Astronautical engineer with an interdisciplinary vision, focusing on defence & aerospace technologies, procurement programs, and industry policies.
Aspiring scholar in science, technology and innovation management. Intense experience in market analysis, business development, systems engineering and consultancy services in defence and aerospace industry.
Avid researcher in international relations, national security and history.
This report traces the roots of Turkish decision-making in arms procurement and development to th... more This report traces the roots of Turkish decision-making in arms procurement and development to the early years of the republic and the relative freedom of the inter-war years (1919–38). It then describes how the bipolar international order that emerged after the Second World War led to alignment with the US. As the report shows, the 1960s, however, would expose the tensions between strategic alliances and national autonomy as the Cyprus Crisis revealed Turkiye’s overreliance on the US in defence procurement. The crisis, including a series of official and unofficial arms embargoes, would have a profound impact on Turkish decision-makers and drove awareness of the need for self-sufficiency in arms production. The paper will discuss how this spurred the foundations of today’s defence industry in Turkiye, which has gone from a complete reliance on US equipment up to the 1970s, to greater international cooperation in the 1980s and 1990s, before then seeking to leverage arms deals to win hearts and minds in Europe and elsewhere more recently. Throughout these periods, as the report shows, we see the interweaving of the two distinct, but related, strands of Turkiye’s foreign policy and defence industrialisation coming to the fore.
Turkiye’s defence industry has undergone dramatic changes over the last 50 years and the country ... more Turkiye’s defence industry has undergone dramatic changes over the last 50 years and the country has become a significant defence exporter. In this report, as part of a joint project with the IISS, researchers from the Center for Foreign Policy and Peace Research explore this process and the issues that lie ahead.
Turkiye’s defence industry is at a crossroads, and decision-makers face a difficult choice regard... more Turkiye’s defence industry is at a crossroads, and decision-makers face a difficult choice regarding its future path. On one hand, Turkiye’s long-standing ambition to establish a self-sufficient defence industry has led to considerable industrial growth and increased Ankara’s strategic autonomy by reducing the influence of foreign suppliers. On the other hand, continued goals of self-sufficiency will become increasingly challenging and costly, particularly as the scale and sophistication of modern weaponry evolve and new competitors enter the marketplace. Although this provides an impetus for increasing industrial cooperation, the development of Turkiye’s defence industry has historically been rooted in its response to Western arms embargoes and the country’s decision-makers are strongly aware of the vulnerability of defence cooperation to foreign influence.
The international system has provided opportunities and challenges for Turkish defence industrialisation. However, to understand this process and the factors that will shape future decisions, it is necessary to consider how domestic factors such as the attitudes of leaders, a desire for strategic autonomy and the maturation of Turkiye’s nascent industry have impacted its trajectory.
Political leaders such as Mustafa Kemal Atatürk in the 1920s and 1930s, Adnan Menderes in the 1950s, Turgut Özal in the 1980s and Recep Tayyip Erdoğan since the 2000s have left their marks on Turkiye’s defence industry. In doing so, they have reflected and responded to the changing nature of the international system – ranging from acceptance of and reliance on American defence goods early on during the Cold War to a growing realisation that Turkiye needed its own defence industry in the 1960s. These ambitions were solidified after the 1974 Turkish military operation in Cyprus, when Turkish allies enforced declared and undeclared arms embargoes on Ankara. This catalysed a revamping of Turkiye’s defence-industry capabilities.
Alongside the reorganisation of the country’s domestic defence industry, the switch from import-substitution to export-driven industrialisation permitted large-scale private-sector involvement in the defence industry. Defence companies that were built from scratch in the 1980s by private-sector investors were encouraged to work with foreign partners to bring in skills, technologies and capital. This approach prompted the rise of joint ventures, which seemed to offer the best model to secure technology transfer. The Undersecretariat for Defence Industries (originally known as the Defence Industry Development and Support Administration Office and as the Defence Industry Agency since 2022) was also a major factor in the growth of the defence industry after the consolidation of much of the industry under the Turkish Armed Forces Foundation (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) in 1987.
Turkish decision-makers have come to understand that absolute autonomy is practically unattainable. Although the indigenisation of weapon systems permits many freedoms, the process also introduces different forms of dependencies. Furthermore, the ‘top-down’ strategy employed by Turkiye in establishing its defence-industrial base, going from the platform level down to components and technologies, has also faced criticism, mainly due to poor prioritisation and a lack of a coherent procedural approach.
To offset costs, Turkish defence industrialisation has become highly dependent on arms exports as it continues to indigenise and produce military technologies. Despite its booming turnover and export figures, however, the sector faces long-term challenges, including the emergence of new market competitors and an increasing rate of ‘brain drain’, especially since the late 2010s.
It is against this backdrop that Turkiye’s decision-makers face a crossroads. Although Turkiye would prefer to work with its Western allies, it is also open to cooperation with non-Western countries. This is because dependence, of varying degrees, on foreign arms suppliers could still restrict Turkiye in pursuing its national interests, especially if the policies and priorities of Ankara and its principal suppliers fail to align.
