Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
TÜRK KÜLTÜRÜNDE DOĞUM VE ÖLÜM (Dil, İnanç, Ritüel ve Gelenek) Editör: Doç. Dr. Ömer SARAÇ TÜRK KÜLTÜRÜNDE DOĞUM VE ÖLÜM (Dil, İnanç, Ritüel ve Gelenek) Editör: Doç. Dr. Ömer SARAÇ ISBN: 978-625-6714-11-3 PA Paradigma Akademi Yayınları Sertifika No: 69606 PA Paradigma Akademi Basın Yayın Dağıtım Fetvane Sokak No: 29/A ÇANAKKALE e-mail: fahrigoker@gmail.com Yayın Sorumlusu: Nevin SUR Tasarım&Kapak: Himmet AKSOY Matbaa Meydan Baskı Sertifika No: 70835 Kitaptaki bilgilerin her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir. Bu Kitap T.C. Kültür Bakanlığından alınan bandrol ve ISBN ile satılmaktadır. Bandrolsüz kitap almayınız. Aralık 2023 ÖN SÖZ ve TEŞEKKÜR Değerli Okurlar, Toplumların tarihleri boyunca oluşturdukları somut ve somut olmayan değerlerin tümünü içeren kültür, geleceğe ayna tutan bir bellektir. Toplumu birleştiren ve aynı zamanda ona yön veren kültür; korunması, yaşatılması ve geleceğe aktarılması gereken önemli bir mirastır. Her ne kadar günümüzde göç, teknolojik gelişmeler, küreselleşme gibi faktörlerden etkilense de bu önemli mirasın değerli bir hazine olduğu bilinciyle hareket edilmesi tüm bireylerden beklenen sorumluluktur. İnsan hayatının önemli geçiş dönemlerinden olan doğum, evlenme ve ölüm üçlemesi Türk kültürü için son derece önemlidir. Bu dönemlerin kendine özgü birtakım inanış, ritüel ve gelenek oluşturması da gayet doğaldır. İnsanoğlu, doğumdan ölüme kadar hayatında çeşitli evrelerden geçerek olgunlaşır ve toplumun değer yargılarını gelecek kuşaklara aktarır. Birer kültürel unsur olarak görülen inanış ve uygulamalar, bir toplumun sosyal hayatında önemli yer tutar. Bu çalışmada insan hayatının başlangıcı ve sonuna -iki kapılı bir hana- odaklanıldığı için doğum ve ölüm ile ilgili konular çalışmanın ana eksenini oluşturmuştur. Dil, inanç, ritüel ve gelenek alt başlıkları üzerinde kurguladığımız bu eserin halk bilimi alanına bir nebze de olsa katkı sunması en büyük temennimizdir. Cumhuriyetimizin 100. yaşını kutladığımız 2023 yılında böyle bir çalışmanın ortaya konulması bizleri hem heyecanlandırmış hem de gururlandırmıştır. Emeği geçen tüm yazarlarımızı tebrik eder, siz değerli okuyuculara saygılarımı sunarım. Doç. Dr. Ömer SARAÇ Editör iii İÇİNDEKİLER BEDEN FOLKLORU VE KÜLTÜREL GÖSTERGELER BAĞLAMINDA SAMSUN YÖRESİNDE DOĞUM VE ÖLÜMLE İLGİLİ HALK İNANIŞLARI ..................................... 1 Bekir ŞİŞMAN BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ: ERZURUM’DA DOĞUM VE ÖLÜM GEÇİŞ DÖNEMLERİ ÜZERİNE TESPİT VE DEĞERLENDİRMELER ...................................................................... 15 Yusuf Ziya SÜMBÜLLÜ KARADENİZ YÖRESİ ÇEPNİLERİNDE DOĞUM VE ÖLÜMLE İLGİLİ HALK İNANIŞLARI .................................................................................................................................. 35 Bekir ŞİŞMAN - Elvan DOST YAŞNAMELERDE DOĞUM VE ÖLÜM OLGUSU................................................................... 45 Cafer ÖZDEMİR - Ahmet DAĞLI TÜRKLER NASIL ÖLÜR? TÜRKÇEDE VE DÜNYA DİLLERİNDE ÖLÜM KAVRAMSAL METAFORLARI ................................................................................................ 73 Nuh DOĞAN GEÇİŞ RİTÜELLERİ AÇISINDAN İBN FADLAN SEYAHATNAMESİNDE ÖLÜM ......... 87 Songül ÇEK TÜRK KÜLTÜRÜNDE MEVLİD GELENEĞİ: İCRASI, BAĞLAMI VE İŞLEVİ ................ 97 Yılmaz IRMAK DÜNDEN BUGÜNE SAMSUN-ALAÇAM GEÇİŞ DÖNEMLERİ (DOĞUM-ÖLÜM) ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA ...................................................................................................... 105 Ömer SARAÇ - Tuğçe ÇAKIROĞLU ATALI MAYTRİSİMİT’TE ÖLÜM KAVRAMI...................................................................................... 125 Salih DEMİRBİLEK KÜLTÜREL SÜREKLİLİK BAĞLAMINDA ÇOCUKSUZLUK SAĞALTIM RİTÜELLERİ: ELMADAĞ ÖRNEĞİ .................................................................................................................... 133 Gülten KÜÇÜKBASMACI - Hilal UĞURLUEL ORDU İLİ GÜRGENTEPE İLÇESİ IŞIKTEPE BELDESİ ÖLÜM ÂDETLERİ .................... 147 Ahmet DAĞLI HALK BİLGİSİ HABERLERİ DERGİSİNDE YAYIMLANAN AL KARISI İNANCINA DAİR MAKALELER ÜZERİNE BİR İNCELEME .................................................................... 159 Altuğ ORTAKCI TÜRK KÜLTÜRÜNDE DOĞUM ÖNCESİ CİNSİYET BELİRLEME PRATİKLERİNİN MİTOLOJİK KÖKENİNE BİR BAKIŞ ...................................................................................... 175 Turan DEMİR v TÜRK KÜLTÜRÜNDE DOĞUM SONRASIYLA İLGİLİ İNANÇ VE PRATİKLER ........... 187 İbrahim BOZ ALEVİ TOPLUMUNDA DOĞUM VE ÖLÜMLE İLGİLİ İNANIŞ VE RİTÜELLER .......... 197 Mehmet ŞAHİN SİVAS’TA ÖLÜM ÂDETLERİNİN SÖZ DAĞARCIĞINA VE YÖRE AĞITLARINA YANSIMASIYLA TESPİT EDİLEN PSİKOSOSYAL ETKİLER ............................................ 223 Birsen AKPINAR YUNUS EMRE’DE “ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK” ANLAYIŞI ............................................. 243 Ali ÖZDEMİR vi YAŞNAMELERDE DOĞUM VE ÖLÜM OLGUSU Cafer ÖZDEMİR* Ahmet DAĞLI Giriş Âşıklık geleneği uzun tarihi süreçte birtakım değişikler göstererek günümüze kadar yaşama kudretine sahip olmuştur. Köklerini ozanlık geleneğinde bulduğumuz bu edebiyat, Türk toplum yapısını, insanını, yaşam tarzını, hayat felsefesini ve düşünme biçimini yansıtması bakımından gerçekten dikkate değer ürünler ortaya koymuştur. Bu ürünlerin incelenmesi Türk toplum yapısının ve değerler sisteminin geçmişten günümüze tahlil edilmesinde bize çok önemli veriler sunacaktır. Özellikle destan türü eserler hacimli yapıları içerisinde olaylar zincirini barındırması nedeniyle çok zengin malzemeye sahiptir. Bu nedenle âşıklar savaş, göç, yangın, deprem, sel felaketi vb. çok çeşitli konuların aktarımında bu türü kullanmayı yeğlemişlerdir. Çobanoğlu yaptığı destan tanımında türü sadece bir olay ile sınırlamayarak bir cismin veya kavramın da bu türün mevzuları arasında sayılabileceğini belirtmektedir: “Büyük bir çoğunluğu 11 ve 8 heceli koşma, çok az bir kısmı mani ve pek nadir olarak da divani şeklindeki örneklerine rastlanılan, 5 veya 7 dörtlükten aşağı olmamak kaydıyla 130 hatta 150 kıta hacmindeki örnekleri mevcut olan, konu sınırlaması olmaksızın âşık tarafından destan yapmaya değer bulunan bir vak’ayı, bir cismi veya kavramı hikâye ederek anlatan ve sözlü kültür ortamında, âşığın ele aldığı konuyu anlatım tutumuna bağlı olarak geleneksel âşık havaları eşliğinde icra ettiği nazım türüne destan denilmektedir.” (2000: 3). Bu tür şiirlerde dörtlük sayısı bakımından belirli bir kararlılık yoktur. Konunun önemine, etkisine göre destanların dörtlük sayısı değişebilir. Toplumu derinden etkileyen olayların anlatıldığı destanlarda dörtlük sayılarında artış söz konusu olur. Bu türde asıl amaç olayı anlatmak olduğu için konu destanın uzunluğunu etkilemektedir (Esen, 1999: 4-5). İnsan kavramına bütüncül bir bakışın hâkim olduğu yaşnameler destan türü içerisinde oluşturulan bir şiir türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Destanlar olay eksenli oluşturulan bir tür olarak betimlenmekle birlikte yaşnamelerin destan türü içerisinde verilmesi düşündürücüdür. Yaşnamelerin hacimsel yapısı destana uygun olmakla birlikte bir olayın var olmaması sorunu tür ekseninde akıllara soru işareti getirmektedir. Yaşnamelerde insanın ruhlar âleminden dünyaya gelişi ve ölümle tekrar ruhlar âlemine dönüşü en uç noktalar bağlamında zikredilmektedir. Ruhların yaratılması, insanın ikrarı, anne rahmine düşme ve burada belirli periyotlar halinde meydana gelen gelişmeler, doğum hadisesi; ilk yıllarda birer yaş olarak, daha sonra beşer ve onarlı periyotlarla anlatılan insan hayatının safları, nihayet ölüme yaklaşma ve ölüm, kabir azabı, mahşer kronolojik bir sırayla ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. Fakat örneklerin büyük çoğunluğunun doğum ile ölüm arasındaki olaylara yoğunlaştığı görülmektedir. Doğum öncesi ve ölüm sonrasının yaşnamelerin genel kuralı içerisinde bulunmadığını belirtmek gerekmektedir. İnsanın ebedî âlemden dünyaya gelişi ve tekrar ebedî âleme dönüşü insanı veya insanlığı yakından ilgilendiren bir olay olarak düşünülmüş ve bu açıdan destan türü içerisinde anlatılmıştır. Ayrıca insanın uhrevî ve daha çok dünyevî macerası kronoloji de barındırdığı için bu olayı destekleyici bir mahiyete sahiptir. Yaşnameler insanın insanlık macerasını ortaya koyarken ait olduğu Türk toplumunun İslam dininin etkisi ile şekillenen hayat felsefesini barındırmaktadır. Kolektif bilinç bu destanlar vasıtası ile hitap ettiği kitleye “İnsan kimdir?, İnsan nereden gelmektedir?, İnsan nasıl bir varlıktır?, İnsanın sonu nasıl olacaktır?, İnsandaki bedensel ve zihinsel gelişim nasıl olur?, İnsanın varlığı bir yaratılış mucizesi midir?, Ruh ve beden nasıl bir araya gelir ve sonra ayrılır?, İnsan âciz bir varlık mıdır?, Dünya nasıl bir mekandır?, Âhiret hayatı nedir?, İnsanın mevcudiyetinde yaratıcının konumu nedir? gibi pek çok sorunun cevabını vermektedir. Dolayısıyla yaşnameler Türk toplumunun insan denen varlık karşısındaki tavrını felsefî bağlamda ele alan bir özelliğe sahiptir. *  Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü, e-posta: cafer.ozdemir@omu.edu.tr Doç.Dr. Ondokuzmayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Türk İslam Edebiyatı Bölümü, e-posta: ahmet.dagli@omu.edu.tr 45 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Özkul Çobanoğlu yaş destanlarını “İnsanla ilgili destanlar” başlığı altında incelemektedir. Doğumdan başlayarak genellikle yüz, bazen yüz on yaşa kadar geçen süreçte yaşların özelliklerini fert, çevre ve vücudun fiziki durumu açısından ele alındığını belirtmektedir (2000: 89). Çeşitli konuları işleyen destanların farklı sınıflandırmaları yapılmıştır. Hikmet Dizdaroğlu yaş destanlarını müstakil bir başlık olarak değerlendirmekle birlikte Ahmet Şükrü Esen sınıflandırmasında ayrı bir başlık açmamıştır. (Esen, 1999: 33). Bu destanları son maddede yer alan “değişik konuları işleyen destanlar” başlığında değerlendirmek mümkündür. Ali Yakıcı ise destanlarla ilgili yaptığı tasnifte otuz ana başlık oluşturmuş ve yaşnameleri, “İnsanla ilgili destanlar” başlığı altında incelemiştir (1993: 19-21). “Yaşnameler, tesbitlerimize göre XI. yüzyıldan günümüze kadar edebi bir gelenek olarak devam eden ve örneklerine daha çok halk şiirinde rastladığımız bir nazım türüdür. Umumiyetle baba sulbünün ana rahmine düşmesinden itibaren takriben yüz yaşına kadar insan ömrü, hayatı, safhalar halinde, yıllara göre karakterize edilerek anlatılan bu nev'i eserlere, yaşname tabirinin dışında ömür destanı, yaş destanı, yaş türküsü, hayat destanı veya vücudname de denilmiştir.” (Çelebioğlu, 1985: 151). Bu şekilde genel bir çerçeve çizen Çelebioğlu yaşnameleri dört grupta incelemektedir: 1. Genel olarak insan ömrü ile ilgili olanlar 2. Kız ve kadın ömrü ile ilgili olanlar 3. Şairin hayatıyla ilgili olanlar 4. Ömrün mevsimlere vb. benzetilerek tasnifi (1985: 153-154). Yazılı edebiyatta ilk yaşname örneğini Ahmet Yesevi’de görmekteyiz. “Ahmed Yesevi’nin kaleminde yaşname, tasavvufi bir muhteva kazanmıştır. Sözlü edebiyyatta insan hayatının safhalarını sadece gerçek dünyayla ilişkide anlatan yaşnameler, Ahmed Yesevi’yle ruhlar ve ahiret âlemiyle ilişkide, vahdet-i vücud kuramından hareketle ifade edilmeye başlanmıştır. Özellikle Türkiye ve Azerbaycan âşık şiiri geleneğinde tasavvufi yaşnameler Ahmed Yesevi’nin “Divan-i Hikmet”inden etkilenmiştir. Tasavvufi yaşnameler, devir kuramı bağlamında şekillenmiştir.” (Memmedova Kekeç, 2017: 102). Ahmet Yesevi’den âşık edebiyatına tevarüs eden bu türün çıkış noktası nasıl tasavvufî bir içeriğe sahipse âşık edebiyatındaki şeklinin de bu bağlamda düşünülmesi gerekmektedir. Elmira Memmedova Kekeç de benzer bir yaklaşımda bulunmuştur: “Yaşnamede ruhun kâmilleşme sürecinde veya kahramanın sonsuz yolculuğunda üç geçiş ritüelinin olduğunu görüyoruz: Ruhun tene girerek bu dünyaya doğması, ruhun seyr-ü sülukunda nefsiyle mücadelelerinde yeniden doğuşu ve ölümle lamekânda sonsuzluğa ulaşması.” (2017: 110). Yesevî’nin yaşnamesi sıradan insanların hayat çizgisinin dışında olağanüstü hallerin ifadesi mahiyetindedir. Fakat Âşık edebiyatında müstakil bir tür olarak görülen bu şiirlerin daha geleneğin başlamasından çok önceleri var olması, Orta Asya Türklerinde benzer ürünlerin olması bu türün Türk kültüründe eskiden beri var olabileceğini göstermektedir. Ahmet Yesevi’nin var olan bir türe tasavvufî bir anlam yüklemiş olduğu söylenebilir. Aksi takdirde bu türün tasavvuf kaynaklı olabileceğini düşünmek ve bu bakış açısıyla yorum yapmak da mümkündür. Yaşnameler daha çok âşıklar tarafından koşma tarzında söylenmekte ve 11. yüzyıldan günümüze örnekleri görülmektedir. Bu şiirler yaş destanı, yaş türküsü, ömür destanı, hayat destanı ve vücudname gibi adlarla anılmakta ve insanın ana rahminden ölümüne kadarki hayatını anlatmaktadır (Karasoy, 2009: 140). “Ömür Destanı ve Yaş Türküsü olarak da adlandırabileceğimiz yaş destanları; insan ömrünü yaş basamaklarına göre ele alan manzumelerdir. Bu destanların temelinde insanoğlu ve onun inişlerle çıkışlarla dolu yaşamı vardır.” (Ünalan, 2012: 79). Bu yaşamda ruhlar âleminden bu dünyaya geliş bir iniştir ve tekrar ruhlar âlemine geçiş bir çıkış olarak görülebileceği gibi insanın bedenen güçlenmesi çıkış, ölüme yakın bedenin âciz bir duruma düşmesi de bir iniş olarak düşünülebilir. Nail Tan yaş destanları ile ilgili çalışmasında hem Karacaoğlan hem de Yunus Emre’ye ait birer örnek üzerinde durarak bu türün Âşık ve Tekke edebiyatlarında önemli bir yeri olduğunu vurgulamaktadır (2007: 190-193). Dolayısıyla yaşnameler her iki edebiyat geleneğinin temel bir türü olarak görülmelidir. Her iki gelenek bu türü belirli kalıplar ve kronoloji çerçevesinde oluşturmuşlardır. Yalnız yazılma ve söylenme amaçlarında bazı farklılıklar olması doğaldır. Yaşnamelerde kimi âşıklar doğumdan ölüme kesintisiz bir kronoloji sunarken kimi âşıklar ise ya doğumu ya da ölümü atlayarak şiirlerini oluşturmuşlardır. Âmil Çelebioğlu’nun belirttiği gibi genellikle doğumdan itibaren başlanmakta olup bir yaşından başlanarak yüz yaşına kadar olan kısımlar ağırlıklı olarak tercih edilmiştir (1985: 156). 