CUMHURİYET 100 YAŞINDA!
Cumhuriyetimiz 100 yaşında! Kutlu olsun!
"Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu" (United Nations Educational,
Scientific and Cultural Organization) UNESCO, Cumhuriyetimizin 100. yılında, 2023
yılını, tüm yeryüzünde sıradan bir Türk köylüsü ve kör halk âşığı olan ÂŞIK VEYSEL
YILI olarak ilan etti…
Âşık Veysel’in adını UNESCO’ya ileten, duyuran, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıl
önceki kuruluşudur. Cumhuriyet nedir, neler sağlamış, neleri yitirmemize yol açmıştır
sorularına verilebilecek en güzel yanıtlardan birisinin birkaç sözcükle özetlenmesidir
bu…
Öncesinde yok sayılmış, görmezden gelinmiş bir halkın söz hakkı istemesi gibidir
Cumhuriyet…
100 yıl önce kuruldu Türkiye Cumhuriyeti… Son otuz kırk yıldır üzerine hummalı bir
tartışma var. Tartışılan Cumhuriyet kavramı değil kuşkusuz. Sözde, kimse karşı değil
Cumhuriyet’e. Herkesin kendisine göre bir Cumhuriyet anlayışı var çünkü. İran İslam
Cumhuriyeti de, Afganistan da kendince bir Cumhuriyet… Ama kadın haklarının
olmadığı, erkler ayrılığı, hukuk devleti anlayışı, laiklik gibi Batı demokrasilerinde
cumhuriyetlerin temeli olmuş, Cumhuriyet kavramı yeryüzünde ortaya çıkarken olmazsa
olmaz denilmiş kimi niteliklerden yoksun bir cumhuriyet… Ayrıca bu cumhuriyetlerde
halk kültürünün esamesi bile okunmaz.
Adın, cumhuriyet olması yetmiyor demek. “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmak da,
Türk bayrağı sallayıp “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye haykırmak da…
Cumhuriyet’in kimi nimetlerinden yararlanıp cukkayı dolduranlar, kendi çıkarları için
Cumhuriyet’i kullananlar da aynı davranışları göstermekten, bayrak ve slogan fetişizmi
yapmaktan kaçınmıyor çünkü…
Türkiye’de Cumhuriyet tartışması demek, onun kurucu felsefesinin tartışılması,
ilkelerinin tartışılması demek olmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti, ülkesini işgale çıkmış emperyalistlere karşı, emperyalist güçlerle
işbirliği yapmış saltanat ve hilafet makamlarına karşı kurulmuş, laikliği, kadın haklarını,
bilimi, demokrasinin temel gereklerini göreli olarak da olsa yerine getirmiş, bu arada
1
kadın hakları gibi kimi konularda Batı demokrasilerinin birçoğundan çok önce davranışa
geçmiş bir yönetim anlayışıdır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında “milletin efendisi”
olarak gördüğü köylülük ve üretici sınıflar için neler sağlayabildiği ise uzun uzun
tartışılması gereken bir konudur.
Cumhuriyet’in kuruluş ortamının duruca anlaşılabilmesi ve Cumhuriyetin geleceğinin
belirlenmesinde yardımcı olabilmesi için bundan tam 55 yıl önce yayımlanmış bir yazıyı
bu satırların arasında paylaşmak istiyorum.
“CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?
Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet'in ölümsüz kurucusudur.
Mustafa Kemal, Türkiye'yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücün, iki büyük
lanetleme gücünün ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.
Bu iki kahredici, lânetleme, baş belâsı güç neydi?
Mustafa Kemal'e göre birisi Emperyalizm, öteki Saltanat'tı.
Emperyalizm neydi?
Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde
kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.
Saltanat neydi?
Kadim tefeci-bezirgân sermayenin her türlü gelişimi taşlaştırıp dondurakoymuş olan
derebeylik biçimiydi.
Bu iki güç birbirileriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini
sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili
ufaklı saltanatlardı.
1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla, Kadim Çağ derebeyliği olan emperyalizmin yüzde yüz
emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan başkaldırma
karşısında, ilkin sözde Müslüman olan saltanatı buldu. Emperyalizmin papaz fru’ları,
Saltanatın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklıcübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gönderdiler. Ege Cephesi’nde Milli
Kurtuluş Cephesi’nin ilk kurşunu, Yunanlı’dan önce, sözde mütegallibe hacıağalarına
karşı sıkılmak zorunda kalındı.
2
Onun İçin Türkiye'de Cumhuriyet demek, Türk Milleti’nin bağrına oturmuş olan
emperyalizmle Saltanata karşı kurduğu bir savunma kalesi demektir. Bu sebepten
Türkiye'nin devrimci Anayasası’nda, ‘her madde üçte iki çoğunlukla’ değiştirilebilirdi.
Ama hiçbir çoğunlukla, hiçbir zaman ve hiçbir kimsenin değiştiremeyeceği tek madde
Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu maddesiydi.
Cumhuriyet çağına dek Türkiye’de kurtuluş yolları çok arandı ve denendi. Dizginler
Saltanatın elinde kaldığı sürece debelene debelene batıldı. Ya Lâle Devri gibi, halkın
Saltanat'a düşmanlığıyla devrilen, bir sefahat sofrası kuruldu, ya Tanzimat gibi
emperyalizme şirin görünme muskası takınılarak Abdülhamit istibdadına karıldı. Ya da
Meşrutiyet’te olduğu gibi Saltanat'ın da altı üstüne getirilip, sömürgeleşme uçurumuna
yuvarlanıldı. O «kâr’ı kadim» Saltanat kazanı, emperyalizmin ateşi üstünde kızdırıldıkça,
içindeki Türk Milleti diri kaynatılmaktan kurtulamazdı.
Cumhuriyet, Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye'de söndürdüğü için
bir Milli Kurtuluş yarattı.
Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan finans Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı
tefeci -bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu.
Türkiye'de Cumhuriyet'in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal'in hiç
hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik
cephesinde başardığı savaştır.
45 yıldır Türkiye'de neler olup bitti?
Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı.
Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sosyal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz
değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu?
