ÖNSÖZ
ÖNCE TV DİZİSİ SONRA KİTAP
Çağımızda gelişmişliğin bir ölçütü de halkın bilgi ve kültür düzeyidir.
İleri ülkelerde bu düzeyi yükseltmek amacıyla basın yayın organlarıyla
yayıncılığın el ele verdiğini görmekteyiz. Bilimsel konuları geniş yığınlara
tanıtma, sevdirme ve onları aydınlatmada başta TV olmak üzere, kitle
haberleşme araçları etkin bir rol oynamakta.
Bilimsel dizilerin amacına ulaşması için izlenen tamamlayıcı bir yol da,
dizi senaryolarının geliştirilerek kitap haline getirilmesidir. Çünkü TV
dizisinin program süresiyle sınırlı akışı içinde aktarılan yoğun bilginin
algılanması, derinlemesine kavranması güçlüğü sözkonusudur. İşte diziyle
birlikte oluşturulan kitaplar, anlaşılması dikkat isteyen konulara yeniden
eğilme olanağı vermektedir.
Bilimsel Sorunlar Dizimizin ilk kitabı olarak sunduğumuz, iktisadi
düşüncenin başlangıcından günümüze dek temel öğretilerini konu alan
Kuşku Çağı (The Age of Uncertainty) ile insanlığın evriminde önemli bir
aşamayı oluşturan uzayın keşfini konu alan Kozmos (Cosmos) adlı yapıtlar,
dünyanın en ünlü TV kurumlarınca gerçekleştirilen iki önemli dizisinin
kitaplarıdır. Olanaklarımız ölçüsünde ilginç görüntülerini vermeye
çalıştığımız, gösterildiği her ülkede halkın beğeni ve ilgisini toplayan bu
dizilere, Türkiye Televizyon Kurumunun da gereken ilgiyi göstereceğini
umuyoruz...
Halkımızın bilim kurgu ürünü film ve kitaplarla gidermeye çalıştığı,
evrenin ve yaşamın sırlarına duyduğu derin merakı büyük ölçüde giderecek
bilimsel bir yapıt Kozmos. Yazarı Carl Sagan, halk yığınlarının ilgisine ve
yararına sunulmayan bilimi, «mutlu bir azınlığın ayrıcalığı» olarak
tanımlamakta, araştırma ve buluşların halka maledilmesi yolunda özel bir
çaba göstermektedir.
Olağanüstü Bilimsel Başarı ve Bilimi Halka Ulaştırma» ödülünün sahibi
olan Carl Sagan, Kozmos’un yapısıyla yeryüzündeki yaşam arasındaki bağı
vurgulamak için kendini şöyle tanıtıyor :
BEN CARL SAGAN ADINDA...
...su, kalsiyum ve organik moleküllerin toplamıyım. Siz de öylesiniz,
yalnız adınız başka. Ama hepsi bu kadar mı?
Olabilir mi?..
Carl Sagan, Gezegen Araştırmaları Laboratuvarı başyöneticisi ve
Cornell Üniversitesi Uzay Bilimleri ve Astronomi Bölümü öğretim üyesidir.
Mariner, Viking ve Voyager uzay araçları yolculukları ve araştırmalarında
baş rolü oynamıştır. Uluslararası Astronomi Ödülünü kazanan bu ünlü
bilimadamı, «Amerikan Astronomi Derneği Gezegenler Bilimi Bölümü»,
«Bilimin İlerleyişi Derneği» ve «Amerikan Jeofizik Birliği» başkanıdır.
Dr. Sagan dört yüz bilimsel ve popüler makale yayınlamıştır. Yazarı
olduğu bir düzineden fazla kitabı vardır. Evrende Akıllı Yaşam (Intelligent
Life in the Universe), Kozmik ilişki (The Cosmic Connection), Cennetin
Canavarı (The Dragon of den), Dünyanın Fısıltıları (Murmurs of Earth)
bunlardan bazıları.
Carl Sagan için, yukarıda özetlenen bunca önemli ve onurlu görevi
yüklendiğini söylemek yeterli mi?.. Hepsi bu kadar mı?
Olabilir mi?..
1975'te «İnsanlığın Refah ve Huzuruna Büyük Katkıda Bulunmuş Kişi»
ve 1978'de Pulitzer Edebiyat ödüllerini alan Carl Sagan'ın tüm insanlığa
mesajı şu :
KOZMOS
UN
YOLCULUĞUDUR...
KEŞFİ,
KENDİ
KENDİMİZİ
KEŞİF
«Biz hem gökyüzünün, hem yeryüzünün çocuklarıyız. Bu gezegen
üzerindeki varlığımız süresince tehlikeli bir evrimsel yük sırtlamış
bulunuyoruz. Bu yük torbasının içinde saldırıya ve töreye yatkınlık, liderlere
baş eğme ve yabancılara düşmanca davranış gibi kalıtsal eğilimler yer alıyor.
Fakat aynı zamanda başkalarına karşı şefkat, çocuklarımıza karşı sevgi,
tarihten bir şeyler öğrenme ve giderek zekâ ve yeteneklerimize bir şeyler
katma eğilimlerine de sahibiz; bunlar da hayatta kalmamıza ve refahımızı
sürdürmeye yarayan etkenler... Yapımızdaki bu eğilimlerin hangileri üstün
gelecek bilmiyoruz...
Bizi Kozmos'un enginliklerinde kaçınamayacağımız bir hedef
beklemekte. Dünya dışı akıllı varlıkların bulunduğuna ilişkin henüz açık
belirtiler yok. Bu, bizimkine benzer uygarlıklar acaba hiç durmamacasına
kendi kendilerini yok mu ediyorlar, diye bir soru getiriyor aklımıza.
Yerküremize uzaydan baktığımızda, ulusal sınır diye bir şey göremiyoruz.
Uzaydan gezegenimizin incecik mavi bir hilâl, sonra da yıldızlar kenti
arasında bir ışık noktası olarak göründüğünü izleyince; etnik, dinsel ya da
ulusal şovenist davranışların sürdürülmesi akıl almaz bir duruma
dönüşüyor...
Hayatın hiçbir zaman başlama olanağı bulunmadığı dünyalar var.
Kozmik felaketlerin yakıp yıktığı dünyalar da var. Biz talihliyiz, hayattayız,
güçlüyüz. Uygarlığımızın ve türümüzün refahı elimizde olan bir şey. Eğer
yerküre adına bizler söz sahibi değilsek kim olabilir? Varlığımızı sürdürmede
karar veren bizler olamazsak kim olabilir?..» »
Dr. Turhan BOZKURT
SUNUŞ
Çağlar boyunca girişilecek sabırlı ve dikkatli çalışmalar, bugün için sır
perdesinin arkasında kalan birçok şeyi aydınlığa kavuşturacaktır. İnsan,
evrenin sırlarını araştırmak için yaşamının tümünü bile harcasa, yine de
böylesine engin bir sorun karşısında yeterli olamaz. Bu nedenle, bilgiler,
ancak çağlar aşıldıkça insanoğlunun önüne serilecektir. Bir zaman gelecek, o
günün insanları kendilerince bilinen şeylerin daha önceleri bilinmeyişine
şaşacaklar... Birçok buluşun ortaya çıkışı, bizlerin anısı çoktan silinip gittiği
dönemlere rastlayacaktır. Her çağın insanına, araştırılmak üzere sorular
gizlemesini beceremeyen bir evren, çekici olmaktan uzak, tekdüze bir yaşam
ortamı oluşturdu.
Seneca, Doğa Sorunları 7. Kitap, M.S. 1. yüzyıl Bugün bizler için
apaçık olan gerçekler, eski zamanlarda evrenin akıl sır ermeyen olguları
arasındaydı. Günlük yaşamdaki en basit bir olay bile evrenin sırlarıyla ilişkili
olarak yorumlanıyordu. Bu konuya bir örnek olarak, Asurların M.Ö. 1000
yıllarında, diş ağrısına neden olduğu sanılan bir kurt için düzdükleri bu
tılsımlı dizeleri gösterebiliriz. Bu dizeler evrenin başlangıcım araştırmakla
başlayıp, diş ağrısı için bir tedavi yöntemi salık vermekle son bulur.
Evren, Anu tarafından Yeryüzü, evren tarafından Akarsular, yeryüzü
tarafından Dereler, akarsular tarafından Bataklıklar, dereler tarafından Ve
küçük kurt, bataklıklar tarafından Yaratıldıktan sonra, Küçük kurt ağlaya
sızlaya Tanrı Şamaş’ın huzuruna vardı Yaşlı gözlerle dedi ki: «Bana
vereceğin besin ne ola?» .
«İncirle kayısı senin ola.»
«Bunlar ne ki benim için?
İncirle kayısı ha!
Bırak da hiç olmazsa
Dişle dişeti arasına sokulayım
Azı dişlerinin içine yerleşeyim.»
«Madem ki böyle dedin, ey küçük kurt, Kahretsin seni Toprak Ana O
kudretli eliyle...»
(Diş ağrısına karşı düzülmüş tılsımlı dizeler.) Tedavisi: Mayalanmış
arpa suyuna karıştırılmış yağ, bu dizeler üç kez yinelenerek ağrıyan dişin
üzerine sürülecek.
Atalarımız, içinde yaşadıkları dünyanın sırlarım öğrenmeye can attıkları
halde, bunun yöntemini keşfedememişlerdi. Anu’lar, Şamaş’lar gibi
tanrıların egemen güçler oluşturdukları küçücük, garip ve aciz bir dünya
varsayımıyla yaşıyorlardı. Böyle bir dünyada, insanoğlu önemli olmasına
önemli, ama başlıca rolü üstlenmekten uzak bir yaşam sürüyordu. Doğayla
insan sıkı bir bağlantı içindeydi. Diş ağrısının mayalanmış arpa suyuyla
tedavisi, en derin evrensel gizleri içeriyordu.
Günümüzdeyse evreni anlamamızı sağlayan seçkin, güçlü ve adı
«bilim» olan bir yöntem bulduk. Bilim bize, varlığı öylesine eskilere uzanan
ve öylesine engin bir evrenin gizlerini önümüze serdi ki, bunun karşısında
insanoğluna ilişkin sorunlar bile neredeyse önemini yitirdi. Böylece Kozmos,
günlük yaşamımızla ilgisi bulunmayan uzak, soyut bir kavram gibi göründü.
Ne var ki, bilim giderek evrenin insanı vecde boğan bir görkemi
bulunduğunu ve akim bu giz perdesini aralamaya yetebileceğini ortaya
koymakla kalmamış, insanoğlunun gerçekten evrenin bir parçası olduğunu,
ondan kaynaklanarak yine onda son bulduğunu göstermiştir. En temelinden
en önemsizine dek insana ilişkin tüm olguları, evrene ve onun kökenlerine
bağlayabiliriz. Bu kitap işte böyle bir kozmik perspektifin keşfini
amaçlamaktadır.
1976 yılının yazı ve sonbaharında, yaklaşık yüz kadar bilimadamı
arkadaşımla birlikte, Mars gezegeninin keşfine gönderilen Viking uzay aracı
projesinin hazırlanmasında görev aldım. İnsanlık tarihinde ilk kez başka bir
gezegenin yüzeyine iki uzay aracı indirmiştik. Kitabın Beşinci Bölümünde
ayrıntılı biçimde anlatılacağı üzere, aldığımız sonuçlar gerçekten göz
kamaştırıcıydı ve bunun tarihsel anlamı tüm açıklığıyla ortadaydı. Buna
karşın, dünya halkoyu bu büyük olaydan hemen hemen habersiz
bırakılıyordu. Basın bu konuya pek ilgi göstermedi, televizyonsa olayı adeta
görmezlikten geldi. Mars gezegeninde hayat olup olmadığı sorusuna kesin
bir yanıtın alınamayacağı anlaşılınca, halkın ilgisi daha da azaldı. Yanıtların
kesinkes olmayıp her iki yana da çekilebilmesine. hoşgörü gösterilmiyordu.
Mars gezegenindeki gök renginin, önceleri yanlış olarak bildirildiği gibi,
mavi değil de pembemsi bir sarı renkte olduğu belirlenince, bu konuda haber
toplayan muhabirlerin düş kırıklığıyla karşılaştık. Mars gezegeninin bu
bakımdan da üzerinde yaşadığımız yerküremize benzemesini arzuluyorlardı.
Bu gezegenin yerküremize az benzediği oranda halkoyunun ilgisinin
azalacağı kanısındaydılar. Oysa Mars yüzeyinin insanın heyecandan
soluğunu kesecek kadar ilginç görünümleri var.
Yaşamın, dünyamızın ve Kozmos’un oluşumunun sırrı, başka
gezegenlerde insanüstü akıllı canlıların bulunması olasılığı gibi birbiriyle
ilişkili birçok bilimsel sorunun yanıtlarını aramak üzere halkoyunun uzayın
keşfine çıkılmasına genellikle ilgi duyduğu inancındayım. Bu ilginin çok
güçlü iletişim aracı olan televizyon aracılığıyla harekete geçirilebileceğini
düşündüğümden, Viking Verileri Analizi ve Planlama Müdürü B. Gentry Lee
ile birlikte bir televizyon dizisi yapmayı kararlaştırdık. Astronomiyi konu
edinen bu televizyon dizisinde insan öğesinin geniş bir yer alması,
insanoğlunun aklına olduğu kadar yüreğine de hitap edilmesi gerekiyordu.
Çekimi üç yıl süren ve adı «Kozmos Projesi» olan bu dizinin hazırlanması
için yazarlar, rejisörler ve prodüktörlerle işbirliği yaptık. Kozmos dizisinin
140 milyon kişi tarafından televizyonda izleneceği hesaplandı. Bu hesaba
göre, yeryüzündeki insan nüfusunun ancak yüzde 3’ü bu diziye ilgi
gösterebilirdi. Ne var ki, bizler, dünyanın oluşumu ve yapısına ilişkin en
derin bilimsel sorunların, çok büyük bir çoğunluğun ilgisini ve öğrenme
açlığını kamçıladığı kanısındayız. Sıradan insanın sanıldığından çok daha
bilgi peşinde koştuğuna inanıyoruz. Çağımız, uygarlığın ve belki de insan
türünün geleceği açısından bir yol kavşağında bulunmaktadır. Sapacağımız
yol hangisi olursa olsun, alınyazımız kaçınılmaz bir biçimde bilime bağlıdır.
Varolmak, hayatta kalabilmek için bilim vazgeçilemeyecek kadar temel bir
gereksinimdir. Üstelik bilim, insanoğluna zevk verir; evrimin yasaları
öğrenmenin, anlamanın insanoğluna zevk vermesini sağlayacak biçimde
düzenlenmiştir. Çünkü hayatta kalabilmek daha çok öğrenebilenlerin,
anlayanların harcı olacaktır. Kozmos televizyon dizisiyle Kozmos adını
taşıyan bu kitabın, bilime ilişkin bazı düşüncelerin, yöntemlerin ve bilim
zevkinin iletilmesinde yararlı bir girişim olduğu inancındayız.
Kitapla televizyon dizisi el ele bir gelişim içinde oluştular. Aslında biri
ötekinin temelini oluşturdu. Ama yine de kitaplarla televizyon dizilerinin
birbirinden ayrı yaklaşımları ve özellikleri vardır. Kitabın en önemli
özelliklerinden biri, okura, anlaşılması dikkat isteyen konulara yeniden
eğilme fırsatı vermesidir. Televizyonda böyle bir fırsat henüz yeni
doğmaktadır videoteypler sayesinde. Bir yazarın kitapta bir konuyu
derinlemesine ve ayrıntılı olarak ele alması, televizyondaki elli sekiz dakika
ve otuz saniye gibi bir zaman giyotini korkusu bulunmadığından, daha
kolaydır. Televizyon dizisindeki bölümlerin kitabın bölümleriyle eş
konularda başlayıp bitirilmesine özen gösterilmiştir. Birinin verdiği zevki
ötekinin tamamlaması da mümkündür.
Kitapta bazı konular tarih sırasına göre ele alınmamıştır, örneğin,
Johannes Kepler’in anlatıldığı Üçüncü Bölümden çok sonraki Yedinci
Bölümde eski Yunan bilginlerinin düşünceleri ele almıyor, öyle sanıyorum
ki, Yunan bilginlerinin fikirlerine, hangi konuları gözden kaçırmış
olduklarını saptadıktan sonra eğilmek daha uygun olur.
Bilim, insanoğlunun yaşamındaki öteki çabalarından ayrı bir uğraş
olarak ele alınamayacağından, sosyal, siyasal, dini ve felsefi birçok soruna
bazen kuş bakışı bir göz atılarak, bazen de doğrudan içine girilerek yer
verildi. Bu nedenle, yeri geldiği ve gerektiğince, hem televizyon dizisinde,
hem kitapta sosyal sorunlara da değindim.
Bilimin temelinde düştüğü yanılgıyı düzeltme öğesi yatar. Yeni deney
sonuçları ve yeni düşünceler, sürekli olarak eskiden giz olan şeyleri
çözümlemektedir. Örneğin, Dokuzuncu Bölümde, adı «nötrin» olan
görülmesi zor zerreciklerden pek azının Güneş’ten kaynaklandığı sanılıyor
bugün. Bu konuyu açıklayıcı varsayım niteliğindeki görüşler sıralanacaktır
ileriki bölümlerde. Onuncu Bölümdeyse yerküremizden çok uzaklardaki
galaksilerin (gökadaları) geri çekilip büzülmelerini önlemeye yetecek kadar
maddenin evrende bulunup bulunmadığı; evrenin başlangıcının
saptanamayacak kadar eski olup olmadığı ve başlangıcı yoksa, yaratılmış da
olmayacağı gibi çok merak ettiğimiz konulara gireceğiz. Sözünü ettiğimiz ve
merak duyduğumuz bu her iki alana Calîfornia Üniversitesi profesörlerinden
Frederick Reines’in araştırmalarıyla ışık tutmaya başladığı söylenebilir.
Çünkü Profesör Reines aşağıda sıraladığımız bulgulara ulaştığı kanısındadır:
a) nötrinler üç ayrı durumda bulu nurlar ve bunlardan yalnızca bir türü
Güneş’i inceleyen nötrin teleskoplarıyla incele ne bilmektedir; b) nötrinler
ışıktaki durumun tersine bir kütleye sahiptirler; böylece uzaydaki nötrinlerin
tümünün çekim gücü, Kozmos’un sürekli genişlemesini Önleyen bir engel
oluşturabilir. İleride girişilecek deneyler, bu görüşlerin doğruluğunu ya da
yanlışlığını ortaya çıkaracaktır. Ne var ki, bu çabalar, birikim yoluyla bize
aktarılan bilgilerin sürekli ve tekrar tekrar elden geçirilip sınandığını
gösteriyor. Ve bilimsel araştırma serüveninin temeli de işte burada
yatmaktadır.
Ithaca ve Los Angeles Mayıs 1980
Bölüm I
KOZMİK OKYANUSUN KIYILARI
Yeryüzünün enginliğini zihnin kavrayabildi mi?
Işığın evrendeki adresini biliyor musun?
Peki, ya karanlığınkini..?
— Eski Kitaplardan
Mekân olarak evren, dört bir yanımı çevreleyip beni bir atom zerreciği
gibi yutuyor; ama ben zihinsel düşüncemle dünyayı kavrıyorum.
— Biaise Pascal, Düşünceler
Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı
anlaşılmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa
düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyütmektir.
— T. H. Huxley, 1887
KOZMOS. OLMUŞ VEYA OLAN YA DA OLACAK HER ŞEYDİR.
Kozmos «düzen içinde bir evren» anlamında kullanılan Yunanca bir
sözcüktür ve bir bakıma «karmaşa# anlamına gelen Kaos’un karşıtıdır.
Evreni oluşturan tüm canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle derinden
uyumlu bağlarının gizlerini içerir ve bu karmaşık ama gizemli bir incelikle
işlenmiş bağlara karşı hayranlık ifade eden bir sözcüktür.
Kozmos'u şöyle bir düşünmek bile garip bir heyecan verir. İnsanın sesini
soluğunu kesen, ensesinden aşağı ürperti veren, bir boşluğa düşüşün hayal
meyal anımsanışı gibi başdöndürücü bir duygudur bu. Çünkü tüm sırların en
büyüğünün karşısında olduğumuzun bilincindeyizdir.
Kozmos’un mekân ve zaman boyutları her insanın anlayış .sınırlan içine
girmez. Üzerinde barındığımız yerküre, başsız ve sonsuz bir enginlikte
kaybolmuş minicik bir gezegendir. Kozmik perspektifte, insanoğluna ilişkin
uğraşların çoğu anlamsız, hatta çocuksu görünür. Ama yine de insansoyu her
dem genç, her dem merak küpü ve her dem cesur, ayrıca çok da umut
vericidir. Son bir iki bin yıllık dönemde Kozmos konusunda çok şaşırtıcı ve
hiç beklenmedik buluşlara ulaştık. Bu buluşları düşünmek bile insanı
heyecanlandırıyor. Bütün bunlar, insanoğlunun evrim sonucu merak
duygusuna sahip olduğunu, öğrenmenin, anlamanın insana sevinç verdiğini
ve bilginin hayatta kalabilmenin önkoşulu olduğunu bir kez daha vurguluyor.
Şuna inanıyorum ki, geleceğimiz, bir toz zerreciği gibi içinde dolaştığımız
Kozmos’u ne denli iyi bileceğimize bağlıdır.
Bütün o buluşlarla keşifler, kuşku ve hayal gücünden hız alarak
gerçekleştirilmiştir. Hayal gücü bizleri çoğu zaman bilinmedik diyarlara
götürür ve o olmadan hiçbir yere ulaşamayız. Kuşku da bize, düş ürünüyle
gerçek arasındaki farkı bulmamızı ve varsayımlarımızı sınamamızı sağlayan
yolu açar. Kozmos’un zenginlikleri sınırsızdır. Her çarkı ayrı bir hayranlık
doğuran bu makinenin olağanüstü güzellikteki parçaları ve bu parçalar
arasındaki büyüleyici bağlantı, sözünü ettiğimiz sınırsız zenginliğin
kaynağıdır.
Yerküremizin yüzeyi, kozmik okyanusun kıyısını oluşturur.
Bilgilerimizin çoğunu bu kıyılarda edindik. Son zamanlarda denize birazcık
açıldık... Şöyle ayak parmaklarımızı ıslatacak kadar... ya da en çok ayak
bileğimize kadar diyelim. Bu suların çağrısını yadsıyamayız, çünkü
benliğimizde oradan geldiğimizi kavrayan bir yan var. Oranın çağrısını ta
içimizde hissediyoruz ve bu duygumuz, hangi tanrı kızarsa kızsın, yine de
kutsaldır.
Dünyamızda uzunluk ölçüsü olarak kullandığımız metre ya da kilometre
gibi ölçüler, Kozmos’un boyutları için geçerli değildir. Kozmos öylesine
büyüktür ki, kilometreler anlamsız kalır. Kozmos’ta ölçü olarak ışık hızını
kullanırız. Işık, saniyede 300.000 kilometre hızla ilerler. Başka bir deyişle,
yerküremizin çevresini saniyede yedi kez dolanmış olur. Işık sekiz dakikada
Güneş’ten dünyamıza ulaşır. Böylece yerküremizin Güneş’ten sekiz ışık
dakikası uzaklıkta bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir yılda ışık uzayda on
trilyon kilometre kateder. Işığın bir yılda aldığı mesafeye ışık yılı adı verilir.
Işık yılıyla zaman değil, uzaklık ölçülür.
Yerküremiz Kozmos’ta biricik yer değildir kuşkusuz. Hatta tipik bir yer
bile sayılmaz. Aslında Kozmos'ta hiçbir gezegen ya da yıldız veya galaksi
tipik olamaz, çünkü Kozmos'un çoğu boştur. Kozmos’un tipik özelliği engin,
soğuk, her yeri kaplayan boşluklar arasındaki sonsuz uzay gecesidir.
Galaksilerarası bu sonsuz uzay gecesi öylesine garip ve ıssızdır ki, bunun
karşıtı olarak gezegenler, yıldızlar ve galaksiler iç açıcı bir güzellik
yaratırlar. Ama bunlar çok azdır. Ola ki. Kozmos’ta bulunsak, bir gezegene
rastlama olasılığımız on milyar trilyonun trilyonunda (33 sıfırlı) birdir (1).
Günlük yaşamımızda böyle bir sayı için zorlama sayı denir. Bu da evrende
dünyaların ne denli değerli olduğunu ortaya koymaktadır.
Galaksilerarası uygun bir noktadan bakabilsek, uzay dalgaları üzerine
yayılmış köpük gibi hafif ışıltılı şekiller görürüz. Bunlar galaksilerdir;
bacıları tek başına, bazıları küme halinde engin kozmik karanlıkta kayarak
dolaşırlar. Evet, işte karşımızda, bildiğimiz kadarıyla, en geniş boyutlardaki
bir Kozmos... Yerküremizden sekiz milyar ışık yılı uzakta bulutsu yıldızlar
(nebulalar) yöresindeyiz. Bilgilerimiz, burasının bilinen evrenin uç bölümüne
yan uzaklıkta olduğunu söylüyor.
Bir galaksi gazdan, tozdan, yıldızlardan oluşur, milyarlar ve milyarlarca
yıldızdan. Birileri için güneş işlevi görüyor olabilir bu yıldızlar. Bir galakside
yıldızlar ve dünyalar vardır. Belki de canlı varlıklar, akıllı canlılar ve uzaya
yayılmış uygarlıklar da bulunmaktadır. Fakat uzaktan bir galaksi bana güzel
bir eşya koleksiyonunu anımsatıyor, deniz kabukları ya da mercanlar gibi.
Ölçülemeyecek kadar uzun zaman dilimleri içinde doğanın kozmik
okyanustaki girişimlerinin ürünleridir bunlar.
Yüz milyar kadar galaksi, her birinde de ortalama olarak yüz milyar
yıldız var. Bütün galaksilerde, yıldız kadar gezegen de bulunması olasılığı
sözkonusu. Böylesine akıl almaz sayılar karşısında, neden tek bir yıldız, yani
Güneş insanların yaşadığı bir gezegene yaşara veriyor olsun da, başka
olasılıklar bulunmasın? Niçin Kozmos’un ücra bir köşesinde yaşama
mutluluğuna yalnızca bizler ermiş olalım? Kanımca, evrende hayat kaynıyor
olması çok daha güçlü bir olasılıktır. Ama biz insanlar bunu henüz
bilemiyoruz. Keşiflerimiz daha yeni başlamıştır. Sekiz milyar ışık yılı
uzaklıktan bakıldığında, Samanyolu’nun içinde bulunduğu kümeyi bile zor
bulabiliriz, değil ki, Güneş’i ya da yerküremizi... Üzerinde insan
yaşadığından emin bulunduğumuz tek gezegen, kayalar ve madenlerden
oluşmuş minnacık bir küredir: Dünyamız. Güneş ışığının yansımasıyla
hafiften parlayan bu yerküre uzayda kayıp bir cisim gibidir.
Şimdi dünyamızdan yola çıkarak başlayacağımız yolculuk,
yeryüzündeki astronomi bilginlerinin «Bölgesel Galaksiler Kümesi» adını
verdikleri yöreye götürecek bizi. Burası iki milyon ışık yılı ötemizdedir ve
yaklaşık yirmi ana galaksiden oluşur. Özel ya da ilginç bir görünümü
olmayan, dağınık, karanlık bir kümedir bu. Bu galaksilerden biri,
yeryüzünden görülen Andromeda galaksisindeki M31’dir. öbür galaksiler
gibi bu da yıldızlardan, gazdan ve tozdan oluşmuş kocaman bir fırıldaktır;
çekim gücüyle kendisine bağlı olan iki uydusu bulunur.
M31’in ötesinde bir benzer galaksi daha vardır. Bu, sarmal kolları
yavaştan her 250 milyon yılda bir dönen kendi galaksimizdir. Yuvamız olan
yerkürenin kırk bin ışık yılı uzağındaysa Samanyolu’nun merkezine varmış
oluruz. Buradan yine yerküremizi bulmak istersek, galaksinin kıyılarına
doğru rotamızı değiştirerek sarmalın uzak kolu dolayında karanlık bir
bölgeye girmeliyiz.
Sarmal kollar arasında bulunduğumuz anda bile, genellikle
edineceğimiz izlenim, yanımızdan yıldız nehirlerinin akıp gitmesi olacaktır.
Kendiliklerinden pek güzel aydınlanmış olarak kayıp giden bu yıldızlardan,
sabun köpüğü görünümünde olmasına karşın, içine 10.000 Güneş ya da bir
trilyon yerküre sığacak büyüklükte olanları vardır. Buna karşılık, bazıları da
ufak bir büyüklüğündedir.
Bazı yıldızlar, örneğin, Güneş tek başınadır. Diğerleriyse, ki çoğu
öyledir, kalabalık grup halindedirler. Genellikle sistemler çifttir ve iki yıldız
birbirinin yörüngesinde dolaşır. Bu yıldız kümelerin içinde, üçlü sistemden
tutun da, birkaç düzine ya da binlerce yıldızın yer aldığı gruplar vardır.
Yıldızların çok sık kümeler oluşturduğu bölgeleri milyonlarca güneş
aydınlatır. Bazı çift yıldızlar, birbirlerinin öylesine yakınından gelip geçerler
ki, aralarında kalan mesafe toza boğulur. Çoğunun birbirinden uzaklığı
Jüpiter’in Güneş’ten uzaklığına eşittir. Bazı genç yıldızlar (süpernovalar)
bağlı bulundukları galaksinin tümü kadar parlaktır; «kara delikler» dediğimiz
ötekilerse birkaç kilometre uzaktan bile görülemezler. Bazıları sürekli
parıltılıdır, bazıları henüz karar verememiş gibi yanıp söner ya da şaşmaz
aralıklarla göz kırpıştırırcasına parıldar. Kimisi çok edalı biçimde döner
durur; kimisi de öylesine çılgınca dönerler ki, kutupları yamyassı olmuş gibi
görünür. Yıldızların çoğu gözle görülebilir ve kızılötesi ışık çıkarırlar;
bazıları aynı zamanda parlak X ışınları ya da radyo dalgaları kaynağıdırlar.
Mavi yıldızlar genç ve kızgındırlar; sarı yıldızlar orta yaşlıdırlar ve çoğu bu
sınıfa girer; kırmızı yıldızların çoğuysa yaşlı ve ölgündürler; küçük beyaz ya
da siyah yıldızlar da ölümün eşiğindedirler.
Samanyolu’nda karmaşık ama uyumlu biçimde dolaşan her türden 400
milyar yıldız yer alır. Gezegenimizdeki insanların bütün bu yıldızlar arasında
yakından bilebildikleri yalnızca bir tanedir.
Her yıldız sistemi, uzayda ötekilerden nice ışık yılı uzaklığında ayrı
düşmüş birer adacıktır. Kendi gezegenleriyle kendi güneşlerinden başka bir
şeyin varlığından habersiz, yalnızca bunlara ait bilgiler edinmeye çalışanları
gözümün önüne getiriyorum bazen. Ne kadar ayrı ve yalnız bir adacık
oluşturuyoruz. Kozmos’u düşünebilme konusunda aklımız çok yavaş
çalışıyor.
Yıldızlardan bazıları, evrimlerinin erken bir döneminde donmuş
milyonlarca cansız ve taşlaşmış dünyacıklarla, gezegen, sistemleriyle çevrili
olabilirler. Belki de yıldızların çoğunun bizimkine benzer bir gezegen sistemi
vardır. Bunların dış sınır çizgisinde, gazların büyük halkalar oluşturduğu
gezegenler ve buzlu aylar, merkeze yakın bölümünde de küçük, sıcak,
mavimsi beyazlıkta bulutlarla kaplı dünyalar bulunabilir. Bunların
bazılarında, insana benzer akıllı yaratıklar gelişip gezegenlerinin yüzeyini
büyük yapılarla kaplamış olabilirler. Onlar bizlerin
Kozmos’taki kardeşleridir. Bizlerden değişik yapıya mı sahiptirler?
Şekilleri nasıldır? Biyokimyasal, nörobiyolojik yapılan nedir? Tarihleri,
politikaları, bilimleri, sanatları, müzikleri, dinleri, felsefeleri nedir? Günün
birinde belki bunları bilebileceğiz.
Şimdi hemen arkamızdaki avluya, yani yerküremizden bir ışık yılı
uzakta bulunan bölgeye geldik. Güneş’imizi buz, kaya ve organik
moleküllerden oluşmuş buz yumakları yığını çevreler. Bu kocaman buz
yumakları yığını bir küre biçimindedir, işte bunlar kuyruklu yıldızların
kaynaklandığı çekirdeklerdir. İkide bir geçen bir yıldız çekim gücü
aracılığıyla bunlardan birini hafifçe iç güneş sistemine doğru iter. Burada
Güneş’in ısıtmasıyla buz buharlaşır ve güzel görünüşlü bir kuyruklu yıldız
(kornet) kuyruğu oluşur.
İşte, sistemimizin gezegenlerine, Güneş’in tutuklulan olan büyükçe
dünyalara yaklaşıyoruz. Bunlar çekim gücü nedeniyle hemen hemen dairesel
diyebileceğimiz yörüngeler çizerler ve Güneş tarafından ısıtılırlar. Bunlardan
Platon metanlı buzla örtülüdür ve eşliğinde kocaman Charon Ay’ı vardır.
Çok uzağında kaldığı Güneş’in aydınlattığı Platon gezegeni, simsiyah
göklerde küçücük bir ışık noktası gibidir. Gaz dolu dev dünyalar olan
Neptün, Uranüs, Satürn ve Jüpiter’i çevreleyen buzlu Ay’lar vardır. Bunlar
arasında Satürn, güneş sisteminin elmas parçasıdır. Gazlı gezegenlerle
bunların yörüngelerinde dolaşan aysberglerin oluşturduğu bölgenin içerleri iç
güneş sistemi yöresini oluşturur. Burada, örneğin, kıpkırmızı Mars gezegeni
vardır. Yükselen volkanların, kocaman vadi yarıklarının, gezegeni baştan
başa kasıp kavuran kum fırtınalarının saptandığı bu gezegende basit hayat
şekilleri de bulunabilir. Bütün gezegenler Güneş’in yörüngesinde dolanırlar.
Bize en yakın olan bu yıldız, hidrojen ve helyum ateşinde termonükleer
tepkilerle tüm sisteme ışık yağdırır.
Sonunda, Kozmos’u keşif serüvenimizin son durağındaki küçücük,
«Dikkat kırılacak eşya» denecek çelimsizlikte, mavi beyaz renkli dünyamıza
dönüyoruz. Kendilerini dev aynasında görenlerin bile, bu engin kozmik
okyanusta âdeta kaybolmuş bir noktacık gibi durduğunu çaresiz
kabullendikleri yerküremize demek istiyorum. Çok sayıda dünyalar arasında
yalnızca bir tanesidir üzerinde yaşadığımız yerküre. Ve yalnızca bizim için
bir anlam taşıyor olabilir. Yerküre bizim yuvamız, bize yaşam veren
kaynaktır. Yaşadığımız hayat biçimi burada gelişmiştir. İnsan türünün burada
doğuşu çok eski zamanlara dayanır. Bu yerküre üzerindedir ki, Kozmos’u
keşif isteklerimiz kabarmış, biraz zahmetlice ama hiçbir garantisi olmadan
kaderimizi belirlemeye çalışmışızdır.
Dünya adını verdiğimiz gezegene hoşgeldiniz... Mavi renk nitrojenli
göğünde, su okyanuslarında, serin ormanlarında ve meralarında cıvıl cıvıl
hayat kaynadığı kesin olan yerküremize hoşgeldiniz. Kozmik perspektifte,
daha önce de belirttiğimiz gibi güzel ve enderdir bu gezegen. Hatta şimdilik
tektir diyebiliriz. Uzayda ve zaman içinde yaptığımız yolculukta, Kozmos
maddesinin kesinlikle canlıya dönüştüğü yer olarak şimdilik yalnızca
Dünya’mızı gösterebiliriz. Böylesi dünyalar uzayda serpiştirilmiş olarak
herhalde vardır. O dünyalar için yapacağımız araştırmaları, bir milyon yıl
boyunca türümüzün erkek ve kadınlarının çabalarıyla oluşturduğu bilgi
birikimine dayanarak dünyamızda başlatacağız. Zekâ pırıltısı saçan
insanların bilgi peşinde koştukları ve bilimsel araştırmalara değer verilen bir
dönemde dünyaya gelme mutluluğuna sahip insanlardanız. Yapı harcı
yıldızdan olan ve Dünya adını verdiğimiz bir yerkürede yaşayan bizler, şimdi
de yuvamızın derinliklerine doğru keşif yolculuğuna çıkıyoruz.
Yerküremizin küçük bir dünya olduğunun anlaşılması, birçok önemli
keşfin yapıldığı Ortadoğu’da aydınlığa kavuşmuştur. Bu keşif Milattan Önce
üçüncü yüzyıl olarak belirlenen bir zamanda, o dönemin en büyük metropolü
sayılan Mısır’ın İskenderiye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri
yaşıyordu. Çağdaşları arasından kıskanç biri, ona «Beta» lakabını takmış.
Beta, Yunan alfabesinin ikinci harfidir. Eratostenes dünyada her konuda
birinci değil de, birinciden bir geride kaldığı için ona bu lakabı vermiş. Oysa
Erastostenes her işte Alia'ymış, birinciymiş. Astronomi bilgini, filozof, ozan,
tiyatro eleştirmeni ve matematikçi. Yazdığı kitaplar arasında Astronomi
Üzerine diye bir kitap bulunduğu gibi, Acı Çekmekten Kurtuluş Yolu adlı bir
kitabı da bulunuyor. Aynı zamanda İskenderiye Kent Kitaplığının da
yöneticisiydi. Bir gün oradaki papirüs üzerine yazılı kitaplardan birini
okurken, Nil nehri çayları dolaylarındaki Syene adlı güney sınır karakolu
yakınlarında yere dikilen sopaların 21 Haziran günü gölge yapmadıklarına
ilişkin bir yazıya rastladı. Yaz günlerinin en uzun olduğu gün dönümünde,
saat öğlene yaklaştıkça, tapınak sütunlarının gölge boylan da kısalıyordu.
Tam öğlen vaktiyse, gölge diye bir şey kalmıyordu. O anda Güneş’in derin
bir kuyunun dibindeki suya yansıdığı görülebilirdi. Güneş o anda tam
tepedeydi.
Bu gözlem, başka biri tarafından kolaylıkla ihmale uğrayabilirdi.
Sopalar, gölgeler, kuyudaki ışık yansımaları, Güneş’in konumu... Bu günlük
olguların ne önemi olabilirdi? Ne var ki, Eratostenes bir bilgindi ve günlük
olağan olgular üzerinde durması dünya hakkındaki görüşleri değiştirdi. Bir
bakıma, dünyayı yeniden biçimlendirdi. Eratostenes deneye yönelik bir zihin
yapışma sahip olduğundan, bu kez İskenderiye’de toprağa dikilen sopaların
21 Haziran günleri Öğlene doğru gölge yapıp yapmadıklarını gözlemledi. Ve
gölge yaptıklarını gördü.
Eratostenes kendi kendine şu soruyu sordu: Nasıl oluyor da aynı günün
aynı anında Syene’de dikilen bir sopa gölge yapmıyordu da, bir hayli
kuzeydeki İskenderiye’de sopaların gölgesi oluyordu? Eski Mısır’ın bir
haritasını gözönüne getirin ve haritaya aynı uzunlukta iki sopa dikildiğini
düşünün. Bunlardan biri İskenderiye, öbürü de Syene bölgesi üzerinde olsun.
Ve günün belirli bir anında her iki sopa da güneşte hiç gölge yapmıyordu
diyelim. Bundan yeryüzünün düz olduğu sonucu çıkardı. O takdirde, her iki
bölgede de güneş tam tepede olurdu. Eğer iki sopa eşit boyutlarda gölge
yapsaydı, o takdirde yassı bir yeryüzündekilerin bile, bu engin kozmik
okyanusta âdeta kaybolmuş bir noktacık gibi durduğunu çaresiz
kabullendikleri yerküremize demek istiyorum. Çok sayıda dünyalar arasında
yalnızca bir tanesidir üzerinde yaşadığımız yerküre. Ve yalnızca bizim için
bir anlam taşıyor olabilir. Yerküre bizim yuvamız, bize yaşam veren
kaynaktır. Yaşadığımız hayat biçimi burada gelişmiştir. İnsan türünün burada
doğuşu çok eski zamanlara dayanır. Bu yerküre üzerindedir ki, Kozmos’u
keşif isteklerimiz kabarmış, biraz zahmetlice ama hiçbir garantisi olmadan
kaderimizi belirlemeye çalışmışızdır.
Dünya adını verdiğimiz gezegene hoşgeldiniz... Mavi renk nitrojenli
göğünde, su okyanuslarında, serin ormanlarında ve meralarında cıvıl cıvıl
hayat kaynadığı kesin olan yerküremize hoşgeldiniz. Kozmik perspektifte,
daha önce de belirttiğimiz gibi, güzel ve enderdir bu gezegen. Hatta şimdilik
tektir diyebiliriz. Uzayda ve zaman içinde yaptığımız yolculukta, Kozmos
maddesinin kesinlikle canlıya dönüştüğü yer olarak şimdilik yalnızca
Dünya’mızı gösterebiliriz. Böylesi dünyalar uzayda serpiştirilmiş olarak
herhalde vardır. O dünyalar için yapacağımız araştırmaları, bir milyon yıl
boyunca türümüzün erkek ve kadınlarının çabalarıyla oluşturduğu bilgi
birikimine dayanarak dünyamızda başlatacağız. Zekâ pırıltısı saçan
insanların bilgi peşinde koştukları ve bilimsel araştırmalara değer verilen bir
dönemde dünyaya gelme mutluluğuna sahip insanlardanız. Yapı harcı
yıldızdan olan ve Dünya adını verdiğimiz bir yerkürede yaşayan bizler, şimdi
de yuvamızın derinliklerine doğru keşif yolculuğuna çıkıyoruz.
Yerküremizin küçük bir dünya olduğunun anlaşılması, birçok önemli
keşfin yapıldığı Ortadoğu’da aydınlığa kavuşmuştur. Bu keşif Milattan Önce
üçüncü yüzyıl olarak belirlenen bir zamanda, o dönemin en büyük metropolü
sayılan Mısır’ın İskenderiye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri
yaşıyordu. Çağdaşları arasından kıskanç biri, ona «Beta» lakabını takmış.
Beta, Yunan alfabesinin ikinci harfidir. Eratostenes dünyada her konuda
birinci değil de, birinciden bir geride kaldığı için ona bu lakabı vermiş. Oysa
Erastostenes her işte Alfaymış, birinciymiş. Astronomi bilgini, filozof, ozan,
tiyatro eleştirmeni ve matematikçi. Yazdığı kitaplar arasında Astronomi
Üzerine diye bir kitap bulunduğu gibi, Acı Çekmekten Kurtuluş Yolu adlı bir
kitabı da bulunuyor. Aynı zamanda İskenderiye Kent Kitaplığının da
yöneticisiydi. Bir gün oradaki papirüs üzerine yazılı kitaplardan birini
okurken, Nil nehri çavlanı dolaylarındaki Syene adlı güney sınır karakolu
yakınlarında yere dikilen sopaların 21 Haziran günü gölge yapmadıklarına
ilişkin bir yazıya rastladı. Yaz günlerinin en uzun olduğu gündönümünde,
saat öğlene yaklaştıkça, tapmak sütunlarının gölge boyları da kısalıyordu.
Tam öğlen vaktiyse, gölge diye bir şey kalmıyordu. O anda Güneş’in derin
bir kuyunun dibindeki suya yansıdığı görülebilirdi. Güneş o anda tam
tepedeydi.
Bu gözlem, başka biri tarafından kolaylıkla ihmale uğrayabilirdi.
Sopalar, gölgeler, kuyudaki ışık yansımaları, Güneş'in konumu... Bu günlük
olguların ne önemi olabilirdi? Ne var ki, Eratostenes bir bilgindi ve günlük
olağan olgular üzerinde durması dünya hakkındaki görüşleri değiştirdi. Bir
bakıma, dünyayı yeniden biçimlendirdi. Eratostenes deneye yönelik bir zihin
yapısına sahip olduğundan, bu kez İskenderiye’de toprağa dikilen sopaların
21 Haziran günleri öğlene doğru ne yapıp yapmadıklarını gözlemledi. Ve
gölge yaptıklarını gördü.
Eratostenes kendi kendine şu soruyu sordu : Nasıl oluyor eh aynı günün
aynı anında Syene’de dikilen bir sopa gölge vermiyordu da, bir hayli
kuzeydeki İskenderiye'de sopaların gölgesi yere düşüyordu? Eski Mısır’ın bir
haritasını gözönüne getirin ve karşı karşıya aynı uzunlukta iki sopa
dikildiğini düşünün. Bunların biri İskenderiye, öbürü de Syene bölgesi
üzerinde olsun. Ve yerin belirli bir anında her iki sopa da güneşte hiç gölge
yapmıyordu diyelim. Bundan yeryüzünün düz olduğu sonucu çıkardı. O
takdirde, her iki bölgede de güneş tam tepede olurdu. Eğer iki sopa eşit
boyutlarda gölge yapsaydı, o takdirde yassı bir yeryüzünde bunun da şu
anlamı olurdu : Güneş ışınları iki sopaya aynı eğim açısıyla düşüyordu. Oysa
aynı anda Syene’de hiç gölge yokken, İskenderiye'de oldukça önemli
sayılacak boyutta gölge vardı. Bu durumda yeryüzünün yuvarlak olduğu
yanıtından başka bir çözüm yolu bulunmadığı açıktı. Eratostenes bununla da
kalmadı. İki bölge arasındaki mesafe uzayıp yeryüzünün eğimi genişledikçe,
gölge boyutları arasındaki farkın da büyük olduğunu saptandı. İki bölgede
saptanan gölge boyları arasındaki farka daya: ¡¡arak, İskenderiye ile Syene
arasındaki mesafenin yedi derecelik olması gerekirdi. Şöyle ki: İki ayrı
bölgede yere saplanan sopalar yeryüzünün derinliklerine doğru itilebilse,
birbiriyle kesiştikleri noktada yedi derecelik bir açı oluşurdu. Yedi derede,
yerkürenin üç yüz altmış derecelik çevresinin yaklaşık ellide birine eşittir.
Eratostenes İskenderiye ile Syene arasındaki mesafenin 800 kilometre
olduğunu, bu mesafeyi parayla tuttuğu bir adamı yaya olarak göndererek
ölçtürdü. Sekiz yüz kilometre elliyle çarpılırsa 40.000 kilometre çıkar. Bu da
yerküremizin çevre ölçüsüdür.
Eratosfenes doğru yanıtı bulmuştu. Onun kullandığı araç gereç yalnızca
sopalardı. Bir de gözleri, ayakları ve beyni. Buna deney merakını da eklemek
gerek. Sözünü ettiğimiz biçimde, Eratostenes yerküremizin çevre ölçüsünü
yüzde bir, ikilik bir hata payıyla bulabilmişti. Bunu 2.200 yıl önce bulduğuna
göre, yaptığı hata çok büyük sayılmaz. Üzerinde yaşadığımız gezegenin
çevre ölçüsünü sağlam bir temele dayanarak tam olarak ölçebilen ilk
insandır.
O dönemde Akdeniz denizciliğin geliştiği bir bölge, İskenderiye'de
gezegenimizin en büyük limanıydı. Yeryüzünün mütevazı çaplı bir küre
olduğu bilinince, keşif yolculuklarına çıkmak insan aklını kurcalamaya
başlamaz mıydı? Hatta yerküre çevresinde bir deniz yolculuğuna çıkmak
ilginç olmaz mıydı? Eratostenes’ten dört yüz yıl önce, Mısır Firavunu
Necho’nun emrinde çalışan bir Finike filosu Afrika kıtasının çevresini
dolaşmıştı. Büyük bir olasılıkla küçük teknelerden oluşan bu yelkenli kayık
filosu, Kızıldeniz’den hareket edip, Afrika’nın doğu kıyılarını izleyerek
Atlantik Okyanusuna açılmış ve Akdeniz’den geri gelmişti. Bu destansı
yolculuk üç yıl sürmüştü. Günümüzde Voyager uzay aracının yeryüzünden
Satürn’e gidişine eş bir süredir.
Eratostenes’in bu keşfinden sonra cesur ve serüvenci denizciler birçok
uzun deniz seferine çıktılar. Tekneleri küçücük ve donanımları ilkeldi. Kaba
pergel hesaplan yaparlar, kıyı kıyı giderek oldukça uzun mesafeler alırlardı.
Geceleri göz kırpmamacasına gözledikleri yıldızların ufuğa göre aldıkları
durumlarına bakarak bilmedikleri okyanusların ortasında enlemleri
saptayabiliyorlardı. Fakat boylamları hesaplayamıyorlardı. Varlığı
belirlenmiş yıldız grupları, henüz keşfedilmemiş okyanusların ortasında
herhalde güven verici oluyordu. Yıldızlar, keşifler için yola çıkan insanlara
dostturlar. O çağlarda deniz adamlarının dostlarıydılar. Şimdi de uzay
adamlarının Eratostenes’ten sonra da belki deneyenler olmuştu, fakat
yerküreyi çepeçevre denizden dolanarak keşfeden Macellan’a kadar bu işi
başaran başka biri çıkmadı. İskenderiye’li bilginin yaptığı hesaba dayanarak
hayatlarını tehlikeye atıp dünyayı keşfe çıkan nice denizci için kim bilir ne
serüven öyküleri düzülmüştür?
Eratostenes’in zamanında, yeryüzünün çimdi uzayda:: görülen
şekillerinin benzeri küreler yapılırdı. Bu kürelerin, karış karış keşfine çıkılan
Akdeniz bölgesi dışındaki yerlerinde yanlışlıklar göze çarpıyor. İyice bilinen
bu bölgeden uzaklaşıldıkça hata payı büyümekte. Bugün Kozmos’a ilişkin
bilgilerimizde aynı tatsız ama kaçınılmaz sonuçla karşılaşıyoruz. Birinci
yüzyılda İskenderiyeli coğrafya bilgini Strabo şunları yazmıştı:
Yeryüzünü deniz yoluyla dolanma girişiminde bulunup ela geri dönenler
arasında yolculuğu engelleyen bir kıtanın karşılarına çıkmasından ötürü geri
döndüklerini söyleyen yoktur. Önlerinde denizin açık olduğunu, yolculuğa
imkân verdiğini ama kararsızlık ya da ikmal olanaksızlığı nedeniyle yola
devam etmediklerini söylüyorlar... Eratostenes Atlas Okyanusunu büyüklüğü
nedeniyle aşmak zor olmasa, İberya’dan Hindistan’a geçebileceğimizi
belirtiyor... Ilıman bölgede insanların yaşadığı birkaç yere rastlayabiliriz...
Ve eğer dünyanın öteki yörelerinde insanlar yaşıyorsa, bunların bölgemizin
insanlarına benzememeleri gerekir. Bu nedenle de oralara dünyanın başka
yöreleri gözüyle bakmalıyız.
Böylece insanlar, ilgi duydukları hemen her konuya yönelik olarak,
başka dünyaların serüvenlerine atılmaya başlıyorlardı.
Yerkürenin bundan sonraki bölgelerinin keşfi tüm dünyalıların toptan
çabası sonucu olmuştur. Bu çabalar arasında Çin’e ve Polinezya’ya yapılan
yolculuklar da vardı. Bunlar, Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfiyle
kuşkusuz doruk noktasına ulaştı. Daha sor.rakı yüzyıllarda başarılan keşifler
de yeryüzünün coğrafi keşfini tamamladı. Kristof Kolomb’un ilk yolculuğu
kelimenin tam anlamıyla Eratostenes’in hesapları sayesinde gerçekleşmiştir.
Kristof Kolomb «Hindistan’lar Serüveni» adını verdiği Afrika kıyılarını
gıdım gıdım izleyip doğuya doğru yelken açarak değil de, batıdaki meçhul
okyanusa cesaretle açılmak suretiyle Japonya’ya, Çin’e ve Hindistan’a
ulaşmayı öngören tasarımının coşkusuyla yanıp tutuşuyordu. Eratostenes de
bu yolculuk için bilimsel diyebileceğimiz bir bilgiye dayanarak «Iberya’dan
Hindistan’a geçiş» deyimini kullanmıştı.
Kristof Kolomb haritalarla epey haşırneşir olan ve bunları kullanarak
denizlerde bir hayli dolaşan biriydi. Ayrıca Eratostenes, Strabo ve Batlamyus
gibi eski coğrafyacılar tarafından yazılan kitapları okurdu. Bu coğrafyacılara
ilişkin olarak yazılan kitaplarla da ilgilenirdi. Fakat «Hindistan’lar
Serüveni»nin gerçekleştirilebilmesi için teknelerle mürettebatın bu uzun
yolculuğa dayanabilmesi, yerkürenin Eratostenes’in tahmin ettiğinden daha
küçük olmasıyla mümkün olur ancak, diye düşündü. Bu nedenle Kristof
Kolomb yolculuğunun hesaplarında hile yaptı. Nitekim daha sonraki
tarihlerde Salamanka Üniversitesinin yetkili fakültesi bu projeyi
incelediğinde, Kristof Kolomb’un yanlış verilere dayanarak hareket ettiğini
ortaya koymuştur. Kristof Kolomb yerküre çevresini en küçük ve Asya’yı
doğuya doğru genişlemiş gösteren haritalar kullanmaya özen gösterdikten
başka, bunları da keşif ihtirasına denk düşecek biçimde abartmıştı. Eğer yolu
üzerinde Amerika kıtasını bulmasaydı, Kristof Kolomb’un serüveni herhalde
çok kötü sonuçlanırdı.
Yerküremiz bugün tümüyle keşfedilmiş bulunuyor artık. Ne yeni kıtalar,
ne de bilinmeyen toprak parçalan vaat ediyor. Ne var ki, yeryüzünün en ücra
köşelerini keşfetme ve buralarda insan barındırma teknolojisi, şimdi bize,
gezegenimizden çıkıp gitmek, uzayda serüvenlere girişmek ve başka
dünyalar keşfetme olanağı sağlıyor. Yeryüzünden ayrılarak yüksekliklerden
dünyamıza bakıp Eratostenes’in tahmin ettiği boyutlardaki küreyi ve kıtaları
gözleyebiliyoruz. Böylece eski nü: acıların gerçekten yetenekli kişiler
olduğunu da anlıyoruz. Bu tür bir görüntü Eratostenes’e ve İskenderiye’n
öteki coğrafyacılara kimbilir ne büyük haz verirdi...
M.Ö. Üçüncü yüzyıldan itibaren altı yüzyıllık bir süre boyunca
insanların İskenderiye’de başlattığı bu düşünsel serüven, bizi uzay kıyılarına
götürmüştür. Ne yazık ki, o şan dolu mermerli kentten hiçbir şey
kalmamıştır. Zulüm, baskı ve öğrenmeden korku, eski İskenderiye’ye ait
izlerin hemen tümünü silip süpürmüştür. Kent halkı şaşılacak kadar değişik
köktendi: Önce Makedonya’lılar, sonra Roma’lı askerler, Mısır’lı rahip! .
Yunan aristokratları, Finike’li denizciler, Yahudi tacirler, Hindistan’dan ve
Güney Sahra’dan gelme ziyaretçiler kalabalık bir nüfus oluşturan köleler
dışında herkes İskenderiye’nin parlak döneminde büyük bir uyum ve anlayış
havası içinde yaşamıştı.
Bu kenti Büyük İskender kurmuş, eski bir muhafızı da inşa etmişti.
İskender yabancı kültüre ve bilgiye açık bir insandı. Bir söylentiye göre
gerçek olup olmaması önem taşımaz. Büyük Iskender dünyanın ilk
denizaltısıyla Kızıldeniz’in dibine inmiştir. Generallerini Pers ve Hint
kadınlarıyla evlenmeye teşvik etmiştir. öteki ulusların Tanrılarına karşı
saygılıydı. Gittiği yörelerden ismi cismi bilinmeyen hayvan başları edinirdi.
İçi doldurulmuş bir fil başını da hocası Aristo’ya armağan olarak getirmişti.
Adını verdiği kenti, dünyanın ticaret, kültür ve eğitim merkezi olmak üzere
harcamaları geniş tutarak inşa ettirmişti. Otuz metreyi bulan caddeler, seçkin
bir mimari ve güzel heykeller bu kenti süslerdi. İskender’in anıtsal bir mezarı
da buradaydı. Yaptırdığı Faros Feneri ise eski dünyanın yedi harikasından
biri olarak bilinir.
Fakat İskenderiye’nin harika denebilecek asıl yeri, kitaplığı ve ona bağlı
müzesiydi. O efsanevi kitaplıktan bugün geriye kalan bir mahzenden başka
bir şey değildir. Mahzende belli belirsiz hâlâ duran birkaç raf, bu eski
kitaplıktan arta kalan tek tük eşyadır. Oysa burası gezegenin o zamanki en
büyük kentinin şan şeref ve düşünce merkeziydi. Dünya tarihinde ilk gerçek
araştırma enstitüsünü oluşturuyordu. Bu kitaplığa gelip giden bilgeler
evrenin uyumu anlamına gelen Kozmos’u inceliyorlardı. Buranın sakinleri
düşünürler, icata meraklı fizikçiler, edebiyatçılar, tıp uzmanları, astronomi
bilginleri, coğrafyacılar, filozoflar, matematikçiler, biyologlar ve
mühendislerdi. Bilim ve düşünce ürünleri burada çiçek açmıştı. Dehaların
tomurcuklandığı yerdi. İskenderiye Kitaplığı, biz insanların, dünyamıza
ilişkin bilgiyi ilk olarak sistematik ve ciddi biçimde devşirebildikleri
merkezdir.
Eratostenes’in yanı sıra, Hipparkus adında bir astronomi bilgini yıldız
kümelerinin haritasını çıkarıp yıldızların parlaklık dereceleri üzerine
tahminler yürütmüştü. Sonra zorlu bir matematik problemi karşısında
bocalayan Kral’a, «Geometri alanında krallara mahsus bir özel yol yoktur,»
diyen geometri ustası Euklid’e rastlıyoruz. Euklid’in geometri alanındaki
başarısını dil alanında göstererek gramer kurallarını tanımlayan Trakya’lı
Dionisos da bu kitaplığın üyelerindendi. Aklın merkezi olarak kalbi reddeden
ve beyni kesin olarak saptayan fizyolog Herophilus da buradandı. Dişlileri ve
buhar makinesini icat eden, aynı zamanda robotlar hakkında ilk kitap olan
Automata’nın yazan İskenderiye’n Heron’dur. Elips, parabol, hiperbol gibi
konik dilim (2) şekillerini kanıtlayan Bergama’lı matematikçi Apollonius bu
kitaplığın gediklisiydi. Yukarıda sözü geçen eğrilerin gezegenlerin, kuyruklu
yıldızların ve yıldızların izledikleri yörüngeler olduğu günümüzde artık
biliniyor. Leonardo da Vinci’ye gelinceye dek makineler alanında rastlanan
en büyük deha Arşimet ve bugün için gerçek astroloji bilimine ters düşmekle
birlikte bu alandaki birçok bilgiyi toplayan Batlamyus da İskenderiye
okulundandır. Batlamyus’un yerküremizi evrenin merkezi sayan görüşü 1500
yıl süreyle geçerliliğini korumuştur. Buysa bilimsel çalışmaya girişenlerin
ortaya attığı görüşlerin tümüyle yanlış olabileceğini bize gösteren bir
hatırlatma yerine geçer. Adı geçen büyük adamlar arasında matematikçi ve
astronomi bilgini olan bir kadın da vardı. Adı Hypatia’ydı. İskenderiye
Kitaplığından saçılan aydınlığın son ışığıydı o. Bu kadının paramparça
edilerek öldürülüşü, kuruluşundan yedi yüzyıl sonra kitaplığın yok edilişiyle
ilişkilidir. Öykünün bu yanına daha sonra değineceğiz.
Mısır’ın Büyük İskender’den sonraki Yunan Kralları öğrenim sorununu
ciddiye alırlardı. Yüzyıllar boyu bilimsel araştırmaya destek oldular ve
kitaplıkta çağın en büyük beyinleri için çalışma ortamı hazırladılar.
İskenderiye kitaplığında her konu için ayrılan on geniş hol bulunuyordu.
Botanik bahçesi, hayvanat bahçesi, kadavra inceleme odası, rasathanesi
vardı. Dinlenme saatlerinde açık tartışmaların yapıldığı büyük yemek
salonunu suların aktığı çeşmeler süslemekteydi.
Kitaplığın kalbi, kitap koleksiyonuna ayrılan bölümüydü. Koleksiyon
uzmanlan dünyanın birçok kültür ve diline ait kitapları tararlardı. Yabancı
ülkelere adam gönderip kitaplıklardaki kitapları toptan satın alırlardı.
İskenderiye’ye demirleyen yabancı gemiler kaçak eşya için değil, acaba kitap
mı kaçırıyorlar diye aranıp taranırlardı. Her biri elle yazılmış papirüs tomarı
olmak üzere kitaplıkta o zamanlar yarım milyon kitap bulunduğu sanılıyor.
Bazen papirüs tomarlarının kopya edilmek üzere alındığı da olurdu. Bütün bu
kitaplara acaba ne oldu? Bunları yaratan klasik uygarlık yok oldu ve kitaplık
kasten tahrip edildi. Bu eserlerden yalnızca küçük bir bölümü kalmıştır.
Bazılarının da insanın içini burkan bölük pörçük parçaları. Günümüze kalan
bu bölük pörçük parçalar bile insan zihnini uyarıcı ne denli zengin bilgiler
taşıyor, bir bilseniz! Örneğin, kitaplığın raflarından birinde bulunduğunu
bildiğimiz Sisam’lı astronomi bilgini Aristarkus’un kitabında, yerküremizin
gezegenlerden bir tanesi olduğuna ve onlar gibi Güneş’in etrafında
döndüğüne ve yıldızların çok uzaklarda olduklarına değiniliyordu. Bu
ifadelerin hepsi de doğru olduğu halde, sözü edilen gerçeklerin yeniden
bulunması için iki bin yıl beklemek zorunda kalınmış oldu. Aristarkus’un bu
eserinin kaybına duyduğumuz üzüntüyü, daha başka konulardaki kayıplar
için de yüz binler sayısıyla çarparsak, klasik uygarlığın yarattığı görkemi ve
mahvının trajedisini algılamaya başlayabiliriz.
Eski çağ dünyasının bilimini çok aştık. Fakat bilim tarihine ilişkin
bilgilerimizde büyük çukurlar var. Bunları doldurmak olanaksız. Günümüzde
bir kitaplık okuyucusunun hangi kitabı okuduğunu gösteren kart gibi o
zamanki bir kart elimize geçse kimbilir ne bilgiler edinebiliriz? Biliyoruz ki,
Berossuz adında Babil’li bir rahibin yazdığı üç ciltlik Dünya Tarihi kayıptır.
Bu kitabın ilk cildinin Dünyanın yaratılışından Tufan’a kadar uzanan dönemi
içerdiği sanılıyor. Sözü geçen kitapta yazar, bu dönemi 432.000 yıl olarak
belirttiğine göre, Tevrat kronolojisinin yüz katı bir zamanı kapsıyor
demektir. Merak ederim, acaba o kitapta ne vardı...
Eskiler, dünyanın çok eski olduğunu biliyorlardı. Geçmişin
derinliklerine göz gezdirmeye çalışmışlardı. Şimdi biz de Kozmos'un, onları
tahmin etmiş olamayacakları kadar eski olduğunu biliyoruz. Uzaya çıkıp
evreni inceledik ve karanlık bir galaksinin ücra köşesindeki bir yıldızın
çevresinde dolanan toz zerreciği üzerinde yaşadığımızı gördük. Uzayın
enginliğinde bir zerreciksek, çağların enginliğinde de ancak bir anlık zaman
içinde yaşıyoruz demektir. Evrenin yaratılış tarihinin ya da son şeklini
bulduktan sonraki yaşının on beş, yirmi milyar yıl eskiye dayandığını şimdi
biliyoruz. Bu, kayda değer Büyük Patlama’nın olduğu andan bu yana geçen
süredir. Evrenin başlangıcında yıldız kümeleri, yıldızlar ya da gezegenler,
hayat veya uygarlık yoktu. Yalnızca uzayın tümünü kaplayan parlak ve
tekdüze bir ateş yuvarlağı vardı. Büyük Patlama’daki Kaos’tan sonra, yeni
yeni tanımaya başladığımız Kozmos’a geçiş, bir anlık bile olsa gözleyebilme
ayrıcalığına sahip bulunduğumuz en hayret verici enerji madde
dönüşümüdür. Ve evrenin başka bir yöresinde kendimizden daha akıllı
yaratıklarla karşılaşıncaya dek değişimlerin en müthişi olan biziz... Büyük
Patlama’nın en uzak ahfadıyız... Kaynaklandığımız Kozmos’u öğrenmeye ve
değiştirmeye kendilerini adayanlar biziz...
Bölüm II
KOZMİK ARAYIŞTA TEK SES
Dünyaları Yaratan'a kendimi teslim etmek zorundayım. Sizleri toz
zerreciklerinden var eden O'dur.
— Kuran'dan 40. Sure
Felsefelerin en eskisi olan Evrim Felsefesi, skolastik düşüncenin taht
kurduğu bin yıl boyunca dört bir yanından eli kolu sımsıkı bağlanarak derin
karanlıklara gömülmüştü. Darwin eski çerçeveye yeni kan şırıngalayınca,
çerçevenin kenarları dayanamayıp çatladı ve yeniden canlanan Yunan
dönemi görüşleri, evreni oluşturan şeylerin düzenini açıklamaya daha uygun
olduklarını kanıtladılar. Böylece, eski Yunan'dan sonra yeryüzünden gelip
geçen 70 insan kucağının benimsediği batıl inançlarla beslenmiş görüşün
yerini yeniden biçimlendirilmiş eski Yunan görüşü aldı.
— T.H. Huxley, 1887
Olasıdır ki, üzerinde bulunduğumuz şu yeryüzünde yaşamış tüm organik
varlıklar, ilk yaşam soluğunun içlerine estirildiği basit şekilli yaratıkların
gelişmişleridir... Gezegenimiz çekim yasası uyarınca evrende dolanırken,
başlangıçta böylesine basit, sonsuz şekillerden böylesine güzel ve hayranlık
uyandırıcı yaratıkların gelişmiş bulunduğu ve gelişmekte olduğu gibi bir
yaşam görüşü ne görkemlidir!..
— Charles Darwin, Türklerin Kökeni, 1859
Gözlemleyebildiğimiz evrenin tümünde ortaklaşa maddelerin varlığı
göze çarpıyor. Çünkü Güneş ve yerküremizdeki elementlerden çoğu
yıldızlarda da var. Yıldız kümelerinde epey yaygın elementlerin,
yerküremizdeki canlı organizmaların yapısında bulunan elementlerden
bazılarıyla aynı olması ilginç bir noktadır. Örneğin, hidrojen, sodyum,
magnezyum ve demir bu elementlerdendir. Acaba hiç olmazsa yıldızların
parlak olanlarına, bizim Güneş'imiz gibi gezegen sistemlerini ayakta tutan ve
onlara enerji veren, canlı varlıklara barınak sağlayan dünyalar gözüyle
bakamaz mıyız?
— William Huggins, 1865
DÜNYAMIZIN DIŞINDA BİR YERDE HAYAT VAR MIDIR, diye
tüm yaşamım boyunca merak etmişimdir. Varsa acaba nasıldır? Bu hayat
hangi öğelerden oluşmuştur? Gezegenimizdeki tüm canlılar organik
moleküllerden oluşuyor. Organik moleküller, karbon atomunun başlıca rolü
oynadığı karmaşık ve mikroskopta görülebilen yapılardır. Yaşamın
başlamasından önce yerküremizin çorak ve ıssız olduğu bir dönem vardı.
Şimdi yeryüzünde hayat kaynaşıyor. Bu nasıl oldu acaba? Hayatın
bulunmadığı durumda karbon temeline dayalı organik moleküller nasıl
oluştu? İlk canlı varlıklar nasıl gün yüzü gördüler? Yaşam nasıl bir evrim
gösterdi de, günümüzün insanları gibi yapıları ayrıntılarla bezenmiş ve
karmaşık varlıklar ortaya çıktı? Kendi kökenlerini araştıracak yetenekte
yaratıklara nasıl ulaşıldı?
Ve öteki güneşlerin çevresinde dolanıyor olabilecek gezegenlerde de
hayat var mıdır? Dünyamız dışındaki dünyalarda hayat varsa, bu,
yerküremizdeki gibi aynı organik moleküllere mi dayanıyor acaba? Öteki
dünyalardaki hayat yerküremiz üzerindeki hayat gibi mi? Yoksa şaşırtıcı
biçimde değişiklik mi gösteriyorlar başka çevrelere uyumdan ötürü? Başka
ne düşünülebilir bu konuda? Yerküremizdeki hayatın niteliğiyle öteki
dünyalarda hayat arayışı, aynı sorunun iki yüzünü oluşturur. Biz işte bu
arayışın peşindeyiz.
Yıldızlar arasındaki engin karanlıklarda gaz ve toz bulutlarıyla organik
madde bulutları yer almaktadır. Radyo teleskop aracılığıyla buralarda sayısı
birkaç düzineyi aşan organik molekülün varlığı saptanmıştır. Bu
moleküllerin bolluğu, hayat maddesinin her yerde yaygın olduğuna İşaret
ediyor. Yeterli bir zaman süresinde hayatın başlaması ve gelişimi belki de
kaçınılmaz bir kozmik olaydır. Samanyolu galaksisindeki milyarlarca
gezegenlerden bazılarında hayat belki hiç başlamayabilir. Bazılarında
başlayabilir ve bitebilir ya da hiçbir zaman en basit şeklini aşamaz. Ve bu
dünyaların bir küçük bölümündeyse, bizden daha akıllı yaratıklar ve ileri
uygarlıklar gelişebilir.
Yerküremizin uygun ısıya sahip olmasının ve su, atmosfer, oksijen vb.
bulundurmasının yaşam için çok elverişli bir ortam yarattığı yolunda
yorumlara zaman zaman rastlarız. Böyle düşünmek, birazcık nedenlerle
sonuçları karıştırmak oluyor. Biz dünyalılar, yerkürenin çevre koşullarına
uyuyoruz, çünkü burada yetişmiş bulunuyoruz. Daha önceki yaşam şekilleri
çevre koşullarına uyamadıklarmdan yok olup gittiler. Biz, koşullara iyi ayak
uyduran organizmaların vârisleriyiz. Çevre koşullan daha değişik bir
dünyada gelişen organizmalar, hiç kuşkusuz o dünyanın türküsünü
söyleyeceklerdir.
Yerküremizde yaşayan her şey birbiriyle yakından ilişkilidir. Ortak bir
organik kimya yapısına ve ortak bir evrim mirasına sahibiz. Bunun sonucu
olarak biyologlarımızın araştırma alanı çok kısıtlıdır. Tek bir biyoloji türünü,
yaşam müziğinin yalnızca bir temasım inceliyorlar. Binlerce ışık yılının
içinde varolan tek ölgün müzik sesi bizimki midir? Yoksa galaksinin yaşam
müziğini oluşturan milyarlarca değişik ses harmonisi mi var?
Yeryüzündeki yaşam müziğinin küçük bir bölümüne ilişkin bir öykü
anlatmak isterim. 1185 yılında Japon imparatoru, An t oku adında yedi
yaşında bir çocuktu. Genji Samurayları kabilesiyle kıran kırana bir savaşa
girişen Heike samurayları kabilesinin lider adayıydı An toku. Her iki grup da
imparatorluk tahtında cedlerinin üstünlüğü nedeniyle hak iddia ediyordu. Son
çatışma, imparatorun da başkomutan gemisinde bulunduğu 24 Nisan 1185
günü Japon iç denizi Danno ura’da yer aldı. Heike’ler yenildiler ve çoğu
öldürüldü. Geriye kalanlar da, dalga dalga kendilerini denize atarak
boğuldular. İmparatorun anneannesi Sultan Nii, Antoku’yla birlikte
düşmanın eline geçmemesi gerektiği kararma vardı. Başlarına neler geldiğini
Heike Öyküsü'nden izleyelim.
İmparator yedi yaşındaydı o yıl. Fakat daha büyük görünüyordu. Öyle
sevimliydi ki, beline kadar inen uzun ve simsiyah saçlarının çevrelediği
yüzünden ışık parıltısı saçılıyordu. Şaşkın bir ifadeyle Sultan Nii’ye, «Beni
nereye götürüyorsun?» diye sordu.
Gözlerinden yaşlar boşalan Sultan Nii, genç hükümdara dönerek onu
teselli etti ve uzun saçlarını güvercin renkli pelerinine doladı. Gözleri dolan
küçük hükümdar ellerini kavuşturdu. Önce başını doğuya çevirip Tanrı
İse’ye veda etti, sonra da batıya dönerek Nembutsu’sunu (Budda’ya yapılan
bir dua) söyledi. Sultan Nii, çocuğu göğsüne sıkıca bastırıp, «Okyanusun
diplerindedir bizim sarayımız,» diye mırıldandı. Böylece dalgalar arasından
birlikte deniz dibini boyladılar.
Heike’lerin tüm filosu yok oldu. Yalnızca kırk üç kadın hayatta kaldı.
İmparatorluk sarayında hizmetkârlık yapmış olan bu kadınlar, deniz
savaşının yapıldığı yerin dolaylarında yaşayan balıkçılara çiçek salmaya ve
onlara yakınlık göstermeye zorlandılar. Heike’ler tarih sahnesinden kaybolup
gittiler. Bu arada saray hizmetkârlarından ayak takımı olanlarının
balıkçılardan peydahladıkları çocuklar, savaş gününü anma festivali
düzenlediler. Bugüne dek her 24 Nisan günü bu festival tekrarlanır.