Türkiye’nin yakın coğrafyasında güvenlik merkezli yaşanan gelişmeler Türkiye’nin askeri seçenek... more Türkiye’nin yakın coğrafyasında güvenlik merkezli yaşanan gelişmeler Türkiye’nin askeri seçeneklere başvurmasını gerektirmektedir. Ancak savaş alanının her geçen gün karmaşık bir yapıya doğru evrilmesi, savaş alanının fiziki olarak dar bir alana hapsolması, muharip ve sivil unsurların çok yakın konumlanmış olması sahada başvurulan silah sistemlerini de değiştirmektedir. Gerçekleştirdiği harekatlarda sivil hassasiyetini en üst düzeyde önemseyen Türk Silahlı Kuvvetleri, bu sebepten ötürü ikincil hasarı engellemek için insansız hava araçlarını yoğun bir şekilde kullanmaktadır. Düşman unsurları doğrudan silahlı insansız hava araçları ve insansız hava araçlarının hedef tespit ve tanzim desteği sunduğu topçu unsurları ile yüksek hassasiyetle ateş altına alarak etkisiz hale getirmektedir. Bu uygulamanın en güncel örnekleri ise doğrudan muharip olarak rol aldığı İdlib’de ve danışmanlık hizmeti sağladığı Libya’da görülmektedir.
Astana Zirvesi’nden bu yana hem bölgesel hem küresel aktörlerin odak noktası haline gelen İdlib, Suriye’deki 10 yıllık savaşın dar bir alanda yaşanan özeti haline dönüşmüştür. Her türlü askeri mücadelenin yaşandığı İdlib bir yandan yabancı terörist savaşçıların ve muhalif grupların bulunduğu bir savaş alanıyken, diğer yandan da Rusya’nın Lazkiye’deki varlığını koruması açısından silahsızlandırılması gereken bir alan olarak görülen ve rejim tarafından ise muhalifleri anayasa görüşmelerinde zayıflatmak için ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple zaman zaman sıcak çatışmaların yaşandığı bölge Suriye’deki savaş halinin kilit noktasına dönüşmüştür.
Astana Görüşmeleri’nin hemen öncesinde ve sonrasında İdlib’de yaşanan hareketlilik ilerleyen süreçte bir askeri çatışmanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. İdlib’de tansiyonun büyük bir çatışmaya dönüşmemesi için uzun zaman çaba sarf edilmiş, Astana Görüşmeleri çerçevesinde bölgeye gözlem noktaları kurulmuş ve Soçi Mutabakatı ile garanti altına alındığı düşünülen ateşkes süreci izlenmeye başlanmıştır.
İdlib’de yaşanacak herhangi bir gerginliğin yeni bir mülteci dalgası yaratması beklentisi gerçeğe dönüşmüş ve rejimin artan hava saldırıları ve operasyonları sonucunda İdlib’de 2019 baharından bu yana siviller evlerini terk etmeye başlayarak Türkiye sınırına doğru gelmeye başlamıştır. Nitekim son 1 yıllık süreçte rejimin, Rusya’nın ve İran destekli Şii milislerin saldırıları sonucunda Mart 2020’deki yeni anlaşmaya kadar 1 milyondan fazla Suriyeli evini terk ederek Türkiye sınırına gelmiştir.
Kurulan gözlem noktalarının önemini yitirmeye başlaması ve Türk gözlem noktalarının rejim tarafından taciz edilmesi ise tansiyonu artırmıştır. 27 Şubat 2020 günü intikal halindeki TSK personelinin hedef alınması sonucunda 34 Türk askeri şehit düşmüştür. Yaşanan bu saldırıyla birlikte İdlib’de uzun zamandır yaşanması kaçınılmaz olan operasyon süreci başlamıştır.
Temel hedefi rejimin ilerleyişini durdurmak ve bölgedeki sivillerin güvenliğini sağlamak olan operasyon dar bir alanda icra edilmiştir. İdlib’de farklı pek çok aktörün bir arada bulunması Türk güvenlik noktalarına yönelik provokasyon riskini artırırken, siviller nedeniyle ateş gücünün sınırlı, hava savunma ağının etkin ve meskun mahallerin birbirine oldukça yakın olduğu bir coğrafyada icra edilmiştir.
Gerçekleştirilen harekatta TSK kara ve hava unsurlarını koordinasyon içerisinde başarılı bir şekilde planlanmış, harp tarihine geçecek bir İHA/SİHA operasyonu icra etmiştir. TSK’nın gerçekleştirdiği Bahar Kalkanı Harekatı’nın başarılı olmasının arka planında ise son yıllarda terörle mücadele sürecinde İHA/SİHA kullanımı ile kazanılan özgün tecrübe, Türk savunma sanayinin ürettiği milli silah sistemleri ve TSK’nın uzun yıllardır terörle mücadelede inşa ettiği hava ve kara kuvvetlerinin koordinasyon tecrübesi bulunmaktadır.
Bahar Kalkanı Harekatı’nda TSK’nın sergilemekte olduğu performans aynı zamanda Libya’da Türk SİHA’larının kazanmış olduğu tecrübeyle de yakından ilgilidir. Anakaradan uzak bir coğrafyada TSK’nın vermiş olduğu danışman hizmetleri sayesinde sınırlı ateş desteğine rağmen SİHA’ların sahada önemli bir çarpan etkisi yarattığı özellikle Rus menşeili mobil hava savunma sistemi olan Pantsir’lerin etkisiz hale getirilmesiyle görülmüştür. BKH’deki konsepte benzer şekilde hem ET/ED sistemlerinin hem de topçu unsurlarının desteğiyle SİHA’ların taarruzi görevlerde kullanılmasıyla yeni bir konsept oluşturulduğu görülmektedir. Bu da TSK’nın bilinin harekat konseptlerinin ötesine geçtiğini, sahadaki tecrübelerini yeni gelişmelere cevap verecek şekilde dönüştürebilme esnekliğini kazandığını göstermiştir. Yapılan bu çalışmada ise İdlib’deki krizin ortaya çıkışı, sonrasında gerçekleştirilen Bahar Kalkanı Harekâtı’nda hangi silah sistemlerinin kullanıldığı ve Libya’daki danışmanlık hizmetleri kapsamında SİHA’ların etkisi ele alınmıştır.