Soruya duruca karşılık bulmak için kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de
Cumhuriyet, Mustafa Kemal'in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha
kabaca söyleyelim: Türkiye’de, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden
kazıdı mı?
Bu sorulara yuvarlacık bir EVET, yahut HAYIR ile karşılık verecek kadar bozuk
metafizik veya skolastik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimiz’in
gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi:
3
1- SALTANAT'ın tepesi Padişahlık ve Hilâfetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş tefeci–
bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilâfeti kaldırdı. Tabandaki kadim
tefeci-bezirgân hacıağalık ne oldu?
Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna
çekildikçe rahat bırakıldı, hattâ ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi
savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı.
Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde kadim tefecibezirgân sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: Müreffeh) ve hızlı bir modern
sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf
eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilatına göz yumulmayan, her
kımıldanışı “ağa” ağırlığıyla ile boğulan, binbir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri
altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER tefeci-bezirgân torbasında
kekliktiler.
O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmi yasaklar ister istemez kitapta
kaldı. Hayatta kadim tefeci-bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün
hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini)
yürüttüler ve git gide büyülttüler.
2- EMPERYALİZM'in tepesi -o günler- Yunan Kıralı ile Türk Padişahı’nın gölgelerine
çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan ve ilh... emperyalist silâhlı güçleriydi.
Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye, yâni bankalar ve
şirketlerle onların acenteleriydi.
Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kıralı’nı, maymun ısırdı, Türk
Padişahı’nın kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Ana
yurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilali’ni bastırmaya vakit
bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü.
Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular?
Düyunu Umumiye alacaklıları “Şark isyanlarını” ve şirketler “Gazi’ye suikastları”
kışkırttıkça, yerli–yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan
komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci
tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi
yapıldı.
4
Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli milli
şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası finans kapital bütünlüğü
içinde bir öz ve özel parça oldu, Türkler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”.
Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk'e tepeden bakan kompradorlar da
“Türkleştiler”.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Cemiyeti Akvam” (Uluslar Derneği) adını alan
kozmopolitlik eğilimi, İkinci Dünya Savaşı'ndaki «Birleşmiş Milletler» biçimine doğru
gelmişti. NATO, CENTO, Pentagon kemerlerini can kurtaran simitleri gibi kuşandık.
Cumhuriyet’in başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, Saltanatı (Türkçe’si: DOĞU
GERİCİLİĞİNİ); İkincisi Emperyalizmi (Türkçe’si: BATI GERİCİLİĞİNİ) yok etmekti.
1919-29 arası Türkiye'de, kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi. O
kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: tefeci-bezirgânlık dımdızlak parladı kaldı.
O yüzden eski “irtica”, yeni, “gericilik”: budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor
kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı.
1919-29 arası, Türkiye'de modern batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı
kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve tutar yeri kalmamış
komprador burjuvazi saf dışı edildi Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına
geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı
verilen Truva’nın Atı’yla yurdumuza bacadan girdi. Bir de baktık, 1923 yılı finans
kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri
getirdi. Ve yüzlerce üs'te yuvalandırdı.
O nedenlerle, kırk yıllık ara geçmeden: Birinci Kuvayı Milliyecilik’ten sonra bir İkinci
Kuvayı Milliyecilik gerekti.
1919-29 yılları Birinci Milli Demokratik Devrim sosyal bir kümeye: “komprador
burjuvaziye” karşı gerçekleşti. Ancak, kompradorların yerine, Türkiye’de, genlikli ve
ilerici bir sanayi burjuvazisi geçemedi. “Eşsiz-Örneksiz” Devletçiliğimiz sayesinde:
tebdil gezen en eski kompradorlar, en kodaman, kadîm tefeci- bezirgânlar ve en kodaman
büyük toprak emlâk ağaları bankalar kubbesi altında harman edildi; hepsinden, son
sistem “her mahallede bir milyoner” parolalı yerli millî FİNANS KAPİTAL OLİGARŞİSİ
yaratıldı.
1959-69 yılları İkinci Milli Demokratik Devrim, 27 Mayıs’ın ışığı altında çimçiğ
aydınlandı.
5
Burada, nükleer başlıklı Amerikan üslerine sırtlarını dayamış bulunan finans kapital
oligarşisi, Mustafa Kemal'in «EMPERYALİZM» dediği BATI GERİCİLİĞİ'dir.
Burada köylerimizi inlete inlete sömürdükçe biti kanlanan tefeci hacıağalık, Mustafa
Kemal'in «SALTANAT» dediği DOĞU GERİCİLİĞİ’dir.
Her iki gericilik de, 48 yıl önce Kuvayı Milliyeci atalarımızın savaş açtıkları aynı iki
başlı ejderhanın bugünkü gelişimidir, iki kahredici, iki lânet olası büyük baş belâmızdır.
Birinci Kuvayı Milliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün
yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara
göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayı Milliyecilik’te, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli
karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayı Milliyeciliğin
devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.”
Dr. Hikmet KIVILCIMLI, 29 Ekim 1968, TÜRK SOLU
GÜNÜMÜZE GELİNCE…
Türkiye’de özellikle de 20. Yüzyıl sonu ile 21. Yüzyıl başlarında Cumhuriyet çok
tartışıldı ve o günlerde başlayan tartışma halen sürüyor. Tartışmaları başlatan, aralarında
Nobel kazanmış ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un da olduğu adların önemli iddiaları
vardı… Türkiye Cumhuriyeti, geçmişi bir “reddiye” üzerine kurulmuştu; Türkiye
Cumhuriyeti kültürümüzde bir kırılmaya yol açmıştı.
Türkiye ve Ortadoğu’daki önemli politik değişimlerin yaşandığı bu dönemde kültür ve
edebiyat alanında da önemli farklılaşmalar yaşanmıştı. Bu tarihsel dönüşüm içerisinde,
90’lı yılların ortalarından başlayarak, 12 Eylül 1980 faşist darbesi öncesinin gözde akımı
toplumcu-gerçekçi edebiyat çizgisine karşı bir cepheleşme oluşturulduğu da gözlenmişti.