Heike’lerin torunları olan denizciler, boğulan İmparatorun anıtkabirinin
bulunduğu Akama tapınağına giderler. Orada Danno ura deniz çarpışması
olaylarının temsil edildiği bir oyunu izlerler. Aradan yüzyıllar geçtikten
sonra bile insanlar burada Samuray ordusu hayaletlerinin kandan ve
yenilgiden ‘arınmak için denize doğru koştuklarını görür gibi olurlar.
Balıkçılar, Heike Samuraylarının o iç denizin derinliklerinde yengeç
biçiminde dolaştıklarını söylerler. Gerçekten de burada, sırtlarındaki girintili
çıkıntılı şekilleriyle samuray yüzünü andıran yengeçler vardır. Bunları
yakalayan balıkçılar tekrar denize atarlar. Yeniden denize atmalarının nedeni
Danno ura olaylarının acısını anmalarındandır.
Bu efsane ilginç bir soruna yol açıyor. Nasıl oluyor da bir savaşçının
yüzü bir yengecin kabuğuna işlenmiş olabilir? Bunun yanıtı, o yüz şeklini
yengeç kabuğuna insanların aktardığıdır. Yengecin kabuğundaki şekiller
kalıtsaldır. Fakat insanlarda olduğu gibi, yengeçlerde de birçok değişik
kalıtsal çizgiler vardır. Diyelim ki, rastlantı sonucu, bu yengecin çok eski
cedleri arasından biri, azıcık da olsa insan yüzüne benzer bir şekille ortaya
çıkmış olsun. O takdirde, balıkçıların, Danno ura Savaşı sözkonusu olmadan
da, insan yüzünü andıran bir yengeci yemek istemeyecekleri söylenebilir.
Balıkçılar yakaladıkları yengeçleri yeniden denize atmakla evrim kuramının
bir sürecini harekete geçirmiş oluyorlar. O da şudur: Eğer bir yengeç olağan
bir yengeç kabuğuna sahipse, insanlar onu yerler ve o yengecin soyundan
gelenlerin sayısı azalır. Eğer kabuğu insan yüzünü andırıyorsa, yengeç
yeniden denize atılacağından o yengecin soyundan üreyecek olanlar daha
yüksek sayılara ulaşacaktır. Yengeçler, böylesi kabuklara sahip bulunmaktan
yararlanmışlardır. Yengeç ve insan kuşakları zaman içinde akıp gittikçe
Samuray yüzüne en çok benzerlik gösteren kabukluların yaşamlarını
sürdürmeleri olanağı doğmuştur. Tüm bu olgunun yengeçlerin isteğiyle bir
ilintisi yoktur. Ayıklama (seleksiyon) onların dışından gelen ve kendini
kabul ettiren bir güçtür. Samuray yüzüne benzediğiniz oranda hayatta kalma
olasılığınız artıyor. Sonunda Samuray yüzüne benzer kabukluların sayısı bir
hayli çoğalacaktır da.
Bu sürece doğal değil, yapay ayıklama denir. Heike yengeci olgusu,
balıkçıların hemen hemen bilinçsizce davranışları sonucu ortaya çıkmıştır.
İnsanların hangi bitkilerin ya da hayvanların yaşamlarını binlerce yıl
sürdürmeleri ya da sürdürmemeleri konusunda seçim yaptıkları durumlar da
vardır. Kendimizi bildiğimiz günden itibaren çevremizde belirli çiftlik ve
evcil hayvanlarla karşı karşıya geliriz. Çevremizdeki meyvalar, sebzeler ve
ağaçlar da belirlidir. Bunların doğuşu nasıl olmuştur? Bu aşamaya nereden
gelmişlerdir? Acaba bir zamanlar yabani hayvan ya da bitkiydiler de çiftliğin
daha az çetin yaşam koşullarına mı alıştırıldılar? Hayır, gerçek tümüyle
başkadır. Bunların çoğunu bugünkü duruma getiren bizleriz.
On binlerce yıl önce mandıra ineği, tazı ya da mısır başağı yoktu. Bu
hayvanların ve bitkilerin soylarını evcilleştirdiğimizde, üremelerini
denetleyerek yönlendirdik. Bugünkü bu hayvanlarla bitkilerin eski soylan
bütünüyle değişik görünüşteydiler. Bunlar arasında özelliklerinin sürüp
gitmesini istediklerimizin üremesini yeğledik. Koyunlarımızın gözetimi için
kullanacağımız köpeği yetiştirmek için uyanık, itaatkâr ve sürü otlatmaya
yatkın olan türlerini seçtik. Mandıra ineklerinin kocaman ve yayvan
memeleri, insanoğlunun süte ve peynire olan ilgisinin sonucudur. Bizim
bugün yediğimiz mısır, çelimsiz olan ilk türünden bugünkü tadını ve yüksek
besin değerini kazanabilmesi için, on binlerce yıl yetiştirilmiştir. Sonuçta ilk
halinden öylesine uzaklaştı ki, şimdi artık insanoğlunun müdahalesi olmadan
kendi kendine üreyemiyor.
İster Heike yengeci, ister bir köpek ya da sığır veya mısır için olsun
yapay ayıklamanın ilkeci şudur: Bitkilerin ve hayvanların çoğunun fiziksel
ve davranış özellikleri kalıtsaldır. Buna göre ürerler. İnsanlar şu ya da bu
nedenle bazı türlerin üremesini yeğliyorlar, bazı türlerin üremesini
istemiyorlar. Üremesi istenen tür çoğalıyor, istenmeyen de azalıyor, hatta
türün tükendiği de oluyor.
Peki ama, eğer insanlar yeni bitki ve hayvan türleri yetiştirebiliyorlarsa
doğanın da aynı şeyi yapması gerekme:, mi? Bu sürece doğal ayıklama adı
veriliyor. Hayatın çok uzun zaman dilimleri boyunca değişime uğramış
olduğu, insanoğlunun yeryüzündeki kısacık ikameti süresince hayvanlar ve
bitkiler üzerinde yaptığı değişikliklerden, bu arada fosillerden açıkça
anlaşılmaktadır. Fosiller bizlere, bir zamanlar yeryüzünde çok sayıda
bulunan ama artık tümüyle yok olmuş yaratıklara ait bilgiler sağlıyor (*).
Yeryüzü tarihinde bugün varolan türlerden daha çoğu da yok olmuştur;
bunlar evrimin sona eren deneyimleri niteliğindedir.
Evcilleştirme sürecinin getirdiği genetik değişiklikler büyük bir hızla
oluşmuştur. Tavşanın evcilleştirilmesi Ortaçağ'a rastlar. (Fransız rahipler
yeni doğan tavşan yavrularının balık oldukları inancıyla tavşan üretmeye
girişmişlerdir, çünkü, balık kilise takviminde et yemenin yasaklandığı bazı'
günlerde yenebilen bir besin maddesiydi.) Kahve üretimine de ancak on
beşinci yüzyılda başlanmıştır; şeker pancarı on dokuzuncu yüz* yılda
üretilmiştir. Mink İse evcilleştirmenin henüz ilk dönemlerini yaşamaktadır.
On bin yıla yakın bir sürede evcilleştirme, koyun başına alman bir kiloluk
sert kılı on ya da yirmi kilo yumuşak yüne çıkarırken, bir ineğin süt verme
dönemindeki verimini de birkaç yüz santimetreküpten bir milyon
santimetreküpe çıkarmıştır. Eğer yapay ayıklama bu kadar kısa bir sürede bu
denli büyük değişimlere yol açabiliyorsa, milyarlarca yıldan beri işleyen
doğal ayıklama neler yapabilir? Bunun yanıtı, biyolojik dünyanın güzelliği
ve çeşitliliğinde yatmaktadır. Evrim bir kuram değil, bir olgudur.
Evrim mekanizmasının doğal ayıklama olduğu bulgusu, Charles Darwin
ve Alfred Russel Wallace’a aittir. Yaklaşık yüz yıl önce, adı geçen bu iki
kişi, hepsi birarada yaşayamayacak kadar çok sayıda hayvan ve bitkinin
yetiştiğini, böylece çevrenin, rastlantı sonucu hayatta kalmaya daha yatkın
olan türleri seçtiğini vurguladılar. Kalıtımda ani değişmeler demek olan
mütasyonlar evrimin hammaddesini oluştururlar. Çevre, hayatta kalma
üstünlüğü gösteren mütasyonlar lehine davrandığından, bunun sonucu olarak
bir hayat şeklinden başka bir hayat şekline doğru yavaştan bir dizi değişme
yer alır ki, bu da yeni türlerin varolmasına yol açar,
Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında şöyle der:
İnsan başkalaşım yaratmaz. Yaptığı, yalnızca organik varlığını bilmeden
yeni yaşam koşullarının içine sürmektir. Bunun düzenlenmesi için harekete
geçen Doğa, böylece çeşitliliğe etken olur. Ne var ki, insan, kendisine Doğa
tarafından sunulan çeşitlilikleri seçebilir ve seçmektedir de. Böylece bu
çeşitliliklere istediğince sahip çıkmaya çaba gösterir. Örneğin, kendi yararı
ya da zevki için hayvan ya da bitkilere şekil vermeye çalışır. Bunu belirli bir
yöntem uyarınca istemiyle yapacağı gibi, kendisine en yararlı gördüklerini
koruyarak hem bilinçsizce, hem de soylarını değiştirmeyi amaçlamadan da
yapabilir... Hepsi de hayatta kalamayacak kadar çok yaratık doğmaktadır...
Yaratıklardan birinin rekabet alanına giren başka biri Üzerindeki yaşça ya da
mevsimlik üstünlüğü veya ortamın fiziksel koşullarına çok küçük bir
derecede bile göstereceği uyum üstünlüğü, terazinin kefesini onun lehine
çevirecektir.
Evrimin on dokuzuncu yüzyıldaki en etkili savunucusu ve halka
sunucusu olan T. H, Huxley, Darwin'le Wallace’m yayınladıkları yazıların,
«kendini gecenin karanlığında kaybetmiş insana birden yolunu aydınlatan bir
ışık saçtığını, bu ışığın insanı asıl hedefine ulaştıramasa bile bu hedef
doğrultusunda ona yol gösterdiğini» söyler. Daha sonra Huxley şöyle der:
«Türlerin Kökeni yapıtındaki fikrin özünü kavradığım an, ‘Bunu daha
önceden düşünememiş olmak ne aptallık!, dedim. Sanırım, Kristof
Kolomb’un arkadaşları da buna benzer sözler söylemişlerdir... Başkalaşım
olgusu, varolma savaşımı, koşullara uyum sağlama zaten bilinen şeylerdi.
Fakat türler sorununun özüne inen yolun bunlardan geçtiğini, Darwin ve
Wallace karanlığa ışık tutuncaya dek hiçbirimiz akıl edemedik.»
Evrim ve doğal ayıklama fikirleri karşısında çoğu kimse hayrete düştü.
Hâlâ da düşenler var. Atalarımız yeryüzünde yaşam mekanizmasının
düzenine, organizma yapılarının işlevlerini yerine getirişine bakarak, bunda
bir Büyük Mucit gördü* 1er. En basit yapılı tek hücreli organizma bile en
mükemmel cep saatinden daha karmaşık bir makinedir. Saatlerin parçaları
kendiliğinden biraraya gelmedikleri gibi, dedelerimizin saatleri küçük
aşamalarla kendiliklerinden bugünkü saatlere dönüşmezler. Saatin bir
yapımcısı vardır. Atomlarla moleküllerin böylesine hayret verici
karmaşıklıkta ve düzgün işleyişte organizmalar yaratmak üzere her nasılsa
kendilerinden biraraya gelmelerine ihtimal verilmiyordu. Her canlının özel
olarak o haliyle yaratıldığı, bir türün başka bir türe dönüşemeyeceği
kavramları, atalarımızın hayat hakkındaki kısıtlı tarihi bilgilerine yatkın
geliyordu. Her organizmanın bir Büyük Yaratıcı tarafından titizlikle yapıldığı
düşüncesi, doğaya bir anlam ve düzen sağladıktan başka, insanlara da
üzerinde hâlâ duyarlılık göstererek bulduğumuz bir önem kazandırmaktaydı.
Mucit ya da Yaratıcı bir çekiciliği olan, doğal ve biyolojik dünyanın insancıl
tanımını sağlayan bir düşüncedir. Fakat Darwin’le Wallace’in gösterdiği gibi,
yine çekici, yine insancıl ve çok daha ikna edici bir düşünce yolu daha
vardır: O da uzun zaman dilimlerinin geçmesiyle yaşam müziğini daha güzel
kılan doğal ayıklamadır.
Fosillerin sağladıkları kanıtlar bir Büyük Mucit düşüncesine uygun
düşebilir. Diyelim ki, Yaratıcı yarattığı bazı türlerden memnun kalmayınca, o
türleri yok edip daha iyileri için deneylere girişiyor. Böyle bir kavram tutarlı
olamaz. Çünkü her bitki ve hayvan, üzerinde titizlikle çalışılarak meydana
getirilmiştir. Her şeye kadir Büyük Yaratıcı’nın yarattığı bir sonraki türü,
önceden yaratmış olması gerekmez miydi? Fosillerdeki kayıtlar. deneyler
yapıldığını ve yanılgılara düşüldüğünü, geleceğe yönelik olarak ne yapılmak
istendiğinin bilinemediğini gösteriyor. Bu durumsa, Büyük Yaratıcı’ya ters
düşmektedir.
1950’lerin başlarında henüz üniversite öğrencisiyken, genetik uzmanı H.
J. Muller’in laboratuarında da çalışma olanağına kavuşmuştum. Muller
radyasyonun mutasyonlara yol açtığını bulan ünlü bir bilimadamıdır. Muller
yapay ayıklama örneği olarak dikkatimi ilk kez Heike yengeçlerine çeken
kişidir. Genetik biliminin deneysel yönlerine eğilmek için adı Drosophila
melanogaster olan ve «çiği seven kara vücutlu» anlamına gelen sinekler
üzerinde çalışıyordum. Meyva sineği olan Drosophila melanogaster’ler iki
kanatlı ve kocaman gözlü küçücük yaratıklardır. Bunları orta boy süt
şişelerine doldurduk. Değişik iki türü çiftleştirerek ana baba genlerinin yeni
düzenlemesinden ve hazırlığı yapılmış doğal mutasyondan ne türeyeceğini
inceledik. Dişiler şişelerin içine konan şeker pekmezinin üzerine
yumurtalarını bıraktılar. Şişelerin ağzına tıkaç kondu. Döllenmiş
yumurtaların larva, larvaların yavrular ve yavru larvaların da ergin meyva
sineği olmaları için iki hafta bekledik.
Bir gün yeni getirilen, eterin etkisiyle hareketsizleşmiş bir sürü
Drosophila inceliyordum mikroskopta. Devetüyünden yapılmış bir fırçayla
farklı türlerini ayırıyordum. Çok değişik bir şeyle karşılaşınca şaşırdım. Bu
beyaz göz rengi yerine kırmızı renk göz ya da kılsız bir boyun yerine kıllı bir
boyun gibi bir değişiklik değildi. Karşımda kanatları daha büyük ve
duyargaları uzun tüylü başka çeşit bir yaratık vardı. Tek bir kuşakta büyük
bir evrimsel değişimin Muller’in laboratuarında gerçekleşmesi talihin cilvesi,
diye düşünüyordum. Çünkü Muller böyle bir şeyin olamayacağı
kanısındaydı. Şimdi bu olup biteni kendisine anlatmak gibi zor bir iş
düşmüştü bana.
İstemeye istemeye kapısını çaldım. Karanlık odada tek aydınlık yer
mikroskobundan çıkan ışık demetinin kümelendiği noktaydı. Odada çıt
çıkmaması beni daha da şaşırttı ne diyeceğim konusunda. Çok değişik bir
sinek türü bulmuştum. Bunun şişedeki şeker pekmezi üzerindeki yavru
larvalardan türediği kesindi. Doğrusu ya, Muller’i rahatsız etmek
istemiyordum, kararsızdım. Ama Muller mikroskobun alttan vuran ışığının
aydınlattığı yüzünü kaldırarak, «Diptera’dan çok Lepiduptca’ya mı
benziyor?» diye sordu. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Bu nedenle
açıklamasını sürdürdü. «Kanatlan :m büyük? Duyargaları tüylü mü?»
Keyfim kaçmış durum başımı salladım evet anlamında.
Muller odanın ışıklarını yaktı ve babacan bir tavırlı gülümsedi. Benim
yeni bulgum eski bir hikâyeymiş meğer. Genetik laboratuvarlarındaki
yaşama uyum sağlamış bir tür pervaneydi bu. Meyva sineğine benzemiyordu.
Üstelik meyva sineğiyle bir ilişkisi olmasını da istemiyordu. İstek duyduğu
şey meyva sineklerinin üzerine kondukları şeker pekmeziydi. Laborantların
meyva sineği katmak için şişenin tıkacını açmalarıyla kapamaları arasında
geçen kısacık süre içinde tadına doyamadığı şeker pekmezine doğru pike iniş
yapan anne pervane yumurtalarını düşürmüştü. Büyük bir mutasyon (makro
mutasyon) karşısında değildim; yalnızca doğadaki uyum olgularından birine
mikro mutasyon ve doğal ayıklama ürünü bir olguya tanık olmuştum.
Eğitimin gizleri Ölüm ve zamandır: Çevreye gereğince uyum
sağlayamayan büyük sayıda hayat şekillerinin yok olup gitmesi; rastlantısal
olarak uyum sağlayan küçük mutasyonların uygun dizisi için geçen zaman ve
uygun mütasyonlar sonucu beliren hayat şekillerinin birikimi için gerekli
zaman... Darwin Wallace'm görüşlerine karşı direnme gösterilmesinin
nedeni, binlerce yıllık sürelerin geçmesi olgusunun gözönünde
tutulmayandandır. 70 milyon yıl, bunun ancak milyonda birine eşit bir zaman
yaşayabilen insan için ne ifade eder? Yalnızca bir güncük ve günü
sonsuzmuş gibi algılayan kelebeklere benziyoruz. Yerküremizde olup
bitenler, öteki birçok dünyada yaşam evrimine ilişkin olup bilenlerin az çok
aynısıdır belki. Ancak protein kimyası ya da beyin nörolojisi gibi ayrıntılar
açısından yerküremiz üzerindeki yaşam tarihi tüm galakside benzersiz
olabilir. Üzerinde yaşadığımız yeryüzü 4 milyar 600 milyon yıl örce
yıldızlararası gaz ve tozun yoğunlaşmasından oluştu. Fosillerin sağladıkları
kayıtlardan öğreniyoruz ki, hayatın başlangıcı tundan az sonra ilkel
yerkürenin su birikintilerinde ve okyanuslarda belirdi. Hayat belirtisi taşıyan
ilk şeyler, tek hücreli organizmanın karmaşıklığından çok uzaktı. Çünkü tek
hücreli organizma oldukça gelişmiş bir yaşam biçimi sayılır. İlk hayat
titreşimleri çok daha mütevazıydı. Yeryüzünün o ilk günlerinde şimşek ve
Güneş’ten gelen morötesi ışınlar, ilkel atmosferin hidrojence zengin basit
moleküllerini ayırıyor, ayrılan parçalarsa kısa zamanda karmaşıklaşan
moleküllere dönüşüyordu. Bu ilkel kimya olgularının ürünleri, okyanuslarda
çözülüyor ve giderek
’karmaşıklığı artan bir tür organik bulamaç meydana getiriyordu. Ve bir
gün, tümüyle rastlantı sonucu beliren bir molekül, 'bulamaçtaki öteki
molekülleri yapı taşları olarak kullanarak kendi kaba kopyalarını yapabildi.
(Bu konuya ileride döneceğiz.)
Başharfleri DNA olan deoksiribonükleik asit’in bu ilk atası,
yeryüzündeki yaşamın da ilk molekülüdür. Bükülü pervane biçimine
sokulmuş bir merdivene benzer. Merdivenin basamakları dört ayrı molekül
parçası halindedir ye genetik kodun dört harfini oluşturur. Nükleotid denen
bu basamaklar, belirli bir organizmanın vücut bulmasını içeren kalıtsal
talimatları verir. Yeryüzündeki her hayat şekli için, hepsi de aynı dilde
yazılmış ama farklı talimat dizileri vardır. Organizmaların farklı oluşlarının
nedeni, nükleik asit talimatlarındaki değişikliktir. Nükleotiddeki değişim bir
mutasyondur. Bu mutasyon, bir sonraki kuşak tarafından kopya edilerek
gerçekleştirilmiş olur. Mutasyonlar nükleotiddeki rastlantısal değişimler
olduklarından, çoğu zararlı ya da öldürücüdür. Çünkü işlevsel olmayan
enzimlerin ortaya çıkış kodlarını hazırlarlar. Bir mutasyonun bir organizmayı
daha iyi çalışır duruma getirebilmesi uzun bir süreyi gerektirir. Ne var ki, bir
santimetrenin on milyonda biri küçüklüğündeki bir nükleotidde yer alacak
yarara dönük ama gerçekleşme olasılığı çok az olan bu mutasyon, evrim
yolculuğunun sürdürülmesini sağlar.
Dört milyar yıl önce yeryüzü bir moleküller cennetiydi. Bunların henüz
avcıları yoktu. Bazı moleküller yeni moleküller üretmede yetersiz kalıyorlar,
yapı taşları bulmak için rekabet ediyorlar ve ancak kendi kaba kopyalarını
yineleyerek üretebiliyorlardı. Üreme, mutasyon ve en çelimsizlerin
ayıklanarak yok oluşuyla, evrim, molekül düzeyinde bile geçerliliğini
sürdürüyordu. Zamanla bunların üreme koşullarında uyumları arttı. Özel
işlevli moleküller, sonuçta biraraya gelerek bir molekül ortaklığı kurdular.
Bu ilk hücreydi. Bitki hücreleri bugün küçük molekül fabrikalarına
sahiptirler. Bunlara kloroplast adı veriliyor. Fotosentez işleviyle yükümlü bu
küçük molekül fabrikaları güneş ışığını, suyu ve karbondioksidi,
karbonhidrat ve oksijene dönüştürürler. Bir damlacık kandaki hücreler farklı
bir molekül fabrikası bulundurur. Bu fabrikaya da mitokondriyort adı verilir.
İşlevi yiyecekleri oksijenle karıştırıp yararlı enerji sağlamaktır. Bu fabrikalar
bugün bitki ve hayvan hücrelerinde varlıklarını sürdürüyorlar ama bir
zamanlar kendi başlarına varlıklarını sürdürmüş hücreler olabilirler.
Üç milyar yıl önce bir mutasyonun, tek başına varlığını sürdürmekte
olan bir hücrenin bölünmesinden sonra ikiye ayrılmasını engellemesi sonucu,
tek hücreli bitkilerden bazıları biraraya gelmiş olabilirler. Çok hücreli ilk
organizmalar böylece artık gelişmiş bulunuyordu. Vücudunuzdaki her hücre,
bir zamanlar tek başlarına varlıklarını sürdüren parçaların kendi ortak
çıkarları uğruna birleşip oluşturdukları bir çeşit komündür. Ve bizler yüz
trilyon hücreden, bir başka deyişle bir «çokluk» tan oluşmuş bulunuyoruz.
Seks yaklaşık iki milyar yıl önce icat edilmişe benziyor. Daha önceleri
yeni organizma çeşitleri, yalnızca rastlantısal mütasyonlar dizisiyle, yani
genetik talimatlardaki harflerin değiştirilerek ayıklanması sonucu ortaya
çıkabiliyorlardı. Evrim bunaltıcı bir yavaşlık içinde yer almış olmalı. Seksin
icadıyla, iki organizma aralarında DNA kodlarının tam olarak birer
paragraflarını, sayfalarını ve kitaplarını değiş tokuş edebilmeye başladılar.
Böylece ayıklama eleğine hazır yeni çeşitlilikler ortaya çıktı. Organizmalar
seks İlişkisi açısından ayıklanmadan geçerler ve sekse karşı ilgi duymayan
organizmalar çabucak yok olup giderler. Bu süreç yalnızca iki milyar yıl
öncesinin mikropları için geçerli değildir. Biz insanlar da bugün
DNA’larımızın bazı bölümlerini değiş tokuş etmeye meraklı bir aşamaya
gelmiş bulunuyoruz.
Bir milyar yıldır bitkiler işbirliği içinde çalışarak yeryüzü» nün çevre
koşullarında şaşırtıcı bir değişiklik yapmışlardır. Yeşil bitkiler oksijen
molekülü üretmektedirler. Bu arada okyanuslar basit yapılı yeşil bitkilerle
doluştuğundan, oksijen yeryüzü atmosferinin bileşimindeki başlıca öğe
oluyordu. Böylece yeryüzünün başlangıçtaki hidrojence zengin yapısı bir
daha geri gelmemek üzere değiştiriliyor ve yaşamın biyolojik olmayan
süreçler dönemi sona eriyordu. Fakat oksijen organik moleküllerin
parçalanmasına da neden olur. Oksijene olan bağlılığımıza rağmen, aslında
kendini koruyamayan organik madde için oksijen zehirlidir. Oksidasyona yol
açan bir atmosfere geçiş, yaşam tarihinde önemli bir bunalım yaratmış ve
oksijenle baş edemeyen birçok organizma yok olup gitmiştir. İlkel yaşam
şekillerinden olan botülizm ve tetanos basilleri bugün bile oksijensiz bir
ortamda yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Yeryüzü atmosferindeki nitrojen
kimyasal bakımdan daha kalıcı olduğundan, oksijene kıyasla daha sağlıklıdır.
Fakat o da biyolojik yaşam kaynaklıdır. Böylece görüyoruz ki, yeryüzü
atmosferinin %99’u biyolojik kökenlidir. Kısacası gökler yaşam doludur.
Hayatın başlangıcından itibaren 4 milyar yıllık sürede varolan başlıca
organizmalar, mikroskopik küçüklükteki mavi yeşil yosunlar olup bunlar
okyanusları kaplamaktaydı. Derken, 600 milyon yıl önce, yosunların
tekelleşen egemenliği kırılmış ve bir dizi yeni hayat şekilleri, Cambrian
patlaması adı verilen olgu sonucu ortaya çıkmıştır. Dünyanın varoluşundan
sonra hayat âdeta birdenbire patlak vermiştir. Bu da, yerküremize benzer
herhangi bir gezegende, kaçınılmaz sayabileceğimiz kimyasal bir süreç
sonucu hayatın varolabileceğine işarettir. Ne var ki, hayat 4 milyar yıl
süreyle mavi yeşil yosunların ötesinde bir gelişme kaydetmedi. Bu da şunu
gösteriyor ki, özel organları olan büyük yaratık çeşitlerinin gelişmesi, hayatın
başlangıcından da zordur. Bugün belki birçok gezegende bol miktarda
mikrop vardır da, iri hayvanlar ve sebze türünden bitkiler yoktur.
Cambrian patlamasının hemen ardından, okyanuslar değişik hayat
şekilleriyle dolup taştı. 500 milyon yıl içinde büyük trilobit sürüleri belirdi.
Bunlar büyücek bir sineğe benzeyen, iyi yapılanmış hayvanlardı; bazı sürüler
okyanusların tabanında yaşardı. Bugün artık trilobitler yoktur. 200 milyon
yıldır yeryüzünde trilobit yaşamadı. Yeryüzünde bugün canlısının izine
rastlanmayan bitkiler ve hayvanlar çoktur. Ve hiç kuşkusuz halen
gezegenimizdeki türlerin hepsi de bir zamanlar var değillerdi. Eski
kayalıklarda bizim gibi yaratıklara ait bir ize rastlanmıyor. Türler bir ara
belirdikten sonra, uzun ya da kısa bir süre gezegende ikamet ediyorlar, sonra
da ortadan kayboluyorlar.
Cambian patlamasından önce, türlerin birbirinin peşisıra epey yavaş bir
hızla ortaya çıktıkları sanılıyor. Bunun bir nedeni de, daha eski tarihlere
inildikçe, bilgi dağarcığını dolduran kayıtların azalıvermesidir.
Gezegenimizin ilk dönemlerinde, yapılarında katı parçalar bulunan
organizmalar çok azdı ve yumuşak yapılı canlılardan da geriye çok az fosil
kalmaktadır. Buna rağmen, Cambrian patlamasından önce, inanılmaz
derecede yer.i hayat şekillerinin ortaya çıkışı tembel bir ilerleme hızıyla da
olsa gerçek bir olgudur. Hücre yapısının ağır çekim bir filmi andıran bir
tempoyla evrimi ve biyokimyasal özelliği, fosil kalıntılarının dış
görünüşünde tam bir belirginliğe kavuşmuyor. Cambrian patlamasından
sonraysa yeni hayat şekilleri başdöndürücü bir hızla belirmişlerdir. Birbirinin
ardından büyük bir hızla ilk balıklar ve omurgalılar ortaya çıktı. Önceleri
yalnızca okyanusları kaplayan bitkiler, kara parçalarını işgale koyuldular. ilk
böcek gelişti; bunun yavruları karalara yayılan hayvanların öncüleri oldular.
Kanatlı böceklerle amfibiler böcekler doğdu. Hem karada, hem suda
yaşayabilen balık türedi, ilk ağaçlar ve sürüngen hayvanlar belirdi.
Dinozorun gelişimi gerçekleşti. ·Memeliler ortaya çıkarken, ilk kuşlar
uçmaya, ilk çiçekler açmaya başladılar. Sonra dinozorlar yok oldular
yeryüzünden. Yunus balıklarıyla balinaların ataları olan ilk balıklar belirdi.
Aynı dönemde maymunların, orangutanların ve insanların ataları olan
primatlar ortaya çıktı. Yaklaşık on milyon yıl önce, insana epey benzeyen ilk
yaratıklar beyinlerinin büyüklüğünde önemli gelişmeler gösterdiler.
Ardından da, yalnızca birkaç milyon yıl önce, ilk gerçek insanlar ortaya
çıktılar.
İlk insanların yaşam ortamı ormanlardır. Aslında insanların fermanlara
doğal bir yakınlığı vardır. Göklere doğru tırmanan bir ağaç ne güzeldir...
Yaprakları fotosentez olgusu hazırlamak İçin güneş ışığına kucak açarlar.
Ağaçlar yanlarındaki ağaçları gölgelemek suretiyle rekabete girişirler. Eğer
dikkat edecek olursanız, yan yana yetişen iki ağacın birbirini ite dürte bir
yaşam yarışma girdiklerini görürsünüz. Ağaçlar, enerjilerini güneş ışığından
sağlayan kocaman ve güzel birer makinedirler. Topraktan su, havadan
karbondioksit alarak bunları hem kendilerinin kullandığı, hem de bizlerin
yararlandığı yiyeceğe çevirirler. Bitki, ürettiği karbonhidratı, kendi bitkisel
yaşamını sürdürmek için enerji kaynağı olarak kullanır. Ve sonuçta
bitkilerden geçinen parazitler olan bizler de kendi yaşamımızı sürdürmek için
bitkilerin karbonhidratlarını çalarız. Bitkilerden aldığımız kanımızdaki
karbonhidratlarla içimize çektiğimiz havanın erimiş haldeki oksijenini
karıştırarak yaşayabilmemiz için gerekli enerjiyi sağlarız. Bu süreç
sonucunda karbondioksit çıkarırız. Bitkiler de aldıkları bu karbondioksiti
karbonhidrata dönüştürürler. Ne şaşılası bir işbirliği düzeni... Bitkilerle
insanların birbirinin soluğunu alıp vermesiyle gezegen çapında karşılıklı bir
hayat öpücüğü döngüsü, 150 milyon kilometre uzaklıktaki bir yıldızın
enerjisiyle sürüp gitmekte...
Bilinen organik molekül 'sayısı on milyarları aşar. Oysa bunlar arasında
yalnızca ellisi yaşamın temel faaliyetlerine gereklidir. Aynı örüntüler
(pattern) değişik işlevler için şaşılası bir düzenle kendilerim koruyarak
yinelenirler. Yeryüzündeki hayatın temelinde yatan ve hücrenin kimyasal
yapısını kontrol eden proteinlerle kalıtsal talimatları taşıyan nükleik
asitlerden oluşan moleküller, hem bitkilerde, hem hayvanlarda temelde
aynıdır. Çınar ağacının da, bizlerin de yapısı aynı harçtandır. Zaman
açısından yeterince geriye doğru gidildiğinde ortak bir atamız olduğu
anlaşılır.
Canlı hücrede, yıldızlar ve galaksiler âlemindeki gibi karmaşık ve güzel
bir düzen hüküm sürer. İnce bir işçiliğe dayanan hücre yapısı ancak 4 milyar
yıl içinde ulaşılmış bir mekanizmadır. Yiyecek parçaları hücrenin içinde
şekil değiştirir. Bugün akyuvar olan, dünün ıspanağıdır. Hücre bu değişimi
nasıl gerçekleştirir? Hücrenin içi öylesine düzenli bir işbirliğine dayanan bir
yapıdır ki, kendi öz yapısını koruyarak molekülleri eriştirir, enerji depolar ve
kendini çoğaltma işlevini yerine getirir. Bir hücrenin içine girebilecek olsak,
molekül beneklerinin çoğunun protein molekülleri olduğunu, bunlardan bir
bölümünün coşkun bir faaliyet içinde bulunurken, bir bölümünün de bekleme
halinde olduklarını görürdük. En önemli proteinler enzimlerdir. Bunlar
hücrenin kimyasal tepkilerini düzenleyen moleküllerdir. Enzimler, bir
makineyi oluşturan parçaları biraraya getiren ve her biri ayrı bir parçanın
uzmanı olan işçileri andırırlar. Örneğin, hücrede nükleotid guanozin fosfat
oluşumuna geçilen dördüncü aşamaya ya da enerji sağlamak üzere bir şeker
molekülünün ayrıştırılınmasına geçilen 011 birinci aşamaya. hücre içindeki
öteki işlevlerin yerine getirilmesine karşılık ödenen bedel ya da harcanan
emek gözüyle bakabiliriz. Ne var ki, bu «oluşum defilesi» enzimler
tarafından yönetilmemektedir. Enzimler emir kuludurlar ve kendileri de
başka görevlilerin verdikleri talimat üzerine meydana gelirler. Patron
molekül dediğimiz moleküller nükleik asitlerdir. Banlar hücrenin en dip
bölmesinde, başkalarının girmesine izin verilmeyen bir «Yasak Kent»te,
hücrenin çekirdeğinde bulunurlar.
Hücrenin çekirdeğindeki bir gözenekten içeri dalabilsek, bir makarna,
uzun makarna fabrikasında meydana gelmiş bir patlamayı andıran bir
görünümle karşılaşırdık. Düzensiz bir kangal ve düz tel çokluğu görürdük ki,
bunlar iki nükleik asit türüdür : DNA talimat verenidir, RNA ise DNA
tarafından verilen talimatı hücrenin geri kalan bölümlerine iletenidir. Dört
milyar yıllık evrimin meydana getirebildiği ve bir hücrenin, bir ağacın ya da
insan vücudunda bir işlevin nasıl yapıldığına ilişkin tüm bilgiler birikimine
sahip olan işte bu hücrelerdir. İnsan
DNA’sında yazılı bilgi birikimi toplamı, normal konuşma dili temeline
dayanılarak yazılsa, kalın kalın 100 ciltlik kitap tutardı. Ayrıca DNA
molekülleri, bazı istisnalar dışında, kendilerini aynen tekrarlayarak tıpatıp
birer kopyalarını çıkarabilirler.
DNA bir çift sarmal eğriden oluşur; birbirine bağlı iplikler «sarmal» bir
merdiveni andırırlar. Anayapısal ipliklerden her biri boyunca varolan
nükleotidlerin oluşumu ya da düzeni, hayat sözlüğünü verir. Üreme
sırasında, sarmal eğriler özel bir proteinin de yardımıyla kendi kendine
açılırlar ve her biri, yakınındaki hücre çekirdeğinin yapışkan sıvısında
dalgalanan nükleotid yapı bloklarından öteki sarmal eğrinin aynısını
oluşturur. Sözünü ettiğimiz açılma başlayınca, «DNA polimeraz» adı verilen
önemli bir enzim, oluşan sarmal eğrinin mükemmel biçim almasına yardım
eder. Eğer yanlış bir işlem yer alırsa, hatayı ortaya çıkaran ve yanlış
nükleotidi doğru nükleotidte ikame eden enzimler belirir. Bu enzimler hayret
verici güçlere sahip bir molekül makinesidir.
DNA çekirdeği tıpatıp kendine benzeyen bir kopyasını üretmesinin ki
buna kalıtım diyoruz; yanı sıra, hücrenin, faaliyetini de yönetir ki buna da
metabolizma diyoruz. Hücrenin faaliyetini yönetme işini RNA nükleik asit
bileşimi yaparak sağlar. Ulaklık yapan bu nükleik asitlerin her biri, hücre
çekirdeğinin dış bölgelerine geçer ve orada, tam zamanında ve tam yerinde,
bir enzimin yapılışını denetler. Her şey tamamlandığında, ortaya bir tek
enzim molekülü çıkmış demektir ki. bu da hücrenin kimyasal yapısının bir
özel işlevini yönetmeyi başlar.
İnsan DNA'sı bir milyar nükleotid uzunluğunda bir merdivendir.
Nükleotidlerin aklın alamayacağı kadar çok sayıda bileşim olasılığı vardır.
Fakat bu bir anlam ifade etmez, çünkü yararlı bir işlev görmeyen protein
sentezlerine yol açar. Yalnızca çok kısıtlı sayıda nükleik asit molekülleri
bizimki gibi karmaşık hayat şekilleri vücuda getirmeye yetmektedir. Buna
rağmen bile, nükleik asitlerin yararlı biçimde biraraya getirilmiş yolları
şaşırtıcı derecede çoktur; belki de evrendeki tüm elektron ve protonların
sayısından daha çoktur. Bu noktadan hareket ederek dünyaya getirilebilecek
insan sayısının şimdiye dek yaşamış insan sayısından çok daha fazla olduğu
söylenebilir. İnsan türünün kaynak potansiyeli büyüktür. Nükleik asitleri
şimdiye kadarki herhangi bir insandakinden daha iyi çalışmaları için biraraya
getirmenin çeşitli yolları olmalıdır. Neyse ki, başka tür bir insan meydana
getirmek için nükleotidleri değişik bileşimlere kavuşturma bilgisinden
yoksunuz. İleride nükleotidleri istediğimiz biçimde biraraya getirerek arzu
edilen nitelikleri yaratmak mümkün olabilir... Düşündürücü ve ürkütücü bir
proje!
Evrim mutasyon ve ayıklama yoluyla gerçekleşir. Mutasyon çoğalma
sırasında <DNA polimeraz» enziminin bir yanlışlık yapmasıyla olur, ama
pek ender olarak hata yapar. Mutasyonlar, Güneş veya kozmik ışınlardan
gelen radyoaktivite ya da morötesi ışığın veya çevredeki kimyasal
maddelerin etkisiyle olabilir. Tüm bu etkiler, nükleotidleri değiştirebilir ya
da nükleik asitleri düğümler halinde bağlayabilir. Eğer mutasyon oram
yüksekse, 4 milyar yıldır uzun uzadıya edinilmiş kalıtımı kaybetmiş oluruz.
Eğer çok düşük orandaysa, çevrede ilerde görülebilecek herhangi bir
değişime ayak uyduracak yeni çeşitlilikler oluşmayacaktır. Hayatın evrimi,
mütasyonla ayıklama arasında az çok kesin bir dengeye gereksinim gösterir.
Tek bir DNA nükleotidindeki değişildik, sözkonusu DNA şifresinde
varolan proteinin tek bir amino asitinde değişikliğe yol açar. Avrupa asıllı
insanların alyuvar hücreleri aşağı yukarı küresel bir görünüştedirler. Afrika
asıllıların bazılarındaki alyuvar hücreleriyse ortak biçimde ya da hilal
görünüşündedirler. Orak biçimindeki hücreler daha az oksijen taşırlar ve
*bunun sonucu olarak bir tür kansızlığa (anemi) yol açarlar. Bu durum
sıtmaya karşı daha büyük bir direnç sağlar. Ölmektense anemik olmak tercih
edilir. Kanın işlevi üzerindeki bu önemli etki, normal bir insan hücresinin
DNA’sındaki 10 milyar nükleotidden bir tekindeki değişikliğin sonucudur.
Öteki nükleotidlerdeki bir değişikliğin neler yapabileceğinden henüz
habersiz bir durumdayız.
Biz insanlar, bir ağaca kıyasla değişik görünüşteyizdir. Hiç kuşkusuz
dünyayı bir ağacın algıladığından farklı algılarız. Fakat molekülün asıl
yapısına bakınca, ağaçla insanın kalıtım açısından nükleik asit kullandıkları
görülür. Hücrelerimizin kimyasal yapısını denetleyici enzimler olarak
proteinleri kullanmaktayız. İşin daha da anlamlı yanı, nükleik asit bilgisini
protein bilgisine çevirmek İçin, İnsanın da, ağacın da, gezegenimizdeki
hemen tüm Öteki yaratıkların da aynı şifre kitabını kullanmakta oluşlarıdır.
Molekül benzerliği açısından temeldeki bu birlik için yapılabilecek akla
uygun açıklama şudur: Ağaçlar da, insan da, balık da, salyangoz da, kısacası
tüm canlı varlıklar, gezegenimiz tarihinin ilk dönemlerinde tek ve aynı
yaşam "başlangıcından kaynaklanmışlardır. Peki, öyleyse, yeryüzündeki
bugünkü yaşamın oluşumunu hazırlayan temel moleküller nasıl ortaya
çıkmışlardır?
Cornell Üniversitesindeki laboratuvarımda ilgilendiğimiz konular
arasında, prebiyolojik (biyoloji öncesi) organik kimya ·da yer alıyor.
Yeryüzünün ilkel dönemindeki gazlar olan hidrojeni, suyu, amonyağı,
metanı, sülfit hidrojeni karıştırıp bu gazların karışımından elektrik akımı
geçirdik. Bu arada bunların halen Jüpiter gezegeninde ve tüm Kozmos’ta
bulunduğunu anımsatmalıyız. Bu elektrik akımının geçmesi şimşek çakması
gibidir. Bu tür şimşek eskiden yerküremizde çaktığı gibi, bugün Jüpiter’de de
çakmaktadır. Gazları ^oyduğumuz ve içinde şimşek çaktırdığımız kap
saydam olup, sözünü ettiğimiz gazlar gözle görülmez durumdadırlar. Fakat
on dakika süreyle şimşek çaktırıldıktan sonra, kabın kenarlarından yavaş
yavaş kahverengi pigmentlerin aktığını görürüz. Giderek kabın İçi donuklaşır
ve kahverengi yoğun bir katran yayılır. Morötesi ışığı, yani Güneş’in o
dönemlerdeki özelliğini tekrarlasaydık da, sonuç az çok yine aynı olurdu.
Katranlı bulamaç, içinde protein ve nükleik asitler bileşimleri de dahil, çok
zengin karmaşık organik moleküllerle doludur. Böylece hayatin can suyu
kolaylıkla elde edilmiş oluyor.
Bu konuya ilişkin deneyler 1950’lerin başında Harold Urey Kimya
Enstitüsünden mezun Stanley Miller tarafından yapılmıştır. Kimyager Urey
ilk dönemdeki yeryüzü atmosferinin hidrojen bakımından çok zengin
olduğunu ısrarla söylemişti. Bugün Kozmos da hidrojen bakımından çok
zengindir. O tarihle !en bu yana hidrojenin yeryüzünden uzaya gıdım gıdım
süzüldüğünü, kütlesi büyük Jupiter’den ise süzülmediğini ve hayatın hidrojen
kaybından önce başladığını ileri süren de Urey'dir. Kimyager Urey bu
gazlardan elektrik akımı geçirilmesini önerince, biri bu deneyden ne
sağlamak istediğini sordu. O da, «Balstein», dedi. Balstein kimyagerlerce
bilinen tüm organik moleküllerin listesinin bulunduğu 28 ciltlik kitaptır.
O zamanlar yerkürede en bol bulunan gazları ve kimyasal bağlantıları
çözücü herhangi bir enerji kaynağını kullanarak hayatın temel yapı taşlarım
üretebiliriz. Sözkonusu kapta hayat müziğinin yalnızca notaları vardır, ama
müziğin kendisi yoktur. Yaşamın yapı taşları olan moleküller doğru bir
düzen içinde çizilmelidir. Hayat, hiç kuşkusuz proteinleri yapan aminoasitten
ve nükleik asitleri yapan nükleotidlerden daha başka bir şeydir. Ne var ki, bu
yapı taşlarından uzun molekül zincirleri dizisi oluşturarak laboratuarda
önemli adımlar atıldı. Aminoasitler, yerkürenin o zamanki koşullarında,
proteinlere benzeyen moleküllere dönüştürüldü. Bunlardan bazıları, kimyasal
tepkileri, zayıf olarak da olsa, enzimlerin yaptığı gibi denetliyebiliyorlar.
Nükleotidler 20 30 metre uzunluğu bulan nükleik asit iplikleri gibi
dizilebildiler. Deney tüpünde yaratılan uygun koşullar altında, kısa nükleik
asitler kendilerinin tıpatıp benzeri bileşimler meydana getirebiliyorlar.
Şimdiye dek hiç kimse yerkürenin ilk dönemine ait gaz ve sularını
birbirine karıştırıp sonuçta test tüpünden bir şey çıkarabilmiş değil. Bilinen
en küçük canlılar olan viroitler on bine yakın atomdan oluşmuşlardır. Halen
canlı diyebileceğimiz hiçbir varlık viroitler kadar basit yapılı değildir.
Virüslerin aksine viroitler yalnızca nükleik asitten oluşuyor; virüslerin
çevresin' de protein tabakası da vardır, Viroit tek bir RNA ipliğinden başka
bir şey değildir. Düz çizgi biçiminde olabilecekleri gibi, ‘daire biçiminde
olanlar da var. Virüsler gibi viroitler, daha büyük ve düzgün çalışan bir
hücrenin molekül mekanizmasında egemenlik kurarak onu daha çok sayıda
hücre üreten bir fabrika durumundan çıkarıp, daha çok viroit üreten bir
fabrika durumuna sokarlar.
‘ Bağımsız yaşayan en küçük organizmalar arasında bilineni, *PPLO
(Plöropnomi benzeri organizmalar) ile buna benzer küçücük hayvanlardır.
Bunlar yaklaşık 50 milyon atomdan meydana gelmiştirler. Kendi başlarına
yaşamak zorunda kaldıklarından viroitlerden ve virüslerden daha karmaşık
yapıdadırlar. Fakat bugün için yerküremizin çevre koşullan, basit hayat
şekilleri için elverişli değildir. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için çok
çabalamak zorundadırlar. Gezegenimiz tarihinin ilk dönemlerindeki hidrojeni
bol atmosferde, Güneş ışığı çok miktarda organik molekül yaratırken, çok
basit yapılı organizmalar (parazit olmayanlar) yaşama şansına sahiptiler. İlk
canlılar, ancak birkaç yüz metrelik nükleotidler olan kendi başlarına
yaşayabilir türden viroitlerdî herhalde. En ilkel maddelerden .başlayarak bu
tür yaratıklar üretmek üzere bu yüzyılın sonlarına doğru çalışmalar
başlayabilir. Yaşamın kökenine ilişkin Öğreneceğimiz daha çok şey var. Her
şeyden Önce genetik kodun kökenlerini öğrenebilmeliyiz. Bu konudaki
deneylere başlayalı ancak otuz yıl oldu. Doğanın dört milyar yıl önce
çalışmaya başladığını düşünürsek, az ilerlemiş sayılmayız çalınmalarımızda.
Bu deneylerin yalnızca yerküremize özgü şeyler olduğunu
söyleyemeyiz. İlkel gazlar ve enerji kaynakları tüm Kozmos’a 'özgüdürler.
Laboratuar kaplarımızdaki kimyasal tepkilerin aynısı yıldızlararası uzayın
organik maddesinin ve meteoritlerdeki amino asitlerin oluşmasında rol
oynamış olabilir. Benzer kimyasal olgular Samanyolu’ndaki milyarlarca
dünyada da kendini göstermiş olamaz mı? Hayat molekülleri Kozmos’u
dolduran aktadır.
Fakat başka bir gezegendeki hayatın moleküllerine ait kimyasal yapıyla
gezegenimizde kinin yapısı aynı olsa bile, oralarda bizimkine benzer
organizmalar bulunmasını beklemeyebiliriz de. Yerküremizdeki canlı
varlıkların çeşitliliğini gözönüne getiriniz. Oysa hepsi de aynı gezegeni ve
aynı molekül biyolojisini paylaşıyorlar. Oradaki hayvanlar ve bitkiler bizim
buradakilerden temelde belki de farklı şeylerdir. Öte yandan belirli çevre
koşullarına uyum açısından, örneğin, görmek için İki gözün elverişli olması
gibi durumlardan kaynaklanan benzer bir evrim de yer almış olabilir. Fakat
evrim sürecinin rastlantısal özelliğinden ötürü, yerküre dışı yaratıklar yerküre
yaratıklarından ayrı olabilir.
Yerküredışı bir varlığın nasıl bir görünüşe sahip olduğunu bilemem. Ne
yazık ki, yalnızca yerküremiz üzerindeki hayatı biliyorum. Bazı kişiler,
örneğin, kurgubilim yazarları ve sanatçılar öteki varlıkların nasıl
olabilecekleri konusunda tahminler yürüttüler. Ben yerküredışı varlıkların o
görünüşte olduklarından kuşkuluyum. Bildiğimiz hayat şekillerine fazlasıyla
dayanan bir düş gücünün ürünü gibiler. Herhangi bir organizmanın şu ya da
o biçimde görünmesi uzun bir evrimin sonucudur. Başka bir gezegendeki
hayatın bir sürüngene ya da bir böceğe veya bir insana benzediği kanısında
değilim. O yaratıkların derisini yeşile boyasanız, kulaklarını sivriltseniz ve
başlarına da birer anten ekleseniz, yine de bize benzeyecekleri kanısında
değilim. Fakat nasıl oldukları konusunda tahmin yürütmem için ısrar edecek
olursanız, biraz değişik de olsa şöyle bir tahmin yürütebilirim:
Jüpiter gibi atmosferi hidrojen, helyum, metan, su ve amonyak dolu,
gazdan oluşmuş dev bir gezegende katı bir yüzey bulunmaz. Burada yoğun
ve bulutlu bir atmosfer vardır ve bu atmosferde organik moleküller gökten
dökülüyor olabilirler. tıpkı laboratuar deneylerimizde olduğu gibi. Bununla
birlikte, bu gezegende hayat bulunmasına engel bir durum vardır. Atmosferi
çalkantılı ve aşağı tabakaları çok sıcaktır. Bir organizmanın aşağı kayıp
kebap olmaması için çok temkinli davranması gerekmektedir. .
Adı geçen gezegende hayat olmadığını kesin olarak belirlemek için
Cornell Üniversitesi meslektaşlarımdan E, E. Salpeter ile bazı tahmin
hesaplarına giriştik. Kuşkusuz, böyle bir yerde hayatın nasıl olduğunu tam
olarak kestiremeyiz, fakat fizik ve 'kimya yasaları çerçevesinde, böyle bir
ortamda yaşanabilir mi diye incelemeye koyulduk.
Bu koşullarda yaşayabilmenin bir yolu, yanıp kebap olmadan önce
üremek ve yeni doğanların atmosferin daha yüksek ve daha serin
tabakalarına çekilebilmeleridir. Bu tür organizmaların çok küçük olması
gerekir. Bunlara «tüğenler» diyebiliriz* içinden helyum ve ağır gazları
dışarıya pompalayıp en hafif gazı bırakan bir hidrojen balonu da
düşünülebilir. Ya da içi sıcak havayla dolu bir balon olabilir; içi sıcak
tutularak havada sallanabilir. Bu ısıyı da yediği besinin enerjisinden,
sağlayabilir. Adına «dönergezer» diyebileceğimiz bu balonsu yaratık varolan
organik molekülleri yiyebilir ya da besinini güneş ışığından ve havadan
kendi yapar. Yerküremizde bitkilerin yaptığı gibi. Bir bakıma, dönergezer ne
denli cüsseli olursa o denli etkindir. Salpeter ve ben, döner * gezerlerin
şimdiye dek yaşamış en büyük balinalardan daha büyük olduklarını
düşündük. Kent büyüklüğünde varlıklar.
Döner gezerler, gezegenin, atmosferinde gaz salarak kendilerini
itebilirler. Jet motoru ya da roket örneği. Onları gözün alabildiğince tembel
sürüler halinde dolaşır varsayıyoruz. Derilerinde de şekiller olduğunu
düşünüyoruz. Bunları uyum için kamuflaj aracı olarak yarattıklarını
sanıyoruz. Çünkü onların da uyum sorunları var. Böylesi bir ortamda en
azından bir ekolojik yerleşim derdi sözkonusudur. Avcılık. Avcılar hızlı
hareket ederler ve manevra yeteneğine sahiptirler. Döner gezerleri gerek
organik molekülleri için, gerekse saf hidrojen birikimleri için yerler. İçi boş
«tüğenler» ilk döner gezerlere dönüşmüş olabilirler. Kendi güçleriyle
kendilerini iten döner gezerler de ilk avcılara. Avcı sayısı çok değildir.
Çünkü avcılar tüm döner gezerleri tüketirlerse, kendileri de yok olacaklardır.
Fizik ve kimya, bu tür hayat şekilleri oluşumuna olanak verir. Sanat
onları sevimli kılar. Bununla birlikte doğanın bizim tahminlerimize ayak
uydurmasını şart koşamayız. Fakat Samanyolu galaksisinde hayat bulunan
milyarlarca dünya varsa, bunlardan bazılarında hayal gücümüzün fizik ve
kimya yasalarının sınırı içinde yarattığı Tüğen’ler, DönerGezer’ler ve
Avcılar bulunabilir'.
Biyoloji, fizikten çok tarihe daha bir benzerlik gösterir. Bugünü bilmek
için dünü bilmek zorundayız. Hem de öyle böyle değil. Müthiş ayrıntılı
biçimde bilmek zorundayız. Tarihi öncedeen belirleyen bir kuramın henüz
bulunmuş olmaması gibi, biyolojiyi önceden belirleyen bir kuram da yoktur.
Nedenleriyse ayrıntılar: Her iki konu bizler için henüz çok karmaşıktır. Ne
var ki kendi durumumuzu, başka durumları bilmek yoluyla daha iyi
kavrayabiliriz. Yerküre dışı hayata ilişkin tek bir olgunun incelenmesi,
biyolojiyi bugünkü sınırlarından dışarı çıkaracaktır. İlk olarak biyologlar
başka ne gibi hayat türlerinin mümkün olduğunu anlayacaklardır. Başka bir
yerde hayat arayışı önemlidir derken, onu bulmanın kolay olacağını
söylemek istemiyoruz. Demek istediğimiz, aramaya değer olduğudur. Çok,
ama çok değer...
Şimdiye dek yalnızca küçük bir dünya üzerindeki yaşamın sesine kulak
verdik. Fakat artık hiç olmazsa, Kozmos’un çok sesli müziğine kulaklarımızı
açmış bulunuyoruz.
Bölüm III
DÜNYALARIN UYUMU
Göklerin buyruklarını biliyor musunuz?
Yeryüzünde onları egemen kılabilir misiniz?
— Kutsal Kitap'tan
Her varlık türünün kendine özgü gizli bir özelliği bulunduğunu ve bu
özelliğine dayanarak hareket edip belirgin etkiler yaptığını söylemek, aslında
hiçbir şey söylememeye eştir. Oysa doğa olaylarından iki ya da üç genel
kural çıkarıp, ardından da tüm varlıkların özellikleriyle devinimlerini o
belirgin kurallarla tanımlamak, işte bu büyük bir adım atmaktır.
— Isaac Newton, Optics
Kuşların hangi yararlı amaç uğruna öttüğünü araştırmayız, çünkü ötmek
onların zevkidir. Kuşlar bunun için yaratılmışlardır. Bu nedenle insan
zihninin de evrenin sırlarını arşınlama zahmetine niçin katlandığını
sormamalıyız... Doğa giz dolu o denli değişik hâzineyle kaplıdır ki, bütün
bunlar, insan zihninin hiçbir zaman taze gıdalardan yoksun kalmaması için
yaratılmışlardır.
— Johannes Kepler, Mysterium Cosmographicum
HİÇBİR ŞEYİN DEĞİŞMEDİĞİ BİR GEZEGENDE YAŞAMIŞ
OLSAYDIK, yapılacak pek az iş bulunurdu. Düşünüp bulacak bir şey
kalmazdı. Bilimin hız kaynağı kaybolurdu. Ve eğer her şeyin rastlantısal
olarak ya da çok karmaşık biçimde değiştiği bir dünyada yaşasaydık, bu kez
de bir şeyler düşünüp bulma olanağı kalmazdı. Bilim diye bir şey de olmazdı
aynı nedenlerden ötürü. Ne var ki, bu iki durum arasında kalan bir evrende
yaşıyoruz; her şeyin değiştiği, fakat yöntemlere, örüntülere ya da doğa
yasaları dediğimiz kurallara göre değiştiği bir evrende. Havaya bir sopa
fırlatırsam, her defasında da yeryüzüne düşüyor. Güneş batıda batıyorsa, her
zaman ertesi sabah doğuda doğuyor. Böylece belirli kurallar çıkarıp ona göre
düşünebiliyoruz. Bilim yapabiliyor ve o sayede yaşamımızı daha iyiye doğru
yönlendirebiliyoruz.
İnsanoğlu dünyayı anlamaya yatkındır. Her zaman da böyle olmuştur.
Avcılığa ya da ateş yakabilmeye başlamamız, bir şeyler düşünüp bulma
yeteneğimizden ileri gelmektedir. Yeryüzünde insanların televizyondan önce,
sinema filmlerinin oynatılmasından önce, radyodan önce,kitaptan önce
yaşadığı dönemler olmuştur. İnsan yaşamının büyük bir bölümü böyle
dönemlerde geçmiştir. Kırda yakılan bir ateşin küllenmesi sırasında,
mehtapsız bir gecede yıldızları gözlemiştir.
Geceleyin gök ilginçtir. Gökte bazı şekiller görürüz. Kendimizi bunları
görmeye zorlamasak bile, bazı resimler düşleyebiliriz. Örneğin, göğün kuzey
bölgesinde bir ayıya benzeyen bir şekil ya da yıldız kümesi var. Bazı
uygarlıklar bu şekle Büyük
Ayı adı veriyorlar. Bazılarıysa bunu başka bir şeye benzetiyorlar. Gökte
aslında böyle bir şekil yok. O şekli yakıştıran bizleriz. İnsanoğlu avcılık
dönemini yaşadı. Avcısını gördü, köpeğini gördü, ayısını gördü ve kızını
kısrağını gördü, insanoğlunun ilgisini çeken şeylerdir bütün bunlar. XVII.
yüzyıl denizcileri gökyüzünün güney bölgelerini ilk kez gördüklerinde,
oralara o dönemin ilgisini çeken eşya şekilleri yakıştırdılar: Tukanlar,
tavuskuşları, teleskoplar, mikroskoplar, pusulalar ve gemi kıçı. Yıldız
kümelerine XX. yüzyılda isimler verecek olsaydık, sanırım, gökte bisikletler
ve buzdolapları, rock and roll yapan «yıldız»lar ve belki de mantar biçiminde
bulutlar görürdük. Bugünkü İnsanların yıldızlarda arayıp bulacakları umut ve
korkulardır bunlar.
Atalarımız arada sırada çok parlak ve kuyruğu olan bir yıldızı bir an için
gözledikten sonra hızla kaydığım görürlerdi. Bir yıldız düştü derlerdi; ama
iyi bir tanımlama değil bu. Düşen yıldız kayıp gittikten sonra da yaşlı
yıldızlar orada kalırlar. Bazı mevsimlerde kayan yıldız sayısı çoktur; bazı
mevsimlerdeyse çok azdır. Bu konuda da, her şeyde olduğu gibi, bir düzen
sozkonusudur.
Güneş ve Ay gibi, yıldızlar da hep doğudan doğarlar ve batıda batarlar.
Bütün bir gece bir 'boydan bir boya göğü katederler. Tabii eğer üzerimizden,
geçerlerse. Değişik mevsimlerde değişik yıldız kümeleri oluşur, örneğin,
sonbahar başlarında her zaman aynı yıldız kümeleri görülür. Sürpriz olarak
yeni bir yıldız kümesinin doğudan doğması diye bir şey olamaz. Yıldızlar
konusunda bir düzen ve kalıcı bir tahmin olanağı vardır, insanın içine
neredeyse rahatlatıcı bir güven verirler.
Yıldızlardan bazıları Güneş’ten az önce doğar, az sonra da batarlar.
Mevsimlere göre değişen doğuş ve batışları gözlenir. Yıldızlar dikkatlice
gözlense ve yıllar boyunca durumlarındaki değişiklikler not edilse, bu
yıldızlara bakarak mevsimlerin gelişini tahmin edebilirsiniz. Aynı zamanda
Güneş’in ufukta her gün doğduğu yeri gözleyerek, yılın hangi bölümünde
bulunduğunuzu da saptayabilirsiniz. Kendini bu işe verecek olan, yetenekli
ve dikkatli kişiler için göklerde yazılı bir takvim bulma olanağı vardır.
Atalarımız mevsimlerin süresini ölçecek yöntemler bulmuşlardı. New
Mexico’nun Chaco Canyon bölgesinde XI. yüzyıldan kalma çatısız kocaman
bir tapınak var. Haziranın 21’inde, yani yalnızca yılın en uzun gününde,
buradaki pencereden şafak vakti giren ışık demeti ağır ağır hareket ederek
odanın içindeki özel bir bölümde gezinir. Kendilerine «Eskiler» adını veren
mağrur Anasazi topluluğunun burada tüylü elbiselerini giymiş, çalgı
aletleriyle biraraya gelerek Güneş’in kudretini kutlayışlarını gözümün önüne
getirebiliyorum. Yine bu odada Ay’ın devinimini de izledikleri anlaşılıyor.
Tapınak odasının üst bölümlerindeki duvara kazılan 28 çizgi, Ay’ın yıldızlar
kümesindeki yerine dönmesi için geçmesi gereken günlerin sayısını ifade
ediyor olmalı. Bu insanlar Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara çok yakın bir ilgi
gösteriyorlardı. Benzer düşüncelere dayanarak bulunup yapılmış araç
gereçlere, Kamboçya’da Angkor Wat’ta, Ingiltere’de Slonehenge’de,
Mısır’da Abu Simbel’de, Meksika’da Chichen Itza’da, ve Kuzey
Amerika’nın Great Plains bölgesinde de rastlanıyor.
Takvimi bulmaya yönelik araç gereçlerden bazılarını rastlantıya borçlu
olabiliriz; örneğin, 21 Haziran günü pencereden giren ışığı belli bölgeleri
aydınlatması gibi. Bunun yanı sıra çok değişik buluşlara da rastlıyoruz.
Amerika’nın güneydoğusundaki bir bölgede toprağa dikilmiş üç kütük
bulunuyor. Arkalarındaki bir kayaya da birazcık galaksiye benzeyen bir
sarmal şekil kazılmış. 21 Haziran günü, yazın ilk günü, kütükler arasındaki
bir gedikten sızan güneş ışığı hançer gibi sarmalı ikiye ayırıyor; kışın ilk
günü olan 21 Aralık günüyse sarmalı iki yanından kuşatan iki adet güneş
ışığı hançeri oluşuyor. Gökteki takvimi okumak için öğle güneşini çok iyi
belirleyen bir yöntem.
Dünyanın ayrı ayrı bölgelerinde insanoğlu astronomiyi öğrenmek için
neden bu kadar çaba harcamıştır dersiniz? Mevsimlere göre göçleri artan ya
da azalan ceylan, antilop ve yaban öküzleri avı sözkonusuydu elbet. Meyva
ve fıstıkların toplanması için mevsimlerin bilinmesi gerekiyordu. Tarımı icat
ettiğimiz zaman ekimin ve haşatın ne zamanlara rastlatılması gerektiğini
bilmeliydik. Birbirinden dünyalar kadar uzak göçebe topluluklarının
toplantıları için de takvim kullanmak gerekiyordu. Kısacası gökte yazılı
takvimi okuyabilmek tam anlamıyla ölüm kalım sorunuydu, o günler için.
Hilalin gökte yeniden görünmesi; tam bir tutulmadan sonra güneşin yeniden
gözükmesi; güneşin geceleyin ortalıkta gözükmeyerek verdiği huzursuzluğun
sabahleyin giderilmesi; bütün bunlar dünyanın dört bir yanında yaşayan
insanlar tarafından üzerinde titizlikle durulan olaylardı. Hayatta kalabilmek
için gökteki bu olayları izlemek gerekiyordu. Atalarımız için bu doğa
olaylarının bir dili vardı. Aynı zamanda göklerdeki olayları bilmek
ölümsüzlüğe eş bir anlam da kazanıyordu.
Çağlar geçtikçe, insanlar atalarından bilgi birikimi sağladılar. Güneş’in,
Ay’ın ve yıldızların yerlerini ve hareketlerini ne kadar iyi bilirseniz, ekip
biçmek, avlanmak, kabileleri toplamak için o denli güvenilir bir zamanlama
olanağına sahiptiniz. Ölçüde kesinlik olanağı arttıkça, buna ait kayıtlan
tutmak gerekti. Böylece astronomi, gözlem gereksinimini, matematiği ve
yazının gelişimini zorladı.
Ancak daha sonraki dönemlerde, garip bir fikir hareketi başladı.
Temelde deneysel olan bilim düşüncesi, batıl inançların ve mistisizmin
saldırısına uğradı. Güneş ve yıldızlar mevsimleri, yiyeceği ve ısıyı
belirliyordu. Ay ise gel gitleri, birçok hayvanın yaşam evrelerini ve belki de
kadınların aybaşı dönemlerini belirliyordu; çocuk sahibi olmak isteyen ateşli
bir tür için önemli sayılan bir noktaydı bu. Gökyüzünde başka türden
cisimler de vardı. Gezegen denen ve aylak dolaşan yıldızlar. Göçebe
atalarımızın ayak dolaşan bu gezegenlere yakınlık duymuş olmaları gerekir.
Güneşle Ay’ı saymazsanız, yalnızca beş gezegen görebilirsiniz. Arkalarına
çok daha uzaktaki yıldızları almış olarak devinirler bu gezegenler. Uzunca
aylar boyunca bunların devinimlerini izleseniz, bir yıldız kümesinden
Ötekine geçtiğini görebilirsiniz. Gökteki öteki cisimlerin insan yaşamı
üzerinde etkisi olduğuna göre, gezegenlerin etkisi acaba ne olabilirdi?
Çağdaş Batılı toplumda bir astroloji dergisi satın almak, örneğin gazete
bayiinden, kolay bir iştir. Fakat astronomi dergisi bulmak çok daha zordur.
Amerika’da hemen her gazetenin bir astroloji köşesi vardır. Fakat haftada bir
astronomiye köşe ayıran gazete zor bulunur. ABD’deki astrologların sayısı
astronomların sayısından on kat fazladır. Partilerde, bir bilimadamı
olduğumu bilmeyenler bana bazen, «İkizler Burcunda mı doğdunuz?»
(Başarı şansı on ikide bir) diye sorular yöneltirler. Bazen de «Altın, genç
yıldızların patlamasından oluşurmuş, doğru mu?» diye soranlar da olur. Ya
da, «Mars için bir Rover araba yapılmasına Kongre ne zaman yeşil ışık
yakacak?» gibisinden sorular da eksik olmaz.
Astrolojinin iddiasına göre, doğduğunuz zaman gezegenlerin içinde
bulundukları yıldız kümesi, geleceğinizi yakından etkiler. Gezegenlerin
devinimlerinin kralların, kraliyet ailelerinin, imparatorlukların alınyazılarını
belirlediği yolundaki düşünce birkaç bin yıl önce gelişmişti. Astrologlar,
gezegenlerin devinimlerini inceleyerek, diyelim, Venüs gezegeni son olarak
Oğlak Burcundayken neler olduğunu gözden geçirip, bu kez de aynı şeylerin
olabileceğini düşünmüşlerdir. Bu oldukça nazik ve rizikolu bir işti.
Astrologlar devlet tarafından bu işle görevlen» dirilirlerdi. Ve yalnızca devlet
hesabına çalışırlardı. Birçok ülkede göklerde saklı gizleri açığa vurmak
yalnızca astrologa verilmiş bir görevdi. Başka biri gökleri okumaya
kalkışırsa ölüm cezasına çarptırılırdı. Bir rejimin düşeceği tahminini
yürütmek, o rejimi devirmek için fena bir yol sayılmaz. Yanlış tahminlerdi
bulunan Çin Sarayının astrologları idam edilirlerdi. Astroloji sonunda,
gözlemler, matematik ve olaylar muhasebesiyle karılmış karmaşık
düşüncelerin, dindarlık kisvesi altında entrikaların çevrilmesine yol açan
garip bir bilgi birikimine dönüştü.
Gezegenler ulusların alınyazılarını belirliyorlarsa, yarın benim başıma
gelecekleri de haber veremezler mi? Kişileri hedef alan bir astroloji 2.000 yıl
kadar önce Mısır’da, İskenderiye’de gelişerek Yunan ve Roma dünyalarına
yayıldı. Eski çağların astrolojisinin kalıntılarını bugün Batı dillerinin bazı
sözcüklerinde bulabiliriz. Örneğin, «facia» karşılığı kullanılan İngilizce
«disaster» sözcüğü Yunancada «kötü yıldız» demekti. İtalyanca «influenza»
sözcüğünün karşılığı bugün «etki» demektir, «asıl yıldızların etkisi»
anlamındadır. İbranice ve sonra da Babil dilinde <mazeltow> sözcüğü «iyi
burç» demektir. Babil astroloji sözlüğünde ve yine eski İbrani dilinde
«shlamazel» sözcüğü «kendini kötü talihten kurtaramayan kişi» anlamında
kullanılır. Plinius’un yazılarından Roma’lı yurttaşlar arasında «sideratio»
(gezegen zede) kişiler bulunduğunu anlıyoruz. Gezegenlerin insanların
ölümünden doğrudan sorumlu oldukları düşüncesi yaygındı. «Göz önünde
tutmak» anlamındaki İngilizce «consider» sözcüğünün köken anlamı şudur:
«Gezegene bakarak konuşmak». Gezegenlere bakarak konuşmaksa oldukça
ciddi bir işti. 1632 yılında Londra’daki ölüm istatistiklerine ilişkin olarak
yayınlanan sayılar, çocuk hastalıkları arasında hiç bilmediğimiz «ışıkların
yükselişi» ve «kraliyet şeytanı» gibi hastalıkların yanı sıra, «gezegene yenik
düşmekten toplam 9.548 kişinin öldüğünü açıklıyordu. Böyle bir hastalığın
belirtileri acaba neydi, merak ediyorum. «Gezegene yenik düşenler»in sayısı
bu istatistiklerde kanserden ölenlerin sayısından fazla.
Kişilerin kaderine ilişkin astroloji bugün de geçerlidir: aynı .kentte aynı
gün yayınlanan iki gazetenin yıldız falı sütunlarını gözönüne getiriniz.
Örneğin, 21 Eylül 1979 tarihli New York Post ve New York Daily News
gazetelerini ele alalım. Diyelim ki, Terazi Burcunda, yani 23 Eylül22 Ekim
arasında doğmuşsunuz. Post gazetesi falcısına göre, «Bir uzlaşma sayesinde
gerginliğiniz giderilecek»tir. Evet, bu yararlı bir öneri ama çoklukla belirsiz.
Daily News falcısına göreyse, «Kendinizi biraz dar ha zora koşmalısınız.*
Bu da belirsiz ama değişik bir uyarı. Bu söylenenler birer «tahmin» değil,
birer «önerindir. Size ne yapmanız gerektiğini söylüyor, başınıza neler
geleceğini değil. Kasten öyle yazıyorlar, herkese uysun diye. Aralarında
karşılaştırılınca tutarsızlıklar da belirgin. Yıldız falı neden acaba spor
rekorları ya da borsadaki hisse senedi fiyatları gibi sorumsuzca veriliyor?
Astroloji ikizlerin yaşamından sınanabilir. Öyle durumlar var ki,
ikizlerden biri henüz küçükken bir trafik kazasında ya da yıldırım
çarpmasından öldüğü halde, öteki ikiz yaşamını son demlerine dek
sürdürebiliyor. İkizlerin aynı yerde ve hemen hemen aynı zamanda
doğdukları biliniyor. Onların doğumu aynı gezegenin belirli bir yerde
oluşuna rastlar. Eğer astroloji ya da yıldız falı geçerli bir şey olsa, bu
ikizlerin bu denli değişik bir alın yazısına sahip olmaları nasıl açıklanabilir?
Astrologların titiz bir testten geçirilmesi sonucu, yalnızca doğum yeri ve
tarihini bildikleri kişilerin karakterleri ve gelecekleri hakkında doğru
tahminlerde bulunamadıkları görülmüştür.
Gezegenimiz üzerindeki devletlerin bayraklarına bakılınca, ilginç bir
durumla karşılaşılır. ABD’nin bayrağında 50 yıldız bulunuyor. Sovyetler
Birliği’nin ve İsrail’in bayraklarında birer yıldız var. Birmanya’nınkinde 14,
Venezüela bayrağında 7, Çin bayrağında 5, Irak bayrağında 3 yıldız var.
Japonya, Uruguay, Bangaldeş, Taiwan, Malavi bayraklarında güneş var.
Brezilya bayrağında gökyüzü küresi bulunuyor. Kamboçya bayrağında
Angkor Wat astronomi laboratuvarı; Hindistan, Güney Kore ve Moğolistan
Halk Cumhuriyeti bayraklarında kozmolojik simgeler yer alıyor. Birçok
sosyalist ülke bayrağında yıldız var. Bir^ çok İslam ülkesi bayrağında da
hilal vardır. Ulusal bayraklardan hemen yarısı astronomi simgeleri sergiliyor.