46 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Bu tür sadece Anadolu Türklerinde değil bütün Türk dünyasında benzer bir içeriğe sahiptir: “Türk dünyasında yaşname terimiyle bilindiği gibi yaş destanı, hayat destanı, vücutname, evvel-ahır gibi tabirlerle de adlandırılır. İlk örnekleri sözlü edebiyatta karşımıza çıkar; Türk dünyası destan geleneğinde, bilmecelerde, tekerlemelerde insanoğlunun değişik yaşları mecazlarla anlatılır.” (Memmedova Kekeç, 2017: 102). Özkul Çobanoğlu yaş destanlarını anlatım tutumu açısından hüner göstermeye/öğünmeye yönelik destanlar bağlamında değerlendirmektedir (Çobanoğlu, 2000: 109). Bize göre insanlığın felsefesi ve tasavvuf etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. O zaman öğreticilik yönüne dikkat çekilebilir. Tasavvufla ve nasihatle ilişkisi vardır. Ömür geçmeden yararlı işler yapmanın gerekliliği üzerine vurgu yapılır. Hatta yaşnameleri insanı ve insanlığı anlama serüveni olarak betimlediğimizde türün öğreticilik yönü daha da belirginleşmektedir. Ayrıca hayatın fâniliği karşısında insanoğluna içinde bulunduğu acziyeti hissettirme amacı da taşımaktadır. Ahmet Şükrü Esen’in ifade ettiği üzere halk şairlerinin toplumdaki eğitici rollerini düşündüğümüzde onların şiirlerinin büyük bir bölümünde öğreticilik özelliğinin bulunmasının doğal (1999: 75) olduğunu söylemek mümkündür. Özlem Ünalan, Ali Cevat Yürekli’nin üç yaşnamesi örneğinde yaşname geleneğinin günümüzde devam ettiğini belirtmekte ve bunları irdelemektedir. Âşığın üç yaşnamesi bulunmakta ve dörtlük sayıları 6 ile 10 arasında değişmektedir (2012: 77-88). Geleneksel yaşname destanı uzunluklarına göre onun yaşnamelerinin kısa olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca kimi zaman ayrıntılı olarak dile getirilen doğum ve ölüm olgularına bu şiirlerde ya hiç değinilmediği veya yüzeysel temas edildiği görülmektedir. Yaş aralıkları beşer ve onar yaş şeklinde ilerlemektedir. Bu durum âşığın yaşname geleneğini bildiğini, fakat yine de hacim konusunda daha kısa biçimi tercih ettiğini göstermektedir. Çalışmamızda yaşnameler incelenerek doğum ve ölüm hadiselerine âşıkların yaklaşımı incelenmiştir. Her iki geçiş döneminde ortak veya farklı ifadelerin veya betimlemelerin varlığı, toplumsal bakış açısının perspektifi, örnekler vasıtası ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Örnek metinlerin büyük çoğunluğu Doğan Kaya’nın Yaşnameler adlı eserinden alınmıştır. 1. Yaşnamelerde Doğum Doğum, evlilik ve ölüm insan hayatının önemli geçiş dönemleri olarak bilinir. Bu dönemler insanın olağan hayat akışının dışında birtakım uygulamaları beraberinde getirmektedir. İnsanın içinde yaşadığı ve geçmişten getirdiği kültürel özellikleri, inandığı dinin gerekleri ve alışılagelmiş bazı pratikler ve inanışlar geçiş dönemlerinin şekillenmesinde etkin rol oynamaktadır. Doğum geçiş dönemlerinin ilki olarak kabul edilir. Doğum hem aile hem de toplum için bir sevinç kaynağıdır. Ebeveynlere itibar, topluma güç kazandırır. Türk toplumunda geçmişten günümüze ailelerin çocuk sahibi olma isteklerini muhafaza ettikleri görülür (Saraç, 2020: 77-78). Hayatın başlangıcı olması ve Türk toplumunda çocuğun özel bir yeri olması açısından doğum Türk ailesinde olağanüstü hazırlık, uygulama ve deneyimleri beraberinde getirmektedir. Kolektif bilinç geçmişten günümüze değişerek ve zenginleşerek bazı uygulamaların yapılmasını da zorunlu kılmaktadır. Yaşnamelerde doğum hadisesi farklı şekillerde ortaya konulmaktadır. Bu nedenle şiirleri üç bölümde incelemek mümkündür: Ana rahminden önceki dönem, ana rahmine düşüşten doğuma kadar olan dönem ve doğum anı ile sonrası. 1.1. Ana Rahminden Önceki Dönem İnsanın ana rahmine düşmeden önceki haline bazı yaş destanlarında değinilmektedir. Yaşnamelerin giriş kısımlarını oluşturan bu dörtlüklerde dünyanın, Hz. Âdem’in, ruhların ve Hz. Muhammed’in yaratılışı gibi ilk yaratılışa dikkat çekilmektedir. İnsanın bedenen yaratılışından önce ilk yaratılmışların zikredilmesi insan denilen varlığın ortaya çıkmasına da zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda insanların ana rahmine düşmeden önceki halleri aslında onların yaratılışlarının haberini vermektedir. Bu durum aynı zamanda insanın hangi âlemden nasıl geldiği sorusuna dinleyenlerin zihninde cevap teşkil etmektedir. Yaşnamelerde ana rahmine düşmeden önce Hz. Âdem’in, Hz. Muhammed’in ve ruhların yaratılışı, Hz. Âdem’in Cennet’ten çıkarılması, bu âlemin ve insanın kün emri ile yaratılması, ruhlar âlemindeki haller gibi mevzulara değinilmektedir. İnsan denilen varlığın yaratılmasından çok önceleri 47 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm ilk yaratılışa ve Hz. Âdem’le birlikte insanın yaratılışına yer verilmesi, yaşnameleri oluşturan kolektif bilincin yaratılış felsefesini anlama çabalarından kaynaklanmaktadır. Aslında insan yaşamını doğum ve ölüm arasına sıkıştırmayıp ilk önce ve en son kavramları ile bütüncül düşünmek, başka bir ifade ile insanın varlığını fiziksel yaratılışın ötesinde metafizik boyutta ele almak dini inançların kolektif bilince yansıması olarak yorumlamak mümkündür. Türk mitolojisinde ilk insanın yaratılışı ile ilgili anlatıların bulunması ve İslâm dininin kabulünden önce de Türklerin öldükten sonra dirilmeye inanmaları yaşnamelerdeki bu bütünlüğün Türk düşünce sisteminde var olduğunu göstermektedir. Ayrıca şiirlerin bu kadar geriye gidişle başlaması insanın niçin yaratıldığı sorusuna bir cevap arama anlayışının yansıması olarak görülmelidir. Yaşnameleri incelediğimizde bize hissettirilmeye çalışılan hayatın fâniliği düşüncesi ilk ve sonun bakiliği düşüncesini pekiştirmekte veya hatırlatmaya çalışmaktadır. Çalışmamızda bu bölümle ilgili üç örnek vereceğiz. İlk örnek Âşık Ruhî’ye aittir. O, yaşnamesinde hiçbir şey yaratılmadan önce Hz. Muhammed’in nurunun yaratıldığını, onun haricinde hiçbir varlığın olmadığını belirtir. Daha sonra Allah kereminden bu âlemi ve sonrasında Hz. Âdem’i yaratmıştır. Onun yasak buğdayı yemesi cennetten çıkarılmasına neden olmuştur. Dünya hayatında onların zürriyetinden insan denilen varlığın serüveni başlamıştır: Hamd ü şükür ü minnet Gani Hüda’ya Hikmet ü kudreti rayegan olur Kısmet veren oldur bay u gedaya Bab-ı tevekkülde mü’minan olur Mükerrem eyledi Âdem’i Sübhan Esma-yı Hüsna’yı ildirdi asan Mekr ile yedirdi buğdayı şeytan Tac u hülle gidip ten üryan olur Var olmadan evvel cümle kâinat Vücuda gelmeden arz u semavat Ol nur-ı Muhammed eyledi mir’at İzhar-ı nübüvvet nümayan olur Habibi aşkına yarattı vildan Doldurdu cenneti hur ile gılman Ebubekir Ömer Hazret-i Osman Aliyyü’l-Murtaza şir-Yezdan olur Yok idi göklerde melek melekut Halk etti lutf ile Hayy-i La-yemut Âlem-i ceberut âlem-i lahut Zikr ü teşbih ile kaiman olur Cennetten çıkınca Âdem ü Havva Cihan sarayında koptu vaveyla Onlardan zürriyet oldu müheyya Evladı gelince cisme can olur (Kaya, 2004: 295-296) Cemal Hoca ise yine hiçbir şey var olmadan önce ruhların Hakk’ın huzurunda yaratılıp toplandığını, “Kün” emri ile Hz. Muhammed’in nurundan bütün mevcudatın yaratıldığı ifade etmiştir. Cemal Hoca, kendi deneyim ve manevî hallerini insanın yaratılış macerasında zikretmiştir. İnsanın hayat serüveni ruhlar âleminde başlamış ve ilâhi emirle bütün lâtif ve kesif varlıklar zahir olmuştur. Yaşnamelerin büyük çoğunluğunda gördüğümüz birinci tekil şahıs ağzından olayların aktarımına bu örnekte de şahit olmaktayız. Bu anlatım tarzı şiirde bahsedilenlerin inandırıcılığını artırma işlevi görmektedir: Mevcudattan hiçbir eser yok iken Emr oldu huzur-ı Rahman göründü Orda ruhlar hep oldular kâmekân Vahdet aynasında seyran göründü Varlığa “Kün” dedi Hazret-i Allah İpt-i nura mutlak göründü agâh Huzura cem’ oldu bil-cümle ervah Seçildi zümreler ayan göründü Hiç gaflet görmeden orda uyandım Meclis-i kübrada aşinalandım Gördüm bir tecelli yandım da yandım Derdim derunumda derman göründü Herkes bir rütbeye oldular teyyar Kimi mü’min kimi başka bir efkâr Hakk’ın birliğini eyledim ikrar Durup aşka uydum iman göründü Bu sır izhar olmaz sen gayrı sanma Hakikat bir haldir işbu muamma Arz etti zatına bilcümle esma Cihan varlığına ferman göründü Kün emriyle bitti kuruldu eşya Nur-ı Muhammed’den hep olduk ihya Ağaç taş cemaat göründü dünya Ondan nüzul ettik cihan göründü (Kaya, 2004: 145-146) 48 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Yaşnamelerde genel manada belirli standartlar vardır. Fakat Ahmet Yesevî’nin kaleme aldığı yaşnamede doğum unsuru bu kalıbın dışında bazı niteliklere sahiptir. Burada doğum öncesinde kemale ermiş bir ruh tasvir edilir. Bu ruh henüz beden elbisesini giymediği halde ve henüz zahiri doğuma yaklaşık altı asırlık bir süre olmasına rağmen Hz. Muhammet tarafından Miraç esnasında görülmüş ve Hz. Muhammet bu ruhun tene/bedene girmeden nasıl kemalata erdiğini Cebrail’e hayretle sormuştur. Ahmet Yesevi ruhunun maceralarını daha geriye yani ruhlar âlemine kadar götürerek Hakk’ın “Elest bi-Rabbiküm” hitabına “Kalu belâ” şeklinde cevap verdiğini ve ruhunun bu hitaptan ders aldığını belirtir. Hz. Muhammet onun için “oğlum” hitabını kullanmıştır: Evvel “Elest bi-Rabbiküm” dedi bil Hak “Kalu belâ” dedi ruhum aldı sebak Hak Mustafa ferzend dedi bilin mutlak Ol sebepten altmış üçte girdim yere (Kaya, 2004: 113) 1.2. Ana Rahmine Düşme ve Doğum İnsan hayatının en önemli geçiş dönemlerinden biri doğumdur. Doğum hadisesi çocuğa önem veren Türk toplumu için ayrı bir öneme sahiptir. Hamile kalmadan önceki dönemlerden başlayıp hamilelik ve doğum sonrasına kadar pek çok ritüel ve inanış yer almaktadır. Bunlardan bazıları geçmiş dönemlere ait toplumsal hafızanın geleceğe aktarılmış şekilleridir, bazıları ise İslâm dininin etkisi ile bu toplumda yer edinmiştir. Doğum çocuksuzluk kavramını ve buna karşı alınacak tedbirleri de içeren bir yelpazeye sahiptir. Örneğin Dede Korkut hikâyelerinde çocuksuz Dirse Han’ı çocuk sahibi olmaya zorlayan siyasî güçtür, fakat bu gücün ardında dinî ve millî unsurların varlığı görülür. Hikâyede geçen “Oğlı kızı olmayanı Allah Ta’âla kargayupdur, biz dahı kargaruz” (Ergin, 2014: 78) ifadesi kültürel boyutun dinî bir söylemle somutlaşmış hali olarak yorumlanabilir. Anne rahminden doğumun gerçekleşmesine kadar geçen süre yaşnamelerde dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat; dokuz ay, on gün; dokuz ay, dokuz gün; dokuz ay; iki yüz seksen gün gibi farklı şekillerde ifade edilmiştir. Bunun yanında doğum için geçmesi gereken bu 280 günlük süre kırk günden oluşan yedi bölme halinde de anlatılmaktadır. Bazı şiirlerde anne karnında bebeğin geçirdiği her bir değişim bu bölmelerle anlatılmaktadır. Bazı şiirlerde yedi bölmenin tamamında gerçekleşenler anlatılırken bazılarında seçmeler yapılmıştır. Örneğin dördüncü kırkta anne karnında insan sureti kazanma ve ruh verilme hadiselerinden