Aynı dönemde, Kemalizm üzerine arka arkaya eleştiri yazıları ve kitaplar da
yayınlanmaya başlamıştı. Edebiyat ve kültür dünyasının önemli dergileri, Kemalizm
eleştirilerine özel bir yer ayırmış, İletişim Yayınları başta olmak üzere birçok büyük
yayın kuruluşu Kemalizm ve Türkiye modernleşmesini eleştirel bir bakışla ele alan
kitaplara öncelik vermişti. ABD ve İngiltere üniversitelerinde eğitim görmekte, doktora,
lisans ve master programlarına katılmakta olan aydın yurttaşlarımız, “Erken Cumhuriyet
Dönemi Kültür Politikaları”nı otopsi masasına yatırmak için neredeyse toplu bir davranış
6
içine girer gibi olmuştu. Batı metropollerinde İngilizce yayımlanmış Türk yazarlara ait
bu tezlerden bazılarının başka Türk yazarlara Türkçe’ye çevirtilerek yayınlandığı da
görüldü (Ayrıntı için Alper Akçam, Anadolu Rönesansı adlı kitap). Bu tür yayınları
büyük bir arzuyla gerçekleştirenler için konuya ne kadar önem verilmiş olduğunun açık
bir göstergesidir bu…
Eleştirilerin ortak noktası, Cumhuriyet kuruluşunun “tepeden inmeci” bir biçimde olması,
“bir kültür kırılmasına, bir reddiyeye yol açması” ve Cumhuriyet’in, kendisine
Cumhuriyet kurucusu misyonu biçmiş kimi devlet güçlerin “vesayeti” altında
bulunmasıydı.
Doksanlı yılların ortasında, bir yerlerden işaret almış gibi, “Erken Cumhuriyet Dönemi”
kültür ve eğitim politikalarını eleştiri sağanağına tutma yarışına girmiş bu
aydınlarımızdan hemen hiçbirisinin 2002 yılındaki AKP iktidarından sonra günlük
yaşamın dinselleştirilmesine, eğitim ve kültürde merkezi otoritenin güçlendirilip
tektipleştirilmesine karşı eleştirel bir yaklaşımlarının bulunmayışı ise, ironik bir tablo
oluşturmaktaydı.
Türkiye’de, “Balyoz”, “Ergenekon” gibi adlar konulan ve sonradan büyük çoğunluğunun
bir “kumpas” olduğuna ilişkin çok güçlü deliller bulunan, silahlı kuvvetler içindeki kimi
yurtsever adları hedefleyen önemli operasyonların yapıldığı günlerde, ben de kültür
ortamında başlatılan ve iyiniyetli olmadığı çok ortada olan Cumhuriyet tartışmalarına
katılma çabası içine girmiştim.
Bazı aydınlar tarafından da alkışlanarak karşılanan, sonradan CİA ve FETÖ kaynaklı
olduğu anlaşılan dönem operasyonlarının hedefinde, Cumhuriyet’in savunucusu olarak
siyaset sahnesinde zaman zaman yer almış, özellikle de 1961 Anayasası’nın mimarı
olmuş, silahlı kuvvetler ve yüksek yargı organlarında epeyce gücü bulunan bir anlayış
yer alıyordu.
Tüm bu karmaşık ortamın ve liberal aydınların koşarak içine daldıkları bu tartışmanın
içinde ben de yer almalıydım. Cumhuriyet kurucu felsefesini de içerecek bu çalışma
niyetimden dostum Mahmut Temizyürek’e söz ettiğimde, “O konuda Orhan Koçak’ın
‘1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları’ başlıklı yazısı çok önemlidir ve dönemi çok
iyi değerlendirir” demişti…
Defter Dergisi sayfalarında yayınlanmış o yazı, daha sonra İletişim Yayınları arasında
çıkacak olan “Kemalizm” adlı kitapta da yer alacaktır. O günlerde başlattığım ve iki
7
buçuk yılımı alacak olan, yaklaşık 500 kitap kaynakçalı bir çalışma ile ilk adı “Anadolu
Rönesansı Esas Duruşta” olan kitabımı tamamladım. Daha sonra Yeni Kuşak Köy
Enstitülüler Derneği yayınları arasında Anadolu Rönesansı adıyla basılacak bu kitapla
sanırım yaşam boyu onur duyacağım.
Kitabın hikâyesine Türkiye Cumhuriyeti uluslaşma sürecinden başlamak daha yerinde
olacaktı. Kitabın arka sayfasındaki kısa yazı bir özet olarak da değerlendirilebilir.
“ABD’nin Orta Doğu ve Yakın Asya politikalarının işgal ve bombalamalarla en ateşli
doruğuna ulaştığı zaman diliminde Cumhuriyet kurucusu kültür ve eğitim
politikalarına yönelik eleştiriler de arka arkaya patlak vermişti. Batılı düşünürler Erik
Jan Zürcher’den, Etienne Copeaux’den el ve esin almış kimi aydın ve
edebiyatçılarımız, üniversiteli araştırmacılarımız, Cumhuriyet’in bir “reddiye” ve
“tepeden inmecilik” olduğu görüşünde birleşiyordu.
Nobel ödüllü ünlü yazarımızın Kar adlı romanında hedef aldığı Cumhuriyet kurucusu
“Kemalizm”, emperyalizmin bölge coğrafyası için düşündükleri önünde bir engel
oluşturuyor olabilir miydi?
II. Dünya Savaşı sonrasında, “köylere kadar uzanmış kızıl komünist tehlike” diye
gösterilerek kapatılan Köy Enstitüleri, 21. Yüzyıl başında ABD ve İngiltere kaynaklı
doktora tezlerinde “faşist müessese” makamına nasıl oturtuldu?
Rumeli’nin Kepirtepesi’nden Kars’ın Cılavuzu’na, 21 ocakta eli öpülesi öğretmenler
yetiştiren ve Anadolu’ya çok derin izler bırakan Köy Enstitüleri’nin arkasındaki temel
gerçeklik neydi?
