Arkhaia Anatolika
Arkhaia Anatolika: The Journal of Anatolian Archaeological Studies is focused on research conducted in Anatolian Archaeology. Anatolia, which constitutes a bridge between Asia and Europe, is the site of numerous cultures with a rich cultural history. Arkhaia Anatolika aspires to publish academic work that will enlighten the historical and cultural background of Anatolia which opened the path for the development of civilizations. In this context, the journal covers articles containing the results of original research in the fields of anthropology, prehistory, protohistory, classical archaeology, classical philology, ancient languages and cultures, ancient history, numismatics, early Christianity and Byzantine art.
Arkhaia Anatolika Anadolu Arkeolojisi Araştırmaları Dergisi
Arkhaia Anatolika, Anadolu Arkeolojisi Araştırmaları Dergisi’nin ilgi sahasını tamamen Anadolu Arkeolojisi üzerine yapılan çalışmalar oluşturmaktadır. Asya ile Avrupa kıtası arasında bir köprü oluşturan Anadolu, tarih boyunca pek çok kültüre ev sahipliği yapmış, bunun sonucunda zengin bir kültür birikimine sahip olmuştur. Arkhaia Anatolika Dergisi, uygarlığın gelişmesine öncülük eden Anadolu coğrafyasının tarihi ve kültürel geçmişini aydınlatacak akademik çalışmaların yayınlanmasına katkıda bulunmayı amaç edinmektedir. Bu bağlamda dergi, Antropoloji, Prehistorya, Protohistorya, Klasik Arkeoloji, Klasik Filoloji, Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri, Eskiçağ Tarihi, Nümizmatik, Erken Hristiyanlık ve Bizans Sanatı alanlarında yazılmış, özgün sonuçlar içeren makaleleri kapsamaktadır.
Arkhaia Anatolika Anadolu Arkeolojisi Araştırmaları Dergisi
Arkhaia Anatolika, Anadolu Arkeolojisi Araştırmaları Dergisi’nin ilgi sahasını tamamen Anadolu Arkeolojisi üzerine yapılan çalışmalar oluşturmaktadır. Asya ile Avrupa kıtası arasında bir köprü oluşturan Anadolu, tarih boyunca pek çok kültüre ev sahipliği yapmış, bunun sonucunda zengin bir kültür birikimine sahip olmuştur. Arkhaia Anatolika Dergisi, uygarlığın gelişmesine öncülük eden Anadolu coğrafyasının tarihi ve kültürel geçmişini aydınlatacak akademik çalışmaların yayınlanmasına katkıda bulunmayı amaç edinmektedir. Bu bağlamda dergi, Antropoloji, Prehistorya, Protohistorya, Klasik Arkeoloji, Klasik Filoloji, Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri, Eskiçağ Tarihi, Nümizmatik, Erken Hristiyanlık ve Bizans Sanatı alanlarında yazılmış, özgün sonuçlar içeren makaleleri kapsamaktadır.
less
Uploads
Arkhaia Anatolika 1 (2018) by Arkhaia Anatolika
The peribolos, which were found in the northeastern part of the sanctuary and were later discovered to have surrounded four sides of the sanctuary, are architecturally the most important proof that they date back to the 4th century BC. The walls are flat-edged, with a pulvinated surface and built as a double row of pitch-faced stones and rectangular blocks. This masonry technique is also found in Stratonikeia Lower City Walls, the repair phases in Kadıkulesi Hill on the western and northern walls and it has been dated back to the 4th century BC. In the context of Maussolos’ urbanization policy, construction activities have also been carried out in Lagina besides Stratonikeia. The data obtained from the naos of the altar have reinforced the opinion that there was a cult building there; especially the numerous coins dated to the 4th and 3rd centuries, the terracotta figurines dated to the Hellenistic Period are the other archeological evidence showing that there was a cult building before the temple with Corinthian peristasis. Numerous inscriptions have been found in the sanctuary and most of the inscriptions have been dated to the Roman Imperial period. Three of the inscriptions on the sacred area have been dated to the 4th century BC and one of them has been dated to 197-166 BC. The contents of these inscriptions clearly demonstrate the presence of a sanctuary here and clearly proves that this area was devoted to Hecate. The fact that Stratonikeia was called Hecatesia (the city of Hecate) from 430 to 280 BC is another indication of the importance of Hecate in the region. The Hecate Cult must have already been very powerful in the 4th and 3rd centuries BC so that a magnificent temple could be built with Corinthian peristasis at the end of the 2nd century BC.
Geç Hellenistik Dönem’den başlayarak MS 7. yy.a kadar uzun bir dönem aralığında üretimi sürdürülen Sagalassos Sigillataları, Antik Çağ boyunca Sagalassos dışındaki birçok antik kentte de arkeolojik kazılarda ele geçmiştir. Bu seramikler, diğer kırmızı astarlı seramik gruplarından farklı olarak Anadolu’nun iç kesiminde üretilip, farklı bölge ve coğrafyalara ihraç edilmiştir. Bu çalışma ile Sagalassos Sigillataları’nın Batı Anadolu sınırları içerisinde yer alan Tripolis’te de yoğun olarak kullanıldığı görülmektedir. Tripolis’te bulunan bu seramikler, birkaç örnek dışında kalın cidarlı bir yapıya sahiptir. Bu durum daha önce birkaç yayında da belirtildiği gibi, Sagalassos çömlekçilerinin, uzak mesafeli yapılan ihracatta kullanılan ürünlerin daha dayanıklı ve kara taşımacılığına elverişli olarak üretim yaptıklarını desteklemektedir.
Tripolis’te bulunan Sagalassos kırmızı astarlılarının çıplak gözle görünür mineral katkıları incelenmiş, bunun haricinde seramiklerin bir bölümünün kil analizi de yapılmıştır. Analiz çalışmasına göre, hamur yapısı ve içeriği dikkate alınarak, Sagalassos kentinin yakınlarında yer alan Çanaklı Bölgesi’nde bulunan kilden üretilmiş olabileceği düşünülmektedir.
Tripolis’te bulunan Sagalassos Sigillataları arasında bezemeli örnekler sınırlı olmakla beraber, özellikle MS 4. yy. a tarihlendirilen form örneklerinin fazla olması, bu dönemde Sagalassos ve Tripolis arasındaki ticari ilişkininde önemli bir göstergesidir. Bu ticari ilişkinin söz konusu tarihlerde Tripolis Kemerli Yapı’sında bulunan 1347 adet sikke buluntusuyla desteklenmektedir.
Klasik Dönem yapılarında mutulusların eğimi ± 15˚ olarak uygulanmış, MÖ 4. yy’ın ikinci yarısından itibaren bu açı küçülmeye başlamıştır. MÖ 2. yy’da inşa edilen yapılarda mutulusların eğim derecesi genellikle çok düşüktür ya da eğim hiç yoktur ve bu uygulama Erken İmparatorluk Dönemi’nde de devam etmiştir.
Dorik geisonlarda erken evrelerden itibaren hem mutulus plakalarının hem de guttaenın yüksek çalışılması karakteristiktir. Anadolu’daki dorik yapılarda MÖ 3. yy’dan itibaren mutulus plakaları ile guttae yüksekliğini yitirmeye başlamıştır. Fakat mutulusların ince bir plaka şeklinde işlenmesi MÖ 2. yy’ın ilk yarısında başlamıştır ve bu tip mutuluslar Roma Dönemi boyunca da kullanılmaya devam etmiştir. Geç Hellenistik ve Erken İmparatorluk Dönemi’ne tarihlenen dorik geisonların bir kısmında mutuluslar viaedan ince çizgisel bir hatla ayrılmıştır. Erken evrelerden itibaren geison soffiti ile damlalık arasındaki alana yerleştirilen mutulus plakaları, sözü edilen bu iki bölümle de bağlantılıdır. Zamanla mutulus plakalarının geison soffiti ve damlalık ile bağlantısı kesilmiş, böylece geison soffitiyle mutulus plakası arasında ve mutulus plakasıyla damlalık arasında ince bir faskia oluşmuştur. Guttaeda görülen bir diğer değişim, mutulus plakasının yüzeyine dağılımlarında tespit edilmiştir. Erken evrelerde özellikle üçlü dizimde guttae sıralarının arasındaki mesafe, guttaenın çapının yaklaşık 2 katı ya da 2 katından biraz fazladır. MÖ 4. yy yapılarında genellikle 1,5 katı olan bu mesafe MÖ 3. yy’da birkaç yapıda eşitlenmiş, MÖ 2. yy’da ise guttae arasındaki mesafe guttae çapından daha dar işlenmiştir. Sık dizime sahip guttae Roma Dönemi yapılarının karakteristiğidir. Erken İmparatorluk Dönemi yapılarında dört tarafta da kenara yaslandırılmış guttaeya sahip mutulus plakalarının yanı sıra bunun tam tersi uygulama olan dört tarafta da mesafe bırakılarak, içe çekilmiş guttaeya sahip mutulus plakaları bir arada kullanılmıştır. Dorik geisonda yaşanan bir diğer değişim mutulus plakasının genişliği ile viaenın genişliği arasındaki oranda tespit edilmiştir. Erken evrelerde 1:5 oranında çalışılan viae dönem ilerledikçe istikrarlı bir şekilde daralmış ve MS 1. yy’ın sonlarına doğru 1:10 oranına kadar düşmüştür.
Bu çalışmada ele alınan Sinop Arkeoloji Müzesi’nden üç plastik kandil, MS 1. yy’ın üretimi olup, yapıldıkları dönemin tipik özelliklerini taşımaktadırlar.