bahsedilmektedir. Anne karnında geçirilen sürenin anlatımında kullanılan yedi aşamalı kırklı bölmenin kökenleri yapılacak çalışmalarla ortaya çıkarılabilir. Çalışmanın hacmini artıracağı düşüncesi ile bu konu üzerinde durulmamıştır. Yaşnamelerde anne rahmine düşme olayı birbirine benzer ifadelerle anlatılmaktadır: Annenin babanın belinden satın alması, rahim içinde peyda olma, baba/ata vücudundan/belinden veya sulbünden anneye/madere inme/düşme, ana rahmine düşme, meninin rahme inmesi, annede nutfe olma, babanın belinde ak mürekkep iken anne rahmine düşme, atadan anaya ulaşma. İnsanın doğumuna sebep meni de yaşnamelerde farklı şekillerde zikredilmektedir: murdar meni, bir katre meni, beyaz mürekkep, bir katre su, su olan meni. Bunlardan en sık zikredilenler bir katre meni ve beyaz mürekkep ifadeleridir. Burada insanın oluşumuna aracılık eden meninin mürekkeple betimlenmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Âşık edebiyatında mürekkebin yaygın bir kullanım alanı yoktur. Var olan örnekler Divan şiirindeki kullanıma benzemektedir. Karacaoğlan’da sevgiliye hitaben söylediği “Kaşın kalem olmuş lebin mürekkep” (Sakaoğlu, 2004: 514), “Gözyaşın mürekkep kirpiğin kalem” (Sakaoğlu, 2004: 564) mısraları örnek olarak verilebilir. Lokmân suresi 27. ayette “ Yeryüzündeki bütün ağaçlar kale olsaydı, deniz de-ardından ona yedisi daha eklenmek üzeremürekkep olsaydı yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi, Allah azizdir, hakîmdir” (URL2) ve Kehf suresi 109. ayette “ De ki ‘Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha mürekkep ilave etseydik dahi Rabbimin sözleri bitmeden mutlaka deniz tükenirdi” (URL3) geçen mürekkep Allah’ın sözlerinin sırlarla dolu hudutsuzluğunu belirtmektedir. Yaşnamelerde kullanılan “ak mürekkep” ifadesi ile oluşturulan anlam dünyasında Kur’an-ı Kerim’deki bu âyetlerin etkili 49 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm olduğu düşünülebilir. Meninin rengi beyaz olduğu için bu renk alınmış, fakat bu sıradan nesne insan denilen büyük bir sırrın yaratılmasına aracılık ettiği için mürekkep ile anlatılmıştır. Ana rahmine düşme ve doğumla ilgili diğer ilgi çekici ifadeleri şöyle sırlamak mümkündür: ağlayarak dünyaya gelme, ruhun bedene girmesi, Allah’ın lütfu, hediye, anneye intikalden sonra kan olma, çeşitli organların/azaların oluşması, anne karnında kaderin belli olması, üryan gelip üryan gitme, al/kızıl kan ve insan olma, kazasız gelişe şükretme, Allah’ın insan olarak yaratmasına şükür, yoktan var etme, kırk gün sonra kan yumağı olma, dördüncü ayda ruh verilmesi, kırk gün köpük olarak kalma, fâni cihana geliş, anneyi yorma, süt halinden kan haline dönme, Hakk’ın emri ile doğum, anne ve babanın kurban adamaları, dokuzuncu ayda vade ile doğum. İnsanın anne karnında bedeninin oluşumunda dört unsur etkilidir. Ateş, toprak, hava ve sudan oluşan ve anasır-ı erbaa olarak adlandırılan bu dört unsur yaşnamelerde de sıklıkla zikredilmektedir. Bazen bu dört unsur tek tek sayılmakta, bazen de sadece anasır-ı erbaa ifadesi kullanılmaktadır. Bu, tasavvuf edebiyatında da kullanılan bir terimdir ve bu unsurların oranlarının insanın kişiliğini etkilediğine inanılmaktadır. Mutasavvıflar anasır-ı erbaayı saydıktan sonra insanın bu âlemde toprak gibi olmasını salık vermektedirler. Doğum olayı aslında çocuğun anne karnına düşmesi ile başlamaktadır. İncelediğimiz yaşnamelerde bu olay farklı bağlamlarda ve ifadelerle anlatılmaktadır. Kendi manevi hallerini bu türün imkânları ile anlatmayı tercih eden Ahmet Yesevi, doğum olayının başlangıçta Hakk’ın nidası ile gerçekleştiğini beyan etmektedir. Allah “Rahim içinde peyda olmasını, burada zikir etmesini” emreder, bunun üzerine emir gerçekleşir ve azaları titrer, ruhu da bedene yerleşir. İnsanın rahim içinde oluşması ve ruh verilmesi hadiseleri yanında olağanüstü haller de anlatılmıştır. Henüz kemalata ermeyen insan yavrusunun azaları titreyip zikir etmeye başlamıştır: Rahim içre peyda ol dip nida geldi Zikr et dedi azalarım titrey-verdi Ruhum girdi kemiklerim Allah dedi Ol sebepten altmış üçte girdim yere (Kaya, 2004: 114) Ana rahmine düşme ve ruhun beden içine girmesinden sonra dokuz ay, dokuz gün, dokuz saatte doğum gerçekleşmiş, fakat doğumu gerçekleşen bu ulu varlık kısa sürede göğün katlarında dolaşmıştır: Dokuz ay ve dokuz günde yere düştüm Dokuz saat duramadım göğe uçtum Arş u Kürsi payesini varığ kuçtum Ol sebepten altmış üçte girdim yere (Kaya, 2004: 114) Ahmet Yesevî’deki bu olağanüstü doğum ve yaratılış olayı haricinde âşıkların anne karnına düşme hadisesinden dünyaya gelişe kadar olan süreçleri farklı şekillerde anlattıkları görülür. Âşıklar genel manada doğum hadisesi birinci tekil şahıs ağzından yani kendileri üzerinden anlatmaktadırlar. Âşık Fahrî Hayat Destanı adlı şiirinde doğumun ilk safhasını baba belinde olan cevheri annenin ondan alması ile ifade etmektedir. Bu emanet anne rahmine geçtikten sonra uzuvların oluşması ve ruh verilmesi gibi pek çok hadise aşamalı olarak doğum anına kadar devam etmektedir. Bu aşama âşıkların şiirlerinde kırklı bölmeler halinde anlatılmaktadır. Yedi kırk, iki yüz seksen eder ki bu da dokuz ay on güne tekabül etmektedir. Kimi âşıklar yedi bölmeyi yedi endam, yedi makam ve yedi derya olarak ifade etmişlerdir. Âşık Fahrî anne karnında iki kırk tamam olunca başının kan olduğunu, dört kırkta bütün azaları tamamlanan bir insana döndüğünü, beş kırkta Allah dediğini ve yedi kırk olunca dünyaya geldiğini belirtmiştir. Anne karnında annenin besini ile beslenen bebeğin adı ezelde yazılmıştır. Beş kırkta Allah lafzını söylemesi, âşığın Müslüman kimliğinin anne karnında belli olduğuna işaret etmektedir: Anam satın aldı beni pederden O akşam babamın belinde idim İki kırk yetende başım kan oldu Dört kırk tamam oldu insana döndüm Beş kırk tamam oldu ben Allah dedim O Levh-i Mahfuz’da yazılmış adım Annem ne yediyse ben onu yedim Yedi kırk olunca dünyaya kondum (Kaya, 2004: 165) 50 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Ali Cevat Yürekli insanın doğumunu dalın yeşerip çiçeğin meyve vermesi imgesi ile anlatmaktadır. Çocuk ağlayarak doğmakta ve dünyayı bu halde görmektedir. Bu doğan yavru herkes tarafından sevilmektedir: Dal yeşerir çiçek meyveyi verir Ağlayarak bir can gelir dünyaya Gözlerini açar dünyayı görür Herkes seni sever kulundur senin (Ünalan, 2012: 86) Âşık Ömer yaşnamesinde insanın anne karnında gelişimi ve doğumunu farklı noktalara temas ederek anlatmaktadır. Ona göre çocuk Allah’ın bir lütfudur. Babanın belinden anneye ulaşan beyaz sadef büyük bir inci tanesine dönüşmüştür. Bu parça gizli bir sır olarak bir zaman sonra kana dönüşür ve zamanla azalar oluşmaya başlar. Dördüncü kırkta insan görünümü kazanmaktadır. Yukarıdaki örnekte görüleceği üzere Âşık Fahrî de insanın azalarının oluşup bedeninin eksiksiz tamamlanması olarak dördüncü kırka işaret etmektedir. İnsanın kaderine ait alın yazısı burada yazılmaktadır. Nur olan bu insan dokuz ay, on gün sonra doğmaktadır: Tanrı bir kişiye evlâd verince Kemâl-i lutfundan bergüzâr olur Sulb-ı pederden tâ mâdere erince Ol sadeften lü’lü’-i şehvâr olur Çâr olunca hem endâmı düzülür Hayrı şerri pinhânına yazılır Yazılan takdîrde deme bozulur Hâlık ne der-ise öyle var olur Tanrı bir kişiye evlâd verince Kemâl-i lutfundan bergüzâr olur Sulb-ı pederden tâ mâdere erince Ol sadeften lü’lü’-i şehvâr olur Var olıcak muhabbeti varadır Kiminin kanı ak kimi karadır Dest-i kudret kalbi imdi varadır Onda nutkun ‘aşkı nûr envâr olur Şehvâr olunca sırr-ı pinhânda ‘Alâkası var mı cesed ü cânda Bir zamân kan ola ana karnında Gün-be-gün fark eyleyüben var olur Nûr envâr aslında nûr imiş meğer Gönül zikr-i Hakk’ın beynine değer Dokuz ay on günde anadan doğar Ağlar-iken dünyâ başna dar olur (Karasoy, 2009: 142) Var olıcak o toprak kana kanar Melekler etlerin benlerin sunar Aydan aya a‘zâlar onar onar Şöyle bil kim el ayağı çâr olur Âşık Ömer’in ikinci yaşnamesi yine doğum esnasını ve doğumu ayrıntılı anlatmaktadır. Âşık kendi şahsında insan olma sürecini ata belinden anneye tevarüs etme ve cisimleşmeyle anlatmaya başlamıştır. Tasavvufî boyutu da bulunan bu yaşnamenin anlaşılması hakikaten zordur. Burada üç yüz altmış azaya, insanın oluşumunda var olan dört unsura, insanın yedi makamı (kırklı yedi bölme) geçip ana rahminde can bulmasına ve nihayet Allah’ın onu insan olarak yaratmasına değinilmiştir: Müşkil-i mâderde ata belinden Cismi ilk temâşâ kılmağa geldim Üç yüz altmış altı sokak elinden On iki kapıdan dolaşa geldim Ana rahmi içre müddet-i câna İrgürüp el verdi devr-i zamâna Ol dem içre dönüp sahn-ı cihâna Başladım figâna göz yaşa geldim Çehâr ‘anâsırda dîn oldu kâmı Şeş cihetten kâ’im olup müdâmî Seyrân eyleyerek yedi makâmı Sekiz yâr hem dokuz kardaşa geldim Hamd olsun Hudâ’ya yarattı beşer Getirdi vücûda yoğ-iken eser Bir yaşında bilmem nedir hayr u şer Misâlim dâne-i haşhaşa geldim (Karasoy, 2009: 144) Âşık Zülalî kendisinin anne rahmine düşüp insan olarak halk edildiğini ifade eder. Kazasız dünyaya geldiği için yaratıcısına şükretmeyi ihmal etmez: Ne zaman ki düştüm rahim madere Yapıldım halk oldum döndüm insana 51 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Halikime şükür olsun bin kere Bir kaza görmeden geldim cihana (Kaya, 2004: 363) Âşık Zahmî atanın belinden Hak emri ile ana rahmine inişi belirtmektedir. Doğum olayının ve daha geniş perspektifte insanın yaratılışının Allah’ın emri ile gerçekleşmesi düşüncesi zahiri doğumun arka planını göstermesi bağlamında önemlidir. İslamî anlayışa uygun olan bu düşüncede anne ve baba birer vasıta olarak işlev görmektedir. Bu inişten sonra anne karnında kan içilmesinden bahsedilmektedir: Ye yeksan olanı gecede gördüm Bir zaman atamın belinde durdum Hak emriyle ana rahmine indim Emdim içtim doyamadım o kana (Kaya, 2004: 357) Âşık Kütahî yine birinci tekil kişi ağzından bu dünyaya üryan gelip yine üryan gideceğini belirtir. İnsanın binası olarak murdar meni betimlemesi yapmakta ve dokuz ay, dokuz gün sonrasında bu gevher insan olarak şekillenmektedir. Zamanı gelince anne karnında azalar tamamlanmaktadır. İnsanın kaderi ise levh-i mahfuzda yazılmıştır, insanın ömrü, rızkı ve yaşayacağı hadiseler burada şekillenmektedir: Ben de bu dünyaya üryan gelmişim Sonunda soyunur üryan olurum Bu dünyaya gelen göçmekte daim Ben de onlar gibi kervan olurum Müddet biter azalarım düzülür Ol levh-i mahfuzda yazım yazılır Ömrüm rızkım çilem tamam olunur Bu devr-i cihanda bir can olurum (Kaya, 2004: 339-352) Bir murdar menidir aslında binam Ol haki türaptır gevherdir tamam Dokuz ay dokuz gün rahminde anam Yoğrulur yıkanır insan olurum Âşık Vartan bu dünyaya gelişini Allah’ın emrine bağlamaktadır ve ana rahmine düştükten sonra kan haline gelip nihayet insan olmasını anlatmaktadır. Âşık meni halinden kan haline, sonra insana dönüşümünü “kaynamak” eylemi ile anlatmaktadır. Bu fiil tutunmak anlamı yanında sıvıların hal değişimi için de kullanılmaktadır. Her iki anlam şirin bağlamına uygundur: Ezel benim şu cihana geldiğim Huda’mdan emr oldu düştüm erkâna Anamın rahmine düştüm kaynadım Bir katre kan iken döndüm insana (Kaya, 2004: 346) Âşık Valeh doğum öncesi ve doğum anında önemli noktalara dikkat çekmektedir. İnsanın dört anasırdan yaratılması, bir katre meniden olması, anne rahminde çeşitli azalarının oluşması, iki ve üç kırkta meydana gelen hadiseler, damar ve kemiklerin oluşumu ile dokuz ay, dokuz gün, dokuz saatte dünyaya gelmesi gibi hususlar üzerinde durmuştur. Ayrıntılı bir yaratılış sahnesi çizen âşığın yaşnamesi, tasavavufî bir söyleme daha yakındır: Çehar enasirden şeş cehatdan Bir ketre meniden olmuşuz peyda Adem deryasında kaldım altı ay Küdret ü kadir ü halikü’l-eşya Bir meleke kadir eyledi tekdir Üç yüz altmış damar oldu tezhir Dörd yüz kırh dörd sünük eyledi te’mir Me’va-yi tarikde me’mar-i keza Rehim içinde evvel bünyad oldu dil İki nökte gözüm oldu mükabil Bir damak bir ciğer olundu hasil Dokkuz günde temam oldu bu eza Dokkuz ay betnde men tuttum kerar Dokkuz gün nöh saet çekdim intizar Dokkuz dekikede geldim aşikâr Bildim ki kadirdir vahid-i yekta (Kaya, 2004: 339-340) Dokkuzdan kırha dek cismim oldu kan İki kırhda ruhum tutdu aşiyan Üç kırhda dirilib terpendim her yan Lerze verdi cismim her teref her ca 52 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Âşık Talibî âlemin yoktan var edilip insanın yaratılması ile dünyada çeşitli olayların cereyan ettiğini, meninin ana rahmine inmesi ile serüvenin başladığını belirtir. Kırk gün içinde bir kan pıhtısı haline gelir, azaları ve insan sureti oluşur. Yüz yirmi gün sonra yani dördüncü ayda ruh verilerek beden canlanmaya başlar. Yaratışın mimarı Allah’tır ve o, insanı yaratmayı murat edince anne ve baba emri yerine getiren konumunda olur. Âşığın zikrettiği önemli noktalardan biri azaların melekler tarafından oluşturulması, fakat insanın suretinin bizzat Hak tarafından bina edilmesidir: Yoktan var edip seyreden âlemi Âdemi yaratır ne seyran olur Takdirde tedbirler yazınca hemin Hem zevçler bais-i amiran olur Demişler azayı firiştah düzer Velâkin suretin Hak düzer yazar Anın için niceler eyler nazar Esrar bir birile imtihan olur Nasıl vücut buldun fikreyle seni Ne terkipte gördün kibretme teni Çezilir damarlar rahme iner meni Kırk günecek bir uyuşmuş kan olur Ol vakt olur ilik sünük damar kan Yekten deri bulur nümayan Yüz yirmi günde kurulur payan Taalâ ruh verir cismi can olur (Kaya, 2004: 326-327) Melek alır ele Hazrete karşu Ne emreder eyler kuvvete bazu Anı bünyad eder gerek er banu Kimi şaki kimi saidan olur Âşık Taki insanın su, ateş, toprak ve havanın bir araya gelmesiyle yaratıldığını, yokluk diyarından ana vücudunda varlık kazandığını belirtir. İlk çekirdek annenin nutfesi haline gelip onda misafir olmuştur. Yine anne karnında kırklı bölmelerde sırayla yaşadığı değişimler anlatılmıştır. Beşinci kırkta kendisine can verilmiş ve yedinci kırkta doğumu gelmiştir: Ab u ateş kan bâddan cem oldum Adem deryasından sorağa geldim Şerin bietinden dinin şartından Ana vücudunda yaprağa geldim Kırh gün kaldı o katreler kuruldu İki kırhımda rengim teğayür oldu Üç kırhımda bana melek buyruldu Dört kırhımda kan idim kaltağa geldim Hak meni eyledi nütf-i anaya Güzar etdim keyri mihman haneye Süzüldüm katreden düştüm araya Leper çekdi meni kırağa geldim Beş kırha yetende verildi canım Damar sünük ilik etdi üryanım Altı kırhta zühur etti sübhanım Yedi kırhta kökten budağa geldim (Kaya, 2004: 321-322) Âşık Said insan yaratılmadan önce Hak katında bir sır olduğunu, ana rahminde bu sırrın görünürlük kazandığını belirtmiştir. Ana rahminde beyaz mürekkep olan meni daha sonra kan haline gelmiş ve zamanla insan şekline bürünmüştür. Dokuz ay sonra doğumun gerçekleşmesi dokuz aylık yoldan seferden gelme benzetmesi ile anlatılmıştır. Âşıkların yaşnamelerinde değersiz ve sıradan bir varlık olan meninin insan gibi mükemmel bir varlığa dönüşümünün şaşkınlığını hissetmek mümkündür: Hakkın sarayında gizli sır idim Anamın rahminde yarattın beni Beyaz mürekkepten al kan eyledin İnsan sıfatına döndürdün beni Bir zaman da ilâçlara ilendim Bir zaman da ilaçlara ilendim Bir zaman da boz toprağa belendim Dokuz aylık yoldan seferden geldim Anamın sütüyle kandırdın beni (Kaya, 2004: 305) Âşık Ruhi babanın belindeki bir katre meninin ana rahminde kırk gün köpük olduğunu, sonra sırasıyla azaların meydana geldiğini belirtir. İnsan dört unsurdan meydana gelir ve kadın veya erkek olarak cinsiyeti belli olur. İnsan dokuz ay, on günde dünyaya gelir ve o zaman ağlayıp sızlamalar başlamaktadır. İnsanın doğumu Hakk’ın sırrıdır ve bunlara akıl sır ermemektedir: Bir katre menidir sulb-ı pederde Kırk gün köpük yatar rahm-i maderde Altmış gün sureti bulur bir perde Feyz-i Hak hayat-ı cavidan olur Hıl’at-ı beşerde hükm-i muvakkar Çar anasırdan olur münevver Kimisi müennes kimi müzekker Tezvic eyleyip hali kan olur 53 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Dört melek müekkel etmede tasvir Et sinir damarlar düzülür bir bir El ayak parmaklar olunca tamir Vücudun temeli üstühan olur Kimisi saiddir kimisi şaki Kimisi arzular tarik-i Hakk’ı Kiminin biraz çok olur erzakı Kimisi fakr ile dervişan olur Arka göğüs gerdan dil ile dudak Burun göz yanaklar vermede revnak İki kaş iki göz baş iki dudak Sinede memeler bir nişan olur Akıl fikir ermez sırr-ı Sübhan’a Kısmette var ise gelir cihana Dokuz ay on günde doğurur ana Cihanı görünce iş figan olur (Kaya, 2004: 296-297) Yukarıda Âşık Said’in yaşnamesinin benzer bir varyantı Pir Sultan Abdal adına da kayıtlıdır. Burada gizli sır olan insanın anneden dünyaya gelme, ak mürekkebin kızıl kan olup farklı aşamalardan geçmesi söz konusu edilmiştir: Hakk’ın haznesinde gizli sır idim Ananın belinden indirdin felek Ağ mürekkep idim kızıl kan oldum Cümle irenklere yazdırdın felek (Kaya, 2004: 283) Âşık Özbahar atanın sülbünde bulanık bir su iken ana rahmine düştüğünü, iki yüz seksen gün sonra fani dünyaya geldiğini söyler. Burada geçen bulanık su ifadesi meninin değersizliğine gönderme yapmaktadır. Âşığın geldiği dünyayı fani olarak betimlemesi, doğan varlığın bir gün mutlaka yok olacağına vurgu yapmaktadır: Atamın sülbünde iken bir bulanık su idim Ana rahmi adın alan bir mekâna eriştim Yol yürüdüm gece gündüz tam iki yüz seksen gün Ve nihayet fani olan bu cihana eriştim (Kaya, 2004: 279) Mevlüt İhsanî yaşnamesinde doğum tarihini belirterek anadan doğuma dikkat çekmektedir (Kaya, 2004: 269). Âşık Müdamî ise babanın sulbündeki bir katre su yani meninin anne karnında yer ettiğini, daha sonra kan haline geldiğini, dokuzuncu ayda bütün azaların tamamlanıp dört buçuk ayda ruhun verilmesi ile canlandığını belirtir. Dokuz ay sonra doğum gerçekleşmiştir: Bir katre su gelen sülb-i pederden Onun ipti ana karnı yer olur Evvelsi, kan hem karışık bir şekil Dört ay sonra her endâmı var olur Dört buçukta ruh girince yuvaya Başlar rahm-i mâderde oynamaya Dokuz ay sonunda gelir dünyaya Anaya babaya sazendar olur (Kaya, 2004: 272) Âşık Mehmet Yakıcı Allah’ın insanı su olan bir meniden yarattığını, ana rahminde insanın kan haline geldiğini ve dokuz ay anneye verdiği zahmeti dile getirmiştir. Âşık yukarıdaki örnekler benzer şekilde meninin sıradanlığına rağmen Hakk’ın ondan insan yaratmasına dikkat çekmektedir. Şiirde zahirde anneye, manada ise Hakk’a karşı bir şükür edası hissedilmektedir: Zahir batın söyleyeyim ben sana Ananın rahminde karıştın kana Ne çekti o seni doğuran ana Ne yüzle varayım ulu Mevlâ’ya Dokuz ay ananın karnında durdun Orada ananın kanını sordun İlikten düşürüp ananı yordun Ne yüzle varayım ulu Mevlâ’ya (Kaya, 2004: 267) Aslını sorarsan bir sudur meni Ondan halk eyledi bu Mevlâ seni Ana karnında verir sana canı Ne yüzle varayım ulu Mevlâ’ya Âşık Mehmet Kızılgöz babanın belindeki ak mürekkebin ana rahmine düşmesini bir sır olarak betimlemektedir. İnsanın yaratılışı bir sırdır ve insanın temeli ak mürekkep olsa da ince sırlara vâkıf olabilecek güce sahip olmaktadır: Ak mürekkep olup çok yazı yazdım Bu ilmin sırrını bilir misin sen Babamın belinde çok mana dizdim Bu ilmin sırrını bilir misin sen Ak ile karayı hemen fark ettim Sıratü’l-Müstakime baktım seyrettim Şu dünyaya gelip çok işler tuttum Bu ilmin sırrını bilir misin sen (Kaya, 2004: 264) 54 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Derin muhabbeti yine ben açtım Sırat köprüsünü bir anda geçtim O anda anamın rahmine düştüm Bu ilmin sırrını bilir misin sen Mahdum Kulu atanın sulbünden coşarak geldiğini, süt halinden kan haline dönüştüğünü ve dokuz ay dokuz saat sonra dünyaya gelindiğini belirtir. Burada Hakk’ın hükmüne vurgu yapılmıştır. Yedi endam olarak zikredilen muhtemelen anne karnında geçirilen kırklı yedi bölümdür: Bir gün atan aşk etti Sulbundan coşa yettin Evvel südün kan oldun Kandan sünneşe yettin Hükm eyledi ol Huday Dokuz saat dokuz ay Yedi endam caybecay Sonra ulaşa yettin (Kaya, 2004: 258) Âşık Lütfi yaş destanını vücudname olarak adlandırmaktadır. Çocuk anne karnından düşünce yani doğum gerçekleşince anne ve babanın yaşadığı sevinci dile getirmektedir: Vücudname nedir söyleyem size Dinleyin ki candan bu bir va’z olur Düşünce maderden sağ u salimen Anası babası cümle şaz olur (Kaya, 2004: 247) Kurbanî Allah’ın kendisini anasır-ı erbaadan yarattığını, bir katrenin atadan anaya geçtiğini söyler. Daha sonra kırklı bölmelerin her birinde yaşadığı değişim ve dönüşümleri anlatır. Dördüncü kırkta insan haline gelme, beşinci de canlanmaya başlama ve nihayet yedinci kırkta doğumun gerçekleşmesi anlatılmaktadır. Doğuma ana baba sevinmiş, fakat kendisi feryat ve figan etmiştir: Erbe-yi enasir şeş cihatdan Helg eledi meni Gadir-i Geffar Bir getre atadan yendim anaya Misalımda gırh gün eledim gerar Yeddi gırh olanda geldim cahana Şad oldu bu işten hem ana ata Cismim haki hunda düşdüm feğana Gundagdan beşiye eledim sevar (Kaya, 2004: 238) İki gırh olanda hümraya döndüm Üç gırhda bir melek gördüm seksendim Dört gırhda düzeldim beşte terpendim Altı gırhda oldum heyli giranbar Karacaoğlan dünyaya gelişi dokuz aylık seferden gelme şeklinde anlatmaktadır. Burada dünyadan murat almaması ve yaşadığı pişmanlık da anlatılmaktadır. Bir diğer şiirinde ise gizli bir sır iken ananın beline indiğini, ak mürekkebin anne karnında kızıl kana dönüştüğünü ve burada yedi derya geçtiğini belirtmiştir. Burada yedi derya insanın anne karnında önemli değişimler geçirdiği yedi kırklı bölmeye işaret etmektedir: Dokuz aylık yoldan sefere geldim Dünya denen yere indirdin beni Koymadın bir zaman murâd alayım Geldiğime pişman ettirdin beni (Kaya, 2004: 213) Hakk’ın kandilinde gizli sır idim Anamın beline indirdin beni Ak mürekkep idim kızıl kan ettin Türlü irenklere yandırdın beni Anamın karnında ben neler gördüm Yedi derya geçtim ummana daldım Dokuz aylık yoldan sefere geldim Bir kapısız hana indirdin beni (Kaya, 2004: 215) Âşık İrfani Yaş destanında insanın doğumunu Huda’nın emri olarak ifade etmektedir. Anne karnında kaynayıp pişmiş ve yerini sağlamlayarak bir kan haline gelmiştir. Üç, dört, beş ve altı aylıkken anne karnındaki değişik haller geçirmiş, dokuz ay, dokuz gün ve dokuz saat tamam olunca Hakk’ın emri ile dünyaya gelmiştir. Yukarıda görüldüğü gibi burada da kaynamak ve pişmek eylemleri tekrar kullanılmıştır: 55 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Ezel benim bu cihana gelişim Hudâ’dan emr oldu düştüm erkâna Ana erkânında kaynaşıp piştim Berkişüben döndüm bir katra kana Dokuz ay dokuz gün dokuz saatta Baş yazım yazıldı kudret-i Hakk’ta Va’dem tamam oldu sığmam bu ette Hak’tan emir oldu geldim cihana (Kaya, 2004: 204) Üç ayımda silkünüben deprendim Dört ayımda yatar iken uyandım Altı ayda mugammeye bağlandım Gövdem her yanına düştü nişâne Âşık Hasta Hasan Vücudnâme adlı şiirinde ata vücudundan anne vücuduna intikal edip annesinin hamile kaldığını belirtmiştir. Kırk günlük durumundan sonra altı, yedi, sekiz ve dokuzuncu ayda yaşadıklarını anlatmıştır. Altıncı ayda canlanan vücut dokuzuncu ayda ağırlaşarak doğuma gelinmiştir. Anne ve baba doğum için kurban adamışlardır: Ben âdem vasfını söyleyim size Ata vücudundan geldim anaya Anaba şehrinde kan oldum kaldım Anam hamle oldu kaldı vedâya Altı ay tamında ben geldim cana Yedi ayda döndüm o yan bu yana Sekiz ayda seni incittim ana Hesap tuttum va’de kaldı bir aya Kırk gün bir melâyke oldu mukarrer Düzdü hem kendimi eyledi teyyar Ettin sudan ben oldum karar Nice ki sir gavvas düştü deryaya Dokuz ayda va’de yetti tamama Sıklet olup yerim döndü zindana Atam anam nezr eyledi kurbana Allah Allah’ınan geldim dünyaya (Kaya, 2004: 193) Cemal Hoca ise babanın sulbunden anne rahmine geçişi ve kan haline gelme olayını anlatmaktadır. Anne karnında yaşanan değişimlerle insan haline gelmiştir. Bedenin oluşumunda anasır-ı erbaa olduğunu söylemektedir. Doğum ona göre aslî vatandan ayrılmak demektir. Bütün bunları murat eden ise Allah’tır: Murad-ı Hak böyle imiş kaderde Nice dem eylendim sulb-ı pederde Kayda durmuş idim rahm-i maderde O kan kalesinde zindan göründü Vatan-ı aslimden ayrıldım hasret Hani o devranda olan letafet Bana kefir oldu cism-i kesalet Refakatim hak-i yeksan göründü (Kaya, 2004: 146) Nice yüz bin dibeklerde ezildim Nar u bade ab-ı hakten süzüldüm Annem babam sebep oldu düzüldüm Sıfatlandım şekil insan göründü 1.3. Doğum Sonrası Bebeğin doğumundan sonra yapılan bazı uygulamalar vardır. Çocuklara ad konulması, kundağa sarılması, beşiğe konulması, bebeğin tuzlanması, göbeğin kesilmesi, annesi veya dadılar tarafından emzirilmesi bunlardan bazılarıdır. Türk toplumunda çocuğun doğumu kadar onunla ilgili uygulamalar da büyük zenginlik taşımaktadır. Yaşnamelerde doğum sonrası bebeğin ağlaması, ailenin yaşadığı mutluluk, bebeğin tatlılığı, anne sütü ile karnını doyurma, temiz elbise giydirme, anne sütü verme/içme, ninni ile uyutma, anneye bağlılık, göbeğini kesmek, herkes tarafından sevilmek, sevinçten elde ele gezdirmek, ad koymak, çeşitli elbiseler giymek gibi hususlar dile getirilmiştir. Bunun yanında kültürel izler taşıyan uygulamalar üzerinde de durulmuştur. Ninni ile uyutma, beşik içine sarmak ve belemek, vücudun yıkanması ve tuzlanması, ebenin göbeği kesmesi ve yıkaması, kundağa sarma, çaputlara/beşiğe/boz toprağa/sıcak toprağa belemek, ebenin doğum yaptırması ve çocuğun beze sarılması, ad koymak için akrabaların toplanması, beşikte sallanmak gibi hususlara değinilmiştir. Özellikle bebeğin doğumun hemen ardından tuzlanması ve kundağa sarılması yaşnamelerde sıklıkla zikredilmektedir. Ad koyma geleneği Türk kültüründe eskiden beri önemli görüldüğü için bazı uygulamaları beraberinde getirmektedir. Öncelikle akrabaların çağrılması ve genellikle içlerinden en yaşlı olana ad koyma görevi verilmesi yaygın bir uygulamadır. Yaşnamelerde sıklıkla tekrar edilen “kavim kardeş” ifadesi, doğum ve ölüm gibi Türk toplumunda bireylerin bir araya gelmesini zorunlu kılan geçiş 56 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı dönemlerinin ruhuna uygundur. Bu nedenle yaşnamelerde bu ifadeye sıklıkla rastlanılması Türk toplumunun bu dönemlere verdiği önemi göstermektedir. Kurbanî doğumdan sonra kavim kardeşin toplandığını ve ceddim diye bahsettiği akraba büyüklerinin kendisine ad verdiğini belirtmiştir. Ana püstanından nuş eledim zad Yığılıb geldiler gohum gardaş yad Ceddim silsilesi goydular bir ad Dediler fenada galsın yadigar (Kaya, 2004: 238) Höllük, yeni doğan çocukların altına konan ince kum veya toprak anlamına gelmektedir. Anadolu’da eskiden bu toprak özenle seçilir ve ısıtılarak bebeklerin altına konulurdu. Yusuf Ziya Sümbüllü höllüğün Erzurum’daki uygulamasını şöyle anlatmaktadır: “Doğumla birlikte kundaklama da artık başlamıştır. Önceden hazırlanan höllükten ihtiyaç oranında alınarak, höllüğün metal veya kilden bir kap içerisinde ısıtılması sürecine geçilir. Höllük, şartlara göre tandır külünde veya ocakta bebeğin tenine zarar vermeyecek sıcaklığa ulaş0ıncaya kadar bekletilir. Kundak bezi üzerine konulan ikinci bir bezin üzerine, çocuğun pişik olması muhtemel yerlerine daha fazla oranda, uygun şekilde höllük yayılır. El ile iyice düzeltilen höllük toprağına bebeğin bel kısmından aşağısına temas edecek şekilde bir düzen verilir. Hazırlanan höllüklü kundak üzerine yatırılan bebek bu hal üzere titizlikle kundaklanır. Kundaklanan çocuk, ılık denilebilecek höllük ısısı nedeniyle hem üşümez hem de idrarından kaynaklanan ıslaklık nedeniyle rahatsız olmayacağı için sık sık ağlamadığı gibi muhtemel pişik tehlikesinin de önüne geçilmiş olur.” (2011: 1803-1804). Âşık Said doğumdan sonra anne sütüyle kandırıldığını ve boz toprağa belendiğini belirtmektedir. Toprağa belemek Anadolu’da eskiden yaygın bir uygulama olan höllüğe yatırma uygulamasıdır: Bir zaman da ilâçlara ilendim Bir zaman da boz toprağa belendim Dokuz aylık yoldan seferden geldim Anamın sütüyle kandırdın beni (Kaya, 2004: 305) Yeni doğan bebekler beşiğe yatırılmadan önce kundaklanmaktadır. Kundaklama çocuğun bezlere sarılması eyleminin adıdır. Kundaklama farklı nedenlerle yapılmaktadır. Günümüzde Kastamonu yöresinde bacaklarının düzgün olması, bebeğin soğuk almaması, iyi uyuması ve ellerini yüzüne vurmaması gibi nedenlerle bebeklerin kundağa sarıldığı belirlenmiştir (Arabacı vd., 2016: 69). Âşık Zahmî çocuğun anne ve babasına gül gibi koktuğunu ve yorgana sarıldığını ifade etmektedir (Kaya, 2004: 357). Âşık Ömer beşik içine çocuğun sarıldığını, türlü türlü elbiseler giydirildiğini ifade etmektedir: Dar olıcak ol mehd içre sarılır Gâhi güler gâhi ağlar darılır Türlü türlü câmelere sarılır Sanman onu her dem bî-medâr olur (Karasoy, 2009: 142) Türk kültüründe bebeğin doğumdan sonrası tuzlanması geçmişten günümüze yaygın bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelenek günümüzde Anadolu’da halen devam etmektedir. Yılmaz Irmak Bingöl yöresinde bebeğin yıkanmaya başlamadan önce vücudunun tuzlandığını ve daha sonra ılık su ile bebeğin yıkandığını belirtmektedir. Tuzlamadaki amaç bebeğin cildinde meydana gelebilecek soyulma, pişik ve ter kokusu gibi bazı olumsuzları önlemektir (2016: 118). Âşık Valeh doğumundan sonra sevinçlerin paylaşılması için insanların toplandığını, vücudunun tuzlandığını ve insan olarak kendisine ad verildiğini söyler: Düştüm din üstünde imanda möhkem Nece ehl-i nas oldu anda cem Cismim nemeklendi, men oldum adem Adımı koydular Sefi hüveyda (Kaya, 2004: 339-340) Âşık Said ise bebek olduğunda herkes tarafından sevildiğini ifade etmektedir (Kaya, 2004: 305). Âşık Taki ise doğumdan sonra sevinçten insanların kendisini elden ele alıp gezdirdiğini, ad konulduğunu, dadı tutulduğunu ve tuzlandığını ifade etmektedir: 57 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Göçüp o menzilden geldim fenaya Bana ad koyuban tuttular daye Düştüm nam nemek ab-revaye Gezip elden ele kucağa geldim (Kaya, 2004: 322) Anadolu’da eskiden beri doğumu ebe yaptırmaktadır. Doğuma yardımcı sağlık görevlisi olarak adlandırılan ebeler günümüzde resmi bir mesleği icra etmektedirler. Fakat Türk kültüründe doğuma kim yardımcı olduysa o kadın ebe olarak adlandırılmaktadır. Doğan şahıslar büyüdüklerinde de ebelerine büyük saygı göstermektedirler. Âşık Ruhi doğuma yardımcı ebenin doğumdan sonra bebeği yıkadığını, tuzladığını, göbeğini kestiğini ifade edip dadılar tarafından emzirildiğini ifade eder. Yine onun doğumu çevredeki insanlar tarafından mutluluk olarak algılanmaktadır: Ebe yur arıtır tuzlanır masum Göbeği kesilir sarılır mahdum Tayeler emzirir ahvali malum Elden ele gezer ali-şan olur (Kaya, 2004: 296-297) Ruhanî doğum tarihini ifade ettikten sonra kundağa sarılıp yatırıldığını ifade eder (Kaya, 2004: 292). Pir Sultan Abdal aşağıdaki iki farklı yaşname örneğinde bedenin tuzlanması, anne tarafından beşiğe belenmesi ve anne sütüyle beslenmesi üzerinde durmaktadır: Biz de anamızdan doğduk aldandık Tuzlandık da çaputlara belendik Dokuz aylık yoldan çağırdın geldik Dünyaya gelmişe döndürdün felek (Kaya, 2004: 283) Bir çocuk da anasından doğunca Bedenini pişirmeye tuz ister Uryan büryan ortalıkta kalınca Setirini götürmeye bez ister Kanla sudan gelir onun gıdası Nasibini veren Bâri Hudâ’sı Beşiklere beler onu anası Akşam sabah emzirmeye süt ister (Kaya, 2004: 285) Âşık Mehmet Yakıcı ebenin doğumdan sonra çocuğu tuzlamasından bahsetmektedir (Kaya, 2004: 267). Âşık Pervane ise doğumdan sonra yine tuzlanma ve giyim hususuna dikkat çekmektedir: Bir çocuk da anasından doğunca Bedenini pişirmeye tuz ister Utanır âlemden yüze çıkamaz Arkasına giyinmeye bez ister (Kaya, 2004: 280) Doğumdan sonra ilk kırk gün Türk kültüründe çok önemli görülmektedir. Annenin lohusalık döneminin bu önemli evresi kırklama töreni ile bitmektedir. “Bebeğin ve annenin doğumdan kırk gün sonra özel bir şekilde yıkanmalarına kırklama adı verilir.” (Şişman, 2001: 451). Doğum sonrası kırklama, çocuğun kırkının çıktığının göstergesidir. Bu uygulamaya günümüzde Anadolu’nun çoğu yerinde rastlamak mümkündür. Yılmaz Irmak, Bingöl’de anne ve bebeğin kırk gün dolmadan evden çıkmalarının doğru olmadığına inanıldığını belirtmektedir (2018: 198). Âşık Mehemmed doğumdan kırk gün sonra bebeğin gösterişli bir hal aldığını belirtir. Özellikle “kırkı çıkmak” ifadesini kullanması Türk toplumunda kırk gün çocuğun çevreden ve olumsuzluklardan korunduğunu göstermektedir: Âdemoğlu şu dünyaya gelince Taze açmış güle benzer misâli Anasından doğup kırkı çıkınca Kalaylanmış tasa benzer misâli (Kaya, 2004: 262) Mahdum Kulu doğumdan sonra anneye bağlı bir yaşam üzerine dikkat çekmektedir. Yürümeye başlamadan önce dört ayaklı olarak hareket etmesi dile getirilmiştir (Kaya, 2004: 254). Karacaoğlan iki farklı yaşnamesinde çocuğun çaputlara belenmesi, beşikte sallanması, anne sütü içmesi, tuzlanması gibi pek çok hususa işaret etmektedir: 58 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Bunca vakit kucaklarda eğlendim Eğlendim de çaputlara belendim Bir zaman da beşiklerde sallandım Anamın sütüne kandırdın beni (Kaya, 2004: 213) Ben de bildim şu dünyaya geldiğim Tuzlandım da çaputlara belendim Bir zaman da beşiklerde eğlendim Anamın sütüne kandırdın beni (Kaya, 2004: 215) Âşık İznî Güzeller Destanı’nda doğum sonrası hadiseyi güzeller merkezinde dile getirmektedir. Ebenin doğum sonrası bebeği kundağa sarması, yavaş yavaş bedensel hareketlerin yapılması, sonra da anne ve baba kelimeleri ile konuşmaya başlamalarından bahsetmiştir (Kaya, 2004: 209) Âşık İrfani Yaş destanında doğuma yardımcı kadının göbeği kesmesi ve çocuğun süt emmesi üzerinde durmaktadır. Ayrıca anne ve babanın insanın yaratılışı için bir aracı olduğu vurgulanmıştır: Geldi göbeğimi kesti bir karı Âh u figân ile ağlattı zârı Bir çift şamamadan emdim şekeri Ata ile ana oldu bahâne (Kaya, 2004: 204) Âşık Hasta Hasan doğumdan sonra dayelerin yeni elbiseler giydirmesi, süt emmesi ve ninni ile uyutulmasına dikkat çekmektedir: Ol saata geldi iki dayalar Eynime giydirdi tâze urdalar Şir oldu ta’mım verdi tayalar Bastılar bağrına tuttu laylaya (Kaya, 2004: 193) Âşık Fehmi de çocuğun doğumdan sonra tuzlanıp kundağa girmesi, beşikte sallanması ve yine sıcak toprağa belenmesi üzerinde durmaktadır: Bir çocuk dünyaya geldiği zaman Tuzlanır bir vakit girer kundağa Konulur beşiğe sallanır hemen Elenir belenir sıcak toprağa (Kaya, 2004: 173) Cemal Hoca çocuğun doğumdan sonra ağlayıp sızlaması ve bu halde zikir etmesini anlatmaktadır. Doğuma yardımcı ebe kadın kendisini bezlere sarmış ve kısmetinde olan anne sütü ile karnını doyurmuştur: Bağırıp çağırıp kıldım nidayı Göz açıldı kulak duydu sadayı O demde zikr ettim Bar-i Huda’yı Gözyaşlarım bahr-i umman göründü (Kaya, 2004: 147) Beni tutup sardı bir ebe karı Karnım açlığına çektim efkârı Kısmete kaynadı kudret pınarı İçirdi validem ihsan göründü (Kaya, 2004: 147) Dertli Kâzım doğan çocuğun şeker ve bal oluşu üzerinde durarak onun tatlılığı üzerine dikkat çeker (Kaya, 2004: 153). Ertuğrul Şakar ise Dediler başlıklı yaşnamesinde doğumdan sonra ağlaması ve çevredekiler tarafından susturulmaya çalışılması, annesi tarafından emzirilmesi ve çevresi tarafından sevilmesini dile getirmektedir: Dünyaya gözümü açtığım anda Ağladım çırpındım “day day” dediler Sütümü devirdim ertesi günde “Ne cici çocukmuş ay ay” dediler (Kaya, 2004: 160) 59 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Âşık Fahri Hayat Destanı adlı şiirinde doğumdan sonra çevredekilerin mutluluğu ve cinsiyet sorusu üzerinde durmaktadır. Yıkandıktan sonra bez içine sarılmış ve anne tarafından emzirilmiştir: Dünyaya gelince dostlar güldüler Erkek mi dişi mi hemen sordular Yıkadılar bez içine sardılar Annem şir emzirdi ben ona kandım (Kaya, 2004: 165) 2. Yaşnamelerde Ölüm Ölüm insanın dünya hayatının sona ermesi demektir. Belirli bir süre yaşayan insan için dünya hayatı zamanla son bulmakta ve insan bu hayatta yaptıklarının hesabını vermektedir. Kur’an-ı Kerim’de Âl-i İmrân suresi 185. ayette “Herkes ölümü tadacaktır” (URL1) denilerek ölüm gerçeğine atıfta bulunulmuştur. Bu nedenle insanın alışık olduğu ve kendisini çeşitli bağlarla bağladığı hayattan kopması insan ömrünün sınırlı olunmasının bilinmesine rağmen bir trajedi olarak algılanmaktadır. Bu acıklı süreç ölüm öncesinden başlamakta, ölüm anı ve sonrasına kadar çeşitli şekillerde devam etmektedir. “Bilinmezliği, gizemi ile birlikte insanlarda korku da oluşturan ölüm, toplumlarda birtakım uygulama ve inançların da oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu uygulama ve inançlar, ölüm öncesi, sırası ve sonrasında kendini göstermektedir.” (Saraç, 2021: 231). 2.a. Ölüm Anı Yaşnamelerde insanın ölüm anı ile ilgili çeşitli bilgiler yer almaktadır. Öncelikle insanın ölüm yaşı zikredilmektedir. Âşıklar tarafından ölüm yaşı olarak en erken altmış yaş, en geç yüz yirmi altı yaş zikredilmiştir. Bunun yanında dünya ve sevdikleri ile bağın kopması, insanın bedensel olarak ölüm öncesinde yaşadığı değişimler, feryatlar bu şiirlerde yer bulmuştur. Ölüm anı ile ilgili kırk beş örnek tespit edilmiştir. Ölüm yaşı olarak yirmi altı örnekte yüz yaş, altı örnekte seksen yaş, üç örnekte doksan yaş, iki örnekte yetmiş ve yüz yirmi yaşlar verilmiştir. Altmış, yetmiş beş, doksan beş, yüz yirmi iki, yüz yirmi beş, yüz yirmi altı yaş ise birer örnekte yer almıştır. Buradan hareketle yaşnamelerde ölüm yaşının büyük oranda yüz yaş olarak verildiği görülmektedir. Ölüm yaşının yanında ölümle ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır: kanın kuruması, koltuğu sal olması, elde asa olmasına rağmen dünyevî istekleri terk edememe, Azrail’i görünce şaşırma, eli boş gelip boş gitme, ailenin yüz çevirmesi, dünyadan elini eteğini çekme, Azrail’in çengeli çekmesi, bedenin titremesi, ruh kuşunun semaya yükselmesi, Azrail ile cenk etme, ağızda dişlerin kalmaması, kemiklerin zayıflaması, sabi çocuklara dönme, ecel şarabı, bedenin boş kalması, kabir kazılması, kara toprak, nefesi kesilmek, helalleşecek hal kalmaması, tufan olmak. Günümüz âşığı Ali Cevat Yürekli bir yaşnamesinde ölüm belirtilerinin doksan yaşından sonra, diğer şiirinde ise seksen yaşında ortaya çıktığını söyler. Dünyada talep edilen en değerli varlıklara mesafe koyan insanın kanı kurumuş ve yaşadığı saraylar mezar halinde dönmüştür. Oturduğu koltuğun sal olarak algılanması ölümün her an gerçekleşebileceğinin göstergesi olmuştur: Doksanından sonra kuruyor bağın Artık ışık vermez fitilin yağın Yavaş yavaş seni bekler toprağın Issız kalmış susuz çöle benzersin (Ünalan, 2012: 85). Yaşın seksen olur kuruyor kanın Bal ile yağı bile istemez canın Mezarındır artık sarayın hanın Oturduğun koltuk salındır senin (Ünalan, 2012: 87). Âşık Ömer, bir şiirinde doksan beş yaşı ölüm yaşı olarak vermektedir. Yüz yaşında geçip gitmiş, yani artık unutulmuştur. Diğer şiirinde ise seksen sonrasında ölüm belirtilerini anlatmaktadır. Bu yaşta elinde asa ile bir koca/yaşlı olduğu halde ayrılıklar yaşamakta, fakat dünyevî heves ve isteklerini hâlâ arzulamaktadır. Azrail’in gelmesi bu insanda bir şaşkınlık yaratmaktadır. Bu durum insanın ölüm duygusundan ne kadar uzakta olduğunu göstermektedir. Ölümle derin bir uykuya dalan insan yakasız beze sarılarak ölümü hatırlamak zorunda kalmıştır: 60 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı İstiğfâr seksen beş artar efgânı Doksanında kalmaz imiş dermânı Doksan beş yaşında verince cânı Yüz yaşında cihândan güzâr olur (Karasoy, 2009: 143) Yetmiş beşte gördüm zevk-i ezel yok Seksen etti ‘akl u fikrim halel yok Gitti nakdim Hakk’a yarar ‘amel yok Bir elde ‘asâ da bir taşa geldim Göz yumup fenânın buldum râhatın Bir hâba değiştim zîb ü ziynetin Çâk edip cismimden sıhhat hil‘atin Bir yakasız beze sarmaşa geldim (Karasoy, 2009: 144) Firkat erdi çeşmim silerken dahı Murâd-ı dünyevî dilerken dahı Hevâ vü heveste yelerken dahı ‘Azrâ’il erişti ben şaşa geldim Yaşnamesinde doğum hadisesine yer vermeyen Âşık Duran, ölüm yaşını net olarak belirtmemiştir. Genç ömürden bahseden Duran’ın seksen yaşın kapılarını açmaması ifadesi, âşığın zihninde seksen yaşın ölüm yaşı olarak algılanabileceğini göstermektedir: Sekseninde kapıları açmadan Duran’ın gülleri koku saçmadan Gönül bağım ırmak olup taşmadan Eyvah bu genç ömrüm bitti tükendi (Kaya, 2004: 156) Âşık Zülalî ölüm yaşı olarak yüz yaşına işaret etmiştir. Âşık bu yaşı menzil yani son durak olarak belirtmekte ve bu yaşta dünyaya karşı sevgisi kalmadığını vurgulamaktadır. Akıl ise artık eskisi gibi çalışamamaktadır: Yüz yaşına çıktım, menzile yettim Geri döndüm ne de ileri gittim Her şeyden sevgimi kaldırdım attım Akıl baştan çıktı, oldum efsane (Kaya, 2004: 366) Âşık Zahmî ise ölüm yaşı olarak yüz yirmi beş yaşına işaret etmektedir. Azrail’i karşısında görmüş ve ruhunu teslim etmiştir. Dünyayı iki günlük ömür olarak niteleyen âşık, eli boş olarak geldiğini ve yine eli boş olarak gittiğini belirtir. Âşığın dünyada yaptığı yanlışlıklardan duyduğu pişmanlık ile dünyanın fâniliğini bir dörtlükte anlatması birbirini tamamlamaktadır: Rahman’a baktıkta yüz on beşinde Yüz yigirmide canım düşümde Yüz yigirmi beşte Azrail karşımda Aldı ruhum teslim etti Sübhan’a Subhan’a ben canımı feda ettim Kimse bilmez adu yollara gittim Eli boş geldim eli boş gittim İki günlük ömür için dünyaya (Kaya, 2004: 359-360) Âşık Yusufelili Kütahî yaşnamesinde ölüm yaşı olarak doksanı göstermiştir. Bu yaşta tatlı konuşmaları dahi hoş görülmeyen, ailesinin ve evlatlarının kendisine yüz çevirdiği, cehennemî bir hayat yaşayan insan portresi çizilmiştir. Bu insan dünya işlerini bırakmıştır ve kanlı gözyaşı dökmektedir. Artık mezara girip toprak olmak onun kurtuluş çaresi olarak verilmektedir: Doksanında kimseyi görmez gözüm Tatlı söz konuşsam hoş gelmez sözüm Yüz çevirir ailem oğlum kızım Yüzünde cesette niran olurum Dünya işlerinden elim çekerim Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim Kimseden fayda yok boynum bükerim Mezara girer topraktan olurum (Kaya, 2004: 354) Âşık Vartan yüz yaşını ölüm yaşı olarak belirtmektedir. Ona göre can ayrılınca ceset virane haline gelmiştir: Doksanımda ecel indi asıldı Kale burcu bedenlerim yasıldı Yüz yaşımda nefesçiğim kesildi Can ayrıldı ceset kaldı virâne (Kaya, 2004: 350) 61 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Âşık Valeh yüz yaşında bir celladın yani Azrail’in geldiğini anlatmaktadır. Ölüm esnasında Azrail’in çengelini çektiğini, bedenin titrediğini ve ruh kuşunun semaya çıkıp bedenin kafes gibi kaldığını belirtmektedir. Ölüm anı ayrıntılı olarak betimlenmektedir: Seksen yaşa yetdim, galmadı imdad Dohsan yaşda tutdu elimdem imdad Yüz yaşa yetende geldi bir cellad Dedi: Haza, yövmü’l-aherid-dünya Çekdi çengelini saldı ezaya Tamamen cesedim düşdü lerzaye Aldı mürg-i ruhum çekdi semaye Cismim kafes kimi kaldı mükevva (Kaya, 2004: 342) Âşık Talip Kılıç yüz yaşı ölüm yaşı olarak vermektedir. Fakat bu yaşı çoğu insan görememektedir. Bu yaşta olanlar dünya sefasını sürememekte, ayakta durmakta zorlanmaktadır. Bin yıl yaşansa da sonunun ölüm olduğu vurgusu ölümün kaçınılmazlığını anlatmaktadır: Yüz yaşa binde bir adam varamaz Varsa bile ayak üzre duramaz Bu dünyada kimse sefa süremez Derdi başa sen dar ettin Yaradan Talip beni rezil eden dilimdir Sırat derler geçeceğim yolumdur Bin yaşasam son encamı ölümdür Her işini sen sır ettin Yaradan (Kaya, 2004: 331) Âşık Talibî yüz yirmi ikiyi ölüm yaşı olarak vermektedir. Ölümle insanın yaratılışında var olan anasır-ı erbaa tamamlanmaktadır. Beka âlemine göçüş kaçınılmazdır ve yiğit de olsa bu yaşlılık halini yaşayacaktır: Yüz yirmi ikiye varıp gayette Anasır tamam olur gayrı ol halette Aç gözün bekaya göçer elbette Her yiğit bu halli pir-i fan(i) olur (Kaya, 2004: 328) Âşık Taki ölüm yaşı olarak yüzü vermiştir. Ölüm Azrail ile yapılan cenk olarak verilmiştir. Bu durum insanın bu dünyadan kolay kolay ayrılmak istemediğinin göstergesidir: Doksandan aldandım çoh oldu derdim İnciyip dünyanın vefasın gördüm Yüz tamam olacak canımı verdim Azrail cenginde kaynağa geldim (Kaya, 2004: 324) Âşık Şahin doksan yaşında insanların dişlerinin kalmamasından söz ederek ahirete yol göründüğünü söyler. İnsan bu dünyada ektiklerini biçmekte ve dünyevî tüm isteklerini bırakarak en son teneşire yatmaktadır: Doksana gelince yaşın Ağzında kalmıyor dişin Bitmiş dünyadaki işin Ahirete yol göründü Ev araba hepsi biter Kalbin artık yavaş atar En son teneşire yatar Yaşıyanların hepisi (Kaya, 2004: 315) Bu dünyadan göçersin Ekdiklerini biçersin Dilin dönüyor naçarsın Konuşsaydın önceleri Âşık Sailoğlu’na göre ölüm yaşı yüzdür. Yakın akraba feryat için yanına gelmiş ve can verilmiştir. Mirasçılar da ölüm haberini beklemektedir. Âşık yaşnamelerde ölüm ve doğum anına ait toplanmaları ifade eden “kavim karındaş/kardaş” ifadesini kullanmaktadır: Doksan beşte ağrı indi bu cana Kavim karındaşlar geldi figana Yüz yaşımda can erişti divana Mirasçılar bakar kara habere (Kaya, 2004: 310) Âşık Ruhi insanın ölüm yaşını yüz yirmi olarak zikretmektedir. İnsan ölümle birlikte tamamen fani olmaktadır (Kaya, 2004: 299). Ruhsatî de ölüm yaşı olarak yüz yaşı esas almıştır. Doksandan sonra yaşamsal zorluklar çeken insan yüz yaşında son nefesini vererek kendi özünü teslim etmektedir: 62 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Doksanında hazır eyle bezini Doksan beşte kimse çekmez nazını Yüz yaşında teslim eder özünü Ey Ruhsatî felek yine dul gibi (Kaya, 2004: 302) Âşık Said yaşnamesinde en son yüz yaşından bahsettiğine göre bu yaşı ölüm yaşı olarak esas almaktadır. Bu yaşta kemikler zayıflamış ve insan küçük çocuk gibi olmuştur. Küçük çocuğun doğumunda yıkandığı gibi kendisi de yıkanıp cenazesi kaldırılarak hiç doğmamış gibi olmuştur: Sekseninde mukadderim yazılır Doksanında kara yazım bozulur Yüz yaşımda kemiklerim büzülür Sabi çocuklara döndürdün beni Der Said’im beni böyle yandırdın Ecel şarabını verdin kandırdın Sabi çocuk gibi yudun kaldırdın Hiç de gelmemişe döndürdün beni (Kaya, 2004: 306) Pir Sultan Abdal yüz yaşını ölüm yaşı olarak görmekte ve bu yaşı kışın en son ayı olan zemheri ile anlatmaktadır (Kaya, 2004: 286). Âşık Pervane de ölüm yaşı olarak yüz yaşı vermektedir. Ölümü ecel vaktinin gelmesi ifadesi ile anlatmaktadır. Ölüm sonrasında ahirette şefaat beklemektedir: Pervane’yim bu zamana varınca Gayri doksanında tamam olunca Yüz yaşında ecel vakti gelince Ahrette şefaat imkân tez ister (Kaya, 2004: 282) Âşık Ömer yüz yaşı ölüm yaşı olarak vermektedir. Bu yaşta insanın vadesi dolmuş, ömrü tükenmiş ve Azrail’in gelmesi ile canını vermiştir. Ölümle unutulmuş ve toprakla bir olmuştur: Seksen beşte keman kaddi bükülür Doksan yaşta hep dişleri dökülür Vade tamam olur ömrü sökülür Ahret yollarına gitmeye benzer Şu fenadan tedarikin görünce Emanetçim Azrail de gelince Der ki Ömer yüz yaşına girince Ömür biter hâkle yeksâne benzer (Kaya, 2004: 278) Âşık Müdam yüz yaşında insanın ölmesi ve cesedin mezara konulma yönüne işaret etmektedir: Seksen beşte öte cevr ü cefâda Doksanında aklı yarı kafada Yüz deyince ceset gerek kafada Şarka ayak garba doğru ser olur (Kaya, 2004: 274) Âşık Mehemmed ölüm yaşını yüz olarak vermektedir. Ölümün insan hayatına bir fırtına gibi gelmesi ve insanın bu rüzgârdaki toza benzetilmesi söz konusudur: Mehemmed’im bunu böyle buyurdu Muhammed de ümmetini kayırdı Yüz yaşında talaz geldi savurdu Uçup giden toza benzer misâle (Kaya, 2004: 263) Mahdum Kulu her üç yaşnamesinde de ölümün yüz yaşında gerçekleştiğini belirtir. İnsanın bu yaşta değeri kaybolmakta, hiç olmakta, kefeni biçilmekte, can cesetten ayrılmaktadır. Toplum içinde kadir ve kıymeti kalmayan insan ölümle tanışmaktadır: Mahdum Kulu himmeti Kalmaz kadir kıymeti Peygamberin ümmeti Hiç olur yüz yaşında (Kaya, 2004: 253) Yüz yaşına yetirmen alırlar canın Uzatıp koyarlar biçerler donun Mahdum Kulu hemrah olsun imanın Can cesetten ayrı düşen günlerim (Kaya, 2004: 255) 63 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Mahdum Kulu oturdun Ömrün gâfil ötürdün Hakk’a nâme bitirdin Eğer yüz yaşa yettin (Kaya, 2004: 261) Âşık Lütfi insanın yüz yirmi yaşında canını vererek sır olduğunu söyler. Şiirin devamında âhir zamanda olduğumuz için insan ömrünün kısa olduğundan, ecel kadehi içileceği için insanın ölmeden uyanık olması gerektiğini belirtir: Yüz on yaşında da bekler Azrail Yüz on beşte canın vermeğe kail Yüz yirmi yaşında uhraya mail Can çıkar kafesten bab-ı raz olur Ölmeden gözünü açmalı aziz Cümle bu köprüden geçmeli aziz Ecelin camını içmeli aziz Şimdi zaman-ahir ömür az olur (Kaya, 2004: 249-250) Kurbanî yaşnamesinde ölümü yüz yaşında Hak’tan bir azar gelmesi ifadesi ile anlatmaktadır. Vücudu yavaş yavaş zayıflayan insana Azrail gelip ruhunu almakta ve bedeni boş kalmaktadır: Yetmişten ötende düşdüm ah vaye Seksende eyilib döndüm bir yaye Dohsanında penah etdim esaye Yüz yaşımda Hag’dan geldi bir azar Eriyib cesedim tük tek inceldi Ezrayıl geliben çengini çaldı Mürg-i ruhum aldı beden boş galdı Bega menzilimi etdim ihtiyar (Kaya, 2004: 240) Alevi-Bektaşi âşığı Kul Himmet yüz yaşında ölümün gerçekleşmesi üzerinde durur. Bu yaşta ölen kişi eğer Hz. Ali diye seslenirse mutlaka ondan manevi yardım alacaktır: Kul Himmet Üstadım gönül hanını Doksanında değiştirse donunu Yüz yaşında Hakk’a verse tenini Mahrum kalmaz Ali diye çağıran (Kaya, 2004: 227) Kul Ahmet de ölüm yaşı olarak yüz yaştan bahsetmektedir. Bu yaş insanın toprakla kucaklaşma ve mezara düşme yaşıdır (Kaya, 2004: 225). Âşık Kerim ilginç bir örnek olarak yüz yirmi altı yaşı ölüm yaşı olarak zikretmektedir. Azrail gelip ruhunu almış ve Allah’a teslim etmiştir. Dünyayı iki günlük olarak niteleyen âşık, elinin boş gelip boş gittiğinden bahsetmektedir: Rahmanım yüz on yaşında Yüz yirmide yastık kalkmaz başımda Yüz yirmi altıda Azrail karşımda Aldı ruhumu teslim etti Sübhan’e Sübhan’ıma canımı fedalar ettim Sağlığımda ben eğri yollara gittim Elim boş geldi elim boş gittim İki günlük ömür için dünyaya (Kaya, 2004: 223) Karacaoğlan seksen yaştan sonra kemiklerin zayıfladığını söyleyerek yüz yaşında kabrinin kazılıp kara toprağa girdiğini söyler. Sonunda Azrail’in canını alarak hiç doğmamış gibi olduğunu ifade etmektedir: Sekseninde kemiklerim ezildi Doksanında beratçığım yazıldı Yüz yaşadım kabirciğim kazıldı Şol kara toprağa gönderdin beni Karac’oğlan eydür yakıp yandırdın Aşkın dolusunu verdin kandırdın En sonra da Azrâil’i gönderdin Birden doğmamışa döndürdün beni (Kaya, 2004: 214) Âşık İrfani Yaş destanında yüz yaşında nefesinin kesildiğini ve canının çekilerek geriye cesedinin kaldığını ifade etmektedir (Kaya, 2004: 208). Âşık Hasta Hasan Vücudnâme adlı şiirinde seksen yaşında güçten kuvvetten düşerek helalleşecek halinin kalmadığını, akrabalarının yanına geldiğini ve o saatte can vermekte olduğunu söyler: Seksende doksanda ağrıdı başım Yığıldı yanıma yâran yoldaşım Bir mecâl tapmadım ben helâllaşım O saatta canın düştü lerzeye (Kaya, 2004: 195) Hüseyin Çırakman altmış yaşı ölüm yaşı olarak belirtir. Elliden sonra ecelin yaklaştığını, başında Kur’an okunduğunu ve yavaş yavaş mezara girdiğini belirtir. En erken ölüm yaşı bu âşıkta vardır ve bu yaşta ölümün başka örneği yoktur: 64 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Ellisinde ecel gelir dokunur Nasip ise Kur’an okunur Altmışında kayıtların yıkılır Hazırlanır mezar gir yavaş yavaş (Kaya, 2004: 197) Âşık İcazet ölüm yaşı olarak yüz yaşı verir. Âşık kefeninin hazırlanmasını, imam çağrılmasını ve kabir taşına isminin yazılmasını istemektedir: İcazet’im yaşın yüz olsun tamam Hazırla kefenim getirttir imam Gayrı ahır vakit vademiz tamam İsmim yazın kabir taşına doğru (Kaya, 2004: 201) Hamza Giray beyitlerle oluşturduğu yaşnamesinde yüz yaşında ömrün bittiğini ve beyaz gömlek olarak nitelendirdiği kefen giyildiğini belirtir (Kaya, 2004: 188). Âşık Hasan ise en son yüz yaşı zikrettiği için ölüm yaşı olarak bu sayıyı ifade edebiliriz. Hayatından usanan insan sürünmekte ve ölüm yaşında bir çocuğa dönmektedir: Sekseninde kalkmasına erinir Doksanında hiç kalkamaz sürünür Doksan beşte hayatından usanır Yüz yaşında sabi sübyana döner (Kaya, 2004: 191) Âşık Fehmi ilk yaşnamesinde ölüm yaşı olarak yetmişi verir. İkincisinde ise yüz yaşı işaret eder. Ona göre seksen yaşını gören yoktur. Yakınlarının yüz çevirdiği insan ölümü beklemekte ve ölümle birlikte kara toprağa girmektedir. Ölüm ona göre gidip dönülemeyecek bir yoldur: Yetmişinde yüz çevirir uşağı Dökülmüş tarlası kalmış başağı Artık düşer aşağıdan aşağı Son deminde girer kara toprağa Söyle Fehmi söyle kesme kısadan Seksene giden yok nasıl uzatam Allah sakla bizi cümle kazadan Yetişir cennetten akan ırmağa (Kaya, 2004: 175) Doksanında görün müşkil halini Yüz çevirir artık oğlu gelini Yüz yaşında bekler ölüm yolunu Yellerle savrulmuş bir küle döner Fehmi’nin halinden bilmeyen bilmez Derdine hiç kimse müşterek olmaz Şu fani dünyada hiç kimse kalmaz Gidip geri gelmez bir yola döner (Kaya, 2004: 185) Şimdi yüz yaşına giden bulunmaz Ömür para ile satın alınmaz Nasıl geldi nasıl geçti bilinmez Altın iken şimdi bir pula döner Âşık Fevzî ölüm yaşı olarak sekseni belirtmiştir. Azrail göğsüne çıkıp canını almakta ve bu Allah’ın emri olduğu için hiç kimse müdahale edememektedir: Yetmişinde gelir aklı başına Seksende Azrail çıkar döşüne Kim karışır ol Hüda’nın işine Hasta eder canın alana kadar (Kaya, 2004: 187) Âşık Ali Rıza’ya göre ölüm yaşı yüzdür. Bu yaşlarda insan bulmak zordur ve ecel, tufan gibi insanı savurarak yok etmektedir. Ecelden sonra ölüm, sonrasında ise dirilme mutlaka gerçekleşecektir: Böyle imiş insanların temsili Kıt bulunur yüz yaşlının emsali Gelir bir gün tufan savurur seni Bahçede kurulmuş güllere benzer Ali Rıza pirden aldım nasihat Ecel gelir ise durmaz bir saat “Ve’l-bâ’sü ba’de’l-mevt” atisi memat Dünyaya gelmemiş kullara benzer (Kaya, 2004: 132) Cemal Hoca yetmiş beş yaş sonrasını ölümün yaklaşma belirtisi olarak görmektedir. Ölüm her an yaklaşmaktadır: 65 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Şimdi yetmiş beşe bastım ayağı Daha ele geçmez gençliğim çağı Söküldü bahçemin dalı budağı Kocalıkta her bir nişan göründü Ya Rab beni affet ben bir beşerim Aceb bundan sonra kaç gün yaşarım Yaşasam ne bir gün burçtan aşarım Çünki her gelene kervan göründü (Kaya, 2004: 151) Yaşnamelerde zahiri ölüm söz konusu edilirken Ahmet Yesevî altmış üçten sonra uzlete çekilip ölmeden önce ölüm üzerinde düşüncelerini belirtmiştir. Onun yaşnamesinde zahiri ölüm söz konusu edilmemiştir: Kul Hac’Ahmed nefsi teptim nefsi teptim Ondan sonra cananımı izlep taptım (Buldum) Ölmeden önce can verme derdin tarttım Bir ü varım didarını görürüm mü (Kaya, 2004: 130) Altmış yetmiş derken sekseni buldum Eleği eledim duvara astım Oğlanı torunu işime saldım Görenler gururla “soy soy” dediler (Kaya, 2004: 162) Âşıkların şiirleri kadar düzenli ve ayrıntılı olmasa da Divan şairlerinin de yaşnameler kaleme aldıkları görülür. Âşık Paşa ömrü seksen yıl olarak baz alır ve yirmişer bölmeler halinde anlatır. Ona göre “Şimdi hod çok yaşayan seksen yaşar/Doksana erer ise aklı şaşar” diyerek seksen yaş sonrasını ölüm yaşı olarak almaktadır. Ona göre seksen yaşına gelen kişiye göre ömür bir yıl gibidir: “Sekseni gelmiş durur bir yıl gibi/Bir yıl içinde düşüptür tertibi” (Kaya, 2004: 134). Seksen yaşın özelliklerini ölümün belirtileri şeklinde zikretmektedir: Geçti altmıştan u vardı seksene Anda dirlik kış değil midir yine Görse ne kim türlü cevher dökülür Saç u sakal ağarır bel bükülür Nitekim kışın dünü artuk durur Aydınından karanusu çok durur (Kaya, 2004: 135) Bir diğer Divan şairi Bedr-i Dilşad da yaşnamesinde otuzdan seksen yaşına kadar onar yıllık periyotlar halinde insan ömrünü betimlemiştir. Dolayısıyla seksen sonrası ölüm her an insanın yanındadır: Bu kez çünkü seksen yaşın ere Ömür lezzetinin başına ere Eğer geçe seksenden öte yaşı Kocalık elinden akıda yaşı Kocadır yine koca hâlin bilen Nolısardur anun meâlin bilen (Kaya, 2004: 138) 2.b. Ölüm Sonrası Ölümün gerçekleşmesinden sonra kefenlenme, yıkanma, mezara konulma ve ölüleri anmak amacıyla bazı uygulamalar gerçekleştirilmektedir. Türk kültüründe ölenlerin arkasından yas tutmak önemli bir değerdir ve belirli şekillerde geçmişten günümüze kadar uygulanmaktadır. Yas geleneği konusunda en ayrıntılı bilgiyi Dede Korkut anlatılarında görmekteyiz. Bekir Şişman hikâyelerde ölüm karşısında Oğuz’un tavrını anlatırken Begrek’in düğün günü düşmanlar tarafından kaçırılması ve öldü zannedilmesi üzerine anne ve babanın tavrını örnek olarak verir ve “ölenin yakınlarının yakalarını yırtmaları, böğürerek ve boncuk boncuk ağlamaları, yüzlerine tırnak çalmaları, yanaklarını yırtmaları ve saçlarını yolmaları ölüm karşısında Oğuzların sergilediği ortak bir tavır” olduğunu belirtir (2015: 124-125). Zengin bir yas geleneği olan Türklerde bu geleneğin bazı değişimler geçirmekle birlikte günümüze kadar geldiğini söyleyebiliriz. 66 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Yaşnamelerin çoğunlukla âşığın yani birinci tekil kişi ağzından söylenmesi ölüm bölümünde bu şiirlerin ağıt havası taşımasına sebep olmuştur. Orhan Kemal Tavukçu’ya göre sagularda olduğu gibi ağıtların ölenin ağzından söylenmesi geleneği bir üslup özelliğidir ve ağıtçılar bu tarzı kullanarak daha etkili bir metin ortaya koymayı amaçlamışlardır. Bu tarz metinlerde ölen şahıs yaptığı birçok işten sonra ölüm karşısındaki çaresiz durumunu ifade eder. Bu durum şiirdeki duygusal derinliği de artırmaktadır (2009: 61). Yaşnamelerin içeriğinde takip edilen kronolojik sıralamaya göre ölüm sonrası ifadeler şiirlerin son bölümlerinde yer almaktadır. Yaşnamelerin çok az örneğinde mezardan sonraki ahiret hayatı ve yaşanacaklar dile getirilmiştir. Çalışmamızda ölüm sonrasını anlatan on beş örnek incelenmiştir. En fazla bulguya Türk kültüründe aile kurumunun ve sosyal iletişimin ne denli güçlü olduğunu gösteren “ölü evinde çoluk çocuk, kardeş, eş, bacı ve oğlanların toplanması ve ağlaması” uygulamasında rastlanılmıştır. Şiirlerin büyük çoğunluğunda ölen kişi bu şahısları “kavim kardaş” şeklinde ifade etmektedir. Dokuz örnekte mezara/kabire koymadan söz edilmektedir. Beş örnekte cenazenin yıkanması, yine beş örnekte elbisenin çıkarılması ve kefenlenmesi söz konusudur. İki örnekte tabuta koyma, bir örnekte cihanı terk, iki örnekte ağlama, üç örnekte cenaze namazı, bir örnekte ölümün çabuk duyulması, iki örnekte ise Kur’an okumadan bahsedilmiştir. Definden sonra meydana gelecek olaylarla ilgili ise, dört defa kabir hayatı veya azabı, beş defa kıyamet günü, dört defa mahşer, üç defa Sırat köprüsünden geçme, iki defa canın cesetten ayrılması, üç defa toprak olma, bir defa kerpiç hazırlama, bir defa ölü aşına dair işaret, iki defa Cennet’e girme söz konusu edilmiştir. Bunları şöyle örneklendirmek mümkündür: Ali Cevat Yürekli ilk yaşnamesinde ölümle acıların bitmesine, ölüm sonrası kardeş ve yakınların toplanıp ruhuna Fatiha okumalarına değinmiştir. İkinci şiirde ise kefenin biçilmesi ve giydirilmesi ile mezara konulması anlatılmaktadır. İnsanın mezara konulduktan sonra kısa zamanda unutularak hiç dünyaya gelmemiş gibi olduğu vurgulanmaktadır: Yürekli’yim der ki biter acılar Toplanır başına kardeş bacılar Ruhuna Fatiha okur bacılar Artık konuşmayan dilindir senin (Ünalan, 2012: 87) Yürekli artık geç duyarlar seni Kefenin biçilir soyarlar seni Sonunda mezara koyarlar seni Ne gelmiş ne gitmiş kula benzersin (Ünalan, 2012: 85) Âşık Ömer öldükten sonra kendisinin sessizce mahmilde taşınmasını garip bir tebrik şekli olarak algılamaktadır. Ağaçtan at dediği tabuta bindirilerek cihanı terk ettiğini belirtmiştir. Uzun yıllar misafir olacağı kazılmış bir mezarlığa getirilmiştir. Daha sonra hayatın geçiciliğine vurgu yaparak yaşnamesini bitirmektedir. Bir sükûnet üzre tuttular beni Mahmil üzre süvâr ettiler beni El üzre getirip gittiler beni ‘Acâyib-i tahsîn sâbâşa geldim Sakın aldanmayın devr-i zamâna Kimler kondu göçtü köhne cihâna Kimse bâkî kalmaz biz mi cihâna Âşık Ömer gâfil mebâşa geldim (Karasoy, 2009: 144) Ol ağaçtan ata çün oldum revân Terk ettim cihânı gitti hânümân Niçe niçe yıllar olmağa mihmân Benimçün kazılmış bir kaşa geldim Âşık Zahmî ölüm sonrası yas geleneklerini açıkça belirtmektedir. Kavim kardaş dediği yakınları ve akrabaları ölümüne feryat ederek ağlamaktadır. Sonra cenazeyi yıkayarak kefenlemişlerdir. Bir karanlık yer olarak betimlediği mezara konulmuş ve yanına melekler gelmiştir. Şiirin devamında kabir azabı olarak azap meleklerinin gelip topuzla vurmaları, yılan, akrep ve ejderhaların dirilip kıyametin kopması, mahşerde hesap verilmesi, mizanın kurulması, Sırat köprüsünden geçememesi, yıkandıktan 67 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm sonra af olup cennete girmesi ve Kevser ırmağında yıkanmasını dile getirmektedir. Aşağıya sadece mezara konulduğu yere kadar kısım örnek olarak alınmıştır: Dünya dedi deli gönül çağladı Kavim kardaş meyyitime ağladı Ah u feryad ciğerimi dağladı Beni yuyup sardılar ekfana Kefene sardılar bu beyaz teni Ahiri böyledir pak et sen seni Bir karanlık yere koydular beni Melekler yanıma geldi pinhane (Kaya, 2004: 360) Âşık Vartan ölümün ardından cesedinin üzerindeki elbiselerinin çıkarılıp üç arşın beze sarıldığını, tanıdıkların, kavim kardeşin toplanıp cesedini mezara götürmesinden bahsetmektedir. Türk toplumunda cenaze törenleri de düğün törenleri gibi tanıdık ve akrabalarının katılımı ile gerçekleşir. Bu nedenle aynı kalabalığı görmek mümkündür. Can cesetten ayrıldıktan sonra büyük sıkıntılar çekerek öbür dünyaya geçmiştir. Burada canın cesetle helalleşmesi ilgi çekicidir. Ölüm esnasında insanın yakınları ile helalleşmesi burada farklı boyutta ele alınmıştır. Şiirin devamında Sur düdüğünün çalınarak kıyametin kopması, insanların dirilip hesaba çekilmeleri, hayır ve şer defterlerinin açılması ve insanın cennet veya cehenneme gitmesi söz konusu edilmiştir. Bu nedenle şiirin son üç dörtlüğü sonuç bölümü gibi hayatın geçiciliğine vurgu yapmakta ve nasihat içermektedir: Her ne ki var cesedimde soyuldu Üç beş arşın bez içine koyuldu Gören bilen kavim kardeş dizildi Cesedimi götürdüler zindana Can cesetten helâllaştı ayrıldı O yollarda çok dervendler var idi Cenk kuruldu melâike yürüdü Çok zulumat ile geçtim o yana (Kaya, 2004: 349-350) Âşık Valeh insanların ölümü nedeniyle toplanıp ağladıklarını, bir taht olarak nitelediği tabuta koyduklarını, vücudunun yıkanması esnasında çaresiz olduğunu, bedenin kefenlenip temizlendiğini, kabir içine konulduğunu ve yaşadığı mekândan uzaklaştığını belirtmektedir. Şiirin buraya alamadığımız ilerleyen bölümlerinde Münkir ve Nekir meleklerin kendisine kabir için çok azap ettiklerini, İsrafil’in sur çalıp kıyametin koptuğunu, ölülerin dirilip mahşerde toplandığını, mizanın kurulduğunu, Hz. Muhammet’in ümmetine sahip çıktığını ve nihayet cennete vasıl olduğunu dile getirmektedir. Burada yas geleneği olarak insanların toplanıp ağlamasından söz edilmektedir: El yığılıp ağladılar bir zaman Meni bir taht üzre koydular heman Mürdeşirler mene vermezler aman Reht-i vücudumu kıldılar yeğma Meni ki kebr içre koydular efrad Herkes öz mekanın eylediler yad Dünya cifesinden elimde bir zad Emalımdan keyri kalmadı esla (Kaya, 2004: 343-345 Verdiler küslümü pak oldu beden Ten-i üryanıma tuttular kefen Kıldılar namazım növres ü kuhen Meni kebr içinde koydular tenha Âşık Taki yine kavim kardeş olarak nitelendirdiği yakınlarının toplanıp ağladığını, Kur’an okunduğunu, mezara tahtalar konularak yerleştirildiğini söyleyip yeni mekânını otağ olarak betimlemektedir. Definden sonra hiç kimsenin artık halini sormadığını ifade eder. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi Âşık Taki de mezardan sonraki halleri ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Kabir azabı, kıyametin kopması, mahşer, Hz. Huhammed’in ümmetinin ayrılması, Sırat’tan geçip cennete girmesi söz konusu edilmiştir: Ağlaşıban kohum kardaş döküldü Kur’anım ohundu, ağım büküldü Tahta getirildi, duvar çekildi Beni defn etdiler otağa geldim Bir müddet görmedi hiç kes medarı Kimse demez görek necedir hali Sordu İnkir-Minkir verdi suali Dilim rövşen oldu tohtağa geldim (Kaya, 2004: 324) Âşık Sailoğlu ölümü canın cesetten ayrılması şeklinde ifade etmektedir. Cesedin meydana getirilmesi çevresinde olanlar için ibret alınacak bir haldir. Yıkandıktan sonra dört kişi tarafından mezara götürülmüştür. Mezarı ise iki taş ile belirlenmiştir. Âşık Sailoğlu defin sonrasını da anlatır. Yakasından tutulup ataşe atılmış, vücudu kara renge bürünmüş, Sur çalınınca dirilip bir araya gelinmiş ve mizan terazisi kurulmuştur: Can ayrıldı ceset kaldı meydana İbret olsun dört başımda devrana Yer ile yeksan ettiler teni Mezarımın iki taştır nişanı 68 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Esbabım derdiler yuyup serene Dört adamla götürdüler mezara Varıp seyr eyledi öte cihanı Tuttular yakamdan attılar nâra (Kaya, 2004: 310) Âşık Lütfi yaşnamesinde hayatın faniliğine gönderme yapmış ve insanın ölümle birlikte hak ile yeksan olduğunu belirtmiştir (Kaya, 2004: 250). Kurbanî ise insanların çevresine toplanıp ağladıklarını, elbiselerinin soyulup namazının kılındığını, kabre konulduğunu anlatmaktadır. Şiirde geçen “doydular” ifadesi ölü aşı verilmiş olabileceğini de hatırlatmaktadır. Şiirin devamında defin sonrasında Münkir Nekir ile hesaplaşma, kıyametin kopması, mizan terazisinin kurulması ve Cennet’e girme hadiselerinden bahsetmektedir: Yığılıban ağlayıban doydular Reht-i vücudüm tamam soydular Namazımı gılıb gebre goydular İnkir Münkir ile oldum hoş göftar (Kaya, 2004: 240) Âşık Kerim kavim kardeş olarak betimlediği tanıdıkların ölümüne ağladığını belirtmektedir (Kaya, 2004: 223). Âşık İrfani yine kavim kardeş olarak ifade ettiği tanıdık ve akrabaların geldiğini, gözyaşları içinde elbiselerinin çıkarıldığını, kefene sarıldığını ve ulu zindan olarak betimlediği mezara konulduğu ifade eder. Mezara konulduktan sonra herkes kendi işine dönmüştür. Hatta herkes gülüp eğlenmeye devam etmişlerdir. Ölüm âşığa göre ibret alınması gereken bir olaydır. Yaşnamenin devamında Münkir ve Nekir’in gelmesi gibi hadiselerden bahsetmektedir. Kavim kardeş yığıldılar geldiler Gözyaşıyla kisvetimiz aldılar Bizi bir beş arşın ağa sardılar Cismim tapşırdılar ulu zindana (Kaya, 2004: 208) Âşık Hasta Hasan Vücudnâme adlı şiirinde ölümden sonra yine kavim kardeşin yani yakınların eve yığıldıklarını, yıkayıp tabutta götürdüklerini ifade eder. Definden sonra Sırat köprüsünden geçiş, Fatma ananın ümmeti ateşten kurtarması anlatılmaktadır: Yığılıp kavim kardaş huruc ettiler Ağa çulğadılar suya tuttular Yıkadılar tabut üste götdüler Dediler ağam hakkı deymen bendeye (Kaya, 2004: 195) Hüseyin Çırakman ise ölümden sonra çoluk çocuğun ağlamasından bahsetmektedir. Ölümle insan yavaş yavaş toprağa karışmaktadır. Ona göre insan bu dünyada işini halletmelidir (Kaya, 2004: 197). Âşık Fevzî ise ölümden sonra mezara konulması için kerpiç hazırlanması, ölünün yıkanması için gerekli suyun ısıtılmasından bahsetmektedir. Bu arada ölenin eşi ve çocukları birbirine sarılıp ölüm üzüntüsünü yaşamaktadır. Ölüm hadisesi çabucak duyulmuş ve cenaze namazı kılınmıştır. Bu olaya insanın aklı ermeyeceği için âşık kıyamete kadar insanın mezarda yatması gerektiğini söyler: Kerpiç hazırlanır suyu koyulur Avrat uşak birbirine koyulur Ölüm atı yüğrük olur duyulur Cenaze namazın kılana kadar Fevzî ileriye varma boş yere Hikmetinden sual etme boş yere Aklın ermez yalan katma boş yere Yat gayri kıyamet gelene kadar (Kaya, 2004: 187) Âşık Yusufelili Kütahî mezara girip toprak olduktan sonra dünyadan elini eteğini çektiğini, kimseden fayda olmadığı için boyun büktüğünü belirtir. Mezardan sonraki hayatı da oldukça ayrıntılı betimler. Burada kabir sorgusu, hesapların görülmesi ve Resulullah’tan imdat dileme gibi hususları dile getirmektedir: Dünya işlerinden elim çekerim Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim Kimseden fayda yok boynum bükerim Mezara girer topraktan olurum (Kaya, 2004: 354) Sonuç ve Değerlendirme İnsan hayatını genel manada doğumdan ölüme kadar anlatan ve destan türü içerisinde gösterilen yaşnameler kendine özgü bir yapı arz etmektedir. Kimi örneklerde doğum öncesinde ilk yaratılışa yani 69 Türk Kültüründe Doğum ve Ölüm Hz. Muhammed’in ruhunun, dünya ve varlıkların, Hz. Âdem’in yaratılmasına kadar evvelki hadiseler anlatılmaktadır. Kimi örnekler ise insanın mezara defninden sonra ruhun karşılaşacağı hadiselere, kıyametin kopmasına, mahşer yerine ve insan ruhunun gideceği yerlere değinmektedir. Genel çerçevede baktığımızda yaşnamelerin kronolojik bir çizgi takip ettiklerini söylemek mümkündür. Bu çizgi anne rahmine düşüşten doğuma kadar farklı şekillerde ortaya konulmaktadır. Doğum öncesinde dokuz ay kırklı bölmeler halinde kronolojik olarak verilmekte, doğumdan sonra birer yaş şeklinde ilerlemektedir. Yaşın ilerlemesi ile periyotlar beşer ve onar şeklinde artmaktadır. Özellikle ölüme yakın dönemlerin onar yaş şeklinde anlatıldığı görülür. Her dönemde insanın bedenen, ruhen yaşadıkları veya çevresi ile olan etkileşimleri anlatılmaktadır. Büyük çoğunluğu birinci tekil kişi ağzından verilmektedir. Bu durum şiirde anlatılanların inandırıcılığını güçlendirmektedir. Âşık edebiyatının bir türü olduğu için genellikle âşıklar tarafından yazılan/söylenilen bu şiirlere Ahmet Yesevi’de ve klasik edebiyat şairlerinde de rastlamak mümkündür. İlk örneğine Ahmet Yesevi’de rastladığımız için bu tür şiirlerin çıkış kaynağının tasavvuf edebiyatı olabileceğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda yaşnamelerin insanın faniliğini, yaratıcının büyüklüğünü ortaya koyma amacı taşıdığı, bu perspektifte insana dünyevî yaşamında uyarıcı bir niteliğe sahip olduğu görülür. Yaşnamelerde insanın iki önemli geçiş dönemi olan doğum ve ölüm hadiselerine ayrıntılı olarak yer verilmektedir. Doğum dönemi, ana rahminden önce, ana rahmine düşme ve doğum ile doğum sonrası olmak üzere üç başlık altında incelenmiştir. Ana rahminden önce ilk ruhun, Hz. Âdem’in, varlıkların ve dünyanın yaratılışı gibi hususlar üzerinde durulmaktadır. Bunun nedeni doğacak insanın evveline, nereden ve nasıl geldiğine dair bir zemin hazırlamaktır. Ana rahmine düşme olayında bir katre meni ve ata belinden inmeden bahsedilmektedir. Burada doğuma kadar kırklı bölmeler halinde insanın yaşadığı gelişimler anlatılmaktadır. Azaların oluşması, anne karnında insana ruh verilmesi, dokuz ay, dokuz gün ve dokuz saatten oluşan doğum süreci ve anasır-ı erbaa en sık zikredilen hususlardır. Doğum sonrasında ise anne sütü içme, beşik içinde kundağa sarma, bebeğin yıkanması ve tuzlanması, ebenin göbeği kesmesi, bebeğin kırkının çıkması gibi ayrıntılar üzerinde durulmaktadır. İkinci geçiş dönemi olan ölüm hadisesi ölüm anı ve ölüm sonrası olmak üzere iki başlıkta incelenmiştir. Ölüm anı ile ilgili bölümde ölüm yaşı, insanın sevdikleri ve dünya ile bağının kopması, insanın bedensel olarak ölüm öncesinde yaşadığı değişimler vb. hususlar üzerinde durulmuştur. Ölüm yaşı olarak şiirlerin büyük bölümünde yüz yaş üzerinde durulmuştur. Ölüm anı ile ilgili kanın kuruması, elde asa olmasına rağmen dünyevî istekleri terk edememe, Azrail’i görünce şaşırma, eli boş gelip boş gitme, ailenin yüz çevirmesi, dünyadan elini eteğini çekme, Azrail’in çengeli çekmesi, bedenin titremesi, Azrail ile cenk etme, ağızda dişlerin kalmaması, kemiklerin zayıflaması, sabi çocuklara dönme gibi ayrıntılara yer verilmiştir. Ölüm sonrası ile ilgili kavim kardeşin toplanıp ağlaması, cenazenin yıkanıp kefenlenmesi, cenaze namazı kılma, kabre konulma, toprak olma, kefenlenme, kerpiç ve su hazırlama, tabuta koyma ve başında Kur’an okuma gibi hususlar üzerinde durulmuştur. Kimi örneklerde mezardan sonra kıyametin kopması, Sur’un üflenmesi, dirilme, mahşerde hesap verme, cennete vasıl olma veya cehenneme girme gibi olaylar da yaşnamelerin devamı niteliğinde anlatılmaktadır. Her iki geçiş dönemi farklı âşıklar ve şairler tarafından ortak kalıplar ve benzer ayrıntılarla anlatılmaktadır. Dolayısıyla yaşname türünün benzer kalıplarla oluşturulduğunu söylemek mümkündür. Kolektif bilincin etkisiyle oluşturulan yaşnamelerin, insanın insanlık ve varlık ile yokluk arasındaki macerasının anlatımı ile Türk toplumunun İslam dininin etkisi ile şekillenen hayat felsefesini yansıttığı söylenebilir. Kültürel ve dinî referansların kendisini hissettirdiği yaşnameler, Türk toplumunun insan denen varlık karşısındaki tavrını felsefî bağlamda ele alan bir özelliğe sahiptir. Kaynakça Arabacı, Zeynep; Yıldırım, Jülide Gülizar; Dündar, Bumin Nuri; Kadam, Zeynep (2016). “Bebeklerde Uygulanan Geleneksel Yöntemler”, Çocuk ve Medeniyet, C. 1, S. 1, s. 61-86. Çelebioğlu, Âmil (1985). “Türk Edebiyatında Yaşnâmeler”, Türklük Araştırmaları Dergisi, S. 1, 151286. Çobanoğlu, Özkul (2000). Âşık Tarzı Kültür Geleneği ve Destan Türü, Ankara: Akçağ Yayınları. 70 Cafer Özdemir - Ahmet Dağlı Ergin, Muharrem (2014). Dede Korkut Kitabı I, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Esen, Ahmet Şükrü (1999). Anadolu Destanları, (Haz. Pertev Naili Boratav, Fuat Özdemir), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Irmak, Yılmaz (2016). “Doğumdan Ölüme Bingöl Geçiş Dönemleri İnanç ve Uygulamaları”, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 6, S. 11, s. 113-132. Irmak, Yılmaz (2018). “Bingöl Halk İnançları ve Uygulamaları”, Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, S. 17, s. 191-222. Karasoy, Yakup (2009). “Âşık Ömer’in Bilinmeyen İki Yaşnamesi”, Millî Folklor, S. 82, s. 140-145. Kaya, Doğan (2004). Yaşnameler, Ankara: Akçağ Yayınları. Memmedova Kekeç, Elmira (2017). “Ahmet Yesevi’nin Yaşnamesinde ‘Bilge Kişi’ Arketipi”, Millî Folklor, S. 116, s. 101-111. Sakaoğlu, Saim (2004). Karacaoğlan, Ankara: Akçağ Yayınları. Saraç, Ömer (2020). “Halk Kültüründe Ne, Neden Değişir? (Doğum, Evlenme, Ölüm Âdetleri Örneğiyle”, Ahmet Yesevi Üniversitesi Türkoloji Dergisi, S.101, s. 73-88. Saraç, Ömer (2021). “Kağızmanlı Hıfzı’nın Şiirlerinde Hastalık ve Ölüm”, Kesit Akademi Dergisi, S. 29, s. 228-240. Sümbüllü, Yusuf Ziya (2011). “Höllük kavramı ve Uygulaması Üzerine Bazı Tespit ve Değerlendirmeler”, Turkish Studies, V. 6/1, s. 1801-1806. Şişman, Bekir (2001). “Samsun Yöresinde Geçiş Dönemleriyle (Doğum, Sünnet, Evlilik ve Ölümle) İlgili Yaşayan Halk İnançları ve Bunlara Ait Uygulamalar”, Erdem, C. 13, S. 39, s. 445-470. Şişman, Bekir (2015). “Dede Korkut Hikâyeleri’nde Ölüm Karşısında Oğuz’un Tavrı”, Dede Korkut Dergisi, C. 4, S. 8, s. 121-130. Ünalan, Özlem (2012). “Ali Cevat Yürekli ve Yaş Destanları”, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 5, S.1, s. 77-88. Yakıcı, Ali (1993). “Âşık Tarzı Türk Şiirinde Destan Türünün Tasnifi”, Millî Folklor, S. 19, s.19-22. Tan, Nail (2007). “Yaş Destanları ve Yunus Emre’nin Bir şiiri Üzerine”, Derlemeler/Makaleler 3, Ankara: BRC Basım, 189-194. Tavukçu, Orhan Kemal (2009). “Türk Edebiyatı’nda Ölüm Şiirlerinin Bazı Üslup Özellikleri”, Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, C. 2, S. 3, s. 59-73. İnternet Kaynakları: URL1: https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C3%82l-i%20%C4%B0mr%C3%A2n-suresi/478/185ayet-tefsiri. URL2: https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Lokm%C3%A2n-suresi/3494/25-29-ayet-tefsiri URL3: https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Kehf-suresi/2249/109-ayet-tefsiri 71