Bugün, önümüze yeni bir “Osmanlılık” seçeneği sürülüyor. Egemen Batı’nın
toplumumuza giydirmeye çalıştığı yönetim biçimi, Oğuz oymaklarından Gün Han
içindeki dört boydan biri olan Kayı Boyu’nun kendisini kardeşi gibi gördüğü diğer
bireylerden ayrı tutmamış, gazilikten ötesinde gözü olmamış önderi Ertuğrul’un, ırk,
dil, din gibi farklara hiç bakmaksızın, yalnızca insanı seçen tutumu değil, İslam
inancını zorba iktidarına ideoloji yapmaya kalkışan Sultan Abdülhamid’in anlayışıdır.
Anadolu Rönesansı, Cumhuriyet kuruluşundan günümüze hayatımıza katılan tüm
toplumsal sesleri, renkleri görünür kılmaya çalışan yoğun bir denemedir. Tarihcil
gelişimi, siyaseti, edebiyatı birlikte kucaklamaya çalıştı. Tüm Şark toplumlarına 1789
Burjuva Devrimi’nin insanlığa armağanı “Eşitlik, kardeşlik, hürriyet” parolası ve
8
sorgulayan aklı yerine Orta Çağ yaşamını hak gören emperyal güçlere işaret eden bir
uyarı sesi olmak istedi…”
Başladığım çalışmanın daha ilk adımlarında, kimi “liberal” aydınların “Erken
Cumhuriyet Dönemi Kültür ve Eğitim Politikaları” üzerine kurdukları eleştiri
metinlerinden birçoğunun Ettienne Copeaux adlı Fransız, Eric Jan Zürker adlı Hollandalı,
Şarkiyatçı yaklaşımlarını yakından gördüğüm aydınların tezleri üzerinden geliştiği çok
açık karşıma çıktı.
21. Yüzyıl başında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu düşüncesi olarak tanımlanan
Kemalizm, hem Avrupa Birliği sözcüleri hem ABD ve AB’nin örgütlediği akım ve
değişik vakıf, okul, kültür dergisi vb. tarafından Türkiye’nin “vesayeti”nden kurtulması
gereken bir “ideoloji” olarak yeniden tanımlanmıştı. Kültürel ortamdaki kimi tartışmaları
“darbeci-dinci” çekişmesi olarak değerlendiren sol kesimden bazı aydınların sol adına
Kemalizm’den hesap sormaya yönelmiş kitapları da o yıllarda arka arkaya kitapçı
raflarına çıkmaya başlamıştı. Ufuk Uras’ın Kurtuluş Savaşı’nda Sol, Emrah Cilasun’un
Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü? adlı yapıtları, türban ve “sivil anayasa”
tartışmalarının yaşandığı günlerde, ülke gündeminde öne çıkan kitaplar arasındaydı.
Orada Bir Köy Var Uzakta adlı çalışmasıyla bazı çevreler için önemli kaynak olmuş,
tarih doktorasını ABD’de tamamlamış Boğaziçili Asım Karaömerlioğlu’nun tezi de, bu
anlamda önemli bir içerik taşımaktaydı. “Osmanlı döneminde değişik cemaatler ile devlet
yönetimi arasında çeşitli arabulucu (mediating) kurumlar vardı. Aslına bakılırsa bu, aynı
zamanda bir gereksinimdi de. Örneğin Müslüman cemaatler açısından tarikatların
zaman zaman böyle bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir.” (Karaömerlioğlu, Orada Bir
Köy Var Uzakta, s 46)
Cumhuriyet yönetimi, tarikatların ve dine dayalı derebeyi örgütlenmelerin önünü
kapayınca ne olmuş? “Bu nedenle söz konusu halkçılık kavramının, daha başından
demokratik açılımların önünü tıkayıcı bir işlev gördüğü rahatlıkla söylenebilir.”
(Karaömerlioğlu, agy, s 47)
Orta Çağ toplumsal koşullarının ürünü olan, günümüzün sınıf ayrımına, emek
sömürüsüne, toplumsal adaletsizliklerine hiç dokunmayan, dünyayı yalnızca “vahiy”
yoluyla aydınlatmaya çalışan modernizm öncesi örgütlenmeleri övgüyle karşılayan bu
aydınlarımızdan bazılarının Cumhuriyet’in dünya çapında isim yapmış kimi kurumlarına
ise farklı bir gözle baktığı görüldü. Aynı yazarımız ve onu izleyen kimi yandaşları,
9
Cumhuriyet yönetiminin “halkçı” girişimleri olarak bilinen, UNESCO tarafından tüm
dünyaya örnek eğitim modeli olarak önerilmiş ve “komünistlik” suçlaması ile kapatılmış
Köy Enstitüleri’ni ve Halkevleri gibi kurumları Nasyonal Sosyalist düşünce yanlısı, hatta
açıkça “faşist” ilan etmişlerdi.
Karaömerlioğlu’nun tarih tezine aldığı cemaat ve tarikatlarla ilgili bu yorum aslında yeni
değildir… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ünlü “Beş Şehir” denemesinde Erzurum
bölümünde tarikat ve tekkelerin, Osmanlı dönemindeki değişik cemaatler ile devlet
arasındaki boşluğu dolduran, devletle halk arasında bağlayıcı bir örgütlenme olarak
değerlendirilmiş olduğunu biliyoruz. Tanpınar’ın bu çok yerindeki bu tarihi saptamasını
günümüz Türkiyesi için bir çıkış yolu gibi gören aydınlarımızın iyiniyetinden kuşku
duymak gerekir…
Tarih bilgimiz, II. Abdülhamit dönemine kadar bir “onur ünü” gibi görülmüş halifeliğin,
bu dönemden sonra Abdülhamit ve kimi Batılı-Şarkiyatçı yorumcular tarafından aynı
zamanda bir “İslam liderliği” olarak kullanılmaya çalışıldığını anımsatıyor… Mustafa
Kemal’in cephede savaştığı bir dönemde toplantı yapan ilk TBMM, 465 yeni medrese
açılması doğrultusunda karar almıştı (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s 501).
