Öz Bu makalede kavramların anlam bakımından boşalması ile gerçeklik hissinin yitirilmesi arasında... more Öz Bu makalede kavramların anlam bakımından boşalması ile gerçeklik hissinin yitirilmesi arasında, terimleri Kant düşüncesi çerçevesinde ele alarak bağlantı kurmaya çalışacağız. Filozoflar, hatta yanıltıcı doğası nedeniyle hissetme yetisine hiç güvenmeyenler bile bu yetide göz ardı edemeyecekleri bir şey bulmuşlardır. Hisleri bilginin tek kaynağı olarak gören ampirist filozofları ayrı tutarsak, Kant'ın hissetmeye yönelik tutumunu, bir bilme yetisi olarak hissetmenin itibarını iade etme diye tarif etmek haddini aşan bir ifade olmayacaktır. Kant'a göre hissetme, düşünme yetisi kadar değerli ve kaynak teşkil edici bir bilme yetisidir. Bu makalede, hissetme yetisini vazgeçilmez kılan şeylerin, his ile ilgili tek şüphe götürmez şey olan her hissin tekliği ile genel olarak kabul edildiği gibi irademizden bağımsızlığı olduğunu tespit edeceğiz. Kant'a göre gerçekliğin ne olduğunu ve insan bilgisi bakımından nasıl sadece tezahürlere sınırlandığını açıkladıktan sonra, bir kavramın kapsamı (veya küresi) ile içeriği arasında yaptığı ayrımı ve içeriğin kapsam genişledikçe daralmasını değerlendireceğiz. Son olarak ise, bu ayrımdan hareketle 'sanal gerçeklik' olarak kullanıldığında gerçeklik kavramının boşaldığını, anlamını yitirdiğini öne süreceğiz. Abstract In this essay, we will try to construct a relation between concepts' becoming empty of sense and loss of the sense of reality by taking each term in its Kantian sense. Throughout history, philosophers, even who do not lay much trust on sensibility due to its misleading nature, find something indispensable in it. If we let aside empiricist philosophers who take sensibility to be the sole source of cognition, it will not be extravagant to characterize Kant's approach as the restitution of the dignity of sensibility as a faculty of knowing, which is as equally valuable and original as the faculty of thinking. We will argue that what makes sensibility indispensable is what is indubitable in sensation, that is, its uniqueness and also, as a generally accepted fact, its independence from our will. After explaining what reality is according to Kant and how it is restricted to mere appearances in so far as human cognition is concerned, we will elaborate the distinction he makes between the extension (or sphere) of a concept and its content, and how the content diminishes due to the expansion of the concept's extension. Finally, depending on this distinction, we will argue that the concept of reality is emptied and denuded of sense when it is employed in the expression "virtual reality."
Öz
Descartes düşünme tarzlarını genel olarak idrak etme ve murat etme olmak üzere tasnif eder... more Öz Descartes düşünme tarzlarını genel olarak idrak etme ve murat etme olmak üzere tasnif eder. Arzulama ve kaçınma ile hüküm vermeyi murat etme başlığı altına yerleştirir ve idrak etmeden kesin olarak ayırır. Brentano kendi çağdaşlarının Descartes'ın tasnifinden ilham alarak geliştirdikleri görüşleri reddetmeye çalışır ve tasnifi yanlış anladıklarını öne sürer. Descartes'ın metinlerinde konuyla ilgili olarak yer alan ifadeleri, hükmetme ile murat etme arasındaki bağlantıyı zayıflatacak şekilde yorumlar. Bunu yapmasının nedeni doğruyu da tıpkı yanlış gibi hükümde bulması, hükmün iradenin fiili olmadığını öne sürerek, doğru ile yanlışın iradeye bağlı olmasının önüne geçmeye çalışmasıdır. Bu yazıda Brentano'nun, Descartes'ın idrak ile hükmetmeyi karşı çıkılamayacak açıklıkta ayıran ifadelerini bir yana bırakıp, kendi konumunu Descartes'a mümkün olduğunca yaklaştırmak için, hükmetme ile diğer iradi faaliyetler arasındaki farkı nasıl yorumlamaya çalıştığını ve kendi yönelimsel bilinç anlayışından kaynaklanan bu yorumun Descartes'a tamamen aykırı olduğunu göstermeye çalışacağız. Abstract Descartes classifies the modes of thinking generally as understanding and willing. He considers desire, aversion and judgement under willing and as such he distinguishes them sharply from understanding. Brentano tries to refute some of his contemporaries’ views which have as basis Descartes’ classification. For this aim, he asserts that these views depend upon a misunderstanding of Descartes’ related texts. He interprets these texts in a way to loosen the relation between judging and willing. The reason behind this attempt is Brentano’s own conception of truth according to which truth, as well as falsehood, is in judgements. His aim in trying to establish his thesis that judging is not to be seen as an act of will is to prevent himself from falling a position which would relate truth and falsehood to will rather than understanding. In this paper, we aim to show that Brentano tries to disregard Descartes’ view which clearly distinguishes understanding and judging, and to explain how he interprets the distinction between judging and other acts of will in a way to make his own position closer to that of Descartes in so far as he can and how this interpretation which spring from his own intentional conception of consciousness is in complete opposition to that of Descartes.
