Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi-Dünya Dinleri Bölümü Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İstanbul Üniversitesi Felsefe KSÜ İslam Felsefesi Yüksek Lisans
Arap toplumunun her dönemde kendisini hissettiren genel karakteristik özelliği kabîlevî yaşam olg... more Arap toplumunun her dönemde kendisini hissettiren genel karakteristik özelliği kabîlevî yaşam olgusudur. Bu durum, sosyal yapı içerisinde tartışmasız kendisini kabul ettirmiş olan asabiyet/kabilecilik şeklinde tezahür eder. Bu aynı zamanda bedevî/göçebe yaşam tarzıyla da bağlantılıdır. Bu nedenle Araplarda kalıcı ve bütüncül bir devlet geleneğinden bahsetmek oldukça zordur. Kabile asabiyeti böyle bir devlet ya da sosyal birlik oluşturma önündeki en büyük engel görünümündedir. Bu yapı zaman zaman güçlü bir kabile liderliğinde, onun hakimiyeti altında kısa süreli de olsa zorunlu birliktelikleri meydana getirse de, genellikle kabileler arası otorite ve menfaat mücadelesi şeklinde tarihe yansımıştır. Kabile içerisinde ise mal ve evladı çok olan kimselerin liderlik için mücadele etmeleri, bu genel görüntünün bir yansıması olsa gerektir. İslam öncesi dönemde Hicaz bölgesinde otoriteyi ele geçirme konusunda bir mücadelenin var olduğu bilinmektedir. Milâdî V. yy. ortalarından itibaren Hz.Peygamber'in büyük dedesi Kusay, Huzâa'nın elinde olan liderliği, onların elinden almış ve bütün Arap kabilelerini kendi liderliği altında toplamayı başarmıştı. O dönemde Kusay, dini ve siyasî otoriteyi ifade eden Kâbe'deki görevlere bir düzenleme getirerek sikâye, rifâde, sidâne, livâ ve nedve gibi görevleri sosyal yapı içerisine yerleştirmiştir. Kusay'ın ölümünden sonra Benû Abdiddâr ve Benû Abdimenâf arasında bu vazifelerin ifâ edilmesi hususunda ihtilaf çıkmış, sonuçta bu görevlerin kabîleler arasında taksim edilmesinde anlaşmışlar, Benû Abdimenâf sikâye ve rifâde, Benû Abdiddâr ise hicâbe, livâ ve nedve görevlerini üzerlerine almışlardı. Devam eden süreçte söz konusu görevlerin ele geçirilmesi ile ilgili olarak Hâşim ve Abdüşems arasında da bir rekâbetin olduğu görülmektedir. Bu rekâbet daha sonra Hâşim ve kardeşinin oğlu Ümeyye arasında devam etmiştir. İşte Benû Ümeyye ve Benû Hâşim'in uzun yıllar sürecek olan mücadelesinin başlangıç noktası burası olmuştur. Geçen süre içerisinde dinî liderliği elinde bulunduran Benû Hâşim ile siyasî liderliği eline geçiren Benû Ümeyye arasında mücadele ve rekâbet devam etmiştir. Her yönden kendisini güçlü hisseden Benû Ümeyye, artık dinî liderliğin de kendisine geçme vaktinin geldiğine inandığı bir esnada, sadece Benû Ümeyye için değil, diğer kabîleler için de büyük bir sürpriz ortaya çıkmıştır. Bu sürpriz, Hz.Muhammed'in ilâhî bir vahiyle İslam'ı getirmesidir. Hz.Muhammed'in bu şekilde ortaya çıkmasını, Benû Ümeyye ve diğerleri siyasî ve idârî hakimiyetlerine karşı direkt bir tehdit olarak görmüşlerdir. Ebû Süfyân liderliğindeki Benû Ümeyye, dinî birtakım sebeplerin yanında, işte bu siyasî
Giriş İman için aklın bir işlevinin olup olmadığı sorusu tarih boyunca insanlar arasında bir tart... more Giriş İman için aklın bir işlevinin olup olmadığı sorusu tarih boyunca insanlar arasında bir tartışma konusu olmuştur. Aklın iman için öne sürülmesi beraberinde irade kavramını da gündeme getirmiştir. Akıl, iman ve irade problemini tartışırken merkeze alınması gereken kavram iman kavramıdır. Bu tür kavramlar, nesnelerine uygun olduklarından dolayı, sınırları çizilebilir ve tanımlanabilir olan kavramlardır. Akıl, iman, irade kavramları da mahiyeti olup gerçekliği bulunmayan kavramlarımız arasında yer alırlar. Bundan dolayı onlar, haklarında tek bir tanıma ulaşılabilir türden kavramlar değildir. Yani iman ve iradeyi kesin sınırlarıyla akıldan ayıramayacağımız