Rapid advances in technology enable incremental developments in aerospace and defense sector, the... more Rapid advances in technology enable incremental developments in aerospace and defense sector, the most well known example of which is the evolution of air power. Since the end of the Second World War, aerospace industry has been constantly developing and providing more capabilities to air forces in the world. These developments can be grouped under “generations” and today, the latest iteration is the fifth generation.
Fifth-generation combat aircraft or in more general terms fifth-generation air power is the product of various technological elements and innovations. To fully exploit these factors, air forces need to have interdisciplinary vision and capability to absorb, deploy and develop skills, ranging from requirement definition to program management.
This study aims to provide an understanding on the features of the next generation air warfare, while presenting the current status of Turkish Air Force and offering suggestions on several challenges and opportunities.
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) 28 Ağustos günü bir açıklama yayınlayarak, daha önce bir NAVTEX ile... more Milli Savunma Bakanlığı (MSB) 28 Ağustos günü bir açıklama yayınlayarak, daha önce bir NAVTEX ile ilan edilmiş bölgeye yaklaşan Yunan savaş uçaklarına yönelik gözle teşhis ve bölgeden uzaklaştırma yapıldığını bildirdi. Açıklama ile birlikte, bu görev sırasında Türk F-16'sının başüstü göstergesinin (Head Up Display - HUD) kaydettiği video kaydının bir kısmı da paylaşıldı.
Yunan F-16 savaş uçağı ile yapılan ve literatürde "it dalaşı" (dogfight) olarak geçen mücadeleyi gösteren, aynı zamanda pilotların telsiz konuşmalarını da içeren kayıt, Türk kamuoyunda büyük heyecan yarattı.
Doğu Akdeniz'de son dönemde giderek artan ve bir süredir NAVTEX atışmalarının eşlik ettiği gerilim içinde bu video kaydı, içeriği itibariyle olmasa da vurguladığı ve hatırlattığı bazı askeri-teknik, siyasi ve jeopolitik konular itibariyle önem taşıyor.
The reform process of Turkish defense industry as launched in the last quarter of the twentieth c... more The reform process of Turkish defense industry as launched in the last quarter of the twentieth century has seen several achievements, as well as downfalls, and passed through major milestones. The resultant industrial structure is unique, compared to the other sectors in the country. Dominated by the TSKGV (Turkish Armed Forces Foundation), the major goal of the sector has always been involved in attaining self-sufficiency, indicative of an import substitution-oriented industry policy. This strategy is evident in decision-making and execution processes of virtually all defense procurement programs. However, lack of an efficient mechanism for science and technology policy-making mechanism, is observed as a major obstacle toward sustainable development of the sector. Although benefited from the overall economic take-off during the 2000s, today the Turkish defense industry faces to the challenge of sustainability, which is heavily dependent on export performance. The forthcoming period will test the sector, revealing the necessary coordination and communication by and between the military and civilian bureaucracies.
This report traces the roots of Turkish decision-making in arms procurement and development to th... more This report traces the roots of Turkish decision-making in arms procurement and development to the early years of the republic and the relative freedom of the inter-war years (1919–38). It then describes how the bipolar international order that emerged after the Second World War led to alignment with the US. As the report shows, the 1960s, however, would expose the tensions between strategic alliances and national autonomy as the Cyprus Crisis revealed Turkiye’s overreliance on the US in defence procurement. The crisis, including a series of official and unofficial arms embargoes, would have a profound impact on Turkish decision-makers and drove awareness of the need for self-sufficiency in arms production. The paper will discuss how this spurred the foundations of today’s defence industry in Turkiye, which has gone from a complete reliance on US equipment up to the 1970s, to greater international cooperation in the 1980s and 1990s, before then seeking to leverage arms deals to win hearts and minds in Europe and elsewhere more recently. Throughout these periods, as the report shows, we see the interweaving of the two distinct, but related, strands of Turkiye’s foreign policy and defence industrialisation coming to the fore.
Turkiye’s defence industry has undergone dramatic changes over the last 50 years and the country ... more Turkiye’s defence industry has undergone dramatic changes over the last 50 years and the country has become a significant defence exporter. In this report, as part of a joint project with the IISS, researchers from the Center for Foreign Policy and Peace Research explore this process and the issues that lie ahead.
Turkiye’s defence industry is at a crossroads, and decision-makers face a difficult choice regard... more Turkiye’s defence industry is at a crossroads, and decision-makers face a difficult choice regarding its future path. On one hand, Turkiye’s long-standing ambition to establish a self-sufficient defence industry has led to considerable industrial growth and increased Ankara’s strategic autonomy by reducing the influence of foreign suppliers. On the other hand, continued goals of self-sufficiency will become increasingly challenging and costly, particularly as the scale and sophistication of modern weaponry evolve and new competitors enter the marketplace. Although this provides an impetus for increasing industrial cooperation, the development of Turkiye’s defence industry has historically been rooted in its response to Western arms embargoes and the country’s decision-makers are strongly aware of the vulnerability of defence cooperation to foreign influence.
The international system has provided opportunities and challenges for Turkish defence industrialisation. However, to understand this process and the factors that will shape future decisions, it is necessary to consider how domestic factors such as the attitudes of leaders, a desire for strategic autonomy and the maturation of Turkiye’s nascent industry have impacted its trajectory.
Political leaders such as Mustafa Kemal Atatürk in the 1920s and 1930s, Adnan Menderes in the 1950s, Turgut Özal in the 1980s and Recep Tayyip Erdoğan since the 2000s have left their marks on Turkiye’s defence industry. In doing so, they have reflected and responded to the changing nature of the international system – ranging from acceptance of and reliance on American defence goods early on during the Cold War to a growing realisation that Turkiye needed its own defence industry in the 1960s. These ambitions were solidified after the 1974 Turkish military operation in Cyprus, when Turkish allies enforced declared and undeclared arms embargoes on Ankara. This catalysed a revamping of Turkiye’s defence-industry capabilities.
