Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

CUMHURİYET 100 YAŞINDA

2023, Berfin Bahar

"Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu" (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization) UNESCO, Cumhuriyetimizin 100. yılında, 2023 yılını, tüm yeryüzünde sıradan bir Türk köylüsü ve kör halk âşığı olan ÂŞIK VEYSEL YILI olarak ilan etti… Âşık Veysel’in adını UNESCO’ya ileten, duyuran, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıl önceki kuruluşudur. Cumhuriyet nedir, neler sağlamış, neleri yitirmemize yol açmıştır sorularına verilebilecek en güzel yanıtlardan birisinin birkaç sözcükle özetlenmesidir bu… Öncesinde yok sayılmış, görmezden gelinmiş bir halkın söz hakkı istemesi gibidir Cumhuriyet… 100 yıl önce kuruldu Türkiye Cumhuriyeti… Son otuz kırk yıldır üzerine hummalı bir tartışma var. Tartışılan Cumhuriyet kavramı değil kuşkusuz. Sözde, kimse karşı değil Cumhuriyet’e. Herkesin kendisine göre bir Cumhuriyet anlayışı var çünkü. İran İslam Cumhuriyeti de, Afganistan da kendince bir Cumhuriyet… Ama kadın haklarının olmadığı, erkler ayrılığı, hukuk devleti anlayışı, laiklik gibi Batı demokrasilerinde cumhuriyetlerin temeli olmuş, Cumhuriyet kavramı yeryüzünde ortaya çıkarken olmazsa olmaz denilmiş kimi niteliklerden yoksun bir cumhuriyet… Ayrıca bu cumhuriyetlerde halk kültürünün esamesi bile okunmaz. Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde, insanlığı ileriye götürecek çok önemli adımların atılmış olduğuna bir kez daha işaret etmek çok anlamlı olacaktır. UNESCO tarafından daha sonra tün dünyaya örnek eğitim modeli olarak gösterilecek olan Köy Enstitülerinin ilk mezunlarını veriş yılları, Türkçe gülmece kültürün Markopaşa geleneği ile doruğa çıktığı bir zaman dilimine denk gelir. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz adlarının yaktıkları gülmece ve halk kültürü meşalesini Anadolu’nun yirmi bir ayrı ocağından çıkıp gelen halk çocukları taşımaya başlayacaklardır. Halk kültürünün yenidendoğuşa uğratılarak üstkültüre taşındığı, gülmece öğelerinin sanat ve edebiyat içinde önemli yer tutmaya başladığı dönemde göze batan üçüncü değişimse, Nazım Hikmet’in şiirde açtığı serbest vezin kapısı olmuştu.

CUMHURİYET 100 YAŞINDA! Cumhuriyetimiz 100 yaşında! Kutlu olsun! "Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu" (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization) UNESCO, Cumhuriyetimizin 100. yılında, 2023 yılını, tüm yeryüzünde sıradan bir Türk köylüsü ve kör halk âşığı olan ÂŞIK VEYSEL YILI olarak ilan etti… Âşık Veysel’in adını UNESCO’ya ileten, duyuran, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıl önceki kuruluşudur. Cumhuriyet nedir, neler sağlamış, neleri yitirmemize yol açmıştır sorularına verilebilecek en güzel yanıtlardan birisinin birkaç sözcükle özetlenmesidir bu… Öncesinde yok sayılmış, görmezden gelinmiş bir halkın söz hakkı istemesi gibidir Cumhuriyet… 100 yıl önce kuruldu Türkiye Cumhuriyeti… Son otuz kırk yıldır üzerine hummalı bir tartışma var. Tartışılan Cumhuriyet kavramı değil kuşkusuz. Sözde, kimse karşı değil Cumhuriyet’e. Herkesin kendisine göre bir Cumhuriyet anlayışı var çünkü. İran İslam Cumhuriyeti de, Afganistan da kendince bir Cumhuriyet… Ama kadın haklarının olmadığı, erkler ayrılığı, hukuk devleti anlayışı, laiklik gibi Batı demokrasilerinde cumhuriyetlerin temeli olmuş, Cumhuriyet kavramı yeryüzünde ortaya çıkarken olmazsa olmaz denilmiş kimi niteliklerden yoksun bir cumhuriyet… Ayrıca bu cumhuriyetlerde halk kültürünün esamesi bile okunmaz. Adın, cumhuriyet olması yetmiyor demek. “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmak da, Türk bayrağı sallayıp “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye haykırmak da… Cumhuriyet’in kimi nimetlerinden yararlanıp cukkayı dolduranlar, kendi çıkarları için Cumhuriyet’i kullananlar da aynı davranışları göstermekten, bayrak ve slogan fetişizmi yapmaktan kaçınmıyor çünkü… Türkiye’de Cumhuriyet tartışması demek, onun kurucu felsefesinin tartışılması, ilkelerinin tartışılması demek olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, ülkesini işgale çıkmış emperyalistlere karşı, emperyalist güçlerle işbirliği yapmış saltanat ve hilafet makamlarına karşı kurulmuş, laikliği, kadın haklarını, bilimi, demokrasinin temel gereklerini göreli olarak da olsa yerine getirmiş, bu arada 1 kadın hakları gibi kimi konularda Batı demokrasilerinin birçoğundan çok önce davranışa geçmiş bir yönetim anlayışıdır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında “milletin efendisi” olarak gördüğü köylülük ve üretici sınıflar için neler sağlayabildiği ise uzun uzun tartışılması gereken bir konudur. Cumhuriyet’in kuruluş ortamının duruca anlaşılabilmesi ve Cumhuriyetin geleceğinin belirlenmesinde yardımcı olabilmesi için bundan tam 55 yıl önce yayımlanmış bir yazıyı bu satırların arasında paylaşmak istiyorum. “CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR? Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet'in ölümsüz kurucusudur. Mustafa Kemal, Türkiye'yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücün, iki büyük lanetleme gücünün ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti. Bu iki kahredici, lânetleme, baş belâsı güç neydi? Mustafa Kemal'e göre birisi Emperyalizm, öteki Saltanat'tı. Emperyalizm neydi? Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi. Saltanat neydi? Kadim tefeci-bezirgân sermayenin her türlü gelişimi taşlaştırıp dondurakoymuş olan derebeylik biçimiydi. Bu iki güç birbirileriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı. 1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla, Kadim Çağ derebeyliği olan emperyalizmin yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan başkaldırma karşısında, ilkin sözde Müslüman olan saltanatı buldu. Emperyalizmin papaz fru’ları, Saltanatın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklıcübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gönderdiler. Ege Cephesi’nde Milli Kurtuluş Cephesi’nin ilk kurşunu, Yunanlı’dan önce, sözde mütegallibe hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı. 2 Onun İçin Türkiye'de Cumhuriyet demek, Türk Milleti’nin bağrına oturmuş olan emperyalizmle Saltanata karşı kurduğu bir savunma kalesi demektir. Bu sebepten Türkiye'nin devrimci Anayasası’nda, ‘her madde üçte iki çoğunlukla’ değiştirilebilirdi. Ama hiçbir çoğunlukla, hiçbir zaman ve hiçbir kimsenin değiştiremeyeceği tek madde Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu maddesiydi. Cumhuriyet çağına dek Türkiye’de kurtuluş yolları çok arandı ve denendi. Dizginler Saltanatın elinde kaldığı sürece debelene debelene batıldı. Ya Lâle Devri gibi, halkın Saltanat'a düşmanlığıyla devrilen, bir sefahat sofrası kuruldu, ya Tanzimat gibi emperyalizme şirin görünme muskası takınılarak Abdülhamit istibdadına karıldı. Ya da Meşrutiyet’te olduğu gibi Saltanat'ın da altı üstüne getirilip, sömürgeleşme uçurumuna yuvarlanıldı. O «kâr’ı kadim» Saltanat kazanı, emperyalizmin ateşi üstünde kızdırıldıkça, içindeki Türk Milleti diri kaynatılmaktan kurtulamazdı. Cumhuriyet, Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye'de söndürdüğü için bir Milli Kurtuluş yarattı. Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan finans Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı tefeci -bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu. Türkiye'de Cumhuriyet'in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal'in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır. 45 yıldır Türkiye'de neler olup bitti? Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı. Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sosyal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu? Soruya duruca karşılık bulmak için kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de Cumhuriyet, Mustafa Kemal'in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha kabaca söyleyelim: Türkiye’de, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden kazıdı mı? Bu sorulara yuvarlacık bir EVET, yahut HAYIR ile karşılık verecek kadar bozuk metafizik veya skolastik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimiz’in gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi: 3 1- SALTANAT'ın tepesi Padişahlık ve Hilâfetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş tefeci– bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilâfeti kaldırdı. Tabandaki kadim tefeci-bezirgân hacıağalık ne oldu? Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hattâ ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı. Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde kadim tefecibezirgân sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: Müreffeh) ve hızlı bir modern sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilatına göz yumulmayan, her kımıldanışı “ağa” ağırlığıyla ile boğulan, binbir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER tefeci-bezirgân torbasında kekliktiler. O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmi yasaklar ister istemez kitapta kaldı. Hayatta kadim tefeci-bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini) yürüttüler ve git gide büyülttüler. 2- EMPERYALİZM'in tepesi -o günler- Yunan Kıralı ile Türk Padişahı’nın gölgelerine çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan ve ilh... emperyalist silâhlı güçleriydi. Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye, yâni bankalar ve şirketlerle onların acenteleriydi. Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kıralı’nı, maymun ısırdı, Türk Padişahı’nın kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Ana yurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilali’ni bastırmaya vakit bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü. Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular? Düyunu Umumiye alacaklıları “Şark isyanlarını” ve şirketler “Gazi’ye suikastları” kışkırttıkça, yerli–yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi yapıldı. 4 Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli milli şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası finans kapital bütünlüğü içinde bir öz ve özel parça oldu, Türkler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”. Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk'e tepeden bakan kompradorlar da “Türkleştiler”. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Cemiyeti Akvam” (Uluslar Derneği) adını alan kozmopolitlik eğilimi, İkinci Dünya Savaşı'ndaki «Birleşmiş Milletler» biçimine doğru gelmişti. NATO, CENTO, Pentagon kemerlerini can kurtaran simitleri gibi kuşandık. Cumhuriyet’in başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, Saltanatı (Türkçe’si: DOĞU GERİCİLİĞİNİ); İkincisi Emperyalizmi (Türkçe’si: BATI GERİCİLİĞİNİ) yok etmekti. 1919-29 arası Türkiye'de, kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi. O kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: tefeci-bezirgânlık dımdızlak parladı kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni, “gericilik”: budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı. 1919-29 arası, Türkiye'de modern batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve tutar yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truva’nın Atı’yla yurdumuza bacadan girdi. Bir de baktık, 1923 yılı finans kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs'te yuvalandırdı. O nedenlerle, kırk yıllık ara geçmeden: Birinci Kuvayı Milliyecilik’ten sonra bir İkinci Kuvayı Milliyecilik gerekti. 1919-29 yılları Birinci Milli Demokratik Devrim sosyal bir kümeye: “komprador burjuvaziye” karşı gerçekleşti. Ancak, kompradorların yerine, Türkiye’de, genlikli ve ilerici bir sanayi burjuvazisi geçemedi. “Eşsiz-Örneksiz” Devletçiliğimiz sayesinde: tebdil gezen en eski kompradorlar, en kodaman, kadîm tefeci- bezirgânlar ve en kodaman büyük toprak emlâk ağaları bankalar kubbesi altında harman edildi; hepsinden, son sistem “her mahallede bir milyoner” parolalı yerli millî FİNANS KAPİTAL OLİGARŞİSİ yaratıldı. 1959-69 yılları İkinci Milli Demokratik Devrim, 27 Mayıs’ın ışığı altında çimçiğ aydınlandı. 5 Burada, nükleer başlıklı Amerikan üslerine sırtlarını dayamış bulunan finans kapital oligarşisi, Mustafa Kemal'in «EMPERYALİZM» dediği BATI GERİCİLİĞİ'dir. Burada köylerimizi inlete inlete sömürdükçe biti kanlanan tefeci hacıağalık, Mustafa Kemal'in «SALTANAT» dediği DOĞU GERİCİLİĞİ’dir. Her iki gericilik de, 48 yıl önce Kuvayı Milliyeci atalarımızın savaş açtıkları aynı iki başlı ejderhanın bugünkü gelişimidir, iki kahredici, iki lânet olası büyük baş belâmızdır. Birinci Kuvayı Milliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı. İkinci Kuvayı Milliyecilik’te, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayı Milliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.” Dr. Hikmet KIVILCIMLI, 29 Ekim 1968, TÜRK SOLU GÜNÜMÜZE GELİNCE… Türkiye’de özellikle de 20. Yüzyıl sonu ile 21. Yüzyıl başlarında Cumhuriyet çok tartışıldı ve o günlerde başlayan tartışma halen sürüyor. Tartışmaları başlatan, aralarında Nobel kazanmış ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un da olduğu adların önemli iddiaları vardı… Türkiye Cumhuriyeti, geçmişi bir “reddiye” üzerine kurulmuştu; Türkiye Cumhuriyeti kültürümüzde bir kırılmaya yol açmıştı. Türkiye ve Ortadoğu’daki önemli politik değişimlerin yaşandığı bu dönemde kültür ve edebiyat alanında da önemli farklılaşmalar yaşanmıştı. Bu tarihsel dönüşüm içerisinde, 90’lı yılların ortalarından başlayarak, 12 Eylül 1980 faşist darbesi öncesinin gözde akımı toplumcu-gerçekçi edebiyat çizgisine karşı bir cepheleşme oluşturulduğu da gözlenmişti. Aynı dönemde, Kemalizm üzerine arka arkaya eleştiri yazıları ve kitaplar da yayınlanmaya başlamıştı. Edebiyat ve kültür dünyasının önemli dergileri, Kemalizm eleştirilerine özel bir yer ayırmış, İletişim Yayınları başta olmak üzere birçok büyük yayın kuruluşu Kemalizm ve Türkiye modernleşmesini eleştirel bir bakışla ele alan kitaplara öncelik vermişti. ABD ve İngiltere üniversitelerinde eğitim görmekte, doktora, lisans ve master programlarına katılmakta olan aydın yurttaşlarımız, “Erken Cumhuriyet Dönemi Kültür Politikaları”nı otopsi masasına yatırmak için neredeyse toplu bir davranış 6 içine girer gibi olmuştu. Batı metropollerinde İngilizce yayımlanmış Türk yazarlara ait bu tezlerden bazılarının başka Türk yazarlara Türkçe’ye çevirtilerek yayınlandığı da görüldü (Ayrıntı için Alper Akçam, Anadolu Rönesansı adlı kitap). Bu tür yayınları büyük bir arzuyla gerçekleştirenler için konuya ne kadar önem verilmiş olduğunun açık bir göstergesidir bu… Eleştirilerin ortak noktası, Cumhuriyet kuruluşunun “tepeden inmeci” bir biçimde olması, “bir kültür kırılmasına, bir reddiyeye yol açması” ve Cumhuriyet’in, kendisine Cumhuriyet kurucusu misyonu biçmiş kimi devlet güçlerin “vesayeti” altında bulunmasıydı. Doksanlı yılların ortasında, bir yerlerden işaret almış gibi, “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim politikalarını eleştiri sağanağına tutma yarışına girmiş bu aydınlarımızdan hemen hiçbirisinin 2002 yılındaki AKP iktidarından sonra günlük yaşamın dinselleştirilmesine, eğitim ve kültürde merkezi otoritenin güçlendirilip tektipleştirilmesine karşı eleştirel bir yaklaşımlarının bulunmayışı ise, ironik bir tablo oluşturmaktaydı. Türkiye’de, “Balyoz”, “Ergenekon” gibi adlar konulan ve sonradan büyük çoğunluğunun bir “kumpas” olduğuna ilişkin çok güçlü deliller bulunan, silahlı kuvvetler içindeki kimi yurtsever adları hedefleyen önemli operasyonların yapıldığı günlerde, ben de kültür ortamında başlatılan ve iyiniyetli olmadığı çok ortada olan Cumhuriyet