Arkhaia Anatolika 2 (2019) by Arkhaia Anatolika
The social reaction to the new mode of production led to the advent of exogamic segmental lineages all over South-West Asia. This process seems however to have taken a markedly different path whether farming slowly came out independently, like in the Euphrates basin, or whether it was rapidly adopted by hunter-gatherers, like in Central Anatolia. The traditional social structure of the latter communities seems to have stood still long after farming began: the reciprocal marital practices (endogamous) appear to have prevented people from leaving the village, leading in time to an accumulation of population. On the contrary, the Euphratean societies, which witnessed the advent of sedentary life and agriculture from the beginning, had a millennium or so to adjust themselves to the Domestic Mode of Production; it is the resulting matrimonial flexibility that arguably allowed small farming sites to spread slowly over Northern Mesopotamia all through the later Neolithic, preventing the concentration of population at any one particular site.
MÖ 4. yüzyıl, dorik mimari blokların biçim repertuvarında çeşitliliğin arttığı bir dönemdir. Bu yüzyılda dorik yivli sütunların yanı sıra ilk kez Anadolu’da ionik yivli dor sütunları da kullanılmaya başlanmıştır. Yapıların bir kısmında ise sütunlar, bosajlı stilde işlenmiştir. MÖ 4. yüzyılda görülen yeniliklerden biri de kalp biçimli payelerin mimariye kazandırılmasıdır. Kanonik biçimli dor başlıkları çoğunluktadır ancak abakusu bir kymation ile sınırlandırılmış başlıklar da Anadolu’da ilk kez bu yüzyılda çalışılmıştır. Ekinus profili düz satıh şeklinde işlenen başlıklarla, ekinus kavisi çok az dışbükey kavisli başlıklar bir arada uygulanmıştır. Dorik arşitravlar, fazla yüksek olmayan düz bir taenia, yüksekçe çalışılmış regula plakaları ve altı guttaedan oluşmaktadır. Knidos antik kenti ile adalardaki dorik yapılarda konik biçimli guttae, Anadolu’daki diğer yapılarda ise silindirik biçimli guttae çalışılmıştır. Dorik arşitravların alt yüzeyine soffit işlenmeye başlanmıştır. Arşitravların oranları çağdaşı Kıta Yunanistan ve adalardaki yapılarla uyumludur. Triglif-metop bloklarında kanonik formun yanı sıra ilk kez ion kymationu ile taçlandırılmış örnekler de görülmektedir. Yapıların çoğunluğunda gliflerin üst bitimi dikdörtgen biçimli işlenmiş, üst dudak aşağıya doğru eğimli kesilmiştir. Yarım gliflerin üst sınırına işlenen triglif kulakları damla biçimli, açık küre biçimli ve kulak kepçesi kapalı işlenmiş örneklerden oluşmaktadır. Arşitrav yüksekliği ile friz yüksekliği arasındaki oranlar Kıta Yunanistan’daki çağdaşı yapılarla uyumludur. Ayrıca triglif genişliği ile metop genişliği arasında ve triglif yüksekliği ile genişliği rasındaki oranlarda da ortalama değerler elde edilmiştir. Dorik geison bloklarının eğim derecesi 8˚ ile 10˚ arasında değişmektedir. Mutulus plakaları ile guttae güçlü çalışılmıştır. Yüzyılın sonlarına doğru viae genişliğinde azalma olduğu görülmektedir. Yapıların çoğunluğunda sima profili alt kavis başlangıcı nispeten yukarıda ve belirgin işlenmiş dikey kyma rektadan oluşmaktadır.
Anadolu dor mimarisi Arkaik Dönem’den itibaren Kıta Yunanistan’dan farklıdır. Bunun nedeni, ion düzeninin doğup, geliştiği topraklara yabancı olan dor düzenini Anadolulu mimarların farklı yorumlayışıdır. Bu nedenle MÖ 4. yüzyıl dor mimarisinde görülen karışık düzen uygulaması için R. A. Tomlinson tarafından belirlenen iki gruba üçüncü bir grubun da eklenmesi gerekir: Bu grup “Dorik mimari elemanlara ionik unsurlar eklenmesi” şeklinde adlandırılabilir. Çünkü Anadolulu mimarlar Labraunda örneklerinde görüldüğü gibi, ion ve dor düzenini aynı yapıda uygulamanın yanında, dorik mimari elemanlara, bu düzene yabancı olan ionik profilleri de eklemişlerdir. Labraunda Oikoi Binası’nda arşitrav tacını oluşturan astragal ve ovolodan oluşan taç profili, ion arşitravlarına özgü bir profil olup, Anadolulu mimarlar bu profili dor arşitravına taşımışlardır.
Andronların triglif-metop bloklarında metop taeniasının kyma reversa profilinden oluşması bir yeniliktir. Bunun yanı sıra sözü edilen bu iki yapıda dorik friz blokları ilk kez, ion düzenine özgü olan astragal ve ovolodan oluşan taç profili ile sonlandırılmıştır. Sadece Andron B’nin ön cephesinde ise bu profillere inci-boncuk dizisi ve ion kymationu işlenmiştir. Sonrasında bu ionik profiller Anadolu’da MÖ 3. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmış ve bu stil Roma Dönemi içlerine kadar kullanılmaya devam etmiştir. Bu nedenle, ovolonun yozlaşmış şekli olarak kabul edilen Pergamon ovolosuyla taçlandırılmış arşitrav ve triglif-metop blokları Anadolu dor mimarisinin özgün stilidir. MÖ 2. yüzyıla gelindiğinde, dor mimarisinde Arkaik Dönem’den itibaren zaman zaman denenen ionik etkiler doruk noktasına ulaşmıştır. Arşitrav ve triglif-metop frizini taçlandıran farklı profillerin yanı sıra, dor arşitravının yüzeyi faskialara ayrılmış, ion düzenine özgü olan diş sırası dor düzenine taşınmış ve dorik sütunlar ionik yivlerle bezenmiştir. Anadolu dor mimarisine özgü olan bu uygulamalar, dor düzeninin sert görünümlü mimari elemanlarının, ion mimarisinin estetiğiyle harmanlanması sonucu oluşan özgün bir stildir ve bu stilin temelleri MÖ 4. yüzyılda atılmıştır.
Potteries show that Roman dominance in Alabanda has a long history and continued until the 7th century AD. The potteries found in the cistern excavation provided important data both in the dating of the building and in the discovery of the connections of the city with the centers close to the region. In line with these findings, it was found that Alabanda continued to exist during the Roman Period and in this process, it had connections especially with its neighboring cities Nysa, Myndos, Tralleis, Stratonikeia and Caunos. In addition, Alabanda also has connections with Magnesia ad Meandrum, Laodicea, Phokaia, Demre, Kibyra, Andriake, Patara, Perge, Side and Kyzikos. Potteries classified as chronological and typological and similar examples found in other cities reveal the dimensional status of the relation of Alabanda with contemporary cities.
Aydın İli, Çine İlçesi’nin yaklaşık 7 km batısındaki antik Alabanda (Araphisar) kenti, Marsyas (Çine) Çayı’nın batısında konumlanmış bir Karia kentidir. Kent merkezinin kuzeydoğusundaki ovalık arazideki tepelik sahada 2012 ve 2013 yıllarında gerçekleştirilmiş arkeolojik kazı çalışmaları çerçevesinde iki odalı bir Payandalı Sarnıç Yapısı tespit edilmiştir. Bu yapıda açığa çıkan yedi adet havuz ile su toplama ve tahliye sistemlerine ait pişmiş toprak künkler, akıtmalıklar ve “U” biçimli oluk parçaları, künk sistemleri ve payandalar ile desteklenmiş duvarlar, sarnıç yapısı ile ilgili tespitleri kanıtlamaktadır. Sarnıçta yapılan kazı çalışmalarında MÖ 3. yüzyıldan MS 7. yüzyıla kadar kesintisiz devam eden seramik buluntuları ele geçmiştir. Bu çalışmada, Payandalı Sarnıç Yapısı’nda bulunmuş ve Geç Antik Dönem’e tarihlendirilmiş iki adet ampulla, beş adet çömlek, dört adet kandil, dört adet lekane ve dokuz adet unguentarium olmak üzere toplam 24 adet eser değerlendirilmiştir. Beş grupta ele alınan bu eserler, benzer örnekleriyle analojik karşılaştırma yapılarak, MS 6. yüzyıl ile 7. yüzyıl arasına tarihlendirilmiştir.
Seramik buluntuları periyodik olarak MS 7. yüzyıla kadar Karia Bölgesi kenti Alabanda’da Roma hakimiyetinin köklü bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Payandalı Sarnıç kazısında ele geçen seramikler hem tarihlendirme konusunda hem de bölgeye yakın merkezler ile olan bağlantıların ortaya çıkarılması aşamasında önemli veriler sunmuştur. Bu tespitler doğrultusunda Alabanda’nın Roma Dönemi’nde de varlığını devam ettirdiği ve bu süreçte özellikle komşu kentleri olan Nysa, Myndos, Tralleis, Stratonikeia, Kaunos ile bölge haricinde Magnesia ad Meandrum, Laodikeia, Phokaia, Demre, Kibyra, Andriake, Patara, Perge, Side ve Kyzikos yerleşimleri ile bağlantılarının bulunduğu tespit edilmiştir. Kronolojik ve tipolojik olarak sınıflandırılan seramikler ve kentlerdeki benzer örnekler, Alabanda kentinin çağdaşı kentler ile ilişkisinin boyutsal durumunu ortaya çıkarır.
be used long after 200 BC as they were applied in the structures dating back to the late Hellenistic and early imperial periods.