Alongside the reorganisation of the country’s domestic defence industry, the switch from import-substitution to export-driven industrialisation permitted large-scale private-sector involvement in the defence industry. Defence companies that were built from scratch in the 1980s by private-sector investors were encouraged to work with foreign partners to bring in skills, technologies and capital. This approach prompted the rise of joint ventures, which seemed to offer the best model to secure technology transfer. The Undersecretariat for Defence Industries (originally known as the Defence Industry Development and Support Administration Office and as the Defence Industry Agency since 2022) was also a major factor in the growth of the defence industry after the consolidation of much of the industry under the Turkish Armed Forces Foundation (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) in 1987.
Turkish decision-makers have come to understand that absolute autonomy is practically unattainable. Although the indigenisation of weapon systems permits many freedoms, the process also introduces different forms of dependencies. Furthermore, the ‘top-down’ strategy employed by Turkiye in establishing its defence-industrial base, going from the platform level down to components and technologies, has also faced criticism, mainly due to poor prioritisation and a lack of a coherent procedural approach.
To offset costs, Turkish defence industrialisation has become highly dependent on arms exports as it continues to indigenise and produce military technologies. Despite its booming turnover and export figures, however, the sector faces long-term challenges, including the emergence of new market competitors and an increasing rate of ‘brain drain’, especially since the late 2010s.
It is against this backdrop that Turkiye’s decision-makers face a crossroads. Although Turkiye would prefer to work with its Western allies, it is also open to cooperation with non-Western countries. This is because dependence, of varying degrees, on foreign arms suppliers could still restrict Turkiye in pursuing its national interests, especially if the policies and priorities of Ankara and its principal suppliers fail to align.
Türkiye’nin yakın coğrafyasında güvenlik merkezli yaşanan gelişmeler Türkiye’nin askeri seçenek... more Türkiye’nin yakın coğrafyasında güvenlik merkezli yaşanan gelişmeler Türkiye’nin askeri seçeneklere başvurmasını gerektirmektedir. Ancak savaş alanının her geçen gün karmaşık bir yapıya doğru evrilmesi, savaş alanının fiziki olarak dar bir alana hapsolması, muharip ve sivil unsurların çok yakın konumlanmış olması sahada başvurulan silah sistemlerini de değiştirmektedir. Gerçekleştirdiği harekatlarda sivil hassasiyetini en üst düzeyde önemseyen Türk Silahlı Kuvvetleri, bu sebepten ötürü ikincil hasarı engellemek için insansız hava araçlarını yoğun bir şekilde kullanmaktadır. Düşman unsurları doğrudan silahlı insansız hava araçları ve insansız hava araçlarının hedef tespit ve tanzim desteği sunduğu topçu unsurları ile yüksek hassasiyetle ateş altına alarak etkisiz hale getirmektedir. Bu uygulamanın en güncel örnekleri ise doğrudan muharip olarak rol aldığı İdlib’de ve danışmanlık hizmeti sağladığı Libya’da görülmektedir.
Astana Zirvesi’nden bu yana hem bölgesel hem küresel aktörlerin odak noktası haline gelen İdlib, Suriye’deki 10 yıllık savaşın dar bir alanda yaşanan özeti haline dönüşmüştür. Her türlü askeri mücadelenin yaşandığı İdlib bir yandan yabancı terörist savaşçıların ve muhalif grupların bulunduğu bir savaş alanıyken, diğer yandan da Rusya’nın Lazkiye’deki varlığını koruması açısından silahsızlandırılması gereken bir alan olarak görülen ve rejim tarafından ise muhalifleri anayasa görüşmelerinde zayıflatmak için ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple zaman zaman sıcak çatışmaların yaşandığı bölge Suriye’deki savaş halinin kilit noktasına dönüşmüştür.
Astana Görüşmeleri’nin hemen öncesinde ve sonrasında İdlib’de yaşanan hareketlilik ilerleyen süreçte bir askeri çatışmanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. İdlib’de tansiyonun büyük bir çatışmaya dönüşmemesi için uzun zaman çaba sarf edilmiş, Astana Görüşmeleri çerçevesinde bölgeye gözlem noktaları kurulmuş ve Soçi Mutabakatı ile garanti altına alındığı düşünülen ateşkes süreci izlenmeye başlanmıştır.
İdlib’de yaşanacak herhangi bir gerginliğin yeni bir mülteci dalgası yaratması beklentisi gerçeğe dönüşmüş ve rejimin artan hava saldırıları ve operasyonları sonucunda İdlib’de 2019 baharından bu yana siviller evlerini terk etmeye başlayarak Türkiye sınırına doğru gelmeye başlamıştır. Nitekim son 1 yıllık süreçte rejimin, Rusya’nın ve İran destekli Şii milislerin saldırıları sonucunda Mart 2020’deki yeni anlaşmaya kadar 1 milyondan fazla Suriyeli evini terk ederek Türkiye sınırına gelmiştir.
Kurulan gözlem noktalarının önemini yitirmeye başlaması ve Türk gözlem noktalarının rejim tarafından taciz edilmesi ise tansiyonu artırmıştır. 27 Şubat 2020 günü intikal halindeki TSK personelinin hedef alınması sonucunda 34 Türk askeri şehit düşmüştür. Yaşanan bu saldırıyla birlikte İdlib’de uzun zamandır yaşanması kaçınılmaz olan operasyon süreci başlamıştır.
