Istanbul Medeniyet University, Faculty of Arts, Turkish Languages and Literature Address: İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Güney Kampus B Blok Kat: No:108 Kadıköy-İstanbul
Milletlerin hayatında kimi yazarlar, sanatçılar vardır ki ortaya koydukları eserleriyle yaşadıkla... more Milletlerin hayatında kimi yazarlar, sanatçılar vardır ki ortaya koydukları eserleriyle yaşadıkları dönemi aşıp, çağlar ötesine seslenmekle kalmazlar, eserleriyle beraber bir bilincin teşekkülünde hayati rol oynarlar. Onlar bir ruhu temsil ederler. O ruhtur ki, asırlar boyu toplumun sinesinde yaşar, toplumun belli değerler etrafında şekillenmesini sağlar ve geleceğe de yön verir. Son asırda yetişmiş millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy bunlardan birisidir. O, altı asır üç kıtada hüküm sürmüş bir büyük devletin tarih sahnesinden çekilişine ve onun içinden yeni bir devletin çıkmasına şahitlik etmiş bir büyük şahsiyettir. Mehmet Akif edebiyat tarihlerinde fikirleriyle eserleri arasında benzerlik olduğu belirtilen nadir isimlerden birisidir: “İnanmış adam Akif” daha çocukluğundan itibaren yaşadığı dönemin buhranı içinde kendisini iyi yetiştirmiş, dava ruhuyla büyümüş ve o çizgisini hayatı boyunca da kaybetmemiştir. O bir şair, bir vaiz, bir fikir ve aksiyon adamı, en önemlisi millî şairdir. Mehmet Akif, safhalar anlamına gelen hem şiir kitabının birinci kitabının adı hem de bütün şiirlerinin toplandığı Safahat’ında İstiklal Marşın’da geçen temel kavramların kodlarını verir. Bu makalede milletleri millet yapan, asil ruhun abide eserini yazan Mehmet Akif Ersoy ve onun kaleme aldığı, ancak kitabına almayarak milletine armağan ettiği İstiklal Marşı’nın kültürel arka planı üzerinde durulacaktır.
Osmanli matbuatinda II. Mesrutiyet’in ilanindan (24 Temmuz 1908) hemen sonra olusan ozgurluk hava... more Osmanli matbuatinda II. Mesrutiyet’in ilanindan (24 Temmuz 1908) hemen sonra olusan ozgurluk havasi icerisinde cok sayida yeni dergi ve gazete yayin hayatina baslamis; bu dergi ve gazeteler halkin aydinlatilmasi, bilgi ve kultur seviyesinin yukselmesinde onemli bir fonksiyon icra etmislerdir. II. Mesrutiyet’in ilanindan sonra yayin hayatina giren gazetelerden birisi de Tonguc [Tonghidje] ’tur. Mirza Sait Bey tarafindan 11 Şubat 1324 [24 Şubat 1909] - 19 Mart 1325 [1 Nisan 1909] tarihleri arasinda 36 (otuz alti) sayi yayinlanan gazete, sadece genis Osmanli cografyasinda degil, Musluman Turklerin yasadigi Kirim, Romanya gibi yerlerde de yakindan ve ilgiyle takip edilmistir. Tonguc gazetesi sayfalarinda makale, siir, mektup gibi edebi turlere yer vermis olup, bunun yaninda Avrupa’dan, Balkan cografyasindan ve Islam dunyasindan aktardigi haberlerle de onemli bir islev gormustur. Ayrica, basta saglik olmak uzere, ciftcilik, bahcivanlik gibi tarim alanlarinda da halki bilgilendirme ve onlarin kulturel seviyelerini artirma noktasinda yazilar yayimlanmistir. II. Mesrutiyetten cumhuriyete uzanan surecte donemi anlamak acisindan gazete ve dergilerin buyuk onemi vardir. Bu yonuyle Tonguc gazetesi birlestirici ve aydinlatici vasfiyla matbuat tarihimizde onemli bir fonksiyonu olmustur. Bir baska ifadeyle, Osmanli icinde ve disinda yasayan Turk halkinin karsilastiklari sorunlara Tonguc gazetesi bir ayna vazifesi gordugu soylenebilir. Bu calismada II. Mesrutiyet sonrasi yayin hayatina dahil olan Tonguc gazetesi ilk defa incelenmis ve bu gazetenin Romanya cografyasinda yasayan Musluman Turkler acisindan ifade ettigi anlam degerlendirilmistir.
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi , 2016
Even though Ottoman State’s efforts of westernization, especially in military fields, goes way ba... more Even though Ottoman State’s efforts of westernization, especially in military fields, goes way back in history, the declaration of Tanzimat Edict (1839) has been accepted as its official beginning. Important steps were taken in the field of education during this period, as in many other fields of Ottoman Turkish society. Especially gaining the girls into the world of education for the first time was realized by the foundation of “Inas (girls)” schools in 1870s. The emergence of the first samples of Turkish novels as a literary style also happened in this period. Mürabbiyes/enstitutris (governesses)
were given a place in the novels that shed light on social life. By means of this rofession which was first imported from Europe and then turned into a way of making a living, European governesses started to appear in the mansions and cottages of the affluent Ottoman Turkish families. Jozefino in Ahmet Midhat Efendi’s novel titled Felâtun Bey’le Râkım Efendi, Anjel in Hüseyin Rahmi’s novel Mürebbiye, and Courton in Halid Ziya’s novel Aşk-ı Memnu were first the examplary characters that
represented governess for children in this period.
In the framework of this article, we will deal with the place of the governesses in Ottoman Turkish modernization. We will try to explain the characteristics of the governesses who existed in the early novels and what function they carried out in the discipline and training of the children.
Egitim, sozluklerde ozellikle cocuklarin ve genclerin toplum yasayisinda yerlerini almalari icin ... more Egitim, sozluklerde ozellikle cocuklarin ve genclerin toplum yasayisinda yerlerini almalari icin gerekli bilgi, beceri ve anlayislari elde etmelerine, kisiliklerini gelistirmelerine okul icinde veya disinda, dogrudan veya dolayli yardim etme seklinde tanimlanmaktadir (Gunay 1992: 17-18). Birey hayatinin her yonunu kusatan egitim, once ailede baslar; daha sonra okullarda egitimcilerin ellerinde sekillenir. Toplumlarin hayatlarinda bazi donemlerin buyuk onemi vardir. Bu donemlerde kisa zamanda buyuk degisimler, yenilikler gerceklesir. Turk egitim tarihi acisindan Tanzimat’tan sonra Mekteb-i Sultani, Dâru’l-Funun, Dârulmuallimât, (Kiz) okullari gibi yeni kurumlar acilmis, Batili egitim verilmeye baslanmistir. Bu egitim kurumlarinda ya Bati diliyle egitim yapilmaya baslanmis ya da bir Bati dili ogretilmeye calisilmistir. Bu arada ozellikle yabanci dil dersleri icin Bati’dan ogretmenler getirtilmistir. Bunlar arasinda gonullu olarak Turkiye’ye gelen, okullarda egitimci olarak gorev yapan...
RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2023
Türk edebiyatında edebi bir tür olarak gezi/seyahat yazıları, yazarının ziyaret ettiği, bulunduğu... more Türk edebiyatında edebi bir tür olarak gezi/seyahat yazıları, yazarının ziyaret ettiği, bulunduğu yerlerdeki özellikleri edebi bir üslupla yazıya aktarması bakımından son derece önemli metinlerdir. Gez yazıları, yazarın yaşadığı yerden şu ya da bu sebeple gittiği başka bir şehri, ülkeyi, kıtayı konu olabileceği gibi aynı şehrin içindeki bir seyahatini de ele alabilir. İstanbul, tarihi ve kültürel mirası ile gezi yazıları içinde önemli bir konumdadır. İstanbul konulu gezi yazıları ele alındığında Türk Edebiyatı’nın önemli hikâyecilerinden birisi olan Mustafa Kutlu’nun kaleme almış olduğu “İstanbul Gezi Yazıları -1- Topkapı’dan Topkapı’ya, İstanbul Gezi Yazıları -2- Haliç ile Çepeçevre İstanbul ve İstanbul Gezi Yazıları -3- Boğaziçi” başlıklı üç eseri, İstanbul’un tarihi ve kültürel yapısının incelenmesi açısından kaynak olabilecek niteliktedir. Yazar eserlerinde İstanbul’a geldiği tarihten itibaren gezdiği birbirinden farklı mekânları kendine has bir üslup ile tanıtmıştır. Eserlerde öne çıkan en belirgin özellik mekânların tasvirinin salt gözleme dayalı olmamasıdır. Gözlemlere yazarın perspektifinden yorumlar eşlik etmekte ve yer yer düşülen dipnotlarla okuyucunun mekânlar hakkında daha geniş bilgilere sahip olması sağlanmaktadır. Sade bir üslupla İstanbul yazılarını kaleme alan Kutlu, adeta okuyucuya metinler üzerinden canlı bir İstanbul seyahatine çıkartır. Bu çalışmada Mustafa Kutlu’nun bahsi geçen eserleri incelenmiş, gezilen mekânların tasnifi yapılarak hangi semtleri, hangi mekânları öne çıkarttığı tespit edilmiş ve gezi yazısı türü çerçevesinde analiz edilmiştir.
Toplumlarin hayatini degistiren buyuk olaylarin ve gelismelerin temelinde onemli kavramlar vardi... more Toplumlarin hayatini degistiren buyuk olaylarin ve gelismelerin temelinde onemli kavramlar vardir. ..... Bu makale cercevesinde Tanzimat'la beraber ortaya cikan, daha sonra bir ideolojiye donusen medeniyet kavrami ve medeniyetcilik anlayisinin Turk edebiyatinin iki oncu ismi Şinasi ve Namik Kemal'in eserlerinde nasiI akis buldugu, onlarin Dogu ve Bati medeniyetlerine bakis acilari ve getirdikleri elestiriler uzerinde durulacaktir.
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi Journal of Turkish Language and Literature, 2023
Edebiyat ve sosyoloji, insanı ve toplumu anlamaya, anlatmaya çalıştığı için birçok ortak yönü ola... more Edebiyat ve sosyoloji, insanı ve toplumu anlamaya, anlatmaya çalıştığı için birçok ortak yönü olan farklı iki disiplindir. Edebiyat sosyolojisi de, sosyal şartlar ile edebî çalışmalar arasındaki ilişkileri inceleyen bir edebî çalışma alanıdır. Toplum hayatını yansıtan bir edebî tür olan romanın konularından biri de dilenme ve dilenciliktir. İnsanlık tarihi kadar geçmişi olan ve her toplumda küçük farklılıklar dışında benzer özellikler gösteren dilencilik, zaman içinde devletlerin aldığı önlemler, ekonomik şartların iyileşmesi ile azalma göstermişse de hep var olagelmiştir. Bu çalışmanın amacı sosyal bir gerçeklik olan dilenciliğin/ dilencilik meselesinin romancılar tarafından nasıl ele alındığını örneklendirmektir. Çalışmada dilencilik meselesinin daha iyi anlaşılması için dilenciliğin tarihî geçmişine ve arka planındaki sosyolojik, dini zeminine değinildikten sonra, dilenciliği romanının ana eksenine oturtan, toplumu çok iyi gözlemlediğini düşündüğümüz iki romancının eseri üzerinde durulmuştur. Ana konuları dilenme ve dilencilik olan romanlardan ilki Osmanlı’nın son yıllarında kaleme alınan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Hayattan Sayfalar (1919)’ı ile ikincisi ise Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi (1946)'dir. Çalışmada edebiyat sosyolojisi bağlamında her iki roman üzerinden dilenci tipleri, mekânsal tercihleri, halkın dilencilere bakışı gibi yönler incelenmiştir.
Türk edebiyatının seksenli yıllardan itibaren hem konu hem şekil hem de tür anlamında büyük bir d... more Türk edebiyatının seksenli yıllardan itibaren hem konu hem şekil hem de tür anlamında büyük bir değişim ve gelişim gösterdiği, sayısal olarak zenginleştiği bilinen bir gerçektir. İnsanlar arasında gelir düzeyinde görülen farklılıkların derinleşmesi, ülke dışına daha çok açılma ve teknolojik gelişmeler insanın teknik donanımlara ulaşmasını kolaylaştırmış, bu da beraberinde alışagelmiş bir hayat tarzının dışına çıkmaya, yeni bir ifadeyle modernleşme yolunda yeni açılımların sağlanmasına imkân tanımıştır. Moderniteye karşı duyulan özlem, teknik imkânlar sayesinde dış dünya insanının (burada kastedilen daha çok Batı insanıdır) yaşantısına ve kavuştuğu imkânlara ulaşma arzu ve çabası ülke insanında da tesirini göstermiştir. Edebî metinler bu anlamıyla özelde bireyi genelde ise toplumu yansıtan en iyi eserlerdir. Anadolu ve büyük şehir hayatını deneyimlemiş ve ikisini metinlerine çok iyi yansıtmış isimlerden birisi de Mustafa Kutlu’dur. Son yarım asrın en önemli yazarlarından biri olan Mustafa Kutlu, 1970’li yıllarda başladığı hikâye yazma serüvenini günümüze kadar zenginleştirerek devam ettirmiş nadir yazarlardandır. Kutlu’nun bu hikâye yazma serüveni neredeyse yılda bir kitap yayımlayarak devam edegelmiştir. Ayrıca Deneme ve inceleme türünde de eserler kaleme alan yazarın daha çok hikâyeye sadık kalması bile Kutlu’yu Türk edebiyatında ayrı bir yere koymaya kâfidir. Yoksulluk İçimizde ve Bu Böyledir onun bu düşüncelerini en iyi yansıttığı eserler arasında sayılabilir. Bu makalede, bu iki öykü kitabından hareketle modern insanın açmazları üzerine bir inceleme yapılacaktır.