At first glance there appears no important distinction between Aristotle’s and Avicenna’s definit... more At first glance there appears no important distinction between Aristotle’s and Avicenna’s definitions of the soul. The differences between their conceptions of the soul can be investigated through taking into account the different meanings of the terms involved in their definitions of the soul. Avicenna aims to make clear the points which remain problematic or ambiguous in Aristotle’s analyses. The differences manifest themselves in their evaluations of self-consciousness. In Aristotle, a consciousness that is not the consciousness of another thing is at least problematic. According to Avicenna, on the other hand, such a consciousness is necessary. The separation of the soul from the body on substantial level makes it possible to open a place for a consciousness that is not the consciousness of another thing. One of the necessary consequences of the distinction between the body and the soul is the distinction of inner sense and outer sense, which has no counterpart in Aristotle. Avicenna aims to solve some problems and to eliminate ambiguities concerning the common sense (koine aisthesis), the imagination (phantasia) and the awareness as the distinguishing (krinein) faculty. Outer senses are subject to the common sense and all inner senses including the common sense are subject to the estimation (wahm) as the uppermost faculty of sensibility. The estimation is a faculty of judgment which also includes to a large extent Aristotle’s opining (doksa). Due to the dominance of the estimation upon others sensible faculties, all sensible consciousness is representational. In this paper we shall examine how the outer sensibility and the inner sensibility can both be apperceptive faculties. Then, we shall argue respectively that not only human sensible consciousness as the apprehension of sensible representations and significations (mana) but also the understanding as an apperceptive faculty which can be called pure, being independent from sensations with respect to its content, is also subject to the conditions of judging activity since it is still a consciousness of a representation or a signification. In connection with this fact, we shall also argue that it is necessary to consider a distinction between pure understanding and pure intellection, and the pure intellection is basically self-consciousness and this consciousness is the ground of all reflective activities.
İbn Sînâ’nın ruh tanımı ile Aristoteles’inki arasındaki görünürde önemli bir fark yoktur. Ruh anlayışlarındaki farklar tanımlarda geçen terimlerin farklı anlamları dikkate alınarak incelenebilir. İbn Sînâ, ruh söz konusu olduğunda özellikle Aristoteles’in analizlerinde problematik veya belirsiz kalan noktaları aşmayı sağlayacak düzenlemeler yapmayı hedefler. İkisi arasındaki farklar ben bilinciyle ilgili değerlendirmelerinde ifadesini bulur. Aristoteles’te başka bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç en azından problematiktir. İbn Sînâ’ya göre ise böyle bir bilinç zorunludur. Ruh ile cismin/bedenin cevher düzeyinde ayrılması başka herhangi bir şeyin bilinci olmayan bir bilince yer açılmasını sağlar. Ruh ile cisim/beden arasındaki ayrılığın zorunlu sonucu ise Aristoteles’te olmayan dış his ve iç his ayrımıdır. İbn Sînâ bu ayrım sayesinde ruhun faaliyetleri olarak müşterek his (koine aisthesis), tahayyül (phantasia) ve ayırt etme (krinein) ile ilgili sorunları ve belirsizlikleri aşmayı hedefler. Dış hisler müşterek hisse, müşterek his de dahil olmak üzere tüm iç hisler en üst hissetme kuvvesi olarak vehmetmeye tabidir. Vehim kuvvesi Aristoteles’teki zannetmeyi de (doksa) büyük ölçüde içeren hüküm kuvvesidir. Vehim kuvvesinin diğerleri üzerindeki hakimiyetine bağlı olarak tüm hissî bilinç temsilidir. Bu çalışmada İbn Sînâ’da dış ve iç hissetmelerin nasıl aynı zamanda idrak olabildiklerini inceleyeceğiz. Bundan sonra, sırasıyla insanın sadece hissî suret veya manaların edinilmesi olarak hissî bilincinin değil içeriği bakımından histen bağımsız olması nedeniyle saf denilebilecek idrakinin dahi bir suret veya mananın idraki olması nedeniyle hükmün şartlarına tabi olduğunu, bu nedenle saf idrak ile saf akletme arasında fark gözetilmesi gerektiğini, saf akletmenin ben bilincinden ibaret olduğunu, bu bilincin reflektif olmak zorunda olan tüm diğer bilinç faaliyetlerine zemin teşkil ettiğini öne süreceğiz.