Temel hedefi rejimin ilerleyişini durdurmak ve bölgedeki sivillerin güvenliğini sağlamak olan operasyon dar bir alanda icra edilmiştir. İdlib’de farklı pek çok aktörün bir arada bulunması Türk güvenlik noktalarına yönelik provokasyon riskini artırırken, siviller nedeniyle ateş gücünün sınırlı, hava savunma ağının etkin ve meskun mahallerin birbirine oldukça yakın olduğu bir coğrafyada icra edilmiştir.
Gerçekleştirilen harekatta TSK kara ve hava unsurlarını koordinasyon içerisinde başarılı bir şekilde planlanmış, harp tarihine geçecek bir İHA/SİHA operasyonu icra etmiştir. TSK’nın gerçekleştirdiği Bahar Kalkanı Harekatı’nın başarılı olmasının arka planında ise son yıllarda terörle mücadele sürecinde İHA/SİHA kullanımı ile kazanılan özgün tecrübe, Türk savunma sanayinin ürettiği milli silah sistemleri ve TSK’nın uzun yıllardır terörle mücadelede inşa ettiği hava ve kara kuvvetlerinin koordinasyon tecrübesi bulunmaktadır.
Bahar Kalkanı Harekatı’nda TSK’nın sergilemekte olduğu performans aynı zamanda Libya’da Türk SİHA’larının kazanmış olduğu tecrübeyle de yakından ilgilidir. Anakaradan uzak bir coğrafyada TSK’nın vermiş olduğu danışman hizmetleri sayesinde sınırlı ateş desteğine rağmen SİHA’ların sahada önemli bir çarpan etkisi yarattığı özellikle Rus menşeili mobil hava savunma sistemi olan Pantsir’lerin etkisiz hale getirilmesiyle görülmüştür. BKH’deki konsepte benzer şekilde hem ET/ED sistemlerinin hem de topçu unsurlarının desteğiyle SİHA’ların taarruzi görevlerde kullanılmasıyla yeni bir konsept oluşturulduğu görülmektedir. Bu da TSK’nın bilinin harekat konseptlerinin ötesine geçtiğini, sahadaki tecrübelerini yeni gelişmelere cevap verecek şekilde dönüştürebilme esnekliğini kazandığını göstermiştir. Yapılan bu çalışmada ise İdlib’deki krizin ortaya çıkışı, sonrasında gerçekleştirilen Bahar Kalkanı Harekâtı’nda hangi silah sistemlerinin kullanıldığı ve Libya’daki danışmanlık hizmetleri kapsamında SİHA’ların etkisi ele alınmıştır.
Rapid advances in technology enable incremental developments in aerospace and defense sector, the... more Rapid advances in technology enable incremental developments in aerospace and defense sector, the most well known example of which is the evolution of air power. Since the end of the Second World War, aerospace industry has been constantly developing and providing more capabilities to air forces in the world. These developments can be grouped under “generations” and today, the latest iteration is the fifth generation.
Fifth-generation combat aircraft or in more general terms fifth-generation air power is the product of various technological elements and innovations. To fully exploit these factors, air forces need to have interdisciplinary vision and capability to absorb, deploy and develop skills, ranging from requirement definition to program management.
This study aims to provide an understanding on the features of the next generation air warfare, while presenting the current status of Turkish Air Force and offering suggestions on several challenges and opportunities.
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) 28 Ağustos günü bir açıklama yayınlayarak, daha önce bir NAVTEX ile... more Milli Savunma Bakanlığı (MSB) 28 Ağustos günü bir açıklama yayınlayarak, daha önce bir NAVTEX ile ilan edilmiş bölgeye yaklaşan Yunan savaş uçaklarına yönelik gözle teşhis ve bölgeden uzaklaştırma yapıldığını bildirdi. Açıklama ile birlikte, bu görev sırasında Türk F-16'sının başüstü göstergesinin (Head Up Display - HUD) kaydettiği video kaydının bir kısmı da paylaşıldı.
Yunan F-16 savaş uçağı ile yapılan ve literatürde "it dalaşı" (dogfight) olarak geçen mücadeleyi gösteren, aynı zamanda pilotların telsiz konuşmalarını da içeren kayıt, Türk kamuoyunda büyük heyecan yarattı.
Doğu Akdeniz'de son dönemde giderek artan ve bir süredir NAVTEX atışmalarının eşlik ettiği gerilim içinde bu video kaydı, içeriği itibariyle olmasa da vurguladığı ve hatırlattığı bazı askeri-teknik, siyasi ve jeopolitik konular itibariyle önem taşıyor.
The reform process of Turkish defense industry as launched in the last quarter of the twentieth c... more The reform process of Turkish defense industry as launched in the last quarter of the twentieth century has seen several achievements, as well as downfalls, and passed through major milestones. The resultant industrial structure is unique, compared to the other sectors in the country. Dominated by the TSKGV (Turkish Armed Forces Foundation), the major goal of the sector has always been involved in attaining self-sufficiency, indicative of an import substitution-oriented industry policy. This strategy is evident in decision-making and execution processes of virtually all defense procurement programs. However, lack of an efficient mechanism for science and technology policy-making mechanism, is observed as a major obstacle toward sustainable development of the sector. Although benefited from the overall economic take-off during the 2000s, today the Turkish defense industry faces to the challenge of sustainability, which is heavily dependent on export performance. The forthcoming period will test the sector, revealing the necessary coordination and communication by and between the military and civilian bureaucracies.
Uploads
Papers by Arda Mevlutoglu
The international system has provided opportunities and challenges for Turkish defence industrialisation. However, to understand this process and the factors that will shape future decisions, it is necessary to consider how domestic factors such as the attitudes of leaders, a desire for strategic autonomy and the maturation of Turkiye’s nascent industry have impacted its trajectory.