Arkaik Dönem ion mimarisinin MÖ 4. yüzyılda yeniden doğuşu olarak yorumlanan ve bu nedenle “Ionia Rönesansı” olarak adlandırılan evrede pek çok kentte yeni inşa programları oluşturulmuş ve bu inşa faaliyetlerinde karakteristik bazı uygulamalar ön plana çıkmıştır. Bunlar, teras duvarları ve kulelerin köşelerinde uygulanan çift köşe bağı tekniği, Karia-Ionia tipi kurtağzı kanca yuvaları ile genellikle basamak ve stylobat
bloklarında uygulanan üzeri açık veya görünen kırlangıç kuyruğu kenet yuvaları ile bu yuvalarda kullanılan “U” biçimli kenetlerdir. Ionia Rönesansı olarak adlandırılan dönemin kronolojik sınırları tam anlamıyla
belirlenememiş olsa da kabul edilen genel görüş Maussollos zamanında başladığı ve Hellenistik Dönem’in ortalarına, yaklaşık olarak MÖ 200 yıllarına kadar devam ettiği yönündedir. Dönemin karakteristik uygulamaları arasında gösterilen Karia-Ionia tipi kurtağzı kanca yuvaları Hekate Tapınağı’nda, görülebilecek şekilde açıkta bırakılan kırlangıç kuyruğu kenet yuvaları ise Propylon’da kullanılmıştır. Kronolojik olarak kabaca MÖ 200 ile sınırlandırılan bu tekniklerin Geç Hellenistik Dönem’e tarihlendirilen tapınak ve Erken İmparatorluk Dönemi’ne tarihlendirilen Propylon’da görülmesi Lagina’daki uygulamaları önemli kılmaktadır. Araştırmacılar, söz konusu teknik detayların Lagina’daki kullanımını, yapıların daha erken bir tarihe ait olması veya erken evreleri ile ilişkilendirmişlerdir. Ancak kutsal alandaki yazıtlar, yapılardaki mimari bezemeler üzerine yapılan stilistik değerlendirmeler ve Stratonikeia ile Lagina’nın tarihi sürecine göre böyle bir değerlendirme mümkün değildir.
Buradan çıkarılacak sonuç Lagina’daki uygulamalar nedeniyle tapınağın ve Propylon’un daha erken bir tarihe ait olması şeklinde değil; Geç Hellenistik ve Erken İmparatorluk Dönemi’ne tarihlendirilen yapılarda uygulandıkları için bu tekniklerin MÖ 200’den çok daha sonra da kullanımının devam ettiği şeklinde olmalıdır.
Arkhaia Anatolika 3 (2020) by Arkhaia Anatolika
Antik dönem coğrafyasında Karia Bölgesi sınırları içinde yer alan Muğla İli, Datça İlçesi, Yaka Mahallesi’nde, 2017 yılında bir bahçe duvarı hafriyat işi sırasında beyaz mermerden bir aslan heykeli açığa çıkartılmış olup, eser Marmaris Müze Müdürlüğü envanterine alınmıştır. Knidos teritoryumu içinde, bulunduğu mevkiye bağlı olarak bu aslan heykeli “Knidos Yaka Aslanı” olarak adlandırılmıştır. Herhangi bir yapı ya da kontekste bağlı olmaksızın bulunan aslan heykelinin gerek tarihlendirilmesi gerek köken ve fonksiyonunun belirlenebilmesi için Arkaik ve Klasik Dönem heykeltıraşlık repertuvarı içindeki Batı Anadolu ve Kıta Yunanistan orijinli yapı ve mezar aslan heykelleri ile kabartmalar üzerinden analojik tespit ve değerlendirmeler yapılmıştır. Knidos Yaka Aslanı ile ilgili değerlendirmeler, bu heykelin Güneybatı Anadolu orijinli ve kuvvetle muhtemel mezar aslanı fonksiyonuna sahip olduğunu göstermiştir. Stilistik incelemelere göre bu aslan heykeli, MÖ 500-490 yıllarına tarihlendirilmektedir. Bu çalışmada Knidos teritoryumunda bulunmuş diğer aslan heykellerinin yanı sıra Knidos, Apollon ve aslan ilişkisi üzerinde de durulmuştur.
The rock-cut tombs in the region present different features. While the Deliklitaşini rock-cut tomb presents a unique example with the lack of the north wall, the İmize and Zeytinköy rock-cut tombs are the representatives of a very common type in the region with their plain facade and Π-shaped interior furnishings. The Kurudere rock-cut tomb is an important example with its different applications in its interior furnishing, but what is more important is the terrace formed in front of the tomb for the dead cult. The Hankuyu rock-cut tomb, on the other hand, constitutes the rural example of a tomb type seen very commonly after Stratonikeia was liberated from Rhodes and gained its political and economic independence. While the tombs found during the 2018 and 2019 surveys show that the active families in the rural settlement took as example the tombs of the aristocratic segment living in cities, each of these tombs are like a symbol of the statuses held by those in the tombs at the time they were alive.
Antik Dönem’in önemli yerleşimleri arasında yer alan Thyateira antik kenti Manisa ili, Akhisar ilçe sınırları içerisinde yer almaktadır. Thyateira antik kentindeki sistemli kazı çalışmaları son yıllarda Hastane Höyüğü alanında yoğunlaşmış durumdadır. Hastane Höyüğü’nü, Thyateira antik kentinin “erken dönem yerleşimi” olarak tanımlamamız yanlış olmayacaktır. Çalışma içerisinde incelenen Anadolu parsı heykel parçası da Hastane Höyüğü kazı çalışmaları sırasında bulunmuştur. Eser volkanik tüf taşından yapılmıştır. Volkanik tüf taşının özellikle MÖ 7.-6. yüzyıl arasında tercih edilen bir malzeme çeşidi olduğu bilinmektedir. Anadolu parsı bölgeye özgü türlerden bir tanesidir. Neolitik Çağ’dan başlayarak MÖ 6. yüzyıl sonuna kadar Anadolu parsına yani pantere ayrı bir saygı gösterildiği buluntulardan net olarak anlaşılmaktadır. Özellikle MÖ 7.-6. yüzyıl arasında buluntu sayısındaki artış çekicidir. Mimari parçalar, heykel buluntuları, seramikler, fildişi eserler ve sikkeler üzerinde Anadolu parsı betimlemeleri karşımıza çıkmaktadır. Hastane Höyüğü buluntusu eser bir tabaka buluntusu değildir. Geç Hellenistik Dönem tapınağının üzerindeki tahribat tabakası içerisinde ortaya çıkarılmıştır. Anadolu parsı heykel parçası benzer örnekler yardımıyla MÖ 6. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilmiştir. Hastane Höyük alanının MÖ 7.-6. yüzyıllar arasında iskan gördüğü buluntu ve kalıntılar yardımıyla kanıtlanmıştır. 2015 yılı kazı çalışmaları sırasında İ-36/d plankaresinde Lydia kültürü ile bağlantılı duvar kalıntıları ile seramik buluntuları ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu eserler Lydia kültürünün Hastane Höyüğü alanında varlığını kanıtlaması açısından oldukça önemlidir. Anadolu parsı heykel parçasının genel özellikleri dikkate alındığında Lydia tabakası ile aynı seviye içerisinde değerlendirilmesi mantıklı olacaktır. Bu durumda akla Anadolu parsı heykel parçasının hangi yapıya ait olduğu sorusu gelmektedir. Anadolu parsı örnekleri genel olarak değerlendirildiğinde eserlerin önemli bir bölümü tapınımla bağlantılı alanlarda bulunmuştur. Hastane Höyüğü buluntusunun da bir tapınak yapısı ile bağlantılı olma ihtimali oldukça yüksektir.
The peribolos, which were found in the northeastern part of the sanctuary and were later discovered to have surrounded four sides of the sanctuary, are architecturally the most important proof that they date back to the 4th century BC. The walls are flat-edged, with a pulvinated surface and built as a double row of pitch-faced stones and rectangular blocks. This masonry technique is also found in Stratonikeia Lower City Walls, the repair phases in Kadıkulesi Hill on the western and northern walls and it has been dated back to the 4th century BC. In the context of Maussolos’ urbanization policy, construction activities have also been carried out in Lagina besides Stratonikeia. The data obtained from the naos of the altar have reinforced the opinion that there was a cult building there; especially the numerous coins dated to the 4th and 3rd centuries, the terracotta figurines dated to the Hellenistic Period are the other archeological evidence showing that there was a cult building before the temple with Corinthian peristasis. Numerous inscriptions have been found in the sanctuary and most of the inscriptions have been dated to the Roman Imperial period. Three of the inscriptions on the sacred area have been dated to the 4th century BC and one of them has been dated to 197-166 BC. The contents of these inscriptions clearly demonstrate the presence of a sanctuary here and clearly proves that this area was devoted to Hecate. The fact that Stratonikeia was called Hecatesia (the city of Hecate) from 430 to 280 BC is another indication of the importance of Hecate in the region. The Hecate Cult must have already been very powerful in the 4th and 3rd centuries BC so that a magnificent temple could be built with Corinthian peristasis at the end of the 2nd century BC.
