birikim mantığını burada da görmüş oluruz. Özellikle bir ülkede ceza sistemi iktidarın gücünü pekiştirmek ve siyasi gücünü sürdürmesine hizmet edecek şekilde adaletin tesisi işlevinden uzaklaşmışsa, faşizm koşulları her gün gündelik hayatın içinde kendini hissettirmeye başlamışsa ve insanlar faturalarını düşündükçe çaresizlik hissine boğuluyorlarsa…
Birkaç gündür Türkiye’den ardı ardına meslek hastalıkları ve iş cinayetleri haberlerini okuyoruz. Akkuyu Nükleer enerji santralinde menenjit olan bir işçinin ölüm haberlerini aldık. Akkuyu’yu Putin ile Erdoğan ilişkilerindeki denge politikasının en önemli kozu olarak bir süredir konuşuyorduk zaten. Beklendiği gibi, rövanşist hukuk normu altında uluslararası otokratların oyun alanı haline gelen üretim tesisleri işçilerin canını bir üretim maliyeti olarak hesaplamaya imkan veren işleyişi norm haline getirdi. İki
2023 yılında neredeyse 1932 işçi hayatını çalışırken, iş yolunda, atölyede, fabrikada, tarlada, staj yaparken, plazada, inşaatta, gemide, tersanede, maden sahasında vb yerlerde kaybediyor. Kendi kendide değil, yasalarda işaret edilen önlemler alınmadığı, maliyet hesabında göze battığı için gerekli tedbirler oluşturulmadığı için, hayatlarına değer verilmediği için, ceza almayacaklarını bildikleri için bunca insanın hayatı göz göre göre yitti. Pandemiden etkilendiğimiz 2020 yılında en az 2427 işçi, 2021 yılında en az 2170 işçi, 2022 yılında en az 1843 işçi… Günde en az 5 işçi ölüyor demek bu. 2023 yılında en fazla madenlerde işçi ölmüş, ikinci sırada taşımacılık geliyor.
Hemen motokuryeler aklımıza gelmeli. Hayatlarına biçilen değerler ve sadece hız yapmak için onları öldürse de ceza almayan diktatör oğulları, yakınları. Evlerimizin sıcaklığında bize kısa zamanda ulaşacağı taahhüt edilen ürünleri beklerken, onlar tüm olağanüstü koşullar ve yıkıcı kentleşmenin bedelini ödeyerek zamana karşı yarışıyorlar. Firmalar onların bu ölümcül yarışıyla reklam yaparken, genç işsizler ve öğrencilerden oluşan kuryeler üstlerinde kentlerin kiriyle her türlü şiddetin göbeğinde yer alıyorlar.
Madencilikteki göçükler, zehirlenmeler ve patlamalar ile yer altına gömülen işçiler ise adı aklımıza mıh gibi kazınan yer ve firma isimleri ile canlanıyor. Soma’nın hafızası hala capcanlı. İnşaatlarda ise hükümetin yaldızlı projelerinin ortak şirketlerinin isimlerini verdiği yapılar geliyor, Torun tower’ı unutmak nasıl mümkün olsun. Kimi zaman rödovans kimi zaman taşeronlaşma ile anılan çalışma ilişkileri içinde hep aynı hedefi, daha hızlı, daha fazla ve daha düşük maliyetlerle çalışmayı garantilemeye çabalıyorlar. Böylelikle merkezinde, yönetim perspektifi açısından açısından işleri bölerek maliyet düşürmeye ve talep düşüşü karşısında maliyetsiz küçülme imkanına ulaşmak fikri olan ve hukuki açıdan, şirketi, kararlarının sonuçlarında oluşabilecek hukuki sorumluluktan ve doğrudan işçi ile muhatabiyetten kaçınmak için kurdukları taşeronluk gibi sistemler ile suçlarını da zararlarını da aktarabiliyorlar bu şirketler. İş yasalarına göre ana yüklenicinin sorumluluğu asla ortadan kalkmaz ama ana yüklenici ile alt yüklenizi ilişkisi belirsizleşirse veya kamuya mal olan davalar yerine konu bir miktar tazminatmış gibi işleyen kan parası ile gizli kapaklı çözümlenmeye çalışılırsa ne olur?
Zira taşeronluk sistemi, bir zincir kurarak büyükten küçüğe doğru riski, maliyetleri ve zararı sürekli en alttakinin üzerine yıkmak üzere oluşturulmuş bir sistem. Devlet işletmesi de olsa büyük sermayeli şirketler de olsa, işi başkasına veya başkalarına böle böle zincir halinde haşere etmiş olabilir. İşin adı ne kadar havalı olursa olsun, özellikle platform ekonomisi ile, dünya çapında işlerin haşere edilmesi mümkün olabilir. Überleşme denilen sistem ise işçinin bir esnaf gibi çalışması beklenebilir, kendi sigorta primini yatırarak; ya da freelancer adıyla çalışması mümkün olabilir. Veya daha geleneksel anlamda işçilerin iş için toplanması ve çalıştırılması işini ekip başlarına verebilir. Daha hızlı, daha yoğun, daha uzun saatlere varan çalışmanın tüm eziyeti baki kalsa da, çeşitli isimlerle sınıfsal niteliği silinerek ve işi yücelterek yapılsa da, işin karşılığı işçilere daha düşük parçabaşı ödeme, yevmiyeler ve ücretler olarak dönüyor. İşler birer çıkmaz sokağa ve yalnızlaşmaya dönüşüyor. Oyun sektöründe kalite kontrol işi, facebook’taki şikayetlerin tamamını incelemekten sorumlu müşteri temsilcileri, tersanelerdeki raspacı, okuldaki temizlik görevlisi vs işlerde, ana firma işçilik maliyetlerinden, risklerinden ve işçilerin neden olabileceği her tür zaman kaybından alt yükleniciyi veya işçinin kendisini sorumlu tutuyor ve iş sırasındaki tüm sorunlar da işçinin kendisinin çözmesi gereken faturalara dönüşüyor, sağlık dahil. Üstelik bu faturalar cinsiyet, ırk ve bölgesel her türlü eşitsizliğin içinde damıtılıyor.
Bu sadece Türkiye’de böyle yaşanmıyor. Pakistan’daki ve Bangladeş’teki işçilerin geniş ölçekte yankı bulan direnişlerinden, hafızamıza kazınan Rania plaza’nın onca işçiye mezar olan hatırasından görüyoruz. iPhone’ların bilmem kaçıncı modelini üretirken intihar etmesinler diye binanın yüksek katlarının dış cephesine çekilen ağlardan biliyoruz. Küresel bir şirket suçu, hükümetlerin dış yatırım çekme pazarlığının parçası bu iş cinayetleri. Birikimin en karanlık yüzü, suçun en çıplak hali. Göçmenlerin varlığının ve kader ortaklığının en somut sembolü sayılan ölülerin isimleri.
Emek sömürüsünün her haline uygun bir meslek hastalığı ve kaza tipi var ne yazık ki, sadece emek yoğun sektörlerde yaşandığı yanılgısına varmayalım diye. Mobbing’ten uzun çalışma saatlerine, insanın fiziken uygun olmayan hız ve şartlarda çalışmak zorunda kalmasına ve iş baskısıyla uygun olmayan iklim koşullardan çalışmaya kadar o kadar çeşitli ve o kadar belirgin. Sermaye birikimi hız kesmesin diye, kendi hayatı kesintiye uğrayan bir dünya insan. Üstelik ne kadar işinize bağlı, mesleğine aşık, işvereninize sadıksanız, o ölçüde sömürüldüğünüz bir sistem içinde. Açlıkla sınanırken, işsizlikle tehdit edilirken, liyakat arayışındayken bu bir dünya insan; şirket karları arttıkça kendi maaşı artacak sanıp sevinen bir dünya insan; devlet borcunun artısını aldığı hizmet yüzünden sanarak özelleştirmeleri tasarruf sanan bir dünya insan; bugün çivisi çıkmış dünyada çaresizlik içinde zenginlerin kendilerinden çaldıkları paralarını nasıl saçtığını izleyerek; çeşitli cağrafyalardaki savaşlarda takım tutar gibi holiganlık yaparak midelerinin gurultularını bastırıyor.
(1) Han, Byung-Chul. Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu. İstanbul: Metis Yayınları, 2016. (2) Stanley, Neck ve Neck (2023) Loyal workers are selectively and ironically targeted for exploitation https: //www. sciencedirect.com/science/article/pii/S0022103122001615
Bio: Bağımsız Araştırmacı. Lisansı Ekonometri, yüksek lisansı Kalkınma iktisadı üzerine yaptı, Doktora çalışmasını ise kent çalışmaları alanında tamamladı. Taşeronlu Birikim: Tuzla Tersaneler Bölgesinde Enformelleşme isimli bir kitabı olup, yemek çalışmaları, toplumsal cinsiyet, emek coğrafyası ve göç alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Flucht- und Aufnahmeprozesse sind durchzogen von geschlechtsspezifischen und intersektionalen Dyn... more Flucht- und Aufnahmeprozesse sind durchzogen von geschlechtsspezifischen und intersektionalen Dynamiken. Die Autorinnen haben diese und das darin zu Tage tretende Geschlechterwissen im Verbundforschungsprojekt „Gender – Flucht – Aufnahmepolitiken“ für die Themen Unterbringung, Gewaltschutz, Erwerbstätigkeit, Medien, Familie, ‚Heimischwerden‘ und Solidarität analysiert.
Die migrationsbezogene Infrastruktur hat sich in der deutschen Migrationsgesellschaft auf die Bedarfe von Geflüchteten eingestellt. Geflüchtete machen mit den Angeboten vielfältige Erfahrungen, die von hilfreicher und solidarischer Unterstützung über wenig angepasste Angebote bis zu Exklusion und Diskriminierung reichen. Die rahmende Medienanalyse zeigt, wie tief die öffentliche und mediale Rezeption der sogenannten „Flüchtlingskrise“ durch vergeschlechtlichte Narrative geprägt ist, und wie diese die kommunale und ehrenamtliche Arbeit mit Geflüchteten mitprägen.
Der Band richtet sich an Interessierte aus Studium, Forschung und Praxis, die sich mit Flucht, Migration und/oder Geschlechterverhältnissen befassen.
Keywords
Flucht
Social Inequality
Fluchtdiskurse
Migrationsdiskurse
Genderdiskurse
Unterbringungspolitik
Deutscher Arbeitsmarkt
Hochqualifizierte Geflüchtete
This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the Germa... more This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the German labor market based on insights into subjective experiences and coping strategies. Theoretically, this article is premised on a multidimensional, dialectical and transformative understanding of loss as well as an intersectional perspective on dequalification processes and the exploitation of qualifications at the intersection of being refugee and being female*. On the basis of eleven qualitative interviews with higher qualified female* refugees from various sectors, with different lengths of stay in Germany and different career paths, three differing forms of experience and coping with loss will be elaborated: First, the loss of professional self-worth experienced by the interviewees; second, the devaluation of qualifications and subsequent requalification; and third, experiences of ‘starting from scratch’ and gaining something new. I conclude that only a broad view of loss, which also includes social and political dimensions, does justice to the experiences of highly qualified refugee women*.
Intersections. East European Journal of Society and Politics., 2023
The article interrogates the different ways in which exiled researchers, who have migrated from t... more The article interrogates the different ways in which exiled researchers, who have migrated from the field of uncertainty created by the authoritarian regime to the field of precariousness created by extensive marketization, address the issue of displacement in these two different fields of uncertainty. The first part of the article will elucidate how displacement turns into a transformative experience of loss, which is the starting point and direction of movement. In the second part, the tensions in the processes of exiled researchers seeking scholarship and writing in order to continue their careers through problematising the displacement that they themselves now experience. Following section aims thematising by an insider's look at their efforts to overcome marginalising or exclusionary attitudes that emerge through internalized patterns about the experience of being exiled and displacement, and to resettle. In short, how exiled academics' own experiences are reflected in their academic production and professions on the axes of gender and precarity can be summarized as the problematic on which the article proceeds.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni/ Dissertation thesis , 2014
Bir üretim mekânının oluşması, sermaye birikiminin temel eğilimleri ve bu eğilimlere içkin mekanı... more Bir üretim mekânının oluşması, sermaye birikiminin temel eğilimleri ve bu eğilimlere içkin mekanın özgül süreçlerinden beslenmektedir. Çalışmanın konusu, kriz ve sermaye birikimi bağlamında kayan, oluşan ve yeniden üretilen üretim mekânlarıdır. Özellikle zaman ve mekân sıkışmasına karşı üretilen mekânsal çözümlerin, kapitalizmin her yerde benzer işleyen dinamiklerinin yerel, ulusal ve küresel ölçekte eşitsiz gelişmenin yarattığı farklılaşmaları içererek açığa çıkması oldukça zengin bir yapı üretmektedir. Zira üretilen her mekânsal çözümün, birikimin farklı aşamalarına denk gelmesi ile farklı biçimlerde oluşması ve yerel yapılarla eklemlenmesi her sektörde ve bölgede farklı varyasyonların öne çıkmasını sağlamaktadır. Böylelikle emekgücünün varoluş ve direniş koşullarının da bu yelpaze içinde son derece öğretici bir zenginlikte yer alması ise sınıf mücadelesinin dinamiklerini oluşturmaktadır. Mekânın sosyal olarak üretimin bir siyasal strateji olarak özellikle geç kapitalistleşme koşullarında devlet müdahalelerine yönelik belirginlik ve belirleyicilik kazandırmaktadır. Bu çalışma, üç birbirine bağlı iddia ile temellendirilmektedir. İlki üretimin mekânsal örgütlenmelerinin hem fiziksel hem de sosyal anlamda eklemlenmiş bir yapıyı gerektirdiğinden hareketle her birikim düzeyine uygun mekanların üretildiğidir. İkincisi, ilk iddianın sonucunda üretilen bu “mekânsal çözümlerin” hem birikimin potansiyel sürekliliğini hem de sınırlılığını inşa eden bir çelişkili süreçler olduğudur. Sonuncu iddiası ise özellikle geç kapitalistleşme kavramından hareketle Tuzla ve Yalova Tersaneler Bölgesinde birikime içkin dönüşen devlet varlığının rol oynaması üzerinedir. English: Establishment of the production space has been nourished by the basic tendencies of capital accumulation and the specific processes pertain to the immanent space of these tendencies. Hence, the subject of this dissertation is the production spaces shifted, generated and reproduced within the context of capital accumulation. Particularly producing against the time-space compression, the spatial fixes generate considerably diverse structures due to the embodied differentiations arising from the unequal development of capitalism within local, national and global scale. Indeed, each spatial fix enables to form distinct variations in every sector and region by the virtue of the fact that it coincides different stages of the accumulation, emerges as separate forms and articulates with local structures. Thereby, locating within the range of these instructive various circumstances, the existence and struggle conditions of labor has built the dynamics of the class struggle. This study is based on three interrelated assertions. Firstly, since the spatial organizations require a structure articulated both physically and socially, the spaces are shaped regarding all levels of the accumulation. Secondly, the aforementioned “spatio-temporal fixes”, which are produced as a result of the first assertion, are contradictive processes that build both potential continuity and limitation of the accumulation. Finally, the last assertion sets forth the changing presence of the state along with the accumulation in Tuzla and Yalova Shipyards Regions within the context of the late capitalized countries.
... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke,... more ... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke, Alaattin Timur ve Sevtap Yenigün, II ... bir işçinin bir yakınıyla, çapak kaçması ve ardı sıra gelen yan-lış tıbbi müdahalelerle gözünü kaybeden bir işçi ile duman zehirlenmesinden do ...
... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke,... more ... Bu raporun kaleme alındığı dönemde, İlhan Beyoğlu, Ekrem Erbiz, Ayşen Gürbüz, Deniz Karateke, Alaattin Timur ve Sevtap Yenigün, II ... bir işçinin bir yakınıyla, çapak kaçması ve ardı sıra gelen yan-lış tıbbi müdahalelerle gözünü kaybeden bir işçi ile duman zehirlenmesinden do ...
GENEL BİLGİLERİsim ve Soyadı:Refiye Nevra AkdemirAnabilim Dalı:İktisatProgramı:Kalkınma İktisadı ... more GENEL BİLGİLERİsim ve Soyadı:Refiye Nevra AkdemirAnabilim Dalı:İktisatProgramı:Kalkınma İktisadı ve İktisadi BüyümeTez Danışmanı:Doç.Dr.Mehmet TürkayTez Türü ve Tarihi:Yüksek Lisans - Ekim 2004Anahtar Kelimeler:Tersane, Alt Sözleşme, enformelleşmeÖZETSERMAYE BİRİKİMİ VE KALKINMA SÜRECİNDE ENFORMELLEŞME VE TUZLA ÖRNEĞİ1970'li yıllarda yaşanan krizle birlikte, kar oranların düşüşü, ölçek ekonomilerin sermaye birikim hızının yavaşlaması, küçük üretime dayalı üretim organizasyonların küresel rekabette üstünlük sağlamaları, firmaların kendilerini yeniden yapılandırmasına neden olmuştur. Ölçek üretimi yapan firmalar, üretim ve emek süreçlerini parçalama ve esnekleştirme sürecine girmiştir. Firmaların esnekleşmesi için alt-sözleşme temelinde üretimlerini organize etmeleri maliyet düşürme ve piyasa riskini yansıtma aracıdır. Alt sözleşme ilişkilerini niteliksel sınıflandırma, taşeron, fason, yan sanayi ve ev eksenli çalışma gibi kavramlarla yapılr ve bunlar çoğu zaman bir birinin yerine...
This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the Germa... more This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the German labor market based on insights into subjective experiences and coping strategies. Theoretically, this article is premised on a multidimensional, dialectical and transformative understanding of loss as well as an intersectional perspective on dequalification processes and the exploitation of qualifications at the intersection of being refugee and being female*. On the basis of eleven qualitative interviews with higher qualified female* refugees from various sectors, with different lengths of stay in Germany and different career paths, three differing forms of experience and coping with loss will be elaborated: First, the loss of professional self-worth experienced by the interviewees; second, the devaluation of qualifications and subsequent requalification; and third, experiences of ‘starting from scratch’ and gaining something new. I conclude that only a broad view of loss, which also includes social and political dimensions, does justice to the experiences of highly qualified refugee women*.
Berlin’de 8 Mart yürüyüşü için pek çok farklı grup her sene farklı güzergahlar ve farklı sloganla... more Berlin’de 8 Mart yürüyüşü için pek çok farklı grup her sene farklı güzergahlar ve farklı sloganlarla bir raya geliyor. Kimi insan haklarının evrensel mücadelesinin parçası olarak karma halde, kimi sanatsal ve kültürel faaliyet olarak sokakları vitrine taşıyarak ve kimi de feminist özneliğin her biçimi ile sokaklarda. Bu sene yine benzer pek çok eylemin çağrısı yapıldı bile. Pek çoğu zaten alışkın olduğumuz ve ayrımını kolayca yapabildiğimiz eylemlilikler. Avrupa’da göçmenlik zaten önemli bir ayrışma hattı iken, feminist platformlarda da benzer süreçler hakim.
Berlin’deki çağrılardan ikisine böyle bir perspektiften bakmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı da feminist eylemlerde de artık görünür olan bazı eğilimlere dikkat çekmek için yazıyorum. Feminist 8 Mart çağrılarına da yansıyan kırılmalar, Almanya bağlamı içinde çeşitli çatışma alanlarını ve feminist siyasetin ayrımlarını görmek anlamına geliyor aslında. Dolayısıyla sağ ve daha güncel bağlamda alternatif sağın etkileme kapasitesi hakkında da endişe uyandırıcı olduğu da açık.
Ölüm, Zaman ve Birikim
18/01/2024 Praksis Güncel-Nevra Akdemir
Birikim ve büyüme histerisi ile ö... more Ölüm, Zaman ve Birikim
18/01/2024 Praksis Güncel-Nevra Akdemir Birikim ve büyüme histerisi ile ölüm korkusu, Byung-Chan Han’a göre birbirini doğurur. Sermayenin akıp giden zamana benzediğini ifade ederek, basit bi denklik kurar: Parayla bir başkasını çalıştırabiliriz. Sonsuz sermaye, karşılığında sonsuz zaman yanılsaması yaratır ve aynı mantıktan hareketle, sermaye birikimi ölüme karşı ve öldüresiye işler. Sınırlı yaşam süresine karşı sermayeyi biriktirir. Marx’ın sermayeyi vampire benzeten birikim mantığını burada da görmüş oluruz. Özellikle bir ülkede ceza sistemi iktidarın gücünü pekiştirmek ve siyasi gücünü sürdürmesine hizmet edecek şekilde adaletin tesisi işlevinden uzaklaşmışsa, faşizm koşulları her gün gündelik hayatın içinde kendini hissettirmeye başlamışsa ve insanlar faturalarını düşündükçe çaresizlik hissine boğuluyorlarsa…
Birkaç gündür Türkiye’den ardı ardına meslek hastalıkları ve iş cinayetleri haberlerini okuyoruz. Akkuyu Nükleer enerji santralinde menenjit olan bir işçinin ölüm haberlerini aldık. Akkuyu’yu Putin ile Erdoğan ilişkilerindeki denge politikasının en önemli kozu olarak bir süredir konuşuyorduk zaten. Beklendiği gibi, rövanşist hukuk normu altında uluslararası otokratların oyun alanı haline gelen üretim tesisleri işçilerin canını bir üretim maliyeti olarak hesaplamaya imkan veren işleyişi norm haline getirdi. İki
2023 yılında neredeyse 1932 işçi hayatını çalışırken, iş yolunda, atölyede, fabrikada, tarlada, staj yaparken, plazada, inşaatta, gemide, tersanede, maden sahasında vb yerlerde kaybediyor. Kendi kendide değil, yasalarda işaret edilen önlemler alınmadığı, maliyet hesabında göze battığı için gerekli tedbirler oluşturulmadığı için, hayatlarına değer verilmediği için, ceza almayacaklarını bildikleri için bunca insanın hayatı göz göre göre yitti. Pandemiden etkilendiğimiz 2020 yılında en az 2427 işçi, 2021 yılında en az 2170 işçi, 2022 yılında en az 1843 işçi… Günde en az 5 işçi ölüyor demek bu. 2023 yılında en fazla madenlerde işçi ölmüş, ikinci sırada taşımacılık geliyor.