Kant’s theoretical and practical thoughts are both grounded on the hypothesis that “Knower determ... more Kant’s theoretical and practical thoughts are both grounded on the hypothesis that “Knower determines known” and on the acceptance that “Sensibility and understanding are two different cognitive faculties”. On the basis of this hypothesis Kant claims that those which can be known are not things in themselves but their appearances. Apperance is the representation which is received in conformity with a priori forms of sensibility; i.e., space and time. In this essay, it is claimed that within the limits of Kantian framework, not only things in themselves but also their appearances cannot be known. Understanding, as a faculty of thought and therefore of judgement, can become conscious of appearance only in accordance with its own categories. The difference between the faculty which receives apperance and the faculty which becomes conscious of it, is the reason of the latter’s being unable to access the appearance as appearance.
Kant’ın hem teorik hem pratik düşüncesi “Bilen bilineni belirler” hipotezini ve “Hissetme ile müdrike iki ayrı bilme yetisidir” kabulünü temel alır. Kant bu hipoteze bağlı olarak şeylerin kendilerinin değil ancak tezahürlerinin bilinebileceğini iddia eder. Tezahür hissetme yetisinin a priori formları olan uzay ve zamana uygun olarak alınan temsildir. Bu çalışmada, Kant’ın çizdiği sınırlar dikkate alındığında, tıpkı şeylerin kendileri gibi tezahürlerinin de bilinemeyeceği öne sürülüyor. Bir düşünme, dolayısıyla hüküm verme yetisi olarak müdrike, tezahürün bilincine ancak kendi şartları olan kategorilere göre varabilir. Tezahürü alan yeti ile bilincine varan yetinin ayrı olması, bilincin tezahüre tezahür olarak erişememesinin nedenidir.
According to Descartes, we reach to self-consciousness not through a deduction but through an int... more According to Descartes, we reach to self-consciousness not through a deduction but through an intuition. The expression “I think (therefore) I am (I exist)” should not be taken as an argument. Considering it as an expression of an intuitive knowledge will be consistent in view of Descartes’ system of thought. That what makes possible to assert that we are conscious of ourselves through intuition is Descartes’ conception of substance according to which, in respect of self-consciousness, that which thinks, thinking and which is thought are same. Distinctions among them are not real; they are only different in thought.
Descartes’a göre tüm diğer bilgilerin zemininde yer alan ben bilincine türetmeyle değil görüyle ulaşılır. “Düşünüyorum, (o halde) varım (benim)” beyanı, bir argüman olarak ele alınmamalıdır. Bu beyanın, görüsel bir bilginin ifadesi olarak değerlendirilmesi, Descartes’ın düşünce sisteminin bütünü bakımından yerinde olacaktır. Kendi kendisinin bilincine görüyle varılabildiğini öne sürmeyi mümkün kılan ise Descartes’ın cevher anlayışıdır. Buna göre ben bilinci söz konusu olduğunda düşünen, düşünme ve düşünülen aynıdır. Aralarındaki farklar gerçek değildir; sadece düşünce bakımından farklıdırlar.
Öz Bu makalede kavramların anlam bakımından boşalması ile gerçeklik hissinin yitirilmesi arasında... more Öz Bu makalede kavramların anlam bakımından boşalması ile gerçeklik hissinin yitirilmesi arasında, terimleri Kant düşüncesi çerçevesinde ele alarak bağlantı kurmaya çalışacağız. Filozoflar, hatta yanıltıcı doğası nedeniyle hissetme yetisine hiç güvenmeyenler bile bu yetide göz ardı edemeyecekleri bir şey bulmuşlardır. Hisleri bilginin tek kaynağı olarak gören ampirist filozofları ayrı tutarsak, Kant'ın hissetmeye yönelik tutumunu, bir bilme yetisi olarak hissetmenin itibarını iade etme diye tarif etmek haddini aşan bir ifade olmayacaktır. Kant'a göre hissetme, düşünme yetisi kadar değerli ve kaynak teşkil edici bir bilme yetisidir. Bu makalede, hissetme yetisini vazgeçilmez kılan şeylerin, his ile ilgili tek şüphe götürmez şey olan her hissin tekliği ile genel olarak kabul edildiği gibi irademizden bağımsızlığı olduğunu tespit edeceğiz. Kant'a göre gerçekliğin ne olduğunu ve insan bilgisi bakımından nasıl sadece tezahürlere sınırlandığını açıkladıktan sonra, bir kavramın kapsamı (veya küresi) ile içeriği arasında yaptığı ayrımı ve içeriğin kapsam genişledikçe daralmasını değerlendireceğiz. Son olarak ise, bu ayrımdan hareketle 'sanal gerçeklik' olarak kullanıldığında gerçeklik kavramının boşaldığını, anlamını yitirdiğini öne süreceğiz. Abstract In this essay, we will try to construct a relation between concepts' becoming empty of sense and loss of the sense of reality by taking each term in its Kantian sense. Throughout history, philosophers, even who do not lay much trust on sensibility due to its misleading nature, find something indispensable in it. If we let aside empiricist philosophers who take sensibility to be the sole source of cognition, it will not be extravagant to characterize Kant's approach as the restitution of the dignity of sensibility as a faculty of knowing, which is as equally valuable and original as the faculty of thinking. We will argue that what makes sensibility indispensable is what is indubitable in sensation, that is, its uniqueness and also, as a generally accepted fact, its independence from our will. After explaining what reality is according to Kant and how it is restricted to mere appearances in so far as human cognition is concerned, we will elaborate the distinction he makes between the extension (or sphere) of a concept and its content, and how the content diminishes due to the expansion of the concept's extension. Finally, depending on this distinction, we will argue that the concept of reality is emptied and denuded of sense when it is employed in the expression "virtual reality."