Geç Hellenistik Dönem’den başlayarak MS 7. yy.a kadar uzun bir dönem aralığında üretimi sürdürülen Sagalassos Sigillataları, Antik Çağ boyunca Sagalassos dışındaki birçok antik kentte de arkeolojik kazılarda ele geçmiştir. Bu seramikler, diğer kırmızı astarlı seramik gruplarından farklı olarak Anadolu’nun iç kesiminde üretilip, farklı bölge ve coğrafyalara ihraç edilmiştir. Bu çalışma ile Sagalassos Sigillataları’nın Batı Anadolu sınırları içerisinde yer alan Tripolis’te de yoğun olarak kullanıldığı görülmektedir. Tripolis’te bulunan bu seramikler, birkaç örnek dışında kalın cidarlı bir yapıya sahiptir. Bu durum daha önce birkaç yayında da belirtildiği gibi, Sagalassos çömlekçilerinin, uzak mesafeli yapılan ihracatta kullanılan ürünlerin daha dayanıklı ve kara taşımacılığına elverişli olarak üretim yaptıklarını desteklemektedir.
Tripolis’te bulunan Sagalassos kırmızı astarlılarının çıplak gözle görünür mineral katkıları incelenmiş, bunun haricinde seramiklerin bir bölümünün kil analizi de yapılmıştır. Analiz çalışmasına göre, hamur yapısı ve içeriği dikkate alınarak, Sagalassos kentinin yakınlarında yer alan Çanaklı Bölgesi’nde bulunan kilden üretilmiş olabileceği düşünülmektedir.
Tripolis’te bulunan Sagalassos Sigillataları arasında bezemeli örnekler sınırlı olmakla beraber, özellikle MS 4. yy. a tarihlendirilen form örneklerinin fazla olması, bu dönemde Sagalassos ve Tripolis arasındaki ticari ilişkininde önemli bir göstergesidir. Bu ticari ilişkinin söz konusu tarihlerde Tripolis Kemerli Yapı’sında bulunan 1347 adet sikke buluntusuyla desteklenmektedir.
Klasik Dönem yapılarında mutulusların eğimi ± 15˚ olarak uygulanmış, MÖ 4. yy’ın ikinci yarısından itibaren bu açı küçülmeye başlamıştır. MÖ 2. yy’da inşa edilen yapılarda mutulusların eğim derecesi genellikle çok düşüktür ya da eğim hiç yoktur ve bu uygulama Erken İmparatorluk Dönemi’nde de devam etmiştir.
Dorik geisonlarda erken evrelerden itibaren hem mutulus plakalarının hem de guttaenın yüksek çalışılması karakteristiktir. Anadolu’daki dorik yapılarda MÖ 3. yy’dan itibaren mutulus plakaları ile guttae yüksekliğini yitirmeye başlamıştır. Fakat mutulusların ince bir plaka şeklinde işlenmesi MÖ 2. yy’ın ilk yarısında başlamıştır ve bu tip mutuluslar Roma Dönemi boyunca da kullanılmaya devam etmiştir. Geç Hellenistik ve Erken İmparatorluk Dönemi’ne tarihlenen dorik geisonların bir kısmında mutuluslar viaedan ince çizgisel bir hatla ayrılmıştır. Erken evrelerden itibaren geison soffiti ile damlalık arasındaki alana yerleştirilen mutulus plakaları, sözü edilen bu iki bölümle de bağlantılıdır. Zamanla mutulus plakalarının geison soffiti ve damlalık ile bağlantısı kesilmiş, böylece geison soffitiyle mutulus plakası arasında ve mutulus plakasıyla damlalık arasında ince bir faskia oluşmuştur. Guttaeda görülen bir diğer değişim, mutulus plakasının yüzeyine dağılımlarında tespit edilmiştir. Erken evrelerde özellikle üçlü dizimde guttae sıralarının arasındaki mesafe, guttaenın çapının yaklaşık 2 katı ya da 2 katından biraz fazladır. MÖ 4. yy yapılarında genellikle 1,5 katı olan bu mesafe MÖ 3. yy’da birkaç yapıda eşitlenmiş, MÖ 2. yy’da ise guttae arasındaki mesafe guttae çapından daha dar işlenmiştir. Sık dizime sahip guttae Roma Dönemi yapılarının karakteristiğidir. Erken İmparatorluk Dönemi yapılarında dört tarafta da kenara yaslandırılmış guttaeya sahip mutulus plakalarının yanı sıra bunun tam tersi uygulama olan dört tarafta da mesafe bırakılarak, içe çekilmiş guttaeya sahip mutulus plakaları bir arada kullanılmıştır. Dorik geisonda yaşanan bir diğer değişim mutulus plakasının genişliği ile viaenın genişliği arasındaki oranda tespit edilmiştir. Erken evrelerde 1:5 oranında çalışılan viae dönem ilerledikçe istikrarlı bir şekilde daralmış ve MS 1. yy’ın sonlarına doğru 1:10 oranına kadar düşmüştür.
Bu çalışmada ele alınan Sinop Arkeoloji Müzesi’nden üç plastik kandil, MS 1. yy’ın üretimi olup, yapıldıkları dönemin tipik özelliklerini taşımaktadırlar.
The social reaction to the new mode of production led to the advent of exogamic segmental lineages all over South-West Asia. This process seems however to have taken a markedly different path whether farming slowly came out independently, like in the Euphrates basin, or whether it was rapidly adopted by hunter-gatherers, like in Central Anatolia. The traditional social structure of the latter communities seems to have stood still long after farming began: the reciprocal marital practices (endogamous) appear to have prevented people from leaving the village, leading in time to an accumulation of population. On the contrary, the Euphratean societies, which witnessed the advent of sedentary life and agriculture from the beginning, had a millennium or so to adjust themselves to the Domestic Mode of Production; it is the resulting matrimonial flexibility that arguably allowed small farming sites to spread slowly over Northern Mesopotamia all through the later Neolithic, preventing the concentration of population at any one particular site.
MÖ 4. yüzyıl, dorik mimari blokların biçim repertuvarında çeşitliliğin arttığı bir dönemdir. Bu yüzyılda dorik yivli sütunların yanı sıra ilk kez Anadolu’da ionik yivli dor sütunları da kullanılmaya başlanmıştır. Yapıların bir kısmında ise sütunlar, bosajlı stilde işlenmiştir. MÖ 4. yüzyılda görülen yeniliklerden biri de kalp biçimli payelerin mimariye kazandırılmasıdır. Kanonik biçimli dor başlıkları çoğunluktadır ancak abakusu bir kymation ile sınırlandırılmış başlıklar da Anadolu’da ilk kez bu yüzyılda çalışılmıştır. Ekinus profili düz satıh şeklinde işlenen başlıklarla, ekinus kavisi çok az dışbükey kavisli başlıklar bir arada uygulanmıştır. Dorik arşitravlar, fazla yüksek olmayan düz bir taenia, yüksekçe çalışılmış regula plakaları ve altı guttaedan oluşmaktadır. Knidos antik kenti ile adalardaki dorik yapılarda konik biçimli guttae, Anadolu’daki diğer yapılarda ise silindirik biçimli guttae çalışılmıştır. Dorik arşitravların alt yüzeyine soffit işlenmeye başlanmıştır. Arşitravların oranları çağdaşı Kıta Yunanistan ve adalardaki yapılarla uyumludur. Triglif-metop bloklarında kanonik formun yanı sıra ilk kez ion kymationu ile taçlandırılmış örnekler de görülmektedir. Yapıların çoğunluğunda gliflerin üst bitimi dikdörtgen biçimli işlenmiş, üst dudak aşağıya doğru eğimli kesilmiştir. Yarım gliflerin üst sınırına işlenen triglif kulakları damla biçimli, açık küre biçimli ve kulak kepçesi kapalı işlenmiş örneklerden oluşmaktadır. Arşitrav yüksekliği ile friz yüksekliği arasındaki oranlar Kıta Yunanistan’daki çağdaşı yapılarla uyumludur. Ayrıca triglif genişliği ile metop genişliği arasında ve triglif yüksekliği ile genişliği rasındaki oranlarda da ortalama değerler elde edilmiştir. Dorik geison bloklarının eğim derecesi 8˚ ile 10˚ arasında değişmektedir. Mutulus plakaları ile guttae güçlü çalışılmıştır. Yüzyılın sonlarına doğru viae genişliğinde azalma olduğu görülmektedir. Yapıların çoğunluğunda sima profili alt kavis başlangıcı nispeten yukarıda ve belirgin işlenmiş dikey kyma rektadan oluşmaktadır.
Anadolu dor mimarisi Arkaik Dönem’den itibaren Kıta Yunanistan’dan farklıdır. Bunun nedeni, ion düzeninin doğup, geliştiği topraklara yabancı olan dor düzenini Anadolulu mimarların farklı yorumlayışıdır. Bu nedenle MÖ 4. yüzyıl dor mimarisinde görülen karışık düzen uygulaması için R. A. Tomlinson tarafından belirlenen iki gruba üçüncü bir grubun da eklenmesi gerekir: Bu grup “Dorik mimari elemanlara ionik unsurlar eklenmesi” şeklinde adlandırılabilir. Çünkü Anadolulu mimarlar Labraunda örneklerinde görüldüğü gibi, ion ve dor düzenini aynı yapıda uygulamanın yanında, dorik mimari elemanlara, bu düzene yabancı olan ionik profilleri de eklemişlerdir. Labraunda Oikoi Binası’nda arşitrav tacını oluşturan astragal ve ovolodan oluşan taç profili, ion arşitravlarına özgü bir profil olup, Anadolulu mimarlar bu profili dor arşitravına taşımışlardır.