APA: Koçak, A. (2019). Dar mekânda geniş zamanlar: Sabahattin Ali'nin anlatılarında (öykülerinde)... more APA: Koçak, A. (2019). Dar mekânda geniş zamanlar: Sabahattin Ali'nin anlatılarında (öykülerinde) mahpushane izleri. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (Ö5), 158-166. DOI: 10.29000/rumelide.606103. Öz Bütün varlıkların üzerinde yaşadığı yer olarak tanımlanan mekân, insan için de çok şey ifade etmektedir. Çünkü insanoğlu var olandan beri bir mekân üzerinde yaşamakta ve ona şekil verme uğraşı içinde bulunmaktadır. Başlangıçtan bugüne kadar coğrafya, doğal ve tarihsel olaylar, siyasi ve ekonomik sebepler, bilimdeki gelişmeler, yeni icatlar ve teknolojik gelişmeler insanoğlunun mekânla ilişkisinde zamanla değişikliklere sebep olsa da insan-mekân ilişkisini değiştirememiştir. Michel Facoult'un "Başka Mekânlara Dair" adlı kuramsal eserinde de işaret ettiği gibi Ortaçağda, Rönesans'ta ve sonrasında modern dönemde mekân anlayışı farklıdır. Hatta buna post-modern dönemi de eklemek gerekir. Modern Türk edebiyatının önemli simalarından Sabahattin Ali'nin genelde anlatılarında özelde ise öykülerinde, mekânın kapalı-dar ve açık-geniş şekilde kullandığı görülür. Mahpushane devlet otoritesi ile inşa edilmiş kapalı-dar mekânlardır. Sabahattin Ali şu ya da bu sebeple hapse düşmüş ve bu mekânları deneyimleyerek yaşamış birisidir. Bu makalede roman, öykü, şiir gibi farklı türlerde eserler vermiş Türk edebiyatının önemli isimlerinden Sabahattin Ali'nin öykülerinde genelde mekân, özelde ise hapishane konusunun nasıl işlendiği, yazarın bir şekilde kaldığı bu mekânların eserlerine nasıl yansıdığı örneklerle açıklamaya çalışılacaktır. Abstract A space, defined as a place where all beings live, means a lot for mankind because they have been living in a space and they have been in an effort to shape it since their existence. Although geography, natural and historical events, political and economic reasons, advances in science, new inventions and technological developments have caused changes in the relationship of mankind and space since the beginning, they haven't been able to change the relationship between mankind and space. As Michel Foucault points out in his theoretical work titled "Of Other Spaces", the concept of space is different in the medieval age, renaissance and modern era. The post-modern era should also be included. It is seen that Sabahattin Ali, one of the important figures of the modern Turkish literature, depicts the space as closed-narrow and open-wide in his narratives and stories. Prisons are closed-narrow spaces built by the state authority. Sabahattin Ali somehow ended up in prison and experienced the life in these places. This paper tries to explain the way Sabahattin Ali, who is considered as one of the important figures of the Turkish literature and produced works in various 1 Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (İstanbul, Türkiye),
Göç Zamanı’na Hazırlanmak: Bahaeddin Özkişi’nin Öykülerinde Dinî/Metafizik Görünüm / Preparing for Göç Zamanı: Religious/ Metaphysical Aspect in the Stories by Bahaeddin Özkişi, 2018
Sözlüklerde rihlet, intikal, hicret, taşınma, nakil gibi farklı kavramlarla ifade edilen göç, " E... more Sözlüklerde rihlet, intikal, hicret, taşınma, nakil gibi farklı kavramlarla ifade edilen göç, " Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret " şeklinde tanımlanır. Bu anlamlarının dışında 16. yüzyıldan itibaren Türkçede " Dünyadan âhirete göçme, ölme, vefat " anlamlarında da kullanılmaya başlanmıştır göç. Bu anlamıyla da gerek Klasik, gerekse Modern Türk şiirinde pek çok yerde kullanılmıştır. Hatta halk şiirinin önde gelen isimlerinden Bayburtlu Zihni'nin " Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş " mısraıyla başlayan koşması bu anlamıyla en yaygın bilinen şiirlerden birisidir. Manzum eserlerin dışında roman, hikâye gibi modern dönemin ürünü olan türlerde de bu konu geniş olarak işlenmiştir. Bazen roman ya da hikâyenin adı olmuş, bazen de kurgunun içinde konu, unsur olarak yer almıştır. Türk edebiyatında uzun yıllar hak ettiği yeri alamamış, unutulmuş/unutturulmuş isimlerden birisi de Bahaeddin Özkişi'dir. O sadece romanlarıyla değil, yazdığı öykülerle de Türk edebiyatında ayrı bir yerdedir. Bu makale çerçevesinde onun Göç Zamanı adlı eserinde yer alan öyküleri dinî/mistik/metafizik açıdan değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Expressed in dictionaries by referring to different concepts such as departure, transition, flight, moving and transfer; the term migration [göç] is defined as " the act of leaving one location for another, individually or socially; moving or migrating from one country to another for economic, social and political reasons ". Apart from these meanings, the term in Turkish came to refer to " the act of migrating from this world to the afterlife, passing away, death " starting from the 16 th century onwards. This meaning was quite often used in classical as well as modern Turkish poetry, and is perhaps best exemplified with the koşma (free-form folk poem) by Bayburtlu Zihni, one of the outstanding figures of Turkish folk poetry: " I came to see that he moved his feet away from his abode " (Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş). Beside poetic works, this theme has also been extensively treated by modern literary genres such as novels and stories. It sometimes gave its name to novels or stories, or at times featured as an element or event within the plot. Bahaeddin Özkişi is indeed one of the important figures of Turkish literature who failed to receive rightful attention, and fell (or was maybe deliberately consigned) into oblivion. He deserves a special place in Turkish literature not only with his novels but also short stories. Hence, this article attempts to analyze the stories in his work Göç Zamanı [Time for Migration] from a religious/mystic/metaphysical perspective.
Bugün yerküre, tarih boyunca hiç olmadığı kadar yoğun bir nüfus hareketliliğine sahne oluyor. Bu ... more Bugün yerküre, tarih boyunca hiç olmadığı kadar yoğun bir nüfus hareketliliğine sahne oluyor. Bu hareketliliğin ticaret, üretim, savaş, iltica, gelişmişlik-kalkınmışlık farklılıkları, beyin göçü, daha müreffeh bir yaşam arayışı, insanın hiç bitmeyen yeni keşif merakı gibi birçok saiki olabilir. Bir taraftan da fiziksel bir hareketlilik olmasa bile bir insanın internet aracılığıyla yerkürenin diğer ucundaki bir insanla etkileşim halinde olması gayet kolay ve yaygın bir olgu. Her ne ise bugün insanlık birbiriyle çok daha fazla etkileşim halinde. Farklı diller, inançlar, yaşam biçimleri birbiriyle istese de istemese de yan yana olmak durumunda. Bu gerçekliğin en önemli yansımaları eğitim süreçlerinde karşımıza çıkıyor. Okullar, yönetim, içerik, öğrenme-öğretme süreçleri, eğitim ortamları, öğretmen nitelikleri gibi birçok alanda çokkültürlülüğün yeniden biçimlendirdiği bir sosyal yapı olarak adeta evrim geçiriyor.
Milletlerin hayatında kimi yazarlar, sanatçılar vardır ki ortaya koydukları eserleriyle yaşadıkla... more Milletlerin hayatında kimi yazarlar, sanatçılar vardır ki ortaya koydukları eserleriyle yaşadıkları dönemi aşıp, çağlar ötesine seslenmekle kalmazlar, eserleriyle beraber bir bilincin teşekkülünde hayati rol oynarlar. Onlar bir ruhu temsil ederler. O ruhtur ki, asırlar boyu toplumun sinesinde yaşar, toplumun belli değerler etrafında şekillenmesini sağlar ve geleceğe de yön verir. Son asırda yetişmiş millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy bunlardan birisidir. O, altı asır üç kıtada hüküm sürmüş bir büyük devletin tarih sahnesinden çekilişine ve onun içinden yeni bir devletin çıkmasına şahitlik etmiş bir büyük şahsiyettir. Mehmet Akif edebiyat tarihlerinde fikirleriyle eserleri arasında benzerlik olduğu belirtilen nadir isimlerden birisidir: “İnanmış adam Akif” daha çocukluğundan itibaren yaşadığı dönemin buhranı içinde kendisini iyi yetiştirmiş, dava ruhuyla büyümüş ve o çizgisini hayatı boyunca da kaybetmemiştir. O bir şair, bir vaiz, bir fikir ve aksiyon adamı, en önemlisi millî şairdir. Mehmet Akif, safhalar anlamına gelen hem şiir kitabının birinci kitabının adı hem de bütün şiirlerinin toplandığı Safahat’ında İstiklal Marşın’da geçen temel kavramların kodlarını verir. Bu makalede milletleri millet yapan, asil ruhun abide eserini yazan Mehmet Akif Ersoy ve onun kaleme aldığı, ancak kitabına almayarak milletine armağan ettiği İstiklal Marşı’nın kültürel arka planı üzerinde durulacaktır.
Osmanli matbuatinda II. Mesrutiyet’in ilanindan (24 Temmuz 1908) hemen sonra olusan ozgurluk hava... more Osmanli matbuatinda II. Mesrutiyet’in ilanindan (24 Temmuz 1908) hemen sonra olusan ozgurluk havasi icerisinde cok sayida yeni dergi ve gazete yayin hayatina baslamis; bu dergi ve gazeteler halkin aydinlatilmasi, bilgi ve kultur seviyesinin yukselmesinde onemli bir fonksiyon icra etmislerdir. II. Mesrutiyet’in ilanindan sonra yayin hayatina giren gazetelerden birisi de Tonguc [Tonghidje] ’tur. Mirza Sait Bey tarafindan 11 Şubat 1324 [24 Şubat 1909] - 19 Mart 1325 [1 Nisan 1909] tarihleri arasinda 36 (otuz alti) sayi yayinlanan gazete, sadece genis Osmanli cografyasinda degil, Musluman Turklerin yasadigi Kirim, Romanya gibi yerlerde de yakindan ve ilgiyle takip edilmistir. Tonguc gazetesi sayfalarinda makale, siir, mektup gibi edebi turlere yer vermis olup, bunun yaninda Avrupa’dan, Balkan cografyasindan ve Islam dunyasindan aktardigi haberlerle de onemli bir islev gormustur. Ayrica, basta saglik olmak uzere, ciftcilik, bahcivanlik gibi tarim alanlarinda da halki bilgilendirme ve onlarin kulturel seviyelerini artirma noktasinda yazilar yayimlanmistir. II. Mesrutiyetten cumhuriyete uzanan surecte donemi anlamak acisindan gazete ve dergilerin buyuk onemi vardir. Bu yonuyle Tonguc gazetesi birlestirici ve aydinlatici vasfiyla matbuat tarihimizde onemli bir fonksiyonu olmustur. Bir baska ifadeyle, Osmanli icinde ve disinda yasayan Turk halkinin karsilastiklari sorunlara Tonguc gazetesi bir ayna vazifesi gordugu soylenebilir. Bu calismada II. Mesrutiyet sonrasi yayin hayatina dahil olan Tonguc gazetesi ilk defa incelenmis ve bu gazetenin Romanya cografyasinda yasayan Musluman Turkler acisindan ifade ettigi anlam degerlendirilmistir.
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi , 2016
Even though Ottoman State’s efforts of westernization, especially in military fields, goes way ba... more Even though Ottoman State’s efforts of westernization, especially in military fields, goes way back in history, the declaration of Tanzimat Edict (1839) has been accepted as its official beginning. Important steps were taken in the field of education during this period, as in many other fields of Ottoman Turkish society. Especially gaining the girls into the world of education for the first time was realized by the foundation of “Inas (girls)” schools in 1870s. The emergence of the first samples of Turkish novels as a literary style also happened in this period. Mürabbiyes/enstitutris (governesses)
were given a place in the novels that shed light on social life. By means of this rofession which was first imported from Europe and then turned into a way of making a living, European governesses started to appear in the mansions and cottages of the affluent Ottoman Turkish families. Jozefino in Ahmet Midhat Efendi’s novel titled Felâtun Bey’le Râkım Efendi, Anjel in Hüseyin Rahmi’s novel Mürebbiye, and Courton in Halid Ziya’s novel Aşk-ı Memnu were first the examplary characters that
represented governess for children in this period.