Öz
Descartes düşünme tarzlarını genel olarak idrak etme ve murat etme olmak üzere tasnif eder... more Öz Descartes düşünme tarzlarını genel olarak idrak etme ve murat etme olmak üzere tasnif eder. Arzulama ve kaçınma ile hüküm vermeyi murat etme başlığı altına yerleştirir ve idrak etmeden kesin olarak ayırır. Brentano kendi çağdaşlarının Descartes'ın tasnifinden ilham alarak geliştirdikleri görüşleri reddetmeye çalışır ve tasnifi yanlış anladıklarını öne sürer. Descartes'ın metinlerinde konuyla ilgili olarak yer alan ifadeleri, hükmetme ile murat etme arasındaki bağlantıyı zayıflatacak şekilde yorumlar. Bunu yapmasının nedeni doğruyu da tıpkı yanlış gibi hükümde bulması, hükmün iradenin fiili olmadığını öne sürerek, doğru ile yanlışın iradeye bağlı olmasının önüne geçmeye çalışmasıdır. Bu yazıda Brentano'nun, Descartes'ın idrak ile hükmetmeyi karşı çıkılamayacak açıklıkta ayıran ifadelerini bir yana bırakıp, kendi konumunu Descartes'a mümkün olduğunca yaklaştırmak için, hükmetme ile diğer iradi faaliyetler arasındaki farkı nasıl yorumlamaya çalıştığını ve kendi yönelimsel bilinç anlayışından kaynaklanan bu yorumun Descartes'a tamamen aykırı olduğunu göstermeye çalışacağız. Abstract Descartes classifies the modes of thinking generally as understanding and willing. He considers desire, aversion and judgement under willing and as such he distinguishes them sharply from understanding. Brentano tries to refute some of his contemporaries’ views which have as basis Descartes’ classification. For this aim, he asserts that these views depend upon a misunderstanding of Descartes’ related texts. He interprets these texts in a way to loosen the relation between judging and willing. The reason behind this attempt is Brentano’s own conception of truth according to which truth, as well as falsehood, is in judgements. His aim in trying to establish his thesis that judging is not to be seen as an act of will is to prevent himself from falling a position which would relate truth and falsehood to will rather than understanding. In this paper, we aim to show that Brentano tries to disregard Descartes’ view which clearly distinguishes understanding and judging, and to explain how he interprets the distinction between judging and other acts of will in a way to make his own position closer to that of Descartes in so far as he can and how this interpretation which spring from his own intentional conception of consciousness is in complete opposition to that of Descartes.
At first glance there appears no important distinction between Aristotle’s and Avicenna’s definit... more At first glance there appears no important distinction between Aristotle’s and Avicenna’s definitions of the soul. The differences between their conceptions of the soul can be investigated through taking into account the different meanings of the terms involved in their definitions of the soul. Avicenna aims to make clear the points which remain problematic or ambiguous in Aristotle’s analyses. The differences manifest themselves in their evaluations of self-consciousness. In Aristotle, a consciousness that is not the consciousness of another thing is at least problematic. According to Avicenna, on the other hand, such a consciousness is necessary. The separation of the soul from the body on substantial level makes it possible to open a place for a consciousness that is not the consciousness of another thing. One of the necessary consequences of the distinction between the body and the soul is the distinction of inner sense and outer sense, which has no counterpart in Aristotle. Avicenna aims to solve some problems and to eliminate ambiguities concerning the common sense (koine aisthesis), the imagination (phantasia) and the awareness as the distinguishing (krinein) faculty. Outer senses are subject to the common sense and all inner senses including the common sense are subject to the estimation (wahm) as the uppermost faculty of sensibility. The estimation is a faculty of judgment which also includes to a large extent Aristotle’s opining (doksa). Due to the dominance of the estimation upon others sensible faculties, all sensible consciousness is representational. In this paper we shall examine how the outer sensibility and the inner sensibility can both be apperceptive faculties. Then, we shall argue respectively that not only human sensible consciousness as the apprehension of sensible representations and significations (mana) but also the understanding as an apperceptive faculty which can be called pure, being independent from sensations with respect to its content, is also subject to the conditions of judging activity since it is still a consciousness of a representation or a signification. In connection with this fact, we shall also argue that it is necessary to consider a distinction between pure understanding and pure intellection, and the pure intellection is basically self-consciousness and this consciousness is the ground of all reflective activities.