Political leaders such as Mustafa Kemal Atatürk in the 1920s and 1930s, Adnan Menderes in the 1950s, Turgut Özal in the 1980s and Recep Tayyip Erdoğan since the 2000s have left their marks on Turkiye’s defence industry. In doing so, they have reflected and responded to the changing nature of the international system – ranging from acceptance of and reliance on American defence goods early on during the Cold War to a growing realisation that Turkiye needed its own defence industry in the 1960s. These ambitions were solidified after the 1974 Turkish military operation in Cyprus, when Turkish allies enforced declared and undeclared arms embargoes on Ankara. This catalysed a revamping of Turkiye’s defence-industry capabilities.
Alongside the reorganisation of the country’s domestic defence industry, the switch from import-substitution to export-driven industrialisation permitted large-scale private-sector involvement in the defence industry. Defence companies that were built from scratch in the 1980s by private-sector investors were encouraged to work with foreign partners to bring in skills, technologies and capital. This approach prompted the rise of joint ventures, which seemed to offer the best model to secure technology transfer. The Undersecretariat for Defence Industries (originally known as the Defence Industry Development and Support Administration Office and as the Defence Industry Agency since 2022) was also a major factor in the growth of the defence industry after the consolidation of much of the industry under the Turkish Armed Forces Foundation (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) in 1987.
Turkish decision-makers have come to understand that absolute autonomy is practically unattainable. Although the indigenisation of weapon systems permits many freedoms, the process also introduces different forms of dependencies. Furthermore, the ‘top-down’ strategy employed by Turkiye in establishing its defence-industrial base, going from the platform level down to components and technologies, has also faced criticism, mainly due to poor prioritisation and a lack of a coherent procedural approach.
To offset costs, Turkish defence industrialisation has become highly dependent on arms exports as it continues to indigenise and produce military technologies. Despite its booming turnover and export figures, however, the sector faces long-term challenges, including the emergence of new market competitors and an increasing rate of ‘brain drain’, especially since the late 2010s.
It is against this backdrop that Turkiye’s decision-makers face a crossroads. Although Turkiye would prefer to work with its Western allies, it is also open to cooperation with non-Western countries. This is because dependence, of varying degrees, on foreign arms suppliers could still restrict Turkiye in pursuing its national interests, especially if the policies and priorities of Ankara and its principal suppliers fail to align.
Astana Zirvesi’nden bu yana hem bölgesel hem küresel aktörlerin odak noktası haline gelen İdlib, Suriye’deki 10 yıllık savaşın dar bir alanda yaşanan özeti haline dönüşmüştür. Her türlü askeri mücadelenin yaşandığı İdlib bir yandan yabancı terörist savaşçıların ve muhalif grupların bulunduğu bir savaş alanıyken, diğer yandan da Rusya’nın Lazkiye’deki varlığını koruması açısından silahsızlandırılması gereken bir alan olarak görülen ve rejim tarafından ise muhalifleri anayasa görüşmelerinde zayıflatmak için ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple zaman zaman sıcak çatışmaların yaşandığı bölge Suriye’deki savaş halinin kilit noktasına dönüşmüştür.
Astana Görüşmeleri’nin hemen öncesinde ve sonrasında İdlib’de yaşanan hareketlilik ilerleyen süreçte bir askeri çatışmanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. İdlib’de tansiyonun büyük bir çatışmaya dönüşmemesi için uzun zaman çaba sarf edilmiş, Astana Görüşmeleri çerçevesinde bölgeye gözlem noktaları kurulmuş ve Soçi Mutabakatı ile garanti altına alındığı düşünülen ateşkes süreci izlenmeye başlanmıştır.
İdlib’de yaşanacak herhangi bir gerginliğin yeni bir mülteci dalgası yaratması beklentisi gerçeğe dönüşmüş ve rejimin artan hava saldırıları ve operasyonları sonucunda İdlib’de 2019 baharından bu yana siviller evlerini terk etmeye başlayarak Türkiye sınırına doğru gelmeye başlamıştır. Nitekim son 1 yıllık süreçte rejimin, Rusya’nın ve İran destekli Şii milislerin saldırıları sonucunda Mart 2020’deki yeni anlaşmaya kadar 1 milyondan fazla Suriyeli evini terk ederek Türkiye sınırına gelmiştir.
Kurulan gözlem noktalarının önemini yitirmeye başlaması ve Türk gözlem noktalarının rejim tarafından taciz edilmesi ise tansiyonu artırmıştır. 27 Şubat 2020 günü intikal halindeki TSK personelinin hedef alınması sonucunda 34 Türk askeri şehit düşmüştür. Yaşanan bu saldırıyla birlikte İdlib’de uzun zamandır yaşanması kaçınılmaz olan operasyon süreci başlamıştır.
Temel hedefi rejimin ilerleyişini durdurmak ve bölgedeki sivillerin güvenliğini sağlamak olan operasyon dar bir alanda icra edilmiştir. İdlib’de farklı pek çok aktörün bir arada bulunması Türk güvenlik noktalarına yönelik provokasyon riskini artırırken, siviller nedeniyle ateş gücünün sınırlı, hava savunma ağının etkin ve meskun mahallerin birbirine oldukça yakın olduğu bir coğrafyada icra edilmiştir.