In the framework of this article, we will deal with the place of the governesses in Ottoman Turkish modernization. We will try to explain the characteristics of the governesses who existed in the early novels and what function they carried out in the discipline and training of the children.
Egitim, sozluklerde ozellikle cocuklarin ve genclerin toplum yasayisinda yerlerini almalari icin ... more Egitim, sozluklerde ozellikle cocuklarin ve genclerin toplum yasayisinda yerlerini almalari icin gerekli bilgi, beceri ve anlayislari elde etmelerine, kisiliklerini gelistirmelerine okul icinde veya disinda, dogrudan veya dolayli yardim etme seklinde tanimlanmaktadir (Gunay 1992: 17-18). Birey hayatinin her yonunu kusatan egitim, once ailede baslar; daha sonra okullarda egitimcilerin ellerinde sekillenir. Toplumlarin hayatlarinda bazi donemlerin buyuk onemi vardir. Bu donemlerde kisa zamanda buyuk degisimler, yenilikler gerceklesir. Turk egitim tarihi acisindan Tanzimat’tan sonra Mekteb-i Sultani, Dâru’l-Funun, Dârulmuallimât, (Kiz) okullari gibi yeni kurumlar acilmis, Batili egitim verilmeye baslanmistir. Bu egitim kurumlarinda ya Bati diliyle egitim yapilmaya baslanmis ya da bir Bati dili ogretilmeye calisilmistir. Bu arada ozellikle yabanci dil dersleri icin Bati’dan ogretmenler getirtilmistir. Bunlar arasinda gonullu olarak Turkiye’ye gelen, okullarda egitimci olarak gorev yapan...
RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2023
Türk edebiyatında edebi bir tür olarak gezi/seyahat yazıları, yazarının ziyaret ettiği, bulunduğu... more Türk edebiyatında edebi bir tür olarak gezi/seyahat yazıları, yazarının ziyaret ettiği, bulunduğu yerlerdeki özellikleri edebi bir üslupla yazıya aktarması bakımından son derece önemli metinlerdir. Gez yazıları, yazarın yaşadığı yerden şu ya da bu sebeple gittiği başka bir şehri, ülkeyi, kıtayı konu olabileceği gibi aynı şehrin içindeki bir seyahatini de ele alabilir. İstanbul, tarihi ve kültürel mirası ile gezi yazıları içinde önemli bir konumdadır. İstanbul konulu gezi yazıları ele alındığında Türk Edebiyatı’nın önemli hikâyecilerinden birisi olan Mustafa Kutlu’nun kaleme almış olduğu “İstanbul Gezi Yazıları -1- Topkapı’dan Topkapı’ya, İstanbul Gezi Yazıları -2- Haliç ile Çepeçevre İstanbul ve İstanbul Gezi Yazıları -3- Boğaziçi” başlıklı üç eseri, İstanbul’un tarihi ve kültürel yapısının incelenmesi açısından kaynak olabilecek niteliktedir. Yazar eserlerinde İstanbul’a geldiği tarihten itibaren gezdiği birbirinden farklı mekânları kendine has bir üslup ile tanıtmıştır. Eserlerde öne çıkan en belirgin özellik mekânların tasvirinin salt gözleme dayalı olmamasıdır. Gözlemlere yazarın perspektifinden yorumlar eşlik etmekte ve yer yer düşülen dipnotlarla okuyucunun mekânlar hakkında daha geniş bilgilere sahip olması sağlanmaktadır. Sade bir üslupla İstanbul yazılarını kaleme alan Kutlu, adeta okuyucuya metinler üzerinden canlı bir İstanbul seyahatine çıkartır. Bu çalışmada Mustafa Kutlu’nun bahsi geçen eserleri incelenmiş, gezilen mekânların tasnifi yapılarak hangi semtleri, hangi mekânları öne çıkarttığı tespit edilmiş ve gezi yazısı türü çerçevesinde analiz edilmiştir.
Toplumlarin hayatini degistiren buyuk olaylarin ve gelismelerin temelinde onemli kavramlar vardi... more Toplumlarin hayatini degistiren buyuk olaylarin ve gelismelerin temelinde onemli kavramlar vardir. ..... Bu makale cercevesinde Tanzimat'la beraber ortaya cikan, daha sonra bir ideolojiye donusen medeniyet kavrami ve medeniyetcilik anlayisinin Turk edebiyatinin iki oncu ismi Şinasi ve Namik Kemal'in eserlerinde nasiI akis buldugu, onlarin Dogu ve Bati medeniyetlerine bakis acilari ve getirdikleri elestiriler uzerinde durulacaktir.
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi Journal of Turkish Language and Literature, 2023
Edebiyat ve sosyoloji, insanı ve toplumu anlamaya, anlatmaya çalıştığı için birçok ortak yönü ola... more Edebiyat ve sosyoloji, insanı ve toplumu anlamaya, anlatmaya çalıştığı için birçok ortak yönü olan farklı iki disiplindir. Edebiyat sosyolojisi de, sosyal şartlar ile edebî çalışmalar arasındaki ilişkileri inceleyen bir edebî çalışma alanıdır. Toplum hayatını yansıtan bir edebî tür olan romanın konularından biri de dilenme ve dilenciliktir. İnsanlık tarihi kadar geçmişi olan ve her toplumda küçük farklılıklar dışında benzer özellikler gösteren dilencilik, zaman içinde devletlerin aldığı önlemler, ekonomik şartların iyileşmesi ile azalma göstermişse de hep var olagelmiştir. Bu çalışmanın amacı sosyal bir gerçeklik olan dilenciliğin/ dilencilik meselesinin romancılar tarafından nasıl ele alındığını örneklendirmektir. Çalışmada dilencilik meselesinin daha iyi anlaşılması için dilenciliğin tarihî geçmişine ve arka planındaki sosyolojik, dini zeminine değinildikten sonra, dilenciliği romanının ana eksenine oturtan, toplumu çok iyi gözlemlediğini düşündüğümüz iki romancının eseri üzerinde durulmuştur. Ana konuları dilenme ve dilencilik olan romanlardan ilki Osmanlı’nın son yıllarında kaleme alınan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Hayattan Sayfalar (1919)’ı ile ikincisi ise Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi (1946)'dir. Çalışmada edebiyat sosyolojisi bağlamında her iki roman üzerinden dilenci tipleri, mekânsal tercihleri, halkın dilencilere bakışı gibi yönler incelenmiştir.
Türk edebiyatının seksenli yıllardan itibaren hem konu hem şekil hem de tür anlamında büyük bir d... more Türk edebiyatının seksenli yıllardan itibaren hem konu hem şekil hem de tür anlamında büyük bir değişim ve gelişim gösterdiği, sayısal olarak zenginleştiği bilinen bir gerçektir. İnsanlar arasında gelir düzeyinde görülen farklılıkların derinleşmesi, ülke dışına daha çok açılma ve teknolojik gelişmeler insanın teknik donanımlara ulaşmasını kolaylaştırmış, bu da beraberinde alışagelmiş bir hayat tarzının dışına çıkmaya, yeni bir ifadeyle modernleşme yolunda yeni açılımların sağlanmasına imkân tanımıştır. Moderniteye karşı duyulan özlem, teknik imkânlar sayesinde dış dünya insanının (burada kastedilen daha çok Batı insanıdır) yaşantısına ve kavuştuğu imkânlara ulaşma arzu ve çabası ülke insanında da tesirini göstermiştir. Edebî metinler bu anlamıyla özelde bireyi genelde ise toplumu yansıtan en iyi eserlerdir. Anadolu ve büyük şehir hayatını deneyimlemiş ve ikisini metinlerine çok iyi yansıtmış isimlerden birisi de Mustafa Kutlu’dur. Son yarım asrın en önemli yazarlarından biri olan Mustafa Kutlu, 1970’li yıllarda başladığı hikâye yazma serüvenini günümüze kadar zenginleştirerek devam ettirmiş nadir yazarlardandır. Kutlu’nun bu hikâye yazma serüveni neredeyse yılda bir kitap yayımlayarak devam edegelmiştir. Ayrıca Deneme ve inceleme türünde de eserler kaleme alan yazarın daha çok hikâyeye sadık kalması bile Kutlu’yu Türk edebiyatında ayrı bir yere koymaya kâfidir. Yoksulluk İçimizde ve Bu Böyledir onun bu düşüncelerini en iyi yansıttığı eserler arasında sayılabilir. Bu makalede, bu iki öykü kitabından hareketle modern insanın açmazları üzerine bir inceleme yapılacaktır.
APA: Koçak, A. (2019). Dar mekânda geniş zamanlar: Sabahattin Ali'nin anlatılarında (öykülerinde)... more APA: Koçak, A. (2019). Dar mekânda geniş zamanlar: Sabahattin Ali'nin anlatılarında (öykülerinde) mahpushane izleri. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (Ö5), 158-166. DOI: 10.29000/rumelide.606103. Öz Bütün varlıkların üzerinde yaşadığı yer olarak tanımlanan mekân, insan için de çok şey ifade etmektedir. Çünkü insanoğlu var olandan beri bir mekân üzerinde yaşamakta ve ona şekil verme uğraşı içinde bulunmaktadır. Başlangıçtan bugüne kadar coğrafya, doğal ve tarihsel olaylar, siyasi ve ekonomik sebepler, bilimdeki gelişmeler, yeni icatlar ve teknolojik gelişmeler insanoğlunun mekânla ilişkisinde zamanla değişikliklere sebep olsa da insan-mekân ilişkisini değiştirememiştir. Michel Facoult'un "Başka Mekânlara Dair" adlı kuramsal eserinde de işaret ettiği gibi Ortaçağda, Rönesans'ta ve sonrasında modern dönemde mekân anlayışı farklıdır. Hatta buna post-modern dönemi de eklemek gerekir. Modern Türk edebiyatının önemli simalarından Sabahattin Ali'nin genelde anlatılarında özelde ise öykülerinde, mekânın kapalı-dar ve açık-geniş şekilde kullandığı görülür. Mahpushane devlet otoritesi ile inşa edilmiş kapalı-dar mekânlardır. Sabahattin Ali şu ya da bu sebeple hapse düşmüş ve bu mekânları deneyimleyerek yaşamış birisidir. Bu makalede roman, öykü, şiir gibi farklı türlerde eserler vermiş Türk edebiyatının önemli isimlerinden Sabahattin Ali'nin öykülerinde genelde mekân, özelde ise hapishane konusunun nasıl işlendiği, yazarın bir şekilde kaldığı bu mekânların eserlerine nasıl yansıdığı örneklerle açıklamaya çalışılacaktır. Abstract A space, defined as a place where all beings live, means a lot for mankind because they have been living in a space and they have been in an effort to shape it since their existence. Although geography, natural and historical events, political and economic reasons, advances in science, new inventions and technological developments have caused changes in the relationship of mankind and space since the beginning, they haven't been able to change the relationship between mankind and space. As Michel Foucault points out in his theoretical work titled "Of Other Spaces", the concept of space is different in the medieval age, renaissance and modern era. The post-modern era should also be included. It is seen that Sabahattin Ali, one of the important figures of the modern Turkish literature, depicts the space as closed-narrow and open-wide in his narratives and stories. Prisons are closed-narrow spaces built by the state authority. Sabahattin Ali somehow ended up in prison and experienced the life in these places. This paper tries to explain the way Sabahattin Ali, who is considered as one of the important figures of the Turkish literature and produced works in various 1 Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (İstanbul, Türkiye),
Göç Zamanı’na Hazırlanmak: Bahaeddin Özkişi’nin Öykülerinde Dinî/Metafizik Görünüm / Preparing for Göç Zamanı: Religious/ Metaphysical Aspect in the Stories by Bahaeddin Özkişi, 2018
Sözlüklerde rihlet, intikal, hicret, taşınma, nakil gibi farklı kavramlarla ifade edilen göç, " E... more Sözlüklerde rihlet, intikal, hicret, taşınma, nakil gibi farklı kavramlarla ifade edilen göç, " Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret " şeklinde tanımlanır. Bu anlamlarının dışında 16. yüzyıldan itibaren Türkçede " Dünyadan âhirete göçme, ölme, vefat " anlamlarında da kullanılmaya başlanmıştır göç. Bu anlamıyla da gerek Klasik, gerekse Modern Türk şiirinde pek çok yerde kullanılmıştır. Hatta halk şiirinin önde gelen isimlerinden Bayburtlu Zihni'nin " Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş " mısraıyla başlayan koşması bu anlamıyla en yaygın bilinen şiirlerden birisidir. Manzum eserlerin dışında roman, hikâye gibi modern dönemin ürünü olan türlerde de bu konu geniş olarak işlenmiştir. Bazen roman ya da hikâyenin adı olmuş, bazen de kurgunun içinde konu, unsur olarak yer almıştır. Türk edebiyatında uzun yıllar hak ettiği yeri alamamış, unutulmuş/unutturulmuş isimlerden birisi de Bahaeddin Özkişi'dir. O sadece romanlarıyla değil, yazdığı öykülerle de Türk edebiyatında ayrı bir yerdedir. Bu makale çerçevesinde onun Göç Zamanı adlı eserinde yer alan öyküleri dinî/mistik/metafizik açıdan değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Expressed in dictionaries by referring to different concepts such as departure, transition, flight, moving and transfer; the term migration [göç] is defined as " the act of leaving one location for another, individually or socially; moving or migrating from one country to another for economic, social and political reasons ". Apart from these meanings, the term in Turkish came to refer to " the act of migrating from this world to the afterlife, passing away, death " starting from the 16 th century onwards. This meaning was quite often used in classical as well as modern Turkish poetry, and is perhaps best exemplified with the koşma (free-form folk poem) by Bayburtlu Zihni, one of the outstanding figures of Turkish folk poetry: " I came to see that he moved his feet away from his abode " (Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş). Beside poetic works, this theme has also been extensively treated by modern literary genres such as novels and stories. It sometimes gave its name to novels or stories, or at times featured as an element or event within the plot. Bahaeddin Özkişi is indeed one of the important figures of Turkish literature who failed to receive rightful attention, and fell (or was maybe deliberately consigned) into oblivion. He deserves a special place in Turkish literature not only with his novels but also short stories. Hence, this article attempts to analyze the stories in his work Göç Zamanı [Time for Migration] from a religious/mystic/metaphysical perspective.