Andronların triglif-metop bloklarında metop taeniasının kyma reversa profilinden oluşması bir yeniliktir. Bunun yanı sıra sözü edilen bu iki yapıda dorik friz blokları ilk kez, ion düzenine özgü olan astragal ve ovolodan oluşan taç profili ile sonlandırılmıştır. Sadece Andron B’nin ön cephesinde ise bu profillere inci-boncuk dizisi ve ion kymationu işlenmiştir. Sonrasında bu ionik profiller Anadolu’da MÖ 3. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmış ve bu stil Roma Dönemi içlerine kadar kullanılmaya devam etmiştir. Bu nedenle, ovolonun yozlaşmış şekli olarak kabul edilen Pergamon ovolosuyla taçlandırılmış arşitrav ve triglif-metop blokları Anadolu dor mimarisinin özgün stilidir. MÖ 2. yüzyıla gelindiğinde, dor mimarisinde Arkaik Dönem’den itibaren zaman zaman denenen ionik etkiler doruk noktasına ulaşmıştır. Arşitrav ve triglif-metop frizini taçlandıran farklı profillerin yanı sıra, dor arşitravının yüzeyi faskialara ayrılmış, ion düzenine özgü olan diş sırası dor düzenine taşınmış ve dorik sütunlar ionik yivlerle bezenmiştir. Anadolu dor mimarisine özgü olan bu uygulamalar, dor düzeninin sert görünümlü mimari elemanlarının, ion mimarisinin estetiğiyle harmanlanması sonucu oluşan özgün bir stildir ve bu stilin temelleri MÖ 4. yüzyılda atılmıştır.
Potteries show that Roman dominance in Alabanda has a long history and continued until the 7th century AD. The potteries found in the cistern excavation provided important data both in the dating of the building and in the discovery of the connections of the city with the centers close to the region. In line with these findings, it was found that Alabanda continued to exist during the Roman Period and in this process, it had connections especially with its neighboring cities Nysa, Myndos, Tralleis, Stratonikeia and Caunos. In addition, Alabanda also has connections with Magnesia ad Meandrum, Laodicea, Phokaia, Demre, Kibyra, Andriake, Patara, Perge, Side and Kyzikos. Potteries classified as chronological and typological and similar examples found in other cities reveal the dimensional status of the relation of Alabanda with contemporary cities.
Aydın İli, Çine İlçesi’nin yaklaşık 7 km batısındaki antik Alabanda (Araphisar) kenti, Marsyas (Çine) Çayı’nın batısında konumlanmış bir Karia kentidir. Kent merkezinin kuzeydoğusundaki ovalık arazideki tepelik sahada 2012 ve 2013 yıllarında gerçekleştirilmiş arkeolojik kazı çalışmaları çerçevesinde iki odalı bir Payandalı Sarnıç Yapısı tespit edilmiştir. Bu yapıda açığa çıkan yedi adet havuz ile su toplama ve tahliye sistemlerine ait pişmiş toprak künkler, akıtmalıklar ve “U” biçimli oluk parçaları, künk sistemleri ve payandalar ile desteklenmiş duvarlar, sarnıç yapısı ile ilgili tespitleri kanıtlamaktadır. Sarnıçta yapılan kazı çalışmalarında MÖ 3. yüzyıldan MS 7. yüzyıla kadar kesintisiz devam eden seramik buluntuları ele geçmiştir. Bu çalışmada, Payandalı Sarnıç Yapısı’nda bulunmuş ve Geç Antik Dönem’e tarihlendirilmiş iki adet ampulla, beş adet çömlek, dört adet kandil, dört adet lekane ve dokuz adet unguentarium olmak üzere toplam 24 adet eser değerlendirilmiştir. Beş grupta ele alınan bu eserler, benzer örnekleriyle analojik karşılaştırma yapılarak, MS 6. yüzyıl ile 7. yüzyıl arasına tarihlendirilmiştir.
Seramik buluntuları periyodik olarak MS 7. yüzyıla kadar Karia Bölgesi kenti Alabanda’da Roma hakimiyetinin köklü bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Payandalı Sarnıç kazısında ele geçen seramikler hem tarihlendirme konusunda hem de bölgeye yakın merkezler ile olan bağlantıların ortaya çıkarılması aşamasında önemli veriler sunmuştur. Bu tespitler doğrultusunda Alabanda’nın Roma Dönemi’nde de varlığını devam ettirdiği ve bu süreçte özellikle komşu kentleri olan Nysa, Myndos, Tralleis, Stratonikeia, Kaunos ile bölge haricinde Magnesia ad Meandrum, Laodikeia, Phokaia, Demre, Kibyra, Andriake, Patara, Perge, Side ve Kyzikos yerleşimleri ile bağlantılarının bulunduğu tespit edilmiştir. Kronolojik ve tipolojik olarak sınıflandırılan seramikler ve kentlerdeki benzer örnekler, Alabanda kentinin çağdaşı kentler ile ilişkisinin boyutsal durumunu ortaya çıkarır.
be used long after 200 BC as they were applied in the structures dating back to the late Hellenistic and early imperial periods.
Arkaik Dönem ion mimarisinin MÖ 4. yüzyılda yeniden doğuşu olarak yorumlanan ve bu nedenle “Ionia Rönesansı” olarak adlandırılan evrede pek çok kentte yeni inşa programları oluşturulmuş ve bu inşa faaliyetlerinde karakteristik bazı uygulamalar ön plana çıkmıştır. Bunlar, teras duvarları ve kulelerin köşelerinde uygulanan çift köşe bağı tekniği, Karia-Ionia tipi kurtağzı kanca yuvaları ile genellikle basamak ve stylobat
bloklarında uygulanan üzeri açık veya görünen kırlangıç kuyruğu kenet yuvaları ile bu yuvalarda kullanılan “U” biçimli kenetlerdir. Ionia Rönesansı olarak adlandırılan dönemin kronolojik sınırları tam anlamıyla
belirlenememiş olsa da kabul edilen genel görüş Maussollos zamanında başladığı ve Hellenistik Dönem’in ortalarına, yaklaşık olarak MÖ 200 yıllarına kadar devam ettiği yönündedir. Dönemin karakteristik uygulamaları arasında gösterilen Karia-Ionia tipi kurtağzı kanca yuvaları Hekate Tapınağı’nda, görülebilecek şekilde açıkta bırakılan kırlangıç kuyruğu kenet yuvaları ise Propylon’da kullanılmıştır. Kronolojik olarak kabaca MÖ 200 ile sınırlandırılan bu tekniklerin Geç Hellenistik Dönem’e tarihlendirilen tapınak ve Erken İmparatorluk Dönemi’ne tarihlendirilen Propylon’da görülmesi Lagina’daki uygulamaları önemli kılmaktadır. Araştırmacılar, söz konusu teknik detayların Lagina’daki kullanımını, yapıların daha erken bir tarihe ait olması veya erken evreleri ile ilişkilendirmişlerdir. Ancak kutsal alandaki yazıtlar, yapılardaki mimari bezemeler üzerine yapılan stilistik değerlendirmeler ve Stratonikeia ile Lagina’nın tarihi sürecine göre böyle bir değerlendirme mümkün değildir.
Buradan çıkarılacak sonuç Lagina’daki uygulamalar nedeniyle tapınağın ve Propylon’un daha erken bir tarihe ait olması şeklinde değil; Geç Hellenistik ve Erken İmparatorluk Dönemi’ne tarihlendirilen yapılarda uygulandıkları için bu tekniklerin MÖ 200’den çok daha sonra da kullanımının devam ettiği şeklinde olmalıdır.
Antik dönem coğrafyasında Karia Bölgesi sınırları içinde yer alan Muğla İli, Datça İlçesi, Yaka Mahallesi’nde, 2017 yılında bir bahçe duvarı hafriyat işi sırasında beyaz mermerden bir aslan heykeli açığa çıkartılmış olup, eser Marmaris Müze Müdürlüğü envanterine alınmıştır. Knidos teritoryumu içinde, bulunduğu mevkiye bağlı olarak bu aslan heykeli “Knidos Yaka Aslanı” olarak adlandırılmıştır. Herhangi bir yapı ya da kontekste bağlı olmaksızın bulunan aslan heykelinin gerek tarihlendirilmesi gerek köken ve fonksiyonunun belirlenebilmesi için Arkaik ve Klasik Dönem heykeltıraşlık repertuvarı içindeki Batı Anadolu ve Kıta Yunanistan orijinli yapı ve mezar aslan heykelleri ile kabartmalar üzerinden analojik tespit ve değerlendirmeler yapılmıştır. Knidos Yaka Aslanı ile ilgili değerlendirmeler, bu heykelin Güneybatı Anadolu orijinli ve kuvvetle muhtemel mezar aslanı fonksiyonuna sahip olduğunu göstermiştir. Stilistik incelemelere göre bu aslan heykeli, MÖ 500-490 yıllarına tarihlendirilmektedir. Bu çalışmada Knidos teritoryumunda bulunmuş diğer aslan heykellerinin yanı sıra Knidos, Apollon ve aslan ilişkisi üzerinde de durulmuştur.
The rock-cut tombs in the region present different features. While the Deliklitaşini rock-cut tomb presents a unique example with the lack of the north wall, the İmize and Zeytinköy rock-cut tombs are the representatives of a very common type in the region with their plain facade and Π-shaped interior furnishings. The Kurudere rock-cut tomb is an important example with its different applications in its interior furnishing, but what is more important is the terrace formed in front of the tomb for the dead cult. The Hankuyu rock-cut tomb, on the other hand, constitutes the rural example of a tomb type seen very commonly after Stratonikeia was liberated from Rhodes and gained its political and economic independence. While the tombs found during the 2018 and 2019 surveys show that the active families in the rural settlement took as example the tombs of the aristocratic segment living in cities, each of these tombs are like a symbol of the statuses held by those in the tombs at the time they were alive.