Gerçekleştirilen harekatta TSK kara ve hava unsurlarını koordinasyon içerisinde başarılı bir şekilde planlanmış, harp tarihine geçecek bir İHA/SİHA operasyonu icra etmiştir. TSK’nın gerçekleştirdiği Bahar Kalkanı Harekatı’nın başarılı olmasının arka planında ise son yıllarda terörle mücadele sürecinde İHA/SİHA kullanımı ile kazanılan özgün tecrübe, Türk savunma sanayinin ürettiği milli silah sistemleri ve TSK’nın uzun yıllardır terörle mücadelede inşa ettiği hava ve kara kuvvetlerinin koordinasyon tecrübesi bulunmaktadır.
Bahar Kalkanı Harekatı’nda TSK’nın sergilemekte olduğu performans aynı zamanda Libya’da Türk SİHA’larının kazanmış olduğu tecrübeyle de yakından ilgilidir. Anakaradan uzak bir coğrafyada TSK’nın vermiş olduğu danışman hizmetleri sayesinde sınırlı ateş desteğine rağmen SİHA’ların sahada önemli bir çarpan etkisi yarattığı özellikle Rus menşeili mobil hava savunma sistemi olan Pantsir’lerin etkisiz hale getirilmesiyle görülmüştür. BKH’deki konsepte benzer şekilde hem ET/ED sistemlerinin hem de topçu unsurlarının desteğiyle SİHA’ların taarruzi görevlerde kullanılmasıyla yeni bir konsept oluşturulduğu görülmektedir. Bu da TSK’nın bilinin harekat konseptlerinin ötesine geçtiğini, sahadaki tecrübelerini yeni gelişmelere cevap verecek şekilde dönüştürebilme esnekliğini kazandığını göstermiştir. Yapılan bu çalışmada ise İdlib’deki krizin ortaya çıkışı, sonrasında gerçekleştirilen Bahar Kalkanı Harekâtı’nda hangi silah sistemlerinin kullanıldığı ve Libya’daki danışmanlık hizmetleri kapsamında SİHA’ların etkisi ele alınmıştır.
Fifth-generation combat aircraft or in more general terms fifth-generation air power is the product of various technological elements and innovations. To fully exploit these factors, air forces need to have interdisciplinary vision and capability to absorb, deploy and develop skills, ranging from requirement definition to program management.
This study aims to provide an understanding on the features of the next generation air warfare, while presenting the current status of Turkish Air Force and offering suggestions on several challenges and opportunities.
Yunan F-16 savaş uçağı ile yapılan ve literatürde "it dalaşı" (dogfight) olarak geçen mücadeleyi gösteren, aynı zamanda pilotların telsiz konuşmalarını da içeren kayıt, Türk kamuoyunda büyük heyecan yarattı.
Doğu Akdeniz'de son dönemde giderek artan ve bir süredir NAVTEX atışmalarının eşlik ettiği gerilim içinde bu video kaydı, içeriği itibariyle olmasa da vurguladığı ve hatırlattığı bazı askeri-teknik, siyasi ve jeopolitik konular itibariyle önem taşıyor.
The international system has provided opportunities and challenges for Turkish defence industrialisation. However, to understand this process and the factors that will shape future decisions, it is necessary to consider how domestic factors such as the attitudes of leaders, a desire for strategic autonomy and the maturation of Turkiye’s nascent industry have impacted its trajectory.
Political leaders such as Mustafa Kemal Atatürk in the 1920s and 1930s, Adnan Menderes in the 1950s, Turgut Özal in the 1980s and Recep Tayyip Erdoğan since the 2000s have left their marks on Turkiye’s defence industry. In doing so, they have reflected and responded to the changing nature of the international system – ranging from acceptance of and reliance on American defence goods early on during the Cold War to a growing realisation that Turkiye needed its own defence industry in the 1960s. These ambitions were solidified after the 1974 Turkish military operation in Cyprus, when Turkish allies enforced declared and undeclared arms embargoes on Ankara. This catalysed a revamping of Turkiye’s defence-industry capabilities.
Alongside the reorganisation of the country’s domestic defence industry, the switch from import-substitution to export-driven industrialisation permitted large-scale private-sector involvement in the defence industry. Defence companies that were built from scratch in the 1980s by private-sector investors were encouraged to work with foreign partners to bring in skills, technologies and capital. This approach prompted the rise of joint ventures, which seemed to offer the best model to secure technology transfer. The Undersecretariat for Defence Industries (originally known as the Defence Industry Development and Support Administration Office and as the Defence Industry Agency since 2022) was also a major factor in the growth of the defence industry after the consolidation of much of the industry under the Turkish Armed Forces Foundation (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) in 1987.
Turkish decision-makers have come to understand that absolute autonomy is practically unattainable. Although the indigenisation of weapon systems permits many freedoms, the process also introduces different forms of dependencies. Furthermore, the ‘top-down’ strategy employed by Turkiye in establishing its defence-industrial base, going from the platform level down to components and technologies, has also faced criticism, mainly due to poor prioritisation and a lack of a coherent procedural approach.
To offset costs, Turkish defence industrialisation has become highly dependent on arms exports as it continues to indigenise and produce military technologies. Despite its booming turnover and export figures, however, the sector faces long-term challenges, including the emergence of new market competitors and an increasing rate of ‘brain drain’, especially since the late 2010s.
It is against this backdrop that Turkiye’s decision-makers face a crossroads. Although Turkiye would prefer to work with its Western allies, it is also open to cooperation with non-Western countries. This is because dependence, of varying degrees, on foreign arms suppliers could still restrict Turkiye in pursuing its national interests, especially if the policies and priorities of Ankara and its principal suppliers fail to align.