Bugün yerküre, tarih boyunca hiç olmadığı kadar yoğun bir nüfus hareketliliğine sahne oluyor. Bu ... more Bugün yerküre, tarih boyunca hiç olmadığı kadar yoğun bir nüfus hareketliliğine sahne oluyor. Bu hareketliliğin ticaret, üretim, savaş, iltica, gelişmişlik-kalkınmışlık farklılıkları, beyin göçü, daha müreffeh bir yaşam arayışı, insanın hiç bitmeyen yeni keşif merakı gibi birçok saiki olabilir. Bir taraftan da fiziksel bir hareketlilik olmasa bile bir insanın internet aracılığıyla yerkürenin diğer ucundaki bir insanla etkileşim halinde olması gayet kolay ve yaygın bir olgu. Her ne ise bugün insanlık birbiriyle çok daha fazla etkileşim halinde. Farklı diller, inançlar, yaşam biçimleri birbiriyle istese de istemese de yan yana olmak durumunda. Bu gerçekliğin en önemli yansımaları eğitim süreçlerinde karşımıza çıkıyor. Okullar, yönetim, içerik, öğrenme-öğretme süreçleri, eğitim ortamları, öğretmen nitelikleri gibi birçok alanda çokkültürlülüğün yeniden biçimlendirdiği bir sosyal yapı olarak adeta evrim geçiriyor.
Osmanli’nin devlet yonetiminde ve kultur hayatinda Rumeli/Balkan kokenli cok sayida onemli isim y... more Osmanli’nin devlet yonetiminde ve kultur hayatinda Rumeli/Balkan kokenli cok sayida onemli isim yer alir. Nitekim bu cografyada sadrazamlar cikarmasiyla one cikmis Travnik (Bosna) gibi sehirler vardir. XIX. yuzyilin son ceyreginde yasanan buyuk trajik hadiselerden birisi, 93 Harbi (1877) olarak da bilinen Osmanli-Rus savasidir. Bu savasta binlerce insan Balkanlardan, Istanbul’a, Anadolu’ya goc etmis, mevsim sartlarinin da etkisiyle binlercesi hayatini kaybetmistir. Bu donemde Filibe’den Istanbul’a goc etmek zorunda kalan isimlerden birisi de Turk kultur ve edebiyatinin onemli isimlerinden Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’dir. Osmanli cografyasinin farkli bolgelerinde bulunan, bir ara Fizan’a surgune de gonderilen Filibeli, II. Mesrutiyet’ten sonra (1908) dondugu Istanbul’da, vefatina kadar (1914) gecen kisa zamanda, bazisi tefrika halinde, kirka yakin kitap kaleme almis ve ondan fazla dergi ve gazete nesretmis onemli bir isimdir. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin 1910 - 1912 ...
düşünce akımını başlatan eser, kişi ya da yayını öncü olarak tanımlamak
mümkündür. Öncü kişiler, ... more düşünce akımını başlatan eser, kişi ya da yayını öncü olarak tanımlamak mümkündür. Öncü kişiler, eserler ya da yayınlar sadece içinde bulunduğu dönemi değil, daha sonraki çağları ve dönemleri de aydınlatmaya, yol göstermeye devam ederler. Türk basın hayatında dergiciliğin tarihi Tanzimat sonrasında ortaya çıksa da şekillenip bir okul, mektep haline gelmesi on dokuzuncu yüz yılın sonlarına rastlar. Tercüman-ı Hakikat, Servet-i Fünun gibi dergilerle başlayan çizgi II. Meşrutiyet sonrasında Sırat-ı Müstakim, Hikmet, İctihad, Türk Yurdu gibi dergilerle belli düşünceler etrafında farklı çizgilerin oluşmasına da zemin hazırlarlar. Mütareke ve Milli Mücadele yıllarına gelindiğinde ise eski ile yeni arasında sağlam bir bağ kuran, gücünü ve kökenini eskiden alan ancak bunlara yeni anlamlar yükleyerek farklı ve yeni bir sesin ortaya çıkmasını sağlayan dergilerden ilki, öncüsü Dergâh’tır. 1921-1923 yılları arasında İstanbul’da çıkan, ancak Ankara’daki Milli Mücadele’yi destekleyen dergi, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin ilk kuşaklarını etkileyen de bir yayın organıdır. Bir ekol ve okul hüviyetindeki derginin başında Yahya Kemal’in öğrencisi Mustafa Nihat (Özön), yazar kadrosunda ise Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Abdülhak Şinasi, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Fatih Rıfkı (Atay), Halide Edip (Adıvar), Ruşen Eşref (Ünaydın), Ziya Gökalp, Köprülüzade M. Fuad, Hüseyin Namık (Orkun), Abdülhak Şinasi (Hisar), Mustafa Şekip (Tunç), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Hasan Ali (Yücel), Nurullah Ata (Ataç), Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Ali Mümtaz Arolat Necmettin Halil (Onan), Kemalettin Kami (Kamu) gibi önemli isimler vardır. Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen bir yayın çizgisi izleyen dergi, Anadolu Türklüğünün tarih içerisindeki macerasını, kültürel ve manevi değerlerini arayan bir milliyetçilik anlayışıyla beraber, edebiyatta yaşayan dille, mistik-modern duyarlılığı taşıyan “saf şiir” (öz şiir) anlayışını öncelemiştir. Bu bildiride Milli Mücadeleden Cumhuriyete geçişte öncü bir yayın organı olan Dergâh Mecmuasının dönem içerisindeki konumunu kısaca ele aldıktan sonra derginin Yeni Türk Şiiri anlayışındaki yeri belirlenmeye çalışılacaktır
Fikir, edebiyat, sanat, aktüalite gibi çeşitli konulara yer veren ve belirli
aralıklarla neşredil... more Fikir, edebiyat, sanat, aktüalite gibi çeşitli konulara yer veren ve belirli aralıklarla neşredilen yayın olarak tarif edilen dergilerin ortaya çıkışının Batı’da on yedinci yüz yılda (1631), Osmanlı’da ise Tanzimat Fermanından sonra (1862) olduğu bilinmektedir. Ancak Türk basın yayın hayatında dergiciliğin yaygınlaşması ve belli fikirler etrafında birleşerek toplum hayatına yön vermeye başlaması II. Meşrutiyet’in ilanından sonradır. Kökenleri daha önceye dayanan ancak bir dergi etrafında toplanarak fikir ve toplum hayatına yön veren İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık gibi fikir akımları II. Meşrutiyet’in ilanından sonra çizgilerini netleştirirler. Bu fikir akımlarından İslamcılık düşüncesini savunan dergilerin ilki Sırat-ı Müstakim’dir. 27 Ağustos 1908 yılında yayın hayatına başlayan dergide “siyasi, edebi, ahlaki, dini ve ilmi” konular işlenir. Eşref Edip ve Ebülula Mardin’in kurucusu olduğu derginin en önemli yazarı Mehmet Âkif’tir; dergi adeta onunla anılmaya başlamıştır. İkinci dergi ise 1910 yılında Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi tarafından yayın hayatına dâhil olan Hikmet’tir. Dergide “edebi, siyasi, felsefi ve tasavvufi” konulara yer verilir. Her iki dergi de “İttihad-ı İslam” düşüncesi etrafında insanları birliğe ve beraberliğe davet etmiş, ülkenin dönemi itibariyle içinde bulunduğu ortamdan kurtulması yönünde gayret sarf etmiş, fikir üretmişlerdir. Mehmet Âkif, Filibeli Ahmet Hilmi, Aksekili Ahmet Hilmi, Ahmet Ağaoğlu, Halim Sabit gibi dönemin önemli fikir ve edebiyat insanları da her iki dergide yazılar kaleme almışlardır. Bu makalede II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına adım atan ve bir derginin çok ötesinde bir mektebe dönüşen Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad ve Hikmet dergileri üzerinde durulacaktır. Çünkü bu iki dergi, edebi bir dergi olmanın çok daha ötesinde İslami düşünceler etrafında şekillenen bir neslin yetişmesine de zemin hazırlamışlardır.
Belli aralıklarla çıkan, siyaset, edebiyat, ekonomik, teknik vb alanlarda yazıları
hakem denetimi... more Belli aralıklarla çıkan, siyaset, edebiyat, ekonomik, teknik vb alanlarda yazıları hakem denetiminden geçtikten ve onaylandıktan sonra yayımlanan mecmuaya hakemli dergi ya da hakemli süreli yayın denir. Türk edebiyatı tarihinde ilk derginin yayımlanmasının üzerinden yaklaşık bir buçuk asır geçmiştir. İlki Mecmua-i Fünûn’la Temmuz 1862 tarihinde yayımlanmaya başlanan Türk dergiciliği, II. Meşrutiyet sonrasında kısa sürede büyük bir artış göstermiş, sonraki yıllarda ekonomik ve sosyal şartlar sebebiyle düşüş gösterse de cumhuriyet döneminde daha da gelişmiş, seksenli yıllardan sonra teknoloji ve elektronik ortamın gelişmesiyle çok büyük bir ivme kazanmıştır. Cumhuriyetle beraber yeni üniversitelerin kurulması zaman içerisinde bunların sayısının artması buna paralel olarak dergi sayısının artmasını sağlamış, bu da beraberinde kaliteyi ve akademik dergilerdeki yayımların niteliğini tartışılır hale getirmiştir. Bu makale Türkiye’de akademik dergi yayıncılığının uluslararası niteliğe nasıl çıkabileceğini ya da akademik dergilerin içinde bulunduğu belli sorunları tartışmayı hedeflemektedir. Bunlar hakem inceleme süreci, intihal, yayın sürecindeki şeffaflık, yayınların kendi içindeki niteliği gibi sorunlardır.
Osmanlı’nın son dönem önemli fikir ve edebiyat
adamlarından birisi olan Şehbenderzâde Filibeli Ah... more Osmanlı’nın son dönem önemli fikir ve edebiyat adamlarından birisi olan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, vefatının üzerinden yüzyılı aşkın bir süre geçmesine rağmen yazdığı eserler önümüzü aydınlatmaya, ışık olmaya devam etmektedir. Kırktan fazla eser kaleme alan, tek başına haftalık ya da günlük olarak çıkardığı, gazete ve dergilerin sayısı da onu aşan Filibeli Ahmed Hilmi, makalelerinde ve eserlerinde İslam dünyasının ve Osmanlı toplumunun geri kalışı noktalarına zihin yormuş, çözüm önerileri üretmeye çalışmıştır. Gözü kapalı Batı’yı taklit etmeye karşı çıkarak modernle geleneği, İslami kültür ve kurumlarıyla Batı medeniyetinin nasıl bütünleşebileceği noktaları üzerinde durmuştur. Dönemin hâkim felsefi akımlarıyla yakından ilgilenmiş, Doğu felsefesi ile Batı felsefesinin ortak noktalarına dikkat çekmiştir. Bu noktadaki görüşlerini “Ne taassup ne de körü körüne taklit” şeklinde özetlemek mümkündür. O, dönemindeki birçok önde gelen fikir adamları gibi saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş ve bunu yazılarıyla desteklemiştir. Sadece Osmanlı sınırları içinde değil, Orta Asya’dan Balkanlara, Uzak Doğu’dan Afrika’ya kadar farklı coğrafyalarda yaşayan İslam dünyasının ortak meselelerine yakından ilgi duymuştur. Filibeli Ahmed Hilmi bunların yanı sıra yüzyıllardır Anadolu ve Rumeli coğrafyasını şiirlerinde dile getirdiği duygu ve düşüncelerle aydınlatan, menkıbevi hayat hikâyesiyle bu toprakların mayalanmasına öncülük eden Yunus Emre ile ilgili kaleme aldığı eseri de ilklerdendir ve son derece önelidir. Önemlidir çünkü Türk Edebiyatında Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918) adlı kitabında dile getirdiği ve geniş bir vukufiyetle ortaya koyduğu Yunus Emre’yi Filibeli Ahmed Hilmi ondan çok daha önce Hikmet dergisinde (1911) “Terâcim-i Ahvâl: Sahâif-i İslâmiye’den Âsâr ve Ahvâl-i Meşâhir: Yunus” başlığı ile kaleme almış, hayat hikâyesi ve şiirlerinden örnekler sunmuş, şerh etmiştir.