Hemen motokuryeler aklımıza gelmeli. Hayatlarına biçilen değerler ve sadece hız yapmak için onları öldürse de ceza almayan diktatör oğulları, yakınları. Evlerimizin sıcaklığında bize kısa zamanda ulaşacağı taahhüt edilen ürünleri beklerken, onlar tüm olağanüstü koşullar ve yıkıcı kentleşmenin bedelini ödeyerek zamana karşı yarışıyorlar. Firmalar onların bu ölümcül yarışıyla reklam yaparken, genç işsizler ve öğrencilerden oluşan kuryeler üstlerinde kentlerin kiriyle her türlü şiddetin göbeğinde yer alıyorlar.
Madencilikteki göçükler, zehirlenmeler ve patlamalar ile yer altına gömülen işçiler ise adı aklımıza mıh gibi kazınan yer ve firma isimleri ile canlanıyor. Soma’nın hafızası hala capcanlı. İnşaatlarda ise hükümetin yaldızlı projelerinin ortak şirketlerinin isimlerini verdiği yapılar geliyor, Torun tower’ı unutmak nasıl mümkün olsun. Kimi zaman rödovans kimi zaman taşeronlaşma ile anılan çalışma ilişkileri içinde hep aynı hedefi, daha hızlı, daha fazla ve daha düşük maliyetlerle çalışmayı garantilemeye çabalıyorlar. Böylelikle merkezinde, yönetim perspektifi açısından açısından işleri bölerek maliyet düşürmeye ve talep düşüşü karşısında maliyetsiz küçülme imkanına ulaşmak fikri olan ve hukuki açıdan, şirketi, kararlarının sonuçlarında oluşabilecek hukuki sorumluluktan ve doğrudan işçi ile muhatabiyetten kaçınmak için kurdukları taşeronluk gibi sistemler ile suçlarını da zararlarını da aktarabiliyorlar bu şirketler. İş yasalarına göre ana yüklenicinin sorumluluğu asla ortadan kalkmaz ama ana yüklenici ile alt yüklenizi ilişkisi belirsizleşirse veya kamuya mal olan davalar yerine konu bir miktar tazminatmış gibi işleyen kan parası ile gizli kapaklı çözümlenmeye çalışılırsa ne olur?
Zira taşeronluk sistemi, bir zincir kurarak büyükten küçüğe doğru riski, maliyetleri ve zararı sürekli en alttakinin üzerine yıkmak üzere oluşturulmuş bir sistem. Devlet işletmesi de olsa büyük sermayeli şirketler de olsa, işi başkasına veya başkalarına böle böle zincir halinde haşere etmiş olabilir. İşin adı ne kadar havalı olursa olsun, özellikle platform ekonomisi ile, dünya çapında işlerin haşere edilmesi mümkün olabilir. Überleşme denilen sistem ise işçinin bir esnaf gibi çalışması beklenebilir, kendi sigorta primini yatırarak; ya da freelancer adıyla çalışması mümkün olabilir. Veya daha geleneksel anlamda işçilerin iş için toplanması ve çalıştırılması işini ekip başlarına verebilir. Daha hızlı, daha yoğun, daha uzun saatlere varan çalışmanın tüm eziyeti baki kalsa da, çeşitli isimlerle sınıfsal niteliği silinerek ve işi yücelterek yapılsa da, işin karşılığı işçilere daha düşük parçabaşı ödeme, yevmiyeler ve ücretler olarak dönüyor. İşler birer çıkmaz sokağa ve yalnızlaşmaya dönüşüyor. Oyun sektöründe kalite kontrol işi, facebook’taki şikayetlerin tamamını incelemekten sorumlu müşteri temsilcileri, tersanelerdeki raspacı, okuldaki temizlik görevlisi vs işlerde, ana firma işçilik maliyetlerinden, risklerinden ve işçilerin neden olabileceği her tür zaman kaybından alt yükleniciyi veya işçinin kendisini sorumlu tutuyor ve iş sırasındaki tüm sorunlar da işçinin kendisinin çözmesi gereken faturalara dönüşüyor, sağlık dahil. Üstelik bu faturalar cinsiyet, ırk ve bölgesel her türlü eşitsizliğin içinde damıtılıyor.
Bu sadece Türkiye’de böyle yaşanmıyor. Pakistan’daki ve Bangladeş’teki işçilerin geniş ölçekte yankı bulan direnişlerinden, hafızamıza kazınan Rania plaza’nın onca işçiye mezar olan hatırasından görüyoruz. iPhone’ların bilmem kaçıncı modelini üretirken intihar etmesinler diye binanın yüksek katlarının dış cephesine çekilen ağlardan biliyoruz. Küresel bir şirket suçu, hükümetlerin dış yatırım çekme pazarlığının parçası bu iş cinayetleri. Birikimin en karanlık yüzü, suçun en çıplak hali. Göçmenlerin varlığının ve kader ortaklığının en somut sembolü sayılan ölülerin isimleri.
Emek sömürüsünün her haline uygun bir meslek hastalığı ve kaza tipi var ne yazık ki, sadece emek yoğun sektörlerde yaşandığı yanılgısına varmayalım diye. Mobbing’ten uzun çalışma saatlerine, insanın fiziken uygun olmayan hız ve şartlarda çalışmak zorunda kalmasına ve iş baskısıyla uygun olmayan iklim koşullardan çalışmaya kadar o kadar çeşitli ve o kadar belirgin. Sermaye birikimi hız kesmesin diye, kendi hayatı kesintiye uğrayan bir dünya insan. Üstelik ne kadar işinize bağlı, mesleğine aşık, işvereninize sadıksanız, o ölçüde sömürüldüğünüz bir sistem içinde. Açlıkla sınanırken, işsizlikle tehdit edilirken, liyakat arayışındayken bu bir dünya insan; şirket karları arttıkça kendi maaşı artacak sanıp sevinen bir dünya insan; devlet borcunun artısını aldığı hizmet yüzünden sanarak özelleştirmeleri tasarruf sanan bir dünya insan; bugün çivisi çıkmış dünyada çaresizlik içinde zenginlerin kendilerinden çaldıkları paralarını nasıl saçtığını izleyerek; çeşitli cağrafyalardaki savaşlarda takım tutar gibi holiganlık yaparak midelerinin gurultularını bastırıyor.
(1) Han, Byung-Chul. Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu. İstanbul: Metis Yayınları, 2016. (2) Stanley, Neck ve Neck (2023) Loyal workers are selectively and ironically targeted for exploitation https: //www. sciencedirect.com/science/article/pii/S0022103122001615
Bio: Bağımsız Araştırmacı. Lisansı Ekonometri, yüksek lisansı Kalkınma iktisadı üzerine yaptı, Doktora çalışmasını ise kent çalışmaları alanında tamamladı. Taşeronlu Birikim: Tuzla Tersaneler Bölgesinde Enformelleşme isimli bir kitabı olup, yemek çalışmaları, toplumsal cinsiyet, emek coğrafyası ve göç alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Flucht- und Aufnahmeprozesse sind durchzogen von geschlechtsspezifischen und intersektionalen Dyn... more Flucht- und Aufnahmeprozesse sind durchzogen von geschlechtsspezifischen und intersektionalen Dynamiken. Die Autorinnen haben diese und das darin zu Tage tretende Geschlechterwissen im Verbundforschungsprojekt „Gender – Flucht – Aufnahmepolitiken“ für die Themen Unterbringung, Gewaltschutz, Erwerbstätigkeit, Medien, Familie, ‚Heimischwerden‘ und Solidarität analysiert.
Die migrationsbezogene Infrastruktur hat sich in der deutschen Migrationsgesellschaft auf die Bedarfe von Geflüchteten eingestellt. Geflüchtete machen mit den Angeboten vielfältige Erfahrungen, die von hilfreicher und solidarischer Unterstützung über wenig angepasste Angebote bis zu Exklusion und Diskriminierung reichen. Die rahmende Medienanalyse zeigt, wie tief die öffentliche und mediale Rezeption der sogenannten „Flüchtlingskrise“ durch vergeschlechtlichte Narrative geprägt ist, und wie diese die kommunale und ehrenamtliche Arbeit mit Geflüchteten mitprägen.
Der Band richtet sich an Interessierte aus Studium, Forschung und Praxis, die sich mit Flucht, Migration und/oder Geschlechterverhältnissen befassen.
Keywords
Flucht
Social Inequality
Fluchtdiskurse
Migrationsdiskurse
Genderdiskurse
Unterbringungspolitik
Deutscher Arbeitsmarkt
Hochqualifizierte Geflüchtete
This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the Germa... more This article aims at examining the loss of status of highly qualified refugee women* in the German labor market based on insights into subjective experiences and coping strategies. Theoretically, this article is premised on a multidimensional, dialectical and transformative understanding of loss as well as an intersectional perspective on dequalification processes and the exploitation of qualifications at the intersection of being refugee and being female*. On the basis of eleven qualitative interviews with higher qualified female* refugees from various sectors, with different lengths of stay in Germany and different career paths, three differing forms of experience and coping with loss will be elaborated: First, the loss of professional self-worth experienced by the interviewees; second, the devaluation of qualifications and subsequent requalification; and third, experiences of ‘starting from scratch’ and gaining something new. I conclude that only a broad view of loss, which also includes social and political dimensions, does justice to the experiences of highly qualified refugee women*.
Intersections. East European Journal of Society and Politics., 2023
The article interrogates the different ways in which exiled researchers, who have migrated from t... more The article interrogates the different ways in which exiled researchers, who have migrated from the field of uncertainty created by the authoritarian regime to the field of precariousness created by extensive marketization, address the issue of displacement in these two different fields of uncertainty. The first part of the article will elucidate how displacement turns into a transformative experience of loss, which is the starting point and direction of movement. In the second part, the tensions in the processes of exiled researchers seeking scholarship and writing in order to continue their careers through problematising the displacement that they themselves now experience. Following section aims thematising by an insider's look at their efforts to overcome marginalising or exclusionary attitudes that emerge through internalized patterns about the experience of being exiled and displacement, and to resettle. In short, how exiled academics' own experiences are reflected in their academic production and professions on the axes of gender and precarity can be summarized as the problematic on which the article proceeds.
Almanya'daki Türkiye'den yeni dalga göçü gündemleştiren yorumlarda oldukça yaygın olarak kabul gö... more Almanya'daki Türkiye'den yeni dalga göçü gündemleştiren yorumlarda oldukça yaygın olarak kabul gören söylem, yeni gelenler ile göçmen kökenli Almanlar arasında temas veya benzerlik olmadığı konusu. Ben bu yazıda, bu görüşün doğru olmadığını, kategorilerle düşünmenin handikaplarını ele alacağım. Bunun için, kendini yeni gelenler, "ilticacılar" veya gurbetçiler olarak tanımlayan göçmenlerin karşılaşma hallerinden bir kesit sunmayı hedefliyorum. Bunu yaparken kendi göç deneyimlerim, mülteci yüksek eğitimli kadınlarla yaptığım alan araştırmam, Türkiyeli kadınların dayanışma amacıyla örgütlendiği PUDUHEPA'nın ihtiyaç analizi raporundan, çeşitli zamanlarda yaptığım sözlü tarih sohbetlerinden yola çıkıyorum. Yazıda ilk olarak yeni gelenler, mitler ve gerçekler kısmına değineceğim, ikinci kısımda yerleşik olanların heterojenliğine ve yerleşme mekanizmalarına bakıp, son olarak da karşılaşma veya karşılaşamamayı konu alacağım.
ĠKĠ YILIN ARDINDAN SOMA MADEN FACĠASI RAPORU , 2016
Bu rapor, Soma maden faciasına doğal bir felaket olarak yaklaĢananlayıĢa karĢı, olayı bir toplums... more Bu rapor, Soma maden faciasına doğal bir felaket olarak yaklaĢananlayıĢa karĢı, olayı bir toplumsal facia olarak değerlendirmeyi esas alacak farklı bir anlayıĢa temel oluĢturmayı amaçlamıĢtır. Türkiye sanayinin dünya üretim ve ticaretinden daha fazla pay kapması, rekabet edebilmesi, yani daha az maliyetle daha hızlı ve daha çok üretimle mümkündür. Üretim süreçlerinin parçalanması ve her parçasının en az maliyetli olacak Ģekilde yeniden birleĢtirilmesi bu gereksinimin bir ürünüdür. Üretimin parçalara ayrılması ve farklı bölge/mekanlarda üretilmesi taĢımacılık ve iletiĢim gibi iĢlerin hızlanmasına bağlı iken, bu hızın artması enerji sektörünü daha önemli hale getirmiĢtir. Daha fazla enerji ihtiyacı, kömür madenciliği sektörünün daha yaygın ve daha hızlı olarak üretim yapmasını sağlayan temel motivasyondur. Elbette hızlı üretim artıĢının karĢısında maliyetleri düĢük tutmak önemli olmaktadır. Maliyet kalemleri içinde düĢürülebilecek önemli bir unsur emek maliyetleridir. Soma, tüm bu dinamiklerin bir yangın ile parlayan, yaĢayan bir sembolü haline gelmiĢtir adeta.
Bu çalışmada Gaziantep üretim ve emek ilişkilerindeki gözlemlerden yola çıkılarak, üç birbirine b... more Bu çalışmada Gaziantep üretim ve emek ilişkilerindeki gözlemlerden yola çıkılarak, üç birbirine bağlı iddia bulunmaktadır. İlk iddia, Gaziantep’te birikimin dinamikleri ile göç dalgaları arasında önemli bir ilişki olduğudur. İkincisi, her birikim düzeyine uygun mekanların sınıf, etnisite, aile ve cinsiyet ilişkileri ile birlikte üretildiğidir. Üçüncü iddia ise kentsel yapının dönüşümü ve üretim ilişkileri, aile, dinsel cemaat ve/veya hemşerilik temelli bir siyasal stratejinin de etkisiyle oluşmakta, ve Gaziantep’in emek ve sanayi coğrafyasını belirlemektedir.
Anahtar Kelimeler: Gaziantep, göç, aile, sermaye birikimi, mekan üretimi
The Dynamics of Accumulation through Migration and Localities in Gaziantep Abstract This study has three arguments based on the observations of the relationship between production and labour in Gaziantep. Firstly, this study argues that there is a important relation between the dynamics of capitalist accumulation and the waves of immigration. Secondly, it emphasises that the spaces adequate for the level of accumulation are produced together with class, ethnicity, family and gender relations. Thirdly, the transformation of urban structure and the production with the impact of political strategy based on family, religious communities and “hemşerilik” define the geography of labour and industry in Gaziantep.
"Covering and recovering the class at the Tuzla Shipbuilding Region / Turkey
Nevra Akdemir / Asl... more "Covering and recovering the class at the Tuzla Shipbuilding Region / Turkey
Nevra Akdemir / Aslı Odman
https://www.youtube.com/watch?v=AV_r7gw27n0&t=2645s [2021, Ekim 16: Liberal Gençlik Kongresi XII.'de
Hakkı Demiral (Limter-İş sendikası) ve Aslı Odman (İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Gönüllüsü) ortak sunumu ]
This article tries to recover analytically the class relationships and analyze the way they are covered discursively at the center of the Turkish Shipbuilding Industry in Tuzla / Istanbul. Since 2007 Tuzla has become the place of serial fatal occupational accidents that accompany the sudden explosion in the production numbers, which reminded a larger audience that the interest of shipyard employers and shipyard workers cannot be dealt with under the umbrella of an alleged ‘national development”. The article tries to draw meticulously the woven class relationships and conflicts into the concrete production space of the shipbuilding industry by way of a relational and spatial class analysis. Therein the class – bias of the current liberal conservative AKP regime, the formation conditions of the shipbuilding capital, the dominant flexible labor regime with subcontractors, the workers’ organizations in Tuzla are analyzed in detail. The re-production of the cultural identities of the workers is dealt with in connection with migration and the stratification at the workplace, fragmented into thousand pieces. Lastly, the issue of the increasing occupational accidents and professional illnesses is put into a more general framework of the globally flexibilized and precarious labor regime imposed onto large segments of population which establishes at the same time a common ground of understanding of the systemic dynamics and struggles."
Dergimizde emek süreçlerinin konu edildiği bir başka çalışma ise, Nevra Akdemir imzası taşıyor. T... more Dergimizde emek süreçlerinin konu edildiği bir başka çalışma ise, Nevra Akdemir imzası taşıyor. Tuzla tersaneler bölgesinde gerçekleştirdiği saha çalışmasından elde ettiği bulgulardan hareket eden Akdemir, “Emek Süreçlerinde Taşeronluk ve Tuzla Tersaneler Bölgesi Örneği” başlığını taşıyan makalesinde kısaca “taşeronluk sistemi” üst başlığında toplanabilecek ilişkilere; taşeron firma, taşeron işçi ve taşerona işveren tersane arasında kurulan alt sözleşme ilişkilerine odaklanıyor. Akdemir çalışmasında ayrıca, üretim ilişkilerini bütünsel bir perspektifle değerlendirme kaygısından hareketle diğer alt-sözleşme ilişkilerini de inceliyor. Çalışmanın ilk bölümünde gemi üretimi sürecinde yer alan alt sözleşme ilişkilerinin, taraflarının sermaye birikim potansiyelleri ve bu potansiyelleri açığa çıkarmalarını sağlayan pozisyonlarına değiniliyor. Emek sürecinin değerlendirildiği ikinci bölümde ise, taşeron patron ve ustaların varlık koşulları ile taşeron işçilerin çalışma ilişkileri hakkında bilgi verilmeye çalışılıyor. Geçmişte kapitalist ya da modern olup olmadığı sorgulanan taşeronluk ilişkilerinin aslında tam da kapitalizmin sermaye birikimi mantığından beslenen ilişkiler olduğunu iddia eden çalışma, taşeronluk sistemi içerisinde önemli rol oynayan patronaj ilişkileri hakkında da değerlendirmeler yapıyor ve taşeronluk sisteminin akraba/hemşeri emeğinden beslenmediği hallerde dahi, güven ilişkilerini oldukça iyi bir biçimde örebildiğini ortaya koyuyor.
3rd International Conference Social and Solidarity Economy and the Commons/Decolonizing the Solidarity Economy and Commons: Enacting the “Pluriverse” , 2023
For the displaced, the experience of cooking together and setting the table in a collective kitch... more For the displaced, the experience of cooking together and setting the table in a collective kitchen is intertwined and layered with so many themes of migration literature that it inevitably embodies narratives of solidarity and re-politicisation as well as personal recovery. The food cooked in the collective kitchen, the ingredients used, the experiences of using the physical space of the kitchen, the recipes of the food that is served, the circle we share the table with, the content of the table conversations and the characteristics of the encounters become an illustration of the migration in question. On the one hand, this article is an attempt to document our subjective experience. More specifically, it is an insider's view of the political struggle of a politically displaced community in solidarity with each other and the people they left behind in the post-displacement period, linked to food. On the other hand, I aim to analyse the connection built around food as a political relation and as a political design.
Some specific questions lie at the core of the article. The first concerns how we learn to use the physical space of the collective kitchen and its role in our re-politicisation. The second centres on the relationship between the act of cooking together and the way of doing politics. The third problematic deals with the flavour matrix of collective suffering, memory and resistance embedded in recipes. Finally, the fourth question not only focuses on how the food we share and the dining table we sit at cure the suffering of displacement, but also takes the question of solidarity to an individual scale.
In Berlin, a collective kitchen like the MaHalle and Bilgisaray is also example of urban commons. As displaced people and those in their efforts to make a "new home" for oneself, being a part of this commons also gave us the opportunity to meet and engage with the political atmosphere in Berlin. Moreover, a commonality in these collective kitchens is one of the dynamics that shaped our existence as political subjects in Berlin's public spaces. Thus, all questions are rooted in the theoretical references of the literature on commoning to a large extent. Thus, in this presentation, I aim to generate answers to the four specific questions I have outlined above, centred on this study, by drawing on the literature on commoning and urban commons.
The methodological background can be summarised briefly here: The field research presented in this article is based on interviews with the social environment in and around BAK-Germany in relation to the act of cooking and eating together in the collective kitchen. In this context, it is structured on the basis of data from 25 face-to-face and online in-depth interviews, analyses of group e-mail correspondence, and participant observation as an insider role of the author. In these semi-structured interviews, the definitions and conceptualisations of the interviewees, mostly social scientists and activists, were seminal for this study. This relationship of the participants' memories and feelings about the regular meals in the community kitchen from the beginning of 2018 until March 2020, with the collective memory of the community, became a means of rereading the participants' multiple identities and their relations with political agendas around the kitchen. In October 2022, at a dinner organised in the collective kitchen, I had the opportunity to reflect on topics that emerged from the interviews and discuss them with the participants. Thus, the meeting turned into an extended focus group discussion. It also enabled a closer observation of the design of the kitchen and the roles played in the community kitchen. It was also possible to make a comparison between what we all remember from the experience between 2018-2020 and today's encounter. Hence, the temporal scale of the article centres on the first time of settlement following a displacement interwoven with the current experience at the community kitchens.
In this research, the community I refer to as we is the academics in exile identifying themselves as Academics for Peace, establishing an association with the same name and endeavouring to institutionalise themselves, together with the solidarity community that has gathered around them. Therefore, I am referring to many scholars who have settled in Germany since 2016 to resume their careers due to the repression and dismissals at universities in Turkey, or who have been affected by the authoritarianisation process in Turkey in general. In the meantime, they have become part of the new wave of migration from Turkey to Germany. In 2017, with the aim of restoring democracy and peace in Turkey and building transnational solidarity, exiled academics who had migrated from Turkey to Germany founded the Association of Academics for Peace in Germany (BAK-Germany). Throughout and following its foundation, BAK-Germany organised meetings both at the GEW trade union and in various other places. The Association aimed to set the ground for political action and expand the solidarity line. In this context, the collective kitchen was an ideal space for continuing meetings, introducing new people, discussing the problems of immigration and building an internal political line of solidarity. Between January 2018 and 2020, until the pandemic hit our geography, we gathered in the collective kitchen every fifteen days, first in Bilgisaray and then in MaHalle. Since the last months of 2022, we have been gathering at MaHalle again, after a long break. The food events described in the research are a tactically shaped experience of BAK-Germany's self-organisation.