Antik Dönem’in önemli yerleşimleri arasında yer alan Thyateira antik kenti Manisa ili, Akhisar ilçe sınırları içerisinde yer almaktadır. Thyateira antik kentindeki sistemli kazı çalışmaları son yıllarda Hastane Höyüğü alanında yoğunlaşmış durumdadır. Hastane Höyüğü’nü, Thyateira antik kentinin “erken dönem yerleşimi” olarak tanımlamamız yanlış olmayacaktır. Çalışma içerisinde incelenen Anadolu parsı heykel parçası da Hastane Höyüğü kazı çalışmaları sırasında bulunmuştur. Eser volkanik tüf taşından yapılmıştır. Volkanik tüf taşının özellikle MÖ 7.-6. yüzyıl arasında tercih edilen bir malzeme çeşidi olduğu bilinmektedir. Anadolu parsı bölgeye özgü türlerden bir tanesidir. Neolitik Çağ’dan başlayarak MÖ 6. yüzyıl sonuna kadar Anadolu parsına yani pantere ayrı bir saygı gösterildiği buluntulardan net olarak anlaşılmaktadır. Özellikle MÖ 7.-6. yüzyıl arasında buluntu sayısındaki artış çekicidir. Mimari parçalar, heykel buluntuları, seramikler, fildişi eserler ve sikkeler üzerinde Anadolu parsı betimlemeleri karşımıza çıkmaktadır. Hastane Höyüğü buluntusu eser bir tabaka buluntusu değildir. Geç Hellenistik Dönem tapınağının üzerindeki tahribat tabakası içerisinde ortaya çıkarılmıştır. Anadolu parsı heykel parçası benzer örnekler yardımıyla MÖ 6. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilmiştir. Hastane Höyük alanının MÖ 7.-6. yüzyıllar arasında iskan gördüğü buluntu ve kalıntılar yardımıyla kanıtlanmıştır. 2015 yılı kazı çalışmaları sırasında İ-36/d plankaresinde Lydia kültürü ile bağlantılı duvar kalıntıları ile seramik buluntuları ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu eserler Lydia kültürünün Hastane Höyüğü alanında varlığını kanıtlaması açısından oldukça önemlidir. Anadolu parsı heykel parçasının genel özellikleri dikkate alındığında Lydia tabakası ile aynı seviye içerisinde değerlendirilmesi mantıklı olacaktır. Bu durumda akla Anadolu parsı heykel parçasının hangi yapıya ait olduğu sorusu gelmektedir. Anadolu parsı örnekleri genel olarak değerlendirildiğinde eserlerin önemli bir bölümü tapınımla bağlantılı alanlarda bulunmuştur. Hastane Höyüğü buluntusunun da bir tapınak yapısı ile bağlantılı olma ihtimali oldukça yüksektir.
also not true that the double-headed eagle motif is a motif originally brought by Turks from Central Asia. In the studies conducted to date, the origin of the double-headed eagle has not been emphasized. In addition, it is not adequately explained why a double headed eagle is needed instead of a single eagle. In this study, the use of the double-headed eagle motif from the first appearance to the present has been discussed. The interaction of the nation’s using the double-headed eagle figure in their culture and artwork was questioned, so it was possible to determine how this motif spread since its first appearance. In addition, the meaning and propaganda of the double-headed eagle motif in connection with political events were also emphasized.
It is evident that the double-headed eagle motif has been a well-known emblem of Anatolia since the 2nd millennium BC and this motif has been adopted and lived throughout Asia and Europe as a fashion. This motif, interpreted as a royal insignia in the Hittites, was found to have become widespread in the time of Tuthalia IV, and considering the political events of the period, the idea that it symbolizes the Great King Tuthalia IV and Kurunta, the king of the Land of Tarhuntassa. The double-headed eagle in Russia symbolizes the solidarity, unity and integrity of the Tsar and the Church. It is believed that this motif, which is applied frequently in Europe, especially in Vienna, expresses the Great Kingdom administration, which includes the combination of power and might of the Austro-Hungarian Empire. The double-headed eagle was applied in the Anatolian Seljuks only in the 13th century AD, mostly in the famous structures of the Alaeddin Keykubad I period and in the wall decoration of the palaces, or rather in the art of tiles. This motif also expresses the support of the caliph in the Seljuks, and thus the unity of religion and state.
The canonical form of Doric anta capitals consists of Doric cyma (hakwsbeak). This capital type was worked in Anatolia from 4th century BC to the end of the 2nd century BC. An ovolo-type hawksbeak was used in the 4th century BC, while a cyma reversa-type hawksbeak was used in the majority examples of the 3rd century BC and all examples of the 2nd century BC. On the hawksbeak, the style development can be followed on the shape of the lower end of the beak and on the cyma reversa profiles. On the Doric anta capitals, the hawksbeak is crowned with a cavetto. However, as in the early examples, capitals crowned with a vertical fascia were also identified. The exception is the presence of the crown profile consisting of cyma recta, seen in two examples only. In the capitals, the concave curvature of the cavetto profile is well shaped and, in early examples, this profile ends with a fascia that is not too high. The height of the fascia starts to increase in the 2nd century BC examples.
The capitals consisting of the cyma reversa profile, which is thought to have been inspired by Doric anta capitals, were used in the Temple of Athena at Assos in the Archaic Period. L.T. Shoe stated that the Hellenistic examples of these types of capitals belonging to the Doric order in Anatolia are limited to Priene buildings alone. However, in this study, in addition to the examples from Priene, examples were also identified from Mamurt Kale, Latmos Heracleia, Assos and Pergamon in the Hellenistic Period, as well as from Aphrodisias, Mylasa, Bargylia and Knidos in the Late Hellenistic-Augustus Period. In the anta capitals, the depth of the cyma reversa profile is generally equal to its width, and the upper curve is smaller than the lower curve. The capitals in this group are mostly crowned with cavetto, like the capitals consisting of Doric cyma. There are very few examples in which vertical fascia have been preferred.
In the other type of anta capital, the ovolo is the chief moulding and has a crowning cavetto and a base apophyge, sometimes also an astragal. The earliest example is from Epidaurus in the late 4th century BC and were used in the Stoa of Attalos at Delphi in the second half of the 3rd century BC. The Hellenistic examples of these types of capitals, which are widely used in Hellenistic houses in Delos, are few in Anatolia. The capitals consisting of ovolo have become the most preferred capital type in Doric buildings since the beginning of the Early Imperial Period. While all Hellenistic examples were crowned with cavettos, Roman examples have abacus. In these examples, the use of ovolo combined with cavetto shows that the cavetto, which was a crown profile in the early examples, was moved to the capital’s main profile scheme. The capitals consisting of the Pergamene type of ovolo were especially widespread in the second half of the 1st century AD, and were used in this period together with capitals consisting of ovolo and cavetto.
Different arrangements have been identified on the necking of the Doric and Ionic anta capitals used in the buildings built in the Doric order. Below the hawksbeak, the double fillet of the 5th century is revived. In a few cases, the fillets are narrow and deep and set close together, but usually they are broad and shallow and widely separated, the lower one generally cut at the bottom of the block, which forms the capital. The fact that these fillets are seen in both Doric and Ionic capitals is evidence of interaction. Some examples had a plain vertical fascia below the hawksbeak, cyma reversa or ovolo, sometimes large and sometimes small. This fascia sets the capital a little forward from the face of anta. The rosette frieze seen in a few examples shows that they were influenced by Attic-Ionic type anta capitals.
In this context, it is estimated that the archaeological excavations to be carried out in Akkise/Yahyalı Höyük in the future will provide important information about the Neolithization process of the Basin, also known as the Beyşehir-Suğla Trough.
The second part of the study presents the examples displaying certain patterns among the centres where miniature vessels were found in the cult context in Anatolia. The miniature vessels have often been unearthed en masse in the deposits rather than in their original settings, which makes it difficult to interpret these objects evaluated based on the assumption that they gain meaning according to the context. However, some exceptional in situ contexts besides reflecting the religious arrangement of miniature vessels may also effectively identify the sacred space and/or define ritual and reach inferences of human behaviour. There are cases where these groups of finds were uncovered in already identified sacred spaces, whereas there are also some that these miniature vessels attribute “sacredness” to the spaces where they were found based on the vessel form, the assemblage and the setting.
The pottery found in the South Stoa has been examined under two subtitles as ESB-I and ESB-II. As a result of the analogy, five forms included in ESB-I was determined. Hayes Form 22, evaluated in the ESB-I group, belongs to the end of the 1st century BC and the first quarter of the 1st century AD and was identified as the earliest example. Other ESB-I examples such as “Hayes Form 7, 19, 26 and 29” are dated to the first half and middle of the 1st century AD. In the group evaluated in ESB-II, there are seven different forms consisting of plates, bowls and double handled bowls. The earliest example of this group, Hayes Form 58, was dated to the second half of the 1st century AD, while the late versions of Hayes Form 60 and 70, the latest examples of this group, were dated to the second half of the 2nd century AD and the first half of the 3rd century AD. As a result of the evaluation of the ESB found in the South Stoa dated to the Early Imperial Period according to the architectural decoration features, it was understood that the architecture of the building and its findings were compatible. Especially in the light of ESB, which are densely found in the South Stoa of the Sanctuary of Artemis and other areas of the city, it was concluded that Magnesia on the Meander had strong relations with cities such as Tralleis and Ephesos, which were proposed as ESB production centers, and that the production of ESB continued at least until the middle of the 3rd century AD.