Astana Zirvesi’nden bu yana hem bölgesel hem küresel aktörlerin odak noktası haline gelen İdlib, Suriye’deki 10 yıllık savaşın dar bir alanda yaşanan özeti haline dönüşmüştür. Her türlü askeri mücadelenin yaşandığı İdlib bir yandan yabancı terörist savaşçıların ve muhalif grupların bulunduğu bir savaş alanıyken, diğer yandan da Rusya’nın Lazkiye’deki varlığını koruması açısından silahsızlandırılması gereken bir alan olarak görülen ve rejim tarafından ise muhalifleri anayasa görüşmelerinde zayıflatmak için ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple zaman zaman sıcak çatışmaların yaşandığı bölge Suriye’deki savaş halinin kilit noktasına dönüşmüştür.
Astana Görüşmeleri’nin hemen öncesinde ve sonrasında İdlib’de yaşanan hareketlilik ilerleyen süreçte bir askeri çatışmanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. İdlib’de tansiyonun büyük bir çatışmaya dönüşmemesi için uzun zaman çaba sarf edilmiş, Astana Görüşmeleri çerçevesinde bölgeye gözlem noktaları kurulmuş ve Soçi Mutabakatı ile garanti altına alındığı düşünülen ateşkes süreci izlenmeye başlanmıştır.
İdlib’de yaşanacak herhangi bir gerginliğin yeni bir mülteci dalgası yaratması beklentisi gerçeğe dönüşmüş ve rejimin artan hava saldırıları ve operasyonları sonucunda İdlib’de 2019 baharından bu yana siviller evlerini terk etmeye başlayarak Türkiye sınırına doğru gelmeye başlamıştır. Nitekim son 1 yıllık süreçte rejimin, Rusya’nın ve İran destekli Şii milislerin saldırıları sonucunda Mart 2020’deki yeni anlaşmaya kadar 1 milyondan fazla Suriyeli evini terk ederek Türkiye sınırına gelmiştir.
Kurulan gözlem noktalarının önemini yitirmeye başlaması ve Türk gözlem noktalarının rejim tarafından taciz edilmesi ise tansiyonu artırmıştır. 27 Şubat 2020 günü intikal halindeki TSK personelinin hedef alınması sonucunda 34 Türk askeri şehit düşmüştür. Yaşanan bu saldırıyla birlikte İdlib’de uzun zamandır yaşanması kaçınılmaz olan operasyon süreci başlamıştır.
Temel hedefi rejimin ilerleyişini durdurmak ve bölgedeki sivillerin güvenliğini sağlamak olan operasyon dar bir alanda icra edilmiştir. İdlib’de farklı pek çok aktörün bir arada bulunması Türk güvenlik noktalarına yönelik provokasyon riskini artırırken, siviller nedeniyle ateş gücünün sınırlı, hava savunma ağının etkin ve meskun mahallerin birbirine oldukça yakın olduğu bir coğrafyada icra edilmiştir.
Gerçekleştirilen harekatta TSK kara ve hava unsurlarını koordinasyon içerisinde başarılı bir şekilde planlanmış, harp tarihine geçecek bir İHA/SİHA operasyonu icra etmiştir. TSK’nın gerçekleştirdiği Bahar Kalkanı Harekatı’nın başarılı olmasının arka planında ise son yıllarda terörle mücadele sürecinde İHA/SİHA kullanımı ile kazanılan özgün tecrübe, Türk savunma sanayinin ürettiği milli silah sistemleri ve TSK’nın uzun yıllardır terörle mücadelede inşa ettiği hava ve kara kuvvetlerinin koordinasyon tecrübesi bulunmaktadır.
Bahar Kalkanı Harekatı’nda TSK’nın sergilemekte olduğu performans aynı zamanda Libya’da Türk SİHA’larının kazanmış olduğu tecrübeyle de yakından ilgilidir. Anakaradan uzak bir coğrafyada TSK’nın vermiş olduğu danışman hizmetleri sayesinde sınırlı ateş desteğine rağmen SİHA’ların sahada önemli bir çarpan etkisi yarattığı özellikle Rus menşeili mobil hava savunma sistemi olan Pantsir’lerin etkisiz hale getirilmesiyle görülmüştür. BKH’deki konsepte benzer şekilde hem ET/ED sistemlerinin hem de topçu unsurlarının desteğiyle SİHA’ların taarruzi görevlerde kullanılmasıyla yeni bir konsept oluşturulduğu görülmektedir. Bu da TSK’nın bilinin harekat konseptlerinin ötesine geçtiğini, sahadaki tecrübelerini yeni gelişmelere cevap verecek şekilde dönüştürebilme esnekliğini kazandığını göstermiştir. Yapılan bu çalışmada ise İdlib’deki krizin ortaya çıkışı, sonrasında gerçekleştirilen Bahar Kalkanı Harekâtı’nda hangi silah sistemlerinin kullanıldığı ve Libya’daki danışmanlık hizmetleri kapsamında SİHA’ların etkisi ele alınmıştır.
Fifth-generation combat aircraft or in more general terms fifth-generation air power is the product of various technological elements and innovations. To fully exploit these factors, air forces need to have interdisciplinary vision and capability to absorb, deploy and develop skills, ranging from requirement definition to program management.
This study aims to provide an understanding on the features of the next generation air warfare, while presenting the current status of Turkish Air Force and offering suggestions on several challenges and opportunities.
Yunan F-16 savaş uçağı ile yapılan ve literatürde "it dalaşı" (dogfight) olarak geçen mücadeleyi gösteren, aynı zamanda pilotların telsiz konuşmalarını da içeren kayıt, Türk kamuoyunda büyük heyecan yarattı.
Doğu Akdeniz'de son dönemde giderek artan ve bir süredir NAVTEX atışmalarının eşlik ettiği gerilim içinde bu video kaydı, içeriği itibariyle olmasa da vurguladığı ve hatırlattığı bazı askeri-teknik, siyasi ve jeopolitik konular itibariyle önem taşıyor.