Bu olgu şu kültür ya da mezhebin işi değil, evrenseldir. Yalnızca
zamanımızın bir olgusu da değildir. Nitekim Milattan önce 3.000 yıllarındaki
Sürrerîilerin kullandıkları silindir biçimli mühürlerinde ve Çin’deki Tao
bayraklarında yıldız kümeleri yer almıştı. Devletler, kuşkusuz, göklerdeki
gizli kudreti temsil etmek istiyorlar. Kozmos’la ilişkimizi ortaya koymak,
«Büyük Olaylar» dizisinde yerimizi almak istiyoruz. İlişkimiz bulunduğu
kesin; ancak bu ilişkinin, astrologların iddia ettikleri gibi, dar görüşlü, kişisel
ve düşünce onurunu zedeleyici biçimde değil de, maddenin doğuşu,
yerkürenin insana kavuşması, insan türünün evrimi ve kaderi açısından
olduğu kuşkusuz. Bütün bu konulara yeniden döneceğiz.
Halk arasında yaygın çağdaş astrolojinin kökenleri Batlamyus adıyla
bilinen Ciaudius Ptolemaus'a kadar iner. İskenderiye Kütüphanesinde ikinci
yüzyılda çalışmış bir kişidir. Şu ya da bu Güneş veya Ay «Evi»nde yükselen
gezegenleri gizli kuvvet kaynaklarını, Babil astrolojik geleneklerini kitap
haline dönüştüren Batlamyus’tur. Yaklaşık 150 yılında doğmuş bir kız
çocuğu hakkında Batlamyus döneminde papirüs kâğıdı üzerine Yunanca
olarak düşülen, astrolojik kayıt şöyledir: «Hakanımız Antonius Caesar’ın 10.
yılı, Phamenoth’un 15 16’sı, gecenin ilk saatinde Philoe doğdu. Güneş Balık
Burcunda, Jüpiter ve Merkür Koç Burcunda, Satürn Yengeç Burcunda, Mars
Aslan Burcunda, Venüs ve Ay Kova Burcunda, Yıldız Falı Oğlak Burcu.» O
zamandan bu yana ayların ve yılların sayılmasındaki yöntemin bir hayli
değişmesine karşılık, astrolojik bulgular o denli değişmemiştir.
Batlamyus’un Tetrabiblos adlı astroloji kitabından ilginç bir kaydı
aktarıyorum: «Satürn doğudaysa, doğanlar esmer görünüşlü, sağlam yapılı,
siyah kıvırcık saçlı, göğüsleri kıllı, gözleri orta büyüklükte, orta boyda ve
soğukla rutubetten fazlaca etkilenip sinirli oluyorlar.» Görüldüğü gibi,
Batlamyus, gezegenlerle yıldızların insanların yalnızca huylarım
etkilediklerine inanmakla kalmıyor, aynı zamanda boy bos, renk, bedensel
özelliklerin de gezegen ve yıldızlar tarafından etkilendiğine inanıyordu.
Doğuştan olan fiziksel kusurları da bu etkilere bağlıyordu. Bu noktada
çağdaş astrologlar daha temkinli bir tavır takınmışlardır.
Batlamyus zamanından bu yana bulunan tüm aylarla gezegenleri,
astreoitleri, kornetleri, radyo dalgaları gönderen gökcisimlerini, infilak eden
galaksileri, ortak yaşamlı yıldızlar, felakete yol açabilecek değişken
yıldızlarla X ışını kaynaklarım günümüzün astrologları hesaba katmıyorlar.
Astronomi bir bilimdir. Evreni olduğu gibi inceler. Astroloji ise sözümona
bilimdir, kanıt yokluğu karşısında öteki gezegenlerin bizlerin günlük hayatım
etkilediği savında olan bir sözde bilim. Batlamyus’un zamanında astronomi
ile astroloji arasındaki ayırım kesin değildi. Bugünse bu ayırım kesindir.
Bir astronomi uzmanı olarak Batlamyus yıldızlara adlar veriyor,
parlaklık derecelerini belirtiyor, yeryüzünün küresel bir biçime sahip
olduğuna ilişkin inandırıcı nedenler ileri sürüyor, Güneş ve Ay tutulmalarını
önceden belirleyici kurallar koymaya çalışıyor ve belki de en önemlisi,
gezegenlerin uzaktaki yıldız kümeleri önünde garip ve aylak dolaşmasını
anlamaya çalışıyordu. Batlamyus gezegenlerin devinimlerini önceden
bilmeyi mümkün kılacak ve göklerdeki mesajları deşifre edici bir yöntem
geliştirdi. Gökleri incelemek Batlamyus’a büyük coşku veriyordu:
«Yalnızca bir günlük bir yaşam için dünyaya geldiğimi biliyorum.
öleceğimi de biliyorum. Fakat yıldız kümelerinin sık sıralar halinde dairesel
devinimlerini gönlümce izlediğim zamanlar, ayaklarımın artık yeryüzüne
değmediğini hissediyorum...»
Batlamyus yerküremizin evrenin merkezinde olduğuna inanıyordu.
Güneş’in, Ay’ın gezegenlerin ve yıldızların yerküremiz çevresinde
döndüğünü sanıyordu. Dünyadaki en doğal inanış budur diyebiliriz. Çünkü
yeryüzü duruyor gibidir. Hareketsiz, katı bir cisim olarak görünüyor. Buna
karşılık gök cisimlerinin her gün doğup battığını görüyoruz. Her kültür
yerkürenin ev' renin merkezi olduğu varsayımına bir dayanak aramıştır. Bu
nedenledir ki, Johannes Kepler şöyle yazmıştır: «Daha önceden eğitilmemiş
bir zihnin, yeryüzünün üstü gökkubbeyle örtülü büyük bir ev olduğundan
daha başka bir şey düşünebilmesi olanaksızdır. Bu zihin, yeryüzünün
hareketsiz olduğunu ve küçük çaptaki güneşin, bu evin içinden, havada uçan
kuş gibi bir bölgeden gelip bir bölgeye gittiğini sanır.» Peki, gezegenlerin
görülen devinimlerini nasıl açıklayabiliriz? Örneğin, Batlamyus zamanından
binlerce yıl öncesinden bilinen Mars'ın hareketleri gözlemleniyordu. (Eski
Mısırlıların Mars’a verdikleri sıfatlardan biri Sakded ef em hethet’tir. Bunun
anlamıysa «geriye doğru seyreden» demektir. Mars gezegeninin geriye doğru
arada bir zıplar gibi çizgi çizerek devinmesi kastediliyor bu adla.)
Batlamyus’un gezegenlerin devinimini gösteren modeli, bir makine
aracılığıyla çalıştırılabilir. Bu amaçla Batlamyus zamanında yapılanlara
benzeyen bir makineyle (1)... Bütün sorun gezegenlerin oradan, yukarıdan ve
«dıştan» göründüğü biçimdeki «gerçek» devinimini gözler önüne sermekti.
Bu makine gezegenlerin devinimini buradan, aşağıdan «içten» göründüğü
biçimde tekrarını sağlayacaktı.
Yerküremiz çevresinde dönüyor olarak gösterilen gezegen» ler, tümüyle
saydam kürelere takılmıştı. Aslında doğrudan takılmamışlardı da, kürelere
dolaylı olarak bir tür merkezse tekerlek aracılığıyla takılı durumdaydılar.
Küre dönerken, küçük tekerlek de dönüyor ve yeryüzünden görüldüğü gibi,
Mars kavisli zıplayışını yapıyordu. Bu makine modeli, gezegenlerin
devinimlerini fazla farkla olmamak üzere önceden bilmeyi mümkün kılan bir
aygıttı. Batlamyus’un yaşadığı dönemler için kuş= kuşuz dakik sayılacak
ölçüler sağlayabilen bir aygıt... Hatta onun döneminden yüzyıllarca sonra
bile dakik bir ölçü sayılacak nitelikteydi.
Ortaçağda yapıları kristalden sanılan Batlamyus’un makinesindeki
«kürelerin müziği»nden ve «göğün yedinci katı»ndan söz edilmesi,
günümüze kadar aktarılmış bir alışkanlığı doğurmuştur. (Gökteki Ay,
Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter için ve ayrıca yıldızlar için birer
«cennet» ya da «küre» olduğu varsayılıyordu.) Yeryüzü evrenin merkezi
olduğuna, dünyanın doğuşu yeryüzü gizlerinde arandığına, göğün katlan
cisim olarak değil de, cisimsiz meçhuller olarak kabul edildiğine göre,
insanları astronomi gözlemleri yapmaya iten nedenler yok denebilirdi.
Karanlık Çağlar boyunca kilisenin desteklediği Batlamyus’un evren modeli,
astronominin gelişmesini bin yıl kadar engellemeyi sağlamıştır. Sonunda
gezegenlerin izlenebilen devinimlerini açıklayan yeni bir kuram 1543'te
Polonyalı bir Katolik rahip olan Nicholas Copernicus tarafından ortaya atıldı.
Kopernik’in en cesur çıkışı, evrenin merkezini yeryüzü değil Güneş sayan
görüşüdür. Böylece yerküremiz herhangi bir gezegen olma statüsüne
düşmüştü. Güneş’ten uzaklığı açısından üçüncü sırayı alan ve dairesel bir
yörüngede dolaşan bir gezegen. (Batlamyus evrenin merkezini Güneş kabul
eden bir görüş üzerinde durmuş, ama bundan hemen vazgeçmişti. Nedeni de,
Aristo fiziği uyarınca, yerkürenin büyük bir hızla dönebileceğinin gözlem
kurallarına aykırı olmasıydı.)
Kopernik’in modeli, gezegenlerin gözlenebilen devinimlerini ortaya
koymakta Batlamyus’un küreleri kadar başarılıydı. Ne var ki, birçok kişinin
hoşuna gitmeyen bir görüştü bu. 1616 yılında Katolik Kilisesi, Kopernik’in
görüşünü içeren kitabını yasak yayınlar arasına aldı. 1835 yılında bölgesel
kilise yetkililerince «düzeltilinceye dek» yasak yayınlar arasında kaldı.
Martin Luther onu «Zibidi bir astrolog» olarak niteledi. «Bu çılgın, tüm
astronomi bilimini altüst etmek istiyor. Fakat Kutsal Kitap bize, Joshua’nın
Güneş’in değil, yeryüzünün hareketsiz kalmasını emrettiğini söylüyor.»
Kopernik’in hayranlarından bazıları bile, onun merkezi Güneş olan bir
evrene gerçekten inanmadığını ve böyle bir şeyi gezegenlerin devinimlerini
hesaplama kolaylığı için önerdiği kanısını taşımışlardır.
O dönemde bu iki görüşün, merkezi yerküremiz olan Kozmos’la,
merkezi Güneş olan Kozmos görüşlerinin, XVI. ve XVII. yüzyılda çatışması,
hem astrolog, hem astronomi uzmanı olması açısından Batlamyus’a
benzeyen bir kişinin ortaya çıkmasıyla doruk noktasına vardı. Bu kişi insan
zihninin zincire vurulduğu ve insan ruhunun da kokuştuğu bir dönemde
ortaya çıktı. Bu kişi ortaya çıktığı dönemde, kilisenin bilimsel konulara
ilişkin bin ya da iki bin yıl önceki görüşleri, yeni teknik sayesinde elde edilen
bulgulara üstün tutuluyordu. İster Katolik, ister Protestan kiliseleri olsun,
geçerli inançlardan herhangi bir gizli sapma bile sözkonusu olsa bu kişilerin
vergi, sürgün, horlanma, işkence ya da ölümle cezalandırıldığı bir dönemdi.
Göklerin sakinleri meleklerle şeytanlardı ve Tanrı’nın Eli kristalden küreler
kabul edilen gezegenleri döndürüyordu. Bilim doğa olgularının altında fizik
yasalarının yatıyor olabileceğini düşünmekten yoksun bırakılmıştı. Neyse ki,
sözünü ettiğimiz bu kişinin tek başına cesaretle yürüttüğü savaşım, çağdaş
bilim devri minin fitilini ateşleyecekti.
Johannes Kepler 1571 yılında Almanya’da doğdu. Rahip olarak
yetişmesi için Maulbronn kasabasındaki Protestan okuluna gönderildi.
Katolik Roma’ya karşı teoloji alanında eleman yetiştirmekle tanınmış bir
yerdi burası. Kepler zeki, inatçı ve özgür ruhlu bir insandı. Hareketsiz bir
kasaba olan Maulbronn’da iki uzun yıl geçirdi. İçine kapanık bir insan olan
Kepler Tanrı’nın gözünde değersiz bir kişi olduğunu düşünürdü.
Başkalarının işlediği günahlardan hiç de daha kötü olmayan binlerce
günahından pişmanlık duyar, ruhunu kurtarabileceği umutlarım yitirdiği
olurdu.
Fakat onun için Tanrı, mağfiret dilenecek makam olmaktan öte bir
anlam ifade ediyordu. Kepler için Tanrı Kozmos’taki Yaratıcı Güç’tü.
Gencin merakı korkusunu yendi. Gökleri araştırma, öğrenme isteği uyandı
içinde : Tanrı’nın Zihni’ni okuma cüretine kapıldı. Önceleri aklını zaman
zaman kurcalayan bu konudaki düşünceler giderek ömrü boyunca onu terk
etmeyen ihtiraslara dönüşlü. Önemsiz bir rahip adayının düşünceleri,
Avrupa'yı Ortaçağ zihniyetinin ağından söküp çıkaracaktı.
Klasik Antik dönemin bilim dallan, bin yılı aşkın bir süreyle
susturulmuştu. Ne var ki, Ortaçağ sonlarına doğra Arap düşünürlerinden
gelen seslerin hafif yankıları, Avrupa öğrenim programlarına sızmaya
başladı. Kepler, Maulbronn’da Teoloji, Yunanca, Latince, Müzik ve
Matematik okurken o seslerin yankıların duydu. Euklid’in geometrisinde
mükemmellik simgesi ve kozmik görkemle karşılaştı. Sonradan Kepler
şunları yazacaktı : «Geometri dünyanın varoluşundan önce vardı. Tanrı’nın
Zihni'yle eş yaşamlıdır... Geometri Tanrı’ya var etme modeli sağladı.
Geometri Tanrı’nın ta kendisidir.»
Kepler’in matematik aşkının verdiği olağanüstü coşkunun yanı sıra,
içine kapanık geçen yaşamına karşın, kişiliğinin oluşmasını dışındaki
dünyanın kusurlarla dolu oluşu etkilemiştir. Açlığın sefaleti, bulaşıcı
hastalıklar ve Ölümüne yapılan öğreti tartışmaları karşısında acz duyan
insanlara, batıl inançlar her derde deva kabilinden bir ilaç gibi gelirdi. Birçok
kimse için, en kesin bilgi kaynağı yıldızlardı ve korkunun kol gezdiği
Avrupa meyhaneleriyle evlerin avlularında eski astrolojik kavramlar çiçek
açıyordu. Tüm yaşamı boyunca astroloji karşısında kuşkulu bir tavır takman
Kepler, günlük yaşamın karmaşası altında gizli yaşam modelleri bulunup
bulunmadığını merak ediyordu. Eğer dünya Tanrı tarafından yaratıldıysa,
daha yakından incelenmesi gerekmez miydi? Yaratılışın tümü Tanrı’nın
zihninde bir uyum ifadesi değil miydi? Doğanın kitabı okuyucusunu bulmak
için bin yıldan daha uzun bir süre beklememiş miydi?
1539 yılında Kepler Tübingen’deki büyük üniversitede ilahiyat okumak
üzere Maulbronn’dan ayrıldı. Burada çalışmaya başlayınca zihni özgürlüğe
kavuşmuştu. Zamanının en önemli düşünce akımlarıyla karşı karşıya gelince,
dehası öğretmenleri tarafından hemen fark edildi. Bu öğretmenlerden biri
genç adama Kopernik’in varsayımının tehlikeli gizlerini açtı. Merkezinde
Güneş’in bulunduğu bir evren, Kepler’in dinsel duygularına uygun düşen bir
titreşim yarattı ve bu fikri kurcalamasına yol açtı. Güneş, Tanrı’nın bir
görüntüsüydü ve her şey O’nun çevresinde dönüyordu. Rahip olarak mezun
olmadan önce Kepler’e dinle ilgisi bulunmayan bir iş önerildi. Kepler de
dinsel bir görev almakta fazla ısrarlı olmadığı için kilise dışındaki bu işe talip
oldu. Avusturya’nın Graz kentindeki bir ortaokula matematik öğretmeni
olarak atandı. Daha sonra astronomi ve meteoroloji almanakları, yıldız falı
hazırladı. «Tanrı her hayvan için varlığını sürdürme olanaklarını sağlar,»
diye yazan Kepler, «Astronom için de astrolojiyi vermiştir,» diyordu.
Kepler pırıl pırıl düşünen ve güzel yazan biriydi. Fakat okul öğretmeni
olarak bir felaketti. Kekelerdi. Çekinirdi. Bazen ne dediği bile anlaşılmazdı.
Sınıfta öğrencilerin dikkatini bile zor çekerdi. Ve bir yaz günü öğleden
sonrasında, bitmez görünen dersin zorlukları arasında, zihnine astronominin
geleceğini kökünden değiştirecek olan bir fikir düştü. Derse ait cümlesini
yarıda kesti. Ders bitsin diye sabırsızlanan öğrenciler, bu tarihi ânı fark
etmemişlerdi bile.
Kepler’in zamanında bilinen yalnızca 6 gezegen vardı: Merkür, Venüs,
Dünya, Mars, Jüpiter ve Satürn. Kepler neden acaba yalnızca 6 tane diye
merak etti... Neden yirmi gezegen ya da yüz tane değildi? Kopernik’in
gezegen yörüngeleri arasında varsaydığı mesafe neden olsundu? Daha
önceleri kimsecikler bu soruyu sormamıştı. Pitagoras’tan sonraki eski Yunan
matematikçilerince bilinen, kenarları düzgün köşegenli, «Platonik» adı
verilen üç boyutlu beş cisim vardı. Kepler bunlarla gezegenler arasında bir
ilişki bulunduğunu düşündü. Ve sonuçta yalnızca 6 gezegenin varoluş
nedenini yalnızca 5 düzgün cisim bulunuşuna bağladı. Birbirinin içinde yer
alan bu üç boyutlu cisimlerin, gezegenlerin Güneş’ten uzaklıklarını
belirleyeceğini düşündü. Bu mükemmel şekillerde, 6 gezegen küresini ayakta
tutan gizi keşfetmişti. Bunun «Kozmik Giz» olduğunu söyledi. Pitagoras’ın
üç boyutlu cisimleriyle gezegenlerin dizilişi arasında bağıntının bir tek
açıklaması vardı: Büyük Geometri Uzmanı Tanrı’nın Eli. Kepler
sıyrılamadığını sandığı günahları arasında, böyle büyük bir keşfi akıl etmek
üzere seçilişini tanrısal bir görev saydı. Württemberg Dükü’ne bir araştırma
bursu sağlaması için başvurdu. İç içe geçmiş üç boyutlu cisimleri gümüşten
ve değerli taşlardan yapmayı önerdi. Bunun, Düklük için hatıra niteliğinde
bir kâse olarak kalmasını önermişti. Bu önerisi kâğıt gibi daha ucuz bir
malzemeyle denemesi tavsiyesiyle nezaketle reddedildi. Buna razı olup
hemen işe girişen Kepler şöyle yazıyordu : «Bu keşfimden ötürü duyduğum
haz, kesinlikle sözlerle anlatılamaz... Ne denli zor olursa olsun, hesap üstüne
hesap karalamaktan hiç usanmadım. Zihnimde beliren varsayım, Kopernik’in
yörüngelerine uygun düşecek mi, yoksa sevincim kursağımda mı kalacak,
diye nice günler ve geceler sayısız matematik problemlerine daldım...» Fakat
ne denli çetin problemlerin çözümüne kalkışmış olsa da, bu geometrik
cisimlerle gezegenlerin yörüngeleri arasında bir bağlantı yoktu. Bununla
birlikte kendi kuramına verdiği büyük önem, onu gözlemlerin yanlış
olabileceği olasılığına itti. Böyle bir sonuca, bilim tarihinde daha başka
birçok kuramcının da kendilerini gözlemleriyle bağlı saymamalarına ilişkin
nice örneğe dayanarak ulaşmıştır. Gezegenlerin izlenebilen devinimlerini çok
iyi gözleme olanaklarına sahip dünyadaki tek kişi, o tarihlerde Danimarkalı
bir soylu olan matematikçi Tycho Brahe’ydi. Brahe, Kutsal Roma împaratoru
II. Rudolfun sarayında matematikçilik görevini kabullenmiş ve kendine
sürgün hayatını reva görmüş biriydi. Çok iyi bir rastlantı sonucu, Tycho
Brahe, imparator Rudolfun tavsiyesi üzerine, matematik alanındaki ünü
yaygınlaşan Kepler’i, Prag'a yanına gelmesi için davet etmişti.
Keplerin "Kozmik Giz"i. Altı gezegenin küreleri beş "mükemmel"
cismin içinde yer alıyor. Dıştaki "en mükemmel" cisim küptür.
Adı sanı duyulmamış, basit bir kasaba öğretmeni olan Kepler yapılan bu
daveti kuşkuyla karşılamıştı. Fakat Kepler’in Prag’a gitmesi başkalarınca
kararlaştırılmıştı. 1598 yılında Otuz Yıl Savaşı’nın belirtileri Kepler’in
geleceğini de etkiledi. Bölgenin dogmatik görüşlerine sıkı sıkıya bağlı
Katolik Dükü, «Yeni taraftarlarını yönetmek zorunda kalmaktansa, ülkeyi
çöle çevirmeyi yeğlediğini söylüyordu. Protestanlara yönelik iktidar kapıları
hepten kapalıydı. Kepler’in okulu . : kabul edilmiş dinsel görüşlere aykırı
dua kitapları, diğer kitaplar ve ilahiler yasaklanmıştı. Sonunda kasaba halkın
oluşturan kişiler, teker teker çağrılarak dinsel inançları konusunda sorguya
çekildiler. Katolikliğin emrettiği dinsel inançlar; bağlı olmayanlardan,
gelirlerinin onda biri ceza olarak alındı ve idam cezası tehdidiyle Graz
kasabasından sürüldüler. Kepler sürgüne gitmeyi yeğledi. «Sahte inançlar
beslemeyi beceremem. İnanç konusunda çok ciddiyimdir. İnanç konusu:.”
herhangi bir oyuna alet edemem.»
Graz'dan ayrılan Kepler’le karısı ve üvey kızları Prag’a doğru bir
yolculuğa koyuldular. Kepler mutlu bir evlilik yapmamıştı. İkide bir hasta
olan, son zamanlarda iki çocuğunu düşüren karısı «budala, somurtkan,
yalnızlığını yenemeyen, melankoli?: biri olarak tanımlanıyordu. Kocasının
yaptığı işin farkında değildi ve dar görüşlü kırsal kesimde büyüdüğü için
eşinin para getirmeyen mesleğini hor görürdü. O da karısını ihmal
etmekteydi. «Çalışmalarım bazen beni dalgın yapıyor. Ne var ki, ona karşı
sabırlı olmam gerektiğini öğrendim. Sözlerimden alındığım görünce, ona
hakaret etmektense oturup parmağımı ısırmayı yeğlerdim.»
Tycho’nun yaşadığı yeri, zamanının kötülüklerine karşı sığınabileceği,
Kozmik Giz’inin onay göreceği bir yer olarak görüyordu. Ayrıca teleskopun
icadından önceki dönemde, saat gibi düzenli ve dakik çalışan bir evrenin
ölçümlerini bulabilmek amacıyla hayatının otuz beş yılını veren büyük
matematikçi Tycho Brahe’nin mesai arkadaşı olmak için can atıyordu. Ama
Kepler’in umutlan boşa çıkacaktı. Tycho gösteriş meraklısı biriydi. Kimin
daha iyi matematikçi olduğu konusunda bir arkadaşıyla giriştiği düelloda bir
bölümü uçup giden burnu altın destekle duruyordu. Çevresinde fiyatlarından
geçilmeyen, asistanları, dalkavukları, uzak yakın akrabalar ve boş gezenin
boş kalfaları vardı. Sonu gelmeyen entrikaları, zevke düşkünlükleri ve temiz
duygularla dolup taşan kasabalı toy bilginle dalga geçmeleri Kepler’i
yıpratıyordu. «Tycho büyük olanaklara sahip, ama nasıl yararlanacağını
bilemiyor. Onun elindeki tek bir aygıt bile, benim ve tüm ailemin parasını
biraraya getirsek de, alamayacağımız değerde.»
Tycho’nun astronomiye ilişkin bilgi birikimini öğrenme tutkusuyla
yanıp tutuşan Kepler, önüne yalnızca arada bir, birkaç bilgi kırıntısı atıldığını
görüyordu. «Tycho deneyimlerinden yararlanma olanağı vermedi bana.
Bazen yemek sırasında, bazen de başka işler konuşulurken, rastlantı sonucu,
kâh bir gezegen yörüngesinin yeryüzüne olan en uzak noktasından, kâh
başka bir gezegenin ekliptiği kestiği noktadan söz açardı... Tycho en iyi
gözlem olanaklarına sahip... Mesai arkadaşları da yok değil. Fakat bütün bu
bilgilerden yararlanacak mimardan yoksun.» Tycho o çağın en iyi astronomi
gözlemciliğini yapan bir dehaydı, Kepler de en büyük kuramcısıydı. Her ikisi
de biliyordu ki, tek başlarına dünya sisteminin işleyişine ilişkin tutarlı ve
dakik bir sentez çıkaramayacaklardı. Ancak yine her ikisi de biliyordu ki, bu
sistemin açıklanmasına ramak kalmış gibiydi. Tycho yaşamı boyunca
sürdürdüğü çalışmalarının meyvalarını çok daha genç bir rakibe armağan
etmek niyetinde değildi. İşbirliği yapmaları da olanakdışı görünüyordu.
Kuramla gözlemin tohumlarından doğmuş olan çağdaş bilim, bu iki insanın
karşılıklı güvensizliklerinin yarattığı uçurumun kenarında bocalayıp durdu.
Tycho’nun ömrünün geri kalan bölümü olan on sekiz aylık sürede, sık sık
kavga ettiler ve her defasında barıştırıldılar. Rosenberg Baronu tarafından
verilen bir ziyafette Tycho kendini şarap seline kaptırınca, «sağlığım
nezaketten az düşünerek» Baron’un sofradan ayrılmasından önce tuvalete
gitmeyi kendine yediremedi. Bunun sonucu olarak idrar yollarında beliren
enfeksiyon Tycho’nun yeme içme tutkusunu frenlemeyişi nedeniyle giderek
sağlığını iyice bozdu. Ölüm döşeğinde Tycho bilgilerini Kepler’e armağan
etti ve «bu hoş çılgınlığının son gecesinde, şu sözlerini, sanki şiir yazan biri
gibi tekrarladı durdu: ‘Boşuna yaşamış olduğum sanılmasın... Boşuna
yaşamış olduğum sanılmasın...»
Tj'cho’nun ölümünden sonra Kepler «İmparatorluğun Matematikçisi»
unvanını devralarak onun geride bıraktığı bilgileri derlemeye çalıştı.
Gezegenlerin çizdikleri yörüngelerin daha önce sözünü ettiğimiz üç boyutlu
beş şekille sınırlı olduğu yolundaki Kepler’in görüşünü, Tycho’nun verileri
desteklemiyordu. Çok sonraları Uranüs, Neptün ve Pluto gezegenlerinin
bulunmasıyla, Kepler’in Kozmik Giz’inin kanıtlanması olanaksızlaştı; çünkü
bunların güneşten uzaklıklarını saptamaya yarayacak başkaca üç boyutlu
cisim yoktur. Pitagor’un üç boyutlu cisimlerinin iç içe yerleştirilmesi de
yerküremizin Ay’ına yer tanımıyordu. Galileo’nun Jüpiter’in dört büyük
Ay’ını bulması da Kepler’in kuramına darbe indirici bir gelişmeydi. Fakat bu
gelişmeler karşısında morali bozulacağına Kepler ek uydular bulmak istiyor
ve her gezegenin kaç uydusu olabileceğini merak ediyordu. Kepler,
Galileo’ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: «Benim ‘Mysterium
Cosmographicum’ (Kozmik Giz) görüşümün geçerliliği reddedilmedikçe,
gezegen sayısının nasıl olup da arttığına şaşıyorum. Bu görüşüm
çerçevesinde, Euklid’in üç boyutlu 5 cismi çevresinde 6 gezegenden
fazlasına yer tanımamakta... Jüpiter’in çevresinde 4 gezegen bulunduğu
görüşüne inanmaktan öylesine uzağım ki, orantı hesaplarının öngördüğüne
göre, Mars çevresinde 2, Satürn çevresinde 6 ya da 8 ve Merkür’le Venüs
çevresinde de belki birer uydu bulunduğunu sizden önce kanıtlamak için bir
teleskobum olsun isterdim.» Mars gezegeninin gerçekten iki küçük Ay’ı var.
Ve bunlardan büyüğündeki büyük bir jeolojik şekil, Kepler’in tahmininden
ötürü «Kepler Bayırı* adını taşıyor. Fakat Satürn, Merkür ve Venüs
konusunda tümüyle yanılmıştı Kepler. Jüpiter’in de Galileo’nun
bulduğundan daha çok Ay’ları var. Halen de 9 gezegen bulunuşunun ve
Güneş’e olan uzaklıklarının nedenini tam olarak bilemiyoruz. (Bkz. Sekizinci
Bölüm.)
Tycho. Mars gezegeniyle öteki gezegenlerin yıldız kümeleri boyunca
olan görünür devinimlerini yıllar boyunca gözlemişti. Teleskopun icadından
önceki, yirmi, otuz yıllık sürede Tycho’nun sağladığı gözleme dayalı bilgiler,
o tarihe dek elde edilenlerin en doğrusu ve dakik olanlarıydı. Kepler bu
gözlemlere ilişkin bilgileri derleyip toplama çabasındaydı. Özellikle şunu
öğrenmek istiyordu: Güneş’in çevresinde yerküreyle Mars’ın hangi gerçek
devinimleri, Mars’ın ardına yıldız kümelerini almış olarak yaptığı belirgin
hareketleri (geriye doğru çizdiği kavisler dahil) açıklayabilirdi? Tycho
devinimleri olağandışı ve dairelerden oluşan bir yörüngeyle bağdaştırılamaz
olması açısından Mars’ı incelemesini salık vermişti Kepler’e. (Tycho yaptığı
hesapların karmaşıklığından sıkılabilecek okuyucuyu düşünerek şu notu
düşmüştü: «Bu can sıkıcı sürecin tekrarından kaçmıyorsanız, aynı şeyi
yetmiş kez gözlemiş olan beni düşünerek acıyın lütfen.*)
Milattan önce altıncı yüzyılda Pitagor, Eflatun ve Batlamyus’la
Kepler’den önceki tüm Hıristiyan astronomları, gezegenlerin dairesel yollar
izlediklerini kabul ediyorlardı. Daireye de «mükemmel» bir geometrik şekil
gözüyle bakarlardı. Ve cennet katlarındaki, yeryüzünü^ «kokuşmuşluğundan
uzak olan gezegenlere mistik bir düşünüşle «mükemmel» bir şekil
yakıştırılıyordu: Daire. Galileo, Tycho ve Kopernik gezegenlerin tekdüze
dairesel yörüngeler çizdikleri düşüncesine yatkınlardı. Hele Kopernik, başka
bir şekilden söz etmek «insan zihnini sarsıyor», çünkü «en iyi biçimde
düşünülmüş bir yaratılışa başka türlüsünü yakıştırmak olanaksızdır,*
diyordu. Böylece Kepler önceleri gözlemlerini, yerkürenin ve Mars’ın Güneş
çevresinde dairesel yörüngeler çizerek dolaştıkları varsayımına
dayandırmaktaydı.
Uç yıllık hesaplamalardan sonra, Tycho’nun, Mars’ın dairesel
yörüngesine ilişkin gözlemlerinin 011 tanesinde kavisin iki dakikalık bölümü
içinde uyuşan gerçek değerleri bulduğu kanısına kapıldı. Bir derecelik açıda
60 dakikalık kavis vardır. Ufukla başucu arasında da 90 derece olan bir dik
açı vardır. Bu nedenle birkaç kavis ölçülebilecek çok küçük bir bölümdür
hele teleskopsun ölçülürse. Yeryüzünden bakılınca Dolunay’ın açısal çapının
onbeşte biridir. Bu arada Kepler’in boşalıp boşalıp dolan coşku haznesi
çabucak parçalandı Tycho’nun sonraki gözlemlerinden ikisi Kepler’in
yörüngesine kıyasla kaviste 8 dakikalık farklıydı:
Tanrı bize Tycho Brahe’nin şahsında çok akıllı bir gözlemci
göndermiştir. Fakat onun hesaplan sözü geçen sekiz dakikalık farka yol
açıyor. Tanrı’nın böyle bir zekâyı dünyaya göndermiş olmasından ötürü
teşekkür borçluyuz. Bu sekiz dakikalık farka aldırmazlıktan gelmem
mümkün olsaydı, varsayımımı buna uydurabilirdim. Fakat aldırmazlıktan
gelmek diye bir şey olamayacağına göre, o sekiz dakikalık fark astronomide
toplan bir reforma giden yolun işareti oldu.
Dairesel bir yörüngeyle gerçek bir yörünge arasındaki fark, yalnızca
dakik bir ölçümle ve olayların cesaretle göğüslenmesiyle ortaya
çıkarılabilirdi. «Uyumlu orantılar evrene damgalarını basarak onu
güzelleştirmişlerdir. Fakat uyum deneyle belirlenmelidir.» Kepler’in dairesel
yörünge fikrini bırakıp Geometri Uzmanı Tanrı'ya inancını sınamak zorunda
kalması içini ürpertiyordu. Daireler ve helezonlar astronomisini eledikten
sonra «bir yığın süprüntü» kalıyordu geriye. Bunlar arasında bir dairenin
bastırılarak uzatılmış şekli olan bir elips biçimi sözkonusu olabilirdi.
Sonunda Kepler daireye karşı duyduğu hayranlığın bir düş kırıklığı
olduğunu gördü. Yerküre, Kopernik’in dediği gibi, bir gezegendi ve Kepler
savaşlar, salgınlar, açlık ve mutsuzluğa bürünmüş yeryüzünün
mükemmellikten uzak olduğunun bilincindeydi. Kepler gezegenlerin,
yerküre gibi mükemmellikten uzak maddeden yapılmış olduklarını eski
zamanlardan bu yana söyleyen ilk insandı. Peki, gezegenler «mükemmel#
olmadığına göre gezegenlerin yörüngeleri neden mükemmel olsundu? Elips
biçiminde birçok kavis üzerinde çalıştı, hesaplar yaptı, bazı matematik
yanılgılara düştü (bu yüzden doğru olan sonuçları yanlış diye kestirip attı) ve
aylarca sonra bir elips formülü çıkardı. Bu elips formülü üzerinde ilk kez
İskenderiye Kütüphanesinde Bergama’Iı Appollonius’un durduğu
anlaşılmaktadır. Tycho'nun gözlemleriyle bu elips formülünün pek güzel
uyuştuğunu gören Kepler şöyle yazdı: «Doğanın gerçeğini arayıp durdum,
elimden kaçırdım, sonra onun arka kapıdan kıyafet değiştirerek gelip kendini
kabul ettirişini gördüm... Ah, ne budalalık ettim, bir daldan ötekine konup
asıl dalda kalmayı akıl edemeden!»
Kepler, Mars’ın Güneş çevresinde daire biçiminde bir yörünge çizerek
değil, elips çizerek döndüğünü saptadı. Öteki gezegenlerin Mars’ınkinden
çok daha az eliptik yörüngeleri vardı. Eğer Tycho, Kepler’e dikkatini Mars’a
değil de, örneğin Venüs* ün devinimlerine yoğunlaştırmasını salık vermiş
olsaydı, Kepler gezegenlerin gerçek yörüngelerini keşfedemezdi. Böyle bir
yörüngede Güneş merkezde olmayıp elipsin odak noktasının dışına düşer.
Güneş’ten en uzak noktasındayken hızı azalır. Bu devinimdir ki,
gezegenlerin Güneş'e doğru kaydıklarını, düşündürür ama hiç bir zaman da
oraya ulaşamadıklarını ortaya koyar. Kepler’in gezegenlerin devinimlerine
ilişkin ilk açık seçik kuralı şudur: Bir gezegen Güneş’in çevresinde bir odak
noktasından elips biçiminde yörünge Kepler'in birinci yasası: Bir gezegen
Güneş’in çevresinde elips biçiminde bir yörünge çizerek döner. Tekdüze
dairesel devinimde, eşit açılar ya da daire kavisinin bir bölümü eşit
zamanlarda kat edilir. Şöyle ki: Örneğin, bir dairenin çevresinin üçte ikilik
bölümünü dolaşmak, üçte birlik yol için gerekli zamanın iki katıdır. Kepler
eliptik yörüngeli gezegenler için değişik bir kural buldu: Gezegen yörüngesi
boyunca yol alırken, Güneş’e yakınlaştığında biraz genişçe bir kavis çizer.
Belirli bir süre içinde geniş bir kavis çizmesine karşın, kavisle güneş
arasındaki taranan alan geniş değildir, çünkü o sırada gezegen güneşe
yakındır. Gezegen Güneş’ten uzak bulunduğu sırada aynı zaman dilimi
içinde daha yayvan bir kavis çizer; ancak o kavisle Güneş arasında taranan
alan geniştir. Bu da Güneş’e uzaklığından ötürüdür. Kepler yörünge ne denli
eliptik olursa olsun, bu iki alanın eşit olduğunu buldu. Kepler’in bulduğu
ikinci kural şuydu: Gezegenler eşit zaman dilimlerinde eşit alanlar tararlar.
Kepler’in ilk iki astronomi yasası bize eski ve soyut gözükebilir.
Gezegenler elips biçiminde bir yörüngede dolanıyorlarsa ve eşit zamanlarda
eşit alanlar tarıyorlarsa, bundan ne çıkar denebilir? Dairesel devinimi kav*
ramak daha kolaydır. Bu yasaları kuru kuru matematik sihirbazlıkları
sayarak, günlük yaşamla bunların ne gibi ilişkisi olduğu akla gelebilir. Ne
var ki, yerçekimi nedeniyle yüzeyine yapışmış gibi bağlı bulunduğumuz
dünyamız gezegenlerarası alanda dolanırken, biraz önce belirttiğimiz uzay
yasalarına uymaktadır. İlk olarak, Kepler’in bulduğu doğa yasaları uyarınca
uzaydaki yörüngemizde dolanmaktayız. İkincisi, gezegenlere uzay aracı
gönderdiğimiz ya da uzak yıldız kümelerinin devinimlerini incelediğimiz
zaman, evrende Kepler'in yasalarına uyulduğuna tanık olmaktayız.
Kepler birkaç yıl sonra, gezegen devinimlerine ilişkin üçüncü ve son
yasayı buldu. Bu, çeşitli gezegenlerin devinimlerini birbirleriyle olan
ilişkileri açısından inceleyen ve Güneş sisteminin bir saat gibi işleyişini
açıklayan yasadır; Evrenin Uyumu (The Harmonies of The World) adlı
kitabında açıklamıştır. Kepler uyum sözcüğünden birçok şey anlıyordu.
Gezegenlerin deviniminin düzenini ve güzelliğini, bu devinimi açıklayan
matematik yasaların varlığını (bu düşünce Pitagoras’a kadar gider), hatta
müzik açısından uyumu da anladığı «kürelerin uyumu» sözcüklerinden
bellidir. Merkür ve Mars’ın yörüngelerinin tersine, öteki gezegenlerin
yörüngeleri dairesel yörüngeye öylesine yakınlık gösterirler ki, onların
gerçek biçimlerini en ayrıntılı diyagramlarla bile gösteremiyoruz. Üzerinde
yaşadığımız yerküre, öteki gezegenlerin devinimlerini gözlemeye yarayan
hareketli bir platformdur. İç gezegenler (*) yörüngelerinde büyük bir hızla
dönüyorlar. Merkür en hızlı dönenidir. Bu gezegene Merkür adı verilmesinin
nedeni Tanrı’ların habercisi sayılmasındandır. Venüs gezegeni, yerküremiz
ve Mars, Güneş’in çevresinde bu sıralamaya orantılı olarak daha az hızlı
dönenlerdir. Dıştaki gezegenler, örneğin Jüpiter ve Satürn ağırdan alarak
yavaş yavaş dönerler. Tanrılar tanrısı gibi.
(*) Güneş’e yerkürenizden daha yakın olanlar.
Gezegenlerin hareket yasalarını öğrenmekle yetinmeyen Kepler, bu
devinime neden olan daha temel bir bilgiyi, Güneş'in dünyaların kinematiği
üzerindeki etkisini de araştırmaya koyuldu. Gezegenlerin Güneş’e
yaklaşırken hızlandıklarını, uzaklaşırken de yavaşladıklarını saptadı. Her
nasılsa uzak gezegenler Güneş’in varlığından etkileniyorlardı. Manyetik etki
de uzaktan hissedilen bir şeydi. Ve evrendeki çekim yasasının varlığını
hayret verici biçimde sezinleyen Kepler, gezegenlerin devinimlerine neden
olan şeyin altında manyetik etkinin yattığı fikrini öne sürdü.
Bundan benim amaçladığım şudur: Göklerdeki cisimleri harekete
geçiren makinenin, tanrısal bir organizmaya değil, bir saatin işleyişine
benzetilmesi gerekir. Çok yönlü devinimlerin hemen hepsi, tek ve çok basit
manyetik güçle yönetiliyor. Tıpkı saatin işleyişindeki bütün hareketlerin basit
bir ağırlıkla sağlanışı gibi.
Manyetik güç, elbette çekim gücüyle aynı değildir; ancak Kepler’in bu
konuda öne sürdüğü yenilik getirici fikir çok ilginçtir. Çünkü yeryüzüne
uygulanan kantitatif fizik yasalarının, aynı zamanda gökcisimlerini yöneten
kantitatif fizik yasalarında da geçerli olduğuna dikkati çekmiştir. Göklerdeki
cisimlerin devinimlerini mistik olmayan bir görüşle ilk kez açıklayan
Kepler’dir. Yerküremizi Kozmos’un bir eyaleti haline getirmiştir.
«Astronomi, fiziğin bir parçasıdır,» diyen Kepler, tarihte bir dönüm noktası
oluşturdu; bilimsel astrologların sonuncusuyken, ilk astrofizikçi oldu.
Alçak gönüllülüğe hiç de taraftar gözükmeyen Kepler buluşlarını şu
sözlerle anlatıyordu:
Bu seslerin senfonisini duyabilen bir insan, zamanın sonsuzluğunu bir
anda bile kavrayabilir ve azıcık da olsa Tanrı’nın, En Büyük Sanatçı’nın
zevkini tadabilir... Kutsal coşkunun girdabına bırakıyorum kendimi... Kalıbı
döktüm ve kitabı ben yazmaktayım... Bu kitap ister şimdi okunsun, ister
gelecek kuşaklar tarafından okunsun, fark etmez. Tanrı’nın da bir tanık
bulabilmek için 6.000 yıl bekleyişi gibi.
Kepler «Sesler Senfonisi» içinde her gezegenin hızının Latince müzik
notaları gamındaki doremifasollasido notalarından birine benzer ses çıkardığı
kanısındaydı. Küreler Senfonisi’nde yerküremizin çıkardığı nota seslerinin
fami olduğuna inanırdı. Kepler’in kanısınca, Latince «famine* sözcüğü
«açlık» anlamına geldiğinden dünyamızdan çıkan nota seslerinin sürekli fami
olması akla yakındı. Gerçekten de üzerinde yaşadığımız yerkürenin, o tek acı
kelimede, açlık sözcüğünde ifadesini bulduğunu söylemek mantıksızlık
olmasa gerek...
Kepler’in üçüncü yasayı buluşundan tam sekiz gün sonra Otuz Yıl
Savaşı patlak verdi. Savaş milyonlarca aileyi, bu arada Kepler ailesini de
perişan etti. Karısını ve oğlunu askerlerin taşıdıkları bir salgın hastalık
yüzünden kaybetti. Kendisini himaye eden hükümdar tahttan indirildi.
Doktrin konularında gösterdiği uzlaşmaz bireyselcilik yüzünden de Luther
Kilisesi tarafından afaroz edildi. Kepler bir kez daha göçmen oldu. Gerek
Katoliklerin, gerekse Protestanların kutsal savaş olarak niteledikleri çatışma,
toprak ve iktidar hırsıyla yanan kişilerin dinsel fanatikliği sömürmelerinden
başka bir şey değildi.
Her yeri söylenti, kuşku ve korku dalgaları sardı. Bu dalgalarda özellikle
güçsüzler hayatlarını kaybettiler. Büyücülük iddiasıyla okkanın altına
gidenler genellikle tek başlarına yaşayan yaşlı kadınlardı. Kepler’in annesi de
bir gece yansı çamaşır sepeti içinde götürüldü. Uyku veren ve sinir yatıştırıcı
ilaçlar sattığı için büyücülükle suçlanıyordu. Kepler’in doğduğu kasaba olan
Weil der Stadt’ta 16151629 yılları arasında her yıl yaklaşık üç kadın
büyücülük yaptığı iddiasıyla işkence yapılarak öldürülmüştü.
Kepler bilimi halka maletmek amacıyla kurgubilim kitaplarının ilkini
yazmıştı. Adı Somnium (Rüya) idi. Bunda Ay’ın yüzeyinde duran uzay
yolcularının göklere bakarak yerküre gezegeninin hareketlerini izledikleri
düşlenmekteydi. Kepler perspektifleri değiştirerek gezegenlerin göklerde
nasıl dolandıklarının daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyordu. Kepler’in
zamanında yer kürenin döndüğü fikrine yapılan itirazlardan başlıcası,
insanların ayaklarıyla basıyor durumda bulundukları bir yerin dönmekte
olduğunu fark etmemelerinden kaynaklanmaktaydı. Kepler Somnium
kitabında yerkürenin döndüğünü insanların zihnine işlemek istiyordu.
«Çoğunluk hata etmedikçe, onların yanında olmak istiyorum... Çoğunluğun
yanında olmak istiyorum. Bu nedenle, mümkün olduğunca çok sayıda kişiye
açıklamaya çalışıyorum.»
Teleskopun icadıyla Kepler’in «Gök Coğrafyası» adını verdiği şey
mümkün oluyordu. Somnium adlı kitabında Kepler Ay’ın dağlar ve vadilerle
kaplı bulunduğunu, «mağaralar ve kazılmış boşluklarla delik deşik»
olduğunu söylüyordu. Bu sözlerle Galileo'nun ilk astronomik teleskopu icat
etmesinden sonra Ay’da keşfettiği kraterleri kastediyordu. Kepler aynı
zamanda, Ay’da insanların yaşadığına ve yaşam koşullarının Ay’daki doğal
zorluklara uyum sağlayacak biçimde olduğuna değiniyordu.
Ay’da günle gecenin uzunluğundan ötürü «iklimin sert olduğunu ve
soğukla sıcak arasında büyük ısı farklılıklarının olduğunu» belirten Kepler
bu görüşlerinde haklı çıkmıştır. Kuşkusuz bu konudaki her görüşü doğru
değildir. Örneğin, Ay’ın bir atmosferi bulunduğuna, Okyanusları ve insanları
olduğuna inanıyordu. Ay’daki kraterler konusunda söyledikleri çok ilginçtir.
Bu kraterlerin Ay’ın yüzeyini «çiçek hastalığından yüzü delik deşik olmuş
bir çocuğunkine» benzettiğim söylemiştir. Ay'daki kraterlerin tepeciklerden
değil çöküntülerden oluştuğu noktasında haklıydı. Çoğu kraterleri çevreleyen
siperlerle yuvarlak tepelerin varlığını kendi gözlemleri sonucu saptamıştır.
Ne var ki, düzgün dairesel biçimlerin ancak akıl sahibi insanların varlığıyla
açıklanabileceği sonucuna varmıştı. Gökten düşen büyük kaya parçalarının
bölgesel patlamalara yol açacağını, her yöne doğru simetrik etki
yapabileceğini ve bunun sonucu dairesel boşluklar oluşabileceğini tahmin
edememiştir. Oysa Ay’daki ve öteki gezegenlerdeki kraterlerin çoğunun
kökeninde bu neden yatmaktadır. Böyle düşüneceğine, «Ay’in yüzeyinde o
boşlukları kazabilecek yetenekte akıl sahibi insanların yaşayabileceğini»
söylüyordu. Bu tür büyük yapı projelerinin gerçekleştirilmesinin
olanaksızlığına işaret edenlere de, Mısır piramitlerini ve Büyük Çin Seddi’ni
örnek olarak gösteriyordu. Gerçekten bu yapılar bugün yerküremizin
yörüngesinden izlenebilir yapılardır. Geometrik düzenin bir zekâ örneği
olduğu düşüncesi Kepler’in hayatının ana fikriydi. Kepler’in Ay kraterlerine
ilişkin iddiası, Mars’daki kanal tartışmasının (Bkz. Beşinci Bölüm) bir
öncüsüdür. Yerküre dışında hayat olup olmadığına ilişkin gözlemlere dayalı
araştırmaları, teleskoba kavuşan kuşakla çağın en büyük kuramcısının
başlatmaları çarpıcı bir olaydır.
Somniumun bazı bölümleri Kepler'in özyaşam öyküsü niteliğindedir.
Nitekim kitabın kahramanı Tycho Brahe’ydi ziyaret eder. İlaç satan ana baba
sözkonusu edilir. Annesi ruhlar ve şeytanlarla ilgilenir. Sonunda bunlardan
biri annesini Ay’a götürecek aracı sağlar. Somnium’dan bizim anladığımız,
fakat Kepler’in çağdaşlarından hepsinin anladığını iddia edemeyeceğimiz
şey, insana «duygularıyla algılayamadığı bir dünyayı arada sırada rüyasında
düşünme olanağım tanıması»dır. Kurgubilim Otuz yıl Savaşı döneminde çok
yeni bir girişimdi ve Kepler’in kitabı bir kanıt yapılarak annesi büyücülükle
suçlanıp tutuklandı.
Yüklendiği zaten ağır başka sorunları arasında, Kepler bir de 74
yaşındaki annesini Protestan yönetiminin kurduğu Württemberg’deki
hapishanede zincire vurulmuş buldu. Gaiileo’ya bir Katolik hapishanesinde
işkence edilmesi gibi, Kepler’in annesine de işkenceler yapılıyordu. Bir bilim
adamına yaraşır biçimde annesinin büyücülük suçlamasına yol açan
nedenleri araştırmaya koyuldu. Bu arada Württemberg yöneticilerinin,
annesinin büyücülüğüne bağladıkları bazı vücut rahatsızlıklarının nedenlerini
araştırdı. Girişimi batıl inançlara karşı aklın üstünlük sağlaması açısından
büyük bir başarıydı. Bu açıdan sağladığı başarısını Kepler zaten yaşamı
boyunca sürdürmüştür. Annesi bir daha Württemberg’e dönerse idam
edileceği kaydıyla sürgüne gönderildi. Bu arada Kepler’in girişimi, Dük’ün
böylesi zayıf kanıtlarla büyücülükten ötürü insanların yargılanmasına son
veren kararlar almasına yol açtı.
Savaşın getirdiği sefalet Kepler’i yararlandığı mali desteğinden de etti.
Hayatının geri kalan bölümünü düzensiz ve para ya da yeni hamiler aramak
peşinde geçirdi. II. Rudolf için yaptığı gibi, şimdi de Welienstein Dükü için
yıldız falına bakıyordu. Son yıllarını Wallenstein’in denetimindeki bir
Silezya kasabasında geçirdi. Bu kasabanın adı Sagan’dı. Kendinin hazırladığı
mezar taşına şöyle yazmıştı : «Gökleri ölçtüm biçtim, şimdi gölgelerin
boyunu ölçüyorum. Zihnim göklere yönelikti, vücudum toprağa.* Ne yazık
ki, Otuz Yıl Savaşı sırasında mezarının yerinde yeller esti. Bugün mezarına
bir kitabe yazılacak olsa şu sözlerin yer alması gerekirdi: «En tatlı hayaller
yerine sert gerçekleri tercih etti.»
Johannes Kepler «Cennetlerin rüzgârlarıyla yelkenleri dolacak gök
gemilerinin» bir gün uzayda yolculuğa çıkacaklarını ve gökleri uzayın
«enginliğinden korkmayan kâşiflerin» dolduracağını söylemişti. Bugün insan
ve robotların uzayın enginliğinde giriştikleri yolculuklarda, Kepler’in bulmak
için yaşam boyu çaba harcadığı ve keşfetmekten büyük coşkunluk duyduğu
gezegenlerin devinimine ilişkin üç yasa uygulanmaktadır.
Johannes Kepler’in gezegenlerin devinimlerini öğrenmek, göklerdeki
uyumu araştırmak için yaşamı boyunca harcadığı çabalar, ölümünden otuz
altı yıl sonra Isaac Newton’un çalışmalarıyla değerlendi. 1642 yılının Noel
günü dünyaya gelen Isaac Newton öylesine zayıf ve cılız doğmuştu ki,
sonradan annesi ona kendisinin bir çay fincanına sığabilecek büyüklükte
olduğunu söylemişti. Hastalıklı, ana babanın ilgisinden yoksun, kavgacı,
insan arasına giremez, öldüğü güne dek hiç bir kadınla temas etmemiş olan
Isaac Newton belki de dünyanın gördüğü en büyük bilim dehasıydı.
Henüz gençken bile ışığın «bir madde mi, yoksa raslantı mı» olduğu ya
da arada hava boşluğu bulunursa, yerçekiminin nasıl bir etki yapacağı
yolundaki temelsiz sorular karşısında tersleniıdi. Hıristiyanların Üçlü Birlik
inancının Kutsal Kitabın yanlış yorumundan ileri geldiğine karar vermişti.
Yaşam öyküsünü yazan John Manyard Keynes’in dediğine göre,
Isaac Newton tek tanrıcı Yahudilerdendi. Mainomides mezhebindendi.
Tek tanrıcı olma kararına, akıl ya da inkâr yoluyla ulaşmamıştı. Eski
belgelerin yorumu üzerine bu karara varmıştı. Ona göre Üçlü Birlik (Baba,
Oğul, Ruhül Kudüs) inancı kutsal belgelerin sonradan sahteleştirilmesiyle
ortaya çıkmıştı. Var olan tek Tanrı’dır. Newton bu gerçeği yaşamı boyunca
saklamak zorunda kalmaktan ötürü büyük acı çekmişti.
Kepler gibi, Isaac Newton’un da yaşadığı dönemin batıl inançlarına
karşı bağışıklığı yoktu. Mistik düşüncelerden etkilendiği olurdu. Nitekim,
Newton’un zihinsel gelişiminin büyük bir bölümü akılcılıkla mistisizm
arasındaki çakışmadan kaynaklandığı söylenebilir. 1663 yılında yirmi
yaşındayken gittiği Stourbridge Fuarı’nda bir astroloji kitabı satın almış,
«İçinde acaba ne var diye merak ettiği için» aldığını söylemişti. Kitaptaki bir
şekille karşılaşıncaya dek okudu. Şekle gelince bundan bir şey anlamadı,
çünkü bu trigonometriyle ilgiliydi. Trigonometri öğrenmek amacıyla aldığı
kitapta da bu kez geometriyle ilgili tartışmaları anlayamadı. Euklid’in
Geometrinin Elemanları adlı kitabını bulup okudu. İki yıl sonra da
diferansiyel hesaplamanın temelini attı.
Öğrencilik yıllarında Newton güneşe bakmaya bayılırdı. Güneş ışınları
vücuduna sanki ok gibi geçip onu yerine mıhlardı. Güneş’in aynadaki
görüntüsüne bakmak gibi tehlikeli bir alışkanlık edinmişti : iki saat içinde
gözlerim o duruma gelmişti ki, iki görümden ne biri, ne de ötekiyle parlak bir
cisme bakamaz olmuştum. Gözümün önünde Güneş’ten başka bir şey
göremiyordum. Ne bir şey okuyabiliyor, ne de yazabiliyordum. Gözlerimi
yeniden kullanabilir duruma getirmek için kendimi karanlık bir odaya üç gün
kapadım ve Güneş’i düşünmemek için zihnimi oyalamaya çalıştım. Çünkü
Güneş’e bakmadan bile onu düşünecek olsam, odanın karanlığına rağmen,
yine de Güneş’in görüntüsü karşıma geliyordu.
1666 yılında Newton, Cambridge Üniversitesinde öğrenciydi. Bir salgın
hastalık onu buradan uzaklaşmaya ve doğduğu yer olan Woolsthorpe’da bir
yılım geçirmeye zorladı. Bu sırada ışığın niteliğine ilişkin temel buluşlara
ulaştı ve evrendeki çekim gücü kuramının özünü boşta kaldığı bu yıl içinde
biçimlendirdi. Fizik tarihinde böyle bir yıla bir daha ancak 1905’de
Einstein'in «Mucize Yılı»nda rastlanır. Olağanüstü buluşlara nasıl ulaştığı
sorulduğunda, Newton çok yalın bir yanıt vermiştir: «Onlar üzerinde
düşünerek.» Buluşları o denli önemliydi ki, Cambridge’deki profesörü Isaac
Barrow, öğrenci Isaac Newton üniversiteye döndükten beş yıl sonra
matematik kürsüsünden ayrılarak bu kürsünün profesörlüğünü ona devretti.
Uşağı 35 40 yaşları arasında Newton’u şöyle anlatır:
Onun ne hava almak, ne yürüyüş yapmak, ne ata binmek, ne top
oynamak için dışarı çıktığını hiç görmemişimdir. Çalışmadan geçirdiği kayıp
saatleri düşünür, çalışma odasından ancak ders vermeye gitmek üzere
çıkardı... Dersini dinlemeye gelenlerin sayısı o kadar azdı ve bunlar
arasından anlayanlar da o denli enderdi ki, dinleyici bulmak isteğiyle yanar
tutuşur, duvarlara hitap ederek hırsını giderirdi.
Gerek Kepler’in, gerekse Newton'un o sıralardaki öğrencileri neler
kaybettiklerinin hiçbir zaman farkına varmamış olmalılar.
Newton, hareket eden bir cismin, yolu üzerinden çekecek bir etkiyle
karşılaşmadıkça, düz hat üzerindeki gidişini sürdürdüğünü özetleyen çekim
gücü yasasını buldu. Ay’ı yeryüzüne doğru sürekli olarak çekerek hemen
hemen dairesel bir yörüngede tutacak bir başka güç olmasa, Ay yörüngesine
teğet bir çizgi üzerinden dümdüz fırlayıp giderdi diye düşünüyordu Newton.
Bu çekim gücünün uzaktan etki yaptığı kanısındaydı. Yerküreyle Ay’ı
fiziksel olarak birbirine bağlayan hiç bir şey yoktu ortada. Buna karşın,
yerküremiz sürekli olarak Ay’ı kendine doğru çekmektedir. Kepler’in üçüncü
yasasını kullanarak (2) Newton matematiksel olarak yerçekimi gücünü
hesapladı. Bir elmayı yere çeken gücün Ay’ı da yörüngesinde tutan aynı güç
olduğunu gösterdi. Uzak gezegenlerden Jüpiter’in o zamanlar yeni keşfedilen
Ay’larını yörüngesinde tutan gücün de ayrı bir şey olmadığını ortaya
koymuştu.
Dünya varolduğundan beri yeryüzüne cisimler düşüyordu. Ay’ın
yerküremiz çevresinde döndüğüne insanlık tarihi boyunca hep inanılmıştır.
Newton hem yere elmayı düşüren, hem de Ay’ı yerküre çevresinde döndüren
gücün aynı olduğunu akıl edebilen ilk insandır. Newton’un bulduğu
yerçekimi kuramına «Evrensel Çekim Yasası» denilmesinin nedeni budur.
Çekim gücü, aradaki mesafenin karesine ters orantılı olarak azalır. Eğer
iki cisim birbirinden iki misli uzaklaştırılarak döndürülürse, onları birbirine
çeken güç ancak 1/4 oranındadır. Eğer bu iki cisim on misli uzaklaştırılırsa,
çekim gücü 10yani 100 kez küçülür. Çekim gücünün ters orantılı olması
gereklidir, yani mesafe arttıkça çekim gücü azalmalıdır. Eğer çekim gücü
uzaklık arttıkça doğru orantılı olarak çoğalsaydı, en büyük gücü en uzaktaki
cisimler üzerinde etkisini gösterecek ve sanırım, evrendeki tüm madde tek
bir kozmik birikinti oluşturmaya doğru sürüklenmiş olacaktı. Hayır, durum
böyle değildir. Çekim gücü, mesafe arttıkça azalmalıdır. Bu nedenledir ki, bir
gezegen ya da kuyruklu yıldız (kornet), Güneş’ten uzak olduğu sırada yavaş
ve Güneş’e yakınken hızlı dönüyor; Güneş’ten ne denli uzaktaysa, çekim
gücünü de o ölçüde az hissediyor.
Kepler’in gezegenlerin devinimine ilişkin her üç yasası da Newton’un
kuramlarından çıkarılabilirdi. Kepler’in yasaları deneyseldi. Tycho Brahe’nin
sabır küpü oluşu sayesinde sürdürdüğü gözlemlerine dayanıyordu.
Newton’un yasalarının tümü de kuramsaldır. Tycho’nun ölçümlerinin
hepsinin bulunabileceği yalın matematik soyutlamalardır. Newfon
yasalarından hareket ederek, Principia adlı başyapıtında gizleyemediği bir
gururla, «Şimdi Dünya Sisteminin çevresini sizlere kanıtlayarak
gösteriyorum.» demiştir.
Hayatının daha sonraki bölümünde Newton bilim adamlarının üye
bulundukları Royal Society (Kraliyet Derneği) başkanlığına getirildi.
Darphane Müdürlüğü görevi de verilen Newton sahte para yapanlarla
mücadele yollarını aradı. Bu arada içe kapanıklığı ve huysuzluğu artıyordu,
öteki bilginlerle tartışmaya neden olan ve özellikle öncelikler kazanmaya
ilişkin sorunlardan bıktığından bilimsel çalışmalarını durdurdu. Bugün <
Sinir bunalımı» adını verdiğimiz durumda olduğu söylentisi yayıldı. Buna
rağmen Newton bilimi simya ile kimya arasındaki sınır üzerinde deneylerini
sürdürüyordu. Son olarak bulunan bazı kanıtlar, çektiği hastalığın ruhsal
bunalım kaynaklı olmayıp ağır maden zehirlenmesinden ileri geldiği
yolundadır. Buna, küçük miktarlarda olsa da, arsenik ve cıva yutması neden
olabilirdi. Bilindiği gibi, o dönemlerde analitik araç gereç olarak tat
duyusuna başvurulurdu.
Her şeye rağmen Newton’un zihin gücü hiç eksilmedi. 1696 yılında
İsviçreli matematikçi Johann Borneulli, brakistokron adı verilen
çözümlenmemiş bir problemin halli için öğrencilerine 6 ay süre tanımıştı.
Fakat öğrencilerinden olan filozof Leibniz’in ricası üzerine problemin çözüm
süresini 18 aya çıkardı. Leibniz, Newton’un bu alandaki buluşlarından
habersiz olarak, kendi başına diferansiyel ve entegral hesaplama
yöntemlerini bul* muş bir kişiydi. 29 Ocak 1697 günü öğleden sonra saat
16’da bu problem Newton’a sunuldu. Ertesi sabah işe giderken problem
çözümlenmiş olarak masanın üzerinde bekliyordu. Çözüme ilişkin olarak
bulduğu yeni yöntemlerle birlikte problemin çözümü yayınlandı. Newton'un
isteği üzerine adı açıklanmamıştı. Fakat çalışmanın orijinalliği Newton’u ele
verdi. Bernoulli çözülmüş problemi gördükten sonra şunu söylemişti: «Biz
aslanı pençesinden tanırız.» Newton o tarihte elli beş yaşındaydı.
Kepler ve Newton insanlık tarihinde çok önemli bir geçiş dönemi ifade
ederler. Bu dönemin ortaya koyduğu ilke, doğanın tümünde çok yalın
matematik yasalarının geçerli olduğu ve yerküremizde olduğu kadar göklerde
de aynı yasaların uygulandığıdır. Kepler ve Newton gözlemlere dayalı
bilgilerin dakikliğine saygı gösterdiler; onların gezegenlerin devinimlerine
iliş® kin tahminlerinin doğruluğu, insanoğlunun sanılandan çok daha fazla
Kozmos’u anlayabilmesine yardımcı kanıtlar sağladı. Çağdaş uygarlığımızın
tümü, dünya hakkındaki görüşümüz ve şu anda evreni keşifteki
girişimlerimiz, hep onlara borçlu olduğumuz şeylerdir.
Newton buluşlarını açıklamamaya çok dikkat eder, Bilim alanındaki
rakipleriyle de kıyasıya mücadeleye girişirdi. Çekim gücünün mesafeyle ters
orantılı oluşuna ilişkin yasayı bulduktan on ya da yirmi yıl sonra bile
yayınlamak için bir girişimde bulunmadı. Ne var ki, Batlamyus ve Kepler
gibi, doğanın görkemi ve gizleri karşısında coşku duyar ve süngüsü düşen
gururunun yerini alçakgönüllülük alırdı: «Beni dünya nasıl görecek, bunu
bilemem... Fakat ben kendimi, kocaman bir gerçek* 1er okyanusu önümde
keşfedilmemiş dururken, kıyıda kendim oyalayan ve kâh daha yumuşak bir
taş, kâh daha güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi görüyorum.»
(a) DNA'nın sarmal merdivenindeki büklümleri görüyorsunuz, insan
DNA'sının bir molekülünde bu tür 100 milyon büklüm ve yaklaşık 100
milyar da atom var. Buysa ortalama olarak bir galaksideki yıldız sayısına
eşittir.
(b) Bükülüş biçimi. İki yeşil iplikten her biri molekülün omurgasını
oluşturur, iplikler sırasıyla bir şekerden, bir fosfattan meydana geliyor.
Merdivenin sarmal basamakları arasındaki sarı, kahverengi, kırmızı ve haki
renkteki payandalar nitrojenli nükleotid'lerdir. Nükleotid bazlarının dizilişi
yaşam sözlüğüdür.
(c) DNA'yı çözücü enzim, DNA'nın üremesini hazırlayan civar
nükleotid bazlar arasındaki kimyasal bağların çözülmesini denetler.
(d) Çift sarmallı orijinal her iplik. DNA'nın kendini kopya etmesiyle
ürer. Beliren yeni nükleotid, çiftine benzerlik göstermezse, DNA polimerazı
onu yok eder. Onun bu işlevine biyologlar "aslına uygunluk görevi diyorlar.
"Aslına uygunluk" konusundaki herhangi bir hata bir mutasyona, değişime
yol açar.
Voyager uzay aracının yıldızlararası gezi rekoru, iki Voyager uzay aracı,
dev gezegenlerin keşfini tamamladıktan sonra Güneş sistemini terk
edeceklerinden, karşılaşabilecekleri herhangi bir uygarlığa mesajlar
taşımaktadırlar. Plak kılıfında (üstte), plağın (altta) nasıl dinleneceğine ilişkin
bilimsel bir açıklama var. Aynı kılıfta gezegenimizin yeri ve çağımıza ilişkin
bilgiler veriliyor. Bu plağın bir milyon yıl dayanacağı garantisi vardır.
Bölüm IV
CENNET VE CEHENNEM
Cennetle cehennemin kapıları bitişik ve aynıdır.
Nikos Kzantzakis, Günaha Son Çağrı (The Last Temptation of Christ)
YERYÜZÜ GÜZEL VE OLDUKÇA SAKİN BİR YERDİR. Değişen
şeyler olur, fakat bunlar da çok yavaş değişir. Olabilir ki, yaşamımızı bir
fırtınadan daha şiddetli bir doğal felaket görmeden tamamlayabiliriz.
Böylece gerilimsiz ve endişesiz olabiliriz. Ne var ki, doğanın tarihinde
kayıtlar açık seçiktir. Dünyaların her zaman için yok olması kaçınılmazdır.
Biz insanlar bile kendi felaketlerimizi yaratmaya varan bir tekniğe
ulaşmışızdır. Bu kasti olabileceği gibi, bilmeden ihmal sonucu da
gerçekleşebilir. Uzun geçmişin felaket izlerinin korunduğu diğer
gezegenlerde büyük felaketlere ilişkin bir sürü kanıl duruyor. Bütün iş zaman
dilimi sorunudur. Yüz yıl içinde olması düşünülemeyecek bir felaket yüz
milyon yılda gerçekleşebilir. Yerküremizde içinde bulunduğumuz yüzyılda
bile, kötü doğal olaylarla karşılaşılmıştır.
30 Haziran 1908 gününün erken sabah saatlerinde Orta Sibirya
göklerinde seyretmekte olan kocaman bir alev yumağı görülmüştür. Ufukta
temas ettiği yerde büyük bir patlama oldu. 2.000 kilometrekarelik bir
ormanlık bölgeyi yerle bir etti ve temas etmesiyle binlerce ağacı yakması bir
oldu. Yerkürenin çevresini iki kez dolaşan bir atmosferik şok yarattı.
Ardından iki gün süreyle atmosfere öylesine incecik toz yayıldı ki, olay
yerinden 10.000 km. ötede kalan Londra’da sokaklara düşen ışık parçacıkları
altında gazete okunabiliyordu.
Rusya’daki Çarlık hükümeti Sibirya’nın az gelişmiş Tunguska
bölgesindeki bu önemsiz olayla ilgilenecek değildi elbet. Sovyet
Devrimi’nden 10 yıl sonra, olay yerini incelemek üzere bir heyet gitmiştir.
Oradakilerle yaptıkları konuşmalara ait izlenimlerden bazılarını aktarıyorum:
Sabahın erken saatlerinde çadırda herkes uyurken, bir> den içindeki
insanlarla birlikte çadır havaya uçtu. Tekrar yeryüzüne düştüklerinde aile
bireylerinin tümü ufak tefek yara bere almıştı. Fakat Akulina ile İvan
bayılmışlardı. Kendilerine geldiklerinde, büyük bir gürültü duydular ve
çevrelerinde ormanın yanıyor olduğunu, büyük bir bölümünden geriye bir
şey kalmadığım gördüler.
Vanovara pazarındaki evimin sundurmasında oturuyordum. Kahvaltı
zamanıydı. Kuzeye doğru bakıyordum. Bir fıçının kasnağın tellemek için
keserimi havaya kaldırmıştım ki birden... gökyüzü ikiye bölündü... Ve
ormanın kuzey bölümünde gök ateşler içindeydi. O anda gömleğimin bir
tarafı yanmaya başlamış gibi bir sıcaklık hissettim üzerimde... O anda
gömleğimi çıkarıp fırlatmak istedim ama o anda gökte bir gümbürtü koptu.
Sundurmadan fırlatıldığım birkaç metre ötede yere kapaklanmış buldum
kendimi. Bir an kendimden geçmişim. Karım koşup beni kulübeye taşıdı.
Gümbürtünün ardından gökten sanki yağan taşların sesi ya da kurşun sesleri
geldi. Yer sarsıldı. Yere kapaklandığımda başıma taş yağmasından
korktuğum için başımı ellerimle örttüm. O anda gök yarıldığında kaynar bir
rüzgâr, sanki patlayan bir toptan çıkmış gibi bir esinti kulübeleri taradı.
Rüzgâr tararken toprağın üzerinde de iz bırakıyordu.
Sabanımın yanı başında kahvaltımı ederken tüfek patlaması gibi sesler
duydum. Atım dizleri üstüne düştü. Ormanın üzerinden kuzeyden bir alev
yükseldi... Sonra ormanın rüzgâr tarafından büküldüğünü gördüm. Bir
kasırga diye düşündüm. İki elimle birlikte sabanıma yapıştım. Uçup gitmesin
diye. Rüzgâr öyle güçlüydü ki, yerin yüzeyinden toprak söküp götürdü.
Ardından kasırga Angara’dan hortumla çeker gibi yoğun bir su kitlesi emdi.
Bütün bu olup biteni gayet açık seçik izleyebildim, çünkü toprağım bir
bayırdaydı.
Gürültü atları öylesine korkuttu ki, bazıları panik içinde dörtnala
koşmaya başladılar. Sabanları ayrı ayrı yönlere sürüklüyorlardı. Atlardan
bazıları da yere yıkıldılar.
Marangozlar ilk ve ikinci gümbürtüden sonra şaşkınlık içinde istavroz
çıkarmaya başlamışlardı. Gök üçüncü kez gürleyince, talaş yığınları üzerine
arkaüstü düştüler. Hepimiz işi bırakıp köye gittik. Kalabalık halk köy alanını
doldurmuş, korku içinde bu doğal afetten söz ediyordu.
Tarladaydık.. Arabaya atın birini bağlamıştım. İkinci atı da bağlarken
sağ yanımda büyük bir gürültü koptu. Birden geriye baktım ve gökte alevler
içinde uçan uzunca bir cisim gördüm. Bu cismin ön bölümü kuyruk
bölümünden daha genişti, rengi de gündüzleri yakılan ateş rengindeydi.
Güneş’ten birkaç kez daha büyüktü, fakat güneş kadar parlak
olmadığından insan gözünü dikip bakabiliyordu. Alevlerin arkasından toz
gibi bir bulut izliyordu. Çelenk gibi küçük daireler bırakıyordu ardından.
Mavi kuyruklar da görünüyordu... Alev gözden kaybolunca, tüfekten çıkan
ses» lerden daha büyük gürültüler koptu. Yerin sarsıldığı hissedilebiliyordu.
Pencere camları da şangırdıyordu.
Nehir kıyısında yün yıkıyordum. Korkmuş bir kuşun kanat hışırtısı gibi
bir ses duydum... Nehirde bir kabarma oldu. Bunun ardından öyle bir
gümbürtü oldu ki, işçilerden biri suya düştü.