Osmanlı yıkılış dönemi, toprakta dirlik düzeninin çökmeye başlamasıyla birlikte,
toplumsal örgütlenmede dinsel vurgunun daha çok kullanılmaya başlandığı bir çağın da
açılışı olarak görülebilir. Doğu’da Kürtler’in yaşadığı bölgelerde yaygın olan, hem
feodal, hem kandaş topluma ait öğeler içeren aşiret sistemi, bu dönemden sonra dinsel bir
örgütlenmeye doğru evrilmiş, aşiret reisleri aynı zamanda birer “şeyh”, birer dini önder
olmaya başlamışlardır. Aşiretler arasında “şeyhlik” konusunda daha etkin olan, diğer
aşiretleri çevresine toplamayı başarıyordu. Ermeni olaylarında adları geçen Kürtler’den
oluşmuş Hamidiye Alayları’nın kuruluşu da Osmanlı çöküş döneminin ürünüdür. Bu
alaylar, dirlik düzeninin yıkılmasından sonra asker toplanması için gerekli olmuştur.
Daha önce, barış zamanı toprağı “Müslümanlar’ın ortak malı” olarak devlet adına işleyen
tımar beyi, savaş zamanında da elindeki beyliğin toprak verimine göre asker toplayarak
orduya katılıyordu…
“Nakşibendilik tam da bu dönemde Kürtler’in, siyasal varlığının da korunması
anlamında önem kazanıyor ve Seyit Taha’nın oğlu Şeyh Übeydullah aşiretlerin siyasi ve
askeri birliğinin sağlanmasında büyük bir başarı sağlıyor. Şeyh Übeydullah çok sayıda
aşiret reisi, şeyhi ve beyi yanına çağırarak anlaşmış ve onlarla birlikte oluşturduğu
10
büyük bir kuvvetle Tebriz’e kadar yürümüştür.” (Muzaffer İlhan Erdost, Kürselleşme ve
Osmanlı “Millet” Makasında Türkiye, s 74-75)
İletişim Yayınları’nın “Kemalizm” cildinde “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları”
başlıklı yazısıyla yer alan edebiyat dünyasının saygın denemecisi, eleştirmeni Orhan
Koçak da Orhan Pamuk gibi Cumhuriyet’in bir “reddiye” ile başladığı inancındadır.
“Rejim eski estetik kültürü toptan reddedip bir yenisini yoktan var etmeye yönelirken
inandırma, cezbetme ve yönlendirme araçlarından da önemli ölçüde yoksun bırakıyordu
kendini.” (Orhan Koçak, 1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları, Kemalizm, s 393)
Koçak, hayatını edebiyata adamış olduğunu söylediği ve kültürde sürekliliğin
sağlanabilmesi için kaynak gibi gösterdiği Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “edebî tarzı”nı
kültürel geleneğe uygun bulan, Tanpınar’a yeterince değer verilmediği için kültürde bir
kırılma oluştuğuna inanan aydınlarımızdandır. Defter dergisinin kendisiyle yaptığı
söyleşide 1950’lerdeki kendi evlerini anlatmaktadır. “Hatırlarım, bizim ev resmiyete pek
saygılı, hatta bağnaz Kemalist sayılabilecek bir evdi, 50’lerde Tanpınar’ın Huzur’u bu
resmiyetin dışında bir şey gibi, sanki kaçak olarak okunmuştu bu evde! Aslında Türk
ulusçuluğuna bağlı olup da sadece daha geniş ve daha dolayımlı bir yerlilik düşünmeye
çalışan Tanpınar, bir yabancı yazar gibi okunuyor, yerlilik payesi de örneğin Fakir
Baykurt’a uygun görülüyordu.” (Orhan Koçak, Defter, 1997, sayı 31, s 90)
Koçak’ın “Kemalist kültür” eleştirisinde resmi görüşün yazarı olarak adı verilen Fakir
Baykurt, Köy Enstitüsü çıkışlı yoksul bir köylü çocuğudur, köy öğretmenidir. Gazi
Eğitim Enstitüsü’nü kazandıktan sonra Gayret dergisinde yazdığı bir yazı nedeniyle
yargılanmıştır… 1958 yılında ilk romanı Yılanların Öcü ile Cumhuriyet gazetesinin
Yunus Nadi Roman Ödülleri’nde birinci olmuştur. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt
hem Cumhuriyet gazetesi kovuşturma geçirmiştir. Baykurt, yazıları ve Yılanların Öcü
romanı yüzünden Bakanlık emrine alınmış, Yapı İşleri Bölümü’nde görevlendirilmiştir.
Demokrat Parti iktidarının iş başında olduğu bu dönem, Orhan Koçak tarafından devletin
kültür kuruculuğu işinden çekildiği, sanat ve kültürde “kendiliğinden oluşumlara göz
yumulmuş bir dönem” (Kemalizm, s 370) olarak tanımlanmaktadır.
Fakir Baykurt, altı ay açıkta kaldıktan sonra, ancak 27 Mayıs 1960 hareketinden sonra
Ankara’da ilköğretim müfettişliğine atanmıştır. Koçak tarafından Baykurt’u desteklediği
savlanan “resmi görüş”le Baykurt’un ilişkisi budur.
11
A. H. Tanpınar ise, Demokrat Parti yıllarında dahi İstanbul Üniversitesi’nin el üstünde
tutulan seçkin bir üniversite öğretim görevlisidir. Türk Dili ve Edebiyatı’nın en önde
gelen adıdır. 1953, 1955, 1957 yıllarında kendi isteğiyle ve devlet olanaklarıyla yurt dışı
gezileri yapmış, çeşitli kongrelere katılmıştır.
Tanpınar’ın edebiyatçı kimliği, bu tartışmaların dışında tutulmalıdır… Türk edebiyatı
için çok önemli bir isim olan Tanpınar’ın yazın yaşamı baştan sona yakından
incelendiğinde, kendi deyimi ile “yekpâre” bir bütünlük göstermediği de çok açıktır…
Sonradan “Anadolu Rönesansı” adını alacak çalışmanın temel konularından biri de
“Tanpınar’da Evrilme” olmuştu.