Modern Türk hikâyesinin öncü isimlerinden Ömer Seyfettin (1884-1920), hikâyeci, romancı, tiyatro ... more Modern Türk hikâyesinin öncü isimlerinden Ömer Seyfettin (1884-1920), hikâyeci, romancı, tiyatro yazarı, şair, fikir ve siyaset adamı, öğretmen, dilci, nazariyatçı, eleştirmen gibi yönleriyle Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden birisidir. Asker bir aileden gelen ve kendisi de askeri görevler yapan Ömer Seyfettin, Balkan Savaşlarında bizzat asker olarak cephede bulunmuş, esir düşmüş ve savaşın zorluğunu ve acımasızlığını bizzat yaşamıştır. Türk edebiyatı sahasında 1911 yılında kaleme aldığı “Yeni Lisan” makalesiyle Millî Edebiyatın öncü isimlerinden olan Ömer Seyfettin, şiirle başladığı yazarlık hayatında farklı türlerde eser vermiş olsa da hikâyeciliği ile öne çıkmış ve tanınmıştır. 1915 yılında Çanakkale Savaşı’nda cepheye davet edilen edebi heyet içinde yer alan yazar, bunun manasına uygun “Eski Kahramanlar” başlığı altında hikâyeler kaleme almış ve Türk hikâyesinin unutulmaz örneklerini vermiştir. Özellikle tarihi konulara atıfta bulunarak hikâyelerini kurgulayan yazar hem tarihi hem de kendisinin yarattığı kahramanlar vasıtasıyla vatanın önemi, millet olma bilinci, mefkûre sahibi olma gibi her dönem için bir millette var olması gereken değerleri ölümsüzleştirir.Yazar, yine “Yeni Kahramanlar” başlığı altında vatan sevgisi, şehit olma arzusu, millet bilinci, fedakârlık, diğerkâmlık gibi değerlerin merkezde olduğu hikâyeler kaleme alır. Bu hikâyelerinde de yaşarken tarihe karışan ve ebedileşen kimi çocuk, kimi yoksul ama vatan sevgisini her şeyin üstünde tutan kahramanları Türk okuyucuna sunar. Kısaca Ömer Seyfettin, sade dili, akıcı üslubu ve olay ağırlıklı hikâyeleri ve hikâyelerinde çocuk, kadın, genç, ihtiyar gibi her sınıf ve yaştan seçtiği tiplerle ölümsüz kahramanlar bırakmış isimdir. Bu makalede Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden hareketle tarihi ve tarihe mal olmuş kahramanları üzerinde durulacaktır.
Türk basın ve yayın hayatının olduğu kadar başta çıkarmış olduğu Servet-i Fünûn dergisiyle önemli... more Türk basın ve yayın hayatının olduğu kadar başta çıkarmış olduğu Servet-i Fünûn dergisiyle önemli bir yere sahip olan Ahmet İhsan (Tokgöz) (1868-1942), sadece bir yayıncı değil, aynı zamanda iyi bir gazeteci, çevirmen ve ediptir. Küçük yaşlarda yazmaya başlayan Ahmet İhsan çocuk denecek yaşlarda Fransızcadan çeviriler yapmaya başlamış, matbaa sahibi olmuş ve hatıra türünde önemli eserler kaleme almıştır. Ahmet Midhat Efendi’nin 1889 yılında Avrupa’ya çıktığı ve bu seyahatin sonunda ortaya koyduğu Avrupa’da Bir Cevelan’dan sonra o da 1891 yılında Avrupa seyahatine çıkmış ve Türk seyahat edebiyatına Avrupa’da Ne Gördüm? adıyla bu seyahat izlenimlerini kaleme aldığı kıymetli bir eser kazandırmıştır. Yine 1911 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Tuna’da Bir Hafta adlı gezi notlarını kaleme almıştır. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa’ya giden pek çok aydının takip ettiği şekilde Marsilya’dan Avrupa’ya giriş yapan Ahmet İhsan, Paris ve Londra’dan sonra Belçika, Hollanda, Hamburg, Berlin, Frankfurt, Roma, Venedik, Viyana gibi, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Avusturya gibi ülkelerin önemli şehirlerini gezmiş ve Varna yoluyla İstanbul’a dönmüştür.
SAVAŞ VE EDEBİYAT Edebiyatın Tanıklığında Savaşlar ve Sonrası
İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşlar, milletlerin hayatını derinden
etkilemiştir. Son asırda ... more İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşlar, milletlerin hayatını derinden etkilemiştir. Son asırda tarih sahnesinde iki büyük dünya savaşı gerçekleşmiştir ki, bunlardan ilki İtilaf ve İttifak Devletleri arasında cereyan eden I. Dünya Savaşı’dır. Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına sebep olan bu savaşta İngiltere, Fransa ve İtalya bir cephede, Osmanlı’nın içinde yer aldığı, Almanya, Avusturya-Macaristan grubunun öncülük ettiği İttifak Devletleri bir yandadır. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda pek çok cephede savaşmak zorunda kalmıştır. Bunlardan birisi de Irak cephesidir. Daha I. Dünya Savaşı başlamadan önce İngilizlerin bölgedeki petrol yataklarına hâkim olmak istedikleri, bunun için de askerî kuvvet çıkarmaya başladıkları bilinmektedir. Bölgeyi ele geçirmek için öncelikle Arap yarımadasındaki şeyhlerin nüfuzunu artırmak, Osmanlı’nın dünya Müslümanları üzerindeki hilafet etkisini azaltmak ve ilan edilen cihad-ı mukaddese katılımı kesmek, bölge halkını Osmanlı’ya karşı isyana teşvik etmek İngilizlerin planları arasındadır. Osmanlı açısından bakılınca, I. Dünya Savaşı başlamadan bölgedeki askerî birlikler yeterince takviye edilmemiş, dolayısıyla geniş bir coğrafyayı kontrol edecek, savunacak birlikler tam oluşturulamamıştır. İşte böyle bir ortamda gerçekleşen Kûtü’l-Amare savaşı son birkaç yıla kadar üzerinde fazla durulmamış, unutulmuş/unutturulmuş bir zaferdir. Kût Zaferi aynı zamanda bir savunma neticesinde değil, kuşatma sonucunda kazanılmış büyük bir zaferdir.
Vakıf İnsan Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR Armağanı, 2019
Türk edebiyatında Batılılaşma süreciyle başlayan özel mektupların
herhangi bir yazı veya kitap iç... more Türk edebiyatında Batılılaşma süreciyle başlayan özel mektupların herhangi bir yazı veya kitap içinde yahut bir kişiye ait toplu olarak yayımlanması pek çok konunun vuzuha kavuşmasında önemli rol oynamıştır. Bu mektuplar üzerinden yazanın ya da muhatabının farklı bir özelliği ya da dönemiyle ilgili başka bir pencere açılabilir. Osmanlı devletinin geçen asırda yetiştirdiği büyük düşünce, siyaset ve devlet adamlarından Ahmet Cevdet Paşa’nın sadece kendisi değil, başta kızları Fatma Aliye ve Emine Semiye olmak üzere aile efradıyla da önemli bir isimdir. Cevdet Paşa ve ailesine ait mektuplar üzerinde çalışmalar yapılmış ve pek çok mesele vuzuha kavuşturulmuştur. Ancak değerli pek çok çalışmaya rağmen hâlâ gün yüzüne çıkmamış, yayımlanmayan mektupların varlığı da bilinmektedir. Bunlardan birisi de Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları Fatma Aliye ile Emine Semiye’nin aralarında daha doğrusu Emine Semiye’nin cumhuriyetin ilanın yaklaşık beş yıl kadar sonra Latin alfabesine geçiş tarihlerinde yazdığı bir mektuptur. Bu çalışmayla Emine Semiye tarafından ablası Fatma Aliye’ye yazılmış olan bu mektup araştırmacıların istifadesine sunulmuş olacaktır. Mektubun muhtevası, ifade ettiği anlamın tam olarak anlaşılması için muhatapları olarak Fatma Aliye ve kız kardeşi Emine Semiye hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Matmazel Anjel, II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra Balkan Savaşı (1912-1913) yıllarında İrfan tarafı... more Matmazel Anjel, II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra Balkan Savaşı (1912-1913) yıllarında İrfan tarafından hatıra/anı şeklinde kaleme alınan bir romandır. Anlatıcının yaşadıklarının geriye dönük olarak hikâye edildiği eserde, meşrutiyet sonrası ortaya çıkan özgürlük ortamı içerisinde Osmanlı toplumunda yaşayan farklı milliyetlere mensup insanların son dönemde nasıl siyasi bir kimliğe büründüğü ve bunun uygulamaya döküldüğü anlatılır. Anjel romanı her ne kadar bir aşk ve macera romanı gibi anlaşılsa da kahramanlarının Ermeni olması, yaşanılan zamanın II. Abdülhamit (1876-1909), bir diğer ifadeyle İstibdat dönemini içermesi bu eseri farklı kılmaktadır. Balkan Savaşının başladığı yıllarda böyle bir romanın yazılmış olması da ayrıca dikkate değerdir. Romanın ana konusu Abdülhamit dönemindeki istibdat ve Ermeni Cemiyeti Hınçak’ın kendi adamlarına sahip çıkması ve onun faaliyetleridir. Matmazel Anjel romanı içerisinde, aşk, cinayet, sürgün ve Osmanlı Devleti vatandaşı olan, ancak farklı milliyetlere mensup insanların bazı cemiyetlerle nasıl bir irtibat içinde olduğunu da gözler önüne seren bir romandır.
İstanbul, Türk edebiyatında hakkında en çok yazılar
kaleme alınan, nazım ve nesir alanında birçok... more İstanbul, Türk edebiyatında hakkında en çok yazılar kaleme alınan, nazım ve nesir alanında birçok müstakil kitaba birbirinden görkemli mekânlarıyla ev sahipliği yapan şehirlerimizin başında gelir. Türk edebiyatının unutulmuş isimlerinden Ahmet Midhat Efendi’nin damadı Yenişehirlizâde Halit Eyüp tarafından açık bir dil ve üslupla kaleme alınan Kayıkla Bir Cevelan (1317/1901) adlı bu eser de İstanbul üzerinedir. Kitap, İstanbul’un Beykoz semtinden başlayıp Karadeniz’e doğru Riva ve köylerine kadar geçen yüzyılda kayıklarla yapılan bir geziyi anlatır. Kayıkla Bir Cevelan (1317/1901)’ın asıl dikkat çeken yanı, yazarın kayınpederi Ahmet Midhat Efendi’nin Beykoz’dan başlayıp İzmit Körfezi’ne kadar uzanan bir kotra gezintisini anlattığı Sayadâne Bir Cevelan adlı kitabının da tamamlayıcısı olmasıdır. Dolayısıyla bu iki eserin birleşimiyle İstanbul’un Anadolu yakasını kuzeyden güneye -Şile’den İzmit’e- bir çizgi şeklinde kapsadığını söylemek mümkündür. Kayıkla Bir Cevelan’ı okurken sadece bir seyahatname değil, aynı zamanda on dokuzuncu yüzyılın sonu, geçen yüzyılın başlarındaki İstanbul ve Beykoz’un başta Riva olmak üzere köy hayatının samimi ve içten aktarımını da görme fırsatını bulunmuş olacaksınız.
Savaşların tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak savaşlar, kan, gözyaşı, bölünme, parçalanm... more Savaşların tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak savaşlar, kan, gözyaşı, bölünme, parçalanma ve tahribat dışında bir şey getirmemiştir. Tarih sahnesinde iki büyük dünya savaşı gerçekleşmiş ve bunların ikisi de geçen yüzyılda olmuştur. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletinin kazandığı iki büyük zaferden ilki Çanakkale Deniz Zaferi, ikincisi ise Kûtü’l-Amâre’dir.
Son birkaç yıla kadar üzerinde fazla durulmamış, unutulmuş olan Kut Zaferi, sadece savunma neticesinde değil, aynı zamanda kuşatma sonucunda kazanılan büyük bir zaferdir.
Osmanlı Türk Basınında Kûtü’l-Amâre adını taşıyan bu eser, savaşı basın üzerinden takip eden bir çalışmanın ürünüdür. Teknik ve teknolojik imkânların bugünle mukayese edilemeyecek kadar zayıf ve gelişmemiş olduğu bir dönemde, yine de savaşla ilgili en geniş malumatı basından takip etmek mümkündür. Kûtü’l-Amare ile ilgili haberler sadece yurt içinde değil, yurt dışında da yakından takip edilmiştir. Savaşın seyriyle ilgili günü gününe aktarılan haberlerle beraber Nurettin Paşa, Dağıstanî Mehmed Fazıl Paşa, Kûtü’l-Amâre kahramanı Halil Kut Paşa’nın destansı kahramanlıkları yine burada yer almaktadır. Ayrıca bu eser vesilesiyle okuyucu, Süleyman Nazif, Ahmet Ağaoğlu ve Yunus Nadi gibi dönemin önemli edebiyatçı ve gazetecilerinin kaleminden tarihe altın harflerle geçen bu zaferi okuma fırsatı da yakalamış olacaktır.