İşte bu olay «Tunguska Olayı» diye bilinir. Bilginlerden bazıları, zıt
zerrecikli bir madde parçasının (antimaddenin) yeryüzündeki olağan
maddeyle çarpışınca, parçalanıp gamma ışınlan biçiminde ortadan
kaybolduğu görüşünü savundular. Fakat geçtiği yerde radyoaktivite
bulunmayışı bu açıklamayı boşa çıkarıyor. Bazı bilginler de küçük bir kara
deliğin Sibirya’nın doğusundan geçip gittiğini savunuyorlar. Fakat
atmosferik şok dalgaları o günün daha ileriki saatlerinde Kuzey Atlantikten
bir cismin geçtiğine işaret etmektedir. Yerküredışı bir uygarlığa ait bir uzay
aracının bozulması yüzünden gelip çarpması sözkonusu olabilir, fakat böyle
bir aracın herhangi bir parçasının izine rastlanmadı. Bu savlar ortaya atılarak
az çok taraftar buldu. Ancak hepsi de kanıttan yoksundur. Tunguska
Olayı’nın kilit noktası, büyük bir patlamayla dev bir şok dalgasının olması ve
büyük bir orman yangını başlatmasıdır. Ve bütün bunlara karşın, olay
yerinde çarpmaya ilişkin herhangi bir krater izi yoktur. Aslında bu olayların
nedenine uygun düşebilecek tek bir açıklama vardır: 1908 yılında bir
kuyruklu yıldızdan gelme bir parça yeryüzüne çarpmıştır.
Gezegenler arasındaki engin alanlarda birçok cisim var. Bunlardan
bazıları taş cisimlerdir, bazıları madensel, bazıları buzlu, bazıları da kısmen
organik moleküllüdürler. Büyükleri toz zerreciğinden tutun da, Nikaragua ya
da Bütan büyüklüğünde parçalara kadar değişir. Bazen, rastlantı sonucu
önlerine bir gezegen çıkar. Tunguska Olayı bir kuyruklu yıldızın yaklaşık
100 metre çapındaki buzdan bir parçasının işi olabilir. Futbol sahası
uzunluğundaki ve bir milyon ton ağırlığındaki bu cisim saniyede 30 km.,
saatte de 100.000 km.yi aşan bir hızla yol almaktadır.
Eğer bugün böyle bir çarpışma olsa, özellikle o anır panik havası içinde,
bir atom bombası patlamasıyla karıştırılabilir. Kuyruklu yıldızın çarpış etkisi
ve alev yumağı, bir megatonluk nükleer bomba patlamasının tüm etkilerini
yapabilir. Mantar biçiminde yükselen bulut da dahil olmak üzere. Ancak şu
farkla ki, gamma ışınları ya da radyoaktif döküntüye neden olmazdı. Ender
ama doğal bir olay olan büyükçe bir kuyruklu yıldız parçası, bir nükleer
savaşın başlamasına yol açabilir mi? Garip bir senaryo: Küçük bir yıldız
yerküreye çarpıyor. Şimdiye dek milyonlarcası gelip çarpmıştır. Fakat
günümüzde uygarlığımızın yanıtı, anında kendini yok etme tepkisiyle
belirleniyor. Bu nedenle kuyruklu yıldızları, yerküremizin karşılaştığı
çarpışmaları ve doğal afetleri şimdi bildiğimizden biraz daha iyi bilmekte
yarar vardır, sanırız. Örneğin, 22 Eylül 1979 günü Güney Atlantik ve Batı
Hint Okyanusu yakınlarında çift çizgili yoğun bir ışık Amerikan Vela uydusu
tarafından görüldü. Bunun Güney Afrika devleti ya da İsrail tarafından
girişilmiş bir atom bombası denemesi olabileceği tahminleri yürütüldü önce.
Politik sonuçları önem taşıyan bir olay niteliğindeydi. Peki, ya bu ışığın
kaynağı, küçük bir asteroidin ya da kuyruklu yıldız parçasının yerküreye
çarpmasından ileri geliyorduysa ne olacaktı? O bölgede daha sonra yapılan
uçuşlarda radyoaktivite izine rastlanmadığından, sözünü ettiğimiz olasılık
kuvvet kazanmaktadır. Bu olay da, nükleer silah çağında uzay kaynaklı
cisimlerin yeryüzüne çarpmasını şimdikinden daha iyi gözlemeyişimizin
tehlikelerini ortaya koyuyor..
Bir kuyruklu yıldızın yapısında çoğunluk buz vardır: Sudan oluşmuş
(H.O) buz, bir parça metanlı (CH<) buz ve biraz da amonyaklı (NH) buz.
Yeryüzü atmosferine çarpınca, küçücük bir kuyruklu yıldız parçası büyük bir
alev yumağı ve büyük bir patlama dalgası oluşturur. Bunun sonucu olarak
ağaçlar yanar, ormanlar yerle bir olur ve gürültüsü dünya çevresin’ de
duyulur. Yeryüzünde krater açmayabilir. Çünkü atmosfere girişte buzlar
eriyebilir ve kuyruklu yıldızdan geriye tanınabilecek pek az parça kalır, belki
de buzlu olmayan bölümünün küçücük taneleri. Günümüzde Sovyet bilgini
E. Sobotovich, Tunguska bölgesine yayılmış çok sayıda küçük elmas
parçaları saptamıştır. Bu tür elmasın meteoritlerin atmosfere çarpmasından
arta kalan parçalar olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak kuyruklu yıldızdan
gelme bir parçadır.
Göğün açık olduğu çoğu gece başınızı kaldırıp sabırla gözlerseniz,
üzerinizde kısacık bir süre parıldayan bir meteor görürsünüz. Bazı geceler de
meteor yağmuruna rastlarsınız. Bu geceler yılın hep aynı günlerindedir. Bu
gecelerde doğal bir havai fişek gösterisi vardır: Cennet eğlencesi. Bu
meteorlar küçücük tanelerden, hardal tohumundan daha küçük tanelerden
oluşur. Düşenler yıldız değil, meteorlardır. Yerkürenin atmosferine
girerlerken bir an için parıldarlar, yaklaşık 100 km. yük» sekte sürtüşmeden
ötürü ısınıp yok olurlar. Meteorlar kuyruklu yıldızların kalıntılarıdır. (3)
Eski kuyruklu yıldızlar Güneş’in yanından geçe geçe ısınıp parçalanır,
buharlaşır ve zerreciklere ayrılırlar. Bu parçalar kuyruklu yıldız yörüngesini
doldururcasına yayılırlar. O yörüngenin yerküre yörüngesiyle kesiştiği yerde
meteor yağmuru vardır. Akın eden meteorların bir bölümü hep yerküre
yörüngesinin aynı bölgesinde olduğundan meteor yağmuru her yılın aynı
günün» de görülür. 30 Haziran 1908 Beta Taurus meteor yağmuru olduğu
tarihtir. Bu meteor yağmuru, Encke Kuyruklu yıldızı yörüngesinden ötürü
meydana gelmişti. Tunguska Olayı’na Encke Kornetinden gelme bir parçanın
neden olduğu kabul edilebilir. Bu pırıl pırıl ve zararsız meteor yağmurunu
oluşturan küçücük parçacıklardan daha büyükçe bir parçaydık
Kuyruklu yıldızlar hep korku, huşu ve batıl inanç nedeni olmuşlardır.
Bunların arada sırada belirmesi, değişmez ve tanrısal düzenli Kozmos
kavramını gölgelemiştir. Süt beyazlığında muhteşem bir alev kuşağının,
birkaç gece üst üste, yıldızlarla birlikte gözüküp yıldızlarla birlikte
kayboluşunun nedensiz olması ya da insan hayatını etkilemeyeceği
düşünülemezdi. Böylece kuyruklu yıldızların felaket habercisi, tanrısal gazap
belirtisi olduğu düşüncesi gelişti. Kralların tahttan devrilişini, tahta vârislerin
ölümünü haber verdiği fikri yerleşti. Babilliler kuyruklu yıldızların cennet
kuşları olduğunu sanırlardı. Yunanlılar uçan saçlar, Araplar alev çıkaran
kılıçlar olarak görürlerdi. Batlamyus zamanında kuyruklu yıldızlar,
biçimlerine göre ayrıntılı olarak sınıflandırılmışlardı. Batlamyus kornetlerin
savaş, sıcak hava ve «tatsız olaylar» getirdiği kanısındaydı. Ortaçağda
kornetleri gösteren tablolarda kuyruklu yıldızlar çarmıh biçimindedir.
Luther’ci bir rahip olan Andreas Celichius adındaki Magdeburg Piskoposu,
1578 yılında yayınladığı Yeni Kornetin Dinsel Açıdan Hatırlatılırı adlı
kitapta kuyruklu yıldızın «insan günahlarının yoğun duman haline gelişi
olduğunu, her gün, saat, her an Tanrı’nın önünde kokuşmuşluk ifadesi olarak
yükseldiği, yavaş yavaş yoğunlaşıp bir kuyruklu yıldıza dönüştüğünü ve
sonunda Yaratan’ın kızgınlığında yakılıp alev olduğunu» söylüyordu. Fakat
bu düşünceye, eğer kuyruklu yıldızlar günahların dumanlaşmış haliyse
göklerde sürekli bunların dolaşması gerekirdi, görüşüyle karşılık verildi.
Halley Kuyruklu Yıldızının (ya da başka bir kornetin) göklerde
görülüşüne ilişkin en eski kayda Çinlilerin Prens Hai Nan’ın Kitabı’nda
rastlarız. Tarih M. Ö. 1057’dir. 66 yılında Halley Kuyruklu Yıldızının
dünyamıza yakınlaşmasından olacak, Josephus, Kudüs üzerinde bir kılıç gibi
bir yıl asılı kalan yıldızı anlatır. 1G66 yılında Normanlar, Halley Kuyruklu
Yıldızının bir kez daha yeryüzüne yaklaşmasına tanık olurlar. Normanlar
bunun herhangi bir krallığın düşüşü anlamına geldiği kanısında
olduklarından, Halley Kuyruklu Yıldızının bir bakıma İngiltere’nin kendileri
tarafından istila edilmesini desteklediğini düşündüler. Zamanın bir gazetesi
olan Bayeux Tapestry’nin 1301 tarihli sayısında kornetten söz ediliyor.
Çağdaş gerçekçi resmin kurucularından olan Giotto, Halley Kuyruklu
Yıldızının bir kez daha görünüşüne tanık olduğundan, bu yıldızı Isa’nın
doğuşuna ilişkin bir tabloya dahil etmiştir. 1466’da büyük bir kuyruklu
yıldızın görünmesi Avrupa’yı telaşa düşürdü. Bu da Halley Kornetiydi.
Hıristiyanlar, yeryüzüne kuyruklu yıldız sevk eden Tanrı’nın, İstanbul’u
henüz yeni zapteden Türklerin yanında olabileceği korkusuna kapıldılar.
XVI. ve XVII. yüzyılın ünlü astronomları kuyruklu yıldızlar karşısında
hayretlerini yenememişlerdir. Newton bile onların sihrine kaptırdı kendim.
Kepler kuyruklu yıldızların uzayda «denizdeki balık gibi» hareket ettiklerini
ve daima Güneş’e arkalarını vererek döndüklerinden, kuyruğun Güneş
tarafından eritilip dağıtıldığını söylerdi. Newton gökte kuyruklu yıldız
görmek için can atar, nice geceler uykusuz beklerdi. O kadar ki, bu
çabasından ötürü hasta düştü. Tycho ve Kepler gibi Newton’a göre de
yeryüzünden görülen kuyruklu yıldızlar dünyanın atmosferinde
dolaşmıyorlardı. Oysa Aristo ve bazı düşünürler kuyruklu yıldızların
yerkürenin atmosferinde devindikleri görüşündeydiler. Newton kornetlerin
Ay’dan daha uzak olmakla birlikte, Satürn’den de daha yakın olduklarını
söyledi. Kornetler de, gezegenler gibi, yansıyan güneş ışığıyla
parlamaktaydılar. «Onları sabit yıldızlar gibi uzakta sananlar çok
aldanıyorlar, çünkü öyle olsaydı, Kornetler Güneş’imizden gezegenlerimizin
belirli yıldızlardan aldığı ışıktan fazla ışık almazlardı.» Newton kornetlerin
de gezegenler gibi dışmerkezli elips bir yörünge çizerek Güneş etrafında
döndüklerine işaret etmiştir. Kornetleri saran gizin kaybolması, kornetlerin
düzgün yörüngeleri bulunduğunun ve bunların önceden açıklanabileceğinin
belirtilmesi, Newton'un arkadaşı Edmund Halley’i 1531, 1607 ve 1682
yılında gözüken kornetlerin 76 yıllık aralıklarla görünen hep aynı kuyruklu
yıldız olduğu savına ulaştırdı. Halley 1758 yılında bu kornetin yeniden
yeryüzüne yaklaşacağını söyledi. Gerçekten de 1758 yılında geldi, bu
nedenle de ona Halley Kuyruklu Yıldızı adı verildi. İnsanlık tarihinde ilginç
rol oynayan Halley Kuyruklu Yıldızının 1986’da yeryüzüne gelişi sırasında
uzaya fırlatılacak araç, bu kornete ilişkin araştırmalar için uzaya gönderilmiş
ilk araç olacak.
Gezegenlerle ilgilenen çağdaş bilginler, bir kuyruklu yıldızın gezegenle
çarpışmasının gezegen atmosferine yararlı olduğu görüşünü öne sürüyorlar.
Örneğin. Mars gezegeninin atmosferindeki tüm suyu son zamanlardaki
küçük bir kuyruklu yıldızla çarpışmasına borçlu olduğu söylenebilir. Newton
kuyruklu yıldızların kuyruklarındaki maddenin gezegenlerarası alanda
dağıldığını, kuyruklu yıldızdan kopup gittiğini ve yavaş yavaş çekim yasası
uyarınca yakınındaki gezegen tarafından çekildiğini kaydetmişti. Newton
yerküre üzerindeki suyun «bitkilerin sulanması, çürüme olayları ve toprağa
dönüşmek vb. ötürü aşamalı olarak kaybolduğu kanısını beslemiştir. «Sıvı,
dış kaynaktan beslenmezse, yavaş yavaş azalır ve sonunda hiç kalmaz.»
Newton yeryüzündeki okyanusların kornet kaynaklı oldukları ve
gezegenimizde hayatın ancak kuyruklu yıldıza ait maddenin düşmesi
sayesinde mümkün olduğu düşüncesindeydi.
1868 yılında astronom William Huggins bir kornet tayfı (spectrum) ile
doğal ya da «petrol türevi» gazın tayfındaki niteliklerin aynı olduğunu
saptadı. Huggins kuyruklu yıldızlarda organik madde bulmuştu; daha sonraki
yıllarda bir karbon atomuyla bir nitrojen atomundan oluşan eyanogen’i (CN)
kornetlerin kuyruklarında belirledi. Karbon atomuyla nitrojen atomu
eyanid’leri oluşturan molekül parçasıdır. Yerküremiz 1910 yılında Halley
kornetinin kuyruk bölümünden geçmek üzereyken, dünya paniğe kapıldı. Bir
kornetin kuyruğunun çok incelmiş olduğunu düşünemediler. Bir kornetin
kuyruğundaki zehirlerden gelecek tehlike, aslında, 1910 yılında büyük
kentlerdeki sanayileşmenin yol açtığı çevre kirliliği tehlikesinden daha azdı.
Bu olayın yeryüzünde nasıl yankılandığına basında çıkan bazı haber
başlıklarıyla örnekler verelim. 15 Mayıs 1910 tarihli San Fransisco Chronicle
gazetesindeki bir başlık, «New York Salonlarında Kornet Partileri veriliyor,»
diyordu. Los Angeles Examiner alaylı bir yazı biçimini tercih etmişti:
«Baksana! Şu Kornet seni eyanogen’ledi mi, eyanogen’lemedi mi henüz?..
Tüm insanlık bedava Gaz Banyosu yapacak!» Bir haber başlığı da şöyleydi:
«Kurban adayı ağaca çıkıp Komet’e telefon etti.!»
1910’da dünyanın cyanogen tehlikesiyle batmasından önce insanlar
neşelenmek için veda partileri veriyorlardı. Bu arada bazı açıkgöz
girişimciler kornete karşı iyi gelen haplar ve gaz maskeleri üretip
satıyorlardı. Gaz maskeleri Birinci Dünya Savaşının sezinlendiğini gösteren
uğursuz aletlerdi.
Kornetler konusundaki düşüncelerde bazı karışıklığın günümüzde de
sürüp gittiği anlaşılıyor. 1957 yılında Chicago Üniversitesinin Yerkes
Gözlemevinde çalışan bir üniversite mezunuydum. Gözlemevinde yalnız
nöbet tuttuğum bir gece telefonun ısrarla çalışına tanık oldum. Açtığımda,
alkol banyosunun ileri aşamalarına geçildiğini ele veren bir ses, «Baksana...
Sen bana bir astronom versene, konuşayım,» diyordu. «Size ben yardımcı
olabilirim,» yanıtını verdim. «Şey, burada bir garden parti durumundayız
da... Gökte de bir şey var ya... İşin garibi, gerçekten tuhaf ha arkadaş, gökteki
bu şeye baktın mı kaçıp gidiyor. Bakmadığın zamansa, işte, tam şurada
karşınızda duruyor.» Gözümüzde retinanın en duyarlı kesimi, görüş alanının
tam merkezinde değildir. Bakışınızı hafif yana kaydırarak gökte hayal meyal
yıldızlar ve başka cisimler görebilirsiniz. Bunu biliyordum. Gökte yeni
keşfedilen ArendRolland Kuyruklu Yıldızı o sıralarda iyice gözükecek
gibiydi. Bu nedenle ona bir kornete bakıyor olması olasılığından söz ettim.
Uzun bir duraksamadan sonra, telefondaki ses bana, «Peki bu kornet nasıl bir
şeydir?» diye sordu. «Bir kornet bir kilometre uzunluğunda bir kartopu
yığınıdır.» Bu açıklamadan sonra bu kez karşımdaki ses daha uzun bir
duraksama geçirdi ve, «Baksana bana... Sen beni gerçek ama gerçek bir
astronomla görüştüremez misin?» diye sordu. 1986 yılında Halley Kuyruklu
Yıldızı yeniden gözükeceği zaman merak ediyorum, politik parti liderleri
kornetin gözükmesi üzerine ne korkular geçirecekler ve bizler de ne
sersemce sorular karşısında kalacağız.
Gezegenlerin Güneş çevresinde eliptik bir yörüngede dönmelerine
karşın, yörüngeleri fazla eliptik değildir. İlk bakışta denebilir ki, gezegenlerin
yörüngeleri daireden farksızdır. Buna karşılık özellikle uzun peryodlu
kornetler son derece eliptik bir yörünge izlerler. Gezegenler iç Güneş
sisteminin eski müşterileridirler; kuyruklu yıldızlarsa yeni peydah olmuş
müşterilerdir. Neden gezegenlerin yörüngeleri hemen hemen daireseldir ve
birbirlerinden kesin biçimde ayrılmıştır? Çünkü gezegenlerin çok eliptik
yörüngeleri obaydı ve bu yüzden de kesişselerdi, er geç çarpışırlardı. Güneş
sistemi tarihinin ilk dönemlerinde, oluşum sürecinde birçok gezegen vardı
belki de. Eliptik yörüngeleri kesişen gezegenler çarpışıp yok olmaya yönelik
bir gelişim gösterirlerken, dairesel yörüngeliler büyüyüp varlıklarım
sürdürmeye yönelik bir gelişim gösterdiler. Şimdiki gezegenlerin
yörüngeleri, çarpışmalardan ve doğal ayıklamadan sağsalim çıkıp geriye
kalabilenlerdir. Güneş sisteminin istikrarlı orta çağına, ilkçağların felaketli
çarpışmalarından sonra geçilmiştir.
Dış Güneş sisteminde, gezegenlerin çok ötesindeki bölgede bir trilyon
kornet çekirdeğinden oluşan kocaman küresel bir bulut var. Bu kornet
bulutu, otomobil yarışlarına katılan arabaların yaptığı hızdan daha fazla
olmayan bir süratle Güneşin çevresindeki yörüngesini tamamlar. 1 kilometre
çapındaki bir kar yığının takla ata ata dönmesini gözönüne getirirseniz, tipik
bir kuyruklu yıldızın neye benzediğini anlayabilirsiniz. Bunların çoğu,
Pluto'nun yörüngesi sınırından içeri dalamazlar. Fakat zaman zaman bir
yıldızın geçişi, kornet bulutunda evrensel çekim dalgalanması ve kıpırtısına
yol açtığından, bir kornet grubu kendini bir hayli eliptik yörüngelerde
Güneş’e doğru yol alıyor bulabilir. Jüpiter ve Satürn gezegenlerinin çekim
etkisiyle Io bu kornet grubunun yolu biraz daha değişince, yüzyılda bir falan
iç Güneş sistemi tarafından çekilebiliyorlar. Jüpiter’le Mars gezegenlerinin
yörüngeleri arasındaki bir yerde ısınıp buharlaşmaya başlarlar. Güneş’in
atmosferinden dışa doğru üflenen madde, güneş rüzgârı, kuyruklu yıldızın
arkasına toz ve buz parçaları yığar, böylece kornet kuyruğunda birikinti
oluşur. Eğer Jüpiter’i yalnızca bir metre genişliğinde düşünürsek, o takdirde
kuyruklu yıldızımızı bir toz zerreciğinden küçük kabul edebiliriz. Fakat
kuyruktaki kümeleşme gelişince, uzunluğu gezegenlerarası boyutlar
kazanabilir. Yeryüzünden görülebilecek mesafede yörüngelerde dönmeye
başlayınca, dünyalı toplumlar arasında batıl inanç fırtınası yaratacaktır. Fakat
sonuçta dünyalılar anlayacaklar ki, kornet kendi gezegenlerinin atmosferinde
değil, öteki gezegenler arasında dolaşmaktadır. Artık bunun yörüngesini
hesaplayabilirler. Ve belki de bir gün yıldızlar âleminden gelen bu
ziyaretçinin gizlerini keşfetmek için küçücük bir uzay aracı fırlatacaklardır.
Er ya da geç kuyruklu yıldızlar gezegenlerle çarpışacaklardır.
Yerküremiz ve onun yakın dostu Ay, kornetlerle küçük asteroitlerin
bombardımanı altında kalabilirler. Bunlar Güneş sisteminin oluşumundan
arta kalan döküntülerdir. Küçük cisim sayısı büyük cisim sayısından daha
çok olduğundan, küçük cisim çarpması daha çok olacaktır. Tunguska’daki
gibi küçük bir kornet parçasının yerküreyle çarpışması yaklaşık bin yılda bir
olur. Fakat Halley Kuyruklu Yıldızı gibi baş tarafındaki parlaklık çapı 20
kilometreyi bulan büyük kornetle bir çarpışma bir milyar yılda bir olabilir.
Küçük, buzlu bir cisim bir gezegen ya da Ay’la çarpışınca derin bir iz
bırakmayabilir çarptığı yerde. Fakat çarpan cisim büyükse ya da ana yapısı
kayadansa, krater adı verilen bir yarımküresel boşluk açar. Ve eğer bu krateri
dolduracak ya da sürtünmeyle örtecek bir gelişme olmazsa, krater
milyarlarca yıl olduğu gibi kalır. Ay’ın yüzeyinde hiçbir toprak aşınması
olmaz. Yüzeyini incelediğimizde Ay'ın çarpışma sonucu kraterlerle dolu
olduğunu görürüz. Halen iç Güneş sistemini dolduran kornet ve asteroit
döküntü parçalarının tümünün neden olabileceğinden de çok krater vardır.
İşte bu nedenledir ki, Ay’ın yüzeyi, dünyaların çok daha önceki dönemlerde,
milyarlarca yıl öncesinde yok oluş çağından geçip geldiklerini
açıklamaktadır.
Çarpışma sonucu oluşan kraterler yalnızca Ay’a özgü çukurlar değildir.
İç güneş sisteminin birçok bölgesinde, Merkür'den (Güneş’e en yakın
bulunan Merkür’den) bulutun çevrelediği Venüs’le Mars’a ve küçücük
Ay’ları Fobos ve Deimos’a dek her yerde bu kraterlere rastlıyoruz. Bunlar az
çok yerküremize benzeyen dünyalar ya da gezegenler ailesindendir.
Yüzeyleri serttir, içleri kaya ve demirdendir. Atmosferleri de. bokluk
denebilecek basınç düzeyinden, yerküremizinkinden 90 kez daha yüksek
düzeyde basınçlar arasında değişir. Işık ve im kaymağı olan Güneş’in
çevresine toplanmışlardır, tıpkı ateş çevresine kamp kuranlar gibi.
Gezegenlerin hepsinin yaşı yaklaşık 1 milyar 600 milyon yıldır. Ay gibi,
hepsinde de, Güneş sisteminin ilk dönemlerinde geçirilmiş bir çarpışma
felaketinin izleri görülür.
Mars gezegenini geçince, başka rejime girmiş oluruz, Jüpiter
gezegeniyle öteki dev gezegenlerin rejimine. Bunlar kocaman dünyalardır.
Çoğunlukla hidrojen ve helyumdan oluşurlar. Metan, amonyak ve su gibi
hidrojen açısından zengin gazlardan az miktarlarda bulunur bu gezegenlerde.
Buralarda, yani Jüpiter’de ve Jüpiter ailesinin gezegenlerinde katı yüzeyler
yoktur. Yalnızca atmosfer ve rengârenk bulutlar görülür. Bunlar yerküremiz
gibi ufak tefek gezegencikler değildirler. Jüpiter’e dünyamız gibi bin tane
gezegen sığar. Jüpiter’in atmosferine bir kornet ya da asteroid düşerse, bir
krater açmasını beklememeliyiz. Bulutlar arasında parçalanıp gider. Bununla
birlikte dış güneş sisteminde de birçok milyar yıl öncesine ait çarpmaların
yer aldığını biliyoruz. Çünkü Jüpiter’in bir düzineden çok Ay’ı vardır ki,
bunlardan 5’ini Voyager adlı uzay aracı yakından inceledi. Burada da geçmiş
felaketlerin izlerini görmek mümkün. Güneş sisteminin tümü
incelenebildiğinde, her dokuz gezegende de, Merkür’den Pluto’ya kadarki
dünyalarda, çarpışmadan ötürü felaketlerin yer aldığını göreceğiz. Aynı
zamanda bu gezegenlerin aylarında, kornetlerinde ve asteroitlerinde de aynı
felaket izlerini gözleyebileceğiz.
Ay’ın bize yakın yanında, yeryüzündeki teleskoplarla gözlenebilen
10.000’e yakın krater var, «Maria» adı verilen denizler bölgesinde, çapı 1
kilometre olan 1.000’e yakın krater görülüyordu. Basık yerli bölgeler olan
buraları, belki de Ay’ın oluşmasından kısa zaman sonra lavlar basmışlar ve
daha Önceki kraterleri örtmüşlerdir. Günümüzde, Ay’da ancak yüz bin yılda
bir krater açılmasına tanık olunabilir. Birkaç milyar yıl önce gezegenler
arasındaki bölgelerde şimdikinden daha çok döküntü parçaları
varolduğundan, şimdi artık Ay’da bir çarpışmadan ötürü krater açılması için
yüz bin yıldan fazla bir süre beklemek gerekli olabilir. Yerküremizin alanı
Ay’ınkînden geniş olduğu İçin, gezegenimizde bir kilometre çapında bir
krater açabilecek çarpışma görmek on bin yılda mümkün olabilir.
Yerküremizde «Arizona» adı verilen 1 kilometre çapındaki meteor kraterinin
yirmi ya da otuz bin yıllık olduğu saptanmıştır; bu da yapılan hesaplara
uygun düşmektedir.
Küçük bir kornetin ya da asteroitin Ay’a çarpması, yeryüzünden
görülebilecek gibi bir patlamaya yol açar. Böyle bir olayı gösteren bir örnek
vardır: 25 Haziran 1178 tarihinde beş Ingiliz rahibi Ay’da olağanüstü bir
olay saptamışlardır. Daha sonra bu olay Canterbury'deki Gervase günlüğüne
kaydedilmiştir. Bu güniük, zamanının siyasal ve kültürel olaylarını güvenilir
biçimde kayıtlara geçirmekle tanınıyor. İşte, bu günlüğün yetkililerine beş
rahip yemin ederek gördükleri olayın öyküsünü anlatmışlardır. Kayıtlarda
şöyle deniyor:
Ay’ın pırıl pırıl olduğu bir geceydi. Her zaman olduğu gibi böyle
gecelerde yarım Ay’ın iki ucu doğuya bakıyordu. Üstteki ucu birden ikiye
bölündü. Bölünmenin orta yerinden bir meşale fırladı, ateş, kızgın kömürler
püskürdü ve kıvılcımlar yayıldı.
Astronomlar Derral Mulholland ve Odile Calame, bir çarpışma
sonucunda, Ay’ın yüzeyinden, Canterbury rahipleri tarafından verilen bilgiye
uygun biçimde bir toz bulutunun kalkabileceğini hesaplamışlardır.
Eğer Ay’ın yüzeyinde 800 yıl önce böyle bir çarpana olmuşsa, kraterin
hâlâ görülebilmesi gerekir. Ay’da hava ve su bulunmadığından aşınma
öylesine etkisizdir ki, birkaç milyar yıllık küçücük kraterler bile olduğu gibi
duruyor. Gerva.:? tarafından kaydedilenlerden, Ay’da görüldüğü söylenen
olguyu belirlemek mümkündür. Çarpışmalar ışınlar yaratır, patlamadan
püsküren ince toz çizgileri bırakır. Ay’daki çok yeni kraterlerde, örneğin
Kopernik ve Kepler adı verilen kraterlerde, bu tür ışınlar vardır. Kraterler
Ay’daki yok denecek kadar az aşınmaya karşı koyabildikleri halde, çok ince
olan ışınlar buna karşı koyamazlar. Zamanla uzayda düşen çok küçük
zerreler:’, (mikrometeoritlerin) gelişi bile ortalığı tozutarak ışınları örter.
Böylece ışınlar yavaş yavaş kayboluyor. Işın görülmesi yeni bir çarpışmanın
imzası niteliğindedir.
Meteorit uzmanı Jack Hartung ışınlı ve çok yeni görünen bir küçük
kraterin Canterbury rahiplerinin söyledikleri bölgedeki varlığına işaret
ediyor. Bu kratere Giordano Bruno adı verilmiştir. Nedeni, Katolik Kilisesi
bilginlerinden olan XVI. yüzyılda yaşamış bu kişinin sayısız dünyalar
bulunduğunu ve bunlardan çcğunda insan yaşadığını söylemesi üzerine 1600
yılında bir kazığa bağlanarak yakılmış olmasıdır.
Olayın bu biçimde yorumlanışının doğruluğunu ortaya koyan bir başka
kanıt, Çalama ve Mulholland tarafından belirlen' di. Bir cisim büyük bir hızla
Ay’a çarpınca, Ay hafifken sallantı geçirir. Sonuçta titreşimler yok olup
gider, ama sekiz yüzyıl gibi kısa bir zamanda olmaz bu. Ay’ın geçirdiği
böylesi bir ürperti, laser yansıtma tekniğiyle ölçülebilmektedir. Apollo
astronotları Ay’ın birçok bölgesine özel aynalar yerleştirdiler. Bu aynalara
«laser geri reflektörü» deniyor. Yeryüzünden gönderilen bir laser ışını
aynaya çarpıp yansıyınca, geri dönüş için harcadığı zamanı inanılmaz bir
dakiklikle ölçülebiliyor. Bu sayıyı ışığın hızıyla çarpınca da, o andaki Ay’a
olan uzaklığımız inanılmaz bir kesinlikte ortaya çıkıyor. Bu ölçümler, birkaç
yıllık bir dönemde sürdürüldüğünde, Ay’ın üç yıllık bir dönemde üç metre
kadar enlemesine bir titreme geçirdiği saptanıyor. Bu sonuçsa Giordano
Bruno kraterinin bin yılı aşmayan bir zaman içinde Ay’ın çarpma geçirdiği
olgusuna uygun düşmektedir.
Bütün bu bilgiler dolaylı çıkarma yöntemine dayanmaktadır. Böyle bir
olayın tarihi zamanlar içinde meydana gelmiş olması olasılığı çok zayıftır.
Fakat ortaya çıkan kanıt, oldukça uyarıcıdır. Tunguska Olayı gibi Arizona
Meteor Krateri de bize tüm çarpma felaketlerinin güneş sisteminin erken
dönemlerinde meydana gelmediğini gösteriyor.
Yerküremiz Ay’a çok yakın mesafededir. Ay çarpmalar sonucu
böylesine kraterlerle delindiğine göre, yerküremiz bunları nasıl
savuşturmuşlar? Meteor krateri neden bu denli ender yeryüzünde? Kornetler
ve asteroidler insan yaşayan gezegenlere çarpmamaya özen mi gösterirler?
Böyle bir iyimserlik düşünülemez. Bunun olası tek açıklaması, çarpma
sonucu kraterlerin hem Ay’da, hem yerküremizde hemen hemen aynı oranda
oluştuğu fakat hava ve su bulunmayan Ay’da kraterlerin uzun zaman
korunmasına karşılık, yeryüzünde aşınmanın yavaş yavaş onları sildiği ya da
doldurduğudur. Suların akması, rüzgârın kum taşıması ve dağ birikintileri
çok geniş zaman içinde yavaştan yer alan olgulardır. Fakat milyonlarca ya da
milyarlarca yıl sürüp gidince, bunlar çarpmadan ötürü meydana gelen yara
izlerini kökünden bile silme gücüne sahip olurlar.
Herhangi bir ayın ya da gezegenin yüzeyinde dış etkenli süreçler yer
alacaktır. Örneğin, uzay kaynaklı etkenler gibi. Bir de deprem gibi iç
kaynaklı süreçler olacaktır; volkanik patlamalar gibi anında felaket yaratan
olaylar. Bunun yanı sıra havanın taşıdığı kum tanecikleriyle çukurların çok
yavaştan dolması gibi süreçler de olur. Hangi süreçlerin, hangi süreçlerden
daha ağır bastığını söylemek olanaksız. Ancak şu söylenebilir : Ay’da dış
kaynaklı felaket etkenleri ağır basıyor; yeryüzünde iç kaynaklı yavaştan
oluşan etkenler ağır basıyor. Mars ise ikisi arasında bir durumda bulunuyor.
Mars ve Jüpiter yörüngeleri arasında sayısız asteroidler, küçücük
gezegenler vardır. Bunların en büyükleri birkaç yüz kilometre çapındadır.
Çoğu, boyu eninden fazla dikdörtgen biçim: dedir ve uzayda takla atarak
dolaşırlar. Birbirlerine çok yakın karşılıklı yörüngelerde ikişer ya da üçer
asteroid doluyor olabilir. Asteroidler arasında çarpışma sık görülen bir
olaydır. Bazen bunlardan bir parça kopar, gezegenimize rastlayan bir
meteorit olarak yeryüzüne düşer. Müzelerimizin raflarında ve bilimsel
sergilerde uzak dünyalardan parçalar olarak sergilenirler. Asteroidler kuşağı
büyük bir öğütücü değirmendir. Bu değirmen küçük küçük parçaları toz
zerreciklerine dönüştürür. Kuyruklu yıldızlarla birlikte büyük asteroidler,
gezegen yüzeylerindeki en yeni kraterlerden sorumludurlar. Asleroit kuşağı,
bir zamanlar bir gezegenin, yakınındaki dev Jüpiter’in çekim gelgitleri
nedeniyle oluşmaktan alıkonulduğu bir bölgedir diyebiliriz. Ya da asteroit
kuşağı, kendini parçalayan bir gezegenin parçalarıdırlar. Bu son şık olasılık
taşımıyor, çünkü yeryüzündeki hiçbir bilgin bir gezegenin kendi kendine
patlayıp parçalanması olayı diye bir şey bilmiyor. Fakat belki de böyle
olmuştur.
Satürn’ü çevreleyen halkalar asteroit kuşağıyla benzerlik gösteriyorlar.
Bunlar gezegenin yörüngesinde dolaşan buzdan oluşmuş milyarlarca
küçücük Ay’lardır. Satürn’ün çekim gücü nedeniyle civardaki bir Ay'a
kalmaktan alıkonulmuş parçacıklar olabilir bu küçücük Ay’lar. Ya da çok
yakınında dolaştığı için çekim gücü gelgitleri yüzünden parçalanan bir Ay’ın
kalıntıları da olabilir. Başka bir olasılık da, Satürn’ün bir Ay’ından, örneğin
Titan gibi bir Ay’ından fırlayan maddeyle gezegenin atmosferine düşen
madde arasında sabit bir denge durumu oluşudur. Jüpiter’in ve Uranüs’ün da
halkalarsistemi vardır. Yeryüzünden gözlenebilmesi hemen hemen
olanakdışı bulunan bu halka sistemleri henüz yeni keşfedilebilmiştir.
Neptün’ün de bir halka sorunu var mı yok mu sorusu, gezegen bilginlerinin
gündem defterinde listebaşıdır. Sözkonusu halkalar, Jüpiter benzeri
gezegenlerin evrendeki özel bir süs araçları olabilir.
Satürn'den Venüs’e dek gezegenlerin son dönemlerde çarpma
durumuyla karşı karşıya kaldıklarının ön sürüldüğü bir kitap, 1950 yılında
Immanuel Velikovsky adında bir psikiyatri uzmanı tarafından yayınlandı.
Geniş halk yığınlarına hitap etmek üzere hazırlanan bu kitaba Çarpışan
Dünyalar (Worlds in Collision) adı verilmiştir. Gezegen büyüklüğünde
«kornet» denen bir cismin Jüpiter sisteminde her nasılsa oluştuğunu ileri
süren yazar, 3.500 yıl kadar önce bunun iç güneş sistemine girdiğini,
yerküremiz ve Mars’la birkaç kez çarpıştığını, bu çarpmaların sonucu olarak
Kızıl Deniz’i ayırdığını, Musa’yla İsraillilerin Firavun’dan kaçmalarını
sağladığını ve Joshua’nın emirleriyle gezegenimizin dönmesini engellediğini
söylüyordu. Bu yüzden volkan patlamaları ve sellerin görüldüğünü (4) yazan
Velikovsky’nin ifadesine göre, kozmik gezegenler arası bir bilardo oyunu
sonucunda, bu kornet hemen hemen dairesel bir yörüngeye oturarak
bildiğimiz Venüs gezegeni oluvermiştir (adı geçen yazara göre Venüs
eskiden yokmuş).
Üzerinde birazcık durarak anlatmaya çalıştığım gibi, yazarın bu
düşünceleri hemen tümüyle yanlıştır. Astronomlar çarpışma olgularına itiraz
etmiyorlar, yalnızca çarpışmaların yakın tarihli olabileceğine karşı çıkıyorlar.
Güneş sistemini sergileyen hiçbir modelde gezegenler yörüngelerindeki
ölçeklere uygun olarak gösterilemez. Çünkü böyle bir şeye kalkışsa,
yörüngelerindeki gezegenler gözle zor görülecek küçüklükte gösterilebilir.
Gezegenleri gerçek ölçekleriyle gösterebilecek olsak, yani toz zerreciği gibi
gösterilebilirlerse, belirli bir kuyruklu yıldızın yerküremize birkaç bin yıl
içinde çarpması olasılığının çok, ama çok az bulunduğunu kolaylıkla
anlayabilirdik, üstelik Venüs kayalık ve madeni yapıda bir gezegendir.
Hidrojen bakımından fakirdir. Oysa Jüpiter ki Velikovsky kornetin
Jüpiter’den geldiğini öne sürüyordu, hemen hemen tümüyle hidrojenden
oluşuyor. Jüpiter’den kornet ya da gezegen fırlamasına uygun enerji
kaynakları yoktur. Bunlardan herhangi biri yerküremizin yanından geçse,
gezegenimizin dönmesini «durduramaz». Üstelik durdurduktan sonra
yeniden döndüremez de. Volkanların patlaması ya da sel baskınlarının sık
tekrarlanışına ilişkin görüşü doğru çıkaracak jeolojik kanıt da elde yoktur.
Mezopotomya yazıtlarında Venüs'ten söz edilmektedir. Bu yazıtlarsa
Velikovsky’nin Venüs’ün kornetten bir gezegene dönüştüğünü söylediği
tarihten öncesine rastlar (*). Bir hayli eliptik yörüngeli bir cismin, bugün
dairesel biçime çok yakın olan Venüs yörüngesine öyle çabucak geçmesi
olanak dışıdır. Velikovsky’nin kitabında buna benzer olanaksız daha birçok
varsayımdan söz etmek mümkün.
Gerek bilimadamları, gerekse konunun uzmanı olmayanlar tarafından
Öne sürülen varsayımların yanlışlığı er geç ortaya çıkar. Ne var ki, bilim
kendini düzelten bir girişimdir. Varsayımların bilim tarafından kabul
edilebilmesi için ciddi kanıt sınavından geçmesi gereklidir. Velikovsky
olayının en kötü yanı, bu kişinin öne sürdüğü varsayımların yanlış olması ya
da kesinliği kabul edilmiş olgulara ters düşmesi değildi. En kötü yanı,
kendilerine bilimadamı diyen bazı kişilerin Velikovsky’nin kitabını ortadan
kaldırmak istemeleriydi. Bilime gücünü veren, özgür araştırma ve ne denli
garip gelirse gelsin, ortaya atılan bir varsayımın değeri üzerinde araştırma
yapılması gerektiği düşüncesinin yerleşmesidir. Alışılmış fikirlere
benzemediği için insanı tedirgin eden yeni fikirlerin boğulması, din ve
siyaset çevrele^ rinde görülebilir. Fakat böyle bir şey, bilgiye götüren bir yol
değildir. Bilimsel çaba kavramıyla bağdaşamaz. Yeni ufuklar açacak
görüşleri kimin öne süreceğini önceden kestirip atamayız.
Venüs kütle, boyut ve yoğunluk açısından hemen hemen yerküremize
eşittir. En yakın gezegen oluşu nedeniyle yüzyıllar boyunca yerkürenin
kardeş gezegeni gözüyle bakılıyordu. Kardeş gezegen acaba nasıl bir yerdir?
Yazın hüküm sürmesi ve güneşe yakınlığı nedeniyle de yerküremizden biraz
daha sıcak bir yer midir acaba? Yüzeyinde çarpma sonucu oluşmuş kraterler
var mıdır, yoksa aşınmayla kaybolup gitmişler mi? Volkan var mı? Ya
dağlan? Okyanusları? Ya da hayat var mı?
Venüs’e teleskopla ilk bakan 1609 yılında Galileo olmuştur.
Yüzeyinde hiçbir şeklin bulunmadığı, yassı bir yuvarlak gördü. Galileo,
Ay gibi, Venüs’ün de incecik bir hilal biçiminden tam bir yuvarlak biçime ve
aynı nedenle dönüşüp değiştiğini kaydetti. Bazen Venüs’ün gece yanına daha
uzun süre bakıyoruz, bazen de gündüz yanına. Bu arada, bu bulgu yerkürenin
Güneş etrafında döndüğü (ve Güneş’in yerküre etrafında dönmediği)
görüşünü güçlendirmiş oldu. Optik teleskopların daha büyükleri yapıldıkça
ve ayrıntıları farketme özellikleri artırıldıkça, sistemli biçimde Venüs’e
çevrildiler. Fakat Galileo’dan daha iyi gözleyebilmiş değiller. Venüs’ü yoğun
ve iç karartıcı bir bulut tabakası çevreliyordu. Gezegene sabah vakti ya da
geceleyin baktığımızda, Venüs’ün bulutlarından yansıyan güneş ışığını
görmekteyiz. Ne var ki, keşfedildikleri günden bu yana bu bulutların yapısı
bilinmezliğini hâlâ koruyor.
Venüs’ü görebilme olanaklarının bulunmayışı, bazı bilginleri bu
gezegen yüzeyinin bataklık olabileceği görüşüne itti. Bu garip iddia şöyle bir
mantığa bağlanmıştı:
«Venüs’te hiç bir şey göremiyorum.»
«Niçin göremiyorsun?»
«Çünkü tümüyle bulutlarla kaplı.»
«Bulutlar neden oluşmuştur?»
«Sudan tabii.»
«öyleyse Venüs’ün bulutları, neden yeryüzü bulutlarından daha kalın?»
«Çünkü orada daha çok su var.»
«Fakat bulutlarda daha çok su varsa, yüzeyde daha da çok su bulunması
gerekir. Ne tür yüzeyler daha suludurlar?»
«Bataklıklar.»
Peki, bataklıklar varsa böcekler, yusufçuklar hatta belki dinozor neden
bulunmasın Venüs’le? Gözlem : Venüs’te hiç bir şey görülemiyor. Sonuç:
Hayat olması gerek. Venüs’ün geçit vermeyen bulutları şimdilik sadece
isteklerimizi yansıtıyorlar. Biz canlı varlıklar olduğumuza göre, başka
yerlerde de hayat olması isteğiyle yanıp tutuşuyoruz. Ancak kanıtların
dikkatlice derlenip toparlanması ve değerlendirilmesi sonucunda belirli bir
dünyada canlı varlıkların bulunup bulunmadığına karar verilebilir. Venüs
bizi böyle düşünmeye zorluyor.
Venüs’ün yapısı hakkında anahtar bilgi oluşturacak ilk veriler, cam
prizma ya da ışığın kırınım ızgarası denen düz bir yüzeyde yapılan
çalışmalardan elde edildi. Bu ızgaranın üzerinden belirli aralıklarla düzgün
çizgiler geçer. Normal beyaz ışığın yoğun bir demeti dar bir yarığa
yöneltildikten sonra prizmadan .ya da kırınım ızgarasından geçirilirse, tayf
adını alan gökkuşağı renklerine ayrışır. Tayf yüksek frekanslı (5) ışıktan
düşük frekanslılarına kadar (mor, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı) gider.
Biz bu renkleri görebildiğimiz için buna «gözle görülebilen ışık» denir. Oysa
tayfta ışığın gördüğümüz bölümünden daha başka ışıklar da vardır. Daha
yüksek frekanslarda, mor rengin ötesinde, tayfın morötesi adını verdiğimiz
ışığı bulunur; tam anlamıyla gerçek bir ışık olup mikroplara ölüm saçar.
Gözümüzün görmediği bu ışığı anlar ve fotoelektrik hücreler kolaylıkla fark
eder. Dünyada gözlerimizle algılayabildiğimizden fazlası vardır. Morötesi
ışığın ötesinde tayfın X ışını bölümü bulunur. Xışınlarının ötesindeyse
gamma ışınları, daha düşük frekanslarda da, kırmızının ötesinde tayfın
kızılötesi bölümü vardır. Gözümüze görünmeyen bu ışık bölümü, bir
termometre aracılığıyla saptanabilmiştir. Gözümüzün görebildiğinin ötesinde
termometreye ışık vardığından, termometrede derecenin yükseldiği görüldü.
Çıngıraklı yılanlarla sıvı preparat içindeki yan iletkenler kızılötesi ışınları
tam anlamıyla farkederler. Kızılötesi bölümün ötesinde tayfın çok geniş
radyo dalgaları bölümü gelir. Bunlar gamma ışınlarından radyo dalgalarına
dek, ayrı işe yarayan ışık türleridir. Hepsi de astronomide kullanılır.
Gözlerimizin renk algılama alanı kısıtlı olduğundan, tayf adını verdiğimiz
gözle görülebilir bu küçücük ışık demetine karşı eğilimimiz vardır.
1844 yılında filozof Augeste Comte sonsuza dek gizli kalacak bilgiye
ilişkin bir örnek ararken, yıldızların ve gezegenlerin yapısını gösterdi.
Fiziksel olarak yıldızlara ve gezegenlere hiçbir zaman gidilemeyeceğini ve
bunların yapısına ilişkin örneklerin de elimize geçemeyeceğini düşünen
Auguste Comte, bunların yapısı hakkındaki bilgilerden sonsuza dek yoksun
kalacağımızı sanıyordu. Fakat Comte’un ölümünden yalnızca üç yıl sonra
göklerdeki cisimlerin yapısını belirlemek üzere tayftan yararlanılabileceği
anlaşıldı. Değişik moleküller ve değişik kimyasal elementler, farklı ışık
frekansları ya da ışık rengi emerler. Emdiklerinden bazıları tayfın görülebilen
bölümünde bulunabilir, bazıları tayfın gözle görülmeyen bölümünde. Bir
gezegen atmosferinin tayfında tek bir siyah çizgi, ışığın kayıp bölümünü
ifade eder ki, bu da ışığın başka bir gezegenin havasından geçtiği sırada ona
emiş yoluyla kaptırdığı bölümü demektir. Her çizgi değişik bir molekül ya da
atomun ürünüdür. Her maddenin ışık tayfına attığı özel bir imzası vardır.
Venüs gezegenindeki gazların özellikleri, yeryüzünden, yani 60 milyon km.
uzaktan imzanın tanınması gibi tanınır. Güneş’in yapısını tanrısal bir güce
sahipmişiz gibi bilebiliyoruz. Güneş’in yapısında önce helium bulunduğu
saptanmıştır. (Yunanlıların Güneş Tanrısı’na Helios adını vermeleri
nedeniyle helium denilmiştir.) Europium bakımından zengin manyetik A
yıldızlarının yapısını bilebiliyoruz; çok uzaklardaki galaksilerin yapısını bu
takım yıldızları oluşturan milyarlarca yıldızın verdiği toplu ışıktan
çıkarabiliyoruz. Astronom spektroskopu hemen hemen sihirbazlık
denebilecek bir teknik düzeyine ulaşmıştır. Bu teknik karşısında hayretten
ağzım hâlâ açık kalır. Auguste Comte’un bu örneği seçmesi talihsizlik
olmuştur.
Eğer Venüs bataklıklarla kaplı bulunsaydı, su buharı çizgilerini tayfında
görmek mümkün olurdu. Oysa 1920 yılı dolaylarında Mount Wilson
Gözlemevinde denenen ilk spektroskopik araştırmalarda, Venüs bulutlarının
üzerinde su buharı izine hiç rastlamadı. Bulutları üzerinde ince silikat
tozunun döşendiği Venüs’ün, böylece çöle benzer, kurak bir yer olduğu
anlaşıldı. Daha sonraki incelemeler, Venüs’ün atmosferinde büyük miktarda
karbondioksit bulunduğunu ortaya koydu. Bazı bilginler, gezegendeki bütün
suyun hidrokarbonlarla karışarak karbondioksit oluşturduğunu, bu nedenle
de Venüs’ün yüzeyinin petrol denizinden meydana geldiği yorumuna
yöneldiler. Kimi bilgin de, bulutların üzerinde su buharının bulunmayışını
bulutların çok soğuk oluşuna bağlamış ve bu yüzden bütün suyun
damlacıklar halinde yoğunlaştığını, bunların da tayf çizgilerinde su buharı
gibi gözükmediğini söylemişti. Bilim adamlarının tahminlerine göre,
kireçtaşının kabuk gibi örttüğü birkaç adacık dışında Venüs gezegeni
tümüyle suyla kaplıydı; ancak atmosferdeki yoğun karbondioksidin
varlığından ötürü deniz olağan sudan değil, karbonatlı sudan oluşmuştu.
Gerçek durum hakkında ilk belirtiler, tayfın görülebilir ışık ya da
kızılötesi bölümlerinden gelmemiştir; bunlar radyo dalgaları bölümüne aittir.
Bir radyo teleskop, bir fotoğraf makinesinden daha iyi ışıkölçer gibi iş görür
ve göğün genişçe bir alanını içine alacak şekilde yönlendirdiğimizde, özel bir
radyo frekansından ne miktar enerjinin yeryüzüne geldiğini kaydeder. Akıllı
canlıların radyo sinyalleri gönderdiklerini biliyoruz; bir başka deyişle, radyo
ve televizyon yöneten kişilerin bulunduğunu bilmekteyiz. Fakat doğal
cisimlerin radyo dalgaları göndermelerinin başka nedenleri olduğunu da
biliyoruz. Bunlardan biri, sıcak olmalarıdır. 1956 yılında radyo
teleskoplardan biri Venüs gezegenine doğru çevrildiğinde, çok yüksek ısı
derecesi gösterircesine radyo dalgaları yaydığı anlaşıldı. Fakat Venüs’ün
yüzeyinin müthiş sıcak olduğunu asıl ortaya koyan, karanlık bulutları delip
geçen Sovyet Venera uzay aracının bize bu en yakın gezegenin gizemli
yüzeyine inmesi oldu. Anlaşıldı ki, Venüs yanıyor. Venüs’te ne bataklık var,
ne petrol alanları, ne karbonat okyanusları. Yetersiz verilerle yanılmak
kolaydır.
Biz her şeyi yansıyan ışıkla görüyoruz. Bu ışığı Güneş verebileceği gibi,
elektrik ampulü de verir. Işığın ışınları baktığımız şeye çarpıp geri gelerek
gözümüzün içine girer. Fakat eskiler, ki bunlar arasında Euklid gibi önemli
kişiler de var, gözümüzden uzanan ışınların, bakılan cisme temas etmeleri
süresiyle görebildiklerini sanırlardı. Bu tür bir düşünceye bugün de
rastlandığı oluyor. Gerçi karanlık bir odadaki cismin görülemeyişini
açıklamaya yetmiyor, ama doğal bir düşünce olarak bunu sürdürenler var.
Günümüzde bir laser’le bir fotohücre ya da bir radar vericiyle bir radyo
teleskobu arasında bağlantı kurarak uzaktaki cisimleri ışık yoluyla
algılıyoruz. Radar astronomisinde radyo dalgaları dünyamızdaki bir teleskop
tarafından gönderiliyor ve, örneğin, Venüs’ün yerküremize bakan bölgesine
çarparak geri dönüyorlar. Birçok dalga uzunluğunda Venüs’ün bulutları ve
atmosferi radyo dalgalarına karşı bütünüyle saydamdır. Yüzeydeki bazı
yerler radyo dalgalarını emecek ya da yer çok sertse, onları yanlara doğru
dağıtacak, böylece radyo dalgalarına karanlık görünecekler. Venüs
yörüngesinde dönerken yüzeyindeki şekilleri izlemek suretiyle ilk kez
Venüs’te günün uzunluğu saptanabildi; başka bir deyişle, Venüs’ün kendi
ekseni çevresinde dönmesi için geçen zaman. Venüs yeryüzü günü olarak
243 günde bir dönmektedir; ancak güneş sistemindeki tüm diğer
gezegenlerin döndükleri yönün tersine, yani geriye doğru dönüyor. Bunun
sonucu olarak Güneş batıda doğar, doğuda batar ve güneşin doğuşundan bir
dahaki doğuşuna geçen süre de yeryüzü günü olarak 118 gündür. Venüs
yerküremize yakınlaştığı her defasında hemen hemen yüzünün hep aynı
tarafını gösterir.
Venüs’ün radar yoluyla fotoğrafları çekilmiştir. Bunların bazıları
yeryüzüne yerleştirilmiş radarlı teleskoplarla, bazıları da Venüs çevresinde
dolaşan Pioneer aracından alınmıştır. Çarpma sonucu açılmış krater
görüntüleri çok ilginçtir. Bu kraterler bize Venüs’ün çok yaşlı bir gezegen
olduğunu anlatmaktadır. Venüs’teki kraterler oldukça sığdır. Şimdiye dek
bulutlar tarafından tümüyle gizli tutulan bir dünyanın bize açıldığını
görmekteyiz.
Venüs’ün yüzeyindeki ısı, hem radyo astronomisi, hem de doğrudan
uzay aracı ölçümlerinden öğrendiğimize göre, 480 santigrad derecedir.
Mutfak fırınlarından en sıcağından daha da sıcak. Yüzeyinde dünya
atmosferi basıncının 90 katı basınç vardır. Bir uzay aracının Venüs’te uzun
süre kalabilmesi için buzdolabı içinde sürekli soğutulması gerekecektir.
Sovyetler Birliği ve ABD, Venüs’e 10’u aşkın uzay aracı gönderdiler.
Bunlar yoğun atmosfere dalıp bulutları aştılar. Bazıları Venüs yüzeyinde bir
saat kadar kalmaya dayanabilmişlerdi. Sovyetler’in attıkları Venera tipi uzay
araçlarından ikisi Venüs’ten fotoğraflar çektiler.
Gözün görebildiği ışığa göre, Venüs’ün açık yeşil bulutları var, fakat ilk
olarak Galileo’nun kaydettiği gibi, bunlar arasından herhangi bir şekil ayırt
etmek olanaksızdır. Oysa kameralarımız morötesi bölgeyi taradığında,
yüksek atmosferde karmaşık girdaplı bir hava sistemi karşısında kalıyoruz.
Rüzgârlar saniyede 100 metre, saatte 360 km. hızla esmektedir. Venüs’ün
atmosferi karbondioksittir. Nitrojen, su buharı, argon, karbonmonoksit ve
öteki gazlara eser miktarda rastlanıyor. Fakat rastlanan hidrokarbon ya da
karbonhidrat oranı milyonda 0.1’den de azdır. Venüs'ün bulutları sonuçta
koyu sülfirik asit eriyiği olarak karşımıza çıkıyor. Az miktarlarda hidroklorik
asitle hidroflorik asit de bulunuyor. Yüksekteki serin bulutların üzerinde bile
Venüs yaşamaya elverişsiz bir yer olarak gözüküyor.
Venüs yüzeyine 45 km. kalana dek sülfür renkli sis aşağı doğru yayılır.
Bu noktadan itibaren yoğun fakat kristal beyazlığında bir atmosferle
karşılaşıyoruz. Bununla birlikte atmosfer basıncı öylesine yüksek ki, yüzeyi
görülmüyor. Güneş ışığı atmosferik moleküllere çarpıp geriye döndüğünden,
yüzey şekilleri meçhulümüz kalıyor. Atmosferin bu bölgesinde toz yok, bulut
yok, yalnızca atmosferin belirgin biçimde yoğunlaşması söz konusu.
Yerküremizde havanın çok kapalı olduğu günlerdeki kadar Güneş ışığı
bulutlardan Venüs’e sızıyor.
Yakıcı sıcağı, ezici basıncı, zararlı gazları tekin gözükmeyen bir
kırmızılıkla karışınca, Venüs bir Aşk Tanrıçası’ndan çok bir cehennemi
andırıyor. Çıkarabildiğimiz kadarıyla, Venüs yüzeyinin ancak bazı
bölümlerinde yumuşamış kayalıklar bulunuyor. Bir de kâh orasında, kâh
burasında uzak bir gezegenden gelip iskeleti kalmış bir uzay aracı
kalıntısının buradaki vahşeti hafiflettiği yoz manzaralar var. Bütün bunlar da
kalın, bulutlu, zehirli atmosfer aralığından farkedilmesi son derece zor
görüntülerdir (6).
Venüs, gezegen çapında felaketin hüküm sürdüğü bir yerdir.
Yeryüzündeki yüksek ısı, seralarda ısı sağlamak için uygulanan yönteme
benzer bir süreçten kaynaklanır. Güneş ışığı, gözle görülebilen bu ışığa
yarısaydam bir ortam oluşturan Venüs atmosferinden ve bulutlarından
geçiyor, yüzeye ulaşıyor. Yüzey çok sıcak olduğundan, güneş ışığını gerisin
geriye uzaya doğru yansıtmaya çabalar. Fakat Venüs Güneş’ten çok daha
serin (daha az sıcak diyelim) olduğundan, tayfın gözle görülebilen ışık
bölümünde değil de, çoğunluk kızılötesi bölümünde ışın yayar. Bununla
birlikte Venüs atmosferindeki karbondioksitle su buharı kızılötesi ışına
saydam bir ortam oluşturmadığından, Güneş’in ısısı hemen tümüyle emilip
tutuklanmış olur ve bunun sonucunda ısı düzeyi yükselir. (7) Bu ısı yükselişi,
sözkonusu yoğun atmosferden kızılötesi ışının bir nebzecik kaçışının,
alçaktaki atmosferde ve yüzeyde emilen güneş ışığını dengelediği noktaya
dek artar.
Evet, dünyamızın komşusu Venüs gezegeni, dediğimiz gibi, hiç de
yaşanası bir yer değil. Ama yine de Venüs konusuna değineceğiz. Çünkü
kendi açısından hayret uyandırıcı yanları da yok değil. Yunan ve Nordik
(Kuzey ülkeleri, İskandinavya) mitolojisindeki kahramanların çoğu, ne de
olsa, Cehennemi ziyarete gitmek için epey çaba harcamışlardır. Kıyaslanınca
Cennet sayılabilecek gezegenimiz hakkında, onu Cehennemle karşılaştırarak
öğreneceğimiz çok şey vardır.
Yarısı insan yarısı aslan olan Sfenk.« 5.500 yıl önce yapılmıştı. Yüzü bir
zamanlar düzgün, parlak ve tertemizdi. Binlerce yıldır Mısır çölünden gelen
kum fırtınalarıyla arada sırada yağan yağmurlar nedeniyle şimdi aşınmış,
bozulmuş ve matlaşan yerleri var. New York’ta Kleopatra'nın İğnesi adlı bir
dikilitaş durur. Mısır’dan getirilmiştir. Bu dikilitaş kentin Centrai Park'ına
getirilişinden bu yana yalnızca yüzyıl geçtiği halde, üzerindeki yazılar hemen
hemen tümüyle silinmiştir. Bunun nedeni dumanlı sis ve sanayi tesislerinin
yol açtığı çevre kirliliğidir. Venüs gezegeni atmosferindeki kimyasal erozyon
benzeri bir durum. Yeryüzündeki aşınma (erozyon) bilgiyi siler süpürür.
ancak bu süreç çok yavaştan yer aldığı için farkedilmez. Cüsseli sıradağlar
milyonlarca yıl varlıklarım sürdürürler; çarpma sonucu oluşan küçük
kraterler belki yüz bin yıl kendilerini korurlar. (8) İnsanın yarattığı büyük
yapılarsa yalnızca birkaç bin yıl ayakta kalırlar. Böylesi yavaş ve tekdüze
erozyondan başka küçük ya da büyük felâketler de yapıları yok ederler.
1
Dört yüz yıl önce böyle bir aygıt Arşimet tarafından yapılmış ve
Roma'da Çiçero tarafından İncelenerek açıklanmıştı. Roma’ya bu aygıtı
getiren General Marcellus olmuştu. Çünkü, askerlerinden biri, Siraküz’ün
işgali sırasında emirlere karşı gelip keyfi olarak yetmişlik bilgin Arşimet’i
öldürmüştü.
2
Ne yazık ki, Newton Principia adlı başyapıtında Kepler’e olan borcunu
kabul etmiyordu. Fakat 1686 yılında Edmund Halley’e yazdığı bir mektupta
yerçekimi yasasıyla ilişkili olarak şöyle demiştir: «Bunu yirmi yıl kadar önce
Kepler’in kuramından öğrendiğimi kabul ediyorum.»
3
Meteorlarla meteoritlerin kuyruklu yıldızlarla ilişkili oluşlarına dikkati
ilk çeken Alexander von Humboldt’dur. Bilimi halka maletmek üzere 18451862 yıllarında yayınladığı Kozmos adlı kitabında buna değinmişti.
Humboldt’un daha önceki kitaplarını okuyan genç Charles Darwin, coğrafi
keşiflerle doğa tarihini birarada inceleme isteğine kapılmış, Beagle adlı keşif
gemisinde araştırmacı olarak görev almış, İncelemelerinin sonucunda
Türlerin Kökeni adlı ünlü kitabını yazmıştır.
4
<*> Silindir biçimindeki Adda mühürü, M.Ö. üç bininci yılın ortalarına
aittir ve Venüs tanrıçası Inanna’yı sabah yıldızı ve Babil
Iştar’ının habercisi olarak gösterir.
5
Işık bir dalga hareketidir; belirli bir zaman biriminde (örneğin bir
saniye), gözün ağ tabakası gibi bir ışık algılama mekanizmasının içine ulaşan
dalga boyu sayısı frekansını belirler.
6
radyoteleskop kurulsa Güneş görülebilir. Hatta yerküremiz ve uzaktaki
daha başka cisimler de görülebilirdi. Eğer Venüs’te astrofizik gelişseydi,
yıldızların varlığı fizik yasaları yoluyla çıkarılabilirdi, fakat bütün bu bilgiler
yalnızca kuramsal düzeyde kalmaktan öte geçemezdi. Merak ettim,
Venüs’teki akıllı varlıklar bir gün uçmayı, yoğun havada bir araçla
dolaşmayı öğrenselerdi ve üzerlerindeki 45 kilometrelik gizemli bulut
tabakasına girerek sonuçta o tabakadan çıkıp bağlarını yukarıya kaldırsalardı
ve ilk olarak o Güneş’li, gezegenli, yıldızlı muhteşem evrenle karşılaşsalardı,
acaba tepkileri ne olurdu?
7
Venüs’teki su buharının miktarı konusunda henüz tam bir kesinlik yok.
Pioneer uydusunun verdiği bilgiler, yüzde birin yirmi, otuzu oranında su
mevcudu bildirirken, Sovyetler’in Venera 11 ve 12'nin verdiği bilgiler, yüzde
birin yüzde biri oranında su mevcudu bulunduğunu bildirdi. Eğer bunlardan
birincisi doğruysa, o takdirde karbondioksitle su buharı mevcudu gezegenin
derecesini 480’e yükseltmeye yeterli demektir. İkinci bilgi doğruysa ki,
tahminen ikinci bilgi doğrudur, bu takdirde karbondioksit miktarıyla su
buharı miktarı gezegen yüzeyinin ısısını ancak 380 dereceye çıkarmaya
yeterli olmaktadır ve kızılötesi frekans pencerelerinin tıkanması için
atmosferde başka yapısal maddeler vardır anlamına gelir; Venüs'ün
atmosferinde varlığı saptanan SO, CO ve HCI miktarları geri kalan 100
derecelik ısı artışını sağlamaya etken olur.
8
Bu konuda daha kesin bir şey söylemek gerekirse, çarpma sonucu
oluşmuş çapı 10 km'lik bir krater her 500.000 yılda bir görülür, Jeolojik
bakımdan istikrar gösteren Avrupa ve Amerika gibi bölgelerde bir krater
erozyona karşı yaklaşık 300 milyon yıl dayanabilir. Daha küçük çapta
kraterler daha sık olarak görülür ve çabucak ortadan kaybolurlar, özellikle
jeolojik bakımdan hareketli bölgelerde.
Venüs’te, yerküremizde ve güneş sistemindeki öteki gezegenlerde
felaketlerin yerle bir ettiği şeylere ait kanıtlar var. Daha yavaş ve tekdüze
yok edici süreçler de, yeryüzünde yağmur, dereler, akarsular ve sellerin
toprak taşıması gibi olaylardır. Mars’ta eski akarsu kalıntıları yeraltından
geliyor olabilir. Jüpiter’in Ay’ı olan Io’da sözkonusu felaket etkisini akan
sülfür yataklarının oynadığı sanılıyor. Yeryüzünde çok güçlü hava sistemleri,
Venüs ve Jüpiter’deki atmosfer de benzer bir etki yapar. Gezegenimizde ve
Mars’ta kum fırtınaları aynı rolü oynar. Volkanlar yerkürenin ve Io’nun
atmosferine döküntüler püskürtür. Venüs’ün, Mars’ın ve gezegenimizin
yüzeylerinin biçimlerini iç jeolojik süreçler yavaştan bozar. Yavaş
devinimleri dillere destan olan buzullar yeryüzü şekillerini yeniden
yoğururlar. Buzulların Mars’ta da aynı şeyi yapmaları olasılığı
sözkonusudur. Bu süreçlerin zaman bakımından sürekliliği şart değildir.
Avrupa’nın büyük bir bölümü karlarla kaplıydı. Birkaç milyon yıl önce
bugün Chicago’nun bulunduğu yer üç kilometre kalınlığında buz altında
gömülüydü. Mars’ta ve Güneş sistemindeki öteki gezegenlerde bugün
birdenbire meydana gelmiş olması olanaksız şekiller görüyoruz. Bunlar
milyonlarca ya da milyarlarca yıl önce gezegenlerin iklimleri çok değişikken
oluşmuş şekillerdir.
Yeryüzünün şeklini ve iklimini değiştirebilecek bir etken daha
sözkonusudur: O da çevre koşullarını değiştirebilen akıl sahibi canlılardır.
Venüs’te olduğu gibi, yerküremizde de karbondioksit ve su buharı nedeniyle
bir sera koşulu bulunuyor. Eğer bu sera koşulları geçerli olmasa, yerkürenin
toptan ısısı, suyun donma derecesinin altına düşerdi. Okyanusları sıvı
durumda tutan ve hayatı mümkün kılan budur. Hafif tertip sera etkisi
yararlıdır. Venüs’teki gibi yerküremizde de 90 atmosferlik karbondioksit
vardır; şu farkla ki, kireçtaşı ve diğer karbonatlar şeklinde yerkabuğundadır,
atmosferde yoktur. Yerküremiz birazcık, hem de çok azıcık. Güneş'in
yakınına kaydırılsa, ısı hafifçe yükselir. Böyle bir şey karbondioksitin bir
bölümünü yüzeydeki kayalardan dışarı atar, buysa sera koşullarını
şiddetlendirirdi. Bu durumda da yüzeydeki ısı düzeyi yükselirdi. Yüzeyin
daha çok ısınması sonucu, karbonatlar buharlaşarak karbondioksite dönüşür
ve seradaki düzgün ısı kontrolü kaybolur. Venüs’ün Güneş’e yakınlığı
yüzünden, bu gezegenin tarihinin ilk dönemlerinde böyle bir olguyla
karşılaştığını sanıyoruz. Venüs yüzeyinin çevre durumu bir uyarı
sayılmalıdır. Bizim yerküremiz de böyle bir felaketle karşılaşabilir.
Bugünkü sanayi uygarlığının başlıca enerji kaynakları fosil adını
verdiğimiz yakıtlardır. Odun ve petrol, kömür ve doğal gaz yakmaktayız.
Bunları yakarken, havaya, çoğunlukla karbondioksit olmak üzere, zararlı
gazlar salıyoruz. Bunun sonucu olarak, yeryüzü atmosferindeki
karbondioksit miktarı korkunç derecede artıyor. Seradaki ısı artışının
kontrolden çıkması olasılığı, çok dikkatli olmamız gereğini hatırlatmalıdır:
Yerküremizin tüm ısısında bir ya da iki derecelik ısı artışı bile bir felakete
neden olabilir. Kömür, petrol ya da mazot yakarken, atmosfere sülfürik asit
de salıyoruz. Venüs’te olduğu gibi, bugün gezegenimizin atmosferinde
küçücük asit damlacıklarının oluşturdukları yoğun sise rastlıyoruz. Büyük
kentlerimiz zararlı' moleküllerle çevre kirliliğine uğramış durumda. Davranış
biçimimizin uzun dönemde doğuracağı sonuçları kestirememekteyiz.
Bu arada iklimi karşıt yönde de bozma çabası gösteriyorum. İnsanlar
yüz binlerce yıl ormanlardan kestikleri odunları yakıyorlar ve evcil
hayvanların yem olarak kullandıkları otlakların yok olmasına göz
yumuyorlar. Kesveyak tarımıyla sanayi uğruna ormanların yok edilmesi ve
hayvan otlatılması günümüzde yaygındır. Ne var ki, ormanlar otlaklardan
daha koyu renktedir. Otlaklar da çölden daha koyu renktedir. Böylece yerin
emdiği güneş ışığı miktarı azalmıştır. Toprağın kullanımındaki değişiklikler
yüzünde gezegenimiz yüzeyinin ısısını düşürmekteyiz. Bu soğuma kutup
takkesinin boyutunu büyütür ve beyaz rengi nedeniyle yeryüzüne gelen
güneş ışığını daha çok yansıtarak gezegenin daha da soğumasına yol açabilir
mi acaba? Bu da «Kaçak albedo» (1) olgusuna yol açar mı?
Bizim sevimli gezegenimiz yerküre, bilebildiğimiz tek yuvamızdır.
Venüs çok sıcak bir yer. Mars çok soğuk bir yer. Yeryüzümüzse uygun bir
yer, insanoğlu için bir cennettir, insanoğlu bu gezegende evrim geçirmiştir.
Fakat asıl yapımıza uygun düşen iklimimiz bozuluyor olabilir. Zavallı
gezegenimizi tutarsız biçimde etkiliyoruz. Yeryüzünün çevre koşullarını
Venüs cehennemine ya da Mars’ın buzul çağına dönüştürme tehlikesi
sözkonusu mu? Bu soruya kesin yanıt vermek olanaksız. Yeryüzü ikliminin
toptan incelenmesi, yerküremizin öteki gezegenlerle karşılaştırılması, henüz
çok düşük düzeyde bir incelemeye konu olmuşlardır. Bunlar üzerinde fazla
durulmayan konular. Bilgi* sizlik ve bilinçsizlikle yerküremizin orasını
burasını çekiştiriyor, uzun vadeli sonuçlarının ne olacağım bilmeden
atmosferi kirletip toprağı çoraklaştırıyoruz.
Birkaç milyon yıl önce, yeryüzündeki evrim sonucu ilk insanlar
belirdiğinde, zaten orta yaşa ulaşmış bir dünyaydı yerküremiz. Gençliğinin
felaketlerinden ve haşarılığından bu yana 4,6 milyar yıl geçmişti. Biz
insanlar, şimdi yeni ve belki de sonucu etkileyecek bir davranış gösteriyoruz.
Aklımız ve teknolojimiz bizlere iklimimizi etkileme gücü kazandırdı. Acaba
bu gücü hangi yönde kullanacağız? Tüm insanlık ailesini etkileyecek
sorunlarda bilgisizliğe ve ‘nemelazımcılığa’ boyun mu eğeceğiz? Kısa vadeli
çıkarları yerküremizin varlığından yeğ mi tutuyoruz? Yoksa daha uzun
zaman ölçülerini gözönünde tutarak ona göre çalışıp çocuklarımızı,
torunlarımızı düşünmek suretiyle gezegenimizin varlığını koruyucu karmaşık
yöntemlere akıl erdirmeye mi çalışacağız? Yerküremiz minnacık ve «Dikkat!
Kırılacak eşya!» türünden bir şeydir. Özen gösterilmek ister.
Bölüm V
KIRMIZI BİR GEZEGENE İLİŞKİN HÜLYALI DÜŞÜNCELER
Tanrıların vişne bahçelerindeki su yollarını izliyor...