This study has three arguments based on the observations of the relationship between production a... more This study has three arguments based on the observations of the relationship between production and labour in Gaziantep. Firstly, this study argues that there is a important relation between the dynamics of capitalist accumulation and the waves of immigration. Secondly, it emphasises that the spaces adequate for the level of accumulation are produced together with class, ethicity, family and gender relations. Thirdly, the transformation of urban structure and the production with the impact of political strategy based on family, religious communities and " hemşerilik " define the geograghy of labour and industry in Gaziantep.
Bu çalışmada Gaziantep üretim ve emek ilişkilerindeki gözlemlerden yola çıkılarak, üç birbirine bağlı iddia bulunmaktadır. İlk iddia, Gaziantep'te birikimin dinamikleri ile göç dalgaları arasında önemli bir ilişki olduğudur. İkincisi, her biri-kim düzeyine uygun mekanların sınıf, etnisite, aile ve cinsiyet ilişkileri ile birlikte üretildiğidir. Üçüncü iddia ise kentsel yapının dönüşümü ve üretim ilişkileri, aile, dinsel cemaat ve/veya hemşerilik temelli bir siyasal stratejinin de etkisiyle oluş-makta, ve Gaziantep'in emek ve sanayi coğrafyasını belirlemektedir. Anahtar Kelimeler: Gaziantep, göç, aile, sermaye birikimi, mekan üretimi
Yemek sadece biyolojik değil sosyal bir olgu. Yemek, sofra ve yemek etrafındaki sosyal olguların ... more Yemek sadece biyolojik değil sosyal bir olgu. Yemek, sofra ve yemek etrafındaki sosyal olguların sohbete konu olması da son derece lezzetli. Bu etkinliklerde, akademik araştırmalaradan yola çıkıp gündelik hayat muhabbetleri yapmak üzere iki haftada bir Berlin'de Squarecafe'de buluşuyoruz.
Yıkım da Yeniden İnşa da Politiktir
1999 depremini yaşadım. Yıkıma hem tanık oldum, hem yardım o... more Yıkım da Yeniden İnşa da Politiktir 1999 depremini yaşadım. Yıkıma hem tanık oldum, hem yardım organizasyonlarında bilfiil çalıştım. Yıkılan evler, çadırkentler, sonrası süreçte hayatını normalleştirmek için çabalayanlardan biriydim. Bu yazıyı da o korkunç yoklukları yeniden yaşamamızın öfkesiyle yazıyorum. İktidar ortaklarının, yani devlet yönetimine çöken, siyaseti kendi zenginleşme ve güç kazanma ereklerinin aracı olan kullanan, nefret dolu tavırları ve perspektiflerini her fırsatta dile getiren, alçaklığın dibinin olmadığını bizlere defalarca ispatlayanların suretleri ve sözlerine önümüze düştükçe, evimizin sıcaklığından, yorgunluktan teslim olduğumuz uykumuzdan, önümüzdeki yemeklerden utanır olduk. Memleketten uzaklarda olsak da hızlıca kendiliğinden örgütlenen yığınla insan, bir anda çoğalan bağış miktarları, açılan kampanyalar hala bir umut parıltısı sunuyor bize. Depremini bölgesindeki yıkımı daha da korkunç hale getiren soğuk ve kaosun yanı sıra iktidarın seçim kampanyasına dönüştürme çabasından kaynaklanan yardımı engelleme girişimleri ise kan dondurucu. Dahası, sınırların bir hiç olduğunu gösteren depreme meydan okurcasına, ve yıkımı fırsata dönüştürürcesine, yıkımların üstüne bomba yağdırmalarını söze dökecek kelime yok. 1999 depreminde, ilk dakikadan itibaren kendi güvenliğimizi alıp, ne olduğuna bakmak için bir araya geldiğimizde mahallemiz bir kamusal alana dönüşmüştü. Birbirimize yardım ediyor, yaralarımızı sarıyorduk. Üşüyenlere battaniye veriyor, aç olanlarla yemeğimizi paylaşıyorduk. İstanbul’un nispeten şanslı bir bölgesindeydim, yakınlarımın sesini duymuştum, ilk saatlerde. Sonra ise uyumadan yollara düştük. Yollarda devlet yoktu, sadece bizim gibi çadır kent kurmak için, enkazlardan insanları çıkarmak için örgütlenenler vardı. Yerleştik bir yere ancak bir süre sonra bir kriz masası kuruldu ve bizi doğru yere yönlendirdiler. Yapılması gerekeni yaptıki yapamadıklarımızı dert ettik ve sonra geri dönmek zorunda kaldık. İçiminde binbir yarayla. Ne yapsak yetmedi, bir nebzeydi katkımız ama yaptık. Yıkımın boyutları açıklanandan kötüydü. Normale dönmedik hiçbir zaman aslında.
Göçmenlerin kimliği ve ne derece vatandaş kabul edileceği tartışması pek çok ülkede olduğu gibi A... more Göçmenlerin kimliği ve ne derece vatandaş kabul edileceği tartışması pek çok ülkede olduğu gibi Almanya’da da sağcıların zorla halkın gündemine yerleştirdikleri temel tartışmalarından biri. Kimin “Alman” kabul edileceğine dair referansların örtük ırkçılığından kentlerin kime ait olduğuna açık ayrımcılığa kadar varan korkunç etkileri de var üstelik. En son Almanya’da ana muhalefet kabul edilen Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) lideri Friedrich Merz’in Berlin’in Kreuzberg semtine ilişkin perspektifini gördüğümüz sözleri, bu tartışmaya tuz biber oldu.
Bildiğiniz gibi yemeğin tadının ne olduğunu tuz biber ortaya çıkarır. Politikacıların gafları da onların politik hattını üstüne kurdukları ideolojik referanslarına dair işaretler verir. Merz, Bavyera eyaletindeki Gillamoos panayırında yaptığı konuşmada, “Almanya Kreuzberg değildir, Almanya Gillamoos’tur” demişti. Ben yeni öğrendim, Gillamoos, 700 yıllık tarihi olduğu iddia edilen bir festivalmiş. Almanya politik hattındaki muhafazakar sağ partilerinin güçlü olduğu, göçmenlerin ağırlıklı olarak çalıştığı güçlü bir sanayi ve hizmetler ile AB çapında 7. zengin eyaleti olan Bavyera’yı, Almanya’nın en düşük işsizlik oranına sahip bölgesinin tarihini temsil ediyor yani. Özellikle Almanya gibi ulusal birliğini geç kurup, geç kapitalistleşen ülkelerde bu tür festivaller ile tarih yazımı oldukça önemli. Her iktidar hedefi olan grup, kendine referans alması en uygun tarihi yeniden ve sürekli şekilde yazdığı için bu festivallerin de anlamı sürekli değişiyor. En arkaik ve gerici öğeleri kullanışlı bir yapıtaşı haline geliyor. Festivallerin kültür inşasındaki ve politik hattın temsilindeki rolü ise son derece kurgusal hale bürünüyor.
Kreuzberg neyi temsil eder?
Gillamoos ile Kreuzberg karşılaştırması oldukça tuhaf da kalıyor tabi. Biri Bavyera’yı sağcıların gözünden ideal bir Almanya olarak temsil ederken, Kreuzberg göçmenlik ve suçlarla bir arada tüm Almanya’da sembol olmuş durumda. Osnabrück’te çalışırken, halen Kreuzberg’de olan adresimi yazdığımda çalışma arkadaşımın gözleri büyümüş ve eve giderken korkup korkmadığımı sormaktan çekinmemişti. Sonradan sorunun nedenini anladım, Almanya’da bir suç haberi yapılsa bir şekilde Kreuzberg mutlaka gündeme geliyor, hatta gündemsiz kalan medya Kreuzberg’i temsil eden yerlerden aldıkları görüntülerle polisiye gündelik haberleri paylaşıyorlardı.
Bu duruma son derece aşinayız. Türkiye’de de Taksim’in arka sokakları ve Tarlabaşı büyük soylulaştırma projeleri öncesinde benzer muameleyi görüyordu. Ancak Türkiye’de politika yapan herkes bilir ki politik eylemlerin merkezi de son yıllara kadar aslında burasıydı. Kreuzberg’de önüne etnisite eklenmiş mafyatik çetelerle ana akım medyada anılsa da aslında Berlin’de sokak direnişlerinin merkezinde yer alıyor. Büyük bir direniş, ırkçılık karşıtı eylemlilik ve kent hakkı mücadelesi tarihi var, sadece göçmenler için değil, insanca yaşamanın herkesin hakkı olduğunu düşünen herkes için.
Bu arada birkaç bilgi vereyim, en fazla Türkiyeli göçmenin yaşadığı yer sanıldığı gibi Berlin değil, Kuzey Ren Vestfalya. Türkiyeli nüfus giderek azalırken, 2022’de biraz artmış. Ayrıca Almanya’da örneğin tıp alanında nitelikli emek gücüne olan ihtiyaç çok fazla; zira Almanya’da eğitim görmüş olanların eğilimi başka ülkelerde çalışmak. Yani Almanya’ya çalışmaya gelenlerden daha fazla Almanya’dan başka ülkelere gidenler var bu iş kolunda. Almanya’da Almanya pasaportu taşımayanların oranı ise yüzde 26. Çok çeşitli gruplardan oluşuyor. Aslında zaten Kreuzberg gibi tüm Almanya bir göç ülkesi, sadece göçmenler Almanya’da yaşadığı için değil, Almanya pasaportu sahipleri yurt dışında yaşamaya ve çalışmaya karar verdiği için. Kreuzberg bunun temsili.
Bir başka lacivert!
Merz gibi politikacıların tek rahatsız oldukları da göçmen kimliği değil, Almanya’nın aileci ve sömürgeci dinamikler üzerinden oluşan piyasacı sermaye birikimi politikasını durduran her şey. Bu açıdan hetero-normativite dışı ve dayanışmacı hayat pratiklerini de reklama dönüştürdükleri sürece katlanılabilir buluyorlar. Kreuzberg’in kamusal hayatının, sokaklarının ve gecelerinin renkli ve olasılıklara açık olması da bir başka rahatsızlık kaynağı. Ancak, en üst perdeden dillendirilen bu nefret, ne yazık ki Kreuzberg veya Berlin dahil olmak üzere farklı yoğunluklarda göçmen, queer, görünümü dolayısıyla kategorize edilmeyen açık olanların hayatını bir şiddet çemberine dönüştürebiliyor. Hatta Berlin’de 3 kadının katledildiğini hatırlatmak istiyorum. Mağduru olduğum gündelik şiddet vakalarının da müsebbibinin yine diğer göçmen grupları olarak varsayılması, önümüzdeki en önemli gündemler arasında.
Merz’in tuhaf karşılaştırması ile açığa çıkan göçmen düşmanlığı, her fırsatta kendini Almanya’da gündemi belirliyor. İşin garip yanı, sağcıların Almanya gerçeklerinden haberi yok veya gerçekleri yamultarak kışkırttıkları nefret dalgası üzerinden kazandıkları oy her şeye bedel görülüyor. Bugün bu nefret dilinin sahipleri, başka ülkelerdeki diktatörleri eleştirirken bile aslında kendi gibilere daha geniş siyasi oyun sahası açıyor ve onları da kendileriyle birlikte güçlendiriyor. Merz’in sözlerinin Erdoğan’ın nefret dolu sözlerinden mesafesi ise sandığımız kadar uzun olmayabilir!
Tersaneler Türkiye’de oldukça ciddi dönüşümler geçiren bir emek yoğun sanayi alanı. Özellikle üç ... more Tersaneler Türkiye’de oldukça ciddi dönüşümler geçiren bir emek yoğun sanayi alanı. Özellikle üç kırılma noktası var özetle: İlki tersanelerin Tuzla’da oluşturulan tersaneler bölgesine neredeyse 1980’lerin ortasında zorla taşınması. Burası tersanelerin sermaye birikiminin önünü açan küvet rolü oynarken aynı zamanda Türkiye’deki işçilik örüntüsünü de kökten değiştirdi. Tersane büyük miktarda ve farklı beceri düzeylerinde işçiliği bir arada toplar ve pek çok firmanın üretimini de örgütler. Tuzla bölgesinin bir sanayi bölgesi haline gelmesinde tersanelerin büyük payı var. Aynı zamanda bu küçüklü büyüklü şirketler, birbirleriyle tersaneden iş kapmak için maliyet üzerinden rekabet edebilirler. Böylece uygun işçi kitlesini, özellikle geçici işçilerini, paternalist bağlar aracılığıyla oluştururlar. Böylece Tuzla bölgesinin emek örgütlenmesi, Tuzla kent yapısını da belirledi.
İkinci kırılma noktası 2002-2008 aralığında gerçekleşen, Tuzla’daki tersanelerin gemi üretiminde nispeten daha az sofistike olan düşük tonajlı tanker ve balıkçı gemilerinde uzmanlaşması oldu. Böylece kötü çalışma koşulları sayesinde fiyat düşürebildikleri için, dünyanın her yerinden sipariş alır duruma geldiler. Ancak, aynı dönemde iş cinayetleri de büyük artış gösterdi, ayrıca taşeronla üretim, de düzenleme ihtiyaçları ortaya çıktı. En önemli problem olarak Tuzla Tersaneler Bölgesi’nin alınan siparişlerin yoğunluğu karşısında mekansal bir sıkışmanın ciddi bir sorun olduğunu gördüler. ersanelerin büyük bir kent organizasyonu gerektirdiğini yazmıştım: Sadece işçilerin büyük sayılarla çalışması değil, geminin parçalarının üretimi ve montajı için de büyük alanlara ihtiyaç duyar. Tersane deniz/kanal kenarında olmalıdır ama teknolojik gelişmeler sayesinde gemiyi oluşturan parçalar tersanelere yakın başka alanlarda da yapılır. Dolayısıyla çevresinde bir küçük işletmeleri de kümeler ve yolların iyi işlemesine ihtiyaç duyar. Böylece Tuzla Tersaneler Bölgesi artan sipariş için yetersiz kaldı. Elbette bu kadar İstanbul gibi bir büyük kente yakın bölgede artan kiraların, gemi sanayicilerin maliyetini de etkilediği açıktı. Ve üçüncü kırılma noktasını Yalova Tersane bölgesine üretimin kaydırılması olduğunu görmüş olduk. Hükümet mega projelerinden birini daha tüm itirazlara rağmen kalkınma ve ihracat geliri söylemiyle hayata geçirdi. Böylelikle Tuzladan daha kamuoyunun dikkatinden uzak alanlara doğru gemi üretimi taşındı.
Son derece düzenlenmiş bir üretimde kuralsızlık esası
Tersane üretimi görünenin aksine oldukça kurala bağlıdır. Ürün tüm aşamalarda kontrolden geçer ve uluslararası kurumlarca onaylanır ki deniz taşımacılığını sağlayabilsin. Bu bağlamda geminin siparişini verenlerin isteklerini yerine getirmek için işçiler için sertifika alınma zorunluluğu getirildi. Bu emek sürecinin de kontrollü ve düzgün işlemesi anlamına elbette gelmiyordu. Zira çoğunlukla sadece içi boşaltılmış bir prosedür olarak uygulanıyor ve masrafları işçiden çıkarılıyordu. Ayrıca, 2008-9 dönemindeki kampanyada başlayan iş cinayetlerine yönelik kamuoyunda oluşan büyük rahatsızlıklar nedeniyle daha fazla maliyet ve düzenleme gerektiren İSG tedbirlerinin alınması bir ölçüde gerçekleşmişti. Ancak şimdilerde gördüğümüz, yine işsizlik baskısı ile geçici işçiler kişisel koruyucuları kendileri satın alıyorlar ve gittikleri yere taşıyorlar.
Yeni eğilimler
Tersanelerde yapılan üretim montaj üzerine kurulu, yani farklı ekipler bir arada çalışıyor. Zamansal ve mekansal açıdan kaotik ve bu yüzden en kötü çalışma koşullarını bulmak hala mümkün. Tersanelerdeki montaj sürecini betimleyelim; deniz aracının parçaları Tuzla’daki içlerine kadar yayılan irili ufaklı çok sayıda atölyede üretilmektedir. Tersane ise, o atölyelerde ve fabrikalarda üretilen büyük blokların farklı taşeronlar tarafından monte edildiği, işlendiği, boyandığı temizlendiği yerdir. Bu nedenle taşeronları kontrol ve koordine etmek işin esasını oluşturuyor tersane yönetimi için. Tam bu nokta yaşamsal. Zira gemi inşa ve onarımında işçi sağlığı ve iş güvenliği de, ürün kadar çok sayıda farklı taşeronun koordinasyonunu, kontrolünü ve yönetimini gerektirmektedir. Ayrıca, en vasıfsız işler için Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen insanlar kullanılmaktadır. Göçmen işçiler çok daha kötü koşullarda çalışmakta ve bazen iş kazalarında öldüklerinde isimlerini görmekteyiz.
Canı hiçe sayan koşullarda çalışmak
Dahası tersanelerin iş cinayetleri ile gündeme geldiği dönemlerden bugüne istihdam 4 kat artmış görünüyor ve işe bağlı yaralanmaları ve meslek hastalıkları daha görünmez olmakla birlikte iş cinayetleri katlanmış, 2008 yılında 22 işçi, 2013 yılında 18 işçi ekmeğini kazanırken iş cinayetine kurban gitmiş, 2022 yılında ise 43. Tersane sermayedarları ülkeye kazandırdıkları döviz ve aldıkları siparişlerin patlamasıyla övünürken, iş cinayetleri de hız kesmemiş görünüyor. Ayrıca bu iş kolunda örgütlenen iki sendikadan biri de bu kirli iş ve ticaret ilişkisinin bir parçasıydı. Ancak bu dönemde çok güçlü bir kampanya Limter-İş öncülüğünde örgütlendi ve sonuç olarak, pek yeterli olmasa da 6331 sayılı İSG Yasası yürürlüğe girdi. Ayrıca o dönemden beri Türkiye’deki tüm iş kazalarını ve meslek hastalıklarının dokümantasyonunu yapmak üzere İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSİG) Meclisi örgütlendi. Bu meclisin yıllık raporlarına göre, 2013 yılından 2022 yılı sonuna kadar gemi, tersane, deniz, liman iş kolunda en az 283 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Zira kampanyanın gerçekleştiği dönemde bile, az sayıdaki tersane düzgün bir organizasyon ve standart taşeron işine öncelik veriyordu, bugün gündem bile değil. Elbette bu rakamlar gazetelerden ve işçilerin kendilerinden aktarılan haberlerden toplanıyor. Ne yazık ki bu alanda Türkiye’de istatistik tutacak ve güçlü önlemler alacak başka bir yapı yok.
Taşeronluk neden sorun?
En önemli sorun güvencesiz ve sürekliliği olmayan bir iş olması. Yani bir tersanede üretim sipariş ile örgütleniyor. Gelen siparişin biçimine göre işçi ve malzeme ihtiyacı planlanıyor. Doğrudan tersanede çalışan işçiler, farklı beceri kategorilerinde. Eğer pahalı bir makine kullanacaksanız, makine tersaneye aitse o işçinin makineye aşina olması lazım. O işçi kadrolu ve çoğu kez sendikalı olarak çalışıyor. Bu makine ve malzeme taşeronun da olabilir. O halde taşeronun nispeten sermaye biriktirmiş bir “çözüm ortağı” olarak pozisyon aldığını görüyoruz. O taşeron da hemşeri veya paternalist ilişkilerde göre değil, malzemeyi harcamayacak bir formel eğitimden geçmiş sürekli çalışacağı işçiyi istihdam ediyor. Ancak diğer taşeronlar, geçici. Çoğu kez deneyimli işçilerin, kendine çevre yapınca köyünden işçi bulup taşeron olduğunu görüyoruz. O taşeronluk biçimi, işçilik-işsizlik-patronluk döngülerinin içinde. Bu taşeronların işçilerinin çalışma koşulları çok kötü. Çünkü işi bilmenin dışında bir işletmenin yasıl yürüyeceğini bilmeme ve paternalist ilişkinin sömürüsü de işin içine giriyor. Zincirleme bir sömürü bu. Tersane işi parça başı olarak fiyatlandırıyor. Taşeron işi zamansal bir maliyetle yapıyor. Planlanandan daha kısa zamanda biterse taşeron planlanan karı dışında bir kazanç elde ediyor ama bu nokta ölümcül. Zira işçilerin planlanandan hızlı çalışması, üretim alanını son derece riskli hale getiriyor. İncelediğimiz pek çok iş cinayetinin sebebi de bu sömürü zinciri.
Üretim alanında her şey politiktir
Erdoğan iktidarı dönemi oldukça uzun. Dolayısıyla hiçbir zaman işçi dostu olmadığını iddia edecek kadar elimizde veri var. Ancak özel olarak büyük kamu yatırımı projeleri yoluyla sermayedarların bir kısmına zenginleşmenin ve sektörde oligopolistik bir güç sahibi olmanın yolunu açtığı da açık. Tersanelerde de böyle bir durum var. Ne yazık ki en ciddi iş suçlarında bile işletmelerin sahiplerinin cezalandırılmadığını görüyoruz. Zaten sömürü gibi suç da zincirleme. Böyle olunca o paternalist ilişki ağı, nasıl ki işi örgütlemenin yolu ise suçu örtmenin de yolu oluyor. Yani suç zaten mağdur işçinin dikkatsizliği olarak görülüyor. Erdoğan döneminde en önemli sorun hukukun mağdur ve failin kim olduğuna göre işlemesi. Bu ne yazık ki işyerindeki deneyimlenen güvencesizliğin üstüne bir de toplumsal katmanlara göre deneyimlenen güvencesizlikleri kattı. Sermayedarlardan yana suç ortaklığı yapan sendikacıları siyasette söz sahibi artık. İşçi yanlısı sendikacıları ise hedef haline getirdi. Ayrıca kentlerdeki ortak alanların ve ekolojik nedenlerle korunan alanların da bu sermayenin yararına tahrip edilmesi, işgal edilmesine yol açtı. Haksızlığa uğradığında adalete ulaşmak özellikle bir işçi için en uzak ihtimale dönüştü. Elbette en önemli sorunlardan biri de işçi sınıfının örgütlü gücünü kıran ulusalcı, İslamcı söylemler de işçilerin kriminalize edilmesi ve dışlanmasında rol oynuyor. Aslında suçun olağanlaşması hali, işyerlerinde baskıyı ve hak gaspını mümkün kılıyor. Örneğin camilerdeki cuma vaazlarında imamlar bile işçi haklarına saldırıp, sermayeyi kutsayabiliyor. Bunların hepsi işçileri yalnızlaştırıcı. Bir de dil bariyeri olan bir göçmen işçi olduğunuzu düşündüğünüzde gerçekten cehennemden farksız bir gündelik hayat.