Fecr-i Âti edebiyat topluluğuna mensup olan Tahsin Nahit (1887-1919) şairliği ve tiyatro yazarlığ... more Fecr-i Âti edebiyat topluluğuna mensup olan Tahsin Nahit (1887-1919) şairliği ve tiyatro yazarlığıyla öne çıkmış isimlerden birisidir. Onun şiirleri dönemin önde gelen Aşiyân, Edebiyat-ı Umûmîyye Mecmuası, Kadın, Resimli Roman, Rübâb, Servet-i Fünûn gibi yirmiye yakın dergilerinde/mecmualarında yayımlanmıştır.
Tahsin Nahit’in hayatta iken yayımlanan tek şiir kitabı Rûh-ı Bi-Kayd adlı eseridir. Elinizdeki bu kitap ise, onun bütün şiirlerinin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Kitapta başta adı geçen şiir kitabı olmak üzere, 1905 yılından şairin vefatı 1919 yılına kadarki tüm dergiler taranarak, dergilerin sayfaları arasında kalmış olan şiirler bir araya getirilmiştir.
Ayrıca, bu eserle ilk defa Tahsin Nahit’in kendi el yazısıyla şiirlerini kaydettiği Gençlik ve Sessiz Giryeler adlı şiir defterlerindeki şiirleri de gün yüzüne çıkartılmış, bir arada toplanmıştır.
Batı edebiyatından Tanzimat’tan sonra Türk edebiyatına geçen edebî türlerden birisi de romandır. ... more Batı edebiyatından Tanzimat’tan sonra Türk edebiyatına geçen edebî türlerden birisi de romandır. Belli bir kurguya dayanan ve hakikate uyması gerekmeyen romanı Namık Kemal, “Romandan maksat güzerân etmemişse bile güzerânı imkân dâhilinde olan bir vakayı ahlâk ve âdât ve hissiyât ve ihtimâlâta müteallik her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmektir.” şeklinde tanımlar. Ancak Ahmed Yesevî, Mevlana, Yunus Emre gibi büyük Türk mutasavvıflarını romanın kurgu dünyası içerisinde anlatmak ne kadar mümkündür? Ya da Ahmed Yesevî gibi Anadolu coğrafyasının Müslümanlaşmasında büyük emeği olan, onun yetiştirdiği dervişler ve alperenler vasıtasıyla bu coğrafyanın İslam dairesine girmesini, romanın sınırları içerisine hapsetmek ne kadar doğrudur? Bu sorulara rağmen, roman türünün başka edebiyatlarda olduğu gibi, Türk edebiyatında da en çok okunan, toplumu etkileyen türlerin başında geldiği bilinmektedir. Buna rağmen Ahmed Yesevî gibi Türk edebiyatının büyük bir ismi üzerine yazılan romanların sayısı, bir elin parmaklarını geçmediği gibi, yazılma tarihleri de beş on yıldan geriye gidememektedir. Bu tebliğde Türk edebiyatında Ahmed Yesevî’nin hayatını konu alan, onun menkabevî biyografisinden yola çıkarak kaleme alınan Hoca Ahmed Yesevî’ninYolculuğu/Zamanın Oğlu; Pir/Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin Romanı, Pir Hoca Ahmed Yesevî adlı romanlar karşılaştırmalı olarak işlenerek, Ahmed Yesevî’nin gerçek kimliği ile, bu eserlerde anlatılanların ne kadar örtüştüğü ya da örtüşmediği ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
Dünya tarihinde birçok insan “gönülsüz yolculuk” olarak adlandırılan
“sürgün”e maruz kalmıştır. B... more Dünya tarihinde birçok insan “gönülsüz yolculuk” olarak adlandırılan “sürgün”e maruz kalmıştır. Bunlar arasında Gürcistan’ın Ahıska Bölgesi’nden 1944 yılında Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a sürgün edilen Ahıskalı Türkler de yer almaktadır. Dünyanın dört bir yanına dağılan Türkler, göç yıllarının izlerini hâlâ canlı yaşamaktadırlar. Göçün getirdiği acıların doğal sonucu olarak ağıtların, şiirlerin ve hüzünlü hikâyelerin yaşananlara adeta tanıklık etmesi kaçınılmazdır. Günümüzde Ahıska Türklerinin yaşadıklarına şahitlik eden edebi türlerden birisi de romanlardır. Bu türde henüz az sayıda eser verilmiş olsa da göçün acılarını canlı bir şekilde okuyucuya sunma imkânına sahip olan romanların önemli bir açığı kapattığı yadsınamaz. Tayfun Atmaca tarafından kaleme alınan Dut Ağacı romanı Ahıska Türklerinin yaşadığı acıları dile getirmeye çalışan eserlerden birisidir. Romanda, sürgün yıllarında 7 yaşında olan Şahbender’in Gürcistan’da başlayan hikâyesi; Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan’da devam eder. Mayevka köyüne ilk geldiği gün tanıştığı ve sonrasında bir ömrü beraber geçirdiği dut ağacıyla adeta bütünleşen kahramanın hikâyesini sembolik arka planda işleyen yazar, romanın ön planında ise Ahıska Türklerinin yaşadığı sürgün hayatına yer verir. Trenle gerçekleşen bu sürgün sırasında başlarından geçen hüzünlü olayları anlatan bu roman, bu alanda kaleme alınan diğer eserler gibi tarihi gerçeklerden yola çıkarak yazılmıştır. Bu makalede, sürgünün 75. yılında Ahıskalı Türklerinin hüzünlü hikâyesini konu alan Dut Ağacı romanından yola çıkılarak, yaşanan acılara edebi bir pencereden yaklaşmaya çalışılacaktır. Çalışmada yazarın da dikkat çektiği gibi, dünya üzerinde Çin’den Yunanistan’a; Tevrat’tan İncil’e pek çok metinde kutsal kabul edilen dut ağacının sembolik anlamına da değinilecektir.
Filibeli Ahmed Hilmi, çıkardığı gazete ve
dergilerle, kırka yakın müstakil telif eserle ayrıcalık... more Filibeli Ahmed Hilmi, çıkardığı gazete ve dergilerle, kırka yakın müstakil telif eserle ayrıcalıklı bir yere sahiptir. 1901-1908 yılları arasında Fizan’da sürgünde kalan Filibeli Ahmed Hilmi, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da döner ve vefatına kadar geçen altı yıllık kısa bir zaman içerisinde çıkardığı süreli yayınlarla, kaleme aldığı telif eserlerle ve kurduğu Hikmet matbaasıyla Türk fikir ve edebiyat alanında büyük bir iz bırakır. Filibeli Ahmed Hilmi’nin süreli yayınları içerisinde 1910-1912 yılları arasında yayımlanan Hikmet dergisi yayın politikası, yazar kadrosu ve çeşitli türde yaptığı tefrikalarla dönemin en önemli yayın organlarından birisi haline gelir. Edebiyattan felsefeye farklı alanlarda kaleme aldığı yazıları Osmanlı coğrafyasının en uç noktalarına kadar yakından takip edilmiştir. Nitekim Uzak Doğu’dan, Afrika’ya, Orta Asya’dan Bakanlara kadar çok uzak yerlerden de yakından takip edildiği dergiye gelen mektuplardan anlaşılmaktadır. Bu çalışmada üç ana bölüm halinde Filibeli’nin Hikmet yazıları bir araya gelmektedir. Bu yazılar Tasavvuf, Felsefe ve Edebiyat başlıkları dikkate alınarak tasnif edildi.
Uploads
Article by Ahmet Koçak
aşıp, çağlar ötesine seslenmekle kalmazlar, eserleriyle beraber bir bilincin teşekkülünde hayati rol oynarlar.
Onlar bir ruhu temsil ederler. O ruhtur ki, asırlar boyu toplumun sinesinde yaşar, toplumun belli değerler
etrafında şekillenmesini sağlar ve geleceğe de yön verir. Son asırda yetişmiş millî şairimiz Mehmet Akif
Ersoy bunlardan birisidir. O, altı asır üç kıtada hüküm sürmüş bir büyük devletin tarih sahnesinden çekilişine
ve onun içinden yeni bir devletin çıkmasına şahitlik etmiş bir büyük şahsiyettir. Mehmet Akif edebiyat
tarihlerinde fikirleriyle eserleri arasında benzerlik olduğu belirtilen nadir isimlerden birisidir: “İnanmış
adam Akif” daha çocukluğundan itibaren yaşadığı dönemin buhranı içinde kendisini iyi yetiştirmiş, dava
ruhuyla büyümüş ve o çizgisini hayatı boyunca da kaybetmemiştir. O bir şair, bir vaiz, bir fikir ve aksiyon
adamı, en önemlisi millî şairdir. Mehmet Akif, safhalar anlamına gelen hem şiir kitabının birinci kitabının
adı hem de bütün şiirlerinin toplandığı Safahat’ında İstiklal Marşın’da geçen temel kavramların kodlarını
verir. Bu makalede milletleri millet yapan, asil ruhun abide eserini yazan Mehmet Akif Ersoy ve onun
kaleme aldığı, ancak kitabına almayarak milletine armağan ettiği İstiklal Marşı’nın kültürel arka planı
üzerinde durulacaktır.
were given a place in the novels that shed light on social life. By means of this rofession which was first imported from Europe and then turned into a way of making a living, European governesses started to appear in the mansions and cottages of the affluent Ottoman Turkish families. Jozefino in Ahmet Midhat Efendi’s novel titled Felâtun Bey’le Râkım Efendi, Anjel in Hüseyin Rahmi’s novel Mürebbiye, and Courton in Halid Ziya’s novel Aşk-ı Memnu were first the examplary characters that
represented governess for children in this period.
In the framework of this article, we will deal with the place of the governesses in Ottoman Turkish modernization. We will try to explain the characteristics of the governesses who existed in the early novels and what function they carried out in the discipline and training of the children.
(burada kastedilen daha çok Batı insanıdır) yaşantısına ve kavuştuğu imkânlara ulaşma arzu ve çabası ülke insanında da tesirini göstermiştir. Edebî metinler bu anlamıyla özelde bireyi genelde ise toplumu yansıtan en iyi eserlerdir. Anadolu ve büyük şehir hayatını deneyimlemiş ve ikisini metinlerine çok iyi yansıtmış isimlerden birisi de Mustafa Kutlu’dur. Son yarım asrın en önemli yazarlarından biri olan Mustafa Kutlu, 1970’li yıllarda başladığı hikâye yazma serüvenini günümüze kadar zenginleştirerek devam ettirmiş nadir yazarlardandır. Kutlu’nun bu hikâye yazma serüveni neredeyse yılda bir kitap yayımlayarak devam edegelmiştir. Ayrıca Deneme ve inceleme türünde de eserler kaleme alan yazarın daha çok hikâyeye sadık kalması bile Kutlu’yu Türk edebiyatında ayrı bir yere koymaya kâfidir. Yoksulluk İçimizde ve Bu Böyledir onun bu düşüncelerini en iyi yansıttığı eserler arasında sayılabilir. Bu makalede, bu iki öykü kitabından hareketle modern insanın açmazları
üzerine bir inceleme yapılacaktır.
Expressed in dictionaries by referring to different concepts such as departure, transition, flight, moving and transfer; the term migration [göç] is defined as " the act of leaving one location for another, individually or socially; moving or migrating from one country to another for economic, social and political reasons ". Apart from these meanings, the term in Turkish came to refer to " the act of migrating from this world to the afterlife, passing away, death " starting from the 16 th century onwards. This meaning was quite often used in classical as well as modern Turkish poetry, and is perhaps best exemplified with the koşma (free-form folk poem) by Bayburtlu Zihni, one of the outstanding figures of Turkish folk poetry: " I came to see that he moved his feet away from his abode " (Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş). Beside poetic works, this theme has also been extensively treated by modern literary genres such as novels and stories. It sometimes gave its name to novels or stories, or at times featured as an element or event within the plot. Bahaeddin Özkişi is indeed one of the important figures of Turkish literature who failed to receive rightful attention, and fell (or was maybe deliberately consigned) into oblivion. He deserves a special place in Turkish literature not only with his novels but also short stories. Hence, this article attempts to analyze the stories in his work Göç Zamanı [Time for Migration] from a religious/mystic/metaphysical perspective.
aşıp, çağlar ötesine seslenmekle kalmazlar, eserleriyle beraber bir bilincin teşekkülünde hayati rol oynarlar.