— Enuma Elish, M.Ö. yaklaşık 2500. yıl
Kopernik’in fikrini paylaşan, başka bir deyişle, üzerinde yaşadığımız
yerin bir gezegen olduğu, döndüğü ve güneş tarafından aydınlatıldığı
görüşünü savunan kişi için, öteki insanlar gibi bazen hayal kurmaktan öte bir
şey yapamıyor denebilir... Öteki gezegenlerin de kendilerine göre bir yapıları
bulunduğunu ve hafta yeryüzündeki gibi insanların orada yaşadıklarını
söyleyenler de aynı biçimde hayal kuruyor olabilirler... Doğanın istediğini
yaptığı ve yaptıklarının nedenlerini öğrenmeye kalkışmak nasıl olsa sonuç
vermez diye doğa hakkında soruşturma açılmasının gereksizliği zihnimize
yerleşmişti... Fakat bir süre önce bu konu üzerinde biraz ciddiyetle
düşününce, (kendimi daha önce gelmiş geçmiş büyük adamlardan daha akıllı
saydığımdan değil, onlardan daha sonraki bir tarihte dünyaya gelme
mutluluğuna eriştiğim için) bu soruşturmanın sonuçsuzluğa mahkûm
olmayabileceği, engellerin soruşturmayı durduramayacağı ve düşüncenin
yeni yollara açılabileceği aklıma geldi.
— Christian Huygens, New Conjectures Concerning the Planetary
Worlds, Their Innabitants and Productions, yakl. 1690
İnsanların görüş alanlarını genişletebilecekleri bir zaman gelecek... Ve
yerküremiz gibi gezegenler göreceklerdir.
— Christopher Wren, Gresham College açılış konuşmasından, 1657
MARS’TA HAYAT OLUP OLMADIĞINI 500 KELİMEYLE TELLE.
Yıllar önce büyük bir gazetenin sahibi, ünlü bir astronoma böyle bir telgraf
çekerek posta ücreti kendisine ait olmak üzere bilgi istemişti. Astronom biraz
düşündükten sonra şu telgrafı çekmiş: KİMSE BİLMİYOR, KİMSE
BİLMİYOR... 250 kez bunu yazmış. Bir uzmanın ısrarla böylesi bir
bilgisizlik itirafına karşın, hiç kimse bu açıklamaya kulak asmayarak Mars’ta
hayat olduğunu söyleyenlerle hayat olmadığını söyleyenler bulunuyor.
Üstelik bunu büyük bir otoriteyle açıklıyorlar. Bazı kişiler Mars’ta hayat
olmasını çok istiyorlar; bazılarıysa olmasını istemiyorlar. Her iki taraftar
grubunda da aşırıya kaçanlar oldu. Bu aşırı duygular, bilimin öngördüğü her
iki tarafa da kulak verme esnekliğinin sınırını aştı. Birbirine karşıt iki
olasılığı zihninde taşıma zahmetine katlanmak istemiyor gözüken birçok kişi,
tek bir yanıt bekliyor bu konuda. Tek olsun da nasıl olursa olsun yanıt. Bazı
bilginler Mars’ta insan yaşadığına ilişkin verilerinin sonradan çok entipüften
kanıtlar olduğunu gördüler. Kimisi de Mars'ta herhangi bir yaşam biçimi
araştırması başarılı olamadı ya da kesin bir sonuç vermedi diye adı geçen
gezegende hayat bulunmadığına karar verdi. Bu kırmızı renkli gezegen için
hülyalı düşünceler öne sürülmekten geri durulmadı.
Neden Mars’lılar? Neden, örneğin Satürn’lüler ya da Plüton’lular değil
de, ille Mars’lılar üzerinde bu denli hayal ateşi alevlendirildi? Çünkü ilk
bakışta, Mars birçok bakımdan yerküremize benziyor da ondan. Her şeyden
önce yüzeyini görebildiğimiz en yakın gezegen. Kutuplan buzlarla kaplı.
Uçuşan bulutları, müthiş toz fırtınaları, kızıl renkli yüzeyinde mevsimlik
şekil değişiklikleri olduktan başka, günleri de bizimki gibi yirmi dört saat.
İnsan zihninin orada da insan yaşadığını düşünmesine yol açan yanları var bu
gezegenin. Mars, yeryüzü insanlarının umut ve korku yatırımı yaptıkları
efsanevi bir arenaya dönüşmüştür. Ne var ki, bizlerin psikolojik eğilimleri
(lehteki ya da aleyhteki) yanıltıcı olmamalıdır. Asıl önemlisi kanıttır ve bu
kanıt henüz yoktur. Mars’ın gerçek durumu bir harikalar diyarı olabilir.
İleriye ait araştırmalarda öğreneceklerimiz, şimdiye dek öğrendiklerimizden
çok daha çekici gelebilir. Bugün için Mars gezegeninin kumlarını oraya
gönderilen aygıtlarla elemiş, aygıtlarımızın oradaki varlığını sürdürmeye
başlamış bulunuyoruz. Yüzyıllık rüyamızın gerçekleşmesidir buncağız!
XIX. yüzyılın sonlarında dünyanın, bizim insanımızdan daha akıllı ama
aynı biçimde ölümlü yaratıklar tarafından inceden inceye seyredildiğine
kimse inanmazdı. Bir damlacık suda koşuşan ve çoğalan tek hücreli
yaratıkların mikroskopla incelenmesi gibi, insanların da günlük işlerine
dalmış olarak koşuşup dururken aynı biçimde incelendiklerini kimse aklına
getirmezdi. Kendilerinden son derece emin ve memnun olarak insanlar bu
gezegende küçücük işlerinin peşinde oraya buraya koşuşup durdular, madde
üzerinde kurdukları imparatorluklarında güven dolu adımlarla dolaştılar.
Mikroskop altındaki tek hücreliler de belki aynı biçimde davranıyorlar.
Uzaydaki eski dünyaların insan için bir tehlike kaynağı oluşturabileceğini
kimse aklına getirmedi. Ya da, bu dünyalarda hayat bulunması olanağını ya
da olasılığını ortadan kaldırma amacıyla kısıtlı olarak düşündü.
O eski günlerin zihinsel alışkanlıklarını şimdi anımsamak garip geliyor
insana. Dünyamız insanları, Mars’ta ancak kendilerinden daha düşük akıl
düzeyinde ve oraya gönderilecek bir heyeti kabule hazır yaratıklar
bulunduğunu akıllarından geçirdiler. Oysa bizim tek hücreli ve gelip geçici
yaratıklara baktığımız gözle bizlere uzayın öte kıyılarından bakan sevimsiz,
soğuk fakat geniş ufuklu zihinler, yerküreye kıskanç bakışlarını çevirdiler.
Yavaş ama emin adımlarla bizlere karşı olan planlarını çizdiler.
H. G. Wells’in 1897 yılında yazdığı ve klasikleşen Dünyaların Savaşı
(The War of the Worlds) adlı kurgubilim kitabındaki şu ilk satırların
insanoğlu üzerinde yaptığı etkisini günümüze dek sürdürmektedir (2). Tarih
boyunca, yerküremizin dışında hayat varolabileceği korkusu ya da umudu
süregelmiştir. Son yüzyıldır bu çağrı gecenin karanlık göğündeki bir kırmızı
noktaya yönelmiştir. Dünyaların Savaşı kitabının yayınlanmasından üç yıl
önce Percival Lowel adında Boston’lu birinin kurduğu büyük bir gözlemevi,
Mars gezegeninde hayat olduğu savının en büyük destek gördüğü merkeze
dönüştü. Gençliğinde amatör bir astronom olan Lowell, Harvard’da
okuduktan sonra Kore’de yarı resmi diplomat görevi üstlenmişti. Bunun
dışında yaptıkları genellikle zenginlerin uğraşları arasına giren işlerdi. 1916
yılında öldü. Fakat ölümünden önceki çalışmalarıyla doğa ve gezegenlerin
evrimine ilişkin bilgilerimize, evrenin genleştiği varsayımına ve kesin
biçimde de Pluto gezegeninin keşfine katkılarda bulunmuştu. Zaten bu
gezegene Pluto denilmesi onun adından kaynaklanmaktadır. Pluto
sözcüğünün ilk iki harfi, Percival Lowell’in isim ve soyadının baş harflerinin
biraraya gelmesinden oluşturulmuştur.
Lowell’in yaşamı boyunca tutkun olduğu konu Mars gezegeniydi. 1877
yılında İtalyan astronomu Giovanni Schiaparelli’nin Mars gezegeninde
kanallar görüldüğünü söylemesi Lowell’i etkilemiştir. Mars’ın yerküremize
yakınlaştığı bir dönemde Schiaparelli gezegenin aydınlık yanlarında
birbiriyle kesişen tek ve çift çizgili kanallar gördüğünü bildirmişti.
İtalyancada cajtali sözcüğü oluk anlamına gelir. Fakat haber yayılır yayılmaz
İngilizceye hemen canals (kanallar) olarak çevrilmişti. Kanal yapımıysa o
gezegende akılla donatılmış varlıkların bulunabileceği varsayımına yol
açmıştı. Böylece Avrupa kıtasıyla Birleşik Amerika’yı bir Mars tutkusu
kaplamıştı. Lowell de bu tutku dalgalarına kapıldı.
1892 yılında görme duyusu zayıflayan Schiaparelli, Mars gezegenini
gözlemeyi artık bıraktığını açıklayınca, Lowell bu işi sürdürmek istedi.
Lowell birinci sınıf bir gözlem yeri bulmaya çalıştı. Bulutların ve kent
ışıklarının rahatsız etmeyeceği «iyi görüş» olanakları sağlayan bir yer
olmalıydı burası. Ona göre «iyi görüş» teleskoptaki bir astronomi cisminin
parıltısını asgari düzeye indirecek bir atmosfer ortamıydı. Teleskopun hemen
ötesindeki atmosferde en ufak bir çalkantı «kötü görüş» tanımına girerdi.
Çünkü böyle bir ortam yıldızların göz kırpmasına olanak verirdi (3).
Arizona’da kurduğu gözlemevinde Lowell, Mars gezegeninin kanalları başta
olmak üzere yüzeyini inceleyip durdu. Mars’ı gözlemek için sabahın erken
saatlerinde teleskopun başına geçip saatler boyu incelemek gerekir.
Genellikle görüntü açık seçik değildir, çoğu zaman bulanır ve çarpık gelir.
Bu gibi durumlarda gezegendeki görüntüyü, zihninizden silmek
zorundasınız. Pek enderdir görüntünün netleşmesi. Böylesine ender anlarda
gezegen bir an için gözünüzün önünde belirir ve bıraktığı muhteşem
izlenimle geçip gider. Zihninizde kesin bir biçimde yer eden görüntüyü
anlatmak üzere kâğıda geçirmek görevi o zaman başlamıştır işte. Bu
konudaki önyargılarınızı bir kenara itip zihin açıklığıyla Mars’ın gizlerini
anlatmaya koyulmalısınız.
Percival Lowel'in not defterleri, gördüğü kanısına vardığı şeylerle dolu :
Aydınlık ve koyu bölgeler, takke benzeri bir kutup bölgesi, kanallar ve
genellikle kanallarla bezenmiş bir gezegen. Lowell kutup takkelerinden
eriyip ekvator bölgesinin susamış kentlilerine su taşıyan karmaşık bir kanal
şebekesine sahip bir gezegen gördüğüne inanıyordu. Mars’ta bizim insan
neslinden belki değişik ama daha akıllı ve yaratılış kökleri çok daha eskilere
uzanan kişilerin yaşadığı inancındaydı. Gezegenin koyu renkli bölgelerindeki
mevsimlik değişiklikleri bitki büyümesi ve çürümesine bağlıyordu. Mars
gezegeninin dünyamıza çok benzer olduğuna inanıyordu. Fazlaca inanmıştı
diyebiliriz, sonuçta.
Lowell, Mars'ı yaşlı, kurak ve çölleşmiş bir dünya olarak
canlandırıyordu gözünün önünde. Aslında Mars, gezegenimize benzeyen bir
çöl görünümündedir. Lowell’in Mars’ında güneybatı
ABD’ye benzeyen ortak yanlar vardı. Kurduğu laboratuar da ABD’nin
bu bölgesindeydi. Mars’ta ısı derecesinin soğuk sayılabileceğini kabul
etmekle birlikte, yine de Ingiltere’nin güney bölgesi kadar yaşamaya uygun
bir ortam sağlayabileceği kanısını taşıyordu. Lowell’e göre Mars’ın
atmosferi oksijen bakımından fazla zengin olmasa da soluk almaya yetecek
oksijen vardı. Su kıttı fakat göze hoş gelen kanallar şebekesi gezegenin her
bölgesine hayat veren bu sıvıyı taşıyordu.
Geriye bakıldığında Lowell’in fikirlerine bugün için en ciddi eleştiriyi
oluşturan itiraz, tahmin edilmesi zor bir kaynaktan geldi. Doğal ayıklama
yoluyla evrim düşüncesinin ortaklarından olan Alfred Russel Wallace’in
1907 yılında Lowell’in kitaplarından birini incelemesi istendi. Gençliğinde
mühendislik yapan Alfred Russel Wallace, duyu ötesi algılama gibi
konularda inançlı olmasına karşın Mars’ın yaşanabilir bir yer olabileceği
noktasında takdire değer kuşkular besliyordu. Mars’ın ortalama ısı derecesi
konusunda Lowell’in yaptığı hesaplarda yanılgıya düştüğünü ortaya koydu
Wallace. İngiltere’nin güney bölgesi gibi ıhman iklime sahip bulunmayıp
birkaç bölge dışında, sıfırın altındaki soğukluk derecelerinde olduğunu
belirtti. Yüzeyin altında sürekli donmuş yerler bulunabileceği ve oksijenin
Lowell’in hesapladığından yetersiz olabileceği sonucuna vardı. Wallace’a
göre, Mars, Ay kadar çok kraterli olabilirdi. Kanallardaki su durumuna
gelince :
Varlığı iddia edilen suyun, böylesi bir çöl bölgesinden ve Lowell’in
belirttiği gibi, böylesine bulutsuz bir gök altındaki yerden, kanallar
aracılığıyla gezegenin ekvatorundan karşı tarafına ulaştırmak, akıllı
insanların değil çıldırmış insanların eseri olabilirdi. Şundan kesinlikle söz
edebiliriz ki, kaynağın yalnızca 100 km. ötesine bile buharlaşmaktan
kurtulmuş olarak ulaşabilecek bir su damlasına rastlanmaz.
Geniş çapta doğru ve Lowell’in görüşlerine darbe indiren bu fiziksel
çözümlemeyi Wallace yaşamının seksen dördüncü yılında ortaya koymuştu.
Mars gezegeninde hayat bulunmasının olanaksızlığına işaret eden Wallace’in
«hayat»tan kastettiği, orada hidrolik sorunlara eğilmiş mühendisler
bulunamayacağıydı. Mikro organizmalar konusunda bir fikir öne sürmedi.
Wallace’in bulgusuna, Lowell’inki kadar iyi ve teleskoplu
gözlemevlerinde görev alan astronomların da efsaneleşen kanalların izine
rastlamayışlarına karşın, Lowell’in canlandırdığı Mars görüntüsü halkoyunda
çekicilik kazandı. Yaratılışın dinsel açıklaması kadar efsaneleşti bu fikir de.
Böyle bir düşüncenin yaygınlık kazanmasında XIX. yüzyılın Süveyş, Korent,
Panama kanalları gibi kanalların açılışı dahil olmak üzere, mühendislik
alanında mucizelerin yaratılmasının da rolü vardı. Avrupalılar ve
Amerikalılar böyle mucizeler yaratabiliyorlarsa, Mars’lılar neden
yaratamasınlardı? Kızıl renkli gezegenin kurumasına karşı cesaretle savaşım
veren daha akıllı bir yaratık türü olamaz mıydı?
Şimdi Mars gezegeni çevresinde dolaşan gözlemci uydular göndermiş
bulunuyoruz. Tüm gezegenin haritası çıkarıldı. Yüzeyine otomatik olarak
çalışan laboratuvarlar indirdik. Ne var ki, Lowell'in günlerinden bu yana
Mars’ın gizleri daha da arttı. Bununla birlikte Lowell’in hiçbir zaman görme
olanağına kavuşamadığı ayrıntılı resimlerde ne kanal şebekesine, ne de tek
bir kanala rastlamış değiliz. Lowell ve Schiaparelli, zor görüş koşulları
altında yaptıkları gözlemlerle yanlış sonuçlara varmışlardı; bu yanılgıya
Mars gezegeninde hayat olduğu yolundaki önyargının yol açması da olasıdır.
Percival Lowell’in not defterleri yıllar boyu teleskop başında harcanmış
çabaları ortaya koyuyor. Lowell’in notlarını okuyunca, onun herhalde bir
şeyler görmüş olduğu kanısına varıyorum ve bu düşünce beni huzursuz
ediyor. Hiç kuşkusuz bir şeyler gördü ama acaba neydi diye merak ediyorum.
Cornell Üniversitesinden Paul Fox’la birlikte Lowell’in
Mars haritasını ve Mariner 9’un gönderdiği resimlerden oluşan haritayı
karşılaştırdığımızda, aralarında hiçbir ilinti kuramadık.
Mars kanalları, zor görüş koşulları altındaki insan gözünün, elinin ve
beyninin birarada yanlış çalışmasının sonucu olabilir. (Daha doğrusu, bazı
insanların demek gerekir, çünkü Lowell'in zamanında ya da daha sonra
onunki kadar iyi aygıtlarda gözlem yapan birçok astronom herhangi bir kanal
görmediklerini iddia ettiler.) Fakat bu durum her şeyi açıklamaya yetmez ve
Mars kanalları sorununun önemli bir yanının çözümlenmemiş olarak kaldığı
yolunda zihnimi kurcalayan bir kuşkuya sahibim. Lowell kanalların
düzgünlüğünü, bunların akıllı insanların işi olduğuna şaşmaz bir belirti
saydığını her zaman söylemiştir. Bu kesinlikle doğrudur. Fakat
çözümlenmeyen sorun, akıllı insanın teleskopun hangi yanında, o tarafta mı,
bu tarafta mı, bulunduğudur.
Lowell’in Mars’lıları iyi ve umut kaynağı, hatta biraz da tanrı benzeri
yaratıklardı. Wells’in ve Welles’in Dünyalıların Savaşı’ndaki kötü niyetli
yaratıklarsa Lowell’inkine benzememektedir. Her iki görüş de halkoyuna
gazetelerin pazar ilaveleri ve kurgubilim kitaplarıyla aktarıldı.
Lowell’in Mars gezegenine ve efsaneleşmiş kanallara ilişkin olarak
edindiği izlenimler iflasa uğramış olsa da, bu gezegenin görüntüsünü
vermeye çalışmasının şu erdemli yararı oldu : Kendim de dahil olmak üzere,
sekiz yaşındaki çocuk kuşaklarında gezegenlerin keşfinin gerçek olabileceği
düşüncesini uyandırarak Mars’a günün birinde yolculuk edip
edemeyeceğimiz merakına yol açtı.
Organizmalar gibi, makinelerin de kendi evrimleri vardır. Roket, onu ilk
ateşleyen barut tozu gibi, Çin'de ortaya çıktı. Çin’de roket eskiden törenlerde
ve estetik amaçlarla kullanılırdı. XIV. yüzyılda Çin'den Avrupa’ya getirilen
roket savaş alanına aktarıldı ve XIX. yüzyıl sonlarına doğru Rusya'da bir
okul öğretmeni olan Konstantin Tsiolkovsky tarafından gezegenler arasında
taşımacılık için düşünüldü. Çok yüksekteki uçuşlarda kullanılmak üzere
ciddi biçimde yapımı B. Amerikalı bilgin Robert Goddard tarafından
geliştirildi. İkinci Dünya Savaşının Alman V2 askeri roketi, Goddard’ın bu
alandaki çalışma sonuçlarının hemen tümünden yararlanarak oluştu. 1948
yılında da o tarihe dek çıkılmamış bir yükseklik olan 400 km. yükseğe, iki
kademeli V 2/WAC Corporal aracı fırlatıldı. 1950’lerle Sovyetler Birliği’nde
Sergei Korolov ve ABD’de Wernher von Braunun mühendislik alanında
sağladığı aşamalar, kitlesel imha silahları fırlatıcıları olarak ilgi görerek, ilk
yapay uyduların ortaya çıkmasına neden oldular. Bundan sonraki gelişim çok
hızlı oldu : Dünya yörüngesine insan yerleştirmek, Ay’a insan göndermek,
dış güneş sistemindeki gezegenlere insansız araçlar fırlatmak. Şu anda uzaya
uydu fırlatan başka ülkeler de var. İngiltere, Fransa, Kanada, Japonya ve Çin
(roketi ilk kez bulan toplum) bu ülkeler arasında.
Tsiolkovsky’nin ve Goddard’ın (Goddard genç yaşta Wells’i okumuş ve
Percival Lowell’in konferanslarından etkilenmişti) düşlemekten zevk
aldıkları uzay roketinin ilk uygulama alanları, yeryüzünün çok yükseklerdeki
bir bilimsel istasyondan izlenmesi ve Mars gezegeninde hayat olup
olmadığının araştırılması oldu. Şimdi artık bu her iki rüya da
gerçekleştirilmiş bulunuyor.
Kendinizi başka bir gezegenden dünyaya geliyor düşününüz. Aklınızda
da herhangi bir önyargı bulunmasın. Gezegene yaklaştıkça gezegenin
görüntüsü netleşecek ve giderek ayrıntılar artacak. Gezegen üzerinde insan
yaşıyor mu? Hangi andan itibaren buna karar verebilirsiniz acaba? Eğer bu
gezegende akıllı canlılar varsa, yapılar da bulunması gerekir. Birkaç
kilometre boyutundaki bölümlerinin uzaktan göze çarpması olağandır. Fakat
bu yapıları gördüğümüz anda, yeryüzünde henüz insandan belirti yoktur. Adı
Washington, New York, Boston, Moskova, Londra, Paris, Berlin, Tokyo ve
Pekin olan yerlerde hayat belirtisi daha görülmez. Gezegende akıl sahibi
yaratıklar bulunsa da, yeryüzünün birkaç kilometre uzaktan görülebilecek
kadar değiştirilmiş ve geometrik biçimlere dönüştürülmüş olması sözkonusu
değildir.
Görüş mesafesi yakınlaşıp yüz metreye inince durum değişir.
Yeryüzündeki birçok yer birden kristalleşir, kare, dikdörtgen şekiller
toplamıyla düz ve yuvarlak çizgiler belirir. Bunlar hiç kuşkusuz akıllı
yaratıkların meydana getirdikleri yapılardır: Yollar, karayolları, kanallar,
çiftlikler Euklid’in geometrik şekillerine ve toprağa karşı olan insan sevgisi
karışımının yapıtları. Bu mesafeden Boston’da, Washington’da ve New
York’ta akıllı yaratık eserleri farkedilir. Mesafe on metreye düşünce,
yeryüzünün nasıl bir işçilikten geçirildiği gerçekten anlaşılır. Gündüz
gözüyle görüş mesafesi bir metreye kadar inince, o zaman ilk kez teker teker
organizmalar fark ederiz: Balina, inek, flamingo, insan.
Yeryüzünde, aklın izi, önce yapıların geometrik düzgünlüğünde gösterir
kendini. Lowell'in kanal şebekesi gerçekten varolsaydı, Mars’ta da akıllı
yaratıkların yaşadığı fikri çekiciliğini korurdu. Mars’ın yüzeyinde hayat olup
olmadığını fotoğrafla saptamak için (bu fotoğraflar Mars’ın yörüngesinden
gönderilmiş olsa bile) yüzeyinin bir işçilikten geçtiğinin saptanması gerekir.
Teknik uygarlıkların, kanal döşeyicilerinin fark edilmesi kolaydır. Fakat
şaşırtıcı bir iki görüntüden başka Mars gezegeninin yüzeyine ilişkin olarak
insansız uydulardan gönderilen sayısız ayrıntılı fotoğrafta böyle bir ize
rastlanamıyor. Bununla birlikte, ne bugün ne de dün hayat bulunmayan bir
gezegenden, dev ağaçlar ve hayvanlarla dolu olan ya da mikroorganizma ve
ölmüş hayat şekilleri bulunan bir gezegene dek nice olasılıklar
sözkonusudur. Mars Güneş’e, yerküremizin Güneş’e mesafesinden daha
uzak olduğundan ısı derecesi çok daha düşüktür. İçinde çokça karbondioksit
bulunan havasında çok az miktarda su buharı, oksijen ve ozon bulundurur.
Nitrojen molekülleriyle argon da vardır. Sıvı durumunda suya rastlanamaz,
çünkü Mars’taki atmosfer basıncı soğuk suyun bile çabucak kaynamasını
önleyemeyecek kadar düşüktür. Gezegen toprağındaki deliklerde ve
damarlarda küçük miktarda sıvı su bulunabilir. Oksijen bir insanın soluk
almasına yetmeyecek kadar azdır. Ozon yoğunluğu öylesine incedir ki,
Güneş’in mikrop öldürücü morötesi ışını Mars’ın yüzeyine hiçbir engel
tanımadan ulaşır. Böyle bir ortamda herhangi bir organizma yaşayabilir mi?
Bu soruya cevap bulabilmek için birkaç yıl önce arkadaşlarımla birlikte
Mars gezegeninin sözünü ettiğimiz ortamın içinde yarattığımız kavanozlara
başvurduk. Bu kavanozlara yerleştirdiğimiz yeryüzü mikroorganizmalarının
yaşayıp yaşamayacağına baktık. Bunlara Mars Kavanozları adını verdik.
Mars Kavanozlarındaki oksijensiz ve genellikle karbondioksit ve nitrojenden
oluşan atmosferde ısı tıpkı Mars gezegeninde olduğu gibi öğlenleyin sıfır
donma derecesinin az üstünde bir dereceyle şafak vakti 80°C arasında
değişti. Morötesi ampuller güneşin vahşi sıcağını sağladı. Birkaç kum
tanesini ıslatması için konan çok ince tabaka dışında sıvı su
bulundurulmuyordu. Mikroplardan bazıları daha ilk gecesinde donarak
öldüler. Bazıları oksijensizlikten, bazıları susuzluktan öldüler. Bazılarını da
morötesi ışın kavurdu. Fakat oksijene gereksinme duymayan birçok tür
yeryüzü mikrobuna her zaman rastlanır. Bu türden olanlar, ısı çok düşünce
kepenklerini bir süre için kapadılar. Yine bu türler ince kum tabakaları ya da
taşlar altında kendilerini morötesi ışından korudular. Başka deneylerde, az
miktarda sıvı su bulundurulduğunda mikroplar bayağı boy attılar. Yeryüzü
mikropları Mars ortamında yaşamlarını sürdürebildiklerine göre, Mars’ta da
mikroplar varsa varlıklarım haydi haydi sürdürebilirler. Fakat her şeyden
önce oraya ulaşabilmemiz gerekir.
Sovyetler Birliği içinde insan bulunmayan uydularla gezegen keşfi
programını ateşli bir biçimde sürdürüyor. Gezegenlerin değişen yerleri ve
Kepler’le Newton’un fizik yasaları, Mars’a ya da Venüs'e her yıl veya her iki
yılda bir asgari yakıt harcamasıyla uydu atma olanağı vermektedir.
1960’lardan bu yana Sovyetler Birliği bu fırsatlardan pek azını kaçırmıştır.
Sovyetler’in ısrarlı tutumu ve mühendislik yetenekleri sonuçta harcanan
çabaların karşılığını verdi. Baş Sovyet uzay aracı Venera 8’den 12’ye dek
Venüs’e indi ve gezegen yüzeyinden başarıyla bilgi gönderdiler. Öylesine
sıcak, yoğun ve madde aşındırıcı bir gezegen atmosferinde böyle bir işlev
görmek az iş değildir. Buna karşılık Sovyetler Birliği birçok girişime karşın
Mars’a hiçbir aracını başarıyla indiremedi. Oysa Mars, soğuk ve az yoğun
atmosferi, fazla habis olmayan gazlarıyla ilk bakışta daha konuksever
görünüyor. Kutup takkeleriyle, açık pembe gökleriyle, yüksek kum
birikintileriyle, eski ırmak yataklarıyla ve bildiğimiz kadarıyla, güneş
sisteminde en büyük volkanik yapıyı oluşturan geniş vadisiyle ve de
ekvatorundaki ılık yaz öğleden sonralarıyla Venüs’e kıyasla çok daha fazla
yeryüzüne benzeyen bir yerdir.
1971 yılında Sovyetler’in Mars 3 adlı uzay aracı Mars’ın atmosferine
dalmıştı. Otomatik olarak radyoyla verdiği bilgiye göre, iniş sistemlerini
başarıyla kullandı ve inişinin son bölümünde fren işlevi gören roketlerini
çalıştırdı. Mars 3 verdiği haberlere göre, başarılı bir iniş yapmış olmalıydı.
Fakat indikten sonra uzay aracı yerküremize yirmi saniye süren televizyon
görüntülerinin (hiçbir şey görünmüyordu) ardından yayınını esrarengiz
biçimde kesti. 1973 yılında da Mars6 aracıyla benzer olaylar dizisine tanık
olundu. Bu kez televizyon görüntüsü, araç gezegene indikten bir saniye sonra
kesildi. Acaba ne aksilik olmuştu?
Mars'a ait gördüğüm ilk resim bir Sovyet pulu üzerindeydi. Uzay
aracının mor renk bir çamura inişi gösteriliyordu. Sanatçı, sanırım, toz
bulutları ve büyük bir hızla esen rüzgârlar resmetmek istemiş olmalı. Çünkü
Mars 3 gezegen çapında bir toz fırtınası sırasında Mars’ın atmosferine
girmişti. Amerikan U.S. Mariner 9 aracından gönderilen verilerden gezegen
yüzeyini yalayan, saniyede 140 metreden süratli Mars’ta ses hızının
yarısından süratli rüzgârların o fırtınaya neden olduğunu biliyoruz. Bu rüzgâr
çıktığında Mars 3’ün paraşütü açıktı. Bu nedenle dikey olarak yumuşak iniş
yapmasına rüzgârlar yardım etmiştir, fakat yatay yönde tehlikeli bir hızla
sürüklenmiştir. Büyük bir paraşüte bağlı olarak iniş yapan bir uzay aracı,
özellikle yatay yöndeki rüzgârların tehlikesi altındadır. İnişten sonra Mars 3
birkaç sıçrayışın ardından yüzeydeki bir kaya parçasına çarpıp devrilmiş ve
taşıyıcı «Otobüs»le radyo bağlantısını kaybederek başarısızlığa uğramıştır.
Peki ama neden Mars 3 bir büyük toz fırtınasına girmişti? Mars 3
fırlatılmadan önce görevi kesin çizgilerle önceden saptanmıştı. Atacağı her
adım, yeryüzünden ayrılmadan önce araca yerleştirilen bilgisayara
kaydedilmişti. Bilgisayar programını değiştirme olanağı yoktu. Uzay keşfi
literatüründe Mars 3’ün görevi «Önceden Programlanmış» olarak bilinir.
Programın duruma göre değiştirilmesi mümkün değildi. Mars 6’nın
başarısızlığıysa daha da esrarlı. Bu araç Mars’ın atmosferine girdiği zaman
gezegen çapında bir fırtına yoktu. Bazen iniş yerinde rastlanan bölgesel
fırtına da sözkonusu değildi. Belki de iniş anında mühendislik hatası
yüzünden başarısızlığa uğradı. Ya da belki Mars gezegeni yüzeyinde
özellikle tehlike taşıyan bir şey vardır.
Sovyet uzay araçlarının Venüs’e iniş yapma başarılarıyla Mars'a iniş
yapma başarısızlıkları, bizim göndermek istediğimiz Viking’ler konusunda
ister istemez kuşku yarattı içimizde. Viking’lerin ilkini 4 Temmuz 1976
tarihinde ABD’nin kuruluşunun 200. yıl dönümünde Mars yüzeyine
indirmek istiyorduk. Sovyet araçlarında olduğu gibi, Viking’in iniş
manevrası için de ısıdan koruyucu bir kalkan, bir paraşüt ve geriye itişli
roketler bulunuyordu. Mars atmosferi yerküremiz atmosferinin ancak yüzde
iki oranında bir yoğunlukta olduğundan, aracın, Mars’ın ince yapılı
atmosferinden geçerken yavaşlatılmasını sağlamak üzere on sekiz metre
çapında çok büyük bir paraşüt kullanıldı Atmosfer yoğun olmadığından
Viking yüksek bir yere iniş yapacak olsa, fren hareketini sağlayacak yeterli
atmosfer bulamaz parçalanırdı. Bu yüzden, alçak bir bölgeye inmesi
gerekiyordu Mariner 9’un sonuçlarından ve yeryüzündeki radar
çalışmalarından böylesi birçok bölge olduğunu bilmekteydik.
Mars 3’ün akıbetine uğramamak için Viking’in rüzgârını çok esmediği
bir zamanda ve yerde inişe geçmesini tasarlıyorduk. Mars’ın yüzeyinde toz
kaldırabilecek kuvvetteki rüzgârların iniş aracını parçalayabileceği
düşünülmüştü. İniş için seçilen bölgenin tozu kolay kalkan bir yer
olmamasına özen gösterince, rüzgâr tehlikesini azaltabilirdik. İniş aracının
Mars’ın atmosferine kadar yörünge aracı eşliğinde girmesinin nedeni budur.
Yörünge aracı iniş bölgesinin özelliklerinden emin olmadıkça iniş aracını
salıvermeyecekti. Mariner 9 çalışmalarından öğrenmiştik ki, süratli rüzgâr
dönemlerinde Mars yüzeyinin koyu ve açık renkleri değişikliğe uğruyor.
Yörünge aracının fotoğrafları olumsuz olsaydı, Mars yüzeyine iniş garantisi
veremezdik. Fakat garantinin de yüzde yüz olması sözkonusu değildi elbet.
Aracımızın sert bir zemine inmesini istemiyorduk. Bir kaya parçasına
takılıp devrilmesi olasılığı vardı. Fakat fazla yumuşak bir zemine inmesini de
istemiyorduk. Sert zeminden mekanik kol toprak numunesi toplayamazdı;
yumuşak zeminde de çakılıp kalır, mekanik kol oradan çıkamazdı.
Viking 2’nin iniş yeri olarak 44° kuzey enlem seçildi Bu bölgede pek az
miktarda da olsa sıvı su bulunması olasılığı sözkonusuydu. Viking’in
biyoloji deneyleri sıvı sırla gelişebilen organizmalar yönünde olduğundan,
bazı bilginler Viking’in Mars gezegeninde hayat izine rastlamasının, aracın
Cydonia adı verilen bölgeye inmesiyle mümkün olacağını söylediler. Bu
arada Mars gibi rüzgârlı bir gezegende, bir bölgede mikroorganizma varsa
her bölgesine taşınmış olabileceği görüşü savunuldu. Viking 1’in iniş yeri
olarak ta 21° kuzey enlem seçildi. Buraya verilen ad Chryse’ydi (Yunanca
«Altın Toprak» demekti).
Viking 2’nin ineceği bölgenin radarla gözlenemeyeceği, bu nedenle
kuzey bölgeye indirildiği takdirde bu rizikonun göze alınması gerektiği öne
sürülüyordu. Viking 1’in istenen yere başarıyla indirilmesi halinde, Viking
2’yi daha rizikolu bir yere indirmenin göze alınabileceği savunuluyordu.
Mali tutarı 1 milyar dolar olan böyle bir uzay deneyi karşısında, öğüt
vermekte çekingen davranıyordum doğrusu.
Viking’ler için uygun bir iniş alanı bulabilmek üzere kararlaştırılan 4
Temmuz 1976 gününü ertelemek zorunda kaldık. Bu tarihten tam 16 gün
sonra Mars’ın atmosferine soktuk uzay araçlarını.
Gezegenlerarası bir buçuk yıllık bir yolculuktan ve Güneş’in
çevresinden dolanmak suretiyle 100 milyon kilometre gittik¡en sonra, her
biri yörüngesel indirici/sondaj aracı çiftinden oluşan iki Viking, Mars’ın
yörüngesine girdiler. Yörüngesel indiriciler «aday» iniş bölgeleri incelediler.
Sondaj araçları radyoyla kumandalı olarak Mars'ın atmosferine girdiler,
ısıdan koruyucu kalkanları yönlendirdiler, paraşütleri açtılar, örtüleri attılar
ve geri itişli roketleri ateşlediler, insanlık tarihinde ilk kez olmak üzere uzay
araçları Kızıl Gezegenin Chryse ve Utopia bölgelerine indiler. Bu başarılı
iniş, araçların dizaynına, yapılışına ve araç yöneticilerinin yeteneklerine
dayanıyordu. Mars’ın ne denli tehlikeli ve gizemli bir gezegen olduğu
düşünülürse, başarıda talihin de rolü olmuştur diyebiliriz.
Araç, gezegene konar konmaz hemen resim almak istiyorduk. Viking
l'in gönderdiği ilk resimler kendi ayak tabanlarına aitti. Mars’ın batak
kumlarına gömülebilir korkusuyla bir an önce resmini almak istiyorduk.
Resmin yavaş yavaş ve çizgi çizgi ekranlara çıktığını gördük. Karşımıza,
aracın Mars yüzeyine konan ayak tabanının kocaman bir resmi çıktı. Az
sonra daha başka fotoğraflar da gelmeye başladı.
Sondaj aracının gönderdiği ilk resimler arasında Mars gezegeninin
ufkunu görüntüleyen resim gelince hayretten donakaldığımı anımsıyorum.
Bu hiç de yabancı bir dünya değildi.
Bizim Colorado, Arizona ve Nevada’da buna benzer bölgeler vardı.
Kayalar ve savrulmuş kum yığınları görülüyor, yeryüzündeki herhangi bir
manzaraya benzeyen doğal ve yadırganmayan bir görünüm sergileniyordu.
Bir başka deyişle, Mars’ta işte burası bir yer denecek bir görünüm vardı.
Kum birikintilerin hemen ardından yüzünü buruşturan bir maden arayıcısının
katırını sürerek karşımıza çıkması bizi elbet şaşkınlığa uğratırdı, ama yine de
bu düşünce ters gelmiyordu insana. Oysa Venüs’ün yüzeyini gösteren
Venera 9 ve Venera 10’un gönderdiği görüntülere bakarken, böyle bir
düşünce zihnimin ucundan bile geçmedi. Şu ya da bu şekilde, günün birinde,
Mars’ın kendisine döneceğimiz bir dünya oluşturduğunu biliyordum.
Mars yüzeyinin manzarası yalın, kızıl ve sevimliydi: Bir kraterin
oluşumu sırasında ufka, bir yere fırlayıp gitmiş kaya parçalan, küçük kum
tepecikleri, uçup giden tozun örtüp sonra çıplaklaştırdığı kayalar, rüzgârın
üfürdüğü son derece incelmiş ve tüy biçimde savrulan zerrecikler... Sivri
kayalar, gömülmüş kaya parçaları, yerde çokgen oyuklar bulunduğuna göre,
gezegenin tarihi acaba ne ola? Kayalar acaba nasıl bir yapıya sahip? Onlar da
kumun yapısına mı sahip acaba? Kum toz haline gelmiş kaya mı, yoksa
başka bir şey mi? Göğün rengi neden pembe? Havasının yapısı nedir?
Rüzgârın hızı nedir? Acaba yer sarsıntıları, daha doğru bir deyimle, Mars
depremleri oluyor mu? Mevsimlerin değişmesiyle atmosfer basıncıyla
manzaranın görünüşü nasıl değişikliğe uğruyor?
Bütün bu sorulardan her birine Viking kesin ya da akla yakın yanıtlar
sağladı. Viking girişimlerinin sonunda Mars’ın yüzünden çıkarılan örtünün
altındaki bilgiler büyük değer taşımaktadır, özellikle iniş yeri olarak garanti
açısından çok ilginç saymadığımız yerlerin seçildiği hesaba katılırsa. Ne var
ki, Viking kameraları kanal inşacıları, prensesler ya da savaşçılar, soluk
kesen uçak şekilleri görüntüsü nakledemediler. Hatta bir kaktüs ya da bir fare
görüntüsünü bile saptayamadılar. Çünkü görebildiğimiz kadarıyla, bir hayat
belirtisi yoktu (*).
Ola ki, Mars’ta hayat şekilleri (büyük hayat şekilleri) vardır. fakat bizim
araçların indikleri yerlerde yoktu. Belki de her kayada ve kum taneciğinde
hayat vardır. Yerküremiz tarihinin büyük bir bölümü süresince, suyla kaplı
olmadığı bölgelerde bugünkü Mars gezegeni gibi görünüyordu;
karbondioksiti zengin :O'ferliydi ve ozon tabakasından yoksun atmosferden
sızan morötesi ışık yeryüzünü vahşice parıldatıyordu. Yeryüzünü büyük
bitkilerin ve hayvanların kaplamaları, dünya tarihinin yalnızca yüzde 10’luk
bir bölümünde olmuştur. Buna karşın yeryüzünün her yöresinde 3 milyar yıl
süreyle mikro organizmalar bulunuyordu. Mars’ta hayat olup olmadığını
anlamak için mikrop durumunu incelemeliyiz.
Viking gezegen kondusu, insanoğlunun yeteneklerini yabancı dünyalara
nakledebilen bir araçtır. Bazılarının takdirine göre, bir çekirge kadar akıllıdır,
bazılarına göreyse bir bakteri kadar. Bu kıyaslamaların küçültücü bir anlam
taşıdığı düşünülmemelidir. Bir bakteriyi geliştirebilmek için doğa yüz
milyonlarca yıl uğraş vermiştir. Çekirge için de milyarlarca yıl harcamıştır.
Bu alanda çaba harcayarak işi daha iyi kavrayabilmekteyiz. Viking gezegen
kondusu’nun bizim iki gözümüze benzeyen iki aygıtı vardır. Ancak onun
gözleri kızılötesi alanda da işe yarıyor. Bizim gözlerimizse bu alanda bir şey
algılamıyor. Kayaları itekleyen, toprağı kazıp numuneler alan bir kolu ve
<*) Chryse bölgesindeki bir kaya parçası üzerinde Mars’lıların taş yazısı
olduğu varsayılan alfabenin B harfine benzer bir şey görününce, müthiş bir
heyecan dalgası sardı ortalığı. Fakat sonradan yapılan bir inceleme, bunun
bir ışık ve gölge oyunu olduğunu, ayrıca yeryüzü insanlarının şekil seçme
eğiliminden ileri geldiğini ortaya koydu. Mars’lıların Latin alfabesini tercih
ettiklerini düşünmemiz de garip bir şey. Her şeye rağmen, bir an için
zihnimde çocukluğumda Mars gezegenine ilişkin olarak kitaplarını
okuduğum Barsoom’un dünyasından bir yankı geldi. havaya kaldırıp
rüzgârın yönünü ve hızım ölçtüğü bir parmağı var; burna ve molekül
izlerinin varlığını bizden daha iyi algılayan bir tad alma yetisine de sahip.
Sonra iç kulak aracılığıyla Mars depremlerine ilişkin gürültüleri duyabileceği
gibi, uzay aracının rüzgârdan sallanan parçalarının çıkardığı sesi de
duymaktadır. Mikrop detektifliği yapma yeteneğiyle donatılmıştır. Sağladığı
tüm bilimsel verileri yeryüzüne radyo aracılığıyla bildirir. Yeryüzünden
talimat da alır. Böylece uzay aracının verdiği bilgiler üzerinde biz insanların
düşünüp taşınarak yeni talimat vermesini de olanaklı kılar.
Peki, boyutu, maliyeti ve güç gereksinimi açısından bazı kısıtlamalar
karşısında bulunduğumuza göre, Mars’ta mikrop aramanın en akılcı yolu
nedir acaba? Şimdilik Mars'a mikrobiyolog gönderemiyoruz. Olağanüstü bir
mikrobiyolog olan Wolf Vishniac adında bir arkadaşım vardı. New York’taki
Rochester Üniversitesinde çalışıyordu. Mars’ta hayat olup olmadığı
konusunda araştırma yapmayı 1950’lerin sonlarına doğru kafaya iyice
koyduğumuz sıralarda, adı geçen arkadaşım, mikroorganizma varlığını
saptayıcı otomatik ve güvenilir bir aracın mikrobiyologlar tarafından
geliştirilmeyişinin astronomlarca eleştirildiği bir toplantının içinde bulmuştu
kendini. Vishniac bu alanda bir şeyler yapmaya karar verdi.
Gezegenlere gönderilebilecek bir küçük aygıt geliştirdi. Arkadaşları bu
aygıta «Wolf Kapanı» (Wolf Trap) adını verdiler. Bu tuzak ya da kapan bir
şişeden ibaretti. Şişenin içine besleyici organik madde konulacak. Mars
toprağından bir parçacığın şişedeki sıvıyla karışması sağlanacak ve Mars’taki
böceklerin (eğer varsa) büyürken (eğer büyürlerse) sıvının değişen kirliliği
ya da bulanıklığı saptanacaktı. Wolf Kapanı, Mars’a inecek Viking aracında
yapılacak üç ayrı deney aygıtına ek olarak gönderiliyordu. öteki deney
yöntemlerinden ikisinde Mars’a yiyecek gönderilmesi öngörülüyordu. Wolf
Kapanı’nın başarısı Mars’lı böceklerin sıvıdan hoşlanması koşuluna bağlıydı.
Vishniac’ın sıvısında Mars’lı böceklerin boğulabilecekleri olası
— 149 — lığını öne sürenler vardı. Wolf deneyiminin avantajı, Mars’lı
mikropların besin aldıkları sırada nasıl bir davranış göstereceklerine bağlı
olmayışıydı. Gözlenecek olan tek gelişme, büyüyüp büyümemeleri
noktasında toplanıyordu. Öteki deneylerse, mikropların yiyeceklerini
yediklerinde çıkardıkları ve aldıkları gazların türüyle de ilgiliydi. Bu
varsayımlar da tahminlere dayanmaktan öte gidemezdi.
N.A.S.A. (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) Amerika Birleşik
Devletleri’nin uzay gezegenleri programlarını yönetirken, sık sık ve önceden
habersiz bütçe kısıntılarıyla karşılaşan bir kuruluştur. Bütçenin artırılması
durumuysa pek enderdir. NASA’nın bilimsel faaliyetini hükümet pek
gözetmez. Bu yüzden NASA’dan para kesileceği zaman bunun kurbanı olan
bilimdir çoğu kez. 1971 yılında Mars’ta girişilecek dört mikrobiyoloji
deneyinden birinden vazgeçilmesi istendi. Bu yüzden Wolf Kapanı Viking
gezegen kondusundan tahliyeye uğradı. Bu kapanı geliştirmek için Vishniac
12 yılını vermişti. Üzücü bir şey olsa gerek.
Vishniac’m yerinde başkası olsa, Viking’in Biyoloji Heyeti’nden istifa
ederdi. Fakat o, bilimsel hedefler uğrunda sabırla çalışan sakin bir insandı.
Mars gezegeninde hayat olup olmadığını araştırabilmenin en iyi yolu olarak
yeryüzünün Mars’a en çok benzeyen yörelerinde, Güney Kutbunun kuru
vadilerinde çalışmayı seçti. Daha önce bazı araştırmacılar Güney Kutup
toprağını incelemişler ve bulabildikleri birkaç mikrobun kuru vadi asıllı
olmadıklarını, başka ve daha yumuşak çevrelerden oraya savrulduklarını
belirlemişlerdi. Mars Kavanozlarını anımsayan Vishniac yaşamın sert
koşullarını gözönünde bulundurarak Güney Kutbunun mikrobiolojiye uygun
bir ortam oluşturduğunu düşündü. Yeryüzü böcekleri Mars’ta yaşayabilir
diye düşünülüyorsa, Mars’tan daha sıcak, daha sulu, daha oksijenli ve çok
daha az morötesi ışınlı kutup ortamında neden yaşamasındı? Güney
Kutbunda, Güney Kutup asıllı mikropların bulunmadığı varsayımına
dayanan deney tekniğini hatalı gördü.
Böylece 8 Kasım 1973 tarihinde Vishniac, küçücük mikrobioloji
aygıtını yanına alıp jeolog arkadaşıyla birlikte helikopterle Asgard’daki
Balder Dağı yakınlarına gittiler. Amacı Antartika toprağına küçük
mikrobiyoloji istasyonları yerleştirmek ve bir ay sonra dönerek
istasyonlardaki sonuçları saptamaktı. 10 Aralık 1973 günü Balder Dağından
numuneler toplamak için hareket etti. Hareket edişi üç kilometre uzaktan
fotoğraf çekilerek saptandı. O günden sonra onu bir daha gören olmadı.
Hareketinden on sekiz saat sonra cesedi bir buz dağının eteklerinde bulundu.
Daha önce keşfedilmedik bir bölgeye dalmış, buzda kaymış ve 150 metre
kadar sürüklenmişe benziyordu. Belki gözü bir yere takılmıştı. Ne bileyim,
bir mikrop konağı falan. Ya da bir avuç yeşilliğe takılmıştı gözü. Buralarda
olağandışı bir görünümdü yeşil. Ne olduğunu kesin olarak hiçbir zaman
bilemeyeceğiz. O gün beraberindeki not defterine son yazısında şöyle
diyordu: «202 sayılı istasyonu buldum. 10 Aralık 1973. Saat 22.30. Toprağın
ısı derecesi 10°. Havanın ısı derecesi 16°.» Mars gezegeninin tipik bir yaz
günü ısısıydı.
Vishniac’ın mikrobiyoloji istasyonlarından çoğu hâlâ Antartika’da
yerleşmiş durumdadır. Oralardan geri getirilen numuneler Vishniac’ın
yöntemleriyle ve onun mesai arkadaşları tarafından incelendiler. Klasik
tarama yöntemleriyle fark edilemeyecek birçok mikrop türüne incelenen
hemen her bölgede rastlanmış bulunuyor. Onun bıraktığı numunelerden
yalnızca Güney Kutbuna özgü sayılan yeni maya türleri Vishniac’ın karısı
tarafından bulundu. Antartika’daki o seferden geri getirilen ve Imre
Friedman tarafından incelenen büyükçe kayaların içi, şaşırtıcı bir
mikrobiyoloji kaynağı olarak gözüktüler. Kayaların bir iki milimetre içini
kaplayan yosunlar küçücük bir dünyaya sahip çıkmışlar ve buraya kıstırılan
su sıvıya dönüştürülmüştü. Mars’ta böyle bir durum daha da ilginç olurdu,
çünkü fotosentez için gerekli gözle görülür ışık o derinliğe sızar ve mikrop
öldürücü morötesi ışık hiç olmazsa kısmen hafiflerdi.
Uzay girişimlerinin amaçlan, araçlar fırlatılmadan birkaç yıl önce
saptanıp çerçevesi çizildiğinden ve Vishniac’ın da ölümü yüzünden,
Antartika deneylerinin sonuçları Mars’ta hayat arama konusundaki Viking
hedefinde herhangi bir değişikliğe yol açmadı.
Viking gezegen kondularından her birinde Mars gezegeninin
yüzeyinden malzeme numunesi toplayacak bir kol vardır. Bu kol topladığı
malzemeyi yavaşça aracın içine çeker, parçacıkları beş ayrı deney için küçük
bölmelere yerleştirir. Bu deneylerden biri, toprağın inorganik kimya yapısını;
bir diğeri, kumun ve tozun organik moleküllerini; öteki üçü de, mikropların
yaşamım inceler. Bir gezegende hayat olup olmadığım anlamak için bazı
varsayımlara dayanırız. Her şeyden önce gezegenimizden başka yerlerde
hayatın bizdeki gibi olmadığını düşünürüz. Fakat böyle bir düşüncenin de
sınırı vardır. Ayrıntılı biçimde bildiğimiz hayat şekli, sonuçta
gezegenimizdeki hayat şeklidir. Viking’in biyoloji deneyleri girişilmiş ilk
önemli çabalardır. Mars’ta hayat olup olmayışına ilişkin söylenmiş son söz
değildir. Sonuçlar kâh sürükleyici, kâh sıkıcı, kâh zihin açıcı ve ufuk
genişletici olmuşsa da, pek yakın bir zamana kadar kesinlikten uzak
kalmışlardır.
Mikrobiyoloji deneylerinden üçü de değişik sorular sormaktaydı, fakat
her üçünün de ortak sorunu Mars gezegenindeki metabolizmaya ilişkindi.
Eğer Mars toprağında mikro organizmalar varsa, besin alıp gaz çıkarmaları
ya da atmosferden gaz alıp (belki de güneş ışığı yardımıyla) onları yararlı
maddeye çevirmeleri sözkonusu olacaktır. Bu nedenle Mars’a yiyecek
gönderiyoruz. Ve Marslıların (eğer oradalarsa) bu besinlerin tadını
beğenmelerini umut ediyoruz. Sonra da topraktan ilginç gazlar çıkıp
çıkmayacağına bakacağız. Ya da bizim radyoaktif yoldan etiketlediğimiz
gazlarımızı vererek bunların organik maddeye çevrilip çevrilmediğini
gözleyeceğiz. Organik maddeye dönüştüğü takdirde, ortaya çıkacak olanlara
«Küçük Marslılar» adını verebiliriz.
Uzay aracını fırlatmadan önce saptanan ölçüler açısından
Viking’deki mikrobiyoloji deneylerinden iki ya da üçü olumlu sonuçlar
vermişe benziyor. Her şeyden önce yeryüzünden gönderilmiş sterilize bir
çorba Mars toprağıyla karıldığında, topraktaki bir şey çorbayı kimyasal
bakımdan çözdü. Sanki soluk alan mikroplar yerküremizden gönderilen
çorbayı bünyelerinde değişime uğratıyorlardı. İkincisi de, yeryüzünden Mars
toprağına gazlar gönderilince, gazların kimyasal bakımdan toprakla bir
bileşim meydana getirmeleri olmuştur; atmosfer gazından fotosentez yoluyla
organik madde oluşturan mikroplar varmışçasına. Mars gezegenindeki iki
bölgeden alınan 7 değişik numune üzerinde Mars mikrobiyolojisine ilişkin
olumlu sonuçlar elde edildi. Bu iki bölgenin birbirinden uzaklığı 5.000
km.’dir.
Fakat
deneyler
açıkseçik
bir
yanıt
getirmemiştir.
Viking’deki
mikrobiyoloji deneylerinin sonuçlarını burada tekrarlayıp değişik
mikropların testinden geçirmek için büyük çabalar harcadık. Ancak deneyleri
Mars yüzeyinin inorganik maddesine makul derecede yakın malzemeyle
tekrarlama çabalarının yeterli olduğu söylenemez. Çünkü Mars yeryüzü
değildir ve Percival Loweli’in çalışmaları bize yanılabileceğimizi
anımsatmalıdır. Belki de Mars toprağında öyle değişik bir inorganik kimya
yapısı vardır ki, Mars’ta mikrop bulunmamasına rağmen yiyecekleri okside
edebilmektedir. Belki de atmosferik gazları ayrıştırıp onları inorganik
moleküllere dönüştüren özel bir inorganik, cansız katalizör vardır Mars
toprağında.
Son deneyler bu yönde bazı işaretler vermektedir. Mars gezegenindeki
1971 büyük toz fırtınasında Mariner 9’un kızılötesi spektrometrelerinin cam
levhaları üzerinde tozlar birikmiştir. Bu levhaları inceleyen O. B. Tooo, J, B.
Pollack ve ben, bazı tür killere benzer durumlar saptadık. Viking gezegen
kondusu tarafından daha sonra sürdürülen gözlemler, Mars’taki fırtınanın
üfürdüğü killerin niteliği konusundaki gözlemlerimi doğrular niteliktedir.
Şimdi, A. Banin ve J. Rishpon, Mars toprağında görülen o killere benzer
killeri laboratuar deneylerinde üretilebilirse, Viking’in «başarılı»
mikrobiyoloji deneylerinden başlıca özellikleri fotosenteze ve soluk almaya
benzeyen özellikleri tekrarlayabileceklerini söylemektedirler. Sözü geçen
Mars kilinin yüzeyi karmaşık bir etkinliğe sahiptir. Gaz alıp vermeye ve
kimyasal reaksiyonları katalize etmeye yatkın görünmektedir. Viking
mikrobiyolojisinin tüm sonuçlarının organik kimyayla açıklanabileceğini
söylemek için vakit henüz erkendir. Fakat öyle bir sonuca ulaşılırsa, bu
şaşırtıcı olmaz artık. Kil varsayımı, Mars’ta hayat olmadığı görüşünü zor
yadsır; ne var ki, Mars'ta mikrobiyolojik bir kanıttan ille de söz etmemize
olanak vermediği de kesindir.
Böyle olsa bile, Banin ile Rishpon’un elde ettikleri sonuçlar biyolojik
bakımdan çok büyük önem taşımaktadır. Çünkü hayat olmasa da toprak
öylesine bir kimyasal yapıya sahip olabilir ki, hayatın yerine getirdiği bazı
işlevleri üstlenir. Yeryüzünde hayat başlamadan önce, soluk alışveriş ve
fotosentez sürecine benzer kimyasal süreçler toprakta harekete geçmiş ve
hayat başlayınca hemen benimsenmiş olabilir. Üstelik montmorillonit
tülünden killerin, amınoasitleri daha uzun molekül zincirlerine, proteinlere
dönüştüren güçlü katalizörler olduğunu biliyoruz. Yerküremizin ilk
zamanlarına ait killer hayata yataklık etmiş olabilir. Günümüzde Mars
gezegeninin kimyasal yapısı, bizim gezegenimiz üzerindeki yaşamın kökeni
ve tarihi için kilit noktalar sağlayabilir.
Mars’ın yüzeyinde darbe sonucu açılmış birçok krater vardır. Her birine
genellikle bir bilginin adı verilmiştir. Örneğin Mars gezegeninin Güney
Kutbundaki bir krater Vishniac krateri denmiştir. Vishniac Mars’ta hayat
olduğunu iddia etmiyordu. Olabileceğini söylüyor ve olup olmadığının
bilinmesinin büyük önem taşıdığını belirtiyordu. Eğer Mars’ta hayat varsa,
kendi hayat şeklimizin genel çizgilerini karşılaştırma olanaklarına kavuşuruz.
Ve eğer Mars’la hayat yoksa, bizim gezegene benzeyen bu gezegende neden
hayat olmadığını bilmemiz gerekir.
Viking mikrobiyoloji sonuçlarının killere bağlanışı ve mutlaka hayat
bulunduğu görüşünü içermeyişi bulgusunun bir gizi daha çözmeye yaradığını
söyleyebiliriz. Viking organik kimya deneyi, Mars toprağında organik madde
izi ortaya çıkarmış değildir. Eğer Mars’ta hayat varsa, gömülü cesetler
nerededirler? Hiçbir organik moleküle rastlanmadı. Protein, nükleik asit
yapıtaşlarından iz yoktur. Yeryüzündeki gibi ne hidrokarbon, ne de benzeri
şeyler var Mars’ta. Buna ille de bir çelişki gözüyle bakmamalıyız. Çünkü
Viking mikrobiyoloji deneyleri, Viking kimya deneylerinden bin kez daha
duyarlı olmak üzere düzenlenmiştir. Karbonatom duyarlılığı daha çok olan
Viking mikrobiyoloji deneyleri, Mars toprağında organik madde sentezine
işaret ediyor. Fakat bunun oranı çok önemsizdir. Yeryüzü toprağı, bir
zamanlar yaşamış organizmaların organik kalıntılarıyla doludur. Mars
toprağındaysa Ay yüzeyindekinden daha az organik madde var. Eğer Mars’ta
hayat olduğu görüşünü benimseme eğiliminde olsak, Mars’ın kimyasal
tepkili, oksidasyonlu yüzeyinin cesetleri yokettiğini düşünebiliriz; içinde
hidrojenli peroksitin bulunduğu bir şişede mikrobun yok oluşu gibi. Ya da
şöyle düşünebiliriz: Hayat var ama organik kimya yeryüzündekinde
olduğundan daha az önemli bir rol oynuyor.
Bu son görüş benim için çok daha çekici. İtiraf etmeliyim ki, karbona
şoven denecek derecede gönül vermiş biriyim. Kozmos’da karbon bolluğu
vardır ve karbon hayat için gerekli olan inanılmayacak kadar karmaşık
moleküller meydana getirir. Ben aynı zamanda, suya da şoven denecek
derecede gönül vermiş biriyimdir. Su, organik kimya çalışmalarını mümkün
kılan ve bazı ısı derecelerinde sıvı kalabilen ideal bir çözücü oluşturur. Bazen
düşünüyorum da, acaba diyorum, benim bu maddelere karşı olan aşırı
bağlılığım, temelde bu maddelerden meydana gelmemden kaynaklanıyor
olmasın? Yerküremizin oluşumu sırasında bu maddeler çok bol olduğundan
ötürü müdür yapımızın temelinde karbon ve su bulunuşunun nedeni? Başka
bir yerde, örneğin Mars’ta, hayatın temeli başka maddelerden mi
oluşmuştur?
Ben su, kalsiyum ve organik moleküller koleksiyonundan oluşan Carl
Sagan adlı biriyim. Sizse hemen aynı moleküller koleksiyonundan oluşmuş
değişik kollektif etiketli birisiniz. Ama durum yalnızca bundan mı ibarettir?
Bizde molekülden başka bir şey bulunmaz mı? Bazı kişiler bu durumu insan
haysiyet ve gururunu küçültücü bulabilir. Ben kendi hesabıma, evrenin,
bizim kadar karmaşık ve hassas dengeli molekül makinelerinin gelişimine
olanak sağlaması açısından gurur verici buluyorum.
Hayatın temelini oluşturmada, varlığımızdaki atomlarla basit moleküller
kadar, bunların biraraya dizilişi de rol oynamaktadır. Zaman zaman insan
vücudunu oluşturan kimyasal maddelerin birkaç dolar karşılığında satın
alınabileceği yolunda haberler okuruz. Vücudumuzun bu kadar az para
ettiğini öğrenmek üzücü olabilir. Fakat bu, en basit oluşum parçalarına
bölünmüş maddelerin fiyatıdır. Fiyatı çok yüksek olmayan sudan oluşur
vücudumuz genellikle. Karbon da kömür fiyatına göre ölçülebilir. Kalsiyum
ise vücudumuzda tebeşir olarak mevcut bulunmaktadır. Proteinlerimizin
nitrojeni de hava olarak bulunur ki, bu da ucuzdur. Kandaki demir deseniz
çiviyi oluşturan maddeden başka bir şey değil. Eğer hayata ilişkin daha derin
bilgilere sahip olmasak, bizleri oluşturan bu atomları alıp büyük bir kapta
habire sallamaya koyabiliriz. Sonuçta da can sıkıcı bir atom karışımından
başka bir şeyle karşılaşmayız. Bu durumdan başka bir şey beklememeliyiz
elbet.
Harold Morowitz insanı oluşturan molekül temel taşlarının tümünü
kimyaevlerinden satın almaya kalkıştığımız takdirde ne kadar para
harcamamız gerektiğini hesaplamış. Bulgularına göre 10 milyon dolara yakın
malzeme edermişiz. Bu belki değerimiz açısından sevindirici bir fiyat, ama
ne var ki, kimyaevinden satın alacağımız bütün molekül yapıtaşlarını
biraraya getirip karıştırsak bile kavanozun içinde bir insan yaratamayız. Bu
bizim yeteneklerimizin dışında kalmaktadır ve uzun bir süre daha kalacağa
benzemektedir. Neyse ki, daha ucuza ve daha garantili biçimde canlılar
yaratma yöntemlerine sahip bulunuyoruz.
Öyle sanırım ki, başka dünyalarda bulunabilecek hayat şekilleri de,
aşağı yukarı bizimle aynı atomlardan meydana gelir. Protein ve nükleik asit
gibi yapısal ana moleküllerin bile aynı olabileceğini düşünürüm. Şu farkla ki,
bunların diziliş biçimi bizimkinden ayrıdır. Gezegenlerin yoğun atmosferinde
dolaşan organizmaların atom yapısı, belki bizim atom yapımıza benzer. Ama
belki kemik sahibi olmadıklarından fazla kalsiyum gereksinimi
duymayabilirler. Başka bir gezegende belki de su yerine başka bir çözücü
madde kullanılmaktadır. Hidroflorik asit iş görüyor olabilir. Bizim
moleküllerimize hidroflorik asit zarar verebilir, fakat başka tür organik
moleküller olan parafin mumları hidroflorik asit içinde dengeli dururlar.
Florin Kozmos’ta fazla miktarda bulunmaz. Bu nedenle sıvı amonyak daha
iyi bir çözücü oluşturabilir. Kozmos’ta amonyak boldur. Ne var ki,
yerküremizden ve Mars’tan çok daha yaşlı gezegenlerde sıvı halde bulunur.
Yeryüzünde amonyağın gaz halinde bulunması gibi, Venüs’te de su gaz
halinde bulunur. Olabilir ki, eriyik sistemine sahip bulunmayan canlılar
vardır. Bunlar moleküllerin yüzer biçimde değil de, elektriksel sinyallerle
bağlantı kurdukları katı yapılı hayat şekilleri olabilirler.
Fakat bütün bunlardan, Viking gezegen kondusu deneylerinin Mars’ta
hayat olduğu varsayımını desteklediği sonucu çıkmaz. Yerküremize çok
benzerlik gösteren bol karbonlu ve sulu Mars’ta eğer hayat varsa, organik
kimya temeline dayanması gerekir. Organik kimya verileri, Mars’tan
aldığımız görüntü ve mikrobiyoloji sonuçlarında olduğu gibi, 1970’lerde
Chryse ve Utopia bölgelerinde hayat bulunmadığı görüşüne uygunluk
göstermektedir. Kayaların birkaç milimetre altında (Antartika’nın kuru
vadilerinde olduğu gibi) ya da gezegenin başka bir bölgesinde veya çok daha
eski zamanlardaki daha yumuşak bir dönemde hayat belki olmuştur ya da
vardır. Fakat bizim baktığımız yerde ve zamanda yoktu.
Viking’in Mars’ı keşif girişimi, tarihsel boyutları büyük bir girişimdir.
Bir uzay aracının başka bir gezegende bir saatten fazla çalışır durumda
kalışının tarihteki ilk kanıtıdır. Viking’in başka bir gezegende çalışır
durumda kalışı yıllarca sürmüştür. Jeoloji, mineraloji, sismoloji, meteoroloji
ve başka bir dünyanın daha birçok bilim dalına ilişkin bilgilerini toplayıp
veren ilk uzay aracıdır Viking. Olağanüstü nitelikteki bu bilimsel gelişmeleri
bundan sonra nasıl sürdürmeliyiz? Bazı bilginler Mars’a giderek oranın
toprak numunelerini alıp yeryüzüne getirecek otomatik araçlar
gönderilmesini öneriyorlar. Böylece bu numunelerin Mars’a gönderilen
minyatür laboratuvarlarda incelenmesini değil, yeryüzünün geniş olanaklı
laboratuarlarında enine boyuna incelenmesini istiyorlar. Viking’deki
mikrobiyolojik incelemelerin sonuçlarındaki çelişkilere bu yolla son
verilebilir, diyorlar. Toprağın kimyasal yapısı ve mineralojisi saptanabilir.
Hayat var mı yok mu diye kayalar parçalanabilir, doğrudan doğruya
mikroskopla inceleme dahil organik kimya ve hayat varlığı açısından
yüzlerce deney gerçekleştirilebilir. Vishniac’ın önerdiği araştırma
yöntemlerini de uygulayabiliriz. Böyle bir deneyime girişmek çok büyük
para harcamalarını gerektirse bile teknolojik olanaklarımız buna yeterlidir.
Şunu da açıklamalıyız ki, bunun bir tehlikesi Mars’tan yerküremize
mikrop getirilmesi olasılığıdır. Mars toprağındaki mikropları yeryüzünde
incelemek istiyorsak, numuneleri sterilize etmeden ele almalıyız. Böyle bir
girişimin amacı, Mars toprağındaki mikropları dünyamıza canlı olarak
getirebilmektir. Peki, bunun sonucu ne olur? Yeryüzüne getirdiğimiz Mars’lı
mikroorganizmalar halk sağlığı için bir tehlike oluşturur mu? Bu konuda
kesin bir şey söyleyemeyiz. Ciddi ve tehlikeli bir sorundur. Yerküremize
Mars’tan mikroorganizma getirmek istiyorsak, bunların yayılmamasını son
derece güvenilir bir biçimde sağlamalıyız. Bakteriyolojik silahlar geliştiren
ve depolayan ülkeler var. Bu ülkelerin toprakları üzerinde çok ender kazalar
görülse bile, yaygın bir tehlike sözkonusu olmadan tehlikenin önüne
geçtikleri görülüyor. Ola ki Mars’tan alman numuneler tehlikesizce
yeryüzüne getirtilebilir. Doğrusu ya, Mars’tan dünyaya toprak numunesi
getirmeden önce tehlike unsurunu kılı kırk yararak incelemeyi yeğlerim.
Bu gezegenin gözler önüne sereceği öyle ilginç yanlan olduğu
kanısındayım ki, Viking gezegen kondusunun hareketsizliğine bir çare
bulmak gerekir. Bunun için de tepeleri aşan, çukurlara düşmeyen, kaya
parçalan karşısında tökezlemeyen bir araç indirmek gerektiğini
düşünüyorum. Bu yönde NASA'da çalışmalar sürdürülüyor. Böyle bir araç
gönderebilirsek Mars gezegenine, orayı enine boyuna kateden bir aracın
günlük görüntüleri ve bilgileriyle yaklaşık bir milyar insan yeryüzünden
başka bir gezegenin keşfine günü gününe katılabilir. Gönderilecek Rover
(gezgin) tipi bir araç yeryüzünden verilecek radyo sinyalleriyle Mars’ın
yüzeyini tarayabilecektir. Viking’ler indirdiğimiz bölgelerden daha ilginç
olan en az yüz bölge bulunduğu kanısındayım. Mars’ta hayat bulmasak bile
gezici bir araçla sağlanacak bilgiler ve görüntülerle başka bir gezegenin keşif
dizisini canlı olarak izleme olanağına kavuşacağız.
Mars yüzeyinin yüzölçümü yerküremizin toprak bölümüne eşittir. Mars
yüzeyinin ayrıntılı görüntüleri bizleri yüzyıllar boyunca meşgul edecek
bilgiler sağlayacaktır. Mars’ın tüm yüzeyinin keşfedileceği bir zaman
gelecek. Robotuçakların tepeden tüm haritasını çıkardıkları, rover’lerin
üzerinde dolaştıkları, toprak numunelerinin yeryüzüne gönderildikleri, Mars
yüzeyi kumlarını insanların adımladıkları zaman gelecektir. Peki, bundan
amaç nedir? Mars’la ne alıp vereceğimiz var bizim?
Eğer Mars gezegeninde hayat varsa, bizler için yapacak fazla bir şey
olmaz. O takdirde Mars Marslılarındır demek zorunda kalırız. Mars'lılar
yalnızca mikroplardan oluşsa bile. Yakınımızdaki bir gezegende bizimkinden
ayrı ve bağımsız bir biyolojinin hüküm sürmesi anlatılamaz bir değerdedir.
Orada bu hayatın korunması Mars konusunda besleyeceğimiz düşüncelerin
başında yer almalıdır. Tutun ki, Mars’ta hayat yok. O takdirde hammadde
kaynağı açısından verimli bir kaynak sayılmaz; Mars’tan yeryüzüne
hammadde taşımacılığı yüzyıllar boyunca ekonomik olumsuzluğunu
sürdürür. Fakat acaba Mars gezegeninde yaşayamaz mıyız? Orayı bir bakıma
yaşanabilir duruma getiremez miyiz?
Mars hiç kuşkusuz sevimli bir yer. Ne var ki, bizim açımız*, dan
Mars'ın birçok kusuru sözkonusu: Oksijen azlığı, sıvı halde su bulunmayışı
ve morötesi ışın çokluğu. Bütün bu sorunlar birazcık hava üretebilsek
çözümlenebilir. Atmosferik basıncı artırarak sıvı halde su elde edebiliriz.
Daha fazla oksijenle atmosferi içimize çekebiliriz. Morötesi güneş
radyasyonuna karşı ozondan bir kalkan da böylece oluşabilir. Mars’ta bir
zamanlar atmosferin daha yoğun oluşuna ilişkin belirtiler var. Yoğun
atmosfer gazlarının Mars’ı terkedip gitmesi olası değildir. Gezegende bir
yerlerde varlıklarını sürdürüyor olmalılar. Bazıları yüzeydeki kayalarla
kimyasal bileşim halindedir. Bazıları yüzeyaltı buzlarındadır. Fakat önemli
bir bölümü kutup takkelerinde bulunabilir.
Kutup takkelerini buharlaştırmak için onlara ısı vermeliyiz. Koyu renk
tozla örterek daha fazla güneş ışığı emmesini sağlayabiliriz. Yeryüzünde
ormanları ya da yeşillik örtüsünü yok etmek için kullandığımız yöntemin
tersini orada yapmış oluruz. Fakat Mars’ın kutup bölgelerinin yüzeyi çok
geniştir. Yeryüzünden Mars’a gereken tozu taşımak için 1200 adet Satürn 5
roketi ateşlemeyi göze almalıyız. Böyle yapılsa bile, gönderilen tozları
rüzgârın başka yerlere taşıması olasılığı kuvvetli. Bu nedenle daha iyi bir
yöntem bulmalıyız. O da kendini çoğaltabilen koyu renkli bir madde olmalı.
Mars’ın kutup bölgesine göndereceğimiz bu makine oradaki yerli
malzemeyle kendini çoğaltabilmelidir. Böylesi makineler vardır. Adına ağaç
diyoruz. Bunlar çok dayanıklı ve inatçıdırlar. Yeryüzü mikroplarından
bazılarının Mars’ta yaşayabildiklerini biliyoruz. Koyu renk ağaçlar, örneğin
liken ağacı üzerinde genetik mühendisliği çalışmalarıyla yapay bir ayıklama
yöntemi geliştirerek bunların yeryüzünden çok daha sert Mars ortamına
dayanmaları sağlanabilir. Bu tür ağaçlar geliştirilirse ve Mars kutuplarının
geniş takkelerinde kök salmaları sağlansa, bunlar alanlarını genişleterek
kutup takkelerine koyu bir renk kazandırmak suretiyle güneş ışığı
emilmesine, buzları ısıtmasına ve Mars’ın uzun dönemlerdir tutuklu bulunan
atmosferinin serbest kalmasına yol açarlar.
.