Orhan Koçak’ın söz konusu yazısında devletin kültür ve eğitim politikalarının
belirlenmesinde kendisini geriye çektiği, kültür ve sanata belli özerkliğin sağlandığı bir
dönem olarak tanımladığı Demokrat Partili yıllarda bu özerkliğin başka birçok
belirtisinin yaşandığını da biliyoruz... 19 Kasım 1951 tarihinde Meclis’te yapılan gizli bir
oturumda Askeri Yargıç Şevki Mutlugil olarak tanıtılan bir kişi, Meclis’e Köy
Enstitüleri’nin nasıl bir komünist yuvası olduklarını açıklayan ayrıntılı bilgiler vermiştir.
Bu bilgiler arasında ABD’de yerliler arasında ilkel site araştırması yapmış Niyazi
Berkes’in Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne getirilip konuşturulduğu, Köy
Enstitüleri’nde köy müziği bestelerinin sol elle yapıldığı, Hasanoğlan Köy Enstitüsü
müzik salonunun uçaktan bakıldığında orak şeklinde kurulmuş olduğu da vardır. Askeri
savcının verdiği adlar ve kanıtlar arasında, Çifteler Köy Enstitüsü’nde öğrencilere
Kiromozof Kardeşler (dava dosyasına Karomozov adı Kiromozov olarak geçmiştir –
bizim notumuz-) adlı komünizm propagandası yapan bir kitabı okutmuş olan Asiye
Eliçin hakkında süren yargılama da bulunmaktadır.
Yaşanan bazı gerçeklerse toplumdan gizlenmiştir. Aynı yıllarda, Yunanistan’a, 1944
yılında başlamış iç savaş nedeniyle, 1947 tarihli Truman Doktrini uyarınca bolca ABD
yardımı akıtılmaktadır. Sol kanattaki antifaşist direniş örgütü ELAS’ın savaşı yitirmiş
olmasının nedeni de, birçok kaynak tarafından ABD tarafından EDES adlı sağ örgüte
akıtılan çeşitli yardımlar olarak gösterilmektedir. Türkiye’de de Yunanistan’da olduğu
gibi bir “kızıl tehlike”nin varlığı, iktidar tarafından kanıtlanmaya çalışılmaktadır.
Orhan Koçak’a göre 1939-1950 yılları arası, “göreli restorasyon” yıllarıdır. Bu yıllar
arasında, 1933 yılında Ankara Halkevi kütüphane sorumlusu iken İstiklal Mahkemesi
Savcısı Necib Ali ve Halkevi Müdürü Nafi Atuf Kansu tarafından “Kemalizm’in
ideoloğu” olması önerilmiş, Polis Enstitüsü’nde Basın ve Propaganda adlı dersin
12
öğretmeni olarak görev almış Niyazi Berkes’in kürsüsü, Danıştay karşı çıkınca Meclis
kararı ile elinden alınmıştır. Berkes, kulağına “sonunun Sabahattin Âli gibi olabileceği”
fısıldanarak yurtdışında yaşamak zorunda bırakılmış, böylece kültürümüz “restore”
edilmiştir. Aynı Berkes’in adı, 1951 yılındaki gizli Meclis oturumunda “kızıl komünizm”
kanıtı olarak dile getirilecektir!
Cumhuriyet tartışmalarında Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk üzerine konuşmadan
geçmek olamaz… "(...) Türkiye'de hâlâ kapalı, hâlâ yarı yarı, pre-modern olan bir
topluma pozitivist ve yararcı düşünce gelince ve toplumun geçmişindeki tasavvufi veya
manevi değerler de modernleşme çabası ile, Atatürk reformları ile yıkılınca, Cumhuriyet
döneminin kuşakları sanatın kendisi için yapılabileceğini düşünmeyi bile bir skandal
olarak kabul eder oldu," diyor Nobel ödüllü, ünlü yazarımız (O. Pamuk, Kitaplık dergisi,
Kasım Aralık 2002, sayı 56, söyleşi, s 114).
Demek, “kendisi için sanat”ın karşılığı, “manevi ve tasavvufi değerler”miş... Orhan
Pamuk’un “tasavvufi ve manevi değerler” arasında görmediği, binlerce yıllık ritüeller,
seyirlik köylü oyunları, Karagöz, ortaoyunu, masallar, Nasreddin Hoca–Bektaşi fıkraları,
halk türküleri, koşmalar içerisinde, sanatın ve kültürün bu türlerinde, bireyin “kendisi
için sanat” yok, hep “başkası” ya da “toplum için” sanat varmış. Cumhuriyet’in 100.
Yılında UNESCO’nun adını onurlandırdığı Âşık Veysel de kendisi için sanat
yapmamaktadır demek ki… Gel de çık işin içinden…
Orhan Pamuk’un görmezden geldiği bu kültür, ancak Cumhuriyet dönemi sonrası kültür
ve eğitim politikaları, halkbilim çalışmaları ile gün ışığına çıkabilmiş, Cumhuriyet’ten
sonra toplumsal yapıda kendisini temsil olanağı bulmuştu…
Pamuk’un söylemine göre, bu halk kültürü içinde bireye yer yoktur!
Romantizmin toplum karşısında aşkınlaştırdığı ve iç yapısına yöneldiği “birey”
kavramının, insanı modernizmin toplumsal sorumluluklar ve rasyonel kurallar
çemberinden kurtarmaya çalışırken, “toplumsal olan”la arasına zor aşılacak duvarlar
örmüş olduğu da söylenebilir. Kaç yüzyıldır toplum-birey karşıtlığı ya da birlikteliği
üzerine kara kara düşünür olduk…
İşin başka bir yönü, Orhan Pamuk’un neredeyse tüm yapıtlarında yana yakıla övgüler
dizdiği “tasavvufi” değerlerin kaynağında da ünlü yazarımızın görüş alanına bir türlü
girememiş halk kültürü olduğudur. “Attar ‘Mantık al-Tayr’da hüthüt ağzından halkın
itirazlarına cevap verirken münasebet düşürerek hikayeler söylemektedir. (…) Biz bu
13
fıkraları herhangi bir inanışı, dini-dünyevi herhangi bir kaide ve nizamı tenkid etse bile,
ancak teville, çekingen ve kurnaz bir tarzda, hatta biraz da ilmei tenzih yollu tenkid
edebilecek olan münevver zümreye mal edemiyoruz; bu tevilsiz ve açık hikayelerde halkın
kayıtsız tenkidini, cepheden yürüyen hür buluşunu görüyoruz. Bunlarda tam bir halk
ibdaı var. Attar, bizce halk hikayelerini tespit etmiştir. Mevlâna da bu yolda Attar gibi
hareket etmiştir. (…) Yalnız Mevlâna’nın bu eserden istifade ettiğini, bazı hikayelerini
alıp işlediğini, Mesnevi’sini aynı vezinde yazdığını, Kelile ve Dimne’den itibaren zaten
bu tarzın bilhassa sofilerce kabul edilmiş olduğunu ve nihayet ‘Mantık al-Tayr’daki iki
hikayenin Mevlâna tarafından alınıp işlendiğini burada kaydetmemiz lazımdır.”
(Feridüddin Attar, Mantık Al-Tayr, Önsöz, XXI-XXII)
“Atatürk reformları ve modernleşme çabası” sırasında kurulmuş Erzurum-Pulur Köy
Enstitüsü’nde halkın da katıldığı hafta sonu şenliği sırasında öğrencilere sahne
hazırlatılmaya kalkışıldığını duyan İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç
küplere biner. Sahneyi kaldırtır. Köy Enstitüsü şenliği, enstitülerde hep yapılageldiği
gibi, Metin And’ın geleneksel tiyatro saydığı seyirlik oyunlardakine benzer biçimde,
sahnesiz, katılımcı bir ortamda gerçekleştirilmelidir… Köy Enstitüsü’ndeki eğlencelerin
“‘müsamere’ anlayışı ile değil, doğal ve özgün yöntemler ve geniş katılımlarla
yapılması…”nı istemektedir Tonguç (Dr. Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 305).
Burada tartışılacak nokta, bu şenliğin “gelenekler” ve “manevi değerler”le ilgisidir.
Orhan Pamuk mantığıyla olaya yaklaştığımızda, şenlikte yer almış öğrenciler ya da bir
ritüel için yüzünü boyayıp başka bir kimliğe geçmiş, kılık değiştirmiş, elbiselerini ters
giymiş köylüler, kendisi için sanat yapmamaktadır! Ayrıca, bu gösteri de, bu gösteriyi
yaratan anlayış da bize ait bir geleneğin ürünü değildir! Üstelik, bu saydıklarımızın
hiçbirinde, “mânevi değer” yoktur! “Mânevi değer” denince, Batılı Şarkiyatçı’nın
parmağı gibi taklitçi aydınımızın gözü de aynı noktaya çevrilir: Ya bireyden başka hiçbir
şeyi göstermeyen bir ayna; ya da din temelli bir yaşam!
Hasan Bülent Kahraman’ın Kemalizm değerlendirmesinde yaptığı tanımı bu tablo
karşısında bir kez daha adalet terazimizde tartmayı deneyelim. “İki yaşam biçimi
arasındaki fark merkezi otoritenin mutlak gücüyle geriye dönüşü olmaksızın
temellendirilirken, birey, kendisinin yalnızca toplumsal, tarihsel alandan değil kendisine
ait özel alandan da silindiğini neden sonra ayrımsamıştır. Oysa, yönetim, güç
kullanımını meşrulaştırmak amacıyla sorunun bu yanını hiç ele almamış, olup bitenleri
yalnızca basit bir siyasal sorunsal olarak ortaya koymuştur…” (Hasan Bülent
14
Kahraman, Doğu Batı dergisi, 1999, Sayı: 9 s 135) Cumhuriyet kültür devriminden sonra
üzerindeki küller atılabilmiş halk kültürüne ait öğeler, o kültürden esin almış Cumhuriyet
dönemi uygulamaları, bireyi kendisine ait özel alandan silmiştir!
Kemalizm tartışmalarına “sosyoloji” cephesinden katılan Şerif Mardin hocamızın “hoca
öğretmeni yendi” yorumunu tam da bu tartışma ortamı içinde bir kez daha düşünmek
durumundayız. Mardin hocamıza göre Cumhuriyet’in kitabı ve öğretmeni, “iyi, doğru ve
güzel”i kapsamayınca, mahallenin “strüktürü” karşısında yenilgiye uğramıştır.
“…Gerçekten orada önemli bir şey var, aynı zamanda öğretmenin dünya görüşünde iyi,
doğru ve güzel olmayınca, işte orada olan diğer elemanlar geliyor. Ha, mahallenin
kendisine baktığımız zaman, orada gerçekten, ‘iyi, doğru, güzel hakkında bir düşünce
var. Nedir o düşünce? İslami düşünce tarzı…(…) “Çünkü bu alanda yalnız mahalle yok,
mahallenin içindeki cami var, caminin imamı var, imamın okuduğu kitaplar var, tekke
var, tarikat var, külliyeler var, esnaf var, vs.” (Şerif Mardin; Milliyet, 24 Mayıs 2008,
Radikal, 25 Mayıs 2008)
Şerif Mardin’in “iyi, doğru, güzel”le donattığı “İslami düşünce tarzı”nın Osmanlı
döneminde sanat-estetik adına neler yapmış olduğunun ayrıntısına daha sonra girmek
üzere, Konya’nın Balcılar ilçesinde kaçak çalışan Kuran kursunun yıkılması olayını
anımsamakta yarar var. 1 Ağustos 2008 günü yaşanan olayda 18 genç kızımız ölmüş,
25’i de yaralanmıştı. Olaydan sonra görüşleri sorulan ölü ve yaralı yakınları durumdan
hiç de yakınmıyorlar, çocuklarının köpük banyosunda ya da içki aleminde ölmediğini,
şehit olduğunu söylüyorlardı. Bir yanda yıkılan kaçak kurs yapısında can veren 18 genç
canımız ve olayı büyük bir hoşgörü ile karşılayan yakınları, bir yanda, Köy
Enstitüleri’nde her sabah halk oyunları ile güne başlayan, halk kültüründeki doğaçlama
oyunları oynayan, klâsik trajedileri başarıyla sahneleyen öğretmen adayları…
Olaya inançlar açısından değil de, somut olgu olarak baktığımızda, “İyi, güzel ve
doğru”yu nerede bulabiliriz?
Mahkeme divanını kurmadan önce Işıl Özgentürk’ün 05 Ağustos 2008 tarihli gazete
yazısına göz atmakta da yarar olabilir: “18 küçük kızdan Leyla Semerci’nin fotoğrafı
gözlerimin önünden gitmiyor. O, 13 yaşında okuyup öğretmen olmak isteyen bir küçücük
kız çocuğuydu. Fayans döşeme ustası olan babası sürekli işsizdi. Ve küçük kız, ev kirasını
ödemekte zorlanan ailenin sürekli ev değiştirmesi nedeniyle bir yıl içinde üç ayrı okula
gitti. Sınıfını takdir belgesi alarak bitirdi ve anneannesi onu üç öğün yemek çıkarıldığı
15
için Balcılar’daki Kuran kursuna yazdırdı. Ve bir gece patlama oldu ve küçük kız çocuğu
gerçekten bir melek gibi dönüşsüz bir uykuya daldı.” (Cumhuriyet, 05 08 2008)
Yenenle yenilmiş görüleni belirleyenin iktidar politikaları olduğunu Şerif Mardin
hocamız bilmiyor olabilir mi?
Başka bir aydınımızın konuya ilişkin görüşlerini hemen burada anmakta yarar olabilir.
Oğuz Atay günlüğünde halk kültürü ile Osmanlı kültürünü karşılaştırır. “Bugün Saray
dili yaşamadığı halde, halkın dili yeni düzen için esas oldu. Hiçbir ülkenin resmi dili,
fermanların Osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır.
(…) Divan şiiri her türlü eleştiriye kapalıdır. Düşünce her türlü eleştiriye kapalıdır,
felsefe yoktur. Tek felsefe bireyin yok oluşudur; vahdeti vucut’dur.” (Oğuz Atay, Günlük,
s 92) Orhan Pamuk’un arkasında saf tutup Oğuz Atay’ı da toplumcu yazın tarafından
hakkı yenmiş bir yazar olarak göstermeye çalışanlar ne diyecek acaba?
Cumhuriyet üzerine tartışılırken tarihimizde yaşanan olaylara yakından bakmakta yarar
vardır. 1937 yılında, sayıları sıfıra düşmüş imam hatip okullarının mantar gibi açılmaya
başladığı Demokrat Parti yıllarının başlangıcında da halkın istediği okul Köy Enstitüleri
idi. ABD’li büyük eğitimci, 1924 yılında görüşüne başvurulmak üzere çağrıldığı genç
Cumhuriyet’e eğitimle ilgili bir rapor sunmuş olan John Dewey, 1945 yılında Le Monde
gazetesine yaptığı açıklamada, Köy Enstitüleri’ni kastederek “hayalimdeki eğitim
kurumları Türkiye’de kuruldu” demiş olsa da, 1950’den sonra Köy Enstitüleri’ni
kapatma kararı almış Demokrat Parti’, eğitimi teslim etmek için ABD’li uzmanlar
çağırmıştır. Bu uzmanlardan Dr. Kate V. Wofford’un ilginç saptamaları vardır.
Wofford’un 1951 tarihli raporuna göre, Beşikdüzü, Pulur, Düziçi, Kepirtepe, Dicle Köy
enstitülerine başvuran 2 bin 660 öğrenciden ancak 362’si kabul edilip diğer 2 bin 298’i
geri çevrilmişti. Raporu aktaran Fay Kırby, bu rakamları çok tipik bulmamakta,
başvuruların çok daha yüksek düzeyde olduğunu söylemektedir. 1953 yılında 2 bin
adayın başvurduğu bazı enstitülere ancak 50 öğrenci alınmıştır (Fay Kırby, Türkiye’de
Köy Enstitüleri, s 411, 412).
Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde, insanlığı ileriye götürecek çok önemli adımların
atılmış olduğuna bir kez daha işaret etmek çok anlamlı olacaktır. UNESCO tarafından
daha sonra tün dünyaya örnek eğitim modeli olarak gösterilecek olan Köy Enstitülerinin
ilk mezunlarını veriş yılları, Türkçe gülmece kültürün Markopaşa geleneği ile doruğa
çıktığı bir zaman dilimine denk gelir. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz adlarının
16
yaktıkları gülmece ve halk kültürü meşalesini Anadolu’nun yirmi bir ayrı ocağından
çıkıp gelen halk çocukları taşımaya başlayacaklardır.
Halk kültürünün yenidendoğuşa uğratılarak üstkültüre taşındığı, gülmece öğelerinin sanat
ve edebiyat içinde önemli yer tutmaya başladığı dönemde göze batan üçüncü değişimse,
Nazım Hikmet’in şiirde açtığı serbest vezin kapısı olmuştu.
100. yaşını büyük bir coşkuyla karşıladığımız Cumhuriyet, insanımızın ekmeği, suyu ve
özgür geleceği için özenle bilinmesi, anlaşılması, korunup geliştirilmesi gereken kutsal
bir kurumdur.
Cumhuriyet’i ileri götürecek olan güç de ancak Cumhuriyet’in yeterince ulaşmayı
başaramadığı halk kitleleri, özellikle de örgütlü üretici güçleri olacaktır.
Kaynakça:
Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2006
Dr. Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi: İsmail Hakkı Tonguç, Yeni Kuşak Köy
Enstitülüler Derneği Yayınları, 3. Basım, Ekim 2007, İzmir,
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Türk Solu Dergisi, 1968,
Fay Kırby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, Güldikeni Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, 2000
Feridüddin Attar, Mantık Al-Tayr, Önsöz, XXI-XXII, TDV İslam Ansiklopedisi
Muzaffer İlhan Erdost, Kürselleşme ve Osmanlı “Millet” Makasında Türkiye, Onur
Yayınları,
Muzaffer İlhan Erdost, Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme, Onur Yayınları, Birinci
Baskı, Şubat 1991,
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY 10 Baskı, İstanbul Kasım 2006,
Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları 18. Baskı, 2013 İstanbul,
Orhan Koçak, Defter Dergisi, sayı 31, İletişim Yayınları Cilt 2, 4. Baskı, 2004, İstanbul,
Şerif Mardin; Milliyet, 24 Mayıs 2008, Radikal, 25 Mayıs 2008
17