gibi, aklı işin içine sokmaksızın bir iman ve irade söz edemeyeceğimiz açıktır. Bu bağlamda Kant, Leibniz, Spinoza ve Kur'an örnekleminde bu kavramların nasıl ele alındığını tartışacağız. a.Kant'a Göre Akıl, İman, İrade İlişkisi Kant ve iman konusu gündeme geldiğinde muhakkak ki Kant'ın " İnanca yer açmak için bilgiyi inkar ettim " sözü akla gelecektir. Kant'a göre bütün bilgilerimiz deneyle başlar ve o, bu düşüncesinden hiçbir zaman kuşku duymamıştır. Çünkü filozofumuz Kant için zaman bakımından deneyden önce gelen hiçbir bilgi yoktur; ancak bu bütün bilgilerimizin kaynağının deneyden geldiği anlamına da gelmemelidir. Öyle ki Kant, aklın deneyden almadığı, doğrudan doğruya kendisinden çıkardığı bilgilerin var olduğu, bunların duyu bilgisine temel olan birtakım deneyden önce gelen a priori (önsel), kavramlarımız olduğuna ve deneyin içine bunları yerleştirmek suretiyle salt kavramlar ile bir düzen kazanıp bilgi haline geldiklerinden hiç şüphesinin olmadığını ifade etmiştir. Böylece bilgi bir yönüyle deneye, duyulara; öteki yönüyle de zihne dayanmış olmaktadır. Bu bağlamda Kant aklı ikiye ayırmıştır; pratik akıl ve teorik akıl olmak üzere. Teorik akıl bize olanı bildirir, pratik akıl ise olması gerekeni bildirir. Kant'ın bu ayrıma gitmesinde ki sebep, kendisinden önceki filozofların fizik ötesine ait düşünceleri sadece akla dayanarak açıklama çabalarının onları yanlış hükümler vermeye götürmesidir. O sadece saf akıl ile fizik ötesi şeylerin bilgisinin yani tanrı, ruh ve hürriyet gibi kavramların bilenemeyeceğini ifade etmiştir.1 Kant'ın konuya yaklaşma biçimini ön planda tutarak, teorik aklın sınırları içerisinde imkan dahilinde bulunan bilimsel bilgiyi, yani belirli bir zamanda ve mekanda yer alabilen nesnel varlıklardan 1 1 Mehmet Demirtaş, " Kant'ın " İnanca Yer Açmak İçin Bilgiyi İnkar Ettim " Sözünün İman Ve Bilgi Açısından Değerlendirilmesi " , C.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi 1, (2013): 290.
Arap toplumunun her dönemde kendisini hissettiren genel karakteristik özelliği kabîlevî yaşam olg... more Arap toplumunun her dönemde kendisini hissettiren genel karakteristik özelliği kabîlevî yaşam olgusudur. Bu durum, sosyal yapı içerisinde tartışmasız kendisini kabul ettirmiş olan asabiyet/kabilecilik şeklinde tezahür eder. Bu aynı zamanda bedevî/göçebe yaşam tarzıyla da bağlantılıdır. Bu nedenle Araplarda kalıcı ve bütüncül bir devlet geleneğinden bahsetmek oldukça zordur. Kabile asabiyeti böyle bir devlet ya da sosyal birlik oluşturma önündeki en büyük engel görünümündedir. Bu yapı zaman zaman güçlü bir kabile liderliğinde, onun hakimiyeti altında kısa süreli de olsa zorunlu birliktelikleri meydana getirse de, genellikle kabileler arası otorite ve menfaat mücadelesi şeklinde tarihe yansımıştır. Kabile içerisinde ise mal ve evladı çok olan kimselerin liderlik için mücadele etmeleri, bu genel görüntünün bir yansıması olsa gerektir. İslam öncesi dönemde Hicaz bölgesinde otoriteyi ele geçirme konusunda bir mücadelenin var olduğu bilinmektedir. Milâdî V. yy. ortalarından itibaren Hz.Peygamber'in büyük dedesi Kusay, Huzâa'nın elinde olan liderliği, onların elinden almış ve bütün Arap kabilelerini kendi liderliği altında toplamayı başarmıştı. O dönemde Kusay, dini ve siyasî otoriteyi ifade eden Kâbe'deki görevlere bir düzenleme getirerek sikâye, rifâde, sidâne, livâ ve nedve gibi görevleri sosyal yapı içerisine yerleştirmiştir. Kusay'ın ölümünden sonra Benû Abdiddâr ve Benû Abdimenâf arasında bu vazifelerin ifâ edilmesi hususunda ihtilaf çıkmış, sonuçta bu görevlerin kabîleler arasında taksim edilmesinde anlaşmışlar, Benû Abdimenâf sikâye ve rifâde, Benû Abdiddâr ise hicâbe, livâ ve nedve görevlerini üzerlerine almışlardı. Devam eden süreçte