In this study, brick rosettes on the façade of northern and north- annexes of St Nicholas Church are compared in detail with examples from different geographies. The brick rosette on the façade of north-eastern annexes of the church is important in that it is a unique example which is painted and in which the original pattern can be identified. In this regard, rosettes on the northern and north-eastern annexes present interesting conclusions. Our goal is to identify the origin and chronology of the pattern and present how the symbolic meaning of the motive that is thought to be originating from pagan beliefs was transformed in the Early Christianity Period with examples. In this regard, impacts of the Unconquered Sun/Sol belief, which has become popular in Rome as of 3rd century, on Christianity was discussed within the framework of researchers’ views. We hope that the results would constitute a significant reference for similar studies on this subject that may be conducted in the future.
mentioned names of Alabanda (?) and Menesthes (?) that brings a significant discussion and some questions with it: Where is Hermogenes from? Apart from the Temple of Artemis, where is the Temple of Apollo, the second pseudodipteros temple? Who built it? This study brings a new perspective by evaluating all previous discussions and interpretations until present day.
Tile Works Museum
Making two broken ceramic works with siren/harpy depictions in Konya Karatay Madrasah Tile Works Museum known and determining the special status of these artworks among the medieval Anatolian fantastic figures are the subjects of this study. The political, military, social-economic relations that developed between the Byzantine and Anatolian Seljuk States in the period after the Battle of Malazgirt in Anatolia created an environment of cultural and artistic interaction. This situation, with the development of culture of living together has given chance to produce artworks that appeal to common taste, despite the differences in style, in the geography that is dominated by two cultures. A common visual repertoire formed in this way in the course of time has spread the use of similar motifs in the artworks of both cultures. Fantastic creatures such as siren/harpy, sphinx and angels believed to have protective and magical powers are regarded as examples that reflect the elements of artistic interaction. The siren/harpy depictions, which have examples in different types of artwork such as architectural decoration, ceramics and tiles in Byzantine and Anatolian Seljuk art in Anatolia, have been portrayed as fantastic creatures that protect against strong evil in both cultures. Some siren/harpy figures depicted in Byzantine art are evaluated under the influence of Anatolian Seljuk art. This is mostly due to the fact that Greek or Turkish masters working on the production of the works know well the depiction traditions of both cultures. The works with siren/harpy figures, which we have examined in our study, are important as material evidences that carry the Byzantine-Seljuk artistic interaction to the present day, produced by using a common visual repertoire formed in a multicultural geography in Anatolia.
In this study, four statue heads, which we think are directly or indirectly related to each other, are discussed. Our aim is to introduce these works as repetitions of what is known in the literature, to examine and interpret them and to present the result to our colleagues. One of these interesting four heads was found in the Acropolis of Athens, while the other three are of Anatolian origin. Two of these four heads are very well introduced, and two of them will be introduced here for the first time.
The head, located on the West Slope of the Acropolis of Athens, was called the “Ariadne” head until recently due to its stylistic features. However, after the exhibition titled “Dionysos:” die Locken lang, ein halbes Weib? ...” (Long wavy hair, half woman?)” held in Munich in 1997, it was also suggested that this head could belong to Dionysos. The most qualified replica of this work is a head in the Pergamon Museum at Berlin. In this study, considering the typological and iconographic factors, it is focused on the heads of Athens and Berlin might belong to which god or goddess and the groups of sculptures to which they may belong are also discussed. One of the heads that make up the other group was found in Heracleia Pontica and is exhibited in the Ereğli Museum in the Black Sea. Another example was bought in Izmir by the Dutch consul in 1732 and is now exhibited in the Rijksmouseum van Oudheden at Leiden. It is thought that these heads, both belonging to the Roman Period, were copied from the Hellenistic origin. As a result of the examination and interpretation of the movements and lines of the heads, the typology of the sculptures or sculptures group to which they may belong is emphasized.
When described in relation to burial traditions, mouth/eye bands and decorative appliques are referred to as Funeral/Burial Jewelry in this article. Made of gold leaf, the fact that these objects were unfit for use in daily life supports this identification. These bands, made of gold leaf and appearing in Mesopotamia during the Bronze Age, spread from there to Anatolia, Cyprus, Greece, and the entire Mediterranean Basin. In terms of both form and decoration, some of the richest examples of this group of artifacts, which were preserved in situ in the tombs at Kültepe, were recovered from the necropolises of Cyprus. While death masks were preferred in Mycenaean burial traditions, mouth and eye bands came into fashion in Greece during the Iron Age. Gold leaf appliques, decorated with motifs and cut into various forms, were once again used within the framework of burial traditions as clothing decorations from he Classical Period to the Roman Era.
In this article we have examined 17 artifacts consisting of gold leaf mouth and eye bands, decorative appliques, and a fragment of diadem found in the collection of the Adana Museum. The 10 gold leaf appliques with an oval shape suitable for covering the mouth and eyes were categorized in to two groups: decorated and undecorated. The remaining samples, shaped like equilateral rectangles, lack decoration and are therefore identified as mouth bands. The decorated group consists of seven mouth bands with three having their form and decoration previous defined in the literature. The four strip-shaped samples (cat. no. 5-7), with measurements varying from 3 cm to 6 cm, are unique in that they are shaped to minimize their diadems. Stylistic similarities were reflected in the pattern repertoire and like on the diadems, scenes depicting large gatherings of auxiliary figures together with main figures were preferred. The lip decorations featured on the four mouth bands of standard form (cat. no. 1-4) include depictions of bee and plant motifs. Of the undecorated samples, four are oval shaped (cat. no. 8-11), and one is an equilateral rectangle (cat. no. 12). The only round gold leaf sample was identified as an eye band (cat. no. 13). The other groups of artifacts analyzed are the rhombus and square appliques made of gold leaf. One of the appliques depicts Nemea and Young Hercules holding the coat of a lion (cat. no. 14), the other depicts Fortuna sitting on a diphros while a female figure presents her with an offering (cat. no. 15). The applique featuring Hercules is exactly the same as the pattern used on Alexander’s silver coins. The other applique depicts one of Fortuna’s characteristic narrations that was used extensively during the Roman Period yet left unrecorded in the literature. The last applique to be analyzed is rectangular and features a row of six central holes sitting one on top of another (cat. no. 16). On the last example, which is thought to belong to the edge of the diadem, there are groups of couple figures (female-male) given face-to-face (cat. no. 17). Since we do not know the location and context in which these artifacts were found, they have been dated using the analogy method. The lip-shaped mouth bands from Cyprus were dated to the Late Bronze Age/Early Iron Age for their resemblance to period samples. The sharp-edged oval mouth bands have been dated Classical and Hellenistic Periods, and equilateral rectangle-shaped mouth bands have been dated to the Late Roman Imperial Period. For Gorgo/Medusa and Athena Parthenos with female figures mouth band has been suggested Late Hellenistic and Early Roman Period. The applique with the bust of Hercules was dated to the end of the 4th century BCE, and the gold leaf applique depicting the figure of a woman presenting an offering to Fortuna was dated to the 1st century BCE. The fragment of diadem is dated to 3th and 2nd and BCE.
The hair and beard of the person depicted almost from the front, and especially the wrinkles on the eyebrows, eyes and forehead, show that the person portrayed is of mature age. In addition to the physiognomic appearance of the portrait, the shape of the hair-beard, facial and forehead skin wrinkles show that a person who has lived (privat) is portrayed. Because, the portrait of Heraclea is depicted differently from the ideal appearance of the heads of the gods statues, such as Zeus, Hades and Poseidon. When the portrait is viewed from the front, the left side of the face is wider and more protruding than the right, and this should be related to the display of the sculpture and its main aspect. In other words, the owner of the portrait was probably portrayed as facing slightly to his right and looking to his right.
In order to better understand the style characteristics of the portrait preserved in the Ereğli Museum, it was compared with the contemporary examples, and the parallels and interactions in the Roman portrait art were determined. In this direction, chronologically similar examples of the portrait were examined in detail, the similarities and differences between the Ereğli portrait and its contemporary examples were discussed, and a suggestion was made for the date of the portrait. In addition, the portrait was evaluated in terms of its physiognomic features, and the person it could belong to was tried to be determined.
In Anatolia there are some well preserved stadia in sites like Aphrodisias, Laodiceia, Cibyra and Perge. Naturally the best preserved specimens are normally also well studied, even though there are exceptions. The best preserved ones are usually from the Roman period, and if they have had earlier predecessors, this is seldom visible. There are hardly remains from Pre-Hellenistic time.
The article deals with only with the province of Caria in the south-western part of Anatolia which has some of the most interesting specimens of them. There are both well preserved specimens and such that leave few remains but are still – or have been – interesting. A short catalogue of the stadia in the province is provided.
In this article, it is questioned that Prakana was placed in the city of Diocaesareia (today’s Uzuncaburç) with a general acceptance, especially based on what Ramsay wrote in 1890, and that this name was the old name of Diocaesareia. The actual location of Diocaesareia during the years of Ramsay’s writing is not yet known. For this reason, Ramsay takes the narratives in ancient sources as a criterion. In addition, the priest who attended the Second Council of Nicaea relies on information about Manzon in 787. According to this information, Manzon is the representative of Prakana and Diocaesareia. Based on this information, Ramsay accepts Diocaesareia and Prakana as the same settlement. Regarding Ramsay’s proposals for the location of Diocaesareia, Heberdey and Wilhelm in 1896, what can be argued for the moment with certainty whether Diocaisareia, which should have been located on the road from Laranda to Seleuceia, should be placed here (on the ground on Ramsay’s map). Nor does it say it can be refuted. Later, when the inscription on the city gate was read by Bauer in 1914, it was understood that Uzuncaburç was Diocaesareia. In this case, according to our source research and historical information, it is not possible for Prakana to be in Diocaesareia. According to the information in the historical sources that give a clue to its geographical location, Prakana should have been located around today’s Zeyne on the Mut – Gülnar road. Therefore, the name Prakana is not the old name of Diocaesareia.
Thanks to its geopolitical location suitable for maritime trade and its two natural harbors, Parion was inhabited continuously as an important port and commercial city from the 8th century BC to the 14th century AD. Founded as a Greek colony in the 8th century BC, Parion was granted colony status by Iulius Caesar at the end of the Roman Republic Period. During the Byzantine Era, it was a significant episcopacy center within the region where the Christian faith was strongly represented. Parion, which was the episcopacy center at the beginning of the 4th century AD, was elevated to the status of an archbishopric center in AD 640 and maintained this status until the end of the 13th century AD. The data on bishops assigned to the city of Parion, which has been episcopacy center for nearly a thousand years, is rather insufficient. Despite the fact that three modern studies on the bishops serving in Parion have identified the names of a total of 21 bishops, none of the three studies mention Archbishop Ioannes. The information that Archbishop Ioannes served in Parion in 1072 AD was understood after scanning the synod lists that were included in the episcopal lists. The data on Parion episcopal seals are also quite insufficient and only four examples have been published; seal belonging to Euthymios, who was bishop in the 9th century AD, seal belonging to Constantine, the bishop of the 11th century AD, a seal that probably served in the 11th-12th century AD but without the bishop’s name on it, and seal belonging to the 12th century AD bishop Nicetas, in auction catalogues. Despite the fact that the ancient city of Parion has been the episcopacy center for a long time and many bishops have been assigned, every scientific study will contribute to the study of Anatolian sigillography because studies on the city’s bishop seals are insufficient. The seal of Ioannes, the Archbishop of Parion, which is studied within the scope of this study and is not well known, holds a significant place in both Byzantine Period of Parion and sigillography studies.
Most of the pottery finds from the sewage channel date to the 5th-7th centuries AD; however, some specimens are attributed to the Bronze Age; thus, the finds evince the long service life of the North Street and its environs. Furthermore, the density of potsherds indicates that difference in clay, slip and typology stand out instead of the popular red slip wares popular in Late Antiquity. These differences suggest that locally produced pottery of less expensive production was preferred in the region.
There are eleven bronze censers included in the Konya Archaeological Museum collection through purchase and confiscation. These censers are similar to the Byzantine Period censers found in museums and collections in Turkey and abroad, in terms of form, material, technique and decoration. However, none of these censers in the museum collection have a distinctive religious subject, symbol or figure. In this period, there is no definite data on the difference in the use of decorated and undecorated censers in religious and daily life.
Therefore, censers can be liturgical items used in Byzantine religious ceremonies or items used in daily life. The censers discussed in the study were examined according to their form, technique and ornamental features, and were dated by comparing them with the examples found in museum collections in Turkey and abroad. Our study is important in terms of defining the censers in the Konya Archeological Museum collection in detail for the first time and adding new findings to the rich examples of Byzantine metalwork.
Considering the location of Tarsus suitable for road, sea and river transportation, it becomes clear why it is defined as a large and rich city Tarsus, which has a very strategic location, has water-related structures such as bridges, baths, and cisterns as well as many important structures. In addition, imported ceramics that will shed light on both the development of Tarsus and its commercial activities in the ancient period can be listed among the remarkable archaeological finds. In this study, the connection of the Cydnus River with the city, which flowed through the borders of Tarsus district in ancient times and was changed in the Eastern Roman (Byzantine) Period, was discussed. The contribution of the Cydnus River to trade, city planning and the welfare level of Tarsus since its foundation has been researched, based on the information provided by ancient and modern authors, as well as archaeological data.
In previous studies on the architecture of the Church of St. Nicholas, three main construction phases were identified. Building phase I, which follows the floor plan of a basilica, is dated to the aftermath of the great earthquake in 529. The soundings carried out in the naos in 2022 identify five building phases. It is likely that three of the phases were construction while the remaining two were repair. One of the most important results of the drilling works is the unearthing of the floors of the basilica planned building. The floors have been dated to the 6th century and provide clear documentation that this structure was built on a building/constructions that belonged to the Late Roman-Early Christian period. At the end of the studies, floor mosaics in the opus tessellatum technique with geometric and floral motifs were unearthed in this building, which we defined as the 1st phase. Whether these mosaics belong to an early phase of the Church of St. Nicholas or to the martyrion of the saint will be illuminated by future excavations.
The first of the handles belongs to a Rhodian amphora. It was found in the filling layer under the medieval wall foundation with code no. D1 in grid-square H4. The other handles belong to two Sinopean amphorae. The first of these was recovered from a pit associated with the Hellenistic (third) layer, again in grid-square H4. The second handle of the Sinope amphora was found in the J3 grid-square on the slope, from the blockage layer of a mostly destroyed flooring ruin.
In our study, the production sites of the above-mentioned amphora stamps were determined and classified, cataloged and generally dated between the middle of the 3rd century BC and the beginning of the 2nd century BC. Also, the handles were compared with similar samples found from other centers. Thus, the amphorae, whose production centers were identified from their stamps, gave information about the commercial connections of Kırşehir in the Hellenistic period. Finally, the routes through which these amphorae may have been transported to Kırşehir have also been discussed; the region's connections with Sinope, Kilikia and Pergamon have been stated.
Mold made terracotta panels depicting a female figure standing facing forward, referred to as “Astarte plaques” or “Astarte panels”,bcame into wider use during the Bronze Age and their production continued increasingly during the Iron Age. Production of plaques similar to TK.1 started from the end of the Akkadian Period at the earliest and continued well into the Hellenistic Period across a vast geographic area encompassing North Syria and neighboring regions. With the Persian Achaemenid Empire, a new phase in iconography and the technology used to produce it began. In this phase, figurines became mass produced and rendered in much higher detail as allowed for by the advancement in mold production. In addition to naked Astarte figures produced before the Persian Period, the novelty of draped figures similar to TK.1 was introduced in mass production. Specimens of various naked and draped Astarte figures can be found throughout Anatolia, Syria, Palestine, Cyprus, Egypt, Corinth, Rhodos, Sardinia and Susa. Astarte plaque TK.1 is thought to reflect the figural art of the ancient North Syrian Period; Based on comparison to similar figures, it may have served as a votive offering and may have come from a site in south-eastern Anatolia, which was under the influence of Mesopotamia. Thus in this context it can be said that plaques with Astarte depictions in Anatolia emerged as a direct result of cultural interactions between Anatolia and the Near East.
That figures reflecting the drummer or tambourine player tradition such as TK.2 as being associated with the goddess Astarte is the most valid among numerous postulations proposed by scholars. In this regard, the plaque TK.2 may be interpreted, considering the cult of fecundity, as a votive offering presented to a goddess associated with fecundity in the Archaic Period. Such figures displaying variants technically and iconographically can be traced to cultural centers such as Anatolia, Syria-Palestine, Jordan, Tunisia, Italy, Cyprus, Carthage and Ibiza.
The subject of this study is a gold ring in Burdur Museum. The ring was obtained by the museum through purchase. It was made by lost wax casting and is completely preserved. The form of the ring is a “D” in cross section. The ring stone is an oval-shaped glass cabochon; the bezel of ring is convex and the seat of the stone is flat. A winged goddess (Nike) is engraved on it. The aim of the study is to define the identity and iconography depicted on the ring stone, to determine the status of the person wearing the ring and to determine the period to which the ring belongs.
While evaluating the Burdur Museum example, the focus was primarily on form. Then, the depiction and composition of the goddess on the ring stone were discussed by iconographical way. Finally, the differences and similarities of the rings depicting Nike with the Burdur Museum sample were investigated. Taking these approaches in to consideration, a date proposal was made for the Burdur Museum example.
Archaeological evidence found on the shore and underwater in the research area indicates that this rural settlement was intensively used in production and maritime trade, as was the case throughout Cilicia. It is understood that Kızlar Hamamı Bay was a part of the maritime trade chain of Cilicia from the 1st century BC to the 7th century AD, as well as the need for agricultural production. Although there are many indented bays along the coastline of mountainous Cilicia, very few of these bays have documented underwater cultural assets. However, Kızlar Hamamı Bay was found to contain a higher concentration of finds compared to the other bays. The reason for this situation can be explained by the geological structure of the bay suitable for seafaring. In this context, this study will be an incentive for the research of a small number of similar bays with similar geological structures such as Kızlar Hamamı Bay.
The 1st and 2nd century BC, when the unguentariums were very commonly available, the ancient city of Tyana emerged as a Greek polis. In the 1st century BC, the Cappadocia region gained the support of Rome. Based on various archaeological and epigraphic data, Tyana had its golden age around these centuries. Also, the unguentaria examined in this study support this argument.
A mold found among the ceramics belonging to the Hellenistic period of the city indicates that there used to be a pottery production in or around Tyana. Further, the uncovering of imported ceramics dated to the Late Hellenistic Period and their imitations supplements the existence of a local production. In this regard, it is thought that unguentaria may also be among the types of local production.