İbn Sînâ’nın ruh tanımı ile Aristoteles’inki arasındaki görünürde önemli bir fark yoktur. Ruh anlayışlarındaki farklar tanımlarda geçen terimlerin farklı anlamları dikkate alınarak incelenebilir. İbn Sînâ, ruh söz konusu olduğunda özellikle Aristoteles’in analizlerinde problematik veya belirsiz kalan noktaları aşmayı sağlayacak düzenlemeler yapmayı hedefler. İkisi arasındaki farklar ben bilinciyle ilgili değerlendirmelerinde ifadesini bulur. Aristoteles’te başka bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç en azından problematiktir. İbn Sînâ’ya göre ise böyle bir bilinç zorunludur. Ruh ile cismin/bedenin cevher düzeyinde ayrılması başka herhangi bir şeyin bilinci olmayan bir bilince yer açılmasını sağlar. Ruh ile cisim/beden arasındaki ayrılığın zorunlu sonucu ise Aristoteles’te olmayan dış his ve iç his ayrımıdır. İbn Sînâ bu ayrım sayesinde ruhun faaliyetleri olarak müşterek his (koine aisthesis), tahayyül (phantasia) ve ayırt etme (krinein) ile ilgili sorunları ve belirsizlikleri aşmayı hedefler. Dış hisler müşterek hisse, müşterek his de dahil olmak üzere tüm iç hisler en üst hissetme kuvvesi olarak vehmetmeye tabidir. Vehim kuvvesi Aristoteles’teki zannetmeyi de (doksa) büyük ölçüde içeren hüküm kuvvesidir. Vehim kuvvesinin diğerleri üzerindeki hakimiyetine bağlı olarak tüm hissî bilinç temsilidir. Bu çalışmada İbn Sînâ’da dış ve iç hissetmelerin nasıl aynı zamanda idrak olabildiklerini inceleyeceğiz. Bundan sonra, sırasıyla insanın sadece hissî suret veya manaların edinilmesi olarak hissî bilincinin değil içeriği bakımından histen bağımsız olması nedeniyle saf denilebilecek idrakinin dahi bir suret veya mananın idraki olması nedeniyle hükmün şartlarına tabi olduğunu, bu nedenle saf idrak ile saf akletme arasında fark gözetilmesi gerektiğini, saf akletmenin ben bilincinden ibaret olduğunu, bu bilincin reflektif olmak zorunda olan tüm diğer bilinç faaliyetlerine zemin teşkil ettiğini öne süreceğiz.
Kant’s theoretical and practical thoughts are both grounded on the hypothesis that “Knower determ... more Kant’s theoretical and practical thoughts are both grounded on the hypothesis that “Knower determines known” and on the acceptance that “Sensibility and understanding are two different cognitive faculties”. On the basis of this hypothesis Kant claims that those which can be known are not things in themselves but their appearances. Apperance is the representation which is received in conformity with a priori forms of sensibility; i.e., space and time. In this essay, it is claimed that within the limits of Kantian framework, not only things in themselves but also their appearances cannot be known. Understanding, as a faculty of thought and therefore of judgement, can become conscious of appearance only in accordance with its own categories. The difference between the faculty which receives apperance and the faculty which becomes conscious of it, is the reason of the latter’s being unable to access the appearance as appearance.
Kant’ın hem teorik hem pratik düşüncesi “Bilen bilineni belirler” hipotezini ve “Hissetme ile müdrike iki ayrı bilme yetisidir” kabulünü temel alır. Kant bu hipoteze bağlı olarak şeylerin kendilerinin değil ancak tezahürlerinin bilinebileceğini iddia eder. Tezahür hissetme yetisinin a priori formları olan uzay ve zamana uygun olarak alınan temsildir. Bu çalışmada, Kant’ın çizdiği sınırlar dikkate alındığında, tıpkı şeylerin kendileri gibi tezahürlerinin de bilinemeyeceği öne sürülüyor. Bir düşünme, dolayısıyla hüküm verme yetisi olarak müdrike, tezahürün bilincine ancak kendi şartları olan kategorilere göre varabilir. Tezahürü alan yeti ile bilincine varan yetinin ayrı olması, bilincin tezahüre tezahür olarak erişememesinin nedenidir.