söz konusu görevlerin ele geçirilmesi ile ilgili olarak Hâşim ve Abdüşems arasında da bir rekâbetin olduğu görülmektedir. Bu rekâbet daha sonra Hâşim ve kardeşinin oğlu Ümeyye arasında devam etmiştir. İşte Benû Ümeyye ve Benû Hâşim'in uzun yıllar sürecek olan mücadelesinin başlangıç noktası burası olmuştur. Geçen süre içerisinde dinî liderliği elinde bulunduran Benû Hâşim ile siyasî liderliği eline geçiren Benû Ümeyye arasında mücadele ve rekâbet devam etmiştir. Her yönden kendisini güçlü hisseden Benû Ümeyye, artık dinî liderliğin de kendisine geçme vaktinin geldiğine inandığı bir esnada, sadece Benû Ümeyye için değil, diğer kabîleler için de büyük bir sürpriz ortaya çıkmıştır. Bu sürpriz, Hz.Muhammed'in ilâhî bir vahiyle İslam'ı getirmesidir. Hz.Muhammed'in bu şekilde ortaya çıkmasını, Benû Ümeyye ve diğerleri siyasî ve idârî hakimiyetlerine karşı direkt bir tehdit olarak görmüşlerdir. Ebû Süfyân liderliğindeki Benû Ümeyye, dinî birtakım sebeplerin yanında, işte bu siyasî
Giriş İman için aklın bir işlevinin olup olmadığı sorusu tarih boyunca insanlar arasında bir tart... more Giriş İman için aklın bir işlevinin olup olmadığı sorusu tarih boyunca insanlar arasında bir tartışma konusu olmuştur. Aklın iman için öne sürülmesi beraberinde irade kavramını da gündeme getirmiştir. Akıl, iman ve irade problemini tartışırken merkeze alınması gereken kavram iman kavramıdır. Bu tür kavramlar, nesnelerine uygun olduklarından dolayı, sınırları çizilebilir ve tanımlanabilir olan kavramlardır. Akıl, iman, irade kavramları da mahiyeti olup gerçekliği bulunmayan kavramlarımız arasında yer alırlar. Bundan dolayı onlar, haklarında tek bir tanıma ulaşılabilir türden kavramlar değildir. Yani iman ve iradeyi kesin sınırlarıyla akıldan ayıramayacağımız gibi, aklı işin içine sokmaksızın bir iman ve irade söz edemeyeceğimiz açıktır. Bu bağlamda Kant, Leibniz, Spinoza ve Kur'an örnekleminde bu kavramların nasıl ele alındığını tartışacağız. a.Kant'a Göre Akıl, İman, İrade İlişkisi Kant ve iman konusu gündeme geldiğinde muhakkak ki Kant'ın " İnanca yer açmak için bilgiyi inkar ettim " sözü akla gelecektir. Kant'a göre bütün bilgilerimiz deneyle başlar ve o, bu düşüncesinden hiçbir zaman kuşku duymamıştır. Çünkü filozofumuz Kant için zaman bakımından deneyden önce gelen hiçbir bilgi yoktur; ancak bu bütün bilgilerimizin kaynağının deneyden geldiği anlamına da gelmemelidir. Öyle ki Kant, aklın deneyden almadığı, doğrudan doğruya kendisinden çıkardığı bilgilerin var olduğu, bunların duyu bilgisine temel olan birtakım deneyden önce gelen a priori (önsel), kavramlarımız olduğuna ve deneyin içine bunları yerleştirmek suretiyle salt kavramlar ile bir düzen kazanıp bilgi haline geldiklerinden hiç şüphesinin olmadığını ifade etmiştir. Böylece bilgi bir yönüyle deneye, duyulara; öteki yönüyle de zihne dayanmış olmaktadır. Bu bağlamda Kant aklı ikiye ayırmıştır; pratik akıl ve teorik akıl olmak üzere. Teorik akıl bize olanı bildirir, pratik akıl ise olması gerekeni bildirir. Kant'ın bu ayrıma gitmesinde ki sebep, kendisinden önceki filozofların fizik ötesine ait düşünceleri sadece akla dayanarak açıklama çabalarının onları yanlış hükümler vermeye götürmesidir. O sadece saf akıl ile fizik ötesi şeylerin bilgisinin yani tanrı, ruh ve hürriyet gibi kavramların bilenemeyeceğini ifade etmiştir.1 Kant'ın konuya yaklaşma biçimini ön planda tutarak, teorik aklın sınırları içerisinde imkan dahilinde bulunan bilimsel bilgiyi, yani belirli bir zamanda ve mekanda yer alabilen nesnel varlıklardan 1 1 Mehmet Demirtaş, " Kant'ın " İnanca Yer Açmak İçin Bilgiyi İnkar Ettim " Sözünün İman Ve Bilgi Açısından Değerlendirilmesi " , C.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi 1, (2013): 290.
Uploads