Son dönemlerin en can yakıcı konularının başında sağlık alanında yaşanan gelişmeler ve sağlık eme... more Son dönemlerin en can yakıcı konularının başında sağlık alanında yaşanan gelişmeler ve sağlık emekçilerinin durumu bulunuyor. Pandemi deneyimi, sağlık alanının hayatımız açısından önemini açıklıkla ortaya koydu. Ancak insanlık hemen unutuyor, malum çağımız büyük unutkanlıklar üzerine kurulu. Sağlık alanındaki tüm hizmetlerin piyasadaki değeri ve karlılığı üzerinden bütçelendirmeye dayalı bir sektöre dönüştürülmesi ile sağlık alanının kamusal haklar ile bağının koparılmasının ölümcül sonuçlarının görmezden gelinmesi de bu unutkanlık çağına içkin.
Göçmenlerin kimliği ve ne derece vatandaş kabul edileceği tartışması pek çok ülkede olduğu gibi A... more Göçmenlerin kimliği ve ne derece vatandaş kabul edileceği tartışması pek çok ülkede olduğu gibi Almanya’da da sağcıların zorla halkın gündemine yerleştirdikleri temel tartışmalarından biri. Kimin “Alman” kabul edileceğine dair referansların örtük ırkçılığından kentlerin kime ait olduğuna açık ayrımcılığa kadar varan korkunç etkileri de var üstelik. En son Almanya'da ana muhalefet kabul edilen Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) lideri Friedrich Merz'in Berlin’in Kreuzberg semtine ilişkin perspektifini gördüğümüz sözleri, bu tartışmaya tuz biber oldu.
Bildiğiniz gibi yemeğin tadının ne olduğunu tuz biber ortaya çıkarır. Politikacıların gafları da onların politik hattını üstüne kurdukları ideolojik referanslarına dair işaretler verir. Merz, Bavyera eyaletindeki Gillamoos panayırında yaptığı konuşmada, "Almanya Kreuzberg değildir, Almanya Gillamoos'tur" demişti. Ben yeni öğrendim, Gillamoos, 700 yıllık tarihi olduğu iddia edilen bir festivalmiş. Almanya politik hattındaki muhafazakar sağ partilerin güçlü olduğu, göçmenlerin ağırlıklı olarak çalıştığı güçlü bir sanayi ve hizmetler ile AB çapında 7. zengin eyaleti olan Bavyera, Almanya’nın en düşük işsizlik oranına sahip bölgesi.
Gillamoos ile Kreuzberg karşılaştırması oldukça tuhaf da kalıyor tabii. Biri Bavyera’yı sağcıların gözünden ideal bir Almanya olarak temsil ederken, Kreuzberg göçmenlik ve suçlarla bir arada tüm Almanya’da sembol olmuş durumda. Osnabrück’te çalışırken, halen Kreuzberg’de olan adresimi yazdığımda çalışma arkadaşımın gözleri büyümüş ve eve giderken korkup korkmadığımı sormaktan çekinmemişti. Sonradan sorunun nedenini anladım, Almanya’da bir suç haberi yapılsa bir şekilde Kreuzberg mutlaka gündeme geliyor, hatta gündemsiz kalan medya Kreuzberg’i temsil eden yerlerden aldıkları görüntülerle polisiye gündelik haberleri paylaşıyorlardı.
Bu duruma son derece aşinayız. Türkiye’de de Taksim’in arka sokakları ve Tarlabaşı büyük soylulaştırma projeleri öncesinde benzer muameleyi görüyordu. Ancak Türkiye’de politika yapan herkes bilir ki, politik eylemlerin merkezi de son yıllara kadar aslında burasıydı. Kreuzberg’de önüne etnisite eklenmiş mafyatik çetelerle ana akım medyada anılsa da aslında Berlin’de sokak direnişlerinin merkezinde yer alıyor. Büyük bir direniş, ırkçılık karşıtı eylemlilik ve kent hakkı mücadelesi tarihi var, sadece göçmenler için değil, insanca yaşamanın herkesin hakkı olduğunu düşünen herkes için.
Merz gibi politikacıların tek rahatsız oldukları da göçmen kimliği değil, Almanya’nın aileci ve sömürgeci dinamikler üzerinden oluşan piyasacı sermaye birikimi politikasını durduran her şey. Bu açıdan hetero-normativite dışı ve dayanışmacı hayat pratiklerini de reklama dönüştürdükleri sürece katlanılabilir buluyorlar. Kreuzberg’in kamusal hayatının, sokaklarının ve gecelerinin renkli ve olasılıklara açık olması da bir başka rahatsızlık kaynağı. Ancak, en üst perdeden dillendirilen bu nefret, ne yazık ki Kreuzberg veya Berlin dahil olmak üzere farklı yoğunluklarda göçmen, queer, görünümü dolayısıyla kategorize edilmeyen açık olanların hayatını bir şiddet çemberine dönüştürebiliyor. Hatta Berlin’de 3 kadının katledildiğini hatırlatmak istiyorum. Mağduru olduğumu gündelik şiddet vakalarının da müsebbibinin yine diğer göçmen grupları olarak varsayılması, önümüzdeki en önemli gündemler arasında.
Merz’in tuhaf karşılaştırması ile açığa çıkan göçmen düşmanlığı, her fırsatta Almanya’da gündemi belirliyor. İşin garip yanı, sağcıların Almanya gerçeklerinden haberi yok veya gerçekleri yamultarak kışkırttıkları nefret dalgası üzerinden kazandıkları oy herşeye bedel görünüyor. Bugün bu nefret dilinin sahipleri, başka ülkelerdeki diktatörleri eleştirirken bile aslında kendi gibilere daha geniş siyasi oyun sahası açıyor ve onları da kendileriyle birlikte güçlendiriyor. Metz’in sözlerinin Erdoğan’ın nefret dolu sözlerinden mesafesi ise sandığımız kadar uzun olmayabilir!
Dünyanın her yerinde bir markete gittiğinizde, raflarda bir gıdanın en düşük fiyatlı ve en iyi gö... more Dünyanın her yerinde bir markete gittiğinizde, raflarda bir gıdanın en düşük fiyatlı ve en iyi görünenini seçebiliriz. Bu gıda dünyanın tarımsal üretim açısından uygun iklim ve toprak koşularına uygun yerlerinden gelir ve geldikleri yerlere göre tadı ve kullanım koşulları hakkında bir fikir verir.
Kabaca bir sınıflandırma yaparsak küresel Güney’de üretilen bu gıdalar küresel Kuzey’de alıcı bulur. İşte bu gıdalardan biri domates. Domatesin yolculuğu, çekirdekten konserveye dünyanın pek çok yerinde (genelde küresel Güney’de) seralarda veya tarlalardaki mevsimlik tarım işçilerinin muazzam ölçüde kötü koşullarda çalıştırılma yoluyla en ucuz ve esnek koşullarda kullanılan ellerinden çıkar, marketin kasiyerinin elinde sadece piyasa değerini belirleyen kilogram fiyatını hesaplayan ellerinde yolculuğunu tamamlar.
Domatesin yolculuğunda çok katman var: Küresel tohum kısıtlarından ve iklim değişiklikleri ile topraksızlaşmadan, uluslararası rekabete, işçi haklarına ve ücretlerine uzanan yol, aynı zamanda mesafeleri mümkün kılan teknolojik taşımacılık ve gıda saklama teknolojilerindeki dönüşümlere, ilkel sömürü biçimleri ile iç içe geçmiş ırkçı ve cinsiyetçi emek süreçlerine, göçmenlik ve yoksulluğun kadınlaşmasına da uzanıyor.
Küresel ölçekte gıda alanında sermaye birikimini mümkün kılan yapısal koşulların mimarları (mesela çok uluslu şirket yöneticilerinin yanı sıra sözleşme yaptıkları üretici ve perakendecilerin yöneticileri) giderek küreselleşen gıda sistemini cinsiyetçilik, ırkçılık ve sınıfçılığın tarihsel ve kültürel uygulamaları üzerine inşa ettikleri, yoksulları, beyaz olmayanları, yerli halkları ve kadınları gıda zincirinde en marjinal işlere iterek döngülerini sürdürür ve elbette karlarını arttırıp yoksulluğu ve açlığı büyüterek. Türkiye Bergama’da bir kapitalist büyük çiftliklerden biri olan Agrobay Seracılık bu sistemin küçük mimarlarından biri. Ucuzluk marketi olarak bilinen LIDL’a üretim yaparak bu sistemin hakları arasında yer alıyor. Agrobay tarım işletmesinin adını bilmemizin nedeni ise, işletmenin muazzam lezzetli domatesleri değil, sendikalaştığı için işten çıkardığı kadın işçilerinin direnişi. Agrobay, işçilerin sendikaya üye olduğunu fark eder etmez, 39 işçisinden 31’ini “Kod 46” olarak anılan yüz kızartıcı suç işlemek iddiasıyla, yani "işverenin güvenini kötüye kullanmak, doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlar" gerekçesiyle işten atmış. Bu madde aynı zamanda işten atılanların bir daha işe giremeyeceği şekilde sicillerine de işleniyor. İşverenin tavrının özeti ise kendisinin şu cümlesinde bulunabilir: "Burada birileri kahraman olmak, birileri de kolaydan para almak istiyor"
Halbuki işçilerin aktardıkları çok farklı. İşyerinde sistematik amir baskısına maruz kaldıklarını, ağır işlerde eksik ekipmanlarla çalıştıklarını, maaşların düzensiz ödendiğini, iş kazalarının gizlendiğini ve bunlar karşısında sendikalaştıkları için işten çıkarıldıklarını söylüyorlar. Bir kısmı sendikalı olmuş, bir kısmı sendikalı olduğu için işten atılan arkadaşlarına destek olmuş. İşyerlerinde ağır baskı ve hakaretlerle çalışmaları yetmiyormuş gibi işsizlik sopasını sıkça sırtlarında hissetmişler. Üstelik tarım üretimi için kullanılan kimyasalları gerekli iş güvenliği araçları olmaksızın uygulamışlar. Sera ortamının 50 dereceye varan korkunç sıcağında da işlerinin başından ayrılamamışlar. Üstelik sigortaları eksik ödenmiş, maaşlarını düzensiz almışlar. Bozuk işçi servislerinde her gün kaza geçirme endişesi ile işe gidip gelmişler. Dahası bugünlerde polis şiddetine ve gözaltı gibi baskılara maruz kalıyorlar ve hala mücadele ediyorlar.
Agrobay işçilerinin mücadelesi bugün sadece yerel br sömürüyü işaret etmiyor, aynı zamanda kilometrelerce uzaktakileri de muazzam ölçüde ilgilendiriyor. Bu direniş bize mekansal uzaklığa rağmen esnek ve güvencesiz üretim sayesinde ucuzluk marketlerinin raflarında bulabildiğimiz iyi ürünlere dair bir sorumluluk yüklerken aynı zamanda küresel bağlantılar aracılığıyla ürünün kendi pazar çantamıza ulaşmasına kadarki tüm emek sürecinin de bir bütün olduğunu gösteriyor. Bu kadın işçilerin çoğu için gıda sistemindeki yarı veya tam zamanlı, mevsimsel veya sürekli çalışma, diğer ücretli işlerde veya kayıt dışı sektörde yarı zamanlı çalışmanın yanı sıra ailelerine bakmak için kadınların durmak bilmeyen ücretsiz ev işleriyle birleşmektedir. Esnek işgücü stratejileri bu kadınları, mevsimler başlayıp biterken ve vardiyalar genişleyip daralırken, zamanlarını ya da günler, haftalar ve aylar boyunca tüm emeklerini yeniden düzenlerken, kendilerine bağlı olanlar için ekmek getiren konuma getirirken, evlerde de sağlıklı beslenmenin aracısı kılar kadınların emeğini.
Feministlerin bu mücadeleye destek olmasının nedeni de işte bu bağlar. Bu bağlar bizleri, geleceğe bağlar.
Başlığa esin veren çalışma: Barndt, D. (2001). On the Move for Food: Three Women Behind the Tomato’s Journey. Women’s Studies Quarterly, 29(1/2), 131–143. http://www.jstor.org/stable/40004613
Göç önemli pek çok konuyu içinde barındırıyor ancak kriz veya problem olarak tanımlanması son der... more Göç önemli pek çok konuyu içinde barındırıyor ancak kriz veya problem olarak tanımlanması son derece yeni. Tarih boyunca göç yaşanmayan bir yer yok, hatta bir zaman dilimi bile yok. Çağdaş anlamda göç ise akademik metinlerde itici ve çekici faktörlerle anılıyor. Pek çok göçmen grubu için göç sürecinin belirleyici özellikleri var. Bunlar hem yerinden edilmiş gruplar, hem kabına sığamayanlar; hem gönüllü-zorunlu göçmenler; veya daha gündemdeki tanımlarla konuşursak, ister expat olarak nitelenen yüksek becerilerle çalışmak için iyi bir iş buldukları yere taşınanlardan bahsedelim, ister işgücü anlaşmalarıyla geçici olarak alınan ama sonra emekliliklerine kadar gittikleri yerde kalan işçilere bakalım; ister özgürlük ve istikrarlı bir hayat için daha iyi olmasa da iş koşulları yine de ülkeden ayrılan yeni göç dalgasına da rengini veren kitleye bakalım farklı nedenler ve deneyimlerin arasında yine de akademik çalışmalardaki bu geniş kapsamı tartışmaya imkan verir.
İtici faktörler kişilerin kendi yaşadıkları ülkede yaşamaktan vazgeçmelerinin nedenleridir. Çekici faktörler ise göç edilen ülkenin göçmenlere sunduğu avantajlardır. Genelde göç kararı bu iki kuvvetin bileşkesinde oluşur. Göçün nasıl ve neden gerçekleştiğinin ardındaki itici güçler doğası gereği karmaşıktır. Ekonomik, sosyal ve politik pek çok nedenle kişiler gitmeye ve kalmaya karar verebilir, der göç literatürü ancak bu nedenler yeterli değildir. Zira kişiler sadece rasyonel kararlar veren “homo-economicus”’lar değildir. İnsanların aileleri, politik mücadele hedefleri, umutları ve hayalleri, korkuları ve zaafları; hatta toprakla, denizle, kentle, dağla, taşla, yemekle kurdukları ilişki ve aidiyetler bile bu yukarıdaki soğuk kategorilerden daha önemli olabilir.
Göç, genellikle dünya çapında daha az gelişmiş ülkelerden daha gelişmiş ülkelere ve bölgelere doğru, refah aralığı boyunca yürür. Daha iyi yaşam ve iş için bir başka ülkeye göç etmek, bugün yüksek gelirli ve düşük gelirli ülkelerin hiyerarşideki yerini korumasına neden olsa da bu ülkelerdeki sağcılar tarafından adlandırılması farklı. Piyasalaşma ve neoliberal çıkmazlardan kaynaklanan tüm sosyal refah kayıplarının suçunu kendilerinden göçmenlere yıkmanın bir zemini. Refah uçurumunu giderek açmak ama yine de göçmenlere bu paydan daha az aktarmanın, yani bir iç sömürge yaratmanın da. İşin tuhaf yanı göçmenin mazlum mu yoksa nankör mü olduğu sadece göçmenin nereli olduğu sorusuyla bağlantılı değil, aynı zamanda politik görüşleri olup olmamasına da bağlı. Aynı zamanda göçmenlerin göç etme nedenleri ortadayken, kendi toplumlarınca da “mücadeleden kaçtıkları” gibi bir suçlama ile karşılaşmaları ve borçlu hissettirilmeleri de fail ile mağdurun yerini değiştirme riski taşıyor.
Dahası, özellikle iklim değişikliği kaynaklı kuraklıklar ile tarımsızlaşmanın da savaş ve diğer politik baskı gibi yerinden edilen kitleler yaratmaya devam ediyor. Bugün de geçmişte olduğu gibi yollarda pek çok insanın ölmesi, becerilerinden yoksunlaşması, dilsizleşmesi, toprağından kopması anlamına geliyor. Varlıklarına el konularak zorla sürülen nüfuslar hala pek çok ülkenin yüzleşmesi gereken tarihlerin asli yarası ve insanlık suçu. Bu nüfusların dünyaya dağılan varlıkları sayesinde bu yara hala söz konusu kararı veren imtiyazlıları rahatsız ediyor, ki bu nesilden nesile hem imtiyazların hem de utancın miras kalmasına neden oluyor.
Refah uçurumu gibi güvence uçurumu da bir diğer göç nedeni. İşin ironik yanı, hem kurumsallaşmış ırkçılık hem de piyasalaşma nedeniyle güvence arayışında daha da güvencesizleşme ile karşılaşan göçmen sayısı giderek artıyor. Özellikle iltica ve evlilik yoluyla göç ise insanı pişman edecek büyüklükte bir şiddet döngüsünü, içinde barındırıyor. Türkiye’den son dönem göç edenlerle yapılan röportajlara baktığımda göçmen tüm olumsuzluklarına ve göçün tüm olası kayıplarına karşın Türkiye’den gitme kararı vermek, Türkiye’deki umudun kırılması daha doğru ifadeyle, varolan koşullara karşı mücadelenin zayıflaması ile ilgili. Elbette burada bir yumurta tavuk ikilemi de var. Zira Gezi dönemi ve ardından barış sürecinde pek çok insan Türkiye’ye ve mücadele etmek istediği kentlerine yeniden dönmek için özel çaba harcamıştı. Belki de göçmenleri suçlayıcı dilde konuşmak, sağcıların “ya sev ya terket” veya “Auslander Raus!” sloganındakinden farklı anlamda olsa da mağdur suçlayıcılığa düşme tehlikesini içerdiğini ve bunlardan önce mücadelenin gidişatını konuşmanın acil olduğunu unutmamak gerekiyor.
Kerpiç evler, Türkiye’de yoksulluğun bir diğer adı, daha doğrusu yoksulluk güzelleşmesinin ve söm... more Kerpiç evler, Türkiye’de yoksulluğun bir diğer adı, daha doğrusu yoksulluk güzelleşmesinin ve sömürü örtmenin imgelemi. Kerpiç, duvar örmek üzere kullanılan bir çeşit pişmemiş tuğladır. Kerpiç malzemesi toprak, su ve samandan oluşur, bunlar karıştırılıp ezilip, balçık haline getirilip ve sonra da kalıplara dökülerek güneşte kurutulur. Son derece ucuz ve evleri sıcak tutan malzeme. Dahası ekolojik alternatif bir yapı tekniği. Bu yüzden tarihi çok eskiye dayalı olmakla birlikte, yağış az alan bölgelerdeki kırsal alanlarda yaygın olarak varlığını sürdürüyor; hatta son dönemlerde betona alternatif bir yapı tekniği olarak yaygınlaşıyor.
Kerpiç evler, bugünün ekolojik bir alternatif olarak mimarların gündeminde yer etse de bizim gündemimize bir fotoğraf karesi ile girdi. Bir cenaze bir bayrak ve iki adam, sıvasız bir evin balkonundalar fotoğrafta. Fotoğrafın etrafındaki tüm söylemde ise şehadet kelimesini buluyoruz. Sanki gizlice bir ödül verilmiş gibi. Hatta gözlerinde parlak bir fikir bulmuş olmanın parıldaması ve “doğru tarafta” yer aldığını bilmenin özgüveni ile bir adam şöyle diyor, Twitter’da çok paylaşılan ve yorum yapılan videosunda: “Allah o evlere şehitlik gibi rütbe nişanı nasip etmiştir. Kusura bakmayın, şehadet öyle giydirmeli cepheli olan 20-30 milyon ederi olan büyük sitelerden, lüks evlerden çıkmıyor maalesef” diyor ve bu evlerin asıl zenginliğe sahip olduğunu, yani “bu evlerin içinde mertlik var, bu evlerin içine din var, iman var ahlak var, vatan sevgisi var, fedakarlık var…“ cümleleri ile şaşmaz bir vatan millet Sakarya edebiyatını tamamlıyor.
Fotoğrafta ev kerpiç değil ama sıvasız. Fakirliğe katlanmanın, sömürüye ses çıkarmamanın, her tür şiddete maruz kalmaya razı gelmenin, hatta sömürgecilerin savaşına kurban edilmenin bedeli olarak şehadet tüm dinlerin aralarında uzlaştığı konular arasında. Zira bu evlerde ve pek çok site içindeki apartman dairesindeki gibi hayat nasılsa ölüm de öyle geliyor. Hayat olağanüstü koşullarda ve yokluklarla bir arada olduğu için , ölüm de hayatın olağan akışını darmadağın eden yerde çıkıp geliyor. O evlerde ertesi gün ne yiyeceği, nasıl ısınacağı, kirayı nasıl karşılayacağı, çocuğunun beslenme çantasına ne koyacağı, gündeliğe gittiği evin yeniden çağırıp çağırmayacağı, işçi pazarında seçilip seçilmeyeceği, borcu nasıl erteleyeceği gibi sorunlar gündelik yaşanırken; ölüm de tarlada çalışmak üzere yollarda, inşaatta, şantiyede, fabrikada, işçi servisinde, kargoyu taşıdığı motosikletinin üstünde, başkasının kirini temizlemek üzere çalıştığı evinin camında buluyor.
Cümlelerin sahibinin fakirlik ve zenginlik edebiyatındaki ayrım, kerpiç evler ve siteler olsa da, bugün yoksulluk böylesi bir ayrım gütmüyor aslında. Kentsel dönüşüm nedeniyle giderek yükselen binalarda oturanlar da, son derece yoksul bir hayat sürecek zorunda kalabiliyor. Dahası şaşırtıcı olmayacaktır ki “vatan millet Sakarya” edebiyatını yapanlar, birden zenginleşerek yüksek fiyatlarla bahsettikleri giydirilmiş binalarda şehadetten yoksun ama ekonomik olarak son derece zengin hayatlarını, bu, yoksulların sömürüldüğü, yoksun bırakılarak şiddete razı edildiği ve ödül olarak da sadece ölümün gösterildiği sermaye döngüsünden elde ediyorlar. Onların emek sömürüsünün üzerinde, o sömürüyü kendilerinin dahi inanmadığı ölçüde çığlık çığlığa ortalığı inlettikleri ırkçı ve dinci hezeyanlarla örtmeye çalışıyorlar. Öyle ki bu yoksulluk ve şiddet ortamında kayıp üstüne kayıp, endişe üstüne endişe, çaresizlik üstüne çaresizlik yaşayanların öfkelerini sürekli bir nefret objesi yaratarak yönetmeye çalışıyorlar. Barış diyenleri terörle, yoksulluk diyenleri ihanetle, özgürlük diyenleri sapkınlıkla ve adalet diyenleri yalancılıkla suçlamaları bundan. Böylesi bir çarpıtma, üstüne oturdukları herşeyi kaybetme korkusundan, zira tüm zenginlikleri ve güçleri, kendi yağma ve talan düzenlerinin sürmesine bağlı. Bu döngüyü kırmak bu yüzden yaşamsal!
Bir umuda aidiyet duyanlar Yalnızlık nedir cicim, kahvaltı eşlikçinizin bir oyun, bir kitap, bir ... more Bir umuda aidiyet duyanlar Yalnızlık nedir cicim, kahvaltı eşlikçinizin bir oyun, bir kitap, bir gazete, bir elektronik iletişim hattı olmasıdır, hem de kendi sesleriniz kulağınızı tırmalamasın diye açtığınız bir mekanik bir ses eşliğinde. O ses kokar aslında buram buram yalnızlığınız. Şimdi görüyorum, şu aile evlerinde sürekli açık televizyonun vızıltısını. Hayır cicim duymuyorum, görüyorum. Gördüğüm mutlu aile yuvası, kende özgü bıktıran gündemlerinin yanında buram buram mutsuzluk ve yalnızlık koktuğunu anlıyorum. Yalnızlık tek başına oturup kahvaltı etmek değil yani, kendi içinin sana ne söylediğini dinleyemeyecek kadar kendini kendine kapatmak. Korkarak, yakınarak, endişe ederek kapatmak. Kendiyle, dolu olmayan insanın hayatı ıssızlaşıyor giderek. Hayallerini yitirdiği ölçüde kayboluyor. Hayallerini satınalınabilir varlıklarla dolu, reklamların fantazmagorik dünyasındaki rollerden çıkma bedenlerle bulanların hayalleri değil dediklerim. Hayır, onlar bizi yok etmek üzerine kurulu cehennemin kapısındaki hayaletler. Bizleri sistemin işleyişindeki pile benzeten bir filmin söylediği gibi. Onlar şizofrenik bir dünya üzerine kurulu başarı hikayeleri. İnsanlıkla ve vicdanla bağınızı kopararak yapabilecekleriniz onlar, ki o yüzden var olduğunuzu sandıkça yok oluşun eşiğine gelmek anlamına geliyor. Daha başka hayaller kurmalı insan, klişe gelse bile kulağa. İçinde yaşanması mümkün olan, yaşadıkça yaşatan; yaşattıkça zenginleşen hayaller onlar. Halbuki dünya, zenginleşmek için öldüren bir sistemin üzerinde çok çok uzun zamandır. İnsanlar tarafından tanımlanan ve aslında sürekli insan-eliyle yeniden üretilen doğadan bi-haber olan doğa kanunlarından mütevellit. Güçlünün zayıfı ezdiği bir dünya söylemi işte bu, genel kabul gördüğü için önümüze sunulan "gerçek". Kadınların erkeklere nazaran zayıf olması fikri gibi. Doğal mı peki, yoksa içine doğduğumuz ve asla sorgulamadığımız bu eşitsizlik üzerine kurulu düzenin sürdürülmesinin bir yolu mu sadece. Sorunun içinde cevabı gizlemek, bir "eğitimci" mistifikasyonu. İktidarın ideolojisi temelinde normalliğin sınırlarını çizen, çizginin dışında kalanı, çizgiyi sorgulayanı, çizgiyi reddedeni düşmanlaştıran bir dizi araçtan biri eğitim. Kurulu düzenin öznelerinin, bu eşitsizlik üzerine kurulu düzenin devamını sağlayan şiddetle ve rızayla kurulan kırılgan dengesinin her şaştığı yerde, açığa çıkan apaçık şiddette "eğitim şart!" diye nutuk atmalarının temeli bu. Ancak sorunun içinde gizli cevapların, düşünmeye, akıl yürütmeye zorlayan doğasının, kitap defter açık sınav yapmak gibi sistemi tehdit eden bir tarafı var, kurulu düzenin sevmediği soyut resimler gibi. Normalin Sınırlarında Kalmak Normalin sınırlarının içinde kalmak da aslında çok zor iş, bakmayın kolay göründüğüne. Özellikle iktidarını ittifaklar üzerine kuran bir yönetim, bu sınırlarla sürekli oynamak zorunda. Üstelik de merkezden başlayarak her yerde, her düzeyde bir omurgaya taviz vermiyor bu düzen. Dahası normaller, egemenlerin zenginleşmesi ve refahı için sınırsız bir güç birikimi gerektirdiğinden, fiziksel ve siyasal olarak güç devşirebileceği her kanalı da kendisine benzetme zorunluluğu içeriyor. Tarikatlar, hemşerilik ilişkileri, aileler, ticari ve bürokratik ilişkiler her alanda. Bu kadar geniş bir ittifakı birbirine bağlayan yapıştırıcılar ise çok kırılgan. Suçların görünmezliği üzerine kurulu bir rant ittifakı, sömürü ittifakı ile birleşmiş halde. Çok kırılgan yine de. Zira bir doğa parçasının üzerinde oluşacak bir ticari alan için dönen rekabet, bazen suçların açığa çıkması yoluyla bir başka grubu elimize etmeye yarayabiliyor. Suçların görünmezliği ittifakın temeli olduğu kadar hangi suçun ne zaman görünür olduğu ise bir eleme aracı yani. Doğa kanunları mı demiştik, insanın içine doğduğu için değiştirilemez olarak kabul etmesi beklenen egemenlerin yaptığı kanunlar mı bunlar yoksa… Kadınların ev içindeki şiddetinde de aynı değil mi durum, kapitalizmin içinde doğduğu patriyarka da en güvenli yer nostaljisi ile tanımladığımız evimizi bir cinayet mahalli haline getirmiyor mu? Bedensel şiddet görmeyenler de dahil, evdeki yapılmadığında görünür hale gelen, gündelik hayatın düzeninin sağlanması açısından önemli olan her işi başkaları için yaparak zamanlarını rıza ile verirken, aldıkları sevgi karşısında aslında değer yitirmiyorlar mı? Değerlerini, özgüvenlerini, hayatla ilişkilerini ve hayallerini… bulaşıklar ortada dururken yazamadığım yazılarım geliyor aklıma. Önce bulaşık yıkayıp, sonra yemek için hazırlık yapıp, tozlandığını farkettiğim evimi baştan aşağıya
Ayasofya'da tekbir, sokaklarda çığlık, medyada tehdit Ayasofya'da kocaman bir AKP mitingi yapıldı... more Ayasofya'da tekbir, sokaklarda çığlık, medyada tehdit Ayasofya'da kocaman bir AKP mitingi yapıldı dün. Dün, Ayasofya camiinde ilk namaz kılındı; Lozan anlaşmasının imzalanmasının gününe denk getirilmişti. Kimler kimler yoktu ki... Aynılar aynı yerde. Tansu Çiller bugün bir daha gündeme geldi, şiddet faili olan oğlu nedeniyle. Türkiye'nin karanlık dönemlerinden birinde başbakanlık görevi yapan, bir kadının olan eril sözleşmenin parçası ve suç ortağı haline gelmesinin sembollerinden biri olarak Tansu Çiller'in Ayasofya'da yerini alması şaşırtıcı değil elbette. Nadira Kadirova'nın evinde, kendisine ait bir tabanca ile ölmesine ve cinayetin aydınlatılmamasına rağmen, AKP'li milletvekili Şirin Ünal'da oradaydı mesela. Bugün kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık için sembolik öneme sahip İstanbul sözleşmesini tartışmaya açanlar ve sözleşmeden imza çekilmesini savunan çocuk istismarcısı Ensar vakfının temsilcileri ile yan yana saf tutup namaz kıldılar. Aynılar aynı yerde, günahlarının affedilmesi için namaz kıldı ve başlarını secdeye koydular. Bu insanlar işsizlik maaşı almanın ve emeklilik ikramiyelerinin haram olduğunu iddia edenler, tecavüzün erkeklerin erkeklik hakkı olduğunu savunanlar, kız torunun dedeye helal olduğunu sananlar veya öldürülen her kadının mutlaka "hak etmiş" olduğuna inananlarla aynı yerde durdular. Elbette Ayasofya camiine, haşa, virüs veya salgın girmezdi. Salgın konusunda tedbir içeriye girecek "davetli" sayısının kısıtlanması ile sağlanmış oldu. Allah'ın evine, ezandan başka bir davetiye daha gerektiğine böylelikle şahit olduk. Bir şeye daha şahit olduk ki o da Namazın ardından Diyanet İşleri Başkanı Al Erbaş'ın elinde kılıçla minbere çıkarak Cuma hutbesi vermesi oldu. Zira Ayasofya kılıç hakkıydı. Mitinge çevrilen camii ve kılınacak ilk namaz için küresel İslami bir dil ve reklam da gerekliydi. Neo Osmanlıcı bir yeni sömürgeci anlayış ile pek çok dilde bestelenmiş ve yerel ezgilerle süslenmiş bir şarkı ve özlemleri söze geldi siyasal İslamcıların. Dünyanın pek çok eski sömürge bölgelerinin Türkiye'nin önderliğine soyunduğu bir siyasal İslami döneme selam ediyorlar gibi görünüyordu. Zira Ayasofya'nın kedisini bile islama çağırıp konuşturan medya gücünün algı ve hakikat arasındaki boşluktan rahatsız olmasını beklemiyorduk. Çok dilli bir çağrı ile Ayasofya'nın ve Türkiye'nin yeni düzeni müjdelenirken, sokaklardaki tek ses elbette sadece tekbir değil yaratılmaya çalışılan algının aksine. Kadınlar çığlık çığlığa şiddete karşı İstanbul Sözleşmesini savunuyor. Bu çığlıklar öyle hepimizin canını yakıyor ki her evde yankı buluyor. Ne dedik, aynılar aynı yerde. Pınar'dan sonra Fatma ve öldürülen diğer kadınların da sesleriyle haykırıyoruz. Fatma Altınmakas, Muş'ta tecavüze uğruyor kocasının erkek kardeşi tarafından. Jandarma karakoluna gidiyor şikayet etmek ve korunma talep etmek için. Ama Muş'ta kürtçe bilen bir kişi bile bulamadıkları için şikayetini almıyorlar Fatma'nın. Fatma öldürülüyor evli olduğu erkek tarafından. İki kardeş, Jandarma'da şikayeti almayan görevliler, şiddeti görüp müdahale etmeyenler hep beraber Fatma'nın hayatını söndürüyorlar. Bakın hep aynılar aynı yerde. Medyada korkunç olaylar karşısında teessüf edenler, kadınlar kendilerini yeterince koruyamadığı için kadınlara çok sinirlenen erkekler görürken bir de, Bahçelievler katliamının katillerinden birinin, yaptıklarının katliam değil intikam almak olduğunu söyledikleri bir programa rast geldim. Medya'da katliam çağrıları, tehditler ve romantize edilen şiddet/tecavüz sahneler ile yan yana düşünmek çok zor olmadı. Sokakta bu öldüren, öldürdüğü kadının itibarına da saldıran, yaşamayı biat etmeye bağlayan düzene itiraz edenler yan yana dizili sıkça. Bu düzeni yaratanlar ve suç ortaklığı edenler de yan yana. Tanıklık ettiğimiz dönem kimlerle yan yana düşeceğinizi tesadüfe bırakmıyor.
Mülteciler Dünyanın otoriter rejimler, savaş veya iklim değişikliği gibi "olağanüstü" kabul edild... more Mülteciler Dünyanın otoriter rejimler, savaş veya iklim değişikliği gibi "olağanüstü" kabul edildiği halde oldukça sık ve yaygın görülen durumlar nedeniyle, pek çok insan yerinden edilmesi, dünya sisteminin olağan halidir. Bir ülkenin ulusal sınırları içinde yer değiştirmek de ülkelerin sınırlarını geçerek göç etmek de aynı sistemin farkı parçaları. Göç etmek, yeni bir hayata başlama arzusu ile ilgili kabul edilir çoğu zaman. Halihazırdaki hayatı sürdürmek ve yeni hayatın potansiyelleri arasında bir seçim. Bir ülkenin sınırından geçtiğinizde, yeni bir yasal çerçeve, yeni bir gündelik hayat, yeni bir kültür, yeni bir dil, yeni bir topoğrafya ve iklim ve hatta yeni bir toplumsal kodlar sistemine gidiyorsunuz. Turist veya geçici görev ile gitmek ile yerleşmek üzere gitmek arasında dağlar kadar fark var. Anthony Giddens, modernitenin doğası üzerine yazdığı eserlerde yaşanılan zamanın ve mekanın süreksizliğine ve parçalanmışlık hissi verdiğine vurgu yapar. Sözkonusu süreçleri süreksizlikler olarak nitelendirir. Marshall Berman'ın buharlaşan katılık olarak nitelendirdiği değişim ve yaşanılan mekanların kapitalizmin sürekliliğini sağlayacak şekilde iktidar ve yaşayanlar tarafından çatışmalı bir şekilde dönüştürülmesi yine aynı konseptin diğer yansımasıdır. Giddens'ın aktarımıyla zaman ve mekânın yeniden düzenlemesi ve yerinden edici mekanizmaların modernitenin önceki yerleşik kurumsal özelliklerini radikalleştirdiği ve globalleştirdiğini; bu süreçlerin gündelik hayatı ve toplumsal yapıyı da kökten dönüştürdüğünü aktarır. Zira iktidarın içinde karakterize olduğu sistem, varlığını mümkün kılan rejimleri mekansal düzeyde yaratmaktadır ve yaratılan mekansal düzenlemelerin gündelik hayatta karşılaştığı çatışmalar aracılığıyla ile kendi de dönüşmektedir. Günümüz neoliberal düzenlemeleri, hayat boyu işgüvencesi veya mesleki yeterliliklerinin sürekliliği sorgulanır hale getirdi. Çalışma hayatındaki güvencelerin yerini esnekliğin alması, işin süresi, yapıldığı yer ve yapılma biçiminde radikal dönüşümleri gözlemlenebilir kıldı. Sabit süreli sözleşmeler, tüm sektörlerde güvenceli işlerin yerini aldı. İşlerin proje bazlı olması veya işin yapıldığı yerin dünya üzerinde herhangibir noktaya taşınabilir olması, çalışanların dünya üzerinde işe (veya iş potansiyeline) bağlı hareket etmelerinin de önünü açtı ve ulusötesi göçün konusu da kısmen bu hareketler üzerinden oluşur hale geldi. Dahası, Sennett'in pek çok eserinde bahsettiği gibi büyük oranda 'nerede iş bulsa orada çalışmak' üzere tüm 'hayatını sırtında taşıyan' bir göçmen grubu yaratmıştır. Ekonomik şartların getirdiği hareket halindeki sermaye, firmaların üretim, hizmet ve ticaret alanlarını daha uygun şartlara sahip olan ülkelere taşıması gibi, insanların da emek-güçlerini daha uygun şartlarda kiralayabilmesi şekilde ikili bir yapıyı meydana getirdi. Her iki anlamda da kapitalistlerin kar yükseltmek ve maliyetleri düşürmek hedefli olarak ülkeler arasındaki eşitsizliklerden yararlanarak mekansal olarak düzenleme yapma kabiliyetini de gösteriyor. Harvey'in mekansal ayar olarak tanımladığı bu sürecin kapitalistlerin krizlerine karşı bir cevap olabilmesi için, ülkelerin farklı düzeylerdeki eşitsizliklerinin sürdürülmesi temel koşul. Bu kadar parçalanmış ama birbirine bağımlı hale gelmiş bir ekonomik yapı içinde, bazı devletlerin vatandaşlarının veya firmaların ticari ve üretim ağlarını devletlerin sınırlarını önemsizleştirecek kadar hızlı yer değiştirmesi, hem bir gerçeklik hem de çoğunluk için bir yanılsama. Sermayenin küresel hareketleri, yerel emek piyasalarının daha da parçalı ve bariyerli kılıyor çoğu kez, pek çok sektör için. Büyük sermaye gruplarının küresel çaptaki hareketi, yerel emek piyasalarındaki rekabeti körüklediği için, yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı, halihazırdaki cinsiyetli olarak oluşmuş yapının önemli ir dinamiği haline getiriyor. Göçmen veya mültecinin gündelik hayatı, bu yüzden normalleşmiş, doğal kabul edilmiş, sıradanlaşmış ayrımcılıklarla dolu, geçici veya kalıcı olarak bulunulan coğrafyalarda. Geçici olarak gidildiğinde, vasıflarınızı, deneyimlerinizi, sosyal sermayenizi taşımanız beklenirken; yerleşmek üzere gidildiğinde, sınırın diğer tarafına siyasal ve sosyal varlığınız gibi deneyimlerinizi de taşımanız imkansızlaşıyor. Sadece standartlara uygun olarak belgelenmiş niteliklerinizi ve
İstifhaneden not "Doğurgan yapısalcılık yaklaşımını eleştirel kent çalışmaları alanında uygulayan... more İstifhaneden not "Doğurgan yapısalcılık yaklaşımını eleştirel kent çalışmaları alanında uygulayan bir araştırmayı paylaşmak istedim. MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama‘dan Y. Doç. Dr. Erbatur Çavuşoğlu, İTÜ Şehir ve Bölge Planlama‘da doktora öğrencisi Kumru Çılgın ve KU Leuven Coğrafya Bölümü doktora öğrencisi Julia Strutz, geniş bir araştırma ekibini yönetmişler ve İstanbul’da Kentsel Dönüşüm uygulamalarından etkilenen gecekondu mahallelerinden birinde zahmetli ve önemli bir çalışma tamamlamışlar. Ben çalışmadan, 14-16 Kasım 2011 tarihleri arasında Yıldız Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “7. Türkiye Şehircilik Kongresi“ndeki bildirilerinin video kaydı ile haberdar oldum. Sağolsunlar blog için bildirilerini ve sunum dosyalarını paylaştılar.
Videoyu alta monteliyorum, bunu izleyecek vaktiniz varsa, sunumla [indir] birlikte takip edin. Daha fazla ayrıntı için, bildiriyi [indir] açın."
Gastro-Politics, Migration and the CityTEILNEHMEN
INFORMATION
Host institution: Osnabrück Univer... more Gastro-Politics, Migration and the CityTEILNEHMEN INFORMATION Host institution: Osnabrück University Department, IMIS (Institute for Migrationsforschung und Interkulturelle Studien), IMIB, Geschlechterforschung (4 ECTS) Online class time: Wednesdays 12:00-14:00 CET Duration: 14 weeks (12th of April -12th of July 2023) Language: Turkish-English (B2 level of Turkish mandatory) Register Status: Open
ABOUT THIS COURSE The course aims to discuss throughout various theoretical and methodological works to the intersecting studies of migration, gender, race, and class dimensions in the context of critical food studies and spatial-politics; targets to imagine about how we can build a gender-equal, emancipatory and solidaristic kitchen and table practice, by fusing the intimidating forms of power relations in the kitchen triangle. Thus, by considering food as an anchor for tracing the transformation of social relations and the kitchen as a nodal point, we can perhaps open a new space for a definition of value that takes care work into consideration.
Uploads
Books by Nevra Akdemir
English:
Establishment of the production space has been nourished by the basic tendencies of capital accumulation and the specific processes pertain to the immanent space of these tendencies. Hence, the subject of this dissertation is the production spaces shifted, generated and reproduced within the context of capital accumulation. Particularly producing against the time-space compression, the spatial fixes generate considerably diverse structures due to the embodied differentiations arising from the unequal development of capitalism within local, national and global scale. Indeed, each spatial fix enables to form distinct variations in every sector and region by the virtue of the fact that it coincides different stages of the accumulation, emerges as separate forms and articulates with local structures. Thereby, locating within the range of these instructive various circumstances, the existence and struggle conditions of labor has built the dynamics of the class struggle. This study is based on three interrelated assertions. Firstly, since the spatial organizations require a structure articulated both physically and socially, the spaces are shaped regarding all levels of the accumulation. Secondly, the aforementioned “spatio-temporal fixes”, which are produced as a result of the first assertion, are contradictive processes that build both potential continuity and limitation of the accumulation. Finally, the last assertion sets forth the changing presence of the state along with the accumulation in Tuzla and Yalova Shipyards Regions within the context of the late capitalized countries.