tartışmalarına katılma çabası içine girmiştim. Bazı aydınlar tarafından da alkışlanarak karşılanan, sonradan CİA ve FETÖ kaynaklı olduğu anlaşılan dönem operasyonlarının hedefinde, Cumhuriyet’in savunucusu olarak siyaset sahnesinde zaman zaman yer almış, özellikle de 1961 Anayasası’nın mimarı olmuş, silahlı kuvvetler ve yüksek yargı organlarında epeyce gücü bulunan bir anlayış yer alıyordu. Tüm bu karmaşık ortamın ve liberal aydınların koşarak içine daldıkları bu tartışmanın içinde ben de yer almalıydım. Cumhuriyet kurucu felsefesini de içerecek bu çalışma niyetimden dostum Mahmut Temizyürek’e söz ettiğimde, “O konuda Orhan Koçak’ın ‘1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları’ başlıklı yazısı çok önemlidir ve dönemi çok iyi değerlendirir” demişti… Defter Dergisi sayfalarında yayınlanmış o yazı, daha sonra İletişim Yayınları arasında çıkacak olan “Kemalizm” adlı kitapta da yer alacaktır. O günlerde başlattığım ve iki 7 buçuk yılımı alacak olan, yaklaşık 500 kitap kaynakçalı bir çalışma ile ilk adı “Anadolu Rönesansı Esas Duruşta” olan kitabımı tamamladım. Daha sonra Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği yayınları arasında Anadolu Rönesansı adıyla basılacak bu kitapla sanırım yaşam boyu onur duyacağım. Kitabın hikâyesine Türkiye Cumhuriyeti uluslaşma sürecinden başlamak daha yerinde olacaktı. Kitabın arka sayfasındaki kısa yazı bir özet olarak da değerlendirilebilir. “ABD’nin Orta Doğu ve Yakın Asya politikalarının işgal ve bombalamalarla en ateşli doruğuna ulaştığı zaman diliminde Cumhuriyet kurucusu kültür ve eğitim politikalarına yönelik eleştiriler de arka arkaya patlak vermişti. Batılı düşünürler Erik Jan Zürcher’den, Etienne Copeaux’den el ve esin almış kimi aydın ve edebiyatçılarımız, üniversiteli araştırmacılarımız, Cumhuriyet’in bir “reddiye” ve “tepeden inmecilik” olduğu görüşünde birleşiyordu. Nobel ödüllü ünlü yazarımızın Kar adlı romanında hedef aldığı Cumhuriyet kurucusu “Kemalizm”, emperyalizmin bölge coğrafyası için düşündükleri önünde bir engel oluşturuyor olabilir miydi? II. Dünya Savaşı sonrasında, “köylere kadar uzanmış kızıl komünist tehlike” diye gösterilerek kapatılan Köy Enstitüleri, 21. Yüzyıl başında ABD ve İngiltere kaynaklı doktora tezlerinde “faşist müessese” makamına nasıl oturtuldu? Rumeli’nin Kepirtepesi’nden Kars’ın Cılavuzu’na, 21 ocakta eli öpülesi öğretmenler yetiştiren ve Anadolu’ya çok derin izler bırakan Köy Enstitüleri’nin arkasındaki temel gerçeklik neydi? Bugün, önümüze yeni bir “Osmanlılık” seçeneği sürülüyor. Egemen Batı’nın toplumumuza giydirmeye çalıştığı yönetim biçimi, Oğuz oymaklarından Gün Han içindeki dört boydan biri olan Kayı Boyu’nun kendisini kardeşi gibi gördüğü diğer bireylerden ayrı tutmamış, gazilikten ötesinde gözü olmamış önderi Ertuğrul’un, ırk, dil, din gibi farklara hiç bakmaksızın, yalnızca insanı seçen tutumu değil, İslam inancını zorba iktidarına ideoloji yapmaya kalkışan Sultan Abdülhamid’in anlayışıdır. Anadolu Rönesansı, Cumhuriyet kuruluşundan günümüze hayatımıza katılan tüm toplumsal sesleri, renkleri görünür kılmaya çalışan yoğun bir denemedir. Tarihcil gelişimi, siyaseti, edebiyatı birlikte kucaklamaya çalıştı. Tüm Şark toplumlarına 1789 Burjuva Devrimi’nin insanlığa armağanı “Eşitlik, kardeşlik, hürriyet” parolası ve 8 sorgulayan aklı yerine Orta Çağ yaşamını hak gören emperyal güçlere işaret eden bir uyarı sesi olmak istedi…” Başladığım çalışmanın daha ilk adımlarında, kimi “liberal” aydınların “Erken Cumhuriyet Dönemi Kültür ve Eğitim Politikaları” üzerine kurdukları eleştiri metinlerinden birçoğunun Ettienne Copeaux adlı Fransız, Eric Jan Zürker adlı Hollandalı, Şarkiyatçı yaklaşımlarını yakından gördüğüm aydınların tezleri üzerinden geliştiği çok açık karşıma çıktı. 21. Yüzyıl başında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu düşüncesi olarak tanımlanan Kemalizm, hem Avrupa Birliği sözcüleri hem ABD ve AB’nin örgütlediği akım ve değişik vakıf, okul, kültür dergisi vb. tarafından Türkiye’nin “vesayeti”nden kurtulması gereken bir “ideoloji” olarak yeniden tanımlanmıştı. Kültürel ortamdaki kimi tartışmaları “darbeci-dinci” çekişmesi olarak değerlendiren sol kesimden bazı aydınların sol adına Kemalizm’den hesap sormaya yönelmiş kitapları da o yıllarda arka arkaya kitapçı raflarına çıkmaya başlamıştı. Ufuk Uras’ın Kurtuluş Savaşı’nda Sol, Emrah Cilasun’un Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü? adlı yapıtları, türban ve “sivil anayasa” tartışmalarının yaşandığı günlerde, ülke gündeminde öne çıkan kitaplar arasındaydı. Orada Bir Köy Var Uzakta adlı çalışmasıyla bazı çevreler için önemli kaynak olmuş, tarih doktorasını ABD’de tamamlamış Boğaziçili Asım Karaömerlioğlu’nun tezi de, bu anlamda önemli bir içerik taşımaktaydı. “Osmanlı döneminde değişik cemaatler ile devlet yönetimi arasında çeşitli arabulucu (mediating) kurumlar vardı. Aslına bakılırsa bu, aynı zamanda bir gereksinimdi de. Örneğin Müslüman cemaatler açısından tarikatların zaman zaman böyle bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir.” (Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, s 46) Cumhuriyet yönetimi, tarikatların ve dine dayalı derebeyi örgütlenmelerin önünü kapayınca ne olmuş? “Bu nedenle söz konusu halkçılık kavramının, daha başından demokratik açılımların önünü tıkayıcı bir işlev gördüğü rahatlıkla söylenebilir.” (Karaömerlioğlu, agy, s 47) Orta Çağ toplumsal koşullarının ürünü olan, günümüzün sınıf ayrımına, emek sömürüsüne, toplumsal adaletsizliklerine hiç dokunmayan, dünyayı yalnızca “vahiy” yoluyla aydınlatmaya çalışan modernizm öncesi örgütlenmeleri övgüyle karşılayan bu aydınlarımızdan bazılarının Cumhuriyet’in dünya çapında isim yapmış kimi kurumlarına ise farklı bir gözle baktığı görüldü. Aynı yazarımız ve onu izleyen kimi yandaşları, 9 Cumhuriyet yönetiminin “halkçı” girişimleri olarak bilinen, UNESCO tarafından tüm dünyaya örnek eğitim modeli olarak önerilmiş ve “komünistlik” suçlaması ile kapatılmış Köy Enstitüleri’ni ve Halkevleri gibi kurumları Nasyonal Sosyalist düşünce yanlısı, hatta açıkça “faşist” ilan etmişlerdi. Karaömerlioğlu’nun tarih tezine aldığı cemaat ve tarikatlarla ilgili bu yorum aslında yeni değildir… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ünlü “Beş Şehir” denemesinde Erzurum bölümünde tarikat ve tekkelerin, Osmanlı dönemindeki değişik cemaatler ile devlet arasındaki boşluğu dolduran, devletle halk arasında bağlayıcı bir örgütlenme olarak değerlendirilmiş olduğunu biliyoruz. Tanpınar’ın bu çok yerindeki bu tarihi saptamasını günümüz Türkiyesi için bir çıkış yolu gibi gören aydınlarımızın iyiniyetinden kuşku duymak gerekir… Tarih bilgimiz, II. Abdülhamit dönemine kadar bir “onur ünü” gibi görülmüş halifeliğin, bu dönemden sonra Abdülhamit ve kimi Batılı-Şarkiyatçı yorumcular tarafından aynı zamanda bir “İslam liderliği” olarak kullanılmaya çalışıldığını anımsatıyor… Mustafa Kemal’in cephede savaştığı bir dönemde toplantı yapan ilk TBMM, 465 yeni medrese açılması doğrultusunda karar almıştı (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s 501). Osmanlı yıkılış dönemi, toprakta dirlik düzeninin çökmeye başlamasıyla birlikte, toplumsal örgütlenmede dinsel vurgunun daha çok kullanılmaya başlandığı bir çağın da açılışı olarak görülebilir. Doğu’da Kürtler’in yaşadığı bölgelerde yaygın olan, hem feodal, hem kandaş topluma ait öğeler içeren aşiret sistemi, bu dönemden sonra dinsel bir örgütlenmeye doğru evrilmiş, aşiret reisleri aynı zamanda birer “şeyh”, birer dini önder olmaya başlamışlardır. Aşiretler arasında “şeyhlik” konusunda daha etkin olan, diğer aşiretleri çevresine toplamayı başarıyordu. Ermeni olaylarında adları geçen Kürtler’den oluşmuş Hamidiye Alayları’nın kuruluşu da Osmanlı çöküş döneminin ürünüdür. Bu alaylar, dirlik düzeninin yıkılmasından sonra asker toplanması için gerekli olmuştur. Daha önce, barış zamanı toprağı “Müslümanlar’ın ortak malı” olarak devlet adına işleyen tımar beyi, savaş zamanında da elindeki beyliğin toprak verimine göre asker toplayarak orduya katılıyordu… “Nakşibendilik tam da bu dönemde Kürtler’in, siyasal varlığının da korunması anlamında önem kazanıyor ve Seyit Taha’nın oğlu Şeyh Übeydullah aşiretlerin siyasi ve askeri birliğinin sağlanmasında büyük bir başarı sağlıyor. Şeyh Übeydullah çok sayıda aşiret reisi, şeyhi ve beyi yanına çağırarak anlaşmış ve onlarla birlikte oluşturduğu 10 büyük bir kuvvetle Tebriz’e kadar yürümüştür.” (Muzaffer İlhan Erdost, Kürselleşme ve Osmanlı “Millet” Makasında Türkiye, s 74-75) İletişim Yayınları’nın “Kemalizm” cildinde “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları” başlıklı yazısıyla yer alan edebiyat dünyasının saygın denemecisi, eleştirmeni Orhan Koçak da Orhan Pamuk gibi Cumhuriyet’in bir “reddiye” ile başladığı inancındadır. “Rejim eski estetik kültürü toptan reddedip bir yenisini yoktan var etmeye yönelirken inandırma, cezbetme ve yönlendirme araçlarından da önemli ölçüde yoksun bırakıyordu kendini.” (Orhan Koçak, 1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları, Kemalizm, s 393) Koçak, hayatını edebiyata adamış olduğunu söylediği ve kültürde sürekliliğin sağlanabilmesi için kaynak gibi gösterdiği Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “edebî tarzı”nı kültürel geleneğe uygun bulan, Tanpınar’a yeterince değer verilmediği için kültürde bir kırılma oluştuğuna inanan aydınlarımızdandır. Defter dergisinin kendisiyle yaptığı söyleşide 1950’lerdeki kendi evlerini anlatmaktadır. “Hatırlarım, bizim ev resmiyete pek saygılı, hatta bağnaz Kemalist sayılabilecek bir evdi, 50’lerde Tanpınar’ın Huzur’u bu resmiyetin dışında bir şey gibi, sanki kaçak olarak okunmuştu bu evde! Aslında Türk ulusçuluğuna bağlı olup da sadece daha geniş ve daha dolayımlı bir yerlilik düşünmeye çalışan Tanpınar, bir yabancı yazar gibi okunuyor, yerlilik payesi de örneğin Fakir Baykurt’a uygun görülüyordu.” (Orhan Koçak, Defter, 1997, sayı 31, s 90) Koçak’ın “Kemalist kültür” eleştirisinde resmi görüşün yazarı olarak adı verilen Fakir Baykurt, Köy Enstitüsü çıkışlı yoksul bir köylü çocuğudur, köy öğretmenidir. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü kazandıktan sonra Gayret dergisinde yazdığı bir yazı nedeniyle yargılanmıştır… 1958 yılında ilk romanı Yılanların Öcü ile Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi Roman Ödülleri’nde birinci olmuştur. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt hem Cumhuriyet gazetesi kovuşturma geçirmiştir. Baykurt, yazıları ve Yılanların Öcü romanı yüzünden Bakanlık emrine alınmış, Yapı İşleri Bölümü’nde görevlendirilmiştir. Demokrat Parti iktidarının iş başında olduğu bu dönem, Orhan Koçak tarafından devletin kültür kuruculuğu işinden çekildiği, sanat ve kültürde “kendiliğinden oluşumlara göz yumulmuş bir dönem” (Kemalizm, s 370) olarak tanımlanmaktadır. Fakir Baykurt, altı ay açıkta kaldıktan sonra, ancak 27 Mayıs 1960 hareketinden sonra Ankara’da ilköğretim müfettişliğine atanmıştır. Koçak tarafından Baykurt’u desteklediği savlanan “resmi görüş”le Baykurt’un ilişkisi budur. 11 A. H. Tanpınar ise, Demokrat Parti yıllarında dahi İstanbul Üniversitesi’nin el üstünde tutulan seçkin bir üniversite öğretim görevlisidir. Türk Dili ve Edebiyatı’nın en önde gelen adıdır. 1953, 1955, 1957 yıllarında kendi isteğiyle ve devlet olanaklarıyla yurt dışı gezileri yapmış, çeşitli kongrelere katılmıştır. Tanpınar’ın edebiyatçı kimliği, bu tartışmaların dışında tutulmalıdır… Türk edebiyatı için çok önemli bir isim olan Tanpınar’ın yazın yaşamı baştan sona yakından incelendiğinde, kendi deyimi ile “yekpâre” bir bütünlük göstermediği de çok açıktır… Sonradan “Anadolu Rönesansı” adını alacak çalışmanın temel konularından biri de “Tanpınar’da Evrilme” olmuştu. Orhan Koçak’ın söz konusu yazısında devletin kültür ve eğitim politikalarının belirlenmesinde kendisini geriye çektiği, kültür ve sanata belli özerkliğin sağlandığı bir dönem olarak tanımladığı Demokrat Partili yıllarda bu özerkliğin başka birçok belirtisinin yaşandığını da biliyoruz... 19 Kasım 1951 tarihinde Meclis’te yapılan gizli bir oturumda Askeri Yargıç Şevki Mutlugil olarak tanıtılan bir kişi, Meclis’e Köy Enstitüleri’nin nasıl bir komünist yuvası olduklarını açıklayan ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu bilgiler arasında ABD’de yerliler arasında ilkel site araştırması yapmış Niyazi Berkes’in Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne getirilip konuşturulduğu, Köy Enstitüleri’nde köy müziği bestelerinin sol elle yapıldığı, Hasanoğlan Köy Enstitüsü müzik salonunun uçaktan bakıldığında orak şeklinde kurulmuş olduğu da vardır. Askeri savcının verdiği adlar ve kanıtlar arasında, Çifteler Köy Enstitüsü’nde öğrencilere Kiromozof Kardeşler (dava dosyasına Karomozov adı Kiromozov olarak geçmiştir – bizim notumuz-) adlı komünizm propagandası yapan bir kitabı okutmuş olan Asiye Eliçin hakkında süren yargılama da bulunmaktadır. Yaşanan bazı gerçeklerse toplumdan gizlenmiştir. Aynı yıllarda, Yunanistan’a, 1944 yılında başlamış iç savaş nedeniyle, 1947 tarihli Truman Doktrini uyarınca bolca ABD yardımı akıtılmaktadır. Sol kanattaki antifaşist direniş örgütü ELAS’ın savaşı yitirmiş olmasının nedeni de, birçok kaynak tarafından ABD tarafından EDES adlı sağ örgüte akıtılan çeşitli yardımlar olarak gösterilmektedir. Türkiye’de de Yunanistan’da olduğu gibi bir “kızıl tehlike”nin varlığı, iktidar tarafından kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Orhan Koçak’a göre 1939-1950 yılları arası, “göreli restorasyon” yıllarıdır. Bu yıllar arasında, 1933 yılında Ankara Halkevi kütüphane sorumlusu iken İstiklal Mahkemesi Savcısı Necib Ali ve Halkevi Müdürü Nafi Atuf Kansu tarafından “Kemalizm’in ideoloğu” olması önerilmiş, Polis Enstitüsü’nde Basın ve Propaganda adlı dersin 12 öğretmeni olarak görev almış Niyazi Berkes’in kürsüsü, Danıştay karşı çıkınca Meclis kararı ile elinden alınmıştır. Berkes, kulağına “sonunun Sabahattin Âli gibi olabileceği” fısıldanarak yurtdışında yaşamak zorunda bırakılmış, böylece kültürümüz “restore” edilmiştir. Aynı Berkes’in adı, 1951 yılındaki gizli Meclis oturumunda “kızıl komünizm” kanıtı olarak dile getirilecektir! Cumhuriyet tartışmalarında Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk üzerine konuşmadan geçmek olamaz… "(...) Türkiye'de hâlâ kapalı, hâlâ yarı yarı, pre-modern olan bir topluma pozitivist ve yararcı düşünce gelince ve toplumun geçmişindeki tasavvufi veya manevi değerler de modernleşme çabası ile, Atatürk reformları ile yıkılınca, Cumhuriyet döneminin kuşakları sanatın kendisi için yapılabileceğini düşünmeyi bile bir skandal olarak kabul eder oldu," diyor Nobel ödüllü, ünlü yazarımız (O. Pamuk, Kitaplık dergisi, Kasım Aralık 2002, sayı 56, söyleşi, s 114). Demek, “kendisi için sanat”ın karşılığı, “manevi ve tasavvufi değerler”miş... Orhan Pamuk’un “tasavvufi ve manevi değerler” arasında görmediği, binlerce yıllık ritüeller, seyirlik köylü oyunları, Karagöz, ortaoyunu, masallar, Nasreddin Hoca–Bektaşi fıkraları, halk türküleri, koşmalar içerisinde, sanatın ve kültürün bu türlerinde, bireyin “kendisi için sanat” yok, hep “başkası” ya da “toplum için” sanat varmış. Cumhuriyet’in 100. Yılında UNESCO’nun adını onurlandırdığı Âşık Veysel de kendisi için sanat yapmamaktadır demek ki… Gel de çık işin içinden… Orhan Pamuk’un görmezden geldiği bu kültür, ancak Cumhuriyet dönemi sonrası kültür ve eğitim politikaları, halkbilim çalışmaları ile gün ışığına çıkabilmiş, Cumhuriyet’ten sonra toplumsal yapıda kendisini temsil olanağı bulmuştu… Pamuk’un söylemine göre, bu halk kültürü içinde bireye yer yoktur! Romantizmin toplum karşısında aşkınlaştırdığı ve iç yapısına yöneldiği “birey” kavramının, insanı modernizmin toplumsal sorumluluklar ve rasyonel kurallar çemberinden kurtarmaya çalışırken, “toplumsal olan”la arasına zor aşılacak duvarlar örmüş olduğu da söylenebilir. Kaç yüzyıldır toplum-birey karşıtlığı ya da birlikteliği üzerine kara kara düşünür olduk… İşin başka bir yönü, Orhan Pamuk’un neredeyse tüm yapıtlarında yana yakıla övgüler dizdiği “tasavvufi” değerlerin kaynağında da ünlü yazarımızın görüş alanına bir türlü girememiş halk kültürü olduğudur. “Attar ‘Mantık al-Tayr’da hüthüt ağzından halkın itirazlarına cevap verirken münasebet düşürerek hikayeler söylemektedir. (…) Biz bu 13 fıkraları herhangi bir inanışı, dini-dünyevi herhangi bir kaide ve nizamı tenkid etse bile, ancak teville, çekingen ve kurnaz bir tarzda, hatta biraz da ilmei tenzih yollu tenkid edebilecek olan münevver zümreye mal edemiyoruz; bu tevilsiz ve açık hikayelerde halkın kayıtsız tenkidini, cepheden yürüyen hür buluşunu görüyoruz. Bunlarda tam bir halk ibdaı var. Attar, bizce halk hikayelerini tespit etmiştir. Mevlâna da bu yolda Attar gibi hareket etmiştir. (…) Yalnız Mevlâna’nın bu eserden istifade ettiğini, bazı hikayelerini alıp işlediğini, Mesnevi’sini aynı vezinde yazdığını, Kelile ve Dimne’den itibaren zaten bu tarzın bilhassa sofilerce kabul edilmiş olduğunu ve nihayet ‘Mantık al-Tayr’daki iki hikayenin Mevlâna tarafından alınıp işlendiğini burada kaydetmemiz lazımdır.” (Feridüddin Attar, Mantık Al-Tayr, Önsöz, XXI-XXII) “Atatürk reformları ve modernleşme çabası” sırasında kurulmuş Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü’nde halkın da katıldığı hafta sonu şenliği sırasında öğrencilere sahne hazırlatılmaya kalkışıldığını duyan İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç küplere biner. Sahneyi kaldırtır. Köy Enstitüsü şenliği, enstitülerde hep yapılageldiği gibi, Metin And’ın geleneksel tiyatro saydığı seyirlik oyunlardakine benzer biçimde, sahnesiz, katılımcı bir ortamda gerçekleştirilmelidir… Köy Enstitüsü’ndeki eğlencelerin “‘müsamere’ anlayışı ile değil, doğal ve özgün yöntemler ve geniş katılımlarla yapılması…”nı istemektedir Tonguç (Dr. Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 305). Burada tartışılacak nokta, bu şenliğin “gelenekler” ve “manevi değerler”le ilgisidir. Orhan Pamuk mantığıyla olaya yaklaştığımızda, şenlikte yer almış öğrenciler ya da bir ritüel için yüzünü boyayıp başka bir kimliğe geçmiş, kılık değiştirmiş, elbiselerini ters giymiş köylüler, kendisi için sanat yapmamaktadır! Ayrıca, bu gösteri de, bu gösteriyi yaratan anlayış da bize ait bir geleneğin ürünü değildir! Üstelik, bu saydıklarımızın hiçbirinde, “mânevi değer” yoktur! “Mânevi değer” denince, Batılı Şarkiyatçı’nın parmağı gibi taklitçi aydınımızın gözü de aynı noktaya çevrilir: Ya bireyden başka hiçbir şeyi göstermeyen bir ayna; ya da din temelli bir yaşam! Hasan Bülent Kahraman’ın Kemalizm değerlendirmesinde yaptığı tanımı bu tablo karşısında bir kez daha adalet terazimizde tartmayı deneyelim. “İki yaşam biçimi arasındaki fark merkezi otoritenin mutlak gücüyle geriye dönüşü olmaksızın temellendirilirken, birey, kendisinin yalnızca toplumsal, tarihsel alandan değil kendisine ait özel alandan da silindiğini neden sonra ayrımsamıştır. Oysa, yönetim, güç kullanımını meşrulaştırmak amacıyla sorunun bu yanını hiç ele almamış, olup bitenleri yalnızca basit bir siyasal sorunsal olarak ortaya koymuştur…” (Hasan Bülent 14 Kahraman, Doğu Batı dergisi, 1999, Sayı: 9 s 135) Cumhuriyet kültür devriminden sonra üzerindeki küller atılabilmiş halk kültürüne ait öğeler, o kültürden esin almış Cumhuriyet dönemi uygulamaları, bireyi kendisine ait özel alandan silmiştir! Kemalizm tartışmalarına “sosyoloji” cephesinden katılan Şerif Mardin hocamızın “hoca öğretmeni yendi” yorumunu tam da bu tartışma ortamı içinde bir kez daha düşünmek durumundayız. Mardin hocamıza göre Cumhuriyet’in kitabı ve öğretmeni, “iyi, doğru ve güzel”i kapsamayınca, mahallenin “strüktürü” karşısında yenilgiye uğramıştır. “…Gerçekten orada önemli bir şey var, aynı zamanda öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel olmayınca, işte orada olan diğer elemanlar geliyor. Ha, mahallenin kendisine baktığımız zaman, orada gerçekten, ‘iyi, doğru, güzel hakkında bir düşünce var. Nedir o düşünce? İslami düşünce tarzı…(…) “Çünkü bu alanda yalnız mahalle yok, mahallenin içindeki cami var, caminin imamı var, imamın okuduğu kitaplar var, tekke var, tarikat var, külliyeler var, esnaf var, vs.” (Şerif Mardin; Milliyet, 24 Mayıs 2008, Radikal, 25 Mayıs 2008) Şerif Mardin’in “iyi, doğru, güzel”le donattığı “İslami düşünce tarzı”nın Osmanlı döneminde sanat-estetik adına neler yapmış olduğunun ayrıntısına daha sonra girmek üzere, Konya’nın Balcılar ilçesinde kaçak çalışan Kuran kursunun yıkılması olayını anımsamakta yarar var. 1 Ağustos 2008 günü yaşanan olayda 18 genç kızımız ölmüş, 25’i de yaralanmıştı. Olaydan sonra görüşleri sorulan ölü ve yaralı yakınları durumdan hiç de yakınmıyorlar, çocuklarının köpük banyosunda ya da içki aleminde ölmediğini, şehit olduğunu söylüyorlardı. Bir yanda yıkılan kaçak kurs yapısında can veren 18 genç canımız ve olayı büyük bir hoşgörü ile karşılayan yakınları, bir yanda, Köy Enstitüleri’nde her sabah halk oyunları ile güne başlayan, halk kültüründeki doğaçlama oyunları oynayan, klâsik trajedileri başarıyla sahneleyen öğretmen adayları… Olaya inançlar açısından değil de, somut olgu olarak baktığımızda, “İyi, güzel ve doğru”yu nerede bulabiliriz? Mahkeme divanını kurmadan önce Işıl Özgentürk’ün 05 Ağustos 2008 tarihli gazete yazısına göz atmakta da yarar olabilir: “18 küçük kızdan Leyla Semerci’nin fotoğrafı gözlerimin önünden gitmiyor. O, 13 yaşında okuyup öğretmen olmak isteyen bir küçücük kız çocuğuydu. Fayans döşeme ustası olan babası sürekli işsizdi. Ve küçük kız, ev kirasını ödemekte zorlanan ailenin sürekli ev değiştirmesi nedeniyle bir yıl içinde üç ayrı okula gitti. Sınıfını takdir belgesi alarak bitirdi ve anneannesi onu üç öğün yemek çıkarıldığı 15 için Balcılar’daki Kuran kursuna yazdırdı. Ve bir gece patlama oldu ve küçük kız çocuğu gerçekten bir melek gibi dönüşsüz bir uykuya daldı.” (Cumhuriyet, 05 08 2008) Yenenle yenilmiş görüleni belirleyenin iktidar politikaları olduğunu Şerif Mardin hocamız bilmiyor olabilir mi? Başka bir aydınımızın konuya ilişkin görüşlerini hemen burada anmakta yarar olabilir. Oğuz Atay günlüğünde halk kültürü ile Osmanlı kültürünü karşılaştırır. “Bugün Saray dili yaşamadığı halde, halkın dili yeni düzen için esas oldu. Hiçbir ülkenin resmi dili, fermanların Osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır. (…) Divan şiiri her türlü eleştiriye kapalıdır. Düşünce her türlü eleştiriye kapalıdır, felsefe yoktur. Tek felsefe bireyin yok oluşudur; vahdeti vucut’dur.” (Oğuz Atay, Günlük, s 92) Orhan Pamuk’un arkasında saf tutup Oğuz Atay’ı da toplumcu yazın tarafından hakkı yenmiş bir yazar olarak göstermeye çalışanlar ne diyecek acaba? Cumhuriyet üzerine tartışılırken tarihimizde yaşanan olaylara yakından bakmakta yarar vardır. 1937 yılında, sayıları sıfıra düşmüş imam hatip okullarının mantar gibi açılmaya başladığı Demokrat Parti yıllarının başlangıcında da halkın istediği okul Köy Enstitüleri idi. ABD’li büyük eğitimci, 1924 yılında görüşüne başvurulmak üzere çağrıldığı genç Cumhuriyet’e eğitimle ilgili bir rapor sunmuş olan John Dewey, 1945 yılında Le Monde gazetesine yaptığı açıklamada, Köy Enstitüleri’ni kastederek “hayalimdeki eğitim kurumları Türkiye’de kuruldu” demiş olsa da, 1950’den sonra Köy Enstitüleri’ni kapatma kararı almış Demokrat Parti’, eğitimi teslim etmek için ABD’li uzmanlar çağırmıştır. Bu uzmanlardan Dr. Kate V. Wofford’un ilginç saptamaları vardır. Wofford’un 1951 tarihli raporuna göre, Beşikdüzü, Pulur, Düziçi, Kepirtepe, Dicle Köy enstitülerine başvuran 2 bin 660 öğrenciden ancak 362’si kabul edilip diğer 2 bin 298’i geri çevrilmişti. Raporu aktaran Fay Kırby, bu rakamları çok tipik bulmamakta, başvuruların çok daha yüksek düzeyde olduğunu söylemektedir. 1953 yılında 2 bin adayın başvurduğu bazı enstitülere ancak 50 öğrenci alınmıştır (Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, s 411, 412). Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde, insanlığı ileriye götürecek çok önemli adımların atılmış olduğuna bir kez daha işaret etmek çok anlamlı olacaktır. UNESCO tarafından daha sonra tün dünyaya örnek eğitim modeli olarak gösterilecek olan Köy Enstitülerinin ilk mezunlarını veriş yılları, Türkçe gülmece kültürün Markopaşa geleneği ile doruğa çıktığı bir zaman dilimine denk gelir. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz adlarının 16 yaktıkları gülmece ve halk kültürü meşalesini Anadolu’nun yirmi bir ayrı ocağından çıkıp gelen halk çocukları taşımaya başlayacaklardır. Halk kültürünün yenidendoğuşa uğratılarak üstkültüre taşındığı, gülmece öğelerinin sanat ve edebiyat içinde önemli yer tutmaya başladığı dönemde göze batan üçüncü değişimse, Nazım Hikmet’in şiirde açtığı serbest vezin kapısı olmuştu. 100. yaşını büyük bir coşkuyla karşıladığımız Cumhuriyet, insanımızın ekmeği, suyu ve özgür geleceği için özenle bilinmesi, anlaşılması, korunup geliştirilmesi gereken kutsal bir kurumdur. Cumhuriyet’i ileri götürecek olan güç de ancak Cumhuriyet’in yeterince ulaşmayı başaramadığı halk kitleleri, özellikle de örgütlü üretici güçleri olacaktır. Kaynakça: Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2006 Dr. Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi: İsmail Hakkı Tonguç, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, 3. Basım, Ekim 2007, İzmir, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Türk Solu Dergisi, 1968, Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, Güldikeni Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, 2000 Feridüddin Attar, Mantık Al-Tayr, Önsöz, XXI-XXII, TDV İslam Ansiklopedisi Muzaffer İlhan Erdost, Kürselleşme ve Osmanlı “Millet” Makasında Türkiye, Onur Yayınları, Muzaffer İlhan Erdost, Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme, Onur Yayınları, Birinci Baskı, Şubat 1991, Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY 10 Baskı, İstanbul Kasım 2006, Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları 18. Baskı, 2013 İstanbul, Orhan Koçak, Defter Dergisi, sayı 31, İletişim Yayınları Cilt 2, 4. Baskı, 2004, İstanbul, Şerif Mardin; Milliyet, 24 Mayıs 2008, Radikal, 25 Mayıs 2008 17