Onlar bir ruhu temsil ederler. O ruhtur ki, asırlar boyu toplumun sinesinde yaşar, toplumun belli değerler
etrafında şekillenmesini sağlar ve geleceğe de yön verir. Son asırda yetişmiş millî şairimiz Mehmet Akif
Ersoy bunlardan birisidir. O, altı asır üç kıtada hüküm sürmüş bir büyük devletin tarih sahnesinden çekilişine
ve onun içinden yeni bir devletin çıkmasına şahitlik etmiş bir büyük şahsiyettir. Mehmet Akif edebiyat
tarihlerinde fikirleriyle eserleri arasında benzerlik olduğu belirtilen nadir isimlerden birisidir: “İnanmış
adam Akif” daha çocukluğundan itibaren yaşadığı dönemin buhranı içinde kendisini iyi yetiştirmiş, dava
ruhuyla büyümüş ve o çizgisini hayatı boyunca da kaybetmemiştir. O bir şair, bir vaiz, bir fikir ve aksiyon
adamı, en önemlisi millî şairdir. Mehmet Akif, safhalar anlamına gelen hem şiir kitabının birinci kitabının
adı hem de bütün şiirlerinin toplandığı Safahat’ında İstiklal Marşın’da geçen temel kavramların kodlarını
verir. Bu makalede milletleri millet yapan, asil ruhun abide eserini yazan Mehmet Akif Ersoy ve onun
kaleme aldığı, ancak kitabına almayarak milletine armağan ettiği İstiklal Marşı’nın kültürel arka planı
üzerinde durulacaktır.
were given a place in the novels that shed light on social life. By means of this rofession which was first imported from Europe and then turned into a way of making a living, European governesses started to appear in the mansions and cottages of the affluent Ottoman Turkish families. Jozefino in Ahmet Midhat Efendi’s novel titled Felâtun Bey’le Râkım Efendi, Anjel in Hüseyin Rahmi’s novel Mürebbiye, and Courton in Halid Ziya’s novel Aşk-ı Memnu were first the examplary characters that
represented governess for children in this period.
In the framework of this article, we will deal with the place of the governesses in Ottoman Turkish modernization. We will try to explain the characteristics of the governesses who existed in the early novels and what function they carried out in the discipline and training of the children.
(burada kastedilen daha çok Batı insanıdır) yaşantısına ve kavuştuğu imkânlara ulaşma arzu ve çabası ülke insanında da tesirini göstermiştir. Edebî metinler bu anlamıyla özelde bireyi genelde ise toplumu yansıtan en iyi eserlerdir. Anadolu ve büyük şehir hayatını deneyimlemiş ve ikisini metinlerine çok iyi yansıtmış isimlerden birisi de Mustafa Kutlu’dur. Son yarım asrın en önemli yazarlarından biri olan Mustafa Kutlu, 1970’li yıllarda başladığı hikâye yazma serüvenini günümüze kadar zenginleştirerek devam ettirmiş nadir yazarlardandır. Kutlu’nun bu hikâye yazma serüveni neredeyse yılda bir kitap yayımlayarak devam edegelmiştir. Ayrıca Deneme ve inceleme türünde de eserler kaleme alan yazarın daha çok hikâyeye sadık kalması bile Kutlu’yu Türk edebiyatında ayrı bir yere koymaya kâfidir. Yoksulluk İçimizde ve Bu Böyledir onun bu düşüncelerini en iyi yansıttığı eserler arasında sayılabilir. Bu makalede, bu iki öykü kitabından hareketle modern insanın açmazları
üzerine bir inceleme yapılacaktır.
Expressed in dictionaries by referring to different concepts such as departure, transition, flight, moving and transfer; the term migration [göç] is defined as " the act of leaving one location for another, individually or socially; moving or migrating from one country to another for economic, social and political reasons ". Apart from these meanings, the term in Turkish came to refer to " the act of migrating from this world to the afterlife, passing away, death " starting from the 16 th century onwards. This meaning was quite often used in classical as well as modern Turkish poetry, and is perhaps best exemplified with the koşma (free-form folk poem) by Bayburtlu Zihni, one of the outstanding figures of Turkish folk poetry: " I came to see that he moved his feet away from his abode " (Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş). Beside poetic works, this theme has also been extensively treated by modern literary genres such as novels and stories. It sometimes gave its name to novels or stories, or at times featured as an element or event within the plot. Bahaeddin Özkişi is indeed one of the important figures of Turkish literature who failed to receive rightful attention, and fell (or was maybe deliberately consigned) into oblivion. He deserves a special place in Turkish literature not only with his novels but also short stories. Hence, this article attempts to analyze the stories in his work Göç Zamanı [Time for Migration] from a religious/mystic/metaphysical perspective.
mümkündür. Öncü kişiler, eserler ya da yayınlar sadece içinde bulunduğu dönemi
değil, daha sonraki çağları ve dönemleri de aydınlatmaya, yol göstermeye devam
ederler. Türk basın hayatında dergiciliğin tarihi Tanzimat sonrasında ortaya
çıksa da şekillenip bir okul, mektep haline gelmesi on dokuzuncu yüz yılın
sonlarına rastlar. Tercüman-ı Hakikat, Servet-i Fünun gibi dergilerle başlayan
çizgi II. Meşrutiyet sonrasında Sırat-ı Müstakim, Hikmet, İctihad, Türk Yurdu
gibi dergilerle belli düşünceler etrafında farklı çizgilerin oluşmasına da zemin
hazırlarlar. Mütareke ve Milli Mücadele yıllarına gelindiğinde ise eski ile yeni
arasında sağlam bir bağ kuran, gücünü ve kökenini eskiden alan ancak bunlara
yeni anlamlar yükleyerek farklı ve yeni bir sesin ortaya çıkmasını sağlayan
dergilerden ilki, öncüsü Dergâh’tır. 1921-1923 yılları arasında İstanbul’da çıkan,
ancak Ankara’daki Milli Mücadele’yi destekleyen dergi, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin ilk kuşaklarını etkileyen de bir yayın organıdır. Bir ekol ve okul
hüviyetindeki derginin başında Yahya Kemal’in öğrencisi Mustafa Nihat (Özön),
yazar kadrosunda ise Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Abdülhak Şinasi, Yakup
Kadri (Karaosmanoğlu), Fatih Rıfkı (Atay), Halide Edip (Adıvar), Ruşen
Eşref (Ünaydın), Ziya Gökalp, Köprülüzade M. Fuad, Hüseyin Namık (Orkun),
Abdülhak Şinasi (Hisar), Mustafa Şekip (Tunç), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu),
Hasan Ali (Yücel), Nurullah Ata (Ataç), Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi
Tecer, Ali Mümtaz Arolat Necmettin Halil (Onan), Kemalettin Kami (Kamu) gibi
önemli isimler vardır. Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen bir yayın çizgisi izleyen
dergi, Anadolu Türklüğünün tarih içerisindeki macerasını, kültürel ve manevi
değerlerini arayan bir milliyetçilik anlayışıyla beraber, edebiyatta yaşayan dille,
mistik-modern duyarlılığı taşıyan “saf şiir” (öz şiir) anlayışını öncelemiştir.
Bu bildiride Milli Mücadeleden Cumhuriyete geçişte öncü bir yayın organı
olan Dergâh Mecmuasının dönem içerisindeki konumunu kısaca ele aldıktan
sonra derginin Yeni Türk Şiiri anlayışındaki yeri belirlenmeye çalışılacaktır
aralıklarla neşredilen yayın olarak tarif edilen dergilerin ortaya çıkışının Batı’da
on yedinci yüz yılda (1631), Osmanlı’da ise Tanzimat Fermanından sonra
(1862) olduğu bilinmektedir. Ancak Türk basın yayın hayatında dergiciliğin
yaygınlaşması ve belli fikirler etrafında birleşerek toplum hayatına yön
vermeye başlaması II. Meşrutiyet’in ilanından sonradır. Kökenleri daha önceye
dayanan ancak bir dergi etrafında toplanarak fikir ve toplum hayatına yön veren
İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık gibi fikir akımları II. Meşrutiyet’in ilanından
sonra çizgilerini netleştirirler. Bu fikir akımlarından İslamcılık düşüncesini
savunan dergilerin ilki Sırat-ı Müstakim’dir. 27 Ağustos 1908 yılında yayın
hayatına başlayan dergide “siyasi, edebi, ahlaki, dini ve ilmi” konular işlenir.
Eşref Edip ve Ebülula Mardin’in kurucusu olduğu derginin en önemli yazarı
Mehmet Âkif’tir; dergi adeta onunla anılmaya başlamıştır. İkinci dergi ise 1910 yılında Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi tarafından yayın hayatına
dâhil olan Hikmet’tir. Dergide “edebi, siyasi, felsefi ve tasavvufi” konulara
yer verilir. Her iki dergi de “İttihad-ı İslam” düşüncesi etrafında insanları
birliğe ve beraberliğe davet etmiş, ülkenin dönemi itibariyle içinde bulunduğu
ortamdan kurtulması yönünde gayret sarf etmiş, fikir üretmişlerdir. Mehmet
Âkif, Filibeli Ahmet Hilmi, Aksekili Ahmet Hilmi, Ahmet Ağaoğlu, Halim
Sabit gibi dönemin önemli fikir ve edebiyat insanları da her iki dergide yazılar
kaleme almışlardır.
Bu makalede II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına adım atan ve
bir derginin çok ötesinde bir mektebe dönüşen Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad
ve Hikmet dergileri üzerinde durulacaktır. Çünkü bu iki dergi, edebi bir dergi
olmanın çok daha ötesinde İslami düşünceler etrafında şekillenen bir neslin
yetişmesine de zemin hazırlamışlardır.
hakem denetiminden geçtikten ve onaylandıktan sonra yayımlanan mecmuaya
hakemli dergi ya da hakemli süreli yayın denir. Türk edebiyatı tarihinde
ilk derginin yayımlanmasının üzerinden yaklaşık bir buçuk asır geçmiştir. İlki
Mecmua-i Fünûn’la Temmuz 1862 tarihinde yayımlanmaya başlanan Türk
dergiciliği, II. Meşrutiyet sonrasında kısa sürede büyük bir artış göstermiş,
sonraki yıllarda ekonomik ve sosyal şartlar sebebiyle düşüş gösterse de cumhuriyet
döneminde daha da gelişmiş, seksenli yıllardan sonra teknoloji ve
elektronik ortamın gelişmesiyle çok büyük bir ivme kazanmıştır. Cumhuriyetle
beraber yeni üniversitelerin kurulması zaman içerisinde bunların sayısının
artması buna paralel olarak dergi sayısının artmasını sağlamış, bu da beraberinde
kaliteyi ve akademik dergilerdeki yayımların niteliğini tartışılır hale
getirmiştir.
Bu makale Türkiye’de akademik dergi yayıncılığının uluslararası niteliğe
nasıl çıkabileceğini ya da akademik dergilerin içinde bulunduğu belli sorunları
tartışmayı hedeflemektedir. Bunlar hakem inceleme süreci, intihal, yayın
sürecindeki şeffaflık, yayınların kendi içindeki niteliği gibi sorunlardır.
adamlarından birisi olan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed
Hilmi, vefatının üzerinden yüzyılı aşkın bir süre
geçmesine rağmen yazdığı eserler önümüzü aydınlatmaya,
ışık olmaya devam etmektedir. Kırktan fazla eser
kaleme alan, tek başına haftalık ya da günlük olarak
çıkardığı, gazete ve dergilerin sayısı da onu aşan Filibeli
Ahmed Hilmi, makalelerinde ve eserlerinde İslam
dünyasının ve Osmanlı toplumunun geri kalışı noktalarına
zihin yormuş, çözüm önerileri üretmeye çalışmıştır.
Gözü kapalı Batı’yı taklit etmeye karşı çıkarak
modernle geleneği, İslami kültür ve kurumlarıyla Batı
medeniyetinin nasıl bütünleşebileceği noktaları üzerinde
durmuştur. Dönemin hâkim felsefi akımlarıyla
yakından ilgilenmiş, Doğu felsefesi ile Batı felsefesinin
ortak noktalarına dikkat çekmiştir. Bu noktadaki
görüşlerini “Ne taassup ne de körü körüne taklit” şeklinde
özetlemek mümkündür. O, dönemindeki birçok
önde gelen fikir adamları gibi saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş ve bunu yazılarıyla desteklemiştir. Sadece
Osmanlı sınırları içinde değil, Orta Asya’dan Balkanlara,
Uzak Doğu’dan Afrika’ya kadar farklı coğrafyalarda
yaşayan İslam dünyasının ortak meselelerine yakından
ilgi duymuştur.
Filibeli Ahmed Hilmi bunların yanı sıra yüzyıllardır
Anadolu ve Rumeli coğrafyasını şiirlerinde dile
getirdiği duygu ve düşüncelerle aydınlatan, menkıbevi
hayat hikâyesiyle bu toprakların mayalanmasına öncülük
eden Yunus Emre ile ilgili kaleme aldığı eseri de
ilklerdendir ve son derece önelidir. Önemlidir çünkü
Türk Edebiyatında Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar (1918) adlı kitabında dile getirdiği
ve geniş bir vukufiyetle ortaya koyduğu Yunus
Emre’yi Filibeli Ahmed Hilmi ondan çok daha önce
Hikmet dergisinde (1911) “Terâcim-i Ahvâl: Sahâif-i
İslâmiye’den Âsâr ve Ahvâl-i Meşâhir: Yunus” başlığı
ile kaleme almış, hayat hikâyesi ve şiirlerinden örnekler
sunmuş, şerh etmiştir.
yılında Avrupa seyahatine çıkmış ve Türk seyahat edebiyatına Avrupa’da Ne Gördüm? adıyla bu seyahat izlenimlerini kaleme aldığı kıymetli bir eser kazandırmıştır. Yine 1911 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Tuna’da Bir Hafta adlı gezi notlarını kaleme almıştır.
On dokuzuncu yüzyıl Avrupa’ya giden pek çok aydının takip ettiği şekilde
Marsilya’dan Avrupa’ya giriş yapan Ahmet İhsan, Paris ve Londra’dan sonra Belçika, Hollanda, Hamburg, Berlin, Frankfurt, Roma, Venedik, Viyana gibi, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Avusturya gibi ülkelerin önemli şehirlerini gezmiş ve Varna yoluyla İstanbul’a dönmüştür.
etkilemiştir. Son asırda tarih sahnesinde iki büyük dünya savaşı
gerçekleşmiştir ki, bunlardan ilki İtilaf ve İttifak Devletleri arasında cereyan
eden I. Dünya Savaşı’dır. Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına sebep
olan bu savaşta İngiltere, Fransa ve İtalya bir cephede, Osmanlı’nın içinde
yer aldığı, Almanya, Avusturya-Macaristan grubunun öncülük ettiği İttifak
Devletleri bir yandadır.
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda pek çok cephede savaşmak
zorunda kalmıştır. Bunlardan birisi de Irak cephesidir. Daha I. Dünya
Savaşı başlamadan önce İngilizlerin bölgedeki petrol yataklarına hâkim
olmak istedikleri, bunun için de askerî kuvvet çıkarmaya başladıkları
bilinmektedir. Bölgeyi ele geçirmek için öncelikle Arap yarımadasındaki
şeyhlerin nüfuzunu artırmak, Osmanlı’nın dünya Müslümanları üzerindeki
hilafet etkisini azaltmak ve ilan edilen cihad-ı mukaddese katılımı kesmek,
bölge halkını Osmanlı’ya karşı isyana teşvik etmek İngilizlerin planları
arasındadır. Osmanlı açısından bakılınca, I. Dünya Savaşı başlamadan
bölgedeki askerî birlikler yeterince takviye edilmemiş, dolayısıyla geniş bir
coğrafyayı kontrol edecek, savunacak birlikler tam oluşturulamamıştır. İşte
böyle bir ortamda gerçekleşen Kûtü’l-Amare savaşı son birkaç yıla kadar
üzerinde fazla durulmamış, unutulmuş/unutturulmuş bir zaferdir. Kût
Zaferi aynı zamanda bir savunma neticesinde değil, kuşatma sonucunda
kazanılmış büyük bir zaferdir.
herhangi bir yazı veya kitap içinde yahut bir kişiye ait toplu olarak
yayımlanması pek çok konunun vuzuha kavuşmasında önemli rol
oynamıştır. Bu mektuplar üzerinden yazanın ya da muhatabının farklı bir
özelliği ya da dönemiyle ilgili başka bir pencere açılabilir.
Osmanlı devletinin geçen asırda yetiştirdiği büyük düşünce, siyaset
ve devlet adamlarından Ahmet Cevdet Paşa’nın sadece kendisi değil, başta
kızları Fatma Aliye ve Emine Semiye olmak üzere aile efradıyla da önemli
bir isimdir. Cevdet Paşa ve ailesine ait mektuplar üzerinde çalışmalar
yapılmış ve pek çok mesele vuzuha kavuşturulmuştur. Ancak değerli pek çok çalışmaya rağmen hâlâ gün yüzüne çıkmamış, yayımlanmayan mektupların varlığı da bilinmektedir. Bunlardan birisi de Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları Fatma Aliye ile Emine Semiye’nin aralarında daha doğrusu Emine Semiye’nin cumhuriyetin
ilanın yaklaşık beş yıl kadar sonra Latin alfabesine geçiş tarihlerinde
yazdığı bir mektuptur. Bu çalışmayla Emine Semiye tarafından ablası
Fatma Aliye’ye yazılmış olan bu mektup araştırmacıların istifadesine
sunulmuş olacaktır. Mektubun muhtevası, ifade ettiği anlamın tam olarak
anlaşılması için muhatapları olarak Fatma Aliye ve kız kardeşi Emine
Semiye hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Anjel romanı her ne kadar bir aşk ve macera romanı gibi anlaşılsa da kahramanlarının Ermeni olması, yaşanılan zamanın II. Abdülhamit (1876-1909), bir diğer ifadeyle İstibdat dönemini içermesi bu eseri farklı kılmaktadır. Balkan Savaşının başladığı yıllarda böyle bir romanın yazılmış olması da ayrıca dikkate değerdir. Romanın ana konusu Abdülhamit dönemindeki istibdat ve Ermeni Cemiyeti Hınçak’ın kendi adamlarına sahip çıkması ve onun faaliyetleridir.
Matmazel Anjel romanı içerisinde, aşk, cinayet, sürgün ve Osmanlı Devleti vatandaşı olan, ancak farklı milliyetlere mensup insanların bazı cemiyetlerle nasıl bir irtibat içinde olduğunu da gözler önüne seren bir romandır.
kaleme alınan, nazım ve nesir alanında birçok müstakil
kitaba birbirinden görkemli mekânlarıyla ev sahipliği
yapan şehirlerimizin başında gelir. Türk edebiyatının
unutulmuş isimlerinden Ahmet Midhat Efendi’nin damadı
Yenişehirlizâde Halit Eyüp tarafından açık bir dil ve üslupla
kaleme alınan Kayıkla Bir Cevelan (1317/1901) adlı bu eser
de İstanbul üzerinedir. Kitap, İstanbul’un Beykoz semtinden
başlayıp Karadeniz’e doğru Riva ve köylerine kadar geçen
yüzyılda kayıklarla yapılan bir geziyi anlatır. Kayıkla Bir
Cevelan (1317/1901)’ın asıl dikkat çeken yanı, yazarın
kayınpederi Ahmet Midhat Efendi’nin Beykoz’dan başlayıp
İzmit Körfezi’ne kadar uzanan bir kotra gezintisini anlattığı
Sayadâne Bir Cevelan adlı kitabının da tamamlayıcısı olmasıdır.
Dolayısıyla bu iki eserin birleşimiyle İstanbul’un Anadolu
yakasını kuzeyden güneye -Şile’den İzmit’e- bir çizgi şeklinde
kapsadığını söylemek mümkündür.
Kayıkla Bir Cevelan’ı okurken sadece bir seyahatname değil,
aynı zamanda on dokuzuncu yüzyılın sonu, geçen yüzyılın
başlarındaki İstanbul ve Beykoz’un başta Riva olmak üzere
köy hayatının samimi ve içten aktarımını da görme fırsatını
bulunmuş olacaksınız.
Son birkaç yıla kadar üzerinde fazla durulmamış, unutulmuş olan Kut Zaferi, sadece savunma neticesinde değil, aynı zamanda kuşatma sonucunda kazanılan büyük bir zaferdir.
Osmanlı Türk Basınında Kûtü’l-Amâre adını taşıyan bu eser, savaşı basın üzerinden takip eden bir çalışmanın ürünüdür. Teknik ve teknolojik imkânların bugünle mukayese edilemeyecek kadar zayıf ve gelişmemiş olduğu bir dönemde, yine de savaşla ilgili en geniş malumatı basından takip etmek mümkündür. Kûtü’l-Amare ile ilgili haberler sadece yurt içinde değil, yurt dışında da yakından takip edilmiştir. Savaşın seyriyle ilgili günü gününe aktarılan haberlerle beraber Nurettin Paşa, Dağıstanî Mehmed Fazıl Paşa, Kûtü’l-Amâre kahramanı Halil Kut Paşa’nın destansı kahramanlıkları yine burada yer almaktadır. Ayrıca bu eser vesilesiyle okuyucu, Süleyman Nazif, Ahmet Ağaoğlu ve Yunus Nadi gibi dönemin önemli edebiyatçı ve gazetecilerinin kaleminden tarihe altın harflerle geçen bu zaferi okuma fırsatı da yakalamış olacaktır.
Tahsin Nahit’in hayatta iken yayımlanan tek şiir kitabı Rûh-ı Bi-Kayd adlı eseridir. Elinizdeki bu kitap ise, onun bütün şiirlerinin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Kitapta başta adı geçen şiir kitabı olmak üzere, 1905 yılından şairin vefatı 1919 yılına kadarki tüm dergiler taranarak, dergilerin sayfaları arasında kalmış olan şiirler bir araya getirilmiştir.
Ayrıca, bu eserle ilk defa Tahsin Nahit’in kendi el yazısıyla şiirlerini kaydettiği Gençlik ve Sessiz Giryeler adlı şiir defterlerindeki şiirleri de gün yüzüne çıkartılmış, bir arada toplanmıştır.
dervişler ve alperenler vasıtasıyla bu coğrafyanın İslam dairesine girmesini, romanın sınırları içerisine hapsetmek ne kadar doğrudur? Bu sorulara rağmen, roman türünün başka edebiyatlarda olduğu gibi, Türk edebiyatında da en çok okunan, toplumu etkileyen türlerin başında geldiği bilinmektedir. Buna rağmen Ahmed Yesevî gibi Türk edebiyatının büyük bir ismi üzerine yazılan romanların sayısı, bir elin parmaklarını geçmediği gibi, yazılma tarihleri de beş on yıldan geriye gidememektedir.
Bu tebliğde Türk edebiyatında Ahmed Yesevî’nin hayatını konu alan, onun
menkabevî biyografisinden yola çıkarak kaleme alınan Hoca Ahmed Yesevî’ninYolculuğu/Zamanın Oğlu; Pir/Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin Romanı, Pir Hoca Ahmed Yesevî adlı romanlar karşılaştırmalı olarak işlenerek, Ahmed Yesevî’nin gerçek kimliği ile, bu eserlerde anlatılanların ne kadar örtüştüğü ya da örtüşmediği ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
“sürgün”e maruz kalmıştır. Bunlar arasında Gürcistan’ın Ahıska
Bölgesi’nden 1944 yılında Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a sürgün
edilen Ahıskalı Türkler de yer almaktadır. Dünyanın dört bir yanına dağılan
Türkler, göç yıllarının izlerini hâlâ canlı yaşamaktadırlar. Göçün getirdiği
acıların doğal sonucu olarak ağıtların, şiirlerin ve hüzünlü hikâyelerin
yaşananlara adeta tanıklık etmesi kaçınılmazdır. Günümüzde Ahıska
Türklerinin yaşadıklarına şahitlik eden edebi türlerden birisi de romanlardır.
Bu türde henüz az sayıda eser verilmiş olsa da göçün acılarını canlı bir
şekilde okuyucuya sunma imkânına sahip olan romanların önemli bir açığı
kapattığı yadsınamaz.
Tayfun Atmaca tarafından kaleme alınan Dut Ağacı romanı Ahıska
Türklerinin yaşadığı acıları dile getirmeye çalışan eserlerden birisidir.
Romanda, sürgün yıllarında 7 yaşında olan Şahbender’in Gürcistan’da
başlayan hikâyesi; Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan’da devam eder.
Mayevka köyüne ilk geldiği gün tanıştığı ve sonrasında bir ömrü beraber
geçirdiği dut ağacıyla adeta bütünleşen kahramanın hikâyesini sembolik
arka planda işleyen yazar, romanın ön planında ise Ahıska Türklerinin
yaşadığı sürgün hayatına yer verir. Trenle gerçekleşen bu sürgün sırasında
başlarından geçen hüzünlü olayları anlatan bu roman, bu alanda kaleme
alınan diğer eserler gibi tarihi gerçeklerden yola çıkarak yazılmıştır.
Bu makalede, sürgünün 75. yılında Ahıskalı Türklerinin hüzünlü hikâyesini
konu alan Dut Ağacı romanından yola çıkılarak, yaşanan acılara edebi bir
pencereden yaklaşmaya çalışılacaktır. Çalışmada yazarın da dikkat çektiği
gibi, dünya üzerinde Çin’den Yunanistan’a; Tevrat’tan İncil’e pek çok
metinde kutsal kabul edilen dut ağacının sembolik anlamına da
değinilecektir.
dergilerle, kırka yakın müstakil telif eserle ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
1901-1908 yılları arasında Fizan’da sürgünde kalan Filibeli Ahmed
Hilmi, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da döner
ve vefatına kadar geçen altı yıllık kısa bir zaman içerisinde çıkardığı
süreli yayınlarla, kaleme aldığı telif eserlerle ve kurduğu Hikmet
matbaasıyla Türk fikir ve edebiyat alanında büyük bir iz bırakır.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin süreli yayınları içerisinde 1910-1912
yılları arasında yayımlanan Hikmet dergisi yayın politikası, yazar kadrosu ve çeşitli türde yaptığı tefrikalarla dönemin en önemli yayın
organlarından birisi haline gelir. Edebiyattan felsefeye farklı
alanlarda kaleme aldığı yazıları Osmanlı coğrafyasının en uç noktalarına
kadar yakından takip edilmiştir. Nitekim Uzak Doğu’dan,
Afrika’ya, Orta Asya’dan Bakanlara kadar çok uzak yerlerden de yakından
takip edildiği dergiye gelen mektuplardan anlaşılmaktadır.
Bu çalışmada üç ana bölüm halinde Filibeli’nin Hikmet yazıları
bir araya gelmektedir. Bu yazılar Tasavvuf, Felsefe ve Edebiyat
başlıkları dikkate alınarak tasnif edildi.