Papers by Nevra Akdemir
Berlin’deki çağrılardan ikisine böyle bir perspektiften bakmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı da feminist eylemlerde de artık görünür olan bazı eğilimlere dikkat çekmek için yazıyorum. Feminist 8 Mart çağrılarına da yansıyan kırılmalar, Almanya bağlamı içinde çeşitli çatışma alanlarını ve feminist siyasetin ayrımlarını görmek anlamına geliyor aslında. Dolayısıyla sağ ve daha güncel bağlamda alternatif sağın etkileme kapasitesi hakkında da endişe uyandırıcı olduğu da açık.
link: https://siyasihaber9.org/8-mart-ozel-feminizmin-tasi-topragi/
18/01/2024 Praksis Güncel-Nevra Akdemir
Birikim ve büyüme histerisi ile ölüm korkusu, Byung-Chan Han’a göre birbirini doğurur. Sermayenin akıp giden zamana benzediğini ifade ederek, basit bi denklik kurar: Parayla bir başkasını çalıştırabiliriz. Sonsuz sermaye, karşılığında sonsuz zaman yanılsaması yaratır ve aynı mantıktan hareketle, sermaye birikimi ölüme karşı ve öldüresiye işler. Sınırlı yaşam süresine karşı sermayeyi biriktirir. Marx’ın sermayeyi vampire benzeten birikim mantığını burada da görmüş oluruz. Özellikle bir ülkede ceza sistemi iktidarın gücünü pekiştirmek ve siyasi gücünü sürdürmesine hizmet edecek şekilde adaletin tesisi işlevinden uzaklaşmışsa, faşizm koşulları her gün gündelik hayatın içinde kendini hissettirmeye başlamışsa ve insanlar faturalarını düşündükçe çaresizlik hissine boğuluyorlarsa…
Birkaç gündür Türkiye’den ardı ardına meslek hastalıkları ve iş cinayetleri haberlerini okuyoruz. Akkuyu Nükleer enerji santralinde menenjit olan bir işçinin ölüm haberlerini aldık. Akkuyu’yu Putin ile Erdoğan ilişkilerindeki denge politikasının en önemli kozu olarak bir süredir konuşuyorduk zaten. Beklendiği gibi, rövanşist hukuk normu altında uluslararası otokratların oyun alanı haline gelen üretim tesisleri işçilerin canını bir üretim maliyeti olarak hesaplamaya imkan veren işleyişi norm haline getirdi. İki
2023 yılında neredeyse 1932 işçi hayatını çalışırken, iş yolunda, atölyede, fabrikada, tarlada, staj yaparken, plazada, inşaatta, gemide, tersanede, maden sahasında vb yerlerde kaybediyor. Kendi kendide değil, yasalarda işaret edilen önlemler alınmadığı, maliyet hesabında göze battığı için gerekli tedbirler oluşturulmadığı için, hayatlarına değer verilmediği için, ceza almayacaklarını bildikleri için bunca insanın hayatı göz göre göre yitti. Pandemiden etkilendiğimiz 2020 yılında en az 2427 işçi, 2021 yılında en az 2170 işçi, 2022 yılında en az 1843 işçi… Günde en az 5 işçi ölüyor demek bu. 2023 yılında en fazla madenlerde işçi ölmüş, ikinci sırada taşımacılık geliyor.
Hemen motokuryeler aklımıza gelmeli. Hayatlarına biçilen değerler ve sadece hız yapmak için onları öldürse de ceza almayan diktatör oğulları, yakınları. Evlerimizin sıcaklığında bize kısa zamanda ulaşacağı taahhüt edilen ürünleri beklerken, onlar tüm olağanüstü koşullar ve yıkıcı kentleşmenin bedelini ödeyerek zamana karşı yarışıyorlar. Firmalar onların bu ölümcül yarışıyla reklam yaparken, genç işsizler ve öğrencilerden oluşan kuryeler üstlerinde kentlerin kiriyle her türlü şiddetin göbeğinde yer alıyorlar.
Madencilikteki göçükler, zehirlenmeler ve patlamalar ile yer altına gömülen işçiler ise adı aklımıza mıh gibi kazınan yer ve firma isimleri ile canlanıyor. Soma’nın hafızası hala capcanlı. İnşaatlarda ise hükümetin yaldızlı projelerinin ortak şirketlerinin isimlerini verdiği yapılar geliyor, Torun tower’ı unutmak nasıl mümkün olsun. Kimi zaman rödovans kimi zaman taşeronlaşma ile anılan çalışma ilişkileri içinde hep aynı hedefi, daha hızlı, daha fazla ve daha düşük maliyetlerle çalışmayı garantilemeye çabalıyorlar. Böylelikle merkezinde, yönetim perspektifi açısından açısından işleri bölerek maliyet düşürmeye ve talep düşüşü karşısında maliyetsiz küçülme imkanına ulaşmak fikri olan ve hukuki açıdan, şirketi, kararlarının sonuçlarında oluşabilecek hukuki sorumluluktan ve doğrudan işçi ile muhatabiyetten kaçınmak için kurdukları taşeronluk gibi sistemler ile suçlarını da zararlarını da aktarabiliyorlar bu şirketler. İş yasalarına göre ana yüklenicinin sorumluluğu asla ortadan kalkmaz ama ana yüklenici ile alt yüklenizi ilişkisi belirsizleşirse veya kamuya mal olan davalar yerine konu bir miktar tazminatmış gibi işleyen kan parası ile gizli kapaklı çözümlenmeye çalışılırsa ne olur?
Zira taşeronluk sistemi, bir zincir kurarak büyükten küçüğe doğru riski, maliyetleri ve zararı sürekli en alttakinin üzerine yıkmak üzere oluşturulmuş bir sistem. Devlet işletmesi de olsa büyük sermayeli şirketler de olsa, işi başkasına veya başkalarına böle böle zincir halinde haşere etmiş olabilir. İşin adı ne kadar havalı olursa olsun, özellikle platform ekonomisi ile, dünya çapında işlerin haşere edilmesi mümkün olabilir. Überleşme denilen sistem ise işçinin bir esnaf gibi çalışması beklenebilir, kendi sigorta primini yatırarak; ya da freelancer adıyla çalışması mümkün olabilir. Veya daha geleneksel anlamda işçilerin iş için toplanması ve çalıştırılması işini ekip başlarına verebilir. Daha hızlı, daha yoğun, daha uzun saatlere varan çalışmanın tüm eziyeti baki kalsa da, çeşitli isimlerle sınıfsal niteliği silinerek ve işi yücelterek yapılsa da, işin karşılığı işçilere daha düşük parçabaşı ödeme, yevmiyeler ve ücretler olarak dönüyor. İşler birer çıkmaz sokağa ve yalnızlaşmaya dönüşüyor. Oyun sektöründe kalite kontrol işi, facebook’taki şikayetlerin tamamını incelemekten sorumlu müşteri temsilcileri, tersanelerdeki raspacı, okuldaki temizlik görevlisi vs işlerde, ana firma işçilik maliyetlerinden, risklerinden ve işçilerin neden olabileceği her tür zaman kaybından alt yükleniciyi veya işçinin kendisini sorumlu tutuyor ve iş sırasındaki tüm sorunlar da işçinin kendisinin çözmesi gereken faturalara dönüşüyor, sağlık dahil. Üstelik bu faturalar cinsiyet, ırk ve bölgesel her türlü eşitsizliğin içinde damıtılıyor.
Bu sadece Türkiye’de böyle yaşanmıyor. Pakistan’daki ve Bangladeş’teki işçilerin geniş ölçekte yankı bulan direnişlerinden, hafızamıza kazınan Rania plaza’nın onca işçiye mezar olan hatırasından görüyoruz. iPhone’ların bilmem kaçıncı modelini üretirken intihar etmesinler diye binanın yüksek katlarının dış cephesine çekilen ağlardan biliyoruz. Küresel bir şirket suçu, hükümetlerin dış yatırım çekme pazarlığının parçası bu iş cinayetleri. Birikimin en karanlık yüzü, suçun en çıplak hali. Göçmenlerin varlığının ve kader ortaklığının en somut sembolü sayılan ölülerin isimleri.
Emek sömürüsünün her haline uygun bir meslek hastalığı ve kaza tipi var ne yazık ki, sadece emek yoğun sektörlerde yaşandığı yanılgısına varmayalım diye. Mobbing’ten uzun çalışma saatlerine, insanın fiziken uygun olmayan hız ve şartlarda çalışmak zorunda kalmasına ve iş baskısıyla uygun olmayan iklim koşullardan çalışmaya kadar o kadar çeşitli ve o kadar belirgin. Sermaye birikimi hız kesmesin diye, kendi hayatı kesintiye uğrayan bir dünya insan. Üstelik ne kadar işinize bağlı, mesleğine aşık, işvereninize sadıksanız, o ölçüde sömürüldüğünüz bir sistem içinde. Açlıkla sınanırken, işsizlikle tehdit edilirken, liyakat arayışındayken bu bir dünya insan; şirket karları arttıkça kendi maaşı artacak sanıp sevinen bir dünya insan; devlet borcunun artısını aldığı hizmet yüzünden sanarak özelleştirmeleri tasarruf sanan bir dünya insan; bugün çivisi çıkmış dünyada çaresizlik içinde zenginlerin kendilerinden çaldıkları paralarını nasıl saçtığını izleyerek; çeşitli cağrafyalardaki savaşlarda takım tutar gibi holiganlık yaparak midelerinin gurultularını bastırıyor.
(1) Han, Byung-Chul. Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu. İstanbul: Metis Yayınları, 2016.
(2) Stanley, Neck ve Neck (2023) Loyal workers are selectively and ironically targeted for exploitation https: //www. sciencedirect.com/science/article/pii/S0022103122001615
Bio: Bağımsız Araştırmacı. Lisansı Ekonometri, yüksek lisansı Kalkınma iktisadı üzerine yaptı, Doktora çalışmasını ise kent çalışmaları alanında tamamladı. Taşeronlu Birikim: Tuzla Tersaneler Bölgesinde Enformelleşme isimli bir kitabı olup, yemek çalışmaları, toplumsal cinsiyet, emek coğrafyası ve göç alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Die migrationsbezogene Infrastruktur hat sich in der deutschen Migrationsgesellschaft auf die Bedarfe von Geflüchteten eingestellt. Geflüchtete machen mit den Angeboten vielfältige Erfahrungen, die von hilfreicher und solidarischer Unterstützung über wenig angepasste Angebote bis zu Exklusion und Diskriminierung reichen. Die rahmende Medienanalyse zeigt, wie tief die öffentliche und mediale Rezeption der sogenannten „Flüchtlingskrise“ durch vergeschlechtlichte Narrative geprägt ist, und wie diese die kommunale und ehrenamtliche Arbeit mit Geflüchteten mitprägen.
Der Band richtet sich an Interessierte aus Studium, Forschung und Praxis, die sich mit Flucht, Migration und/oder Geschlechterverhältnissen befassen.
Keywords
Flucht
Social Inequality
Fluchtdiskurse
Migrationsdiskurse
Genderdiskurse
Unterbringungspolitik
Deutscher Arbeitsmarkt
Hochqualifizierte Geflüchtete
English:
Establishment of the production space has been nourished by the basic tendencies of capital accumulation and the specific processes pertain to the immanent space of these tendencies. Hence, the subject of this dissertation is the production spaces shifted, generated and reproduced within the context of capital accumulation. Particularly producing against the time-space compression, the spatial fixes generate considerably diverse structures due to the embodied differentiations arising from the unequal development of capitalism within local, national and global scale. Indeed, each spatial fix enables to form distinct variations in every sector and region by the virtue of the fact that it coincides different stages of the accumulation, emerges as separate forms and articulates with local structures. Thereby, locating within the range of these instructive various circumstances, the existence and struggle conditions of labor has built the dynamics of the class struggle. This study is based on three interrelated assertions. Firstly, since the spatial organizations require a structure articulated both physically and socially, the spaces are shaped regarding all levels of the accumulation. Secondly, the aforementioned “spatio-temporal fixes”, which are produced as a result of the first assertion, are contradictive processes that build both potential continuity and limitation of the accumulation. Finally, the last assertion sets forth the changing presence of the state along with the accumulation in Tuzla and Yalova Shipyards Regions within the context of the late capitalized countries.
Berlin’deki çağrılardan ikisine böyle bir perspektiften bakmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı da feminist eylemlerde de artık görünür olan bazı eğilimlere dikkat çekmek için yazıyorum. Feminist 8 Mart çağrılarına da yansıyan kırılmalar, Almanya bağlamı içinde çeşitli çatışma alanlarını ve feminist siyasetin ayrımlarını görmek anlamına geliyor aslında. Dolayısıyla sağ ve daha güncel bağlamda alternatif sağın etkileme kapasitesi hakkında da endişe uyandırıcı olduğu da açık.
link: https://siyasihaber9.org/8-mart-ozel-feminizmin-tasi-topragi/
18/01/2024 Praksis Güncel-Nevra Akdemir
Birikim ve büyüme histerisi ile ölüm korkusu, Byung-Chan Han’a göre birbirini doğurur. Sermayenin akıp giden zamana benzediğini ifade ederek, basit bi denklik kurar: Parayla bir başkasını çalıştırabiliriz. Sonsuz sermaye, karşılığında sonsuz zaman yanılsaması yaratır ve aynı mantıktan hareketle, sermaye birikimi ölüme karşı ve öldüresiye işler. Sınırlı yaşam süresine karşı sermayeyi biriktirir. Marx’ın sermayeyi vampire benzeten birikim mantığını burada da görmüş oluruz. Özellikle bir ülkede ceza sistemi iktidarın gücünü pekiştirmek ve siyasi gücünü sürdürmesine hizmet edecek şekilde adaletin tesisi işlevinden uzaklaşmışsa, faşizm koşulları her gün gündelik hayatın içinde kendini hissettirmeye başlamışsa ve insanlar faturalarını düşündükçe çaresizlik hissine boğuluyorlarsa…
Birkaç gündür Türkiye’den ardı ardına meslek hastalıkları ve iş cinayetleri haberlerini okuyoruz. Akkuyu Nükleer enerji santralinde menenjit olan bir işçinin ölüm haberlerini aldık. Akkuyu’yu Putin ile Erdoğan ilişkilerindeki denge politikasının en önemli kozu olarak bir süredir konuşuyorduk zaten. Beklendiği gibi, rövanşist hukuk normu altında uluslararası otokratların oyun alanı haline gelen üretim tesisleri işçilerin canını bir üretim maliyeti olarak hesaplamaya imkan veren işleyişi norm haline getirdi. İki
2023 yılında neredeyse 1932 işçi hayatını çalışırken, iş yolunda, atölyede, fabrikada, tarlada, staj yaparken, plazada, inşaatta, gemide, tersanede, maden sahasında vb yerlerde kaybediyor. Kendi kendide değil, yasalarda işaret edilen önlemler alınmadığı, maliyet hesabında göze battığı için gerekli tedbirler oluşturulmadığı için, hayatlarına değer verilmediği için, ceza almayacaklarını bildikleri için bunca insanın hayatı göz göre göre yitti. Pandemiden etkilendiğimiz 2020 yılında en az 2427 işçi, 2021 yılında en az 2170 işçi, 2022 yılında en az 1843 işçi… Günde en az 5 işçi ölüyor demek bu. 2023 yılında en fazla madenlerde işçi ölmüş, ikinci sırada taşımacılık geliyor.
Hemen motokuryeler aklımıza gelmeli. Hayatlarına biçilen değerler ve sadece hız yapmak için onları öldürse de ceza almayan diktatör oğulları, yakınları. Evlerimizin sıcaklığında bize kısa zamanda ulaşacağı taahhüt edilen ürünleri beklerken, onlar tüm olağanüstü koşullar ve yıkıcı kentleşmenin bedelini ödeyerek zamana karşı yarışıyorlar. Firmalar onların bu ölümcül yarışıyla reklam yaparken, genç işsizler ve öğrencilerden oluşan kuryeler üstlerinde kentlerin kiriyle her türlü şiddetin göbeğinde yer alıyorlar.
Madencilikteki göçükler, zehirlenmeler ve patlamalar ile yer altına gömülen işçiler ise adı aklımıza mıh gibi kazınan yer ve firma isimleri ile canlanıyor. Soma’nın hafızası hala capcanlı. İnşaatlarda ise hükümetin yaldızlı projelerinin ortak şirketlerinin isimlerini verdiği yapılar geliyor, Torun tower’ı unutmak nasıl mümkün olsun. Kimi zaman rödovans kimi zaman taşeronlaşma ile anılan çalışma ilişkileri içinde hep aynı hedefi, daha hızlı, daha fazla ve daha düşük maliyetlerle çalışmayı garantilemeye çabalıyorlar. Böylelikle merkezinde, yönetim perspektifi açısından açısından işleri bölerek maliyet düşürmeye ve talep düşüşü karşısında maliyetsiz küçülme imkanına ulaşmak fikri olan ve hukuki açıdan, şirketi, kararlarının sonuçlarında oluşabilecek hukuki sorumluluktan ve doğrudan işçi ile muhatabiyetten kaçınmak için kurdukları taşeronluk gibi sistemler ile suçlarını da zararlarını da aktarabiliyorlar bu şirketler. İş yasalarına göre ana yüklenicinin sorumluluğu asla ortadan kalkmaz ama ana yüklenici ile alt yüklenizi ilişkisi belirsizleşirse veya kamuya mal olan davalar yerine konu bir miktar tazminatmış gibi işleyen kan parası ile gizli kapaklı çözümlenmeye çalışılırsa ne olur?
Zira taşeronluk sistemi, bir zincir kurarak büyükten küçüğe doğru riski, maliyetleri ve zararı sürekli en alttakinin üzerine yıkmak üzere oluşturulmuş bir sistem. Devlet işletmesi de olsa büyük sermayeli şirketler de olsa, işi başkasına veya başkalarına böle böle zincir halinde haşere etmiş olabilir. İşin adı ne kadar havalı olursa olsun, özellikle platform ekonomisi ile, dünya çapında işlerin haşere edilmesi mümkün olabilir. Überleşme denilen sistem ise işçinin bir esnaf gibi çalışması beklenebilir, kendi sigorta primini yatırarak; ya da freelancer adıyla çalışması mümkün olabilir. Veya daha geleneksel anlamda işçilerin iş için toplanması ve çalıştırılması işini ekip başlarına verebilir. Daha hızlı, daha yoğun, daha uzun saatlere varan çalışmanın tüm eziyeti baki kalsa da, çeşitli isimlerle sınıfsal niteliği silinerek ve işi yücelterek yapılsa da, işin karşılığı işçilere daha düşük parçabaşı ödeme, yevmiyeler ve ücretler olarak dönüyor. İşler birer çıkmaz sokağa ve yalnızlaşmaya dönüşüyor. Oyun sektöründe kalite kontrol işi, facebook’taki şikayetlerin tamamını incelemekten sorumlu müşteri temsilcileri, tersanelerdeki raspacı, okuldaki temizlik görevlisi vs işlerde, ana firma işçilik maliyetlerinden, risklerinden ve işçilerin neden olabileceği her tür zaman kaybından alt yükleniciyi veya işçinin kendisini sorumlu tutuyor ve iş sırasındaki tüm sorunlar da işçinin kendisinin çözmesi gereken faturalara dönüşüyor, sağlık dahil. Üstelik bu faturalar cinsiyet, ırk ve bölgesel her türlü eşitsizliğin içinde damıtılıyor.
Bu sadece Türkiye’de böyle yaşanmıyor. Pakistan’daki ve Bangladeş’teki işçilerin geniş ölçekte yankı bulan direnişlerinden, hafızamıza kazınan Rania plaza’nın onca işçiye mezar olan hatırasından görüyoruz. iPhone’ların bilmem kaçıncı modelini üretirken intihar etmesinler diye binanın yüksek katlarının dış cephesine çekilen ağlardan biliyoruz. Küresel bir şirket suçu, hükümetlerin dış yatırım çekme pazarlığının parçası bu iş cinayetleri. Birikimin en karanlık yüzü, suçun en çıplak hali. Göçmenlerin varlığının ve kader ortaklığının en somut sembolü sayılan ölülerin isimleri.
Emek sömürüsünün her haline uygun bir meslek hastalığı ve kaza tipi var ne yazık ki, sadece emek yoğun sektörlerde yaşandığı yanılgısına varmayalım diye. Mobbing’ten uzun çalışma saatlerine, insanın fiziken uygun olmayan hız ve şartlarda çalışmak zorunda kalmasına ve iş baskısıyla uygun olmayan iklim koşullardan çalışmaya kadar o kadar çeşitli ve o kadar belirgin. Sermaye birikimi hız kesmesin diye, kendi hayatı kesintiye uğrayan bir dünya insan. Üstelik ne kadar işinize bağlı, mesleğine aşık, işvereninize sadıksanız, o ölçüde sömürüldüğünüz bir sistem içinde. Açlıkla sınanırken, işsizlikle tehdit edilirken, liyakat arayışındayken bu bir dünya insan; şirket karları arttıkça kendi maaşı artacak sanıp sevinen bir dünya insan; devlet borcunun artısını aldığı hizmet yüzünden sanarak özelleştirmeleri tasarruf sanan bir dünya insan; bugün çivisi çıkmış dünyada çaresizlik içinde zenginlerin kendilerinden çaldıkları paralarını nasıl saçtığını izleyerek; çeşitli cağrafyalardaki savaşlarda takım tutar gibi holiganlık yaparak midelerinin gurultularını bastırıyor.
(1) Han, Byung-Chul. Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu. İstanbul: Metis Yayınları, 2016.
(2) Stanley, Neck ve Neck (2023) Loyal workers are selectively and ironically targeted for exploitation https: //www. sciencedirect.com/science/article/pii/S0022103122001615
Bio: Bağımsız Araştırmacı. Lisansı Ekonometri, yüksek lisansı Kalkınma iktisadı üzerine yaptı, Doktora çalışmasını ise kent çalışmaları alanında tamamladı. Taşeronlu Birikim: Tuzla Tersaneler Bölgesinde Enformelleşme isimli bir kitabı olup, yemek çalışmaları, toplumsal cinsiyet, emek coğrafyası ve göç alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Die migrationsbezogene Infrastruktur hat sich in der deutschen Migrationsgesellschaft auf die Bedarfe von Geflüchteten eingestellt. Geflüchtete machen mit den Angeboten vielfältige Erfahrungen, die von hilfreicher und solidarischer Unterstützung über wenig angepasste Angebote bis zu Exklusion und Diskriminierung reichen. Die rahmende Medienanalyse zeigt, wie tief die öffentliche und mediale Rezeption der sogenannten „Flüchtlingskrise“ durch vergeschlechtlichte Narrative geprägt ist, und wie diese die kommunale und ehrenamtliche Arbeit mit Geflüchteten mitprägen.
Der Band richtet sich an Interessierte aus Studium, Forschung und Praxis, die sich mit Flucht, Migration und/oder Geschlechterverhältnissen befassen.
Keywords
Flucht
Social Inequality
Fluchtdiskurse
Migrationsdiskurse
Genderdiskurse
Unterbringungspolitik
Deutscher Arbeitsmarkt
Hochqualifizierte Geflüchtete
Anahtar Kelimeler: Gaziantep, göç, aile, sermaye birikimi, mekan üretimi
The Dynamics of Accumulation through Migration and Localities in Gaziantep Abstract This study has three arguments based on the observations of the relationship between production and labour in Gaziantep. Firstly, this study argues that there is a important relation between the dynamics of capitalist accumulation and the waves of immigration. Secondly, it emphasises that the spaces adequate for the level of accumulation are produced together with class, ethnicity, family and gender relations. Thirdly, the transformation of urban structure and the production with the impact of political strategy based on family, religious communities and “hemşerilik” define the geography of labour and industry in Gaziantep.
Nevra Akdemir / Aslı Odman
https://www.youtube.com/watch?v=AV_r7gw27n0&t=2645s
[2021, Ekim 16: Liberal Gençlik Kongresi XII.'de
Hakkı Demiral (Limter-İş sendikası) ve Aslı Odman (İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Gönüllüsü) ortak sunumu ]
This article tries to recover analytically the class relationships and analyze the way they are covered discursively at the center of the Turkish Shipbuilding Industry in Tuzla / Istanbul. Since 2007 Tuzla has become the place of serial fatal occupational accidents that accompany the sudden explosion in the production numbers, which reminded a larger audience that the interest of shipyard employers and shipyard workers cannot be dealt with under the umbrella of an alleged ‘national development”. The article tries to draw meticulously the woven class relationships and conflicts into the concrete production space of the shipbuilding industry by way of a relational and spatial class analysis. Therein the class – bias of the current liberal conservative AKP regime, the formation conditions of the shipbuilding capital, the dominant flexible labor regime with subcontractors, the workers’ organizations in Tuzla are analyzed in detail. The re-production of the cultural identities of the workers is dealt with in connection with migration and the stratification at the workplace, fragmented into thousand pieces. Lastly, the issue of the increasing occupational accidents and professional illnesses is put into a more general framework of the globally flexibilized and precarious labor regime imposed onto large segments of population which establishes at the same time a common ground of understanding of the systemic dynamics and struggles."
Some specific questions lie at the core of the article. The first concerns how we learn to use the physical space of the collective kitchen and its role in our re-politicisation. The second centres on the relationship between the act of cooking together and the way of doing politics. The third problematic deals with the flavour matrix of collective suffering, memory and resistance embedded in recipes. Finally, the fourth question not only focuses on how the food we share and the dining table we sit at cure the suffering of displacement, but also takes the question of solidarity to an individual scale.
In Berlin, a collective kitchen like the MaHalle and Bilgisaray is also example of urban commons. As displaced people and those in their efforts to make a "new home" for oneself, being a part of this commons also gave us the opportunity to meet and engage with the political atmosphere in Berlin. Moreover, a commonality in these collective kitchens is one of the dynamics that shaped our existence as political subjects in Berlin's public spaces. Thus, all questions are rooted in the theoretical references of the literature on commoning to a large extent. Thus, in this presentation, I aim to generate answers to the four specific questions I have outlined above, centred on this study, by drawing on the literature on commoning and urban commons.
The methodological background can be summarised briefly here: The field research presented in this article is based on interviews with the social environment in and around BAK-Germany in relation to the act of cooking and eating together in the collective kitchen. In this context, it is structured on the basis of data from 25 face-to-face and online in-depth interviews, analyses of group e-mail correspondence, and participant observation as an insider role of the author. In these semi-structured interviews, the definitions and conceptualisations of the interviewees, mostly social scientists and activists, were seminal for this study. This relationship of the participants' memories and feelings about the regular meals in the community kitchen from the beginning of 2018 until March 2020, with the collective memory of the community, became a means of rereading the participants' multiple identities and their relations with political agendas around the kitchen. In October 2022, at a dinner organised in the collective kitchen, I had the opportunity to reflect on topics that emerged from the interviews and discuss them with the participants. Thus, the meeting turned into an extended focus group discussion. It also enabled a closer observation of the design of the kitchen and the roles played in the community kitchen. It was also possible to make a comparison between what we all remember from the experience between 2018-2020 and today's encounter. Hence, the temporal scale of the article centres on the first time of settlement following a displacement interwoven with the current experience at the community kitchens.
In this research, the community I refer to as we is the academics in exile identifying themselves as Academics for Peace, establishing an association with the same name and endeavouring to institutionalise themselves, together with the solidarity community that has gathered around them. Therefore, I am referring to many scholars who have settled in Germany since 2016 to resume their careers due to the repression and dismissals at universities in Turkey, or who have been affected by the authoritarianisation process in Turkey in general. In the meantime, they have become part of the new wave of migration from Turkey to Germany. In 2017, with the aim of restoring democracy and peace in Turkey and building transnational solidarity, exiled academics who had migrated from Turkey to Germany founded the Association of Academics for Peace in Germany (BAK-Germany). Throughout and following its foundation, BAK-Germany organised meetings both at the GEW trade union and in various other places. The Association aimed to set the ground for political action and expand the solidarity line. In this context, the collective kitchen was an ideal space for continuing meetings, introducing new people, discussing the problems of immigration and building an internal political line of solidarity. Between January 2018 and 2020, until the pandemic hit our geography, we gathered in the collective kitchen every fifteen days, first in Bilgisaray and then in MaHalle. Since the last months of 2022, we have been gathering at MaHalle again, after a long break. The food events described in the research are a tactically shaped experience of BAK-Germany's self-organisation.
Bu çalışmada Gaziantep üretim ve emek ilişkilerindeki gözlemlerden yola çıkılarak, üç birbirine bağlı iddia bulunmaktadır. İlk iddia, Gaziantep'te birikimin dinamikleri ile göç dalgaları arasında önemli bir ilişki olduğudur. İkincisi, her biri-kim düzeyine uygun mekanların sınıf, etnisite, aile ve cinsiyet ilişkileri ile birlikte üretildiğidir. Üçüncü iddia ise kentsel yapının dönüşümü ve üretim ilişkileri, aile, dinsel cemaat ve/veya hemşerilik temelli bir siyasal stratejinin de etkisiyle oluş-makta, ve Gaziantep'in emek ve sanayi coğrafyasını belirlemektedir.
Anahtar Kelimeler: Gaziantep, göç, aile, sermaye birikimi, mekan üretimi
1999 depremini yaşadım. Yıkıma hem tanık oldum, hem yardım organizasyonlarında bilfiil çalıştım. Yıkılan evler, çadırkentler, sonrası süreçte hayatını normalleştirmek için çabalayanlardan biriydim. Bu yazıyı da o korkunç yoklukları yeniden yaşamamızın öfkesiyle yazıyorum. İktidar ortaklarının, yani devlet yönetimine çöken, siyaseti kendi zenginleşme ve güç kazanma ereklerinin aracı olan kullanan, nefret dolu tavırları ve perspektiflerini her fırsatta dile getiren, alçaklığın dibinin olmadığını bizlere defalarca ispatlayanların suretleri ve sözlerine önümüze düştükçe, evimizin sıcaklığından, yorgunluktan teslim olduğumuz uykumuzdan, önümüzdeki yemeklerden utanır olduk. Memleketten uzaklarda olsak da hızlıca kendiliğinden örgütlenen yığınla insan, bir anda çoğalan bağış miktarları, açılan kampanyalar hala bir umut parıltısı sunuyor bize. Depremini bölgesindeki yıkımı daha da korkunç hale getiren soğuk ve kaosun yanı sıra iktidarın seçim kampanyasına dönüştürme çabasından kaynaklanan yardımı engelleme girişimleri ise kan dondurucu. Dahası, sınırların bir hiç olduğunu gösteren depreme meydan okurcasına, ve yıkımı fırsata dönüştürürcesine, yıkımların üstüne bomba yağdırmalarını söze dökecek kelime yok.
1999 depreminde, ilk dakikadan itibaren kendi güvenliğimizi alıp, ne olduğuna bakmak için bir araya geldiğimizde mahallemiz bir kamusal alana dönüşmüştü. Birbirimize yardım ediyor, yaralarımızı sarıyorduk. Üşüyenlere battaniye veriyor, aç olanlarla yemeğimizi paylaşıyorduk. İstanbul’un nispeten şanslı bir bölgesindeydim, yakınlarımın sesini duymuştum, ilk saatlerde. Sonra ise uyumadan yollara düştük. Yollarda devlet yoktu, sadece bizim gibi çadır kent kurmak için, enkazlardan insanları çıkarmak için örgütlenenler vardı. Yerleştik bir yere ancak bir süre sonra bir kriz masası kuruldu ve bizi doğru yere yönlendirdiler. Yapılması gerekeni yaptıki yapamadıklarımızı dert ettik ve sonra geri dönmek zorunda kaldık. İçiminde binbir yarayla. Ne yapsak yetmedi, bir nebzeydi katkımız ama yaptık. Yıkımın boyutları açıklanandan kötüydü. Normale dönmedik hiçbir zaman aslında.
Bildiğiniz gibi yemeğin tadının ne olduğunu tuz biber ortaya çıkarır. Politikacıların gafları da onların politik hattını üstüne kurdukları ideolojik referanslarına dair işaretler verir. Merz, Bavyera eyaletindeki Gillamoos panayırında yaptığı konuşmada, “Almanya Kreuzberg değildir, Almanya Gillamoos’tur” demişti. Ben yeni öğrendim, Gillamoos, 700 yıllık tarihi olduğu iddia edilen bir festivalmiş. Almanya politik hattındaki muhafazakar sağ partilerinin güçlü olduğu, göçmenlerin ağırlıklı olarak çalıştığı güçlü bir sanayi ve hizmetler ile AB çapında 7. zengin eyaleti olan Bavyera’yı, Almanya’nın en düşük işsizlik oranına sahip bölgesinin tarihini temsil ediyor yani. Özellikle Almanya gibi ulusal birliğini geç kurup, geç kapitalistleşen ülkelerde bu tür festivaller ile tarih yazımı oldukça önemli. Her iktidar hedefi olan grup, kendine referans alması en uygun tarihi yeniden ve sürekli şekilde yazdığı için bu festivallerin de anlamı sürekli değişiyor. En arkaik ve gerici öğeleri kullanışlı bir yapıtaşı haline geliyor. Festivallerin kültür inşasındaki ve politik hattın temsilindeki rolü ise son derece kurgusal hale bürünüyor.
Kreuzberg neyi temsil eder?
Gillamoos ile Kreuzberg karşılaştırması oldukça tuhaf da kalıyor tabi. Biri Bavyera’yı sağcıların gözünden ideal bir Almanya olarak temsil ederken, Kreuzberg göçmenlik ve suçlarla bir arada tüm Almanya’da sembol olmuş durumda. Osnabrück’te çalışırken, halen Kreuzberg’de olan adresimi yazdığımda çalışma arkadaşımın gözleri büyümüş ve eve giderken korkup korkmadığımı sormaktan çekinmemişti. Sonradan sorunun nedenini anladım, Almanya’da bir suç haberi yapılsa bir şekilde Kreuzberg mutlaka gündeme geliyor, hatta gündemsiz kalan medya Kreuzberg’i temsil eden yerlerden aldıkları görüntülerle polisiye gündelik haberleri paylaşıyorlardı.
Bu duruma son derece aşinayız. Türkiye’de de Taksim’in arka sokakları ve Tarlabaşı büyük soylulaştırma projeleri öncesinde benzer muameleyi görüyordu. Ancak Türkiye’de politika yapan herkes bilir ki politik eylemlerin merkezi de son yıllara kadar aslında burasıydı. Kreuzberg’de önüne etnisite eklenmiş mafyatik çetelerle ana akım medyada anılsa da aslında Berlin’de sokak direnişlerinin merkezinde yer alıyor. Büyük bir direniş, ırkçılık karşıtı eylemlilik ve kent hakkı mücadelesi tarihi var, sadece göçmenler için değil, insanca yaşamanın herkesin hakkı olduğunu düşünen herkes için.
Bu arada birkaç bilgi vereyim, en fazla Türkiyeli göçmenin yaşadığı yer sanıldığı gibi Berlin değil, Kuzey Ren Vestfalya. Türkiyeli nüfus giderek azalırken, 2022’de biraz artmış. Ayrıca Almanya’da örneğin tıp alanında nitelikli emek gücüne olan ihtiyaç çok fazla; zira Almanya’da eğitim görmüş olanların eğilimi başka ülkelerde çalışmak. Yani Almanya’ya çalışmaya gelenlerden daha fazla Almanya’dan başka ülkelere gidenler var bu iş kolunda. Almanya’da Almanya pasaportu taşımayanların oranı ise yüzde 26. Çok çeşitli gruplardan oluşuyor. Aslında zaten Kreuzberg gibi tüm Almanya bir göç ülkesi, sadece göçmenler Almanya’da yaşadığı için değil, Almanya pasaportu sahipleri yurt dışında yaşamaya ve çalışmaya karar verdiği için. Kreuzberg bunun temsili.
Bir başka lacivert!
Merz gibi politikacıların tek rahatsız oldukları da göçmen kimliği değil, Almanya’nın aileci ve sömürgeci dinamikler üzerinden oluşan piyasacı sermaye birikimi politikasını durduran her şey. Bu açıdan hetero-normativite dışı ve dayanışmacı hayat pratiklerini de reklama dönüştürdükleri sürece katlanılabilir buluyorlar. Kreuzberg’in kamusal hayatının, sokaklarının ve gecelerinin renkli ve olasılıklara açık olması da bir başka rahatsızlık kaynağı. Ancak, en üst perdeden dillendirilen bu nefret, ne yazık ki Kreuzberg veya Berlin dahil olmak üzere farklı yoğunluklarda göçmen, queer, görünümü dolayısıyla kategorize edilmeyen açık olanların hayatını bir şiddet çemberine dönüştürebiliyor. Hatta Berlin’de 3 kadının katledildiğini hatırlatmak istiyorum. Mağduru olduğum gündelik şiddet vakalarının da müsebbibinin yine diğer göçmen grupları olarak varsayılması, önümüzdeki en önemli gündemler arasında.
Merz’in tuhaf karşılaştırması ile açığa çıkan göçmen düşmanlığı, her fırsatta kendini Almanya’da gündemi belirliyor. İşin garip yanı, sağcıların Almanya gerçeklerinden haberi yok veya gerçekleri yamultarak kışkırttıkları nefret dalgası üzerinden kazandıkları oy her şeye bedel görülüyor. Bugün bu nefret dilinin sahipleri, başka ülkelerdeki diktatörleri eleştirirken bile aslında kendi gibilere daha geniş siyasi oyun sahası açıyor ve onları da kendileriyle birlikte güçlendiriyor. Merz’in sözlerinin Erdoğan’ın nefret dolu sözlerinden mesafesi ise sandığımız kadar uzun olmayabilir!
İkinci kırılma noktası 2002-2008 aralığında gerçekleşen, Tuzla’daki tersanelerin gemi üretiminde nispeten daha az sofistike olan düşük tonajlı tanker ve balıkçı gemilerinde uzmanlaşması oldu. Böylece kötü çalışma koşulları sayesinde fiyat düşürebildikleri için, dünyanın her yerinden sipariş alır duruma geldiler. Ancak, aynı dönemde iş cinayetleri de büyük artış gösterdi, ayrıca taşeronla üretim, de düzenleme ihtiyaçları ortaya çıktı. En önemli problem olarak Tuzla Tersaneler Bölgesi’nin alınan siparişlerin yoğunluğu karşısında mekansal bir sıkışmanın ciddi bir sorun olduğunu gördüler. ersanelerin büyük bir kent organizasyonu gerektirdiğini yazmıştım: Sadece işçilerin büyük sayılarla çalışması değil, geminin parçalarının üretimi ve montajı için de büyük alanlara ihtiyaç duyar. Tersane deniz/kanal kenarında olmalıdır ama teknolojik gelişmeler sayesinde gemiyi oluşturan parçalar tersanelere yakın başka alanlarda da yapılır. Dolayısıyla çevresinde bir küçük işletmeleri de kümeler ve yolların iyi işlemesine ihtiyaç duyar. Böylece Tuzla Tersaneler Bölgesi artan sipariş için yetersiz kaldı. Elbette bu kadar İstanbul gibi bir büyük kente yakın bölgede artan kiraların, gemi sanayicilerin maliyetini de etkilediği açıktı. Ve üçüncü kırılma noktasını Yalova Tersane bölgesine üretimin kaydırılması olduğunu görmüş olduk. Hükümet mega projelerinden birini daha tüm itirazlara rağmen kalkınma ve ihracat geliri söylemiyle hayata geçirdi. Böylelikle Tuzladan daha kamuoyunun dikkatinden uzak alanlara doğru gemi üretimi taşındı.
Son derece düzenlenmiş bir üretimde kuralsızlık esası
Tersane üretimi görünenin aksine oldukça kurala bağlıdır. Ürün tüm aşamalarda kontrolden geçer ve uluslararası kurumlarca onaylanır ki deniz taşımacılığını sağlayabilsin. Bu bağlamda geminin siparişini verenlerin isteklerini yerine getirmek için işçiler için sertifika alınma zorunluluğu getirildi. Bu emek sürecinin de kontrollü ve düzgün işlemesi anlamına elbette gelmiyordu. Zira çoğunlukla sadece içi boşaltılmış bir prosedür olarak uygulanıyor ve masrafları işçiden çıkarılıyordu. Ayrıca, 2008-9 dönemindeki kampanyada başlayan iş cinayetlerine yönelik kamuoyunda oluşan büyük rahatsızlıklar nedeniyle daha fazla maliyet ve düzenleme gerektiren İSG tedbirlerinin alınması bir ölçüde gerçekleşmişti. Ancak şimdilerde gördüğümüz, yine işsizlik baskısı ile geçici işçiler kişisel koruyucuları kendileri satın alıyorlar ve gittikleri yere taşıyorlar.
Yeni eğilimler
Tersanelerde yapılan üretim montaj üzerine kurulu, yani farklı ekipler bir arada çalışıyor. Zamansal ve mekansal açıdan kaotik ve bu yüzden en kötü çalışma koşullarını bulmak hala mümkün. Tersanelerdeki montaj sürecini betimleyelim; deniz aracının parçaları Tuzla’daki içlerine kadar yayılan irili ufaklı çok sayıda atölyede üretilmektedir. Tersane ise, o atölyelerde ve fabrikalarda üretilen büyük blokların farklı taşeronlar tarafından monte edildiği, işlendiği, boyandığı temizlendiği yerdir. Bu nedenle taşeronları kontrol ve koordine etmek işin esasını oluşturuyor tersane yönetimi için. Tam bu nokta yaşamsal. Zira gemi inşa ve onarımında işçi sağlığı ve iş güvenliği de, ürün kadar çok sayıda farklı taşeronun koordinasyonunu, kontrolünü ve yönetimini gerektirmektedir. Ayrıca, en vasıfsız işler için Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen insanlar kullanılmaktadır. Göçmen işçiler çok daha kötü koşullarda çalışmakta ve bazen iş kazalarında öldüklerinde isimlerini görmekteyiz.
Canı hiçe sayan koşullarda çalışmak
Dahası tersanelerin iş cinayetleri ile gündeme geldiği dönemlerden bugüne istihdam 4 kat artmış görünüyor ve işe bağlı yaralanmaları ve meslek hastalıkları daha görünmez olmakla birlikte iş cinayetleri katlanmış, 2008 yılında 22 işçi, 2013 yılında 18 işçi ekmeğini kazanırken iş cinayetine kurban gitmiş, 2022 yılında ise 43. Tersane sermayedarları ülkeye kazandırdıkları döviz ve aldıkları siparişlerin patlamasıyla övünürken, iş cinayetleri de hız kesmemiş görünüyor. Ayrıca bu iş kolunda örgütlenen iki sendikadan biri de bu kirli iş ve ticaret ilişkisinin bir parçasıydı. Ancak bu dönemde çok güçlü bir kampanya Limter-İş öncülüğünde örgütlendi ve sonuç olarak, pek yeterli olmasa da 6331 sayılı İSG Yasası yürürlüğe girdi. Ayrıca o dönemden beri Türkiye’deki tüm iş kazalarını ve meslek hastalıklarının dokümantasyonunu yapmak üzere İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSİG) Meclisi örgütlendi. Bu meclisin yıllık raporlarına göre, 2013 yılından 2022 yılı sonuna kadar gemi, tersane, deniz, liman iş kolunda en az 283 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Zira kampanyanın gerçekleştiği dönemde bile, az sayıdaki tersane düzgün bir organizasyon ve standart taşeron işine öncelik veriyordu, bugün gündem bile değil. Elbette bu rakamlar gazetelerden ve işçilerin kendilerinden aktarılan haberlerden toplanıyor. Ne yazık ki bu alanda Türkiye’de istatistik tutacak ve güçlü önlemler alacak başka bir yapı yok.
Taşeronluk neden sorun?
En önemli sorun güvencesiz ve sürekliliği olmayan bir iş olması. Yani bir tersanede üretim sipariş ile örgütleniyor. Gelen siparişin biçimine göre işçi ve malzeme ihtiyacı planlanıyor. Doğrudan tersanede çalışan işçiler, farklı beceri kategorilerinde. Eğer pahalı bir makine kullanacaksanız, makine tersaneye aitse o işçinin makineye aşina olması lazım. O işçi kadrolu ve çoğu kez sendikalı olarak çalışıyor. Bu makine ve malzeme taşeronun da olabilir. O halde taşeronun nispeten sermaye biriktirmiş bir “çözüm ortağı” olarak pozisyon aldığını görüyoruz. O taşeron da hemşeri veya paternalist ilişkilerde göre değil, malzemeyi harcamayacak bir formel eğitimden geçmiş sürekli çalışacağı işçiyi istihdam ediyor. Ancak diğer taşeronlar, geçici. Çoğu kez deneyimli işçilerin, kendine çevre yapınca köyünden işçi bulup taşeron olduğunu görüyoruz. O taşeronluk biçimi, işçilik-işsizlik-patronluk döngülerinin içinde. Bu taşeronların işçilerinin çalışma koşulları çok kötü. Çünkü işi bilmenin dışında bir işletmenin yasıl yürüyeceğini bilmeme ve paternalist ilişkinin sömürüsü de işin içine giriyor. Zincirleme bir sömürü bu. Tersane işi parça başı olarak fiyatlandırıyor. Taşeron işi zamansal bir maliyetle yapıyor. Planlanandan daha kısa zamanda biterse taşeron planlanan karı dışında bir kazanç elde ediyor ama bu nokta ölümcül. Zira işçilerin planlanandan hızlı çalışması, üretim alanını son derece riskli hale getiriyor. İncelediğimiz pek çok iş cinayetinin sebebi de bu sömürü zinciri.
Üretim alanında her şey politiktir
Erdoğan iktidarı dönemi oldukça uzun. Dolayısıyla hiçbir zaman işçi dostu olmadığını iddia edecek kadar elimizde veri var. Ancak özel olarak büyük kamu yatırımı projeleri yoluyla sermayedarların bir kısmına zenginleşmenin ve sektörde oligopolistik bir güç sahibi olmanın yolunu açtığı da açık. Tersanelerde de böyle bir durum var. Ne yazık ki en ciddi iş suçlarında bile işletmelerin sahiplerinin cezalandırılmadığını görüyoruz. Zaten sömürü gibi suç da zincirleme. Böyle olunca o paternalist ilişki ağı, nasıl ki işi örgütlemenin yolu ise suçu örtmenin de yolu oluyor. Yani suç zaten mağdur işçinin dikkatsizliği olarak görülüyor. Erdoğan döneminde en önemli sorun hukukun mağdur ve failin kim olduğuna göre işlemesi. Bu ne yazık ki işyerindeki deneyimlenen güvencesizliğin üstüne bir de toplumsal katmanlara göre deneyimlenen güvencesizlikleri kattı. Sermayedarlardan yana suç ortaklığı yapan sendikacıları siyasette söz sahibi artık. İşçi yanlısı sendikacıları ise hedef haline getirdi. Ayrıca kentlerdeki ortak alanların ve ekolojik nedenlerle korunan alanların da bu sermayenin yararına tahrip edilmesi, işgal edilmesine yol açtı. Haksızlığa uğradığında adalete ulaşmak özellikle bir işçi için en uzak ihtimale dönüştü. Elbette en önemli sorunlardan biri de işçi sınıfının örgütlü gücünü kıran ulusalcı, İslamcı söylemler de işçilerin kriminalize edilmesi ve dışlanmasında rol oynuyor. Aslında suçun olağanlaşması hali, işyerlerinde baskıyı ve hak gaspını mümkün kılıyor. Örneğin camilerdeki cuma vaazlarında imamlar bile işçi haklarına saldırıp, sermayeyi kutsayabiliyor. Bunların hepsi işçileri yalnızlaştırıcı. Bir de dil bariyeri olan bir göçmen işçi olduğunuzu düşündüğünüzde gerçekten cehennemden farksız bir gündelik hayat.
Bildiğiniz gibi yemeğin tadının ne olduğunu tuz biber ortaya çıkarır. Politikacıların gafları da onların politik hattını üstüne kurdukları ideolojik referanslarına dair işaretler verir. Merz, Bavyera eyaletindeki Gillamoos panayırında yaptığı konuşmada, "Almanya Kreuzberg değildir, Almanya Gillamoos'tur" demişti. Ben yeni öğrendim, Gillamoos, 700 yıllık tarihi olduğu iddia edilen bir festivalmiş. Almanya politik hattındaki muhafazakar sağ partilerin güçlü olduğu, göçmenlerin ağırlıklı olarak çalıştığı güçlü bir sanayi ve hizmetler ile AB çapında 7. zengin eyaleti olan Bavyera, Almanya’nın en düşük işsizlik oranına sahip bölgesi.
Gillamoos ile Kreuzberg karşılaştırması oldukça tuhaf da kalıyor tabii. Biri Bavyera’yı sağcıların gözünden ideal bir Almanya olarak temsil ederken, Kreuzberg göçmenlik ve suçlarla bir arada tüm Almanya’da sembol olmuş durumda. Osnabrück’te çalışırken, halen Kreuzberg’de olan adresimi yazdığımda çalışma arkadaşımın gözleri büyümüş ve eve giderken korkup korkmadığımı sormaktan çekinmemişti. Sonradan sorunun nedenini anladım, Almanya’da bir suç haberi yapılsa bir şekilde Kreuzberg mutlaka gündeme geliyor, hatta gündemsiz kalan medya Kreuzberg’i temsil eden yerlerden aldıkları görüntülerle polisiye gündelik haberleri paylaşıyorlardı.
Bu duruma son derece aşinayız. Türkiye’de de Taksim’in arka sokakları ve Tarlabaşı büyük soylulaştırma projeleri öncesinde benzer muameleyi görüyordu. Ancak Türkiye’de politika yapan herkes bilir ki, politik eylemlerin merkezi de son yıllara kadar aslında burasıydı. Kreuzberg’de önüne etnisite eklenmiş mafyatik çetelerle ana akım medyada anılsa da aslında Berlin’de sokak direnişlerinin merkezinde yer alıyor. Büyük bir direniş, ırkçılık karşıtı eylemlilik ve kent hakkı mücadelesi tarihi var, sadece göçmenler için değil, insanca yaşamanın herkesin hakkı olduğunu düşünen herkes için.
Merz gibi politikacıların tek rahatsız oldukları da göçmen kimliği değil, Almanya’nın aileci ve sömürgeci dinamikler üzerinden oluşan piyasacı sermaye birikimi politikasını durduran her şey. Bu açıdan hetero-normativite dışı ve dayanışmacı hayat pratiklerini de reklama dönüştürdükleri sürece katlanılabilir buluyorlar. Kreuzberg’in kamusal hayatının, sokaklarının ve gecelerinin renkli ve olasılıklara açık olması da bir başka rahatsızlık kaynağı. Ancak, en üst perdeden dillendirilen bu nefret, ne yazık ki Kreuzberg veya Berlin dahil olmak üzere farklı yoğunluklarda göçmen, queer, görünümü dolayısıyla kategorize edilmeyen açık olanların hayatını bir şiddet çemberine dönüştürebiliyor. Hatta Berlin’de 3 kadının katledildiğini hatırlatmak istiyorum. Mağduru olduğumu gündelik şiddet vakalarının da müsebbibinin yine diğer göçmen grupları olarak varsayılması, önümüzdeki en önemli gündemler arasında.
Merz’in tuhaf karşılaştırması ile açığa çıkan göçmen düşmanlığı, her fırsatta Almanya’da gündemi belirliyor. İşin garip yanı, sağcıların Almanya gerçeklerinden haberi yok veya gerçekleri yamultarak kışkırttıkları nefret dalgası üzerinden kazandıkları oy herşeye bedel görünüyor. Bugün bu nefret dilinin sahipleri, başka ülkelerdeki diktatörleri eleştirirken bile aslında kendi gibilere daha geniş siyasi oyun sahası açıyor ve onları da kendileriyle birlikte güçlendiriyor. Metz’in sözlerinin Erdoğan’ın nefret dolu sözlerinden mesafesi ise sandığımız kadar uzun olmayabilir!
Kabaca bir sınıflandırma yaparsak küresel Güney’de üretilen bu gıdalar küresel Kuzey’de alıcı bulur. İşte bu gıdalardan biri domates. Domatesin yolculuğu, çekirdekten konserveye dünyanın pek çok yerinde (genelde küresel Güney’de) seralarda veya tarlalardaki mevsimlik tarım işçilerinin muazzam ölçüde kötü koşullarda çalıştırılma yoluyla en ucuz ve esnek koşullarda kullanılan ellerinden çıkar, marketin kasiyerinin elinde sadece piyasa değerini belirleyen kilogram fiyatını hesaplayan ellerinde yolculuğunu tamamlar.
Domatesin yolculuğunda çok katman var: Küresel tohum kısıtlarından ve iklim değişiklikleri ile topraksızlaşmadan, uluslararası rekabete, işçi haklarına ve ücretlerine uzanan yol, aynı zamanda mesafeleri mümkün kılan teknolojik taşımacılık ve gıda saklama teknolojilerindeki dönüşümlere, ilkel sömürü biçimleri ile iç içe geçmiş ırkçı ve cinsiyetçi emek süreçlerine, göçmenlik ve yoksulluğun kadınlaşmasına da uzanıyor.
Küresel ölçekte gıda alanında sermaye birikimini mümkün kılan yapısal koşulların mimarları (mesela çok uluslu şirket yöneticilerinin yanı sıra sözleşme yaptıkları üretici ve perakendecilerin yöneticileri) giderek küreselleşen gıda sistemini cinsiyetçilik, ırkçılık ve sınıfçılığın tarihsel ve kültürel uygulamaları üzerine inşa ettikleri, yoksulları, beyaz olmayanları, yerli halkları ve kadınları gıda zincirinde en marjinal işlere iterek döngülerini sürdürür ve elbette karlarını arttırıp yoksulluğu ve açlığı büyüterek. Türkiye Bergama’da bir kapitalist büyük çiftliklerden biri olan Agrobay Seracılık bu sistemin küçük mimarlarından biri. Ucuzluk marketi olarak bilinen LIDL’a üretim yaparak bu sistemin hakları arasında yer alıyor. Agrobay tarım işletmesinin adını bilmemizin nedeni ise, işletmenin muazzam lezzetli domatesleri değil, sendikalaştığı için işten çıkardığı kadın işçilerinin direnişi. Agrobay, işçilerin sendikaya üye olduğunu fark eder etmez, 39 işçisinden 31’ini “Kod 46” olarak anılan yüz kızartıcı suç işlemek iddiasıyla, yani "işverenin güvenini kötüye kullanmak, doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlar" gerekçesiyle işten atmış. Bu madde aynı zamanda işten atılanların bir daha işe giremeyeceği şekilde sicillerine de işleniyor. İşverenin tavrının özeti ise kendisinin şu cümlesinde bulunabilir: "Burada birileri kahraman olmak, birileri de kolaydan para almak istiyor"
Halbuki işçilerin aktardıkları çok farklı. İşyerinde sistematik amir baskısına maruz kaldıklarını, ağır işlerde eksik ekipmanlarla çalıştıklarını, maaşların düzensiz ödendiğini, iş kazalarının gizlendiğini ve bunlar karşısında sendikalaştıkları için işten çıkarıldıklarını söylüyorlar. Bir kısmı sendikalı olmuş, bir kısmı sendikalı olduğu için işten atılan arkadaşlarına destek olmuş. İşyerlerinde ağır baskı ve hakaretlerle çalışmaları yetmiyormuş gibi işsizlik sopasını sıkça sırtlarında hissetmişler. Üstelik tarım üretimi için kullanılan kimyasalları gerekli iş güvenliği araçları olmaksızın uygulamışlar. Sera ortamının 50 dereceye varan korkunç sıcağında da işlerinin başından ayrılamamışlar. Üstelik sigortaları eksik ödenmiş, maaşlarını düzensiz almışlar. Bozuk işçi servislerinde her gün kaza geçirme endişesi ile işe gidip gelmişler. Dahası bugünlerde polis şiddetine ve gözaltı gibi baskılara maruz kalıyorlar ve hala mücadele ediyorlar.
Agrobay işçilerinin mücadelesi bugün sadece yerel br sömürüyü işaret etmiyor, aynı zamanda kilometrelerce uzaktakileri de muazzam ölçüde ilgilendiriyor. Bu direniş bize mekansal uzaklığa rağmen esnek ve güvencesiz üretim sayesinde ucuzluk marketlerinin raflarında bulabildiğimiz iyi ürünlere dair bir sorumluluk yüklerken aynı zamanda küresel bağlantılar aracılığıyla ürünün kendi pazar çantamıza ulaşmasına kadarki tüm emek sürecinin de bir bütün olduğunu gösteriyor. Bu kadın işçilerin çoğu için gıda sistemindeki yarı veya tam zamanlı, mevsimsel veya sürekli çalışma, diğer ücretli işlerde veya kayıt dışı sektörde yarı zamanlı çalışmanın yanı sıra ailelerine bakmak için kadınların durmak bilmeyen ücretsiz ev işleriyle birleşmektedir. Esnek işgücü stratejileri bu kadınları, mevsimler başlayıp biterken ve vardiyalar genişleyip daralırken, zamanlarını ya da günler, haftalar ve aylar boyunca tüm emeklerini yeniden düzenlerken, kendilerine bağlı olanlar için ekmek getiren konuma getirirken, evlerde de sağlıklı beslenmenin aracısı kılar kadınların emeğini.
Feministlerin bu mücadeleye destek olmasının nedeni de işte bu bağlar. Bu bağlar bizleri, geleceğe bağlar.
*Röportajlar için linkler: https://www.bbc.com/turkce/articles/cl7xwg72zgqo, https://www.evrensel.net/haber/500273/agrobay-iscileri-istanbuldan-seslendi-haksizliga-boyun-egmedik-isten-atildik
Başlığa esin veren çalışma: Barndt, D. (2001). On the Move for Food: Three Women Behind the Tomato’s Journey. Women’s Studies Quarterly, 29(1/2), 131–143. http://www.jstor.org/stable/40004613
İtici faktörler kişilerin kendi yaşadıkları ülkede yaşamaktan vazgeçmelerinin nedenleridir. Çekici faktörler ise göç edilen ülkenin göçmenlere sunduğu avantajlardır. Genelde göç kararı bu iki kuvvetin bileşkesinde oluşur. Göçün nasıl ve neden gerçekleştiğinin ardındaki itici güçler doğası gereği karmaşıktır. Ekonomik, sosyal ve politik pek çok nedenle kişiler gitmeye ve kalmaya karar verebilir, der göç literatürü ancak bu nedenler yeterli değildir. Zira kişiler sadece rasyonel kararlar veren “homo-economicus”’lar değildir. İnsanların aileleri, politik mücadele hedefleri, umutları ve hayalleri, korkuları ve zaafları; hatta toprakla, denizle, kentle, dağla, taşla, yemekle kurdukları ilişki ve aidiyetler bile bu yukarıdaki soğuk kategorilerden daha önemli olabilir.
Göç, genellikle dünya çapında daha az gelişmiş ülkelerden daha gelişmiş ülkelere ve bölgelere doğru, refah aralığı boyunca yürür. Daha iyi yaşam ve iş için bir başka ülkeye göç etmek, bugün yüksek gelirli ve düşük gelirli ülkelerin hiyerarşideki yerini korumasına neden olsa da bu ülkelerdeki sağcılar tarafından adlandırılması farklı. Piyasalaşma ve neoliberal çıkmazlardan kaynaklanan tüm sosyal refah kayıplarının suçunu kendilerinden göçmenlere yıkmanın bir zemini. Refah uçurumunu giderek açmak ama yine de göçmenlere bu paydan daha az aktarmanın, yani bir iç sömürge yaratmanın da. İşin tuhaf yanı göçmenin mazlum mu yoksa nankör mü olduğu sadece göçmenin nereli olduğu sorusuyla bağlantılı değil, aynı zamanda politik görüşleri olup olmamasına da bağlı. Aynı zamanda göçmenlerin göç etme nedenleri ortadayken, kendi toplumlarınca da “mücadeleden kaçtıkları” gibi bir suçlama ile karşılaşmaları ve borçlu hissettirilmeleri de fail ile mağdurun yerini değiştirme riski taşıyor.
Dahası, özellikle iklim değişikliği kaynaklı kuraklıklar ile tarımsızlaşmanın da savaş ve diğer politik baskı gibi yerinden edilen kitleler yaratmaya devam ediyor. Bugün de geçmişte olduğu gibi yollarda pek çok insanın ölmesi, becerilerinden yoksunlaşması, dilsizleşmesi, toprağından kopması anlamına geliyor. Varlıklarına el konularak zorla sürülen nüfuslar hala pek çok ülkenin yüzleşmesi gereken tarihlerin asli yarası ve insanlık suçu. Bu nüfusların dünyaya dağılan varlıkları sayesinde bu yara hala söz konusu kararı veren imtiyazlıları rahatsız ediyor, ki bu nesilden nesile hem imtiyazların hem de utancın miras kalmasına neden oluyor.
Refah uçurumu gibi güvence uçurumu da bir diğer göç nedeni. İşin ironik yanı, hem kurumsallaşmış ırkçılık hem de piyasalaşma nedeniyle güvence arayışında daha da güvencesizleşme ile karşılaşan göçmen sayısı giderek artıyor. Özellikle iltica ve evlilik yoluyla göç ise insanı pişman edecek büyüklükte bir şiddet döngüsünü, içinde barındırıyor. Türkiye’den son dönem göç edenlerle yapılan röportajlara baktığımda göçmen tüm olumsuzluklarına ve göçün tüm olası kayıplarına karşın Türkiye’den gitme kararı vermek, Türkiye’deki umudun kırılması daha doğru ifadeyle, varolan koşullara karşı mücadelenin zayıflaması ile ilgili. Elbette burada bir yumurta tavuk ikilemi de var. Zira Gezi dönemi ve ardından barış sürecinde pek çok insan Türkiye’ye ve mücadele etmek istediği kentlerine yeniden dönmek için özel çaba harcamıştı. Belki de göçmenleri suçlayıcı dilde konuşmak, sağcıların “ya sev ya terket” veya “Auslander Raus!” sloganındakinden farklı anlamda olsa da mağdur suçlayıcılığa düşme tehlikesini içerdiğini ve bunlardan önce mücadelenin gidişatını konuşmanın acil olduğunu unutmamak gerekiyor.
Kerpiç evler, bugünün ekolojik bir alternatif olarak mimarların gündeminde yer etse de bizim gündemimize bir fotoğraf karesi ile girdi. Bir cenaze bir bayrak ve iki adam, sıvasız bir evin balkonundalar fotoğrafta. Fotoğrafın etrafındaki tüm söylemde ise şehadet kelimesini buluyoruz. Sanki gizlice bir ödül verilmiş gibi. Hatta gözlerinde parlak bir fikir bulmuş olmanın parıldaması ve “doğru tarafta” yer aldığını bilmenin özgüveni ile bir adam şöyle diyor, Twitter’da çok paylaşılan ve yorum yapılan videosunda: “Allah o evlere şehitlik gibi rütbe nişanı nasip etmiştir. Kusura bakmayın, şehadet öyle giydirmeli cepheli olan 20-30 milyon ederi olan büyük sitelerden, lüks evlerden çıkmıyor maalesef” diyor ve bu evlerin asıl zenginliğe sahip olduğunu, yani “bu evlerin içinde mertlik var, bu evlerin içine din var, iman var ahlak var, vatan sevgisi var, fedakarlık var…“ cümleleri ile şaşmaz bir vatan millet Sakarya edebiyatını tamamlıyor.
Fotoğrafta ev kerpiç değil ama sıvasız. Fakirliğe katlanmanın, sömürüye ses çıkarmamanın, her tür şiddete maruz kalmaya razı gelmenin, hatta sömürgecilerin savaşına kurban edilmenin bedeli olarak şehadet tüm dinlerin aralarında uzlaştığı konular arasında. Zira bu evlerde ve pek çok site içindeki apartman dairesindeki gibi hayat nasılsa ölüm de öyle geliyor. Hayat olağanüstü koşullarda ve yokluklarla bir arada olduğu için , ölüm de hayatın olağan akışını darmadağın eden yerde çıkıp geliyor. O evlerde ertesi gün ne yiyeceği, nasıl ısınacağı, kirayı nasıl karşılayacağı, çocuğunun beslenme çantasına ne koyacağı, gündeliğe gittiği evin yeniden çağırıp çağırmayacağı, işçi pazarında seçilip seçilmeyeceği, borcu nasıl erteleyeceği gibi sorunlar gündelik yaşanırken; ölüm de tarlada çalışmak üzere yollarda, inşaatta, şantiyede, fabrikada, işçi servisinde, kargoyu taşıdığı motosikletinin üstünde, başkasının kirini temizlemek üzere çalıştığı evinin camında buluyor.
Cümlelerin sahibinin fakirlik ve zenginlik edebiyatındaki ayrım, kerpiç evler ve siteler olsa da, bugün yoksulluk böylesi bir ayrım gütmüyor aslında. Kentsel dönüşüm nedeniyle giderek yükselen binalarda oturanlar da, son derece yoksul bir hayat sürecek zorunda kalabiliyor. Dahası şaşırtıcı olmayacaktır ki “vatan millet Sakarya” edebiyatını yapanlar, birden zenginleşerek yüksek fiyatlarla bahsettikleri giydirilmiş binalarda şehadetten yoksun ama ekonomik olarak son derece zengin hayatlarını, bu, yoksulların sömürüldüğü, yoksun bırakılarak şiddete razı edildiği ve ödül olarak da sadece ölümün gösterildiği sermaye döngüsünden elde ediyorlar. Onların emek sömürüsünün üzerinde, o sömürüyü kendilerinin dahi inanmadığı ölçüde çığlık çığlığa ortalığı inlettikleri ırkçı ve dinci hezeyanlarla örtmeye çalışıyorlar. Öyle ki bu yoksulluk ve şiddet ortamında kayıp üstüne kayıp, endişe üstüne endişe, çaresizlik üstüne çaresizlik yaşayanların öfkelerini sürekli bir nefret objesi yaratarak yönetmeye çalışıyorlar. Barış diyenleri terörle, yoksulluk diyenleri ihanetle, özgürlük diyenleri sapkınlıkla ve adalet diyenleri yalancılıkla suçlamaları bundan. Böylesi bir çarpıtma, üstüne oturdukları herşeyi kaybetme korkusundan, zira tüm zenginlikleri ve güçleri, kendi yağma ve talan düzenlerinin sürmesine bağlı. Bu döngüyü kırmak bu yüzden yaşamsal!
Videoyu alta monteliyorum, bunu izleyecek vaktiniz varsa, sunumla [indir] birlikte takip edin. Daha fazla ayrıntı için, bildiriyi [indir] açın."
INFORMATION
Host institution: Osnabrück University Department, IMIS (Institute for Migrationsforschung und Interkulturelle Studien), IMIB, Geschlechterforschung (4 ECTS)
Online class time: Wednesdays 12:00-14:00 CET
Duration: 14 weeks (12th of April -12th of July 2023)
Language: Turkish-English (B2 level of Turkish mandatory)
Register Status: Open
ABOUT THIS COURSE
The course aims to discuss throughout various theoretical and methodological works to the intersecting studies of migration, gender, race, and class dimensions in the context of critical food studies and spatial-politics; targets to imagine about how we can build a gender-equal, emancipatory and solidaristic kitchen and table practice, by fusing the intimidating forms of power relations in the kitchen triangle. Thus, by considering food as an anchor for tracing the transformation of social relations and the kitchen as a nodal point, we can perhaps open a new space for a definition of value that takes care work into consideration.