Trilobit fosilleri. Sol üstte, yarım milyar öncesine ait ilk trilobitlerin
gözü yoktu Ortadaki ve alttaki fotoğraflarda, daha sonraki dönemlere ait,
daha çok gelişmiş ve güzlerini iyice koruyacak bir durum kazanmış trilobit
İn görülüyor.
Bu kavramın adına «Toprak Değişimi» diyoruz: Bilinmedik bir toprağın
insanlar için daha uygun bir duruma getirilmesidir. İnsanoğlu binlerce yıl
süren dönemler boyunca dünyanın bazı bölgelerine beyazlık kazandırma
yoluyla ve «sera etkisi» dediğimiz süreçle yerküremizin ısısını yalnızca bir
derece kadar değiştirmiştir. Oysa fosil yakıtları kullanımı ve ormanlarla
yeşillik örtüsünü mahvetmek suretiyle bir ya da iki yüz yıl gibi kısacık bir
zaman içinde yerküremizin ısısını bir derece daha değiştirebilecek duruma
geldik. Bu ve buna benzer yöntemlerle Mars toprağının önemli bir değişime
uğratılması için gereken zaman dilimi yüzler ve binlerce yıl arasında oynar.
Gelecekte çok ilerlemiş bir teknolojiye ulaştığımızda, Mars’ın yalnızca tüm
atmosferik basıncını artırıp sıvı su elde etme olanağına kavuştuktan başka,
eriyen kutup bölgelerinden daha sıcak ekvator bölgelerine doğru su da
taşıyabileceğiz. Böyle bir şey için mutlaka çok zaman ister. Fakat sonunda
kanallar yapacağız demektir.
Yüzeydeki ve yüzeyin alt tabakalarındaki buz büyük bir kanal
şebekesiyle taşınacak. Buysa henüz yüzyıl önce Pervical Lowell’in yanlış bir
biçimde ortaya koyduğu fikre uygunluk gösteriyor. Gerek Lowell, gerek
Wallace, Mars’ta yaşam olasılığı azlığının su darlığından ileri geldiğini
anlamışlardı. Eğer bir kanal şebekesi olsaydı, su yokluğu giderilebilir,
Mars’ta yaşam olasılığından söz edilebilirdi. Lowell’in Mars gezegenini
izleyişi, son derece zor görüş koşullan altında oldu. Diğerleriyse, örneğin
Schiaparelli gibi, kanallara benzer görüntülere rastlamışlardı. Lowell’in
Mars’a tutkunluğu başlamadan önce, bunlara Canali (Kanallar) adı verilmişti.
İnsanların duyguları galeyan halindeyken kendilerini aldatma eğiliminde
oldukları kanıtlanmış bir olgudur. Ve komşu bir gezegende insan yaşadığı
düşüncesinden daha çok insan zihnini galeyana getiren bir şey yoktur.
Lowell’in düşüncesinin gücü, bir önsezi olmasından ileri geliyor
olabilir. Onun sözünü ettiği kanal şebekesi Mars’lılar tarafından yapılmış
olabilir. Bu nokta da doğru bir kehanete dönüşebilir : Mars’ın toprağı
değişime uğrarsa, bu, sürekli yerleşim yerleri Mars olan ve bu gezegenle bir
yakınlıkları bulunan insanlar tarafından gerçekleştirilecek. Sözünü ettiğimiz
Marslılarsa bizlerden başkası olmayacaktır.
Bölüm VI
GEZGİNCİ ÖYKÜLERİ
Birçok dünya mı, yoksa tek bir dünya mı var acaba? Doğanın
incelenmesinde bundan daha soylu ve seçkin bir soru olamaz.
— Albertus Magnus, on üçüncü yüzyıl
Dünyanın ilk çağlarında, adalarda yaşayanlar kendilerini bu yeryüzünün
tek sakinleri sanırlarmış ya da başka yerlerde yaşayan bulunsa bile, geniş ve
derin denizlerin ayırdığı toprak parçaları arasında nasıl ilişki
kurabileceklerini bilemezlermiş. Fakat daha sonraki zamanlarda gemiler icat
etmişlerdir... Bakarsınız, Ay'a ulaşabilecek araçlar da icat edilebilir... Böyle
bir yolculuğu göze alacak bir Columbus ya da Drake yoktur bugün için. Ya
da havada uçacak bir Dedalus. Fakat hiç kuşkum yok ki, yeni gerçekler
yolunda bize hâlâ ebelik eden ve atalarımızın bilemediği birçok gerçeği bize
açıklayan zaman, şimdi bilmek istediğimiz ve bilemediğimiz birçok şeyi bize
öğretme lütfunu da gösterecektir.
— John Wilkins, The Discovery of a World in the Moone, (1638)
Bu sıkıcı yerküreden çıkıp yukarılardan aşağı bakarak, doğanın tüm
çabasını ve ince işçiliğini bu küçücük pislik noktası üzerinde mi harcadığını
düşünebiliriz. Böylece uzaktaki öteki ülkelere yolculuk eden gezginler gibi,
anayurdumuzda yerde neler olup bittiğini daha iyi bileceğiz ve evrendeki her
şeyin değerini daha iyi takdir edebileceğiz. Yerküremizden başka yerlerde
canlı varlıkların yaşadığını ve buraların da bizim gezegenimiz kadar özene
bezene yaratılmış yerler olduğunu görünce, dünyamıza ilişkin olarak
kullanılan «büyük» sözcüğüne daha az kapılacak, insanların çoğunun
tutkuyla bağlandıkları önemsiz konuları küçümseyebileceğiz— Christian
h'uygens, The Celestial World Discovered, (1690 dolaylarında)
İNSANOĞLUNUN UZAY OKYANUSLARINA YELKEN AÇTIĞI
BİR ÇAĞDA YAŞIYORUZ. Kepler’in gösterdiği gezegen yollarını izleyen
çağdaş uzay araçları, insansız olarak yolculuklarını sürdürüyor. Çok iyi bir
biçimde yapılmış bu yarıakıllı robotlar bilinmeyen dünyaları keşfe çıkıyorlar.
Dış güneş sistemine yolculuklar, Jet Propulsion Laboratory (JPL) adını
taşıyan California’nın Pasadena’daki NASA (Ulusal Havacılık ve Uzay
Dairesi) merkezinden yönetiliyorlar.
9 Temmuz 1979 günü Voyager 2 adındaki bir uzay aracı, Jüpiter
sistemiyle karşılaştı. Gezegenlerarası boşluklarda iki yıldır yolculuk
yapıyordu. Bu uzay gemisi parçalarından biri bozulursa, işlevi benzer başka
bir parça tarafından alınsın diye milyonlarca yedek parçadan oluşmuştur.
Ağırlığı 900 kilo; geniş bir oturma odasına sığabilir. Üstlendiği görev, onu
Güneş’in çok uzaklarına da alıp götüreceğinden, başka uzay araçlarının
faydalandığı Güneş enerjisinden yararlanamamakta. Voyager’in enerjisi
küçük bir nükleer enerji tesisince sağlanıyor. Çapı 3.7 metre olan geniş bir
anten aracılığıyla yerküreden radyo sinyalleriyle komut almakta ve
bulgularım radyo yoluyla yeryüzüne göndermekte. Jüpiter’den radyo
dalgalarıyla elektrik yüklü zerrecikleri ölçecek bilimsel aygıtlara sahip. Fakat
sahip olduğu aygıtlar arasında en yararlıları, dış güneş sistemindeki gezegen
adalarının binlerce resimlerini alanlar olmuştur.
Jüpiter’i görülmeyen, fakat tehlikeli biçimde yüksek enerji yüklü olan
parçacıklar kabuğu çevrelemektedir. Uzay gemisi Jüpiter’le yakın Ay’larını
incelemek ve Satürn’le daha ötedeki gezegenlere doğru yolculuğuna devam
etmek için sözünü ettiğimiz radyasyon kuşağının yanından geçmek
zorundaydı. Elektrik yüklü parçacıklar hassas yapılı aygıtları bozabilir ve
elektronik aygıtları kül edebilir. Jüpiter’i çevreleyen katı cisimli bir çemberin
bulunduğunu Voyager 1 saptamış ve Voyager 2’nin aşması gereken bu
çemberin varlığını dört ay önce haber vermişti. Küçük bir kaya parçasıyla
karşılaşmak, uzay aracının çılgınca sarsılmasına, anteninin yeryüzüyle
temasının bozulmasına ve verilerinin de sonsuza dek kaybına neden
olabilirdi. Bu «büyük karşılaşma»dan önce Voyager 2’nin yeryüzünden
yönetildiği merkezde gergin bir hava esiyordu. Zaman zaman alarm ve
olağanüstü durum anları yaşandı, fakat yeryüzündeki insanların aklıyla
uzaydaki robotun aklı birleşince facia önlendi.
20 Ağustos 1977 tarihinde fırlatılmış olan Voyager 2. Mars gezegeni
yörüngesinden yay gibi bir yol çizerek Asteroit Kuşağından geçip Jüpiter
sistemine yaklaştı, gezegeni ve sayısı on dört ya da o dolayda olan Ay’ı
geçerek yolculuğunu sürdürdü. Voyager uzay aracının Jüpiter’in yanından
geçmesi, ona hız kazandırdı. Aynı şekilde Satürn’ün çekim gücü, aracın
Uranus'e doğru hızla yol almasını sağlayacaktır. Voyager 2, Uranus'le
1986’nın Ocak ayı sonunda karşılaşacaktır. Uranus’ten sonra bir dalış daha
yaparak Neptün’le karşılaşıp onu da geçtikten sonra güneş sisteminden
sıyrılarak büyük yıldızlar okyanusunu sürekli dolaşma kaderine boyun
eğecektir.
Bu tür keşif yolculukları insanlık tarihini belirleyen uzun yolculuklar
dizisinin yeni bölümleridir. XV. ve
Voyager'terin uçuş planı:
Uranüsun yörüngesinden {yukarıda solda) geçen V · I
1986 Ocağında Uranus'den geçecek olan V · II
XVI. yüzyıllarda birkaç günde Ispanya’dan Azor Adalarına
gidebilirdiniz. Şimdiyse birkaç günde yerküremizle Ay arasındaki mesafe
alınabiliyor. O zamanlar Atlas Okyanusunu geçmek birkaç ay tutuyor ve
ancak bu süreden sonra Yeni Dünya adı verilen Amerika kıtasına varılıyordu.
Bugün iç güneş sistemi okyanusu birkaç ayda katedilebiliyor ve bizleri tam
anlamıyla bekleyen yeni dünyalar olan Mars ve Venüs gezegenlerine iniş
gerçekleşebiliyor. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Hollanda’dan Çin’e bir ya da
iki yıl da yolculuk yapabiliyordunuz. Bu süre şimdi Voyager’in
yerküremizden Jüpiter’e gitmek için harcadığı zamandır. Bugünkü uzay
araçlarının robotları insanların girişecekleri yolculukların öncüleridir.
XV. yüzyılla XVII. yüzyıl arasındaki dönem, tarihimizin büyük bir
dönüm noktasıdır. O tarihler, gezegenimizin her yanına gidebileceğimiz
düşüncesinin yerleştiği dönemdir. Yelkenlerini cesaretle şişiren tekneler beş,
altı Avrupa limanından demir alarak her okyanusu taramaya koyuldular. Bu
gezilerin birçok itici gücü vardı: İhtiras, para hırsı, ulusal şeref, dinsel
fanatizm, hapis cezasından affedilmek, bilimsel merak, serüven coşkusu ve
Enstremadura adı verilen İspanya ile Portekiz arasındaki kurak ve
verimsiz topraklarda hüküm süren işsizlikti. Bu yolculuklar kötülükler
getirdiği gibi iyilik de getirdi. Fakat somut sonucu, insanları birbirine
bağlamak, bölgeciliği azaltmak ve gezegenimizle kendimiz Hakkındaki
bilgilerimizi derinleştirmek oldu.
Yelkenli kayıklarla gerçekleştirilen keşifler dönemine, XVII. yüzyılın
devrimci Hollanda Cumhuriyeti simgelik etmektedir. Güçlü İspanya
İmparatorluğundan kurtulup bağımsızlığını ilan edince, Avrupa’nın Aydınlık
Çağının ürünleri en çok bu ülkede belirdi. Akla, düzene dayanan yaratıcı bir
toplum özelliğini taşıyordu. İspanya limanlarını Hollanda gemilerine kapalı
tuttuğundan, bu küçücük cumhuriyetin yaşaması gemi yapımına, tayfa
yetiştirmesine, ticareti geliştirmesine bağlıydı.
Hollanda hükümetiyle özel teşebbüsünün ortaklaşa kurduğu Hollanda ve
Doğu Hindistan Şirketi, dünyanın uzak köşelerine tekneler gönderir, eşine
ender rastlanan öteberiler getirip Avrupa'da kârla satardı. Bu yolculuklar
Hollanda Cumhuriyetî’nin yaşam kaynağıydı. Sefer yolları ve haritalar devlet
sırlan arasındaydı. Gemilerin sefere çıkması mühürlü zarflar içindeki
emirlere bağlı olurdu. Gezegenimizin her yeri birden Hollanda gemileri ve
gemicileriyle dolup taşmıştı. Kuzeyde Barents Deniziyle Avustralya’da
Tasmama, adlarını Hollandalı kaptanlarından almıştır. Bunlar yalnızca ticari
amaçlı seferler değildi. Gerçi ticari amacın rolü büyüktü ama bilimsel
serüven, yeni ülkelerin keşfi, yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni insanlar
bulmak, kısacası bilgi aşkı da ağır basıyordu.
Amsterdam Belediye Sarayı XVII. yüzyıl Hollanda'sının, kendine güven
duyan bir toplumun resmettiği portresi niteliğindedir. Bu sarayın inşası için
gemiler dolusu mermerler getirtilmişti. Yıldızlarla bezenmiş evrenin yükünü
omuzlarında taşıyan Atlas'ın heykeli bu binadadır. Yine bu bina salonlarında
Batı Afrika’dan Büyük Okyanusa kadar uzanan ülkeleri içeren bir harita
duvarları kaplar. O zamanlar dünya Hollanda'nın her yerine gemi gönderdiği
bir arenaydı.
At koşturur gibi denizlerde gemi koştururlardı. Dünyanın yarı çevresine
teknelerinin yayıldığı bir yılda, Hollanda gemilerinin bir bölümü Habeşistan
Denizi adını verdikleri Batı Afrika kıyılarına yönelirler, batı kıyılarını
izleyerek Afrika’nın güneyini geçerler, oradan Madagaskar Boğazını aşıp
Hindistan’ın güneyinden Baharat Adalarında soluğu alırlardı. Baharat
Adaları dedikleri bugünkü Endonezya. Sefere çıkan gemilerin bir bölümü de
Yeni Hollanda adını verdikleri bir diyara, bugünkü Avustralya’ya giderdi.
Teknelerden bazılarıysa Malakka Boğazını aşma cüretini gösterir ve
Filipinler’i geçerek Çin’e ulaşırlardı.
Hollanda o dönemden önce ve sonra hiçbir zaman öylesine bir «Dünya
Devleti» olmadı. Yeni fikirlere açık bir ülke olduğundan, Avrupa’nın başka
ülkelerinde baskı altındaki aydınların cenneti olmuştu. 1930’larda Nazi
egemenliğindeki Avrupa’dan aydınların kaçmasından ABD’nin yararlanması
gibi, Avrupa’nın öteki ülkelerindeki sansür ve baskıdan kaçan aydınlar
Hollanda’ya akın ediyordu. XVII. yüzyıl Hollanda’sı büyük Yahudi filozofu
Spinoza’nın sığındığı bir yer oldu. Spinoza, Einstein’in takdir ettiği
düşünürlerdendi. Matematik ve felsefe tarihi alanında büyük bir isim olan
Descartes için de aynı durum sözkonusu. Siyasi bilimci John Locke da
Hollanda’ya sığındı ve felsefeye yatkın devrimci düşünceleri olan Adams,
Franklin, Jefferson, Pain ve Hamilton gibi kişileri etkiledi. Hollanda bilim ve
sanat adamlarının akın ettiği bir ülkeye dönüştü. Büyük ustalar Rembrandt,
Vermeer ve Frans Hals bu dönemin sanatçılarıdır. Leeuwenhoek mikroskopu
icat etti. Willebrordo Snellius, ışığın kırınımı yasasını buldu.
Düşünce özgürlüğü geleneği kökleşen Hollanda’nın Leiden Üniversitesi,
yerküremizin Güneş’in çevresinde döndüğü görüşünü yadsımasını isteyen
Katolik Kilisesinin zulmünden kaçan
Galileo’ya (4) bir burs vererek profesörlük görevine devam etmesini
sağladı. Galileo, Hollanda’yla sıkı temas halindeydi. Onun ilk astronomik
teleskopu Hollanda yapısı bir dürbün dizaynından geliştirilmişti. Galileo
teleskop sayesinde güneşteki lekeleri, Venüs’ün evrelerini, Ay'ın kraterlerini
ve Jüpiter'in şimdi Galileo Uyduları adıyla bilinen dört büyük Ay’ını saptadı.
Galileo’nun kilise içi çalışmalarına ilişkin olarak verdiği bilgilere, 1615
yılında Hollanda Büyük Düşesi Christina’ya yazdığı mektupta rastlayabiliriz.
Bildiğimiz üzere, birkaç yıl önce göklerde çağımızdan önceki
dönemlerde bilinmeyen birçok şey bulup ortaya çıkardım. Bu buluşların
yeniliği ve akademik filozofların edindikleri fizik kavramlarıyla genellikle
çelişen sonuçları, küçümsenmeyecek sayıda profesörün bana karşı vaziyet
almasına yol açtı. Bu profesörlerin çoğu kilise adamlarıdır. Doğayı ve ona
ilişkin bilimsel yasaları tersyüz etmek için göğe bu cisimleri sanki ben kendi
ellerimle yerleştirmişim gibi bana kızıyorlar. Gerçeklerin gün ışığına çıkarak
birikim yaratmasının çeşitli sanat kollarındaki araştırmayı ve gelişmeyi
kamçıladığını unutuyor gözüküyorlar (5)
Keşiflere yönelmiş Hollanda’yla entelektüel ve kültürel merkez olan
Hollanda arasındaki bağ çok sıkıydı. Yelkenli gemilerin geliştirilmesi her tür
teknolojiyi teşvik etti. El sanatları gelişti. Buluşlar ödüllendirilmeye başlandı.
Teknolojik ilerleme bilgi edinmeye, bu da en geniş boyutlarda özgürlüğe
ihtiyaç gösterir. Bu nedenle Hollanda, Avrupa’da en çok kitap basılan ve
satılan bir ülke durumuna geldi. Başka ülkelerde yasaklanmış kitapların
çevirilerine izin verdi. Bilinmedik topraklar keşfetmek ve garip gelen yeni
toplumlarla karşılaşmak, kendi halinden memnun toplum yapısını sarstı ve
düşünürleri akıl diye belledikleri şeyleri yeniden gözden geçirmeye ve
gerçekleri sınamaya zorladı. Bu arada binlerce yıldır, örneğin coğrafya
konusunda, doğru olarak belledikleri bilgilerin yanlışlığını anladılar.
Dünyanın büyük bir bölümündeki ülkelere krallar ve imparatorlar
hükmederlerken, Hollanda Cumhuriyeti halk tarafından yönetilen ülke
kategorisinde sayılmayı en çok hak etmiş bir toplumdu. Özgürlük ve düşün
hayatının teşvik görmesi, maddi refah, yeni dünyaların keşfi ve bunlardan
yararlanılması, toplumsal serüven coşkusu yarattı.
İtalya’da Galileo başka dünyaların varlığını açıklamış, Bruno da başka
hayat şekillerinin varlığı üzerinde durmuştu. Bu düşüncelerinden ötürü
Galileo ve Bruno İtalya’da işkence görürken, Hollanda’da her iki görüşü
paylaşan astronom Christiaan Huygens ödüllerle donatılıyordu. Christiaan
Huygens, «Dünya benim ülkem ve dinim de bilimdir,» diyordu.
Çağı işleyen büyük motif ışıktı: Düşünce ve vicdan özgürlüğünün
simgesi ışık; coğrafi keşiflerin simgesi ışık; özellikle Vermeer’inkiler olmak
üzere o dönemin tablolarını aydınlığa boğan ışık; bilimsel araştırmanın
konusu olarak ışık; Snell’in kırınım yasalarıyla Leeuwenhoek’in
mikroskobundaki ışık ve Huygens’in ışığın dalgalardan oluştuğu
kuramındaki ışık (6). Bunlar hep birbirine bağlantılı etkinliklerdi ve bu
faaliyetlere girişenler birbirleriyle serbestçe temasa geçiyorlardı. Vermeer’in
tablolarındaki iç dekorasyonlar denizcilik aygıtları ve duvar haritalarıyla
doludur. Mikroskoplar konuk odalarının ilgi çeken köşelerini oluşturuyordu.
Leeuwenhoek ise Vermeer malikanesi yöneticilerindendi ve Huygens’i
Hofwijck’dcki evinde sık sık ziyarete giderdi.
Leeuwenhoek’in mikroskopu, manifaturacıların kumaş kalitesini
saptamak için kullandıkları büyütecin geliştirilmesinden doğmuştur.
Mikroskop sayesinde Leeuwenhoek bir kaşık suda bir evren keşfetti,
mikropları buldu. İlk mikroskopların yapılmasına Huygens de yardım etti ve
bu aygıtla epey yeni şey buldu Leeuwenhoek ve Huygens insan sperm
hücrelerini dünyada gören ilk kişiler olmuşlardır. İnsanoğlunun üreyip
çoğalışım anlamak için bu spermleri görmek şarttı. Mikro organizmaların
kaynatılmak suretiyle önceden sterilize edilmiş suda yavaş yavaş üreyiş
nedenlerini havada yüzecek kadar küçük oluşlarına ve sudan kaçışlarına
bağlayarak açıkladı. Böylece kendi kendine üreme kavramına yeni bir görüş
getirdi ve üzüm suyunun mayalanmasıyla etin çürümesi sırasında üremenin
olabileceğine işaret etmiş oldu. Huygens’in işaret ettiği doğrunun
kanıtlanması için iki yüzyıl geçti ve Pasteur’ün buluşu beklendi. Mars
gezegeninde hayat olup olmadığını araştıran Viking projesinin kaynakları,
Peeuwenhoek ile Huygens’te aranabilir.
XVII. yüzyıl Hollanda’sında geliştirilen mikroskop ve teleskop,
insanoğlunun merakının çok küçük ve çok büyük alanlara uzanma isteğini
yansıtmaktadır. Bizlerin atomları ve galaksileri izleyişimizin tohumlan o
tarihlerde atılmıştı. Astronomi çalışmaları için yapılan merceklere karşı ilgi
duyan Huygens beş metre uzunluğunda bir merceği kendisi imal etti.
Teleskopla yaptığı keşifler bile Huygens’in bilim tarihine geçmesi için
yeterlidir. Eratostenes’in izinden giderek başka bir gezegen boyutlarını ölçen
ilk bilgindir Huygens. Venüs gezegeninin tümüyle bulutlarla çevrili olduğu
görüşünü ilk ortaya atan odur. Mars gezegeninin yüzey biçimini ilk
göstermeye çalışan yine Huygens’tır. Mars’ın dönerken gösterdiği kayboluş
ve yeniden ortaya çıkış özelliklerini izleyen Huygens, Mars’ta bir günün,
yerküremizdeki gibi yaklaşık yirmi dört saat olduğunu ilk kez saptamıştır.
Satürn’ün halkalarla çevrili olduğunu ve bu çemberlerin gezegene hiç
değmediğini yine ilk olarak Huygens söylemiştir (7). Satürn gezegeninin en
büyük Ay’ı olan Titan’ı keşfeden de odur. Titan güneş sistemindeki en
büyük Ay’dır; son derece ilginç ve incelenmesine umut bağlanabilecek bir
dünya görünümündedir. Huygens bu keşiflerinin çoğunu yirmi
yaşlarındayken yaptı. Astrolojinin de anlamsız bir şey olduğunu vurgulardı.
Huygens’in daha başka başarılı çalışmaları da var. Deniz, yolculuğunda
boylam saptamak sorunu zor bir işti. Enlem, yıldızlar sayesinde kolaylıkla
bilinebiliyordu; güneye gidildikçe güneydeki yıldız kümelerini görebilirsiniz.
Fakat boylamın saptanması tam olarak zamanın bilinmesini gerektirir.
Gemideki hassas bir saat, terkettiğiniz limandaki saati size bildirebilir.
Güneş’in doğuşuyla batışı ve yıldızlarsa geminizin bulunduğu yerel saati
verir. İkisi arasındaki fark boylamın saptanmasını sağlar. Huygens sarkaçlı
saati icat etti. Bunun prensibi Galileo tarafından daha önce bulunmuştu.
Denizcilikte kullanılan saatlerde gelişme sağlayıcı çalışmalar yaparken,
Huygens bugün bile bazı saatlerde kullanılan sarmal dengeli yayı buldu.
Santrifüj gücün hesaplanışı gibi mekaniğe ilişkin buluşları da vardır. Zar
oyunlarına dayanarak olasılıklar kuramını ortaya attı. Sonradan maden
sanayiinde devrim yaratacak hava pompasını icat etti. Slayd projektörünün
habercisi «Sihirbaz Kutusunu buldu. Başka bir makinenin daha, buhar
makinesinin gelişimini etkileyen «Barut Makinesi»ni de icat etti.
Huygens yerkürenin Güneş çevresinde hareket eden bir gezegen olduğu
yolundaki Kopernik’in görüşünün Hollanda’da halk arasında bile kabul
edilmiş bir görüş olmasından ötürü zevk duyan bir bilimadamıydı.
Kopernik’in tüm astronomlarca kabul edildiğini, «Ancak kafası yavaş
çalışanlarla batıl inançların etkisinde olanlar tarafından reddedildiğini»
söylerdi. Ortaçağın Hıristiyan filozofları, gök cennetinin her gün bir kez
yeryüzü çevresinde dönmesinden esinlenerek bunun sonsuz olamayacağı
görüşünü tutturur, tartışırlardı. Bu görüşün etkisiyle sayısız halta çok sayıda
bile (ve hatta varolandan başka) dünya olamayacağını savunurlardı. Göğün
değil de yerkürenin döndüğünün keşfi, yeryüzünün tek dünya oluşturduğu
kavramını tehlikeye atıyor ve başka dünyalarda da hayat bulunabileceği
olasılığına yol açıyordu. Bunun önemli sonuçlan sözkonusuydu. Kopernik
yalnızca güneş sisteminin değil tüm evrenin Güneş’in çevresinde döndüğünü,
başka bir deyişle helyosantrik olduğunu söylüyor. Kepler de yıldızların
gezegen sistemlerine sahip olduklarını reddediyordu. Çok sayıda, daha
doğrusu sayısız başka dünyaların başka güneşler çevresindeki yörüngelerinde
döndüğü görüşünü ilk kez açıklığa kavuşturan kişinin Giordano Bruno
olduğu sanılmaktadır. Bazılarına göreyse, dünya sayısının çokluğu görüşü,
Kopernik’le Kepler'in fikirlerinden filizlenmiştir. XVII. yüzyılın başlarında
Robert Merton, helyosantrik varsayımının daha birçok gezegen sistemi
içermesi gerektiğini ve bu yönde öne sürülen fikirlerin «anlamsızdan hareket
ederek anlam çıkarmak» olduğunu belirtiyordu. Bir zamanlar karşısındakinin
dilini yutmasına neden olabilen bir savla Robert Merton şöyle diyordu :
Kopernik oğlu Kopernik canavarının dediği gibi, gök kıyaslanamaz bir
büyüklükte... Yıldızlar sayısız ve enginlik sonsuzsa, gökte gördüğümüz
sayısız yıldızların güneşler olduklarını, bunların da değişmez merkezleri
bulunduğunu neden kabul etmeyelim? Güneş’in çevresinde dolaşan gezegeni
bulunması gibi, onların da benzer biçimde kendilerine bağlı gezegenleri
bulunduğunu düşünebiliriz... Bunun sonucu olarak ta sonsuz sayıda
yaşanabilir dünya bulunduğu sonucunu çıkarabiliriz. Böyle düşünmemize
engel nedir?..
Kepler’in ve ötekilerinin söylediği gibi, yeryüzü dönüyorsa, yukarıda
dile getirdiğim daha nice küstahça çelişkiyi ortaya dökebiliriz.
Fakat yerküremiz dönüyor. Merton eğer bugün yaşasaydı, sayısız ve
yaşanabilir dünyaların varlığını kabul etmek zorunda kalacaktı. Huygens bu
zorunluğu o zaman duydu ve hiçbir zaman fikrinden caymadı: Uzay
okyanusundaki yıldızlar da birer güneştiler. Bizim güneş sistemiyle
kıyaslayarak, Huygens o yıldızların da kendilerine ait gezegen sistemleri
bulunması gerektiği ve bu gezegenlerden birçoğunda canlı yaşıyor
olabileceği görüşünü öne sürüyordu. «Gezegenlerde yalnızca engin çöllerin
bulunduğunu kabul eder ve buraları Kutsal Mimara daha çok yakınlık duyan
tüm canlılardan yoksun kılarsak, güzellik ve soyluluk açısından tüm
gezegenleri yerküreden aşağı saymış oluruz ki, bu da mantığa uygun
düşmez.»
Bu fikirler olağanüstü bir kitapta ve zafer habercisi bir başlık altında
toplanmıştı: Göklerde Keşfedilen Dünyalar : Gezegenlerdeki Bu Dünyalarda
Yaşayan İnsanlar, Bitkiler ve Ürünlere İlişkin Düşünceler. 1690 yılında
Huygens’in ölümünden kısa bir süre önce derlenen bu kitap, Rus Çarı Büyük
Petro dahil birçok kişi tarafından hayranlıkla karşılandı. Petro, Rusya’da Batı
bilimine ait ilk kitap olarak bastırdı.
Huygens’in gözlemlerine dayanarak çıkardığı sonuçlar çağdaş kozmik
perspektife benzerlikler gösteriyor.
Evrenin müthiş enginliğinin ne güzel ve şaşırtıcı bir şeması karşısında
bulmaktayız kendimizi... Bunca güneşler, bunca yerküreler... ve bunların her
biri de otlar, ağaçlar, hayvanlar dolu ve nice denizler ve dağlarla süslü!..
Yıldızların çokluğu ve birbirleri arasındaki büyük uzaklığı düşününce,
hayranlığımız ne kadar daha çok artıyor?
Voyager uzay aracı, o günkü keşif yolculuklarına çıkan yelkenli
gemilerin ve Christiaan Huygens’in bilimsel ve tasarımcı geleneğinin
uzantılarıdır. Voyager uzay araçları, yıldızlara doğru yol alan gemilerdir ve
yolları üzerindeki Huygens’in iyi bildiği ve sevdiği dünyaları
keşfetmektedirler.
Yüzyıllar öncesinin yolculuklarından dönerken getirilen önemli
şeylerden biri Gezi Öyküleri’dir. Bunlar, yabancı ülkelere ve hayranlığımızı
uyandıran, yeni keşifleri kamçılayan, daha önce hiç görülmemiş (egzotik)
yaratıklara ait hikâyelerdir. Bu hikâyelerde göğe değen dağlar; ejderha ve
deniz canavarları; günlük yiyecekler için altından yapılmış kap kacak; acayip
yapılı hayvanlar; Protestanlar, Katolikler, Museviler ve Müslümanlar
arasındaki kavgaların anlamsızlığı; ağızları göğüslerinde bulunan insanlar;
ağaçlarda yetişen keçiler vardır. Bu hikâyelerden bazıları doğrudur, bazıları
da uydurmadır. Kimisinde bir dirhem gerçek bulunur, kimisi de keşfe
çıkanlar ya da onların anlattıkları tarafından abartılmış ya da yanlış
yorumlanmışlardır. Bu öyküler Voltaire’in ya da Jonathan Swift’in elinde,
Avrupa toplumu için yeni bakış açıları getirmiş ve kabuğuna çekilmiş bu
topluma yeniden düşünme malzemesi sağlamışlardır.
Voyager 2 uzay aracı, hiçbir zaman yeryüzüne dönmeyecek. Fakat
bilimsel bulguları, yaptığı destansı keşifleri, yolculuk anıları gelmekte.
Örneğin, 9 Temmuz 1979 tarihini ele alalım. Büyük Okyanustaki yerel saatle
8.04’de yeni bir dünyanın ilk resimleri yeryüzüne geliyor. Bu yeni dünyaya
Avrupa adını veriyoruz dünyamızdakinden esinlenerek.
Dış güneş sisteminden yeryüzüne resim nasıl geliyor? Jüpiter
çevresindeki yörüngesinde donen Avrupa üzerinde güneş ışığı parıldıyor. Bu
ışık uzaya yansıyor. Uzaya yansıyan ışığın bir bölümü Voyager televizyon
kamerasındaki fosfora çarpıyor ve bir görüntü yaratıyor. Voyager’deki
bilgisayarlar görüntüyü okuyorlar, yarım milyar kilometre uzaklıktaki
yeryüzünde yerleştirilmiş bir radyo teleskopa radyo sinyalleri veriyorlar. Bu
radyo teleskoplardan biri Ispanya’da, biri Güney California’daki Mojave
Çölünde, üçüncüsü de Avustralya’da.
Voyager’lerin çıktığı yolculuklarda insan bulunsa, kaptanın seyir
defterinde şunlar yazılı olacak:
1. Gün : Gezegenlere ve yıldızlara doğru Cape Canaveral’dan
havalandık.
2. Gün : Aracın bilimsel gözetleme platformunda bir bozukluk var.
Bozukluğu gideremezsek çekmemiz gereken fotoğraflardan çoğu ve bilimsel
veriler kayba uğrayacak.
13. Gün : Geriye doğru bakarak şimdiye dek birlikte fotoğrafları
çekilmemiş yeryüzüyle Ay’ın uzayda birarada ve birbirinden ayrı dünyalar
olarak fotoğraflarını çektik. Uzayda güzel bir çift oluşturuyorlar.
170. Gün : Olağan ev ve temizlik işlerine baktık. Olaysız birkaç ay
geçti.
185. Gün: Jüpiter’in resimlerini çektik. Bunlar ayar fotoğraflarıydı.
207. Gün: Radyo vericisinde bir bozukluk var. Vericiyi onarıyoruz.
Düzeltemezsek, yeryüzünde bizden bir daha hiç haber alamayacaksınız.
215. Gün: Mars’ın yörüngesini geçiyoruz. Gezegenin kendisi Güneş’in
öte yanına düşüyor.
295. Gün: Asteroit Kuşağı’na giriyoruz. Genişçe ve düzensiz kaya
parçaları var. Çarpışmayı önlemeye çalışacağız. 475. Gün: Belli başlı
Asteroit Kuşağı’ndan sıyrıldık. Herhangi bir çarpışmaya kurban
gitmediğimize sevinçliyiz.
570. Gün: Jüpiter gökte giderek daha belirginleşiyor. Yeryüzündeki en
büyük teleskopların sağlayamadığı ayrıntıları saptayarak görüntülerini
alabileceğiz.
615. Gün : Jüpiter’in değişken bulutları önümüzde fır dönerek bizi
hipnotize edecek derecede şaşkınlığa uğrattı. Gezegen çok kocaman bir şey.
Öteki tüm gezegenler biraraya getirilse, Jüpiter onların tümünden iki kat
daha büyük bir kütleye sahip. Dağ diye bir şey yok. Ova, Volkan ve akarsu
yok. Toprakla hava arasında sınır diye bir çizgide yok.
Yoğun gaz okyanusuyla yüzen bulutlardan oluşuyor her yeri. Yüzeyi
bulunmayan bir dünya. Jüpiter üzerinde gördüğümüz her şey göklerinde
dalgalanıyor.
630. Gün : Jüpiter’in havası çok ilgimizi çekti. Bu masif dünya ekseni
etrafında on saatten az bir zamanda dönüyor. 640. Gün : Bulut biçimleri
birbirinden farklı ve çok güzel. Van Gogh'un «Yıldızlı Gece» tablosunu
andırıyor. Ya da William Blake’in yapıtlarını. Fakat hiçbir sanatçı böylesi bir
tablo henüz çizmemiştir, çünkü hiçbiri henüz gezegenimizden dışarı ayağını
atmamıştır. Yerküre üzerindeki hiçbir sanatçı böylesine acayip ve güzel bir
dünya düşleyememiştir.
Jüpiter’in rengârenk kuşak ve çizgilerini yakından izliyoruz. Beyaz
çizgiler yüksek bulutlar olabilir, belki de amonyak kristalleridir.
Kahverengine çalan kuşaklar daha aşağıda ve daha sıcak bölgeler olabilir.
Mavi bölgelerse bulut örtüleri arasında açık bir gök parçası görebildiğimiz
deliklerdir. Jüpiter’in kırmızıya bakan kahverenginin nedenini bilemiyoruz.
Belki de fosforun ya da sülfürün kimyasal yapısındandır. Belki de Güneş’ten
gelen morötesi ışık Jüpiter atmosferindeki metanı, amonyağı ve suyu
ayrıştırarak açık renkte karmaşık organik moleküllerin oluşumuna, sonra da
bu moleküllerin yeniden biraraya gelmesine yol açıyor. Bu takdirde,
Jüpiter'in renkleri dört milyar yıl önce yeryüzünde hayatın başlangıcına yol
açan kimyasal olgulardan söz ediyor demektir.
647. Gün: Büyük Kırmızı Nokta. Büyük bir gaz sütunu yükseliyor.
Yanındaki bulutların boyuna erişiyor. O kadar büyük bir sütun ki, içine 6
tane yerküre sığar. Kırmızı oluşunun nedeni, belki de çok derinde oluşmuş ya
da yoğunlaşmış karmaşık molekülleri yüzeye çıkarmasındandır. Bir milyon
yıllık bir büyük fırtına sistemi olabilir.
50. Gün : Muhteşem karşılaşma. Önümüzde müthiş güzellikler
sergileniyor. Jüpiter’in azılı radyasyon kuşaklarını ve Voyager I ve ll'nin
Jüpiter'in aylarını incelemesi 5 Mayıs 9 Haziran 1979 yalnızca tek bir aygıtın
bozulmasıyla aşabildik. Jüpiter’in yeni keşfettiğimiz halkalarının
parçacıklarıyla çarpışmadan bunları aştık. Radyasyon kuşağının göbeğinde
bulunan küçük, kırmızı bir dünya olan Amalthea’yı, çok renkli Io’yu
Avrupa’daki çizgili işaretleri, Ganyemede’nin örümcek ağını anımsatan
güzel şekilleri geçtikten sonra, Callisto'nun çok halkalı havzasını aştık.
Jüpiter gezegenin bilinen Ay’larından en dıştakini de aşıp dışa doğru
açılıyoruz.
662. Gün : Alan detöktörlerimizle küçük parça detektörlerimiz Jüpiter
radyasyon kuşağından ayrıldığımızı gösteriyor. Gezegenin çekim gücü
hızımızı artırdı. Sonunda Jüpiter’den sıyrıldık ve uzay okyanusuna doğru
açılıyoruz.
874. Gün: Bundan sonraki uğrağımıza iki yıl sonra varacağız: Satürn
sistemi.
Voyager tarafından gönderilen gezi öyküleri arasında en çok hoşuma
giden Galileo uydularından biri olan Io'dan gelenidir. Voyager gitmeden
önce de Io’da garip bir şeyler olduğunu biliyorduk. Yüzeyinde bazı değişik
ve ilginç şekiller görülüyordu. Rengi de çok kırmızıydı. Mars kırmızısından
daha da kırmızı.
Voyager bu kocaman Ay’a yaklaştığında, güneş sistemindeki başka bir
yerde rastlanmadık biçimde değişik renkler taşıyan bir yüzeyle karşılaştı. Io,
Asteroit Kuşağı’na yakın bir yerdedir. Tarihi boyunca düşen kaya
parçalarıyla yumruklanmış olmalı. Kraterler açılmış olması gerekir. Fakat
krater gözükmüyordu. Açılan kraterleri silebilen oldukça etkili bir süreç
sözkonusu olmalı. Atmosferin etkisi olamaz bu, çünkü Io’nun güçsüz olan
çekimi nedeniyle atmosferin büyük bir bölümü uzaya kaymıştı. Akarsudan
ötürü olamaz, çünkü Io’nun yüzeyi çok soğuk. Volkan ağzına benzeyen
yerler vardı. Fakat emin değildik. Voyager’ın yoluna devam etmesini
sağlamaktan sorumlu ekip üyelerinden Linda Morabito, lo’nun arka
planındaki yıldızları görebilmek amacıyla bilgisayardan To’nun bir uç
bölgesinin görüntüsünü vermesini istemişti. Uydunun yüzeyindeki karardıkta
dik duran bir tüy sorguç görür gibi oldu. Şaşırdı. Sonra birden karar verdi ki,
tüy sorguç, varolabileceğinden kuşkulandığı bir volkandı. Voyager,
yerküremizin dışındaki ilk faal volkanı keşfetmişti. Şu anda Io’da gaz ve
parçalar kusan dokuz büyük volkan ve yüzlerce de belki binlerce sönmüş
volkan bulunduğunu biliyoruz. Volkanik dağların yanlarından akan
püskürtülmüş döküntüler kraterleri örtmeye yetmektedir. Gezegenlerdeki
görüntülerden yepyenisiyle karşı karşıya bulanmaktayız. Galileo ve Huygens
bayılırlardı bu görüntülere.
Io'daki volkanların keşfedilmesinden önce, bunların varlığı Stanton
Peale ve arkadaşları tarafından haber verilmişti. Io’da güldüğümüz renklerin
şekilleri, volkan ağzından çıkan erimiş sülfür nehirlerinin alabileceği renk
şekillerine benziyor. Io’nun yüzeyi birkaç ay içinde bile değişikliğe uğruyor.
Yeryüzünde düzenli aralıklarla hava raporları yayınlanması gibi, Io’ya ait
haritaların düzenli aralıklarla hazırlanması gerekmektedir.
Yoğunluğu pek az olan Io atmosferinde Voyager genellikle sülfür di
oksit bulgusuna vardı. Bunun bir yararı olabilir: İyice içine düştüğü Jüpiter
radyasyon kuşağının elektrik yüklü parçacıklarından yüzeyini koruyor.
Io’nun büyük volkanik sorguçları, Jüpiter’in çevresindeki uzaya
atomlarını doğrudan sokabilecek kadar yüksek. Io’dan çıkan gazlı maddenin,
birçok çarpışma ve yoğunlaşma süreci sonunda Jüpiter’in çevresindeki
kırmızı halkaların sorumlusu olması da sözkonusudur.
İnsanın Jüpiter’ce yaşayabileceğini düşünmek zordur. Bununla birlikte
atmosferinde sürekli olarak dolanacak büyük balonlu kentler kurulması uzak
bir geleceğin düşüncesi olabilir. Jüpiter’in Ay’larını keşfetmek isteyenler için
Jüpiter gezegeni bir tahrik noktası olmaya devam edecektir.
Güneş sistemi, yıldızlararası gaz ve tozun yoğunlaşmasından oluşurken,
Jüpiter, yıldızlararası uzaya püskürmeyen ve güneşi oluşturmak üzere içe
doğru düşmeyen maddenin büyük bir bölümünü kendine çekmiştir. Jüpiterin
kütlesi otuz, kırk misli olsaydı, içindeki madde de termonükleer tepkiler
geçireceğinden, bu gezegen kendi ışığıyla parıldamaya başlardı.
Gezegenlerin en büyüğü, yıldız olmayı başaramayan bir kütledir. Böyle
olmasına karşın, iç ısısı Güneş’ten aldığı enerjinin iki katım verebilecek
kadar yüksektir. Tayfın kızıl ötesi bölümüyle değerlendirilince, Jüpiter’i bir
yıldız saymak bile doğru olur. Gözle görülebilen bir yıldıza dönüşseydi, çifte
yıldız sistemli, gökte iki güneşli bir dünyada yaşayacaktık. Ve geceler
dünyamıza daha ender olarak inecekti. Samanyolu boyunca sayısız güneş
sistemlerinde olduğu gibi.
Jüpiter bulutlarının alt bölümlerindeki atmosfer tabakalarının ağırlığı,
yer küremizdekinden çok daha yüksek basınç yapar. Bu basınç öylesine
büyüktür ki, hidrojen atomlarından elektronları sıkıştırıp çıkarır ve sıvı
metallik hidrojen maddesi oluşturur. Yeryüzü laboratuarlarında elde
edilmemiş bir fiziksel , sonuçtur bu. Çünkü yerküremizde böylesine yüksek
basınç sağlanmamıştır. (Metallik hidrojenin orta dereceli ısıda süperiletken
işlevi yapabileceği umut ediliyor. Yeryüzünde üretilebilirse elektronik
alanında bir devrim yaratabilir.) Yerküremizdeki | atmosfer basıncından üç
milyon kez fazla basınç bulunan Jüpiter’in iç katmanlarında, metallik
hidrojen okyanusundan başka bir şey yoktur. Bu arada Jüpiter’in en iç
bölmelerinde kaya ve demir kütlesi bulunabilir. Basınç mengenesi içinde
yeryüzü i benzeri bir dünya, bu en büyük gezegenin ortasında sonsuza dek
gizli kalabilir.
Jüpiter’in içerlerindeki sıvı maddenin taşıdığı elektrik akımları,
gezegenin muazzam manyetik alanının kaynağını oluşturuyor olabilir. Güneş
sisteminin en güçlü manyetik alanı bu gezegendedir. Gezegenin radyasyon
kuşağı ise elektron ve proton kapanı oluşturur. Elektrik yüklü bu zerrecikleri,
Güneş’in saldığı güneş rüzgârları taşırlar. Jüpiter’in manyetik alanı bunları
yakalayıp hızlandırır.
Io, Jüpiter’e öylesine yakın bir yörüngede döner ki, sözkonusu yoğun
radyasyonun göbeğinden geçer. Geçerken elektrik yüklü parçalar çavlanı
yaratır, bunlar da radyo enerjisi patlamaları doğurur. Jüpiter’in radyo enerjisi
patlamalarının ne zamanlar olacağı, yerküremiz için hava tahminlerinden
daha büyük bir kesinlikle haber verilebilir.
Jüpiter’in radyo dalgaları yayınlayan bir merkez olduğu, 1950’lerin
başlarında radyoastronominin yeni icat edildiği günlerde bir rastlantı sonucu
bulunmuştu. İki genç Amerikalı olan Bernard Burke ve Kenneth Franklin,
yeni yapılmış ve o günler için epey duyarlı radyoteleskopla gökleri kolaçan
ediyorlardı radyo sinyali alabilecek miyiz diye. Güneş sisteminin dışındaki
kozmik alanda radyo dalgaları kaynağı aramaktaydılar. Önceden bilinmeyen
bir kaynaktan radyo dalgaları gelince şaşırdılar. Çünkü bunun kaynağı, bir
yıldızdan, nebuladan ya da galaksiden değil gibiydi. İşin garibi, çok
uzaklardaki cisimlere oranla epey hızla hareket eden bir cisimden geliyordu
radyo dalgaları. Uzak Kozmos alanlarına ait haritalarına bakıp bu radyo
kaynağına ilişkin bir açıklama yapamadıkları sıralarda bir gün, rasathaneden
çıkıp göğe çıplak gözle baktılar. Sağlarında olağanüstü parlaklıkta bir cisim
görmeleri onları şaşırttı. Şakayla karışık bir sevinç içinde radyo dalgaları
yayınlayan cismin Jüpiter olduğunu gördüler. Laf aramızda, bu tür raslantısal
bulgular, bilime yabancı bir olgu değildir.
Jüpiter’den daha küçük bir gezegen olmasına karşılık, Satürn yapı
bakımından ve birçok yönüyle Jüpiter’e benzemektedir. Her on saatte bir
kendi ekseni etrafında dönen Satürn ekvator bölgesinde renkli çizgi kuşaklan
sergiler. Bu renkli kuşaklar Jüpiter’inki kadar belirgin değildir. Jüpiter’den
daha zayıf bir manyetik alanı ve radyasyon kuşağına sahiptir. Satürn’ü
çevreleyen halkaların görünümü, Jüpiter’inkinden çok daha etkileyicidir.
Sayısı onu aşan uyduyla da çevrelenmiştir.
Satürn’ün Ay’larından en ilginci olarak Titan gözümüze çarpıyor. Titan
güneş sistemindeki en büyük ve hatırı sayılır derecede atmosferi olan tek
Ay’dır. 1980 yılı Kasımında Voyager 1 Titan’la karşılaşmadan önce Titan
hakkındaki bilgimiz az ve düzensizdi. Varlığı kuşkuya yol açmayan tek gaz
türü metan gazıydı (CH4) ve G.P. Kupier tarafından saptanmıştı. Güneşin
morötesi ışığı metan gazını daha karmaşık hidrokarbon moleküllerine ve
hidrojen gazına dönüştürmekte. Hidrokarbonlar Titan’ın yüzeyini koyu renk
ve katransı bir organik balçık olarak kaplıyor. Bu, yeryüzündeki hayatın
başlangıcına ilişkin olarak düzenlenen deneyde yaratılan balçığa benziyor
olmalı. Titan’ın çekim gücü az olduğundan, hafif hidrojen gazı «kaçış
darbesi» olarak nitelenen şiddetli bir süreçle çabucak uzaya kaçıyor ve
beraberinde metanla atmosferin öteki yapısal maddelerini gütürüyordur.
Fakat Titan’nı atmosfer basıncı en azından Mars gezegenin atmosfer basıncı
kadar büyüktür. Bu nedenle «kaçış darbesi» pek gerçekleşmiyor galiba. Belki
de henüz keşfedilmeyen öyle atmosferik yapısal bir madde vardır ki. örneğin
nitrojen, bu madde atmosferin ortalama molekül ağırlığını artırarak darbeli
kaçışı önlüyordur. Ya da darbeli kaçış oluyor, ama uzaya kaçan gazların
yerini gezegenin içinden gelen başka gazlar alıyor. Titan’ın kütle yoğunluğu
o kadar düşüktür ki, çok miktarda su ve buz bulunmalıdır. Bu arada metan da
vardır. İç ısıdan ötürü yüzeye bunların ne oranda salıverildiği
bilinmemektedir.
Titan’a teleskopla baktığımızda, zar zor fark edilen bir kırmızı disk
görebiliyoruz. Bazı gözlemciler o diskin yukarı bölümlerinde beyaz bulutlar
gördüklerini bildirmişlerdir. Bunlar, büyük bir olasılıkla, metan kristalleri
bulutlarıdır. Peki ama kırmızı rengi veren nedir? Titan inceleyicileri, bunun
nedenini karmaşık organik moleküllere bağlamaktadırlar. Titan’ın yüzey ısısı
ve atmosferik yoğunluğu halen tartışma konusudur. Atmosferde oluşan sera
tipi bir etkiden ötürü yüzeyinde ısının arttığı belirtileri var. Yüzeyinde ve
atmosferinde bolca organik molekül varlığıyla Titan, güneş sisteminin
ikamet edilebilir tek ve ilginç bir yeridir. Keşif amacıyla girişilen daha
önceki yolculuklar tarihi, Voyageı’in ve başka uzay araçlarının girişecekleri
keşif uçuşları, bu yer Hakkındaki bilgilerimize devrim sayılacak bilgiler
kalacaktır.
Titan’m bulut aralığından Satürn’ü ve halkalarını görebilirsiniz. Aradaki
atmosferin etkisiyle açık sarı renktedir halkalar. Satürn sistemi, yerküremizin
Güneş’e mesafesinden on kat daha uzak olduğundan, Titan’a ulaşan güneş
ışığı bizim alışkın olduğumuzun yüzde 1’i yoğunluğundadır. Isı dereceleri de
atmosferin sera tipi bir etki göstermesine karşın, suyun donma derecesinin
çok altında olmalıdır. Fakat organik madde bolluğu, güneş ışığı ve belki de
volkanik bölgeleriyle Titan’da (8) hayat olasılığı pek de yabana atılamaz.
Böylesine değişik bir ortamda, hayat da doğal olarak yeryüzündekinden
farklı olacaktır. Titan’da hayat var ya da yoktur, şeklinde kesin yanıtlar
verebilecek kanıtlara sahip değiliz. Fakat bir olasılık sözkonusudur. Titan’ın
yüzeyine, içinde aygıtlar bulunan uzay araçları indirmedikçe, bu sorunun
yanıtını kesin olarak veremeyiz.
Satürn’ün halkalarını oluşturan madde parçacıklarını incelemek için
onların yakınına gidebilmemiz gerekir. Bunlar kartopu buz küpleri ve çapı
bir metreyi aşamayan cüce buzullardır. Bunların sudan yapılmış buz
özellikleri taşıdığını biliyoruz, çünkü halkalardan yansıyan güneş ışığının
tayftaki özellikleri, laboratuarda ölçümleri yapılan buzunkine benzemektedir.
Bir uzay aracıyla bu buz parçalarının yakınına gidebilmek için süratimizi
keserek onların Satürn çevresinde dönüş hızları olan saatte 45.000 mil
(yaklaşık 62.000 km.) yapmalıyız ki, beraberlerinde dolaşabilelim. Başka bir
deyişle, o buz parçalarının Satürn çevresindeki dönüş hızlarına ayak
uydurarak biz de Satürn çevresinde yörüngede dolanmalıyız. Ancak o
takdirde ne olduklarını tam olarak anlayabiliriz.
Satürn’ün çevresinde çember sistemi yerine neden tek ve büyük bir
uydu yok? Halkayı oluşturan madde parçası, Satürn’e yakın bulunduğu
oranda yörüngede dönme hızı artacaktır; içteki parçacıklar dıştaki
parçacıklardan daha hızlı dönmektedirler. Her ne kadar komple grup olarak
parçacıklar gezegenin çevresini saniyede 20 km. hızla dönüyorsa da,
birbirine yakın iki parçacığın göreceli hızı çok düşüktür. Dakikada birkaç
santimetre farkedecek kadar. Bu göreceli devinimden ötürü parçacıklar
karşılıklı çekimin etkisiyle hiçbir zaman birbirine yapışamıyorlar. Yapışmaya
çabalayınca, yörüngesel hızlarının az fakat değişik oluşu onları birbirinden
ayırıyor. Eğer halkalar Satürn gezegenine bu denli yakın olmasalar, sözünü
ettiğimiz etkinin gücü azalır ve küçük kartopları biraraya gelerek sonuçta bir
uydu oluştururlardı.
Güneş rüzgârı, Satürn gezegeni yörüngesinden çok ötelerdeki dış güneş
sistemine kadar etkisini pek az da olsa hissettirir. Voyager, Uranus'e ve
Neptün’le Pluto’nun yörüngelerine ulaştığında, eğer aygıtları hâlâ çalışır
durumda kalırsa, Güneş’in dünyalar arasında estirdiği rüzgârın etkisinin
azaldığını mutlaka hissedecektir. Güneş’in estirdiği rüzgârın, Yıldızlar
İmparatorluğunun eşiğine uzanan son kalıntısıdır bu. Pluto’nun Güneş'e olan
uzaklığının iki üç misli daha uzaklıktaki yıldızlararası protonlar ve
elektronların basıncı, Güneş rüzgârının oralara kadar vardırabildiği
basıncından çok daha etkilidir. Güneş’in İmparatorluğunun sona erdiği bu
bölgeye «heliopause» (Güneş duraksaması) adı veriliyor. Voyager adlı uzay
aracımız heliopause bölgesini XXI. yüzyıl ortalarına doğru aşarak bir daha
Güneş sistemine geri dönmemek üzere yıldız adalarına yaklaşacak ve
Samanyolu’nun orta bölümlerindeki yoğun bölgenin çevresini bundan birkaç
yüz milyon yıl sonra dolanmayı tamamlayacaktır. İlk olarak! Artık destansı
yolculuklara başlamış bulunuyoruz.
1
Albedo, bir gezegene gelip çarpan güneş ışığının uzaya geri dönen
bölümünün ölçüsüdür. Yerküremizin Albedo’su %3035’dir. Güneş ışığının
geri kalan bölümünü toprak emer ve yerküremizin ortalama düzey ısısını
belirleyen bu orandır.
2
1938 yılında Orson Welles’in bu kitaptan radyoya uyguladığı oyunda,
Marslıların yeryüzünü işgale İngiltere’den başlayıp Amerika Birleşik
Devletleri’ne uzandıkları söylenince, savaş havasının gerginliği içinde
bulunan ABD'de milyonlarca insan Mars’lıların gerçekten saldırıya geçtikleri
düşüncesiyle paniğe kapıldı.
3
Isaac Newton, *Eğer teleskop yapımına ilişkin kuram uygulamaya tam
olarak aktarılsa bile, yine de teleskopun belirli sınırların ötesinde fazla işe
yaramayacağını, çünkü yıldızları gözlemek için baktığımız havanın sürekli
titreşim halinde bulunduğunu...» yazıyordu.
4
1979 yılında Papa II. John Paul Galileo’yu kilisenin 346 yıl önce
mahkûm edişine ilişkin kararın bozulması önerisini çevrede fazla patırtı
çıkarmadan ortaya attı.
5
Kitabımda ele aldığım konular ki, bunlar arasında yerkürenin devinimi
de vardır. Birbirine öylesine bağlıdır ki, bunlardan birinin yanlışlığı ötekileri
de silip süpürür. Her ne kadar bu görüşlerimin kesin ve doğru kanıtlı temeller
üzerine oturtulduğunu biliyorsam da, kiliseye karşı gelmek istemem... «İyi
yaşamak için göze batmadan yaşamak gerek» sloganıma uygun olarak
yaşamımı sürdürmek niyetindeyim.
6
Isaac Newton, «Düşünceleri en seçkin matematikçi* olarak nitelediği
Huygens’i takdir ederdi. Aynı zamanda onun eski Yunanlıların matematik
geleneğinin en sadık izleyicisi olduğunu söylerdi ki, bu o zaman da, şimdi de
iltifat sayılır. Gölgelerin sivri uçlu olmalarından ötürü, Newton ışığın küçük
zerreciklerin akışından oluştuğu kanısındaydı. Kırmızı ışığın en çok ve mor
ışığın da en az zerrecikten oluştuğu görüşündeydi. Huygens ise ışığın
boşlukta yayılan dalgayı andırdığını, deniz dalgası gibi yayıldığını
savunuyordu. Bu yüzdendir ki, ışığın dalga uzunluğu ve frekansı terimlerini
kullanmaktayız. Işığın sapıp kırılması özellikleri Dalga Kuramıyla
açıklanabilmiş ve Huygens'in görüşleri yaygınlık kazanmıştır. Fakat 1905
yılında Einstein Tanecikler kuramıyla fotoelektrik olgusunu, başka bir
deyişle, ışık gösterilen bir madenin elektronlar saçması olgusunu açıkladı.
Modern kuantum mekaniği her iki görüşü bağdaştırır ve bugün artık ışığın
bazı durumlarda dalga olarak yayıldığını, bazı durumlarda da tanecikler
saçtığını kabul etmek olağandır. Sözkonusu dalga tanecik ikilemi sağduyu
kavramlarımıza ters düşebilir, fakat ışığın özelliklerini ortaya koyan
deneylere uygun düşmektedir. Çelişkilerin bağdaşması olan bu durumda
gizemli ve heyecan verici bir yan vardır ve her ikisi de bekâr yaşamış
Newton’la Huygens’in ışığın niteliği Hakkındaki çağdaş anlayışımızın
ebeveyni olmaları ilginç bir rastlantıdır.
7
Galileo halkaları keşfetmişti. Fakat bunları hangi fikir çerçevesine
oturtacağını bilemedi. Astronomi teleskoplarıyla yaptığı incelemelerde
Satürn gezegenine simetrik olarak düşen iki projeksiyondan söz ediyor ve ne
olduklarını bilmediğini gösteren bir şaşkınlıkla, kulağa benzediklerini
belirtiyordu.
8
3635 yılında Titan’ı keşfeden Huygens bu konudaki görüşlerini $öyle
özetliyor: «Gözlerimizi göklere çevirip Jüpiter ve Satürn sistemlerini
minnacık gezegenimizle kıyaslerken, bu iki gezegenin büyüklüğü ve soylu
bekçileri karşısında hayran kalmamaya olanak var mıdır? Ya da akıllı
Yaratıcımızın bütün hayvanları ve bitkileri bize bahşederek yalnızca
yeryüzünü süsleyip bütün o dünyaları yoz ve insandan yoksun bıraktığım
düşünmeye olanak var mı? O dünyalar ki, orada yaşayanlar da Yaratıcılarına
tapmak isteyeceklerdir. Yoksa tüm o gök cisimleri bize göz kırpsınlar ve
tarafımızdan incelensinler diye mi yaratıldılar, düşüncesindesiniz?» Satürn
Güneş’in çevresini otuz yılda döndüğüne göre, Satürn gezegeniyle Ay’larının
mevsimleri Yeryüzü mevsimlerinden epey uzun olmalı. Satürn’ün
Ay’larında yaşıyor olabilecekler hakkında Huygens şunları ekliyor:
«Böylesine uzun ve cansıkıcı kışları olduğuna göre, yaşayış biçimleri
bizimkinden çok farklı olamaz.»
Bölüm VII
Gökte yuvarlak bir deliğe rast geldiler... ateş gibi parlıyordu. İşte bu bir
yıldızdır, dedi Kuzgun.
— Yaratılış'a ait Eskimo efsanesi
Bir şeyin nedenini öğrenmeyi, kral olmaya yeğ tutarım.
— Demokritus
Sisam'lı Aristarkus, evrenin şimdi sanıldığından birkaç kez daha büyük
olduğu sonucuna götüren bazı varsayımlar attı ortaya. Bu varsayımlar, sabit
yıldızlarla Güneş'in yerlerinden kımıldamadığı, yeryüzünün Güneş
çevresinde bir daire çizerek döndüğü, Güneş’in de bu yörüngenin orta
yerinde durduğu yolunda. Aynı zamanda, sabit yıldızların bulunduğu ve
merkezi Güneş olan küreyi öyle büyük varsayıyor ki, yeryüzünün dönüşünü
tamamladığı dairenin sabit yıldızlara uzaklık oranı küre merkezinin kendi
yüzeyine olan uzaklık oranına eştir, diyor.
— Arşimet, The Sand Reckoner (Kum Sayıcısı)
İnsanoğlu Tanrı hakkındaki düşüncelerinin gerçekçi bir muhasebesini
yapacak olursa, tanık olduğu olayların bilinmeyen, gizli kalan nedenlerini
dile getirmek için çoğu zaman «tanrı» sözcüğünü kullandığını itiraf etmek
zorunda kalır. Bu sözcüğü, nedenlerin kaynağını bulamadığı, doğal olanın
kaynağı anlaşılır olmaktan çıktığı zaman kullanmaktadır. Ya da nedenleri
birbirine bağlayan zincirin halkalarını kay beti iği anda, sonucu Tanrı'ya
bağlayarak sorunu çözer ve araştırmasına son verir. Bu yüzden, bir şeyin
oluşunu tanrılara bağladığında, aslında zihnindeki karanlığın yerini, hayret
duygusuyla önünde eğildiği alışılmış bir sese terk etmekten başka bir şey mi
yapıyor?
— Paul Heinrich Dietrich, Baron von Holbach, Système de la Nature
(Doğanın Sistemi) Londra, 1770
ÇOCUKLUĞUMUN GEÇTİĞİ MAHALLE AVUCUMUN İÇİ GİBİ
BİLDİĞİM BİR EVRENDİ. Tüm komşularımızı tanır, isimleriyle teker teker
sayabilirim. Besledikleri hayvanları bilirdim. Kaldırım taşlarına dek
oynadığım sokakları tanırdım. Fakat birkaç blok ötede, trafik gürültüsünün
hüküm sürdüğü 86. Sokaktan itibaren zihnimde yolculuğa çıktığım sınırlar
başlardı. Anımsadığım kadarıyla, yolculuğa çıktığım bu yer Mars
gezegeniydi.
Kış akşamları bazen gökte yıldızlar görebilirsiniz. Uzaktan göz
kırptıklarını görür, ne olduklarını merak ederdim. Benden büyük çocuklara
ve yetişkinlere sorduğumda, aldığım yanıt yalnızca şu olurdu: «Onlar gökte
birer ışıktırlar, oğlum.» Işık olduklarını ben de görebiliyordum. Ama
neydiler acaba? Gökte sallanan küçücük ampuller mi? Neden oradaydılar?
Onlar için üzülürdüm; meraksız arkadaşlarım için gizliliğini koruyan garip
yerlerdir, diye düşünürdüm. Sorumun daha derin bir yanıtı olmalıydı.
Yaşım büyür büyümez, evdekiler semt kitaplığına gitmemi sağlayacak
kartlarımı bana verdiler. Kitaplık 85. Sokaktaydı galiba. Benim için meçhul
bir yerdi. Hemen gittim ve kitaplıkla çalışan memur kızdan bana yıldızlar
hakkında bir iki kitap bulmasını rica ettim. Bana getirdiği kitapta Clark
Gable ve Jean Harlow gibi erkek ve kadın isimleri taşıyan yıldızlar vardı.
Biraz kızdığımı gören kızcağız o zamanlar için anlamadığım bir nedenle
gülümsedi ve bana başka bir ki lap çıkarıp verdi. Bu istediğim kitaptı. Kitabı
hemen açarak soluk almadan aradığım bilgiyi buluncaya dek okudum. Evet,
kitap insanda hayret uyandıran bir bilgi veriyordu. Büyük bir fikir.
Yıldızların güneş, ama uzakta kalan güneşler olduğunu yazıyordu.
Güneşimiz de bir yıldızdı, fakat yakın bir yıldız.
Diyelim ki, Güneş’i minnacık ve göz kırpan bir ışık durumuna gelinceye
dek uzaklara sürüklediniz. Acaba ne kadar uzaklara götürmek gerekirdi? Açı
ölçüsü kavramından habersizdim. Işığın yayılmasına ilişkin ters kare ilkesini
bilmiyordum. Yıldızlara olan mesafemizi ölçmeyi bilecek en ufak bir bilgi
kırıntısına sahip değildim. Fakat şunu söyleyebilirim: Madem ki yıldızlar
güneştiler, epey uzakta olmaları gerekiyordu... 85. Sokaktan uzak, Manhattan
da uzak, New Jersey'den de uzak olmalıydılar. Evren tahminimden daha
büyük, diye geçirdim aklımdan.
Sonraları daha da şaşırtıcı bir şey okudum. Bizim mahallenin de dahil
olduğu yeryüzü bir gezegendi ve Güneş’in çevre sinde dönüyordu. Başka
gezegenler de vardı. Bunlar da Güneş’in etrafında dönüyorlardı. Bazı
gezegenler Güneş’e daha yakın, bazılarıysa daha uzaktaydı. Ne var ki,
gezegenler kendi ışıklarıyla parıldamıyorlardı. Oysa Güneş kendi ışığıyla
parıldıyordu. Gezegenler yalnızca Güneş’in ışığını yansıtıyorlardı. Eğer çok
uzak mesafeler ötesine gitseydiniz, yerküremizi ve öteki gezegenleri hiç mi
hiç göremezdiniz; yalnızca fersiz birer ışık noktaları olarak görülürdü.
Güneş’in yaldır yaldır parlaklığına karşılık sönük birer nokta olurlardı.
Derken, şunu geçirdim aklımdan: Öteki yıldızların gezegenleri bulunduğunu
düşünmek mantıksız olmaz. Henüz gözleyemediğimiz gezegenler örneğin.
Sözünü ettiğim bu öteki gezegenlerin bazılarında hayat olabilirdi de... Neden
olmasındı? Bizim mahallede bildiğimiz hayat biçiminden değişik olabilirdi
belki. Böylece astronom olmaya karar verdim. Yıldızlar ve gezegenler
hakkında bir şeyler öğrenmeyi aklıma koymuştum. Ve mümkün olursa,
oralara gitmeyi de.
Bu garip isteğime annemle babamın set çekmemesi ve bazı
öğretmenlerimin teşvik etmesi benim için bir talih olduğu gibi, öteki
dünyaların ziyaret edilip Kozmos’un yakından keşfe çıkıldığı bir dönemde
yaşamam da bir talihtir. Daha önceki bir çağ da doymuş olsaydım, bu konuya
merakım ne denli derin olursa olsun, yıldızların ve gezegenlerin ne olduğunu
ya da ne olmadığını bilemeyecektim. Başka güneşler ve başka dünyalardan
haberim olmayacaktı. Bunlar atalarımızın 1 milyon yıldır sürdürdükleri
sabah gözlem ve cesur düşünceleri sonucunda doğanın bağrından koparılmış
gizlerdir.
Nedir yıldızlar? Bu tür sorular bir çocuğun gülümseyişi kadar doğaldır.
Bu soruları hep sormuşuzdur. Çağımızın özelliği, bu soruya yanıtların
bazılarını bilişimizdir.
Embriyonik gelişmemizde türlerimizin evrim tarihini izleyişimiz gibi,
zihinsel gelişmemizde de atalarımızın düşüncelerinin izi üzerinden geçeriz.
Bilim öncesi zamanları düşünün. Kitaplıkların henüz bulunmadığı zamanlan
gözünüzün önüne getiriniz. O zamanlar da zeki, merak dolu ve hem
toplumsal, hem cinsel konulara karşı ilgi duyan insanlardık. Fakat o
dönemlerde henüz deneyler gerçekleşmemiş, icatlar gün ışığına çıkmamıştı.
İnsanoğlunun çocukluk dönemiydi. Ateşin ilk kez bulunduğu zamanı
düşünün. O sıralarda insanlar acaba nasıl yaşarlardı? Atalarımız yıldızların
ne olduğunu sanırlardı dersiniz? Bazen düş kurar ve birilerinin şöyle
düşündüğünü geçiririm zihnimden:
Kiraz yiyoruz, ot yiyoruz. Fındık, fıstık yiyoruz. Yaprak yiyoruz. Ölü
hayvanlar yiyoruz. Bazı hayvanları öldürüyoruz. Hangi yiyeceklerin iyi,
hangilerinin zararlı olduğunu biliyoruz. Bazı yiyecekleri ağzımıza koyunca
yerde debelendiğimizi biliriz. Baldıran ve yüksük otu sizi öldürebilir.
Çocuklarımızı ve arkadaşlarımızı severiz. Onları bu gibi yiyeceklere karşı
uyarırız.
Hayvan avına gittiğimizde avlanıp öldürülebileceğimizi de biliriz.
Boynuz yiyerek ya da çiğnenerek Ölebiliriz. Ya da doğrudan doğruya bizi
yiyen hayvanlar da olabilir. Hayvanların davranış biçimleri bizim için Ölüm
kalım sorunu oluşturur. Nasıl çiftleştiklerini, yavruladıklarını, otladıklarını,
hangi yollan izlediklerini, bütün bunları bilmeliyiz. Çocuklarımıza öğretiriz
bütün bunları. Onlar da bu bilgileri çocuklarına aktarırlar.
Hayatımız hayvanlarınkine bağlıdır. Onları iyice izleriz, özellikle kışın
yenecek bitki azalınca. Hayvanların peşlerinde koşan ve toplayıp saklayan
avcılarız.
Bu gök kubbenin altında bir ağaçta ya da dallarında uyuruz. Giyim için
hayvan derisinden yararlanırız. Çünkü bizi sıcak tutar. Çıplaklığımızı giderir.
Bazen de hamak için kullanırız derisini. Hayvan derisi giydiğimizde o
hayvanın gücünü hissederiz. Karaca ile birlikte sıçrarız. Ayı postunu
üstümüze geçirince hayvan avına çıkarız. Bizimle hayvanlar anasında bir bağ
var. Hayvan avlayıp yeriz. Hayvanlar da bizleri avlar ve yer. Birbirimizin
parçalarıyız.
Araç gereç yaparak yaşayabiliriz. Kimimiz iyi odun yarar, kimi iyi
rendeler, kimi iyi eğeler, kimi iyi cilalar, kimi de iyi taş bulmakta ustadır.
Tahta sapa taş parçasını hayvan derisiyle bağlayarak balta yaparız. Baltayla
ağaç deviririz. Bazen de hayvan. Bazen hayvana uzaktan ok saplarız.
Et çabuk bozulur. Bazen kokmuş etin tadını gidermek için otla pişiririz.
Bazı yiyecekleri hayvan derisi içinde ya da genişçe yapraklara sararak
saklarız. Bir kenarda yiyecek bulundurmak iyidir. Hepsini şimdi yersek
ileride aç kalabiliriz. Bu nedenle birbirimize yardımcı olmalıyız. Bu ve daha
başka birçok nedenle kurallar koyarız. Herkes kurallara uymalıdır. Kurallar
her zaman varolmuştur. Kutsaldırlar kurallar.
Bir gün fırtına vardı. Şimşek çakmış, gök gümbürdemiş ve yağmur
yağmıştı. Küçükler fırtınalardan korkarlar. Bazen ben de korkarım. Fırtınanın
sırları gizlidir. Gök gürleyişi derinden gelir ve gürültülü olur. Şimşek çakışı
kısa süreli ve parıltılıdır. Çok kudretli biri fena halde kızmış olmalı.
Göklerde biri, sanırım.
Fırtınanın ardından civardaki ormanda bir çıtırdı duyuldu. Gidip baktık.
Parıldayan, sıcak, sıçrayan, sarı ve kırmızı renkte» bir şey gördük. Daha önce
hiç böyle bir şey görmemiştik. Şimdi buna «alev» adını veriyoruz. Değişik
bir koku çıkarıyor. Bir bakıma canlı sayılır. Bitkileri, ağaçları yiyip bitiriyor.
Eğer bunu yapmasına izin verirseniz... Gücü var ama aklı yok. Önüne gelen
her şeyi bitirdiğinde, kendi de son buluyor. Yolu üzerinde yiyecek bir şey
bulamazsa bir ağaçtan ötekine sıçrayamaz bile.
Aramızdan birinin, aklına cesur fakat tehlikeli bir fikir geldi : Alevi
yakalayıp ona yemini vermek ve dost kılmak. Kuru ağaç dalları bulduk. Alev
bu dalları yiyip bitiriyordu, fakat ağırdan yapıyordu bu işi. Dalları yanmayan
ucundan tutabiliyorduk. Hafif yaran bir dalı eline alarak hızla koşarsan alev
söner. Koşmadık. iyi dileklerimizi bildirerek yürüdük. Aleve «Ölme» diye
tembih ettik. Öteki avcılar gözlerini faltaşı gibi açarak şaştılar bize.