According to Descartes, we reach to self-consciousness not through a deduction but through an int... more According to Descartes, we reach to self-consciousness not through a deduction but through an intuition. The expression “I think (therefore) I am (I exist)” should not be taken as an argument. Considering it as an expression of an intuitive knowledge will be consistent in view of Descartes’ system of thought. That what makes possible to assert that we are conscious of ourselves through intuition is Descartes’ conception of substance according to which, in respect of self-consciousness, that which thinks, thinking and which is thought are same. Distinctions among them are not real; they are only different in thought.
Descartes’a göre tüm diğer bilgilerin zemininde yer alan ben bilincine türetmeyle değil görüyle ulaşılır. “Düşünüyorum, (o halde) varım (benim)” beyanı, bir argüman olarak ele alınmamalıdır. Bu beyanın, görüsel bir bilginin ifadesi olarak değerlendirilmesi, Descartes’ın düşünce sisteminin bütünü bakımından yerinde olacaktır. Kendi kendisinin bilincine görüyle varılabildiğini öne sürmeyi mümkün kılan ise Descartes’ın cevher anlayışıdır. Buna göre ben bilinci söz konusu olduğunda düşünen, düşünme ve düşünülen aynıdır. Aralarındaki farklar gerçek değildir; sadece düşünce bakımından farklıdırlar.
Uploads
Papers by Aliye Kovanlikaya
Descartes düşünme tarzlarını genel olarak idrak etme ve murat etme olmak üzere tasnif eder. Arzulama ve kaçınma ile hüküm vermeyi murat etme başlığı altına yerleştirir ve idrak etmeden kesin olarak ayırır. Brentano kendi çağdaşlarının Descartes'ın tasnifinden ilham alarak geliştirdikleri görüşleri reddetmeye çalışır ve tasnifi yanlış anladıklarını öne sürer. Descartes'ın metinlerinde konuyla ilgili olarak yer alan ifadeleri, hükmetme ile murat etme arasındaki bağlantıyı zayıflatacak şekilde yorumlar. Bunu yapmasının nedeni doğruyu da tıpkı yanlış gibi hükümde bulması, hükmün iradenin fiili olmadığını öne sürerek, doğru ile yanlışın iradeye bağlı olmasının önüne geçmeye çalışmasıdır. Bu yazıda Brentano'nun, Descartes'ın idrak ile hükmetmeyi karşı çıkılamayacak açıklıkta ayıran ifadelerini bir yana bırakıp, kendi konumunu Descartes'a mümkün olduğunca yaklaştırmak için, hükmetme ile diğer iradi faaliyetler arasındaki farkı nasıl yorumlamaya çalıştığını ve kendi yönelimsel bilinç anlayışından kaynaklanan bu yorumun Descartes'a tamamen aykırı olduğunu göstermeye çalışacağız.
Abstract
Descartes classifies the modes of thinking generally as understanding and willing. He considers desire, aversion and judgement under willing and as such he distinguishes them sharply from understanding. Brentano tries to refute some of his contemporaries’ views which have as basis Descartes’ classification. For this aim, he asserts that these views depend upon a misunderstanding of Descartes’ related texts. He interprets these texts in a way to loosen the relation between judging and willing. The reason behind this attempt is Brentano’s own conception of truth according to which truth, as well as falsehood, is in judgements. His aim in trying to establish his thesis that judging is not to be seen as an act of will is to prevent himself from falling a position which would relate truth and falsehood to will rather than understanding. In this paper, we aim to show that Brentano tries to disregard Descartes’ view which clearly distinguishes understanding and judging, and to explain how he interprets the distinction between judging and other acts of will in a way to make his own position closer to that of Descartes in so far as he can and how this interpretation which spring from his own intentional conception of consciousness is in complete opposition to that of Descartes.
İbn Sînâ’nın ruh tanımı ile Aristoteles’inki arasındaki görünürde önemli bir fark yoktur. Ruh anlayışlarındaki farklar tanımlarda geçen terimlerin farklı anlamları dikkate alınarak incelenebilir. İbn Sînâ, ruh söz konusu olduğunda özellikle Aristoteles’in analizlerinde problematik veya belirsiz kalan noktaları aşmayı sağlayacak düzenlemeler yapmayı hedefler. İkisi arasındaki farklar ben bilinciyle ilgili değerlendirmelerinde ifadesini bulur. Aristoteles’te başka bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç en azından problematiktir. İbn Sînâ’ya göre ise böyle bir bilinç zorunludur. Ruh ile cismin/bedenin cevher düzeyinde ayrılması başka herhangi bir şeyin bilinci olmayan bir bilince yer açılmasını sağlar. Ruh ile cisim/beden arasındaki ayrılığın zorunlu sonucu ise Aristoteles’te olmayan dış his ve iç his ayrımıdır. İbn Sînâ bu ayrım sayesinde ruhun faaliyetleri olarak müşterek his (koine aisthesis), tahayyül (phantasia) ve ayırt etme (krinein) ile ilgili sorunları ve belirsizlikleri aşmayı hedefler. Dış hisler müşterek hisse, müşterek his de dahil olmak üzere tüm iç hisler en üst hissetme kuvvesi olarak vehmetmeye tabidir. Vehim kuvvesi Aristoteles’teki zannetmeyi de (doksa) büyük ölçüde içeren hüküm kuvvesidir. Vehim kuvvesinin diğerleri üzerindeki hakimiyetine bağlı olarak tüm hissî bilinç temsilidir. Bu çalışmada İbn Sînâ’da dış ve iç hissetmelerin nasıl aynı zamanda idrak olabildiklerini inceleyeceğiz. Bundan sonra, sırasıyla insanın sadece hissî suret veya manaların edinilmesi olarak hissî bilincinin değil içeriği bakımından histen bağımsız olması nedeniyle saf denilebilecek idrakinin dahi bir suret veya mananın idraki olması nedeniyle hükmün şartlarına tabi olduğunu, bu nedenle saf idrak ile saf akletme arasında fark gözetilmesi gerektiğini, saf akletmenin ben bilincinden ibaret olduğunu, bu bilincin reflektif olmak zorunda olan tüm diğer bilinç faaliyetlerine zemin teşkil ettiğini öne süreceğiz.
Kant’ın hem teorik hem pratik düşüncesi “Bilen bilineni belirler” hipotezini ve “Hissetme ile müdrike iki ayrı bilme yetisidir” kabulünü temel alır. Kant bu hipoteze bağlı olarak şeylerin kendilerinin değil ancak tezahürlerinin bilinebileceğini iddia eder. Tezahür hissetme yetisinin a priori formları olan uzay ve zamana uygun olarak alınan temsildir. Bu çalışmada, Kant’ın çizdiği sınırlar dikkate alındığında, tıpkı şeylerin kendileri gibi tezahürlerinin de bilinemeyeceği öne sürülüyor. Bir düşünme, dolayısıyla hüküm verme yetisi olarak müdrike, tezahürün bilincine ancak kendi şartları olan kategorilere göre varabilir. Tezahürü alan yeti ile bilincine varan yetinin ayrı olması, bilincin tezahüre tezahür olarak erişememesinin nedenidir.
Descartes’a göre tüm diğer bilgilerin zemininde yer alan ben bilincine türetmeyle değil görüyle ulaşılır. “Düşünüyorum, (o halde) varım (benim)” beyanı, bir argüman olarak ele alınmamalıdır. Bu beyanın, görüsel bir bilginin ifadesi olarak değerlendirilmesi, Descartes’ın düşünce sisteminin bütünü bakımından yerinde olacaktır. Kendi kendisinin bilincine görüyle varılabildiğini öne sürmeyi mümkün kılan ise Descartes’ın cevher anlayışıdır. Buna göre ben bilinci söz konusu olduğunda düşünen, düşünme ve düşünülen aynıdır. Aralarındaki farklar gerçek değildir; sadece düşünce bakımından farklıdırlar.
Descartes düşünme tarzlarını genel olarak idrak etme ve murat etme olmak üzere tasnif eder. Arzulama ve kaçınma ile hüküm vermeyi murat etme başlığı altına yerleştirir ve idrak etmeden kesin olarak ayırır. Brentano kendi çağdaşlarının Descartes'ın tasnifinden ilham alarak geliştirdikleri görüşleri reddetmeye çalışır ve tasnifi yanlış anladıklarını öne sürer. Descartes'ın metinlerinde konuyla ilgili olarak yer alan ifadeleri, hükmetme ile murat etme arasındaki bağlantıyı zayıflatacak şekilde yorumlar. Bunu yapmasının nedeni doğruyu da tıpkı yanlış gibi hükümde bulması, hükmün iradenin fiili olmadığını öne sürerek, doğru ile yanlışın iradeye bağlı olmasının önüne geçmeye çalışmasıdır. Bu yazıda Brentano'nun, Descartes'ın idrak ile hükmetmeyi karşı çıkılamayacak açıklıkta ayıran ifadelerini bir yana bırakıp, kendi konumunu Descartes'a mümkün olduğunca yaklaştırmak için, hükmetme ile diğer iradi faaliyetler arasındaki farkı nasıl yorumlamaya çalıştığını ve kendi yönelimsel bilinç anlayışından kaynaklanan bu yorumun Descartes'a tamamen aykırı olduğunu göstermeye çalışacağız.
Abstract
Descartes classifies the modes of thinking generally as understanding and willing. He considers desire, aversion and judgement under willing and as such he distinguishes them sharply from understanding. Brentano tries to refute some of his contemporaries’ views which have as basis Descartes’ classification. For this aim, he asserts that these views depend upon a misunderstanding of Descartes’ related texts. He interprets these texts in a way to loosen the relation between judging and willing. The reason behind this attempt is Brentano’s own conception of truth according to which truth, as well as falsehood, is in judgements. His aim in trying to establish his thesis that judging is not to be seen as an act of will is to prevent himself from falling a position which would relate truth and falsehood to will rather than understanding. In this paper, we aim to show that Brentano tries to disregard Descartes’ view which clearly distinguishes understanding and judging, and to explain how he interprets the distinction between judging and other acts of will in a way to make his own position closer to that of Descartes in so far as he can and how this interpretation which spring from his own intentional conception of consciousness is in complete opposition to that of Descartes.
İbn Sînâ’nın ruh tanımı ile Aristoteles’inki arasındaki görünürde önemli bir fark yoktur. Ruh anlayışlarındaki farklar tanımlarda geçen terimlerin farklı anlamları dikkate alınarak incelenebilir. İbn Sînâ, ruh söz konusu olduğunda özellikle Aristoteles’in analizlerinde problematik veya belirsiz kalan noktaları aşmayı sağlayacak düzenlemeler yapmayı hedefler. İkisi arasındaki farklar ben bilinciyle ilgili değerlendirmelerinde ifadesini bulur. Aristoteles’te başka bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç en azından problematiktir. İbn Sînâ’ya göre ise böyle bir bilinç zorunludur. Ruh ile cismin/bedenin cevher düzeyinde ayrılması başka herhangi bir şeyin bilinci olmayan bir bilince yer açılmasını sağlar. Ruh ile cisim/beden arasındaki ayrılığın zorunlu sonucu ise Aristoteles’te olmayan dış his ve iç his ayrımıdır. İbn Sînâ bu ayrım sayesinde ruhun faaliyetleri olarak müşterek his (koine aisthesis), tahayyül (phantasia) ve ayırt etme (krinein) ile ilgili sorunları ve belirsizlikleri aşmayı hedefler. Dış hisler müşterek hisse, müşterek his de dahil olmak üzere tüm iç hisler en üst hissetme kuvvesi olarak vehmetmeye tabidir. Vehim kuvvesi Aristoteles’teki zannetmeyi de (doksa) büyük ölçüde içeren hüküm kuvvesidir. Vehim kuvvesinin diğerleri üzerindeki hakimiyetine bağlı olarak tüm hissî bilinç temsilidir. Bu çalışmada İbn Sînâ’da dış ve iç hissetmelerin nasıl aynı zamanda idrak olabildiklerini inceleyeceğiz. Bundan sonra, sırasıyla insanın sadece hissî suret veya manaların edinilmesi olarak hissî bilincinin değil içeriği bakımından histen bağımsız olması nedeniyle saf denilebilecek idrakinin dahi bir suret veya mananın idraki olması nedeniyle hükmün şartlarına tabi olduğunu, bu nedenle saf idrak ile saf akletme arasında fark gözetilmesi gerektiğini, saf akletmenin ben bilincinden ibaret olduğunu, bu bilincin reflektif olmak zorunda olan tüm diğer bilinç faaliyetlerine zemin teşkil ettiğini öne süreceğiz.
Kant’ın hem teorik hem pratik düşüncesi “Bilen bilineni belirler” hipotezini ve “Hissetme ile müdrike iki ayrı bilme yetisidir” kabulünü temel alır. Kant bu hipoteze bağlı olarak şeylerin kendilerinin değil ancak tezahürlerinin bilinebileceğini iddia eder. Tezahür hissetme yetisinin a priori formları olan uzay ve zamana uygun olarak alınan temsildir. Bu çalışmada, Kant’ın çizdiği sınırlar dikkate alındığında, tıpkı şeylerin kendileri gibi tezahürlerinin de bilinemeyeceği öne sürülüyor. Bir düşünme, dolayısıyla hüküm verme yetisi olarak müdrike, tezahürün bilincine ancak kendi şartları olan kategorilere göre varabilir. Tezahürü alan yeti ile bilincine varan yetinin ayrı olması, bilincin tezahüre tezahür olarak erişememesinin nedenidir.
Descartes’a göre tüm diğer bilgilerin zemininde yer alan ben bilincine türetmeyle değil görüyle ulaşılır. “Düşünüyorum, (o halde) varım (benim)” beyanı, bir argüman olarak ele alınmamalıdır. Bu beyanın, görüsel bir bilginin ifadesi olarak değerlendirilmesi, Descartes’ın düşünce sisteminin bütünü bakımından yerinde olacaktır. Kendi kendisinin bilincine görüyle varılabildiğini öne sürmeyi mümkün kılan ise Descartes’ın cevher anlayışıdır. Buna göre ben bilinci söz konusu olduğunda düşünen, düşünme ve düşünülen aynıdır. Aralarındaki farklar gerçek değildir; sadece düşünce bakımından farklıdırlar.