O zamandan bu yana onu beraberimizde taşıdık. Yanımızda hep bir «ana
alev» taşıdık ki, alevleri ağırdan emzirsin diye.
Böylece alevin yaşamasını (1) sağladık. Alev harika bir şeydir ve
yararlıdır. Hiç kuşkusuz kudretli varlıkların bir lütfudur. Fırtınaların da
kudretli yaratıcıları mı bu varlıklar?
Alev soğuk gecelerde bizi ısıtır. Bize ışık verir. Ay yeni çıktığı
zamanlarda karanlığı deler. Ertesi günün avı için ok hazır edebiliriz ateşte.
İyi bir yanı daha! Ateş hayvanları uzak tutar. Geceleyin bizi yiyebilen
hayvanlar yaklaşamaz ateş sayesinde. Biz alevi koruruz, alev de bizi.
Gökyüzü önemlidir. Yukarıya başımızı kaldırınca gökyüzünü görürüz.
Bize seslenir âdeta. Alevi bulduğumuz günlere dek gecenin karanlığında
sırtüstü uzanır ve gökyüzündeki ışıklı her noktaya gözümüzü dikerdik. Işıklı
noktaların bazıları biraraya getirilince önümüzde şekiller çizilirdi. Aramızdan
biri gökyüzündeki şekilleri ötekilerden daha iyi görebilirdi. Bize yıldızların
çizdiği resimleri öğretti, onlara ne adlar vermemiz gerektiğini fısıldadı. Gece
geç vakitlere kadar oturup gökte gördüğümüz şekiller için, öyküler
uydurduk: Aslanlar, köpekler, ayılar, avcılar. Ve daha başka garip şeyler.
Bunlar gökteki kudretli varlıkların resimleri olabilir mi? Kızdıklarında
bizlere fırtınalar yağdıranlar olabilir mi?
Genellikle gökyüzü değişmez. Yıldızların çizdiği resimler hep oradadır.
Her yıl aynen. Hiç yoktan hilal gözükür. Yuvarlak bir top olur, sonra yine bir
hiç olur. Ay değiştiği sıralarda kadınlar aybaşı olur. Bazı kabileler Ay’ın ilk
doğuşunda ve kayboluşunda cinsel ilişki yapılmasına karşı kurallar
getirmişlerdir. Bazı kabileler Aylı günleri ya da kadınların aybaşı olduğu
günleri geyik boynuzlarına işaret ederler. Ona göre plan program yapıp
kuralları saplarlar. Kurallar kutsaldır.
Yıldızlar çok uzaktadırlar. Bir tepeye ya da ağaca tırmandığımızda
onlara yakınlaşmış olmayız. Bulutlar da bizlerle yıldızlar arasında, yani
yıldızlar bulutların arkasındadırlar. Ay yavaş yavaş devinirken, yıldızların
önünden geçer. Daha sonra gördüğünüzde yıldızlar duruyorlar, çünkü Ay
yıldız yemez. Yıldızlar titreşip dururlar. Garip, soğuk, beyaz, uzak bir
ışıktırlar. Ne kadar çok yıldız var. Gökyüzünü doldurmuşlar. Fakat yalnızca
geceleyin görünüyorlar. No olduklarını merak ediyorum.
Alevi bulduktan sonra açıklıktaki bir ateşin yanında oturmuş, yıldızlar
hakkında düşünüyordum. Yavaştan bir düşünce belirdi zihnimde: Yıldızlar
alevdirler. Sonra aklıma başka bir fikir geldi: Yıldızlar başka avcıların
geceleyin açıkta yaktıkları ateştir. Yıldızlar kamp yerinde yaktığımız ateşten
daha az ışık eriyorlar. «Fakat,» diye soruyorlar bana, «gökte ateş nasıl
yakılır. O ateşin çevresindeki avcılar nasıl oluyor da gökten aşağı
düşmüyorlar? Oradaki garip kabileler neden gökten uşağı düşmüyorlar
yanımıza, bizim ateş yaktığımız kampa?»
Bunlar esaslı sorular. Zihnimi kurcalayan sorular. Bazen göğün bir
büyük yumurta ya da fındık kabuğunun yarısı olduğu geliyor aklıma. O uzak
yerlerdeki kamp yerlerinde yakılan ateşin çevresinde oturanların bize
baktığını düşünüyorum. Onlar da bizim neden düşmediğimiz soruyor
olabilirler. Anlatabiliyor muyum ne demek istediğimi. Fakat avcı milleti,
«Aşağısı aşağısıdır, yukarısı da yukarısıdır,» diyor. Bu da iyi bir yanıt sayılır.
Bizlerden birinin aklına başka bir düşünce gelmiş. Onun düşüncesine
göre, gece göğün üstüne örtülen kocaman, siyah bir hayvan derisidir. Deride
delikler var. Biz deliklerden bakıyoruz.
Ve alev görüyoruz. Ona göre ateş yalnızca yıldızları gördüğümüz birkaç
yerde değil. Her yerde alev var. Ona göre alev bütün göğü kaplıyor. Ne var
ki, deri alevi örtüyor. Belirli yerler dışında.
Bazı yıldızlar dolaşırlar. Bizim avladığımız hayvanlar gibi. Eğer
dikkatle ve birkaç ay süreyle gözlerseniz, yıldızların kımıldadığını
görürsünüz. Bunların sayısı yalnızca beştir. Tıpkı elimizdeki parmak sayısı
kadar. Öteki yıldızlar arasında ağır ağır kımıldarlar. Eğer kamp ateşi
düşüncesi doğruysa, dönüp dolaşan avcı kabilelerin kocaman ateşler
taşıdıkları yıldızlar olmalı onlar. Fakat dolaşan, yıldızların derideki delikler
olması fikrine aklım ermiyor. Delik açtın mı, o bir delik olarak orada kalır.
Delikler dolaşmaz ki... Hem sonra, alev dolu bir gök tarafından sarılmak
istemem. Eğer delik düşerse, geceleyin gökyüzü çok parlak olur, hem de pek
parlak, her yanımız alev almış gibi. Sanırım alevden bir gök hepimizi yer
bitirirdi. Kanımızca gökyüzünde iki tür kudretli varlık bulunuyor: Kötüler, ki
bunlar alevin bizi yiyip yok etmesini istiyorlar. Ve iyiler. Bunlar da alevi
bizden uzak tutmak için üzerlerine giyiyorlar. İyilere teşekkür etmenin
yolunu aramalıyız.
Yıldızların gökte kamp dolaylarında yakılan ateşler olup olmadığını
bilemiyorum. Aralığından kudret alevinin bize baktığı derideki delikler olup
olmadığını da bilemiyorum. Bazen şu şekilde düşünüyorum, bazen de bu
şekilde. Bir defasında da kampta yakılmış ateş olmadığını ve deliğe benzer
bir şey bulunmadığını düşündüm. Bu, benim anlayamayacağım kadar zor bir
şeydi.
Bir ağaç kütüğüne başınızı dayayın. Başınız arkaya doğru kayar. O
zaman yalnızca göğü görürsünüz. Ne tepeler, ne ağaçlar, ne avcılar, ne kamp
ateşi... Gökten başka bir şey yoktur görülecek. Bir ara yukarıya, göğe doğru
düşebileceğim gelirdi aklıma. Eğer yıldızlar kamp yerinde yakılan ateşse, bu
avcıları ziyaret etmek isterdim. Şu bizim dolaşıp duran avcıları. Hadi
düşeyim diyorum. Fakat eğer yıldızlar derideki deliklerse korkarım. İçinde
alevin beklediği delikten içeri düşmek istemem.
Bu düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu bilmeyi ne kadar isterdim.
Bilmemek hoşuma gitmiyor.
Sanmam ki avcı toplayıcı grup üyelerinden çoğunun aklına yıldızlar
hakkında bu gibi düşünceler gelmiş olsun. Belki, çağlar boyunca, bazılarının
aklına gelmiştir bu sorular. Fakat tümü de aynı kişinin aklını
kurcalamamıştır. Oysa bu tür ilginç fikirlere bazı topluluklarda rastlanması
olağandır. Botswana’da Kalahari Çölünde Kung kabilesi insanlarının
Samanyolu’nu açıklayışları buna bir örnek gösterilebilir. Samanyolu’nun hep
tepelerinde olduğu bu boylamda, Kung kabilesi Samanyolu’na «Gecenin
Belkemiği» adını vermiştir. Sanki gökyüzü içinde yaşadığımız kocaman bir
hayvanmış gibi. Onların bu açıklama biçimi Samanyolu’nu hem yararlı
gösteriyor, hem de anlaşılır kılıyor. Kung’lar Samanyolu’nun geceyi
yukarıda tutup aşağıya salıvermediğine inanıyorlar. Eğer Samanyolu diye bir
şey olmasa üstümüze karanlık dökülecek. Müthiş bir düşünce...
Göklerde yakılan ateş ya da karanlığın bel kemiği gibi benzetmeler,
insan uygarlıklarında zamanla yerini başka bir fikre bıraktılar. Gökyüzünün
kudretli varlıkları tanrılığa yükseltilmişlerdi. Onlara adlar takıldı, akrabalar
yakıştırıldı ve kendilerine evren çapında üstlenmeleri gereken işlevler
konusunda sorumluluklar yüklendi. Her bir insan sorununa özgü bir tanrı ya
da tanrıça vardı. Doğayı tanrılar yönetiyordu. Onların doğrudan müdahalesi
olmadan hiçbir şey yapılamazdı. Eğer tanrılar mutluysa, yiyecek bolluğu
görülürdü ve insanlar da mutlu olurlardı. Fakat eğer tanrıların hoşuna
gitmeyen bir gelişme görülürse ki çoğu zaman tanrıların hoşnutsuzluğuna
neden olmak pek kolaydı kötü sonuçlar doğardı: Kuraklık, fırtına, savaş,
deprem, volkan patlamaları, salgın hastalıklar. Tanrıların yatıştırılması
gerekirdi. Bu yüzden onların kızgınlığını azaltmak amacıyla büyük bir rahip
ve adak sanayi kuruldu. Ne var ki, tanrılar kaprisli olduklarından,
tutumlarından emin olamazdınız.
Doğa bir giz kutusuydu. Dünyayı anlamak zordu.
Gök tanrısı olma görevini üstlenen Hora adına Ege’deki Sisam adasında
dikilen Heraion anıtından bugün pek az kalıntı var. Tanrılardan Athena’nın
Atina’da oynadığı rolü, Hera o zamanlar dünyanın harikalarından biri sayılan
Sisam adasında oynuyordu. Sonradan Zeus’la evlenmiştir. Olimp tanrılarının
baş tanrısı Zeus’la. Efsanelere göre, balaylarını Sisam adasında geçirdiler.
Samanyolu dediğimiz ve Batılıların Süt Yolu (Milky Way) dedikleri
geceleyin gökle beliren ışıklı yolun Hera’nın göğsünden göklere doğru
fışkırmış sütten kaynaklandığını anlatır Yunan mitolojisi.
Biz, hepimiz, ne yapacakları önceden kestirilemeyen ve
hoşnutsuzluklarından ötürü homurdanan tanrılara ilişkin hikâyeler icat etmek
suretiyle yaşam tehlikelerini göğüslemeye çabalayan insan kuşaklarının
devamıyız. Uzun bir süre için insanoğlunun olup bitenleri anlama içgüdüsü,
Homeros zamanının Yunanistan’ında olduğu gibi, kolaya kaçan dinsel
açıklamalar yüzünden köreltildi. O zamanki Yunan’da Gök Tanrısı vardı.
Yer Tanrısı vardı, Gök gürültüsü Tanrısı, Aşk Tanrısı, Savaş Tanrısı, Ateş
Tanrısı ve Zaman Tanrısı vardı.
Evrenin ipleri görülmeyen ve inceleme konusu yapılamayan bir tanrının
ya da tanrıların elinde olan bir kukla durumunda olduğu kavramı, insanları
binlerce yıl baskısı altında tuttu ve bazılarımızı halen de tutuyor. Derken,
2500 yıl önce, İyonya’da muhteşem bir uyanma baş gösterdi (2). Birden her
şeyin atomlardan oluştuğuna inanan insanlar çıktı ortaya. İnsanlar ve
hayvanların daha basit hayat şekillerinden geliştiğine, hastalıkların şeytan ya
da tanrı işi olmadığına ve yeryüzünün Güneş çevresinde dönen bir gezegen
olduğuna inanan insanlardı bunlar. Ve yıldızların çok uzaklarda bulunduğunu
söylemekteydiler. <
Bu devrimdir ki, Kaos’tan Kozmos’a geçişi sağladı. Eski Yunanlılar
varolan ilk şeyin Kaos (karmaşa) olduğu inancındaydılar. Bu sözcüğü,
Tevrat’ın Yaradılış Bölümündeki «belli bir biçimi olmayan» anlamında
kullanıyorlardı. Bu inanca göre, Kaos, adı Gece olan bir tanrıçayı yarattı ve
bu ikisinin birleşmesinden de tüm tanrılar ve insan kuşakları doğdular.
Kaos’un, yani Karmaşa’nın bir dünya yaratması, nasıl olacağı önceden
kestirilemeyen bir doğanın kaprisli tanrılarca yönetildiği biçimindeki Yunan
inancına pek uygun düşen bir kavramdı. Fakat M.Ö. 6. yüzyılda İyonya’da
yeni bir kavram gelişti. İnsan türünün büyük düşüncelerinden biri. Eski
İyonya’lıların savlarına göre evreni tanımak mümkündür, çünkü evrenin bir
iç düzeni vardır: Doğada, gizlerinin çözülmesine izin veren bir düzen
sözkonusudur. Doğa olguları önceden hiç de kestirilemez türden değildirler.
Onun da boyun eğmek zorunda kaldığı kurallar vardır. Evrenin bu düzenli ve
hayranlık uyandırıcı niteliği Kozmos adının verilmesine neden oldu.
Peki, neden İyonya’da, neden acaba bu iddiasız ve kırsal yaşamlı
yerlerde, Doğu Akdeniz’in ücra adalarında ve körfezlerinde doğuyor böyle
bir düşünce akımı? Neden Hindistan’ın ya da Mısır’ın, Babil’in, Çin’in ya da
Orta Amerika’nın büyük kentlerinde değil de burada? Çin astronomi
alanında binlerce yıllık bir geleneğe sahipti. Kâğıdı ve basım aracını icat etti.
Roketler, saatler, ipek, porselen ve okyanusa açılan donanma tekneleri hep
Çinlilerin buluşuydu. Buna rağmen bazı tarihçilerin kanısı şudur ki, Çin
yenilik istemeyecek kadar geleneklere bağlı bir toplumdu. Matematik
bilgilerinden yana talihli ve çok zengin bir ülke olan Hindistan neden
olmasındı? Tarihçilere göre olmamasının nedeni, Hintlilerin evreni, ezelden
beri değişmeyen, ruhların ve dünyaların sonsuz ölüm ve yeniden doğum
döngülerine mahkum, temelde yeni hiçbir şeyin olamayacağı biçiminde
gören düşünceye sımsıkı bağlanmalarından ötürüydü.
Neden Maya ve Aztek topluluklarında olmasındı? Bu toplumlar
astronomide ileriydiler ve Hintliler gibi sayılara hayrandılar. Tarihçiler bu
soruyu da, bu toplumların mekanik icatlara eğilimli olmayışlarına bağlayarak
yanıtlıyorlar. Maya’larla Aztek’ler çocuklarının oyuncakları dışında tekerleği
bile icat etmemişlerdi. İyonya’lılar bazı avantajlara sahiptiler. İyonya,
adalardan oluşuyordu. Tümüyle değilse de biraz yalıtlanmış durumda yaşam
sürdürmek değişiklikler doğurur. Değişik adalarda değişik siyasal sistemler
hüküm sürüyordu. Adaların tümünde birden toplumsal ve düşünsel birlik
sağlayabilecek tek güç merkezi olamazdı. Serbest araştırma ve inceleme bu
sayede mümkündü. Batıl inancın yaygınlaştırılmasından siyasal iktidarlar
medet ummuyorlardı. Diğer birçok topluluğun tersine onların kültürü,
uygarlıkların kesiştiği bir yerde yeşeriyordu. Tek bir uygarlık merkezine
bağlı değillerdi, İyonya'da Finike alfabesi ilk kez Yunancaya uyarlandı ve bu
sayede okuma yazma oranı arttı. Yazı, ruhban sınıfıyla hattatların tekelinden
çıktı. Birçok kişinin düşüncesi ortaya atılabiliyor ve tartışılıyordu. Siyasal
iktidar, refahlarının bağımlı bulunduğu teknolojiyi fiilen geliştirme çabası
içinde olan tacirlerin elindeydi. Afrika, Asya ve Avrupa uygarlıklarıyla Mısır
ve Mezopotamya kültür hâzinelerinin karşılaşıp verimli melez doğumlar
yaparak önyargılar, yabancı diller, yabancı düşünceler ve yabancı tanrılarla
çatışmalara giriştiği yöreydi Doğu Akdeniz bölgesi. Her biri de ayrı toprak
üzerinde egemenlik kuran birçok tanrıyla karşılaşırsanız ne yaparsınız? Babil
tanrısı Marduk ile Yunan tanrısı Zeus, her ikisi de göklerin hâkimi ve
baştanrı sayılıyordu. Marduk’la Zeus’un aynı şeyler olduğu sentezine
varabilirdiniz. Değişik isimlerde iki tanrı karşısında kalınca, bunlardan
birinin rahipler tarafından icat edildiğini düşünebilirdiniz. Eğer biri için icat
edildiği düşünülürse, neden ikisi için de aynı şey düşünülmesin?
· Ve işte, böylece büyük bir fikir doğdu: Dünyayı tanrı varsayımından
soyutlayarak anlayıp öğrenme yolunun bulunabileceği, her serçenin düşüş
nedenini Zeus’a bağlamadan ilkeler, güçler, doğa yasalarının varolabileceği
düşüncesi.
Çin, Hindistan ve Orta Amerika da bilim yoluna sapabilirlerdi. No var
ki, her yerde kültür aynı anda doğmaz. Değişik zamanlarda doğabilir ve
değişik hızda gelişebilir. Bilimsel dünya, olgulara öyle kesin bir gözle bakar,
öyle güzel anlatır ve beyinlerimizin en gelişmiş bölgelerinde öyle titreşimler
yaratır ki. yeryüzündeki her kültür toplumu, zamanla bilimi kendi
olanaklarıyla keşfedebilirdi. Ancak bu süreçte bazı kültür toplumları öncelik
kazandılar. İyonya’nın bilimin doğduğu yer olması gibi.
İnsan düşünüşündeki bu büyük devrim M.Ö. 600-400 yılları arasında
gerçekleşti. Devrimin anahtarı insan eli olmuştur, İyonya'lı düşünürlerden
bazıları çiftçi, denizci ve dokumacı çocuklarıydı. Elleri iş tutardı. Tamir işleri
yaparlardı. Başka ülkelerin rahipleri ve hattatları lüks içinde yetiştiklerinden
böyle işlerle ellerini kirletmek istemezlerdi. İyonya’lı düşünürler batıl
inançlara karşı çıkarak harikalar yarattılar. O zaman olup bitenlere ilişkin
günümüze kalan bilgiler kırıntı halindedir ve dolaylı yoldandır. O zamanlar
kullanılan mecazlar bugünkü dünya görüşümüze uymayabilir. Kesin olan bir
şey varsa, bu yeni görüşleri boğmak için birkaç yüzyıl sonra bilinçli bir baskı
hareketinin başladığıdır. Bu devrimi gerçekleştirenlerin başında gelenler,
Yunanlı kişilerdi. Bugün onların isimleri bize pek yabancı gelebilir, fakat
bunlar uygarlığın ve insanlığın gelişmesinin gerçek öncüleridirler.
İlk İyonya’lı bilim adamı Miletos’lu Thales’tir. Miletos, Sisam adasının
hemen karşısında ön Asya’da bir kenttir. Thales Mısır’a yolculuk etmiş ve
Babil kültürü edinmişti. Güneş tutulmasını önceden haber verdiği söylenir.
Bir piramitin yüksekliğinin nasıl ölçülebileceğini gölgesinin uzunluğuyla
Güneş’in ufka olan açısını hesaplayarak bulmuştu. Bu yöntem bugün de
Ay’daki dağların yüksekliğini Ölçmek için kullanılıyor. Thales, kendisinden
üç yüzyıl sonra Euklid tarafından yazılı belge haline getirilerek teoremleri
kanıtlanan ilk bilimadamıdır. Örneğin ikizkenar üçgenin tabanındaki açıların
birbirine eşit olduğunu kanıtlamıştır. Thales’ten Euklid’e ve daha önce de
belirttiğimiz gibi Newton’un 1663 yılında Elements of Geometry kitabını
Stourbridge Fuarından satın alışına, ki bu olay çağdaş bilim ve teknolojinin
olağanüstü hızlanmasına yol açmıştır, dek uzanan entelektüel çaba zincirinde
süreklilik halkaları vardır.
Thales dünyayı tanrıların aracılığına başvurmadan anlama çabasına
girişmiştir (3). Babilliler gibi o da dünyanın bir zamanlar sudan oluştuğu
inancındaydı. Babilliler kuru toprağı açıklamak için Marduk’un, suların
yüzeyine bir paspas serdiği ve kiri bunun üzerine yığdığı inancını
taşıyorlardı. Thales de buna benzer bir düşünceye sahipti. Ancak şu farkla ki,
açıklamasında Marduk’a yer vermemişti. Evet, başlangıçta her şey suydu.
Toprak parçaları doğal bir süreç sonucu okyanuslardan çıkıp meydana geldi.
Nil deltasında görülen toprak birikimine benzer biçimde bir oluşum olmalı,
diye düşünüyordu Thales. Gerçek suyun her maddenin temelinde bulunan
vazgeçilmez öğe olduğuna inanıyordu. Bugün bizim de elektronlar, protonlar
ve nötronlar ya da quark’lardan söz edişimiz gibi. Thales’in vardığı
sonuçların doğru olup olmadığı önemli değil. Önemli olan yaklaşımıdır.
Dünyanın doğada karşılıklı etkileşim durumundaki maddi güçlerden
oluştuğunu ileri sürüyor, bunu tanrıların oluşturmadığını söylüyordu. Thales
Babil’le Mısır’dan astronomi ve geometri gibi yeni bilimlerin tohumlarını
İyonya’ya getirmişti ve bu bilimler bu verimli topraklarda filizlenip
yeşerecekti.
Thales’in özel yaşamı üzerine bildiğimiz fazla bir şey yok. Fakat onun
hakkında Aristo Politics adlı kitabında ilginç bir fıkra anlatır.
Thales’in yoksulluğu yüzüne vurulurdu. Bundan da felsefenin yararlı bir
uğraş olmadığı anlamı çıkarılırdı. Anlatıldığına göre, kışın göğe bakıp
gelecek yılki zeytin rekoltesinin iyi olup olmayacağını anlayabilme yetisi ve
bilgisine sahipmiş. Bir yıl, zeytinyağı makinelerinin tümünü önceden
kiralayarak az parayla büyük bir işe girişmiş. Hasat zamanı geldiğinde o yıl
bol zeytin olduğu ve herkes malını zeytinyağına çevirmek üzere pres peşinde
koştuğundan Thales makineleri istediğine ve istediği parayla vererek büyük
kâr etti. Böylece filozofların isterlerse çok para kazanabileceklerini, fakat
uğraşlarının başka şeyler olduğunu herkese kanıtlamış oldu.
Thales’in siyasi görüşleri de güçlüydü. Miletos’luların, Lidya Kralı
Krezüs tarafından devleti içinde eritilmesine karşı koymalarını başarıyla
sağlamıştır. Ancak İyonya Adalarının Lidya’ya karşı bir federasyon
oluşturması fikrini kabul ettirememiştir.
Miletos’lu Anaksimender, Thales’in dostu ve mesai arkadaşıydı. Deney
yaptığı bilinen ilk insanlardan biridir. Dik duran bir sopanın yürüyen
gölgesini izleyerek yılın ve mevsimin uzunluklarını lam olarak
hesaplayabildi. Çağlar boyunca insanlar sopaları saldırı ve savunma aracı
olarak kullanmışlardı. Anaksimender zamanı ölçmek için kullandı.
Yunanistan’da güneş saatini icat eden ilk insandır. Sınırlarını bildiği
kadarıyla bir dünya haritası ve takım yıldızların biçimlerini gösteren bir küre
yaptı.
Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların ateşten oluştuğuna ve gökkubbedeki
yürüyen deliklerden görüldüklerine inanırdı. Bu inanışı belki eski fikirlere
dayanıyordu. Yeryüzünün asılı durmadığı ya da gökteki tavandan destek
görmediği, fakat kendiliğinden evrenin merkezinde durduğu, çünkü
«gökkubbesindeki tüm yerlere eşit uzaklıkta bulunduğu, yeryüzünü
oynatacak hiçbir güç bulunmadığı yolundaki görüşleri ilginçtir.
Anaksimender doğduğumuz anda öylesine çaresiz olduğumuza inanırdı
ki, ona göre, çocuklar dünyada yalnız başlarına bırakılıverseler hemen
ölürlerdi. Bu düşünceden hareket ederek Anaksimender insanların,
doğduklarında daha güçlü ve kendine yeterli olan başka hayvanlardan
gelişmiş oldukları sonucuna vardı. Hayatın ilk olarak çamurda başladığı ve
ilk hayvanların belkemikli balıklar olduğu görüşünü ortaya attı. Bu
balıklardan olma başka balıklar, sonradan suyu terk ederek toprağa çıktılar
ve burada bir hayat şeklinden başka hayal şekline geçerek başka hayvanlara
dönüştüler. Sayısız dünyaların varlığına, hepsinin de yaşanır olduğuna ve
tümünün de yokolup yeniden varolma evrelerinden geçtiğine inanırdı. Saint
Augustine’in esefle yakındığı gibi «Anaksimender de Thales gibi durmak
bilmeyen tüm bu devinimin nedenini bir tanrısal güce bağlamamıştı.
M.O. 540 yıllarında Sisam adasında Polikrates adında bir zalim iktidara
geçti. Bir lokantada işçi olarak hayata atıldığı ve sonradan uluslararası çapta
korsanlıklara giriştiği söylenir. Polikrates sanat, bilim ve mühendislik
faaliyetlerinin koruyucuyuydu. Fakat halkına zulmü reva görürdü. Komşu
ülkelerle savaşır ve haklı olarak istilaya uğramaktan da korkardı. Bu nedenle
başkenti uzunluğu altı kilometreyi bulan duvarlarla çevreledi. Kalıntılarını
bugün bile görmek mümkün. Uzak bir kaynaktan su getirmek için
«müstahkem mevkiler» arasından tünel kazdırmak gerekiyordu. On beş yılda
tamamlanan bu projenin nasıl bir mühendislik eseri olduğu görülmeye değer.
İyonya’lıların yeteneklerinin bir kanıtıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, bu
büyük eser, Polikrates’in korsan gemileri tarafından yakalanıp getirilen
kölelerce meydana getirilmiştir.
Bu dönemde Theodorus, o çağın en büyük mühendisi yetişti. Yunanlılar
anahtarı, cetveli, gönyeyi, tesviyeyi, torna tezgâhını, bronz kalıbı ve merkezi
ısıtmayı onun bulduğunu söylerler Niçin bu adamın bir heykeli yoktur?
Doğanın yasalarını zihinlerinde tartanlar ve onlarla ilgili yeni buluşlar için
düş kuvvetiyle, çoğunlukla teknoloji uzmanları ve mühendislerle görüşür
tartışırlardı. Kuramcılarla uygulayıcılar biraraya gelmiş olurdu böylece.
O civardaki Istanköy (Cos) adasında, hemen hemen aynı dönemde,
Hipokrat, ünlü tıp geleneğini yerleştiriyordu. Şimdi ancak Hipokrat Yemini
nedeniyle anımsanıyor. Hipokrat kurduğu tıp okulunda oldukça başarılı
sonuçlar sağlıyor, bu okulun çağdaş fizik ve kimya (4) bilimine eş değerde
tutulmasını istiyordu. Bu okul yalnızca pratik alanda başarılı sonuçlar elde
etmekle kalmıyordu, kuramsal yönü de vardı. On Ancient Medicine (Eski
Tıp Üzerine) kitabında Hipokrat şöyle diyor: «İnsanlar sara hastalığının
nedenini tanrılara bağlıyor, çünkü ne olduğunu anlayamıyorlar. Fakat
anlamadıkları her şeyin nedenini tanrıya bağlarlarsa tanrısal işlerin sonu
gelmez.»
O dönemde İyonya'nın etkisi ve deneysel yöntemleri Yunanistan’a,
İtalya’ya, Sicilya’ya yayıldı. Bir zamanlar insanların hava denen şey
hakkında bilgileri yoktu. Soluk almanın ne olduğunu elbet biliyorlardı.
Rüzgârı tanrının soluğu sanıyorlardı. Havayı statik, cisimsel ama görülemez
bir madde olarak düşünmüyorlardı. Havaya ilişkin ilk deneyin Empedokles
adlı bir fizikçi (*) tarafından yapıldığına ilişkin kayıt vardır. Empedokles
M.Ö. 450 yıllarında yaşamıştır. Bazı kayıtlara göre, kendini tanrı olarak
kabul edermiş. Fakat olabilir ki, başkaları onu çok zeki bularak tanrı gözüyle
bakmışlardır. Işık hızının çok yüksek olduğunu kavramıştı. Eskiden
yeryüzünde daha çok canlı türü bulunduğunu, fakat birçok canlı türünün
varlıklarını sürdürememiş olacaklarını, yaşayan her canlı türünü cesaret,
beceri ya da süratin koruduğunu» öğretirdi. Organizmaların çevreye uyumu
sorununu açıklamaya çalışmakta, Anaksimender ve Demokritus gibi
Empedokles de, Darwin’in doğal ayıklama yoluyla evrime ilişkin derin
görüşünün bazı yanlarının öncülüğünü yapmıştır.
Empedokles deneyini evlerde kullanılan bir gereçle gerçekleştirmiştir.
Bu gerecin adı Clepsydra ya da 'Su Hırsızı’dır. Bu alet mutfaklarda
yüzyıllardır kullanılmaktaydı. Pirinçten yapılmış bu kürenin üst ucunda boru
biçiminde incecik bir boyun bölümü vardır. Kürenin altında da küçücük
delikler. Bu kap suya batırılarak doldurulur. Eğer boru biçimindeki boynun
üst kısmını parmağınızla bastırmayarak küreyi sudan çıkarırsanız, alt
deliklerden su duş gibi dökülür. Fakat sudan çıkarırken boru deliğini
parmağınızla tam olarak tıkarsanız, su kürenin içinde parmağınızı o delikten
çekinceye dek kalır. Eğer boyun deliğini parmağınızla tıkamış durumda
küreye su almaya kalkışırsanız hiç başaramazsınız. Demek oluyor ki, suya
geçit vermeyen cisimsel bir madde var. Biz bu cismi göremiyoruz. Ne
olabilirdi? Empedokles bunun havadan başka bir şey olmadığı görüşünü
ortaya attı. Göremediğimiz bir şey basınç ya da parmağımı boyun deliği
üzerinden çekmezsem suyun dolmasını engelleyici bir etki yapıyordu.
Empedokles görülemeyen bir şeyi keşfetmişti.
Hava, görülemeyecek kadar ince biçim almış bir maddedir, diyordu.
Empedokles’in Etna’daki büyük yanardağın tepesindeki lavların içine
düşecek kadar bir dalgınlık nöbeti geçirmesi sonucunda öldüğü söylenir. Ben
bazen, bir jeofizik sorununu gözlemleme sırasında cesaretli ve öncü bir
girişimde bulunurken lavların içine kaymış olabileceğini düşünüyorum.
Atomların varlığı hakkındaki bu küçücük ima, bu hafif esin kaynağı,
Demokritus adlı bir bilgin tarafından daha da geliştirildi. Demokritus
Yunanistan’ın kuzeyindeki İyonya kolonisi Abdera’da doğmuştu. Abdera
şakaların kaynaklandığı bir kentti. M.Ö. 430'da Abdera’lı biri hakkında bir
hikâye anlatmaya kalktığınızda, karşınızdakinin kahkahası peşin olarak
hazırdı. Demokritus’a göre, yaşamın tümü anlayarak ve eğlenerek
geçirilmelidir; anlamak ve eğlenmek aynı şeylerdi. O, «Eğlencesiz bir yaşam,
meyhaneye rastlamadan uzun uzadıya gidilen yola benzer. >> derdi.
Demokritus Abdera’lı olabilirdi, fakat budalanın biri değildi. Uzayda yayılan
maddeden çok sayıda dünyanın birden oluştuğuna, geliştiğine, sonra da
dağıldığına inanırdı. Darbe kraterlerinden hiç kimsenin haberi olmadığı bir
dönemde, Demokritus dünyaların bazen çarpıştığını düşünüyordu.
Dünyalardan bazılarının uzayın karanlığında dolaşırken, bazılarının birçok
güneş ve ay eşliğinde dolaştıklarını; dünyalardan bazılarında hayat olduğunu;
bazılarındaysa ne bitki, ne hayvan hatta ne su bile bulunduğunu ve ilk hayat
şekillerinin ilkel bir çamur türünden kaynaklandığını ileri sürmekteydi.
Algılamanın örneğin, elimde bir kalem bulunduğunu düşünmenin sırf fiziksel
ve mekanik bir süreç olduğunu; düşünmenin ve hissetmenin maddenin
karmaşık ama yeterince düzenli bir biçimde biraraya getirilişinden
oluştuğunu ve maddenin, içine tanrılar tarafından ruh verilerek doğmadığını
öğretiyordu.
Demokritus’tur «atom» sözcüğünü bulan. Yunanca, «kesilmesi
olanaksız» anlamındadır atom. Atomlar bir maddenin bölünemez
zerrecikleridir; o maddeyi daha küçük parçalara bölmemizi engellerler. Her
şeyin iç içe yerleşmiş atomlar kolleksiyonundan oluştuğunu söylerdi. «Biz
bile atomdan oluşuyoruz,* diye eklerdi. «Atomdan ve boşluktan başka hiçbir
şey yoktur.»
Demokritus’a göre, bir elmayı kestiğimizde, bıçak atomlar arasındaki
boşluklardan geçmelidir. Eğer bu boşluklar olmasa, bıçak içine girilemez
atomlara rastlar ve elma kesilmezdi.
1750 yılında Thomas Wright, Demokritus’un Samanyolu’nun
çoğunlukla kararsız kalmış yıldızlardan oluştuğu yolundaki inancına
şaşmıştır. Thomas Wright, «Astronomi optik bilimlerin yararlı meyvalarını
toplamadan çok önce Demokritus, zihin gözlüğü deyimini kullanalım, evet,
zihninin gözlüğüyle, sonsuzluğu çok daha elverişli aygıtlarla çalışan
astronomlardan iyi görmüştür,» diyor. Hera’nm göğsünden fışkıran Süt’ün,
Gecenin Belkemiği’nin ötesinde, Demokritus’un beyni yükseliyordu.
Demokritus kadın, çocuk ve cinsel ilişkiden fazla hoşlanmazdı. Biraz da
zamanını alıyorlar diye onlardan kaçınırdı. Fakat dostluğa değer verir,
neşenin hayatın amacı olduğu görüşünü savunur ve heyecanın asıl
kaynaklarını bulmaya yönelik felsefi araştırmalara girişirdi. Atina’ya
Sokrates’i görmeye gider, fakat kendini tanıtmaya çekinirdi. Hipokrat’ın
yakın dostuydu. Doğanın güzelliği ve görkemi karşısında ağzı açık kalacak
derecede hayranlık duyardı. Demokrasi düzeninde yoksulluğu, baskı
yönetimindeki zenginliğe yeğ tutardı. Zamanında geçerli olan dinlerin
kötülüğüne inanır ve, «ölümsüz ruh ya da ölümsüz tanrılar diye bir şey
olmadığını,» söylerdi.
Anaksagoras M.Ö. 450 yıllarında ün yapan ve Atina’da yaşayan
İyonya’lı deneyimcilerdendi. Zengin biriydi. Zenginliğini bir yana bırakıp
bilime merak sarmıştı. «Hayatın amacı nedir?» diye sorulduğunda,
«Güneş’in, Ay’ın ve göklerin araştırılması.» yanıtını verirdi. Gerçek bir
astronomun verebileceği bir yanıttı bu. Tek bir damla beyaz bir sıvının şarap
gibi koyu renk sıvı bulunan bir sürahiye girince gözle görülebilecek bir renge
bürünmediğini saptadı. Bu önemli bir deneydi. Duyularımızın doğrudan
algılayamayacağı kadar hassas değişikliklerin başka yollardan saptanması
gereğine dikkat çekmiş oluyordu böylece.
Demokritus kadar radikal değildi Anaksagoras. Her ikisi de maddeciydi.
Bir şeylere sahip olma açısından maddeci değil, fakat dünyanın temelini
maddenin oluşturduğunu savunmaları bakımından, maddeciydiler.
Anaksagoras atomlara inanmazdı. İnsan içinde özel bir cisim bulunduğu
kanısındaydı. İnsanların hayvanların daha akıllı oluşunu elleri bulunuşuna
bağlardı. Tipik bir İyonca düşünüş.
Anaksagoras Ay’ın yansıttığı ışık nedeniyle parladığını kesinlikle
savunan ilk bilim adamıdır. Ay’ın evrelerine ilişkin bir kuranı da geliştirdi.
Bu görüş zamanında Öylesine tehlikeliydi ki bunu içeren yazı elden ele
gizlice dolaştırılıyordu. Ay’ın evrenselliği ve Ay tutulmalarını, yeryüzüne,
Ay’a ve kendiliğinden aydınlanan Güneş’e ilişkin geometriyle açıklamaya
kalkışmak, o dönemin önyargılarına ters düşmekteydi. Kendisinden iki kuşak
sonra, Aristo Ay’ın evrelerinin ve tutulmalarının Ay’ın yapısında bulunan
bazı nedenlerden ileri geldiğini söylüyordu ki, bunlar laf oyunundan ibaretti.
Hiçbir şeyi izah etmeyen izahatlar cümlesinden yani.
O zaamanın geçerli inancı, Güneş’in ve Ay’ın tanrı oldukları
yolundaydı. Anaksagoras, Güneş’in ve yıldızların yanan taşlar olduğu
görüşünü benimsemişti. «Yıldızların ısısını hissetmiyoruz. çünkü çok
uzaktadırlar,» diyordu. Ay’da dağlar bulunduğu (doğru) ve insan yaşadığı
(yanlış) görüşündeydi. Güneş’in Peloponez kadar büyük olduğunu
söylemişti. Bu bölge Yunanistan’ın üçte biri kadardır. O tarihlerde
Anaksagoras’ı eleştirenler, bu görüşün çok aşırı ve saçma olduğunu
belirtmişlerdi.
Anaksagoras, Atina’ya Perikles tarafından çağrılmıştı. Perikles’in,
Atina’nın lideri olarak en parlak dönemiydi. Perikles aynı zamanda Atina
demokrasisinin mahvına yol açan Peloponez Savaşlarının başlamasından
sorumlu kişidir de. Felsefeden ve bilimden büyük zevk alan Perikles’in en
yakın sırdaşlarındandı Anaksagoras. Anaksagoras’ın bu arkadaşlığı
nedeniyle Atina’nın ihtişamına büyük ölçüde katkısı olduğu sanılır. Fakat
I
I
Perikles siyasi sorunlarla kuşatılmıştı. Kendisini doğrudan
eleştiremeyenler çevresindekilere çamur atmaya yöneliyorlardı. Böylece
düşmanları, Perikles’in yakınlarını hedef aldılar. Anaksagoras dinsizlikle
suçlanarak hapse mahkûm edildi. Suçu Ay’ın herhangi bir maddeden,
yeryüzü gibi bir yer olduğunu ve Güneş’in gökte sıcak bir taştan oluştuğunu
söylemesiydi. Perikles’in Anasagoras’ı hapisten çıkarabildiği anlaşılıyor.
Fakat artık geç kalınmıştı. Yunanistan’da olayların akış yönü değişirken,
merkezi İskenderiye’nin oluşturduğu Mısır’da İyonya geleneği iki yüzyıl
daha sürecekti.
Thales’ten Demokritus’a ve Anaksagoras’a kadar uzanan büyük
bilimadamları, tarihle ya da felsefe kitaplarında «Sokrates’ten önceki»ler
olarak nitelenirler. Bu niteleme onların, Sokrates, Plato ve Aristo gelinceye
dek felsefe kalesini ayakta tutmuş ve biraz da bu filozofları etkilemiş
oluşlarını anlatmayı amaçlıyor gibi. Oysa Iyonya’lılar çağdaş bilimle çok
daha iyi bağdaşan düşünürlerdi. İyonya’lı bilim adamlarının etkisinin
yalnızca iki ya da üç yüzyıl sürmesi, İyonya Uyanışı ile İtalya Rönesansı
arasında yaşamış insan kuşaklan için acı bir kayıptır.
Sisam’Iı bilginlerle kıyas kabul edecek türden en etkili kişi olarak belki
Pitagoras’ı (5) gösterebiliriz. Pitagoras, M.Ö. 6. yüzyılda, Polikrates’in
yaşadığı dönemde yaşamıştı. Yöresel bir söylentiye göre, Sisam’daki Kerkis
dağı mağaralarında yıllarca yaşam sürmüştür. Yeryüzünün bir küre olduğunu
dünya tarihinde ilk kez Pitagoras anlamıştır. Belki Ay'ın ve Güneş’in küre
biçimine bakarak benzetmiştir, belki bir ay tutulması sırasında yeryüzünün
Ay üzerindeki kavisli gölgesini fark etmiştir. Ya da Sisam adasından ufka
doğru uzaklaşan gemilerin gözden en son kaybolan bölümlerinin direkler
oluşu dikkatini çekmiştir.
Kendisi ve öğrencileri «Pitagor Teoremi» olarak bilinen kuramı
buldular. Her tür bilime temel oluşturan çağdaş matematiksel düşünce
yöntemi Pitagoras’a çok şey borçludur. Pitagoras yalnızca teorimine ilişkin
örnekleri sıralamakla kalmamış, bir şeyi genellikle matematiksel olarak
kanıtlamanın yöntemini bulmuştu. Düzenli ve uyumlu, insan zihninin
kavrayabileceği bir evreni tanımlamak üzere «Kozmos» sözcüğünü kullanan
ilk o olmuştur.
İyonya'lıların çoğu, evrenin temelindeki uyumun gözlem ve deneyle
anlaşılabileceği kanısındaydılar ki, bugün bilime egemen yöntem de budur.
Bununla birlikte, Pitagoras çok değişik bir yöntem kullanmıştır. Doğa
yasalarının salt düşünceden çıkarılabileceği görüşünü benimsemişti. Pitagor
ve yandaşları temelde deneyimci değillerdi (6). Matematikçiydiler. Ve tam
anlamıyla mistiktiler. Matematikte kusursuz gerçeği bulduklarını,
matematiğin tanrılar âleminin bir parçası olduğunu, dünyamızınsa bu âlemin
kusurlu bir yansıması olduğunu belirtirlerdi. Pitagor’cular, Platon’u, daha
sonra da Hıristiyanlığı güçlü biçimde etkilemişlerdir.
Birbiriyle
çelişen
görüş
noktalarının
serbest
tartışma
yoluyla
düzeltilmesine Pitagor’cular iltifat etmezlerdi. Bunun yerine, tüm katı
görüşlü dinlerde olduğu gibi, yanlışları düzeltmeyi sağlayan esneklikten
yoksundular. Çiçero şöyle der:
Tartışırken iddiaya güç kazandırmak için otoriter davranışa ağırlık
verilmemelidir. Çünkü öğretmek iddiasında olanların otoriter davranışları,
öğrenmek isteyenlerin öğrenmelerini engelleyen bir ortam yaratır. Öğrenmek
isteyenlerin bu duruma düşürülmesi, onları kendi yargılarını kullanmaktan
alıkoyar ve üstad olarak karşılarında bulunan kişinin her sözünü sorunu
çözümleyici bir yargı olarak kabul ederler. Doğruyu söylemek gerekirse,
tartışma sırasında bir savın gerekçesi sorulduğunda, «Üstadımız böyle dedi,»
şeklinde yanıt verdikleri söylenen Pitagor’cuların yöntemlerini kabule
taraftar değilim. «Üstadımız böyle dedi? sözündeki «Üstad»dan
kastettiklerinin Pitagoras olduğu biliniyor elbet. Yargısı önceden verilmiş bir
düşünce demek, aklın desteğinden yoksun bir otorite kurmak demektir.
Pitagor’cular kenarlarının tümü de birbirine eş olan üç boyutlu cisimlere
tutkundular. Kenarları altı kareden oh; ;:an küp bu cisimlerden en yalın
biçimlisidir. Eşkenarlı çokgen sayısı denecek kadar çoktur, fakat eşkenarlı
cisim sayısı yalnızca beştir. Her nedense, adına «dodekahedron» dedikleri ve
her bir kenarı on iki beşgenden oluşan bir cisim, onlarca tehlikeli bir şekil
sayılırdı. Mistik bir bağlantı kurarak bu cismin biçimini Kozmos’unkine eş
sanırlardı. Eşkenarlı öteki dört cismi de, yine her nedense, o zamanlar
dünyayı oluşturduğunu sandıklan dört ana öğeyle eş tutarlardı; bu dört ana
öğe toprak, ateş, hava ve suydu. Beşinci eşkenarlı cisim, gökler âleminin
öğesini oluşturduğu kabul edilen bir maddeyle bir tutulurdu. Bilgiden yoksun
insanlara dodekahedron’dan söz açılması doğru değildi (*).
Tam sayıları aşk derecesinde seven Pitagor’cular, evrendeki her şeyin
sayılar sayesinde anlaşılabileceğine inanıyorlardı.
Pitagor’cularca küre «mükemmel» düzgünlükte bir cisimdi. Mükemmel
saymalarının nedeni, yüzeyindeki her noktanın merkezine eş uzaklıkta
bulunmasındandı. Daire şeklini de mükemmel bulurlardı. Pitagor’cular
gezegenlerin daire biçimi çizerek hep aynı hızla döndüklerini iddia
etmekteydiler. Gezegenlerin yörüngelerinde bazen hızlı, bazen yavaş
dönmelerini doğru bulmuyorlar ve dairesel olmayan devinimi kusurlu
sayıyorlardı.
Pitagor'cu düşünüş geleneğinin yandaşlarını ve karşıtlarını Kepler’in
ömür boyu sürdürdüğü çalışmalarında görmek mümkündür. Duyuların
dışında kalan mükemmel ve mistik bir dünyaya ilişkin Pitagor’cu görüş,
Kepler’in çalışmalarında önemli bir yer aldığı gibi, Hıristiyanlığın öncüleri
tarafından da hemen benimsenmişti. Kepler bir yandan doğada matematiksel
uyumların hüküm sürdüğü kanısındaydı. «Evrenin, uyumlu orantıların seçkin
damgasını» taşıdığını, gezegenlerin devinimini basit sayısal orantıların
saplaması gerektiğini söylemiştir. Öte yandan da, yine Pitagor’cuların
düşünce yolunu izleyerek, ancak dairesel ve tekdüze yörünge deviniminin
mümkün olabileceği fikrini uzun süre beslemiştir. Gezegenlerin
devinimlerini gözleyip de bu fikirle açıklayamadığını fark ettikçe,
gözlemlerini tekrar tekrar sınadı, öteki Pitagor’culardan farklı olarak gerçek
dünyanın gözlemlenmesine ve deneyimden geçirilmesine inanıyordu. Bunun
sonucu olarak, gezegenlerin devinimlerini anlaması, Kepler’i onların elips
biçiminde bir yörünge izledikleri düşüncesine yönelmeye zorladı. Böylece
dairesel yörünge fikrini terk etti. Kepler gezegenlerin devinimi konusunda
Pitagor’culardan hem esinlendi, hem de Pitagor öğretisinin çekiciliğine
kapılarak çalışmalarında on yıldan fazla bir süre geri kalmış oldu.
*Hippajus adlı bir Pitagor’cu, dodekahedron’un, yani on iki beş kenarlı kürenin sırrını yaymıştı.
Sonradan bir deniz kazasında öldüğünde, Pitagor’cuların, Hippasus’un cezalandırdığının adaletinden
söz ettikleri biliniyor.
Deneye karşı bir horgörü sarmıştı eski dünyayı. Platon astronomlara
düşüncelerinden gökleri eksik etmemelerini öneriyor, ama aynı zamanda da
onları, gökleri gözlemek suretiyle vakitlerini heba etmemeleri konusunda
uyarıyordu. Aristo’nun kanısınca, «Düşük düzeydekiler, yapıları nedeniyle
köledirler. Bunların bir efendinin emri altında bulunmaları kendileri için
iyidir... Köle, efendisinin hayatının bir parçasıdır. Zanaatçı, efendinin
hayatının tam bir parçası değildir. Ancak köleleştiği oranda işinde
mükemmelliğe erişir. Araç gereç kullananların köleliği ayrı ve özel bir
nitelik taşımaktadır.» Plutark da şöyle yazıyordu: «Eğer yapılmış bir iş sizi
güzelliğiyle etkiliyorsa, bu demek değildir ki, bu işi yapan takdire layıktır.»
Ksenofon da kanısını şöyle özetliyor: «Mekanik zanaatlar toplumda
horlanıyor ve haklı olarak kentlerimizde şerefli bir iş gözüyle bakılmıyor.»
Bu tür tutumların sonucu olarak, İyonya’lıların parlak ve umut vaat edici
deneysel yöntemleri iki bin yıl süreyle çoğunlukla terk edildi. Deney
olmadan, çelişen varsayımlar arasında bir seçme yapma, başka bir deyişle,
bilim yapma olanağı yoktur. Pitagorcu’ların deney aleyhtarı tutumlarının
izleri bugüne dek sürmüştür. Acaba neden? Deney aleyhtarlığı nereden
kaynaklanıyor? .
. Eski zamanlar biliminin gerileyişini açıklamak için bilim tarihçisi
Benjamin Farrington şunları yazıyor: İyonya'nın bilimine yol açan ticareti,
aynı zamanda bir köle ekonomisine de yol açmıştır. Köleye sahip olmak
zenginliğe ve iktidara götüren yoldu. Polikrates müstahkem mevkilerini
kölelere yaptırmıştı. ve Perikles, Platon ve Aristo döneminin Atina’sı büyük
bir köle nüfusuna sahipti. Atina’nın demokrasi diye cesaretle övündüğü şey.
yalnızca ayrıcalıklı bir azınlık için sözkonusuydu. Kölelerin yaptıkları işin
özelliği kol işçiliğidir. Bilimsel deney de kol işçiliğine girer. Böyle bir
çabadansa köle sahipleri kendilerini uzak tutmaktaydılar. İşin garibi, bilim
yapmak için zaman ayırabilenler de kölelerin efendileriydi. Bazı toplumlarda
kibar anlamındaki «gentle», «men» (insan) denilen gentlemen’lerdi köle
sahipleri. Vakit ayırabilen yalnızca köle sahipleri olduklarından ve onlar da
kol işçiliği yapmadıklarından, hemen hiç kimse bilim yapma olanağım
bulamadı, İyonya’lılar güzel araç gereçler üretebilecek yetenekteydiler. Fakat
köleye sahip olma olanağı teknolojinin gelişmesini sağlayacak dürtüyü
ortadan kaldırıyordu, Bu nedenle İyonya’daki büyük uyanışa (M.Ö. 600)
yardımcı olan ticaret, kölelik kurumu yüzünden, iki yüzyıl sonra gerileyişin
nedeni olmuştur denebilir. Tarihin büyük cilvelerinden biri söz konusudur bu
olgu da.
Buna benzer eğilimleri bütün dünyada gözlemek olasıdır. Çin’de dış
etkiler olmadan beliren astronomi, 1280 yılında Kuo Şuçing’in çalışmalarıyla
üst düzeye ulaştı. 1500 yıllık bir geçmişi olan gözlem bilgilerinden hareket
eden bilgin, astronomi hesaplarında matematik yöntemle gözlem araçları
geliştirmiştir. Ancak bu noktadan sonra Çin’de astronominin gerilediği kabul
edilmektedir. Nathan Swen bu gerileyişin nedenini bir ölçüde «seçkin
tabakanın esnekliğini kaybedişinde» buluyor. «Böylece okumuş kişiler
tekniğe karşı ilgi duymuyor ve bilimi kibar kişilerin değer vereceği bir uğrağı
olarak görmüyorlardı.» Astronom mesleği babadan oğula geçer bir duruma
dönüşlü. Buysa konunun gelişmesini kamçılamaktan uzaktı. Ayrıca
astronominin gelişmesi İmparatorluk Sarayının sorumluluklarından
sayılıyordu. Saray da bu görevi yabancıların eline vermişti. Bunlar Cizvit
papazlarıydı. Eüklid'i ve Kopernik’i Çinlilere tanıttıklarında, Çinlilerin ağzı
açık kalmıştı. Kopernik’in kitabını yasaklayan Çin yöneticileri, helyosantrik
(dünyanın
güneşin
çevresinde
döndüğü
görüşü)
kozmolojinin
yayılmamasında çıkar görüyorlardı. Hint, Maya ve Aztek uygarlıklarında
bilim, lyonya’daki gerileyiş nedeninden Maya ve Aztek uygarlıklarında
bilim, İyonya’daki gerileyiş nedeninden ötürü, başka bir deyişle, köle
ekonomisinin yayılmasıyla ölü doğmuştu. Çağımızın Üçüncü Dünya
sorunlarından en önemlisi, okumuş sınıfların zengin çocukları olması,
bunların da statükonun sürüp gitmesinden çıkarları bulunması ve kol
işçiliğine yatkın olmadıktan başka alışılmış bilgi sınırlarını aşmak için
meydan okumaya kalkışmamalarıdır. Bilimin kök salması çok yavaş
gerçekleşiyor...
Platon ve Aristo köleli bir toplumda rahat hayat sürüyorlar, zulüm için
bahaneler bulup önermekten geri kalmıyorlardı. Tiranların emrindeydiler.
Vücudun zihinden soyutlanması öğretisiyle (köleli toplum içinde oldukça
doğal bir amaç) yanıp tutuşuyorlardı. Maddeyi düşünceden, yeryüzünü
gökten ayırdılar. Bunlar, Batı düşüncesine iki bin yıl süreyle egemen olacak
«Ayrılıkçı» görüşlerdi. Platon’un Demokritus’a ait tüm kitapların
yakılmasını önerdiği (Homeros’un kitapları için de benzer önerilerde
bulunmuştur) söylenir. Bunun nedeni, Demokritus’un ölümsüz ruhlara ya da
ölümsüz tanrılara veya Pitagor mistisizmine inanmayışı olabileceği gibi,
sonsuz sayıda dünyanın varlığına inanışı da olabilir. Demokritus’un yazdığı
söylenen tüm insanlık bilgisine ilişkin üç kitaptan bir tanesine bile
rastlanamamıştır. Onun hakkında tüm bildiklerimiz bölük pörçük bilgi
kırıntılarına dayanmaktadır. Bunlar daha çok ahlaka ilişkin yazdıkları olup
ikinci el bilgilerdir. Anlatılara dayanmaktadır çoğu. Aynı şey tüm öteki
İyonya’lı bilginler için de geçerlidir.
Pitagoras’la Platon’un Kozmos’un bilgi sınırları içine alınabileceği ve
doğa gerçeklerinin sayılarla ifade edilebileceğine ilişkin fikirleri, bilimin
gelişmesine yardımcı olmuştur. Fakat bilimi sınırlı bir seçkin tabakaya özgü
bir düşünce alanı olarak görmeleri, suları bulandırıcı olayların örtbas
edilmesini istemeleri, deney aleyhtarlığı, mistisizme kucak açışları ve köleli
toplumlarını varlığını kolayca sineye çekmeleri, insanlığın büyük serüvenini
kösteklemiştir. Bilimsel araştırma araç gereçlerinin çürümeye bırakıldığı
uzun bir mistik uykudan sonra, bazı bulguları İskenderiye Kütüphanesi
bilginleri aracılığıyla aktarılmış olan İyonya’lıların büyük girişiminin örtüsü
sonunda kaldırıldı. Batı dünyası yeniden uyandı. Deney ve açık araştırma
yeniden saygınlık kazandı. Unutulmuş kitaplar ve bilgi kırıntıları yeniden ele
alınıp okundu. Leonardo, Kristof Kolomb ve Kopernik, Yunan düşünce
geleneğinden esinlendiler. Zamanımızda İyonya bilimine benzer bilimsel
çalışmaları oldukça çok yapıyoruz. (Siyaset ve din alanlarında değil). Serbest
araştırma yöntemi de uyguluyoruz. Fakat yine de şaşırtıcı batıl inançlar ve
ahlak açısından müthiş çelişkiler karşısındayız. Eski zaman çelişki içeren
yanılgılarına biz de düşüyoruz.
Plato’cular ve onun fikirlerini sürdüren Hıristiyanlar şu garip saplantı
içindeydiler: Yeryüzü kötü bir yer, gökyüzüyse mükemmel ve tanrısal bir
yerdir. Yeryüzünün bir gezegen, biz insanların da evrenin sakinleri
olduğumuz temel düşüncesi reddediliyor ya da görmezden geliniyordu. Bu
düşünceyi, ilk öne süren Aristarkus’tu. Aristarkus, Pitagoras’tan üç yüzyıl
sonra Sisam adasında doğmuş bir bilgindi. İyonya’lı bilginlerin
sonuncusuydu. Artık o sıralar entelektüel aydınlık merkezi, büyük
İskenderiye Kütüphanesine kaymıştı. Aristarkus gezegen sisteminin
merkezinde yeryüzünün değil Güneş’in bulunduğunu, tüm gezegenlerin
yeryüzü çevresinde değil Güneş’in çevresinde döndüklerini ilk olarak öne
sürmüştü. İlginçtir, bu konudaki kitapları kayıptır. Bir ay tutulması sırasında,
Ay’ın yüzeyindeki yerküre gölgesinin boyutlarından Güneş’in yeryüzünden
daha büyük ve daha uzak olduğu kanısına vardı. Belki o an Güneş gibi
kocaman bir cismin yeryüzü gibi küçücük bir cisim çevresinde dönmesinin
anlamsızlığını kavramıştı. Güneş’i merkeze oturttu, yeryüzünün günde bir
kez kendi ekseni ve yılda bir Güneş çevresinde döndüğünü söyledi.
Aynı düşünceyi Kopernik adıyla da özdeşleştiriyoruz. Galile, Kopernik
için helyosantrik varsayımın «onaylayıcısı ve canlandırıcısı» deyimini
kullanır. Yoksa onu bu keşfin sahibi kılmaz (7). Aristarkus’un dönemiyle
Kopernik’in dönemi arasında geçen 1800 yıl boyunca gezegenlerin doğru
olarak dizilişini bilen çıkmadı. Oysa M.Ö. 280 yılında bu doğru olarak
açıklanmıştı. Aristarkus’un ortaya attığı fikir, çağdaşlarını çileden çıkardı.
Anaksagoras’a, Bruno’ya ve Galileo’ya karşı yükselen seslerin benzerleri
Aristarkus’a karşı da yükseldi ve dinsizlikle suçlanması istendi. Aristarkus
ve Kopernik’e karşı gösterilen direniş, Güneş’in yerküre çevresinde döndüğü
görüşü günlük yaşamımızda halen de sürmektedir. Hâlâ Güneş’in
«doğduğundan> Güneş’in «battığından» söz ederiz. Aristarkus’un
helyosenirizm fikrini ortaya attığından bu yana 2.200 yıl geçti ve
kullandığımız dil hâlâ yerküremizin dönmediği yolundadır.
Gezegenleri birbirinden ayıran mesafe yeryüzünden Venüs'e olan
uzaklık 40 milyon kilometre, Pluto’yaysa 6 milyar kilometre Güneş'in
Peloponez kadar büyük olabileceği fikri karşısında çileden çıkan
Yunanlıların ağzını açık bırakırdı. Güneş sistemini daha dar bir çerçeve ve
daha yerel olarak düşünmek doğaldı. Aristarkus yıldızların uzaklardaki
güneşler oldukları yolunda bazı kuşkular duymuş ve Güneş’i sabit yıldızlar
arasına koymuştu. Teleskopun icadından sonra Yunan geometrisine
dayanarak yapılan hesaplarla yıldızların nice ışık yılı uzaklarda bulunduğu
XIX. yüzyılda anlaşılabildi.
Aristarkus dönemiyle Huygens dönemi arasındaki zaman içinde,
insanlar, çocukken merak ettiğim bir sorunun yanıtını vermişlerdir: Yıldızlar
nedir? Bunun yanıtı, yıldızların güçlü güneşler olduğu ve yıldızlararası
uzayda nice ışık yılı uzaklıklarda bulunduklarıdır.
Aristarkus’un bize bıraktığı büyük mirası şudur: Ne bize, ne
gezegenimize doğada ayrıcalık tanınmış değildir. Bu görüş, gezegenimizin
yıldızlarla kıyaslanışında geçerli olduğu kadar, insanlık ailesinin kişileri
arasındaki çeşitli ilişkilerde de geçerlidir. Bu gülüşün etkisiyle astronomide
olduğu kadar, fizikte, biyolojide, antropolojide, ekonomide ve siyasette
büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu görüşün sosyal açıdan fazla
yaygınlaşması, aynı zamanda örtbas edilmesini hedef alan girişimlerin de
nedenini oluşturuyor mu, diye sormadan edemiyorum.
XVIII. yüzyıl sonlarında İngiltere Kralı III. George’un müzikçisi ve
astronomu William Herschel, yıldızlı göklerin haritasını çıkardığında
Samanyolu şeridinden her yöne doğru eşit sayıda yıldızın dağılmış olduğunu
görerek yerküremizin bu galaksinin tam ortasında bulunduğu sonucuna varır.
Birinci Dünya Savaşından bir süre önce Harlow Shapley küresel yıldız
kümelerine uzaklığımızı ölçme tekniği geliştirmiştir.
XX. yüzyıla gelinceye dek, astronomlar, Kozmos’ta yalnızca bir tek
galaksi, Samanyolu Galaksisi var sanıyorlardı. Bu arada Thomas Wright ile
Immanuel Kant teleskopla yaptıkları incelemeler sonunda başka galaksilerin
varolduğunu sezmişlerdi.
İnsanlar yaşadıkça Kozmos’daki yerimizi arayıp durduk. Türümüzün
emekleme döneminde (atalarımız göklere avare avare bakarken) eski
Yunan’ın İyonya’lı bilginleri tarafından ve çağımızda sorulan sorudan
kurtulamıyoruz: Neredeyiz? Bizler kimleriz? İnsanlardan çok galaksilerin
bulunduğu bir evrenin ücra köşesindeki dağınık galaksiler kümesine dahil bir
galaksinin sınırlarında, iki sarmal kol arasında kaybolmuş sırada bir
gezegende yaşıyoruz. Kendimizi böyle bir perspektifte gözleyişimiz,
göklerin nasıl olduğuna ilişkin olarak yarattığımız zihinsel modelleri sınama
eğilimimizi cesaretle sürdürdüğümüzü ortaya koyar. Sözkonusu modellere
göre Güneş kıpkırmızı, sıcak bir taş, yıldızlar sema alevleri, Samanyolu da
Gecenin Belkemiği'dir.
Aristarkus’tan günümüze dek evreni araştırmak üzere giriştiğimiz
çabaların her biri bizi, Kozmos sahnesinin ortasındaki bir yerden daha az
önemli bir yere itelemiştir. Bu alandaki yeni bulguları özümseyecek vakti
insanoğlu henüz bulamadı. Bütün yeni buluşlar, yerküremizin en önemli, en
merkezi ve en hayati yer olmasını isteyenler için üzüntü kaynağı olmaktadır.
Çünkü evrenin araştırılmasındaki her yeni buluşu gezegenimiz için «tenzili
rütbe» saymaktadırlar. Ayrıcalığa ve en çok öneme mazhar gezegen
statüsünde olmayı boş yere isteyenler, gelişmelerin getirdiği değişiklikleri
sineye çekmek zorundadırlar. Nerede yaşadığımızı bilmek için komşuların
durumunu bilmek zorunludur. Öteki komşularımızın durumunu bilmek,
kendi durumumuza ışık tutacaktır. Eğer gezegenimizin önem taşımasını
istiyorsak yapabileceğimiz şudur: Sorularımızın cesareti ve yanıtlarının
derinliğiyle gezegenimizi önemli kılabiliriz.
Kozmik yolculuğumuza, ilk önce, türümüzün emekleme döneminde
ortaya atılmış bir soruyla başladık ve türümüzün her yeni kuşağı bu soruyu
yeniden ve hiç de eksilmemiş bir merakla sordu: Yıldızlar nedir? Araştırıp
keşfetmek insanın içinde varolan bir duygudur. Bu sorunun peşine takılmış
yolcular olarak işe başladık. Halen de bu yolun yolcularıyız. Kozmik
Okyanusun kıyılarında biraz fazlaca oyalandık. Sonunda yıldızlara doğru yol
almaya hazırız.
Bölüm VIII
ZAMAN YE MEKÂN İÇİNDE YOLCULUKLAR
Ölü bir çocuktan daha uzun yaşamış kimse yoktur. Pieng Tsu çok küçük
yaşta hayata gözlerini yumdu.
Gök ve Yer benim kadar yaşlıdırlar ve binbir şeyin hepsi bir ve aynıdır.
— Chuang Tzu, M.Ö. yaklaşık 300, Çin
Yıldızları, geceden korkmayacak kadar içten seviyoruz.
— Amatör iki astronomun mezartaşındaki yazı
Yıldızlar, buz tutmuş efsaneleri yazıp çiziyor, gözlerimizin içinde.
Sırlarını ele vermeyen uzayın parıltılı şarkılarının eşliğinde.
— Hart Crane, Köprü
GÜNEŞ VE AY ÇOK UZAGlMIZDADIR. Fakat çekim güçlerinin
etkileri yeryüzünde fark edilir. Kumsallar bize uzayı anımsatırlar. Hepsi de
aşağı yukarı birbirine benzer büyüklükteki irice kum taneleri, kayaların
çağlar boyunca durmadan, sürtünmesinden, aşınıp yenmesinden ve yine
Ay’la Güneş’in yarattığı dalgalar ve havanın aşındırmasından oluşmuşlardır.
Kumsallar bize zamanı da anımsatmış olurlar. Dünya, insan türünün
belirmesinden çok daha eski zamanlara dayanır.
Bir avuç kumda yaklaşık 10.000 kum tanesi vardır. Göğün açık olduğu
bir gecede çıplak gözle görebildiğimiz yıldız sayısından daha çoktur bir avuç
kumdaki taneler. Ama görebildiğimiz yıldızlar, varolan yıldızların ancak
küçücük bir bölümüdür. Geceleyin gördüklerimiz en yakın yıldızlardır. Oysa
Kozmos ölçü kavramını aşan bir zenginliktedir; şöyle ki: Evrendeki
yıldızların toplam sayısı yeryüzündeki tüm kumsallardaki kum tanelerinden
daha çoktur.
Eski astronomlarla astrologların göklerdeki yıldızlarla şekiller kurmaya
çalışmalarına karşın, bir takım yıldız aslında yakıştırmadan başka bir şey
değildir. Takım yıldızlar, gerçekte fersiz canlıları halde bize yakınlıkları
nedeniyle parlak gözüken ve uzakta bulunmalarına karşın gerçekten parlak
olan yıldızlara belli bir çerçeve içine alır gibi bakılmasından doğan birtakım
şekillerdir. Yerküremiz üzerindeki her yer, herhangi bir yıldıza tam olarak
aynı uzaklıktadır. Bu nedenle de herhangi bir takım yıldızdaki yıldızların
oluşturduğu şekiller, Asya’da ayı dır, Amerika’da da. Herhangi bir takım
yıldızdaki yıldızların hepsi de öylesine uzaktır ki, bizler yeryüzünde oldukça
onları üç boyutlu şekiller olarak gözümüzün önüne getiremeyiz. Yıldızlar
arasındaki ortalama uzaklık birkaç ışık yılıdır ve bir ışık yılının da 10 trilyon
kilometre olduğunu anımsayalım. Takım yıldızların oluşturduğu şekillerin
değiştiğini görebilmek için bu yıldızları birbirinden ayıran mesafeleri
aşmalıyız. Ve ancak o durumda, yıldızların bazıları takım yıldız dışına,
bazıları da içeriye kayıyor gibi olacak, böylece de çerçevenin görünümü
değişecektir.
Teknolojimiz şimdilik, öylesine uzak mesafeli yıldızlararası yolculuklar
için yeterli değildir. Ya da şöyle diyelim: Belli bir yolculuk süresi içinde bu
mesafeleri almaya yeterli değildir. Olabilir ki, önümüzdeki yüzyıllarda
yeryüzünden hareket edecek bir uzay aracı, sözünü ettiğimiz büyük
mesafeleri çok hızlı kat edebilir ve böylece daha önce hiç kimsenin
görmediği bir çerçevede başka bir takım yıldız biçimi yakıştırılabilir.
Günümüzde bilgisayara, yakınımızdaki tüm yıldızların üç boyutlu
durumlarını verebilir ve onları küçük bir yolculuğa çıkarabiliriz. Örneğin,
bilgisayara Büyük Ayı’yı oluşturan parlak yıldızlar çevresinde tam bir tur
atmasını emredebiliriz. Böylece takım yıldızının içinde göründüğü
çerçevenin değişikliğe uğrayışını izleyebiliriz. Yıldızları, «şu noktaları
birleştirelim» oyunundaki gibi göklerde yakıştırdığımız bir şekil içine
yerleştirebiliriz. Fakat perspektifimiz değişince, görünürdeki takım yıldız
biçimlerinin de değiştiğine tanık oluruz.
Takım yıldızların görünümü yalnızca uzayda (mekân içinde) değişmez,
zaman içinde de değişikliğe uğrar. Bir başka deyişle, biz konumumuzu
değiştirince, görüntüleri değişmiş olmaz yalnızca; yeterince uzun bir süre
bekleyebilsek yine değişir. Yıldızlar bazen bir grup ya da hevenk halinde
hareket ederler; bazen de tek bir yıldız, gruptakilere oranla daha çabuk yol
alır. Bu tür yıldızlar, sonunda, eski bir takım yıldızı terkedip yenisine
katılırlar, pazen de çift yıldız sistemindeki üyelerden biri patlayarak,
uzaydaki esini bağlı tutan çekim zincirlerini koparır. O da eski yörüngesel
hızıyla uzaya sıçrar. Gökte sapanla fırlatılmış gibi bir yıldız görürsünüz o an.
Bir de yıldızların doğup gelişme ve ölme durumları vardır. Yeterince
uzun bir süre bekleyebilecek olsak, o dönem içinde yeni yıldızlar belirecek
ve eskileri kaybolup gideceklerdir. Gökteki şekiller yavaş yavaş birbirine
karışarak değişirler.
İnsan türünün yaşamı boyunca bile (birkaç milyon yıl) takım yıldızlar
değişmişlerdir. Örneğin, Büyük Ayı’nın bugünkü görünümüne bir göz
atalım. Bilgisayarlarımız bizi mekân ve zaman olarak bugünden alıp başka
günlere götürebilir. Yıldızların devinimlerini hesaba katarak, bilgisayarımız
bizi eski zamanlara doğru götürünce, bir milyon yıl önceki Büyük Ayı
şeklinin ayrı görünümde olduğunu anlarız. O tarihlerde Büyük Ayı’nın
biçimi bir oku andırıyordu. Bir zaman makinesi sizi birden çok eski devirlere
götürüp bırakacak olsa, Büyük Ayı’nın o zamanki biçiminden hangi
dönemde yaşadığınızı anlardınız: Orta Pleistosen Çağında.
Bir takım yıldızın ileriki zamanlarda alacağı görünümün biçimini de
bilgisayardan sorabiliriz. Örneğin, Aslan takım yıldızını (burcu) ele alalım.
Önümüzdeki bir milyon yıl içinde, Aslan Burcu şimdikinden daha az aslana
benzeyecektir. İlerki kuşaklar Aslan Burcu’na Radyo Teleskop Burcu
diyebilirler. Bu arada, bir milyon yıla kadar radyo teleskopun da modası
çoktan geçmiş bir aygıt olarak eski eşyalar arasında yer almasından endişe
ettiğimi söylemeliyim.
Güneş’e komşu bölgede, yani uzayda Güneş’in yakın çevresinde, en
yakın yıldız sistemi bulunmaktadır: Alfa Kentaurus. Aslında üçlü bir yıldız
sistemidir. Kentaurus takım yıldızı. İki yıldız birbirinin çevresinde dolanır,
üçüncüsü de Proksima Kentaurus, bu çiftin çevresinde, biraz mesafeli bir
yörüngede dolaşır. Kenteaurus’ların (8) Proksima’sı (proksima en yakın
demektir) adından da anlaşılacağı üzere Güneş’e en yakın olanıdır. Bizim
Güneş’imizin yapayalnızlığı anlaşılmaz bir şeydir.
Takım yıldızın en çok parlayan ikinci yıldızı Andromeda (Beta
Andromeda adını taşır) yetmişbeş ışık yılı uzaklardadır. Onu görmemizi
mümkün kılan ışık, yıldızlar arası karanlıkları aşıp yeryüzüne gelinceye dek
yetmiş beş yıl geçmiş demektir. Diyelim ki (olmaz ya!), Beta Andromeda
geçtiğimiz hafta infilak etti. Bizim bu önemli olaydan yetmiş beş yıl
haberimiz olmaz. Bu yıldızı görmemize olanak veren ışık uzun yolculuğuna
başladığı sırada genç Albert Einstein yeryüzünde Görecelik (Rölativite)
Kuramını yayınlamıştı. Einstein o sıralarda İsviçre Paten Bürosunda bir
memur olarak çalışıyordu.
Uzay (mekân) ve zaman iç içe girmiş durumdadır; zaman kavramı
olmaksızın mekânı, mekân kavramı olmaksızın zamanı kavrayamayız. Işık
çok hızlı yol alır. Fakat uzay çok boştur ve yıldızların aralarındaki mesafe
büyüktür. Yetmiş beş ışık yılı gibi uzaklıklar, astronomi alanında çok
küçüktür. Güneş’ten Samanyolu’nun merkezine olan mesafe 30.000 ışık
yıldır. Bizim galaksimizden M31 adını alan ve yine Andromeda takım
yıldızında bulunan en yakın sarmal galaksi 2.000.000 ışık yılı uzaklıktadır·
Bugün gördüğümüz M31’den gelen ışık o zamanlar hareket ettiğinde,
yeryüzünde insan türü henüz yoktu. Atalarımız bugün kazandıkları şekle
yeni yeni düşüyorlardı. Bu denli uzaktan gelen ışığı bugün görebilmemizin
nedeni, bunun kaynağının yerküremiz ve Samanyolu’nun oluşmasından önce
varolmuş bulunmasındandır.
Bu durum yalnızca astronomi alanının cisimlerine özgü değildir. Bir
odanın içinde üç metre ötedeki bir arkadaşınıza bakıyorsanız, bu
arkadaşımızı «şu andaki» haliyle görüyor değilsiniz. Saniyenin yüz milyonda
birine eş zaman önceki durumunu görüyorsunuz. Buna, isterseniz, bir
mikrosaniyenin yüzde biri de diyebilirsiniz. Bunun hesabı şöyledir : (3 m) /
(3 x 10 m saniye) = 1 (10 / saniye) = 10*
Bu hesapta yaptığımız, uzaklığı hıza bölüp arada geçen zamanı
bulmaktan ibarettir. Ne var ki, «şu andaki» arkadaşınızın görüntüsüyle
saniyenin yüz milyonda birine eş zaman önceki görüntüsü arasındaki fark o
kadar küçüktür ki, fark edilemez. Oysa sekiz milyar ışık yılı uzaktaki bir
kuasar'a baktığınız zaman, onun sekiz milyar ışık yılı önceki durumunu
görüyor olmanız önemli fark yapar. (Kuasar’ları galaksilerin yalnızca erken
tarihlerinde görülmesi olası patlama olguları kabul edenler vardır. Bu
takdirde, bir galaksi ne denli uzaksa, o denli erken tarihini izlemekteyiz
demektir. Ve o denli de tam olarak kuasar görme olasılığı vardır. Nitekim on
beş milyar ışık yıllık mesafelerden daha uzaklara baktığımızda kuasarların
sayısı artmaktadır.)
Yıldızlararası gezilere çıkmış olan iki adet Voyager uzay gemisi, ışık
hızının on binde birine eşit süratle ilerlemektedirler şimdi. En yakın yıldıza
40.000 yılda varabilirler. Yeryüzünden kalkıp da hiç olmazsa Kentaurus
Proksima’ya uygun süre içinde gitme umudu besleyebilir miyiz acaba? Işık
hızına yaklaşabilecek miyiz dersiniz? Işık hızıyla ilgili giz nedir? Günün
birinde ışıktan hızlı yolculuk edebilir miyiz?
1890 yıllarında İtalya’nın güzel Toskana kırlarında dolaşıyor olsaydınız,
okuldan atılmış, uzun saçlı bir gencin Pavia yolunda ilerlemekte olduğunu
görürdünüz. Almanya’daki öğretmenleri ona adam olamayacağını, sorduğu
soruların sınıf disiplinini bozduğunu, okulu bıraksa daha iyi edeceğini
söylemişlerdi. Böylece okulu bırakan genç, Toskana kırlarının
güzelliklerinde dolaşırken, zihninde sınıfta düşünmeye zorlandığı konulardan
başka sorunlara yanıtlar aramaya koyuldu. Bu gencin adı Albert Einstein'dı
ve zihninde yanıt aradığı sorunlar dünyayı değiştirdi,
Einstein People’s Book of Natural Science (Doğa Bilimi El Kitabı) adını
taşıyan Bernstein'in kitabına hayran kalmışı.. aha ilk sayfasında tellerden
geçen elektriğin ve uzaydan geçen ışığın korkunç hızını anlatan ve bilimi
halka sunmayı amaçlayan bu kitap Einstein'ı çok etkiledi. Bir ışık dalgası
üzerinde yolculuk edince dünya nasıl görünür, sorusu zihnini kurcalamaya
başladı. Işık hızıyla yolculuk ha! Güneş ışığının güzellikleri arasında
İtalya’nın kırlarında dolaşan bir gencin aklına gelebilecek ne güzel ve
gizemli bir soru... Işık dalgası üzerinde yolculuk etseniz, hız kavramını
kaybedeceğinizden ışık dalgası üzerinde olduğunuzu bilemezsiniz. Işık
hızıyla giderken garip bir şey olur insana. Einstein bu tür sorunlar üzerinde
kafa yordukça, bu sorunlar dünya için daha da önem kazandı. Işık hızıyla
yolculuk halinde birçok çelişkili durum çıkardı ortaya. Bazı fikirler, düşünce
süzgecinden yeterince incelenmeden geçirildiğinden gerçek gibi kabul
edilmişti. Örneğin, iki olayın eşzamanlı olduğunu söylemekle neyi
kastediyoruz acaba?
Bisiklete binmiş olarak size doğru geldiğimi düşünün. Bir kavşağa
yaklaşırken bir at arabasıyla çarpışıyormuşum gibi geliyor bana. Direksiyon
kırıp çiğnenmekten zor kurtuluyorum.
Şimdi bu olayı yeniden düşünün. Tutun ki, atlı araba ve bisiklet ışık
hızına yakın bir süratle ilerliyorlar. Eğer siz yolun aşağı kısmında seyirci
olarak hareketsiz duruyorsanız, araba görüş çizginize göre dik açı içersinde
ilerliyor olacaktır. Siz, beni, yansıyan ışık nedeniyle, size doğru ilerliyor
göreceksiniz. Peki, benim yaptığım sürat, ışık hızına eklenmeyecek midir ki,
böylece, görüntüm, size arabanın görüntüsünden bir hayli daha erken
ulaşsın? Benim direksiyon kırdığımı, arabanın gelişinden önce görmeniz
gerekmez mı? Ben ve atlı araba kavşağa, benim görüş açımdan eşzamanlı
olarak varır da, size göre varmaz mı? Bana arabayla çarpışıyormuşum gibi
gelirken, siz beni önümde hiçbir engel bulunmadığı halde direksiyon kırıp
caddede keyiflice pedal çevirdiğimi görüyor olamaz mısın? Bunlar ilginç ve
kılı kırk yaran sorulardır. Herkesin olağan kabul ettiği şeyi değiştirmeye
yöneliktirler. Bu sorunları Einstein’dan önce hiç kimsenin ele almayışının
nedeni vardır. Einstein bu basit sorulardan hareket ederek dünyanın yeniden
ve yeni biçimde algılanmasına yol açmış, fizikte devrim yaratmıştır.
Dünyayı tam olarak anlamamız ve yüksek hızla ilerlerken ortaya çıkan
mantıksal çelişkileri gidermemiz gerekiyorsa, «Doğanın Emirnamesi» adını
verebileceğimiz bazı kurallar vardır ki, bunlara uymak zorunludur. Einstein,
işte bu kuralları yasa haline getirmiş ve Görecelik (Rölativite) (izafiyet)
kuramı adını vermiştir. Bir cisimden yansıyan ya da kaynaklanan ışık, o
cisim ister hareket etsin ister dursun, aynı hızda ilerler: Kendi hızını ışığın
hızına asla eklemeyeceksin. Aynı zamanda hiçbir maddesel cisim ışıktan
daha hızlı ilerleyemez: Işık hızıyla ya da ışık hızından süratli gitmeyeceksin.
Fizik kuralları sizin ışık hızının %99,99’u kadar sürat yapmanızı engellemez.
Buraya kadar tamam. Fakat ne denli çaba gösterirseniz gösterin %100’e
varamazsınız. Dünyamızın bir sağlam temel üstüne oturtulmuş olması için,
kozmik bir sürat sınırlaması tanınmıştır. Yoksa hareket eden bir platform
sayesinde ışığın hızından fazla olmak üzere istediğiniz sürate erişebilirdiniz.
XIX. yüzyılın bitimine doğru Avrupalılar üstünlük ya da ayrıcalık
açısından kıyaslamalarda bazı dayanak noktalarına güveniyorlardı. Alman
veya Fransız ya da İngiliz kültür ve siyasi örgütlenişinin başka
ülkedekilerden daha iyi olduğu inancındaydılar. Avrupalıların üstün
olduklarına inanırlar ve bunların sömürge haline getirdikleri yerlerdeki
insanların talihli olduklarını sanırlardı. Aristarkus’un ve Kopernik’in
fikirlerinin sosyal ve siyasal alanlardaki uygulaması, ya redde uğrardı ya da
aldırmazlıktan gelinirdi. Genç Einstein fizikte olduğu kadar siyasette de
ayrıcalık ve üstünlük görüşüne karşı gelmiş biridir. Yıldızların vızır vızır her
yöne gidip geldikleri bir evrende «duran* hiçbir şey yoktur ki, belli bir sabit
dayanak noktası alınsın. Dolayısıyla da belli bir çerçevedekilerin başka
çerçevedekilere üstünlük taslamaları diye bir şey olamaz. Einstein’in
görecelik (rölativite) (izafiyet) sözcüğünden anladığı budur. Bu kuramın
tuzakları var gibi görünürse de, aslında fikir çok açık seçik olarak ortadadır:
Evreni izlerken, izlemek için kurulan her gözlem yeri, öteki gözlem yeri
kadar iyidir. Doğanın yasalarını kim açıklarsa açıklasın herkes için aynıdır.
Eğer bu doğruysa ki Kozmos’daki yerimizin ayrıcalıklı olduğunu düşünmek
şaşılası bir durumdur, bunun sonucu olarak hiç kimsenin ışıktan daha hızlı
gidemeyeceği de doğrudur.
Bir kırbacın şaklayışını duyarız, çünkü kırbacın ucu ses hızından daha
süratli hareket eder ve böylece bir şok dalgası, küçük bir sonik patlama
yaratır. Gök gürlemesinde de benzer bir durum sözkonusudur. Bir zamanlar
uçakların ses hızından daha çok sürat yapamayacakları sanılırdı. Bugünse
sesten hızlı giden uçakların sayısı oldukça çoktur. Fakat ışık hızı sınırlaması
ses hızından ayrı bir şeydir. Sesten hızlı uçakta sorun mühendislik sorunudur
ve bu mühendislik sorunu çözümlendikten sonra sesten hızlı yolculuk
yapılabilmektedir. Fakat ışık hızı sorunu, yerçekimi gibi doğa yasasının
temelinde yatan bir konudur.
Ses maddi bir ortam aracılığıyla, genellikle hava aracılığıyla yayılır. Bir
arkadaşınız konuştuğunda size ulaşan ses dalgası. havadaki moleküllerin
hareketidir. Işıksa bir boşlukta yol alır. Bu nedenle eşzamanlılık sorunları
sese uygulandığı gibi ışığa uygulanamaz. Güneş’in ışığı bize aradaki
boşlukları aşarak ulaşır. Fakat ne kadar kulak kabartırsak kabartalım güneş
patlamalarını duyamayız. Einstein’in Görecelik Kuramından önceki
dönemlerde ışığın özel bir ortam aracılığıyla ulaştığı sanılırdı. Tüm uzayı
kapladığı sanılan bu ortama «Işık saçıcı» adı verilirdi. Michelson Morley
deneyi böyle bir ortamın var olmadığını ortaya çıkardı.
George Gamov’un deneyine dayanarak, ışığın gerçek hızı olan saniyede
300.000 km. süratle değil de saatte 40 km. hızla ilerlediği bir yer düşünelim.
Bir motosiklet üzerinde olduğunuz halde ışık hızına yaklaştığınızı düşünün.
(Görecelik Kuramı «Tutun ki...» «Düşünün ki...» deyimleriyle doludur.
Einstein bu nedenle Almanca olan Gedankenexperiment düşünce antrenmanı
sözcüğünü kullanmıştır.) Süratiniz arttıkça, geride bıraktığınız cisimlerin
kenarlarını önünüzde görmeye başlarsınız. Işık süratine yakın bir hızla
giderken, dünya, sizin açınızdan, çok garip bir hal alır; sonuçta herşey sıkışıp
küçücük dairesel pencereye dönüşür. Olduğu yerde duran bir gözlemci
açısından, sizden yansıyan ışık siz uzaklaşırken, kırmızı ışır, yaklaşırken
mavileşir. Eğer gözlemciye doğru ışık süratine yakın bir hızla yolculuk
ediyorsanız, renkli bir ışına bürünmüş bir gölge olursunuz; normal olarak
gözle fark edilmeyen kızılötesi ışın saçışınız, gözle görülebilen daha kısa
dalga boylarına dönüşür. Hareket ettiğiniz yönde pres altında yoğunlaşmış
gibi kütleniz artar ve geçirdiğiniz deneyim nedeniyle, zaman yavaşlar. Işık
süratine yakın bir hızla yolculuk etmenin verdiği soluk kesici deneyim,
zaman genleşmesi yapar.
Bu garip ve özel görecelik yaratan şaşırtıcı öngörü, bilim alanında her
şeyin doğru olduğunu açıklamaktadır. Her şey sizin göreceli deviniminize
bağlıdır. Ne var ki, bunlar doğrudurlar ve göze hitap eden hayali durumlar
değildir. Bu, basit bir matematik işlemle, daha doğrusu cebir dersinin ilk
yılını tamamlamış herkese cebir işlemiyle anlatılabilir.
Aynı zamanda, birçok deneye de uygun düşmektedir. Uçaklarda
bulundurulan ve zamanı göstermede çok hassas saatler, olağan saatlere
oranla birazcık geri kalır. Nükleer hızlandırıcılar, hızın artmasıyla kütlenin
büyümesine olanak tanıyacak biçimde yapılmışlardır; eğer bu aygıtlar bu
biçimde yapılmasalardı, hızlandırılmış zerreciklerin tümü aygıtın çeperlerine
çarparlardı. Bunun sonucu olarak nükleer fizik deneyleri alanında fazla bir
şey yapılamazdı. Sürati veren, katedilen mesafenin zamana bölünüşüdür. Işık
süratine yakın bir hıza başkaca sürat ekleyemeyeceğimize göre (oysa günlük
yaşamımızda yaptığımız hızları birbirine eklemek olasıdır) sizin görece
devirlimizden bağımsız olarak geleneksel mutlak mekân ve zaman
kavramları terk edilmelidir. Mekânın büzülmesi ve zamanın genleşmesinden
anladığımız budur. Işık hızıyla yolculuk eden kişinin yaşlanmamasının
nedeni de bu ilkede yatmaktadır.
Mühendislik açısından ışığın hızına eş süratte giden araçlar yapmak
acaba mümkün müdür?
İtalya’nın Toskana vilayeti yalnızca genç Einstein’in vaktini geçirdiği
bir yer değildir. Toskana tepelerine tırmanıp oradan bir kartal gibi düzlükleri
seyreyleyen biri daha yaşamıştı 400 yıl kadar önce: Leonardo1 da Vinci.
Leonardo’nun resim, heykeltraşlık, anatomi, jeoloji, doğa tarihi ve sivil ya da
askeri mühendislik alanlarındaki ilgi ve çalışmalarından başka kendini
kaptırdığı bir alan daha vardır: İnsanın uçabileceği bir araç yapmak. Bu
konuda resimler çizdi, modeller yaptı, tam boy prototipler üretti. Fakat
hiçbiri de işlemedi. O tarihlerde yeterince güçlü ve hafif bir motor yoktu. Ne
var ki, çizimler müthişti. Daha sonraki kuşakların bu alandaki cesaretine hız
verdi. Leonardo da Vinci’nin başarısızlık nedeniyle moralinin bozulduğu
olurdu. Fakat kabahat onun değildi. XV. yüzyıl onu kapanına kısmıştı.
Leonardo da Vinci’nin başına gelen bu durumun benzeri 1939 yılında
bir grup İngiliz mühendisinin başına da geldi. İnsanları Ay’a götürecek bir
araç çizdiler. Gezegenlerarası İngiliz Derneği’nin mensupları. 1939 yılının
teknolojisiyle çizmişlerdi bu aracı. 30 yıl sonra Ay’a insan gönderme işlevini
yerine getiren Apollo uzay aracının aynı olmadığı kesindi 1939 yılının
gezegenlerarası gemisi. Fakat günün birinde Ay’a yolculuğun mühendislik
açısından mümkün olabileceği düşüncesini harekete geçirdi.
Bugün de insanları yıldızlara götürmeye yarayacak uzay araçlarının
öncüleri üzerinde çalışılmaktadır. Bu araçların hiçbiri de yeryüzünden direkt
uçuşla yıldızlara varma kapasitesinde değil. Dünya çevresindeki
yörüngesinden yıldızlara fırlatılmak üzere geliştiriliyorlar.
Araç hızının ışık hızına yakın olacağı yıldızlararası süratli araçlar
yapımı belki gelecek yüzyılın amacı değil. Ama bin ya da on bin yıl
sonrasının amacı. Ne var ki, ilke olarak böyle bir araç geliştirmek olasıdır.
Yıldızlara yolculuğa henüz hazır değiliz. Yüz ya da iki yüzyıla kadar
güneş sistemi tümüyle keşfedildiğinde, biz de kendi gezegenimize yeni bir
çekidüzen veririz. O zaman yıldızlara gidecek istek, kaynaklar ve teknolojiye
sahip olacağız. Uzak mesafelerde bazıları bizimkine çok benzer, bazıları da
çok değişik başka gezegen sistemlerini inceleyeceğiz. Hangi yıldızın ziyaret
edilmesi gerektiğini bileceğiz. Thales’in, Aristarkus’un, Leonardo’nun,
Einstein’in çocukları o zaman ışık yılı evrenini dolaşacaklar.
Kaç gezegen sisteminin varolduğunu henüz kesinlikle bilmiyoruz.
Sayısının bir hayli kalabalık olduğu sanılıyor. Bizim hemen yakınımızda bir
değil, birkaç gezegen sistemi var: Jüpiter, Satürn ve Uranüs’ün her birinin bir
gezegen sistemi bulunuyor. Bunlar boyutları ve Ay’larıyla olan mesafeleri
bakımından Güneş çevresindeki gezegenlere benziyorlar. Kütleleri
birbirinden farklı olan çift yıldızlara ilişkin istatistiklerin yaygınlaştırılması,
Güneş gibi yapayalnız yıldızların hepsinin arkadaş gezegenleri bulunduğunu
gösteriyor.
Henüz doğrudan doğruya görememekteyiz başka yıldızların
gezegenlerini. Bunlar kendi bölgesel güneşlerinin ışığı altında birer parıltılı
noktacıktan ibarettir. Fakat görülmeyen bir gezegenin gözleyebildiğimiz bir
yıldız üzerindeki çekim etkisini saptama aşamasına geldik.
Yıldızlar çevresindeki gezegenlerin varlığını saptamaya yarayan başka
yöntemlerle birlikte önümüzdeki on yıllarda bize en yakın yüz yıldızdan
hangilerinin arkadaş gezegenleri bulunduğunu öğrenebileceğiz. Bu yeni
yöntemlerden biriyle yıldızın çıkardığı ve parlaklığının görmeyi engellediği
ışığın yapay olarak giderilmesi söz konusudur. Uzay teleskopunun önüne
ışığı kapayan bir disk konulabileceği gibi, Ay’ın karanlık ucunu da böyle bir
disk yerine kullanmak mümkündür. Böylece gezegenden gelen yansımış ışık,
yakınındaki güneşin parlaklığı altında boğulmadığından belirebilmektedir.
Sen yıllarda kızılötesi gözlemler yakınımızdaki yıldızlardan bazılarında
disk biçimli gaz ve toz bulutlarını belirlemiştir ki, bunlar gezegen müjdecisi
olabilir. Bu arada kuramsal bazı çalışmalar, gezegen sistemlerinin
galaksilerde olağan bir durum olduğunu belirtiyorlar. Galaksilerde
keşfedilmeyi bekleşen belki de yüz milyarca gezegen sistemi vardır.
Bu dünyalardan bir tanesi bile yerküremizin aynı olmayacaktır belki de.
Bazıları konuk barındırabilir olacak. Bazılarıysa konuksever olmayacaktır.
Kimisi de insana kalp ağrıları verecek güzellikler sergileyebilecektir.
Bazılarında gündüz vakti nice güneşler görülecek, gecelerinde aylar çıkacak.
Ya da bir ufuktan doğup öteki ufukta batacak büyük halka sistemleri
belirecektir. Baz1, gezegenler, Ay’larının yakınlığı nedeniyle göklerde pırıl
pırıl yanacaktır. Bazıları gaz bulutundan oluşacak, bir zamanlar varolan ve
şimdi artık olmayan bir yıldızın kalıntısı olarak. Uzak ve egzotik takım
yıldızlarla dolu bütün bu göklerde soğuk bir sarı yıldız olacak çıplak gözle
belki görülebilen, belki de ancak teleskopla fark edilebilen. Bu yıldız, büyük
Samanyolu’nun küçücük bir bölümünü incelemek üzere yıldızlararası taşıt
filosunun kurulup yolculuğa çıkarıldığı bir liman olarak kullanılabilecektir.
Mekân ve zaman konularının iç içe olduğunu daha önce söylemiştik.
Dünyalar ve yıldızlar, insan misali, doğar, yaşar ve ölürler. Bir insanın ömrü
on yıllarla ölçülür. Güneş’in ömrü yüz milyonlarca kez daha uzundur.
Yıldızlara oranla tüm yaşamı bir güncük süren mayıs sineği gibiyiz. Mayıs
sineğinin gözünde insanlar sağlam yapılı, cüsseli, yerinden oynatılmaz, ne iş
yaptığı belli olmayan yaratıklarız. Bir yıldız açısından insan uzakça ve
silikatla demir yapılı egzotik ve soğuk bir kürenin yüzeyinde bir varmış bir
yokmuş örneği gelip geçen bir şelaledir.
Bütün o dünyalarda kendi geleceklerini belirleyecek olaylar ve
gelişmeler yer almaktadır. Ve bizim küçücük gezegenimizde, 2500 yıl Önce
İyonya’lıların mistiklerle karşı karşıya gelmeleri kadar önemli bir tarihi yol
kavşağında bulunuyoruz. Tarihin bu döneminde yapacaklarımız yüzyıllarca
etkisini sürdürecek ve gelecek kuşakların yıldızlar arasında bir rol
oynamaları mukadderse bunu tayin edecektir.
1
Ateşin canlı, korunması ve bakım istemesi gibi kavramları "ilkel" diye
kesip atmamak gerekir. Çağdaş birçok uygarlığın kökleri yakınında görmek
mümkündür. Eski Yunan'da ve Romalılarda, ayrıca eski Hindistan’daki
Brahmanlarda aile ocakları bulunurdu ve bu ocağın bir yerinde alevin
bakımına ilişkin kurallar belirtilirdi. Geceleri kömürün üstü külle örtülürse
yanıp ateş yitip gitmesin diye. Sabahları da küllerden eşelenen korlar çırayla
tuluşturulurdu. Ocakta alevin söndürülmesi iyi belirti sayılmaz ve ailenin yok
olup gidişi olarak yorumlanırdı. Her üç uygarlıkta ocakta alevin yaşatılması
atalara gösterilen saygınlığın belirlisiydi. İşte bu, sonsuz alevin simgesidir.
Bugün de dinsel, siyasal, sportif ve anma törenlerinde başvurulan bir simge.
2
Burası Ege'nin doğu bölgesindeki Sisam adası ve Yunan kolonilerinin
yer aldığı bölgede bulunan, o zamanın çok faal merkezlerinin adıdır.
3
Bundan önce Sümerlilerin ilk yarattıkları ve M.Ö. 1000 yıllarına doğru
belgeselleştirilen efsanelerde doğacı bir nitelik görülür. Fakat bu tarihe
gelinceye dek efsanelerdeki doğa öğesinin yerini tanrılar almışlardır. Sümer
efsanelerinin belgeselleştirilmiş hali olan Enuma Eliş, Japonların Ainu
efsanelerini andırır. Adı geçen Japon efsanesinde yaratılıştaki çamurlu evreni
kanatlarıyla döven bir kuş toprağı sudan ayırır. Yaratılışa ilişkin bir Fiji
efsanesinde de şöyle denir: «Rokomautu toprağı yarattı. Okyanusun dibinden
avuç avuç toprağı çıkarıp alan Rokomautu oraya buraya yığdı. Bunlar Fiji
Adalarıdır.»
4
(♦) Deney kan dolaşımına ilişkin tümüyle yanlış bir kuramı desteklemek
üzere yapılmıştı. Burada önemli olan doğanın sınanması amacıyla bir deneye
girişilmesidir.
5
M.Ö. 6. yüzyılda yeryüzü’nün derin bir entelektüel ve ruhsal uyanışa,
tanık olduğunu görmekteyiz. Yalnızca Thales'leri, Anaksimender’leri,
Pitagoras’ları ve diğer İyon’luları görmüyoruz dünya sahnesinde. Aynı
zamanda Mısır Firavunu Necho Afrika kıtasının gemiyle çepeçevre
dolaşılmasına destek sağlıyor. İran’da Zoroaster’i, Çin’de Konfüçyüs’ü ve
Laotse’yi, İsrail’de, Mısır’da ve Babil'de Yahudi Peygamberlerini ve
Hindistan’da da Gautama’yı görüyoruz. Bu olayların birbiriyle ilgisi
olamayacağını düşünmek zordur.
6
Neyse ki, bunun bazı istisnaları vardı. Müzik uyumlarını sayı oranlarına
indirgeme istekleri gözleme, hatta tellerin oynanmasından çıkan sesler
üzerindeki deneylere dayanır. Empedokles hiç olmazsa kısmen Pitagor’cu
sayılır. Pitagoras’ın öğrencilerinden olan Alkmenon bir insan vücudunu
kesip biçerek üzerinde inceleme yapan Ok araştırmacıdır. Atardamarla
damarı ayırt etti; göz siniriyle, kulağın östaki borusunu bulan ilk kişidir.
Aklın beyinde bulunduğunu anladı (bunu daha sonraları reddeden Aristo
aklın kalpte olduğunu söyledi ve bu fikri İskenderiyeli Herofilus yeniden
canlandırdı). Embriyoloji biliminin de öncülüğünü yaptı. Ne var ki,
Alkmenon’un salt düşünceye değil de deneye bağlılığı Pitagor’cu arkadaşları
tarafından sonraki dönemlerde destek görmemiştir.
7
Kopernik, Aristarkus’u okuyarak bir sonuca varmış oldu ve Yunan
üniversitelerinde bulunan son kitaplar bilim çevresinde çok büyük bir
heyecan yarattı. Kopernik’in tıp okuluna ilettiğini gösteren bir elyazması
kitabında Kopernik, Aristarkus'un bu düşünceyi önceden ortaya attığını
söyler. Kopernik, Papa III. Paul'e şunu yazmıştır: «Çicero’ya göre Nicetas
yeryüzünün döndüğü öğretisini ortaya koymuştur... Plutark’a göre
(Aristarkus’tan söz eder)... yeryüzünün döndüğü fikrini başka paylaşanlar da
vardır... Bütün bunları okuduktan sonra ben de yeryüzünün hareket ettiği
düşüncesine yer verdim.»
8
Başı insan, gövdesi at olan mitolojik yaratıklar.
Bölüm IX
YILDIZLARIN YASAM SÜRELERİ
İki gözünü birden açan Güneş Tanrısı Ra, Mısır üzerine ışık saçtı ve
geceyi gündüzden ayırdı. Tanrılar onun ağzından çıkıp geldiler, insanlar da
gözlerinden. Her şey ondan doğdu. Nilüfer çiçeğinde parıldayan çocuk da,
tüm varlıklara yaşam saçan çiçeğin ışınları da.
— Batlamyus dönemi Mısır'ına ait büyü yazısı
Tanrı çeşitli boyut ve biçimde madde zerrecikleri yaratabiliyor...
Değişik yoğunlukta ve güçte de. Bu nedenle doğanın değişik yasalarını
uygulayarak evrenin birçok bölgesinde değişik dünyalar yaratabilir.
— Isaac Newton, Optics
Üstümüzde gök vardı, her yanına yayılmış yıldızlarla. Sırtüstü uzanıp
onları seyre dalar ve bunlar yapma mı, yoksa kendiliklerinden mi olma diye
fikir yürütürdük.
— Mark Twain, Huckleberry Finn
Korkunç bir ihtiyaç duyuyorum... O sözcüğü açıklasam mı?.. Din
sözcüğünü. İşte o zaman geceleyin yıldızları boyamaya gidiyorum.
— Vincent van Gogh
ELMALI BİR KEK YAPMAK; İÇİN NELERE GEREKSİNME
DUYARSINIZ? Bir miktar una, birkaç elmaya, az yumurta ona buna ve
fırının ısısına... Elmalı kekin içindekiler moleküllerden oluşmuştur, şeker ya
da su gibi diyelim. Moleküller de atomlardan meydana gelmiştir, karbon,
oksijen, hidrojen vb. gibi. Bu atomlar nereden geliyor? Hidrojen dışında
tümü yıldızdan imal ediliyorlar. Bir yıldız, hidrojen atomlarının daha ağır
atomlara dönüştürüldüğü kozmik bir mutfaktır. Yıldızlar, büyük bir bölümü
hidrojen olan yıldızlararası gaz ve tozun yoğunlaşması sonucu oluşmuşlardır.
Fakat hidrojen Kozmos’u başlatan büyük patlamada meydana gelmiştir. Eğer
bir elmalı keki, içindeki ilk temel maddeleri yeniden elde ederek yapmak
isterseniz. her şeyden önce evreni yeniden icat etmeniz gerekir.
Diyelim ki, bir elmalı keki aldınız ve ikiye kestiniz; bu iki parçadan
birini aldınız, yine ikiye böldünüz. Ve Demokritus’un öğretisine uygun
olarak bölyece sürdürdünüz kesme işlemini. Tek bir atom parçasına
ulaşıncaya dek kaç kez kesmelisiniz? Bunun yanıtı doksan kez kesmeniz
gerektiğidir. Kuşkusuz hiç bir bıçak bunu becerecek kadar keskin değildir.
Kek öylesine ufalanacaktır ki, yardımcı bir aygıt olmadan küçücük atom
parçasını gözle göremezsiniz. Fakat görmenin bir yolu bulunmuştur.
İngiltere’de Cambridge Üniversitesindeki kırk beş yıllık çalışmaların
yoğunluk kazandığı 1910 yılında, ilk kez, atomun yapısı anlaşılabildi. Bu,
atomları atomlarla çarpıştırıp nasıl sıçradıklarını izlemek suretiyle oldu.
Olağan bir atomun dış kesiminde, elektronlardan oluşmuş bir bulut tabakası
vardır. Elektronlar, isminden de anlaşılacağı gibi, elektrik yüklüdürler. Bu
elektrik yüküne, kolaylık olsun diye, negatif elektrik yükü denilmektedir.
Atomun kimyasal özelliklerini elektronlar belirler; örneğin, altının parıltısını,
demirin soğukluğunu ve elmas karbonunun kristal yapısını. Atomun iç
bölümünde, elektron bulutunun çok aşağılarında gizlenmiş bulunan çekirdek
vardır. Çekirdek genellikle pozitif yüklü protonlarla elektrik açısından nötr
durumdaki nötronlardan oluşur. Atomlar çok küçük zerreciklerdir; 100
milyon atom elimizin küçük parmağının ucu kadar yer ancak kaplar. Fakat
çekirdek yüz bin kez daha da küçüktür. Bulunup ortaya çıkarılmasının
gecikmesindeki neden, biraz da bu yüzdendir (1). Bununla birlikte, bir atom
kütlesinin büyük bir bölümü çekirdeğindedir; çekirdeğe kıyasla elektronlar,
keten helvası bulutu gibidir ve sürekli hareket halindedirler. Atomlar
genellikle boşluktan ibarettir. Madde, temelde hiçbir şeyden meydana gelmiş
değildir.
Ben atomlardan yapılmışımdır. Önümdeki masaya dayadığım dirseğim
atomlardan meydana gelmiştir. Masa da atomlardan oluşmuştur. iyi ama,
eğer atomlar öylesine küçük ve boşsa, çekirdekler de çok daha küçükse,
masa dayadığım dirseğimin ağırlığını nasıl kaldırabiliyor? Arthur
Eddington’un sevdiği bir sorusunu yineleyelim : «Nasıl oluyor da dirseğimi
oluşturan çekirdekler, masayı oluşturan atom çekirdeklerinin arasından geçip
yere kaymıyor? Neden küt diye yere düşmüyorum?»
Bu soruların yanıtını elektron bulutunda aramak gerek. Dirseğimdeki
atomların dış kesimleri negatif elektrik yüklüdürler. Masadaki her atomun
durumu da aynıdır. Negatif elektrik yükler birbirini geri itiyor. Dirseğimin
masadan aşağı göçüp gitmeyişinin nedeni, atomun, çekirdekleri çevresinde
elektronlara sahip bulunuşu ve elektriksel güçlerin dayanıklı oluşundandır.
Günlük yaşam atomun yapısına bağlıdır. Elektrik yüklerin boşalıvermesi
halinde, her şey görülemeyecek kadar incecik toza dönüşürdü. Elektriksel
güçler varolmasa evrendeki her şey yok olur, çevreyi elektron, proton ve
nötron bulutları kaplar ve cisimlerin ilkel parçacıkları küçük küreler
biçiminde dolanırdı. Bu da dünyanın biçimsiz kalıntıları olurdu.
Elmalı kekin yanmış hali çoğunlukla karbondan oluşur. Doksan kez
kesince bir karbon atomuna indirgeyebilirsiniz. Bir karbon atomunun
çekirdeğinde altı proton ve altı nötron vardır. Çevresindeki bulutta da altı
elektron bulunur. Çekirdekten bir parça çekip alacak olsak örneğin, iki
protonlu ve iki nötronlu bir parça artık o bir karbon atomunun çekirdeği
olmayacak, fakat bir helyum atomunun çekirdeği olacaktır. Böyle bir kesme
ya da atom çekirdeği bölünmesi, nükleer silahlarda ve nükleer güçlü elektrik
santrallerinde oluşur. (İşlem gören atom, artık karbon atomu değil, başka bir
atomdur.) Eğer elmalı keki doksan birinci kez kesmeyi başarabilirseniz,
ortaya daha küçük bir karbon parçası çıkmaz, başka bir şey çıkar : Tümüyle
değişik özellikler taşıyan bir atom. Bir atomu parçalayınca elementleri
değiştirmiş oluyorsunuz.
Bir adım daha attığımızı düşünelim. Bilindiği gibi, atomlar proton,
nötron ve elektronlardan oluşmuştur. Acaba bir protonu kesebilir miyiz?
Eğer protonları yüksek enerji derecelerinde başka yapısal zerreciklerle
örneğin protonlarla bombardıman edersek protonun içinde gizlenen daha
temel yapılı birimler fark etmeye başlarız. Fizikçiler şimdi «yapısal
zerrecikler» diye adlandırdığımız proton ve nötron gibi zerreciklerin aslında
daha da temel yapılı ve adına «kuarks» denen zerreciklerden oluştuğunu öne
sürüyorlar. Kuarks’ların değişik renk ve tadlarda ortaya çıktığı belirtiliyor.
Fizikçiler bu zerreciklerin sözünü etliğimiz biçimdeki özelliklerini bularak
atomun çekirdek altı dünyasının iyice mahremiyetine girmeye çalışıyorlar.
Acaba kuarklar maddenin en sonuncu yapı taşlan mıdır, yoksa daha da temel
zerrecikler var mıdır? Maddenin yapısını anlamanın bir tonu gelecek mi,
yoksa daha temel ve daha temel zerreciklere doğru mu inilecektir? Bilimde
çözümlenmeyen büyük sorudan biridir bu.
Elementlerin değişim sürecinden geçirilmesi, ortaçağ dönemi
laboratuarlarında «ilmi simya» adı verilen bir yöntemle yapılıyordu. Birçok
simyacı her maddenin dört temel öğeden oluştuğu kanısındaydı: Su, hava,
toprak ve ateş. Bu aynı zamanda İyonya’lıların da paylaştığı bir düşünceydi.
Toprakla ateşin girdi oranım değiştirerek, diyelim ki, bakırı altına çevirmeyi
düşünüyorlardı. Sahtekârlıklar kol geziyordu. Yalnızca elementlerin yapıların
değiştirdiklerini iddia etmekle kalmayıp, ölümsüzlügün sırlarını da ellerinde
tuttuklarını öne süren adamlar ortaya çıktı. Cagliostro ve SaintGermain
Kontu gibi. Bazen altı gizlice açılabilen bir baston içinde saklanan altın,
deney gösterisi sırasında potada göz kamaştırıcı biçimde ortaya çıkıyordu.
Oltalarına zenginlik ve ölümsüzlük yemlerini takan üçkâğıtçılık sanatının
uzmanları, Avrupa’nın soylu sınıfından bir hayli para sızdırmayı başardılar.
Bu arada, unutmayalım, Paracelsus, hattâ Isaac Newton gibi simyacılar da
vardı. Bununla birlikte simyacıların aldıkları paralar bütünüyle havaya
gitmedi; fosfor, antimon ve civa gibi yeni kimyasal elementler bulundu.
Zaten, çağdaş kimyanın kökenleri doğrudan bu deneylere bağlanabilir.
Doğada birbirinden ayrı özellikler gösteren doksan iki atom vardır.
Bunlara kimyasal elementler denir. Son zamanlara dek yerküremizdeki her
şeyi bunlar oluşturuyordu. Bu elementler genellikle molekül bileşimi
halindedirler. Su, örneğin, hidrojen ve oksijen atomundan meydana gelmiştir.
Hava çoğunluk nitrojen (N), oksijen (O), karbon (C), hidrojen (H) ve Argon
(Ar) elementinden meydana gelmiş olup molekül biçimleri NO, CO, H2O ve
Ar’dır. Yeryüzünün kendisi, çok zengin atomlar karışımından oluşur;
çoğunluğunu silikon, oksijen, alüminyum, magnezyum ve demir atomları
meydana getirir. Ateş hiçbir kimyasal elementten oluşmuş değildir. Yüksek
ısı derecesinin atom çekirdeğindeki elektronların bazılarını koparmasından
ötürü ışın saçar duruma gelmiş bir plazmadır. Eski İyonya’lıların ve
simyacıların sıraladıkları «elementlerden hiçbiri çağdaş anlamda element
değildir; biri moleküldür, ikisi molekül karışımıdır, sonuncusu da plazmadır.
Simyacılar döneminden bu yana, birçok yeni element keşfedildi. Son
olarak bulunanlar en nadir elementler. Elementlerin çoğunu yakından tanırız;
bunlar yaşamın temelinde bulunan elementlerdir ya da yeryüzünü asıl
oluşturan bunlardır diyebiliriz. Bazıları katı, bazıları gaz, ikisi de (bromin ve
civa) oda ısısında sıvı durumdadır. Bilimadamları bu elementleri
karmaşıklıklarına göre kademelendirerek bir sıraya koyarlar. En basiti olan
hidrojen 1 no.lu, en karmaşık olan uranyum da 92 no.lu elementtir. Daha
başka elementler vardır ama bunların adı pek az geçer. Günlük yaşamda
adına pek rastlamadığımız bu elementler hafniyum, diprozyum,
praseodimyum’dur. Genel ölçüt şudur : Bir elementin adından çok söz
ediliyorsa, o element doğada boldur. Örnek vermek gerekirse şunu
söyleyelim: Yeryüzü çok miktarda demir ve pek az miktarda yitriyum
bulundurur. Bu kuralın istisnasını da belirtelim: altın ve uranyum gibi
elementler, insanların verdiği ekonomik ya da estetik değerleri açısından
veya kayda değer uygulama alanları bulduklarından ötürü kendilerinden çok
söz ettirirler.
Atomların üç tür yapısal zerreden proton, nötron, elektron oluşması
durumu, bir hayli yeni ortaya çıkmış bir bulgudur. Çağdaş fizik ve kimya,
bizi çevreleyen dünyayı karmaşıklıktan şaşırtıcı bir yalınlığa indirgemiştir :
Her şey temelde bu üç birimin değişik biçimlerde biraraya getirilmesinden
oluşur.
Daha önce söylediğimiz ve isminin de açığa vurduğu gibi, nötronlarda
elektrik yükü yoktur. Protonların pozitif yükü ve elektronlarında buna eş
negatif yükü vardır. Elektronların ve protonların benzer olmayan yükleri
arasındaki karşılıklı çekim, atomu birarada tutar. Her atom elektriksel açıdan
nötr durumda bulunduğundan, çekirdekteki proton sayısıyla, elektron
kutubundaki elektronların sayısının aynı olması gereklidir. Bir atomun
kimyasal yapısı yalnızca elektron sayısına bağlıdır. ;,|i da proton sayısına
eşittir ve buna atom sayısı denir. Kimya demek, yalnızca sayılar demektir.
Bu saptama Pitagoras'ın kimbilir ne kadar hoşuna giderdi. Eğer bir protonlu
atomsanız hidrojensiniz; iki protonlu iseniz helyumsunuz; üç protonlu
lityum; dört beliryum; beş boron; altı karbon; yedi nitrojen; sekiz oksijen; ve
bu 92’ye kadar gider ki, o sayı da uranyumu ifade eder.
Elektrik yükleri gibi aynı işaretli yükler de birbirini şiddetle iterler.
Bunu, bir türün kendi türüne karşı amansızca karşı koyması olarak
yorumlayabiliriz. Diyelim ki, dünyayı dolduran insan kalabalığı iki gruba
ayrılmış; bunlardan bir grup dışa açık ve insan canlısıdır, diğer grupsa içine
kapanık ve insan yüzü görmek istemez. Elektronlar elektronları iterler.
Protonlar protonları iterler. Peki, bu durumda, bir çekirdek nasıl oluyor da
yerinde kalıyor ve fırlayıp gitmiyor? Çünkü doğada başka bir güç daha
vardır. Bu ne yerçekimi, ne de elektrik gücüdür; fakat kısa menzilli
çekirdeksel bir güçtür, işte bu güç, ancak protonlarla elektronlar birbirine çok
yakınken, bir çift kanca gibi davranır ve protonlararası itişi önler.
Çekirdeksel çekim gücü uygulayıp elektriksel itme gücü uygulamayan
nötronlar, çekirdeği birarada tutmaya yarayan bir tür tutkal işlevi görürler.
Yalnızlığı seven münzevi kişiler, böylece haşarı dostlarına zincirle bağlanıp
kolay dost edinenler arasına salıvermiş olurlar.
İki protonla iki nötron bir helyum atomunun çekirdeğini oluşturur.
Bunlar istikrarlı bir denge içindedirler. Üç helyum çekirdeği bir karbon
çekirdeği oluşturur; dört tanesi oksijen; beş tanesi neon; altı tanesi
magnezyum; yedi tanesi silikon; sekiz tanesi sülfür oluşturur ve bu böylece
gider. Çekirdeği dengede tutmak üzere bir ya da daha fazla proton ve ona
göre elektron eklediğimiz her seferinde, yeni bir kimyasal element elde
ederiz. Civadan bir proton ve üç nötron çıkarırsak altın elde ederiz. Bu,
simyacıların düşüydü. Uranyumun ötesinde, yeryüzü doğasında varolmayıp
da insan eliyle ve bileşim yoluyla sağlanan elementler sözkonusudur. Çoğu
durumda, bu tür elementler parçalara bölünüverir. Fakat bunlar arasında
plutonyum adını verdiğimiz 94 no.lu element vardır ki, bu elementin
parçalara ayrılması ne yazık ki çok yavaş olur. Bildiğiniz gibi bu element
varolan zehirleyici maddelerin şahıdır.
Doğada varolan elementlerin kaynağı nedir? Her atom türünün ayrı bir
kaynaktan geldiğini düşünüyor olabiliriz. Oysa evrenin tümü, hemen hemen
her yeri %99 oranında hidrojen ve helyumdan (2), bu en basit yapılı bir
elementten oluşmuştur. Yeryüzünde helyum bulunmadan önce varlığı
Güneş’te fark edilmişti. Bu nedenle Yunan güneş tanrılarından birinin adı
olan Helios denilmiştir bu elemente. Acaba öteki elementler bir yolunu bulup
hidrojen ve helyumdan kaynaklanmış olmasınlar0 Elektriksel itişi
dengelemek için çekirdeksel (nükleer) madde zerreleri birbirine çok
yakınlaştırılmalıdır ki, böylece kısa menzilli çekirdeksel güçler harekete
geçirilsinler. Böyle bir olgu ancak çok yüksek ısı derecelerinde görülür.
Çünkü çok yüksek ısıda (10 milyonun üzerindeki ısı derecelerini
kastediyorum.) zerrecikler öylesine hızlı hareket ederler ki, karşılıklı itiş
gücü kendini hissettirmeye vakit bulamaz. Doğada böylesine yüksek ısı ve
bunun sonucu olan yüksek basınçlar yalnızca yıldızların içinde vardır.
Güneş’i, bize en yakın bu yıldızı, çeşitli dalga uzunlukları üzerinden
araştırdık. Radyo dalgalarından gözle görülen ışın ve X ışınlarına dek her
dalga uzunluğundan inceledik. Bütün bu ışınlar Güneş’in en dıştaki
tabakalarından çıkıp gelmektedir. Anaksagoras’ın tahmin ettiği gibi, sıcak ve
kırmızı bir taş parçası değildir. Yüksek ısı derecesi nedeniyle parıldayan
hidrojen ve helyum gazlarından kocaman bir yuvarlaktır Güneş.
Anaksagoras’ın kısmen haklı çıktığım söyleyebiliriz. Şiddetli gaz fırtınaları
yeryüzünde radyoyla haberleşmeyi önleyici parlak alevler doğurur. Güneş’in
batışı sırasında bazen çıplak görebildiğimiz güneşteki lekeler, manyetik alan
gücü arttırır ve nispeten serin (az sıcak anlamında) bölgelerdir. Biz güneşin
6000 santigrad derece ısıda olan bölümlerini görüyoruz. Güneş ışığı
merkezinin ya da santralının bulunduğu gizli kalmış orta bölümde ısı 40
milyon derecedir. Yıldızlar ve onların eşliğindeki gezegenler, yıldızlararası
gaz ve toz bulutunun çekime bağımlı göçüşü sırasında doğarlar. Bulutun iç
kesimindeki gaz moleküllerinin çarpışması bulutu ısıtır. O kadar ısıtır ki,
sonuçta, hidrojen helyuma dönüşür, yani dört hidrojen çekirdeği bir helyum
çekirdeği oluşturur, bu süreç sırasında da bir gamma ışını fotonu çıkarır.
Yıldızın iç kesiminden yüzeyine doğru yolunu yavaştan açan foton bir üst
tabaka tarafından emilip bırakılırken her aşamada ısı kaybeder. Böylece
fotonun destansı yolculuğu bir milyon yıl sürer, ta ki yüzeye ulaşıp
görülebilen ışık olarak uzaya ışınlanıncaya dek. Yıldız doğmuştur artık.
Yıldız olmadan önceki çekim gücüne bağımlı düşüşü durmuştur. Yıldızın dış
tabakalarının ağırlığı, şimdi artık, iç bölümdeki termonükleer tepkimeler
(reaksiyonlar) sonucu yükselen ısıyla basınç tarafından dengelenmiştir.
Güneş’imiz beş milyar yıldır böyle bir tepkime sonucu dengesini
korumuştur. Bir hidrojen bombasındakine benzer termonükleer tepkimeler.
Güneş’i sürekli ve belirli patlamalarla enerji kaynağı yapmakta ve bunun
sonucu olarak her saniye dört yüz milyon ton (4 x 10,J gram) hidrojen
helyum olmaktadır. Geceleyin gökyüzündeki yıldızlara bakıp gördüğümüz
bütün o ışımalar çok uzaktaki bir nükleer (çekirdeksel) kaynaşma sonucu
oluşmaktadır.
Kuğu takım yıldızında Deneb yıldızı yönünde parıldayan kırmızı
kocaman bir köpük var. Bu devasa köpük sıcak gazdan oluşmuştur ve bu gaz
belki de köpüğün ortasındaki bir patlamadan geliyordur. Yıldızların ölümü
böyle olur. Ölen yıldız, supernova’dan çıkan basınç dalgaları, dış çevrede
yıldızlararası maddeyi yoğunlaştırır ve düşmeye hazır yeni bulut nesilleri
doğurarak yeni yıldız oluşumuna hazırlık yapar. Bu anlamda, yıldızların
anaları vardır diyebiliriz. İnsan doğumunda olduğu gibi doğuran ana yıldız
ölebilir.
Güneş benzeri yıldızlar, bir batında çok yıldız doğururlar.
Orion bulutsusunda olduğu gibi, çok sıkışmış bulut birleşimiyle ortaya
çıkarlar. Dıştan görüldüğünde, bu tür bulutlar karanlık ve kasvetlidir. Fakat
iç kesimleri, yeni doğan yıldızlar tarafından büyük bir parıltıyla
aydınlatılmışlardır. Az sonra parıltılı bulutsularla çevrili bebek yıldızlar,
anaokulundan ayrılarak Samanyolu’nda şanslarını denemeye koyulurlar.
Ayrılacakları anda bu yıldızlar, henüz çekim gücünün etkisine girmemiş ve
cenin gazı tarafından sarılmış durumdadırlar. İnsanların oluşturduğu
ailelerdeki gibi, olgun yaşa ulaşan yıldızlar, evlerinden uzaklaşırlar ve
kardeşler birbirleriyle ender rastlaşırlar. Samanyolu Galaksisinin bazı
yerlerinde Güneş’in kardeşleri olan bir düzineye yakın yıldız vardır. Bunlar
yaklaşık 5 milyar yıl önce Güneş’in oluştuğu aynı bulut birleşiminden
doğmuşlardır. Fakat bunların kimliklerini tanıyamıyoruz ve hangileri
olduklarını bilemiyoruz. Samanyolu Galaksinin arka yanında bulunuyor
olabilirler.
Güneş’in merkezinde hidrojenin helyuma dönüşmesinden yalnızca gözle
görülebilir foton parlaklığı meydana gelmiyor, aynı zamanda daha gizemli,
hatta hayalet türünden diyebileceğimiz ışınıma yol açıyor. Sözünü ettiğimiz
şey, fotonlar gibi ağırlıksız olup ışık hızıyla ilerleyen nötrin’lerdir. Nötrin’ler
foton değildir. Bir tür ışık da değildirler. Nötrin’lerin, protonlar, elektronlar
ve nötronlar gibi kendi içlerinde açısal bir dönükleri olur. Fotonlarda böyle
bir dönüş sözkonusu değildir. Nötrin’ler için madde saydamdır. Bu nedenle
yerküremizi ve Güneşi kolaylıkla delip geçerler. Aradaki madde bunların pek
azım ' : durur. Bir saniye için Güneş’e gözlerimi çevirdiğimde, gözümden bir
milyar nötrin geçer. Gözümüzün ağtabakasında fotonların takılıp kalması,
nötrinler için olası değildir. Nötrinler gözde hiçbir engele takılmadan
başımızın arka yanına geliverirler .
İşin garibi şu : Geceleyin, Güneş’in bulunduğu yere bakacak olursam,
(sanki önümde yerküre yokmuş ve Güneş karşımdaymış gibi), aynı sayıda
nötrin gözümden geçer gider. Güneş’le aramızda duran yerküre, nötrinler
için camdan farksızdır; camın ışığı geçirmesi gibi nötrinleri geçirir.
Güneş'in iç kesimini bildiğimizi sandığımız kadar biliyorsak ve
nötrinlerin oluşumunu da nükleer fiziğe dayanarak anlayabiliyorsak belirli
bir alana (örneğin, göz yuvarlağına) belirli bir zamanda (saniyede) ne kadar
güneş nötrini düştüğünü hesaplayabilmemiz gerekir. Nötrinler
yerküremizden geçip gittiği için hiçbirini yakalayamıyoruz. Nötrinler bazen
klorin atomlarını argon atomlarına dönüştürür. Nötrin akışını saptayabilmek
için epey klorine gereksinme var. Bu yüzden Amerikalı fizikçiler bol
miktarda klorin dökerek incelenebilecek miktarda argon elde ettiler. Bu
deneyler Güneş’in nötrin bakımından hesaplanandan daha fakir olduğunu
ortaya koyuyor.
Nötrin’lerin sırrı henüz çözülmüş değildir. Ne var ki, Nötrin
Astronomisi henüz başlangıç aşamasındadır. Şimdilik, Güneş’in harıl harıl
yanan göbeğine doğrudan bakabilen bir aygıt geliştirmiş bulunmamız en
büyük aşamadır. Nötrin teleskopları geliştikçe, yakın yıldızların göbeğindeki
nükleer tepkimeyi incelememiz mümkün olacak.
Fakat hidrojen tepkimesi sonsuza dek sürüp gidemez. Güneş’in olsun,
herhangi başka bir yıldızın olsun, kaynar durumdaki iç kesimlerinde belirli
miktarda hidrojen vardır. Bir yıldızın geleceği, yaşam evresinin sonu,
başlangıçtaki kütlesine bağımlıdır. Eğer bir yıldız içindeki herhangi bir
maddeyi uzaya kaptırdıktan sonra kütlesi Güneş’in kütlesinden iki üç misli
fazla kalırsa, yaşam evresinin son buluşu hiç de Güneş’inkine benzemez.
Güneş’imiz hayret edilecek kadar uzun bir yaşam evresine sahip gözüküyor.
Beş ya da altı milyar yıl sonra Güneş’in orta kesimindeki hidrojen tepkime
sonucu helyuma dönüştüğünde, hidrojen tepkimeli bölge yavaş yavaş ortadan
dışa doğru kayacak. Termonükleer tepkimeler kabuğu genişledikçe, ısı on
milyon dereceden aşağı bir düzeye düşecek ve bunun ardından nükleer
kaynaşma kabuğu patlayacak. Bu arada Güneş’in kendi çekim gücü,
helyumla zenginleşmiş iç bölmesinde bir kasılma yapacak ve iç ısısıyla
basıncı yeniden artış gösterecek. Helyum çekirdekleri birbiriyle daha da
sıklaşacaklar. O kadar ki, elektriksel karşılıklı itişe rağmen çekirdeklerinin
kısa menzilli çekim gücü harekete geçerek birbirlerine yapışacaklar. Kül yeni
bir yakıt yerine geçecek ve Güneş hidrojenin helyuma dönüşümü
tepkimelerinin ikinci turuna başlayacak.
Bu süreç, karbon ve oksijen elementlerinin doğumuna yol açacağından,
Güneş sağladığı ek enerjiyle belirli bir zaman için daha parıldamayı
sürdürecektir. Bir yıldız, kendi küllerinden yeniden doğma kaderine erişen
bir anka kuşudur (3). Güneş’in göbeğinden uzaklardaki incelmiş kabukta yer
alan hidrojenin helyuma dönüşümüyle göbekteki helyum kaynaşmasının
yarattığı yüksek ışının etkisi, Güneş'te bir değişikliğe yol açacak : Dış
katmanları soğuyacak ve genişleyecek. Böylece Güneş kocaman bir dev
yıldıza dönüşecek ve görülebilen yüzeyi göbeğinden öylesine uzak kalmış
olacak ki, yüzey bölgesindeki çekim gücü azalacak, atmosferi de uzaya
doğru genleşerek ışık fırtınası gibi esecek.
Güneş bir kırmızı dev halini aldığında. Merkür ve Venüs gezegenlerini
saracaktır ve büyük olasılıkla yerküremizi de Bu durumda Güneş kollarını
uzatır gibi iç güneş sistemini saracaktır.
Günümüzden milyarlarca yıl sonrasında, yeryüzünde bir güzel gün
yaşanacaktır. Bu son güzel günün ardından Güneş’in kırmızısı koyulaşacak,
çevresi sarkacak ve yeryüzünün kutup bölgelerinde bile ter dökülecek.
Kuzey ve Güney Kutuplar eriyecek, dünya sahillerini deniz basacak.
Okyanuslardaki yüksek ısı havaya daha çok su buharı salarak bulutları
yoğunlaştıracaklar ve böylece yerküremizi güneş ışığından korumada kalkan
oluşturarak sonumuzu birazcık geciktirecekler. Fakat Güneş'in evriminin
önüne geçilemez. Sonunda okyanuslar kaynar suya dönüşerek atmosfer
buhar olup uzaya kayacak ve gezegenimizde boyutlarının korkunçluğunu
tahmin edebileceğimiz bir facia yer alacaktır (4). Bu arada insanların
şimdikinden değişik canlılara dönüşecekleri hemen kesin gibidir. Ola ki,
insan soyunun gelecek kuşakları yıldızların evrimini kontrol altında tutsunlar
ya da evrimin etkisini yavaşlatabilsinler. Ya da o durumda Mars’a,
Europa’ya ya da Titan’a uçup gideceklerdir. Belki de Robert Goddard’ın
dediği gibi, genç ve umut vaat eden bir gezegen sistemindeki boş bir
dünyaya gidip yerleşeceklerdir.
Güneş’in termonükleer tepkimelerinden oluşan külleri, ancak bir süre
için yeni bir yakıt yerine geçer. Güneş’in iç bölmesinin tümüyle karbon ve
oksijen olacağı bir dönem gelecek. O zaman da. sözkonusu ısı ve basınç
düzeyinde başkaca nükleer tepkime görülemez artık. Merkezdeki helyum
bütün bütüne tükenince Güneş’in iç bölmesi ertelenen düşüşünü biraz daha
geciktirecek, ısı yeniden yükselecek, nükleer tepkimelerin en sonuncuları
görülecek ve güneş atmosferi birazcık genleşecektir. Ölüm çizgisine varan
Güneş’in bir genişleyerek bir kasılarak nabzı hızla atmaya başlayacak ve bu
nabız atışlardan her biri binlerce yıl sürecektir. Sonuçta Güneş gazını ağzı
açılınca fışkıran, bir ya da birkaç deniz kabuğunu andıran kabuklardan
püskürtecektir. Güneş’in çok sıcak iç bölmesi, kabuğunu morötesi ışıkla
sararak Pluto yörüngesinin ötelerine varan hoş bir kırmızı ve mavi flüoresan
ışığı yayacaktır. Güneş kütlesinin yarısına yakın bir bölümü belki böylece
kayıp olup gidecektir. Güneş’in hayaleti dış bölgelere doğru yol alırken,
güneş sistemi pek tekin olmayan bir ışınımla dolacaktır.
Samanyolu’nun bir köşeciğindeki bölgemizden gökteki çevremize
bakındığımızda, kıpkırmızı gaz püskürmesiyle parlayan küresel kabuklarla
çevrelenmiş yıldızlar görürüz. Bunlar gezegen bulutsularıdır. Sabun köpüğü
gibi görünmelerinin nedeni, yalnızca çevrelerini görebilmemizden ötürüdür.
Her gezegen bulutsuları, ölmek üzere olan yıldızların birer armağanıdırlar.
Merkezdeki yıldız yakınlarında ölmüş gezegenlerin kalıntıları, atmosfersiz ve
susuz, fakat hayalet dünyasının ışıkları altında dolaşıyor olabilir. Güneş’in
kalıntıları, önce gezegen bulutsuları tarafından sarılmış, göbeği kaynayan
küçük bir yıldıza dönüşecek ve sonra uzayda soğuyacaktır. Milyarlarca yıl
sonra, Güneş gezegen bulutsularının orta bölümünde, şimdi gördüğümüz o
ışık noktaları gibi soğuyarak yozlaşmış, beyaz bir cüceye dönüşecektir.
Kaçınılmaz sonsa ölü bir kara cücedir.
Yaklaşık aynı kütlesel büyüklüğe sahip yıldızlar aşağı yukarı paralel
olarak dönerler. Oysa kütlesi daha büyük bir yıldız, nükleer yakıtını daha
kısa zamanda harcar, çabuk bir kırmızı dev olur ve beyaz bir cüce
durumunua daha çabuk düşer. Bu yüzden çifte yıldız durumları olmalıdır ve
vardır. Biri kırmızı dev durumundayken, öteki beyaz cücelik dönemine girer.
Bu gibiler birbirlerine değecek kadar yakındırlar. İki yıldız arasındaki
atmosfer, kırmızı devden tıknazlaşan beyaz cüceye doğru akar ve beyaz cüce
yüzeyine düşmeye yönelir. Biriken hidrojen beyaz cücenin yoğun çekim
gücünden ötürü daha yüksek iç ve dış ısı derecelerinde sıkıştırılır, ta ki
kırmızı devin çalınmış atmosferi termonükleer tepkime noktasına gelinceye
dek. Bunun üzerine beyaz cüce kısa bir süre için parıldar. Böylesi bir yıldız
çiftine «nova» adı verilir. Nova’lar yalnızca çift yıldız sisteminde
sözkonusudur ve güç kaynaklarını hidrojen tepkimesi oluşturur.
Süpernova’larsa tek yıldızlarda sözkonusudur ve güç kaynakları silikon
tepkimesidir.
Yıldızların içindeki atom bileşimleri, genellikle yıldızlararası gaza
dönüşürler. Kırmızı devlerin dış atmosferleri uzaya doğru üfürülür;
gezegensel bulutsular, üst bölümleri üflenen güneş benzeri yıldızların son
aşamadaki dönemleridir. Süpernova’lar yıldızsal kütlelerinin büyük bir
bölümünü şiddetlice uzaya püskürtürler. Geri gelen atomlar, pek tabii,
yıldızların içindeki termonükleer tepkimelerde ortaya çıkanlardır: Hidrojen
eriyip helyuma dönüşüyor, helyum karbona, karbon oksijene ve ardından,
büyük kütleli yıldızlarda, helyum çekirdekleri, neon, magnezyum, silikon,
sülfür eklentisiyle aşama aşama olmak üzere her aşamada iki proton ve iki
nötron oluşur ve bu süreç demir oluşumuna kadar varır. Silikonun doğrudan
doğruya erimesi de (füzyon) demiri oluşturur. Yirmi sekiz proton ve nötronlu
bir çift silikon atomu, milyarlarca derece ısıda birleşince elli altı proton ve
nötronlu bir demir atomu meydana getirir.
Bunlar bize yabancı olmayan kimyasal elementlerdir, isimlerini
biliyoruz. Yıldızlarda sözünü ettiğimiz nükleer tepkimelerden birden
erbiyum, hafniyum, dipruzyum, praseodinyum da da yitriyum çıkmıyor
ortaya. Günlük yaşamımızdan bildiğimiz elementler çıkıyor. Yıldızlararası
gazlar arasına dönen bu elementler, düşüşe hazır yeni bulut nesli, yıldız ve
gezegen olmak üzere birikirler. Yerküremizdeki elementlerden hidrojen ve
helyum dışında tümü, milyarlarca yıl önce, yıldızlardaki bir tür ilmi simya
mutfağında pişirilmiştir. Bu elementlerin pişirildiği yıldızlar bugün
Samanyolu Galaksisinin öte yanında zor seçilen beyaz cücelerdir.
DNA’mızdaki nitrojen, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, elma
kekindeki karbon göçen yıldızların içinde üretilmişlerdir. Yıldızlardaki
malzemedir yapımızda varolan.
Nadir elementlerden birkaçı süpernova patlamasında üretilir.
Yerküremizde nispeten bol miktarda altın ve uranyum bulunuşunu, güneş
sisteminin meydana gelmesinden önceki süpernova patlamasına borçluyuz.
Öteki gezegen sistemleri de bizde ki nadir elementlerden, değişik miktarlarda
da olsa, bulunduruyordun. Acaba sakinlerinin niyobyum ve protaktiniyum
bilezikleri takıp altını laboratuar malzemesi olarak kullandıkları gezegenler
var mıdır? Acaba gezegenimizde altın ve uranyum, praseodmiyum kadar
bilinmez ve değer verilmez şeyler olsalar, yeryüzünde hayat daha mı
gelişmiş olurdu?
Hayatın kökeni ve evrimiyle yıldızların kökeni ve evrimi arasında içli
dışlı bir ilişki sözkonusudur. Birincisi, Yapımızdaki asıl maddeler olan,
hayatı mümkün kılan atomlar çok uzun zaman önce ve çok uzaklardaki
kırmızı dev yıldızlarda imal edilmiştir. Kozmos'da rastlanan kimyasal
element bolluğuyla yıldızlarda imal edilen atomların bolluğu, kırmızı devler
ve süpernovaların, madde dökümünün yapıldığı mutfaklar ve potalar
oldukları konusunda fazla kuşkuya yer vermiyor. Güneş ikinci ya da üçüncü
nesil yıldızlardandır. Güneş’teki maddenin tümü, çevrenizde gördüğünüz
tüm maddeler, yıldızlardaki simya mutfağının birinci ya da ikinci evresinden
geçmiş şeylerdir. İkincisi, Yerküremizde bazı ağır atom türlerinin bulunuşu,
güneş sisteminin oluşmasından kısa zaman önce yakınlarda bir süpernova
patlamasına işarettir. Fakat bunu bir rastlantı sayma olasılığı yoktur, büyük
bir olasılıkla süpernova patlamasının neden olduğu basınç dalgası,
yıldızlararası gaz ve tozu sıkıştırmış ve güneş sisteminin yoğunlaşmasına
neden olmuştur. Uçüncüsü, Güneş varlığını kazanınca, morötesi ışınları
yerküre atmosferine yayılmış, sıcaklığı şimşek çakmasına yol açmış ve bu
enerji kaynaklan hayatın başlamasını sağlayan karmaşık organik molekülleri
kıvılcımlamıştır. Dördüncüsü, Yeryüzünde yaşam hemen hemen tümden
Güneş ışığına dayanmaktadır. Bitkiler fotonları toplayıp güneş enerjisini
kimyasal enerjiye dönüştürüyorlar. Hayvanlar bitkilerin asalakları olarak
yaşam sürdürüyorlar. Çiftlik dediğimiz şey, bitkiler aracılığıyla güneş ışığı
hasadından ibarettir. Hepimiz, hemen hepimiz, güneş enerjisiyle yaşamımızı
sürdürüyoruz. Bir de şunu söyleyebiliriz: Mutasyon dediğimiz kalıtsal
değişimler, evrimin hammaddesini oluşturur. Doğanın yeni hayat şekilleri
envanterini düzenlemek için başvurduğu seçimler olan mutasyonlar, kısmen
kozmik ışınlar tarafından kıvılcımlanır. Kozmik ışınlar, süpernova
patlamaları sırasında hemen hemen ışık hızına eşit bir hızla salıverilen
yüksek enerjili zerreciklerdir. Yeryüzünde hayatın evrimini, kısmen de olsa,
uzaklardaki dev güneşlerin hayret verici ölümleri düzenler.
Bir Geiger sayacını ve bir parça uranyumu yeryüzünün derinliklerinde
bir yere götürdüğünüzü düşünün. Örneğin, bir altın madeni ocağına ya da
kayaların eriyip aktığı bir nehrin yer dibinde oyduğu bir lav tüneline. Duyarlı
sayaç, gamma ışını ya da proton ve helyum çekirdekleri gibi yüksek enerjiyle
yüklü zerrecikler karşısında tık tık diye atar. Eğer sayacı uranyum cevherine
yaklaştırırsak, uranyum ani nükleer çözülme sırasında helyum çekirdeği
yaydığından, sayacın saniyedeki tık’lama sayısı müthiş artar. Uranyum
cevherini ağır bir kurşun tenekeye atarsak sayacın atış hızı iyice azalır.
Çünkü kurşun uranyum ışınlarını emmiştir. Ama yine de bazı tık’lar
olacaktır. Tık’lama sayılarından bir bölümü, mağara duvarlarının doğal
radyoaktivitesinden kaynaklanır. Fakat radyoktiviteden ötürü olmayan
tık’lamalar da saptanacaktır. Bunlardan bazıları tavandan sızan yüksek enerji
yüklü zerreciklerden ötürüdür. Uzayın derinliklerinde başka bir çağdan
kalma kozmik ışınlardır bunlar. Çoğunlukla elektron ve proton olan kozmik
ışınlar, gezegenimizdeki yaşamın tüm tarihi boyunca yerküreyi
bombardıman etmişlerdir. Bir yıldızın Ölümü binlerce ışık yılı ötede yer alır
ve Samanyolu Galaksisinde milyonlarca yıl sarmal biçimde dolaşan kozmik
ışınlar yarattıktan sonra, rastlantı sonucu bu ışınlardan bazıları yerküreyi ve
dolayısıyla bizim kalıtsal malzememizi gelir bulur. Genetik kodumuzun
gelişmesini ya da Cambrian Patlaması dediğimiz patlamayı veya atalarımızın
ayakları üstünde kalkıp durmalarım kozmik ışınlar başlatmış olabilir.
4 Temmuz 1054 yılında Çin astronomları Boğa takım yıldızında bir
«konuk yıldız» saptadılar. Daha önce hiç görülmemiş bir yıldız, gökte başka
herhangi bir yıldızdan daha parlak bir hal almıştı. Bu son derece parlak
yıldız, astronomi alanında bilgi birikimi sahibi, yüksek kültürlü bir
toplumunun yaşadığı Güneybatı Amerika’da da görülmüştür (*). Bir mangal
kömürü ateşinin kalıntısı Karbon 14'ten anlıyoruz ki, XI. yüzyılın ortalarında
Anasazi’ler (bugünkü Hopi’lerin ataları) günümüzün New Mexico’sundaki
bir kayalık çıkıntı üzerinde yaşıyorlarmış. Anasazi’lerden biri, kötü hava
koşullarından doğal olarak korunan kayalığın bir bölümüne yeni yıldızın
resmini çizmişe benziyor. Yıldızın hilal yanındaki duruşu, resimdeki gibi
olması gerekiyor. Üstte de bir el resmi var. Bu da resmi çizene ait herhalde.
5.000 ışık yılı uzaktaki bu ilginç yıldıza şimdi Yengeç Süpernova adı
veriliyor. Olaydan birkaç yüz yıl sonra teleskopla yıldızdaki patlamanın
kalıntılarını izleyen bir astronom, nedeni bilinmiyor ama, bir yengeç
biçimiyle karşılaşınca Yengeç Süpernova adını verdi. Yengeç bulutsuları
patlamış kocaman bir yıldızın kalıntılarıdır. Yeryüzünden çıplak gözle üç ay
süreyle gündüz vakti bile izlenebilen patlama, geceleyin haydi haydi
izlenebilmiştir. Ortalama olarak, belirli bir galakside süpernova oluşumuna
her yüzyılda bir rastlanır. Tipik bir galaksinin 10 milyar yılı bulan yaşam
süresince 100 milyon adet yıldız patlar; belki çok gibi ama yine de binde biri
oranındadır. Samanyolu galaksisinde 1054 yılı olayından sonra 1572 yılında
bir süpernova gözlendi. Bu süpernova Tycho Brahe tarafından anlatılmıştır.
Kısa bir süre sonra diyebileceğimiz 1604 yılında, Kepler tarafından anlatılan
bir süpernova görülmüştür. Ne yazık ki, teleskopun icadından bu yana bizim
galaksimizde hiçbir süpernova patlaması olmadı ve astronomlar yüzyıllardır
bir taneciğine rastlayabilmek için habire göklerin enginliğini kolaçan
ediyorlar.
<*) İslam toplumlarındaki gözlemciler de bu olaydan söz ediyorlar,
fakat Avrupa’daki kitapların hiçbirinde onların gözlemlerinden söz
edilmiyor.
Bizimkinden başka galaksilerde süpernova olguları rutin biçimde
gözleniyor.
Güneş devleşip kırmızı bir renk alırken, iç güneş sistemi acı bir sona
yaklaşacak. Neyse ki, gezegenler hiçbir zaman patlayan süpernovalar
tarafından eritilip yok edilmeyecekler. Böylesı bir son, ancak kütlesi
Güneş’ten daha büyük yıldızların yakınındaki gezegenlere özgüdür. Yüksek
ısı dereceleri ve basınç düzeylerine ulaşan bu tür yıldızların nükleer
(çekirdeksel) yakıt depolan çabucak tükendiğinden, yaşam süreleri
Güneş’inkinden kısadır. Güneş’ten on, yirmi kez büyük kütlesi olan bir
yıldız, hidrojeni helyuma dönüştürme tepkimesini, ancak birkaç milyon yıl
sürdürdükten sonra daha egzotik nükleer tepkimelere başlar. Bu yüzden de
gelişmiş hayat şekillerinin evrimine yetecek zaman yoktur bu yıldızlara eşlik
eden gezegenlerde. Yıldızlarının bir süpernovaya dönüşeceğini kavrama
fırsatına kavuşacak bir varlık düşünülemez. Çünkü bunu anlayacak kadar
vakit bulunsa, o yıldız zaten artık süpernovaya dönüşmeyecek demektir.
Süpernova patlamasının başladığına, göbekteki demir kütlesinin
silisyuma dönüşmek üzere erimesi işaret sayılır. Çok büyük basınç altında
yıldızın iç bölümlerinde serbest kalan elektronlar demir çekirdeğinin
protonlarıyla zorunlu olarak karışır. Çünkü eşit sayıdaki karşıt elektrik
yükleri birbirini yok eder. Yıldızın içi, tek ve devasa bir atom çekirdeğine
dönüşür ve işgal ettiği hacim doğmasına neden olduğu elektronlarla demir
çekirdeklerinin hacminden daha küçüktür. İçte şiddetli bir patlama yer alır,
dışta bir taşma görülür ve bunun sonucunda bir süpernova patlaması olur. Bir
süpernovadan doğan parıltı, kendisinin dahil bulunduğu galaksideki tüm
öteki yıldızların parıltısından daha güçlü olabilir. Son zamanlarda Orion
takım yıldızında kuluçkadan çıkmış kocaman mavi beyaz dev yıldızlar,
önümüzdeki birkaç milyon yıl içinde süpernova olmaya mahkûmdurlar.
Ürkütücü süpernova patlaması, doğacak olan yeni yıldızın gereksindiği
maddenin büyük bir bölümünü uzaya püskürtür. Azıcık hidrojen ve helyum
kalıntısı, karbon, silisyum, demir ve uranyum gibi başka atomlardan epeyce
püskürtür. Geriye kalan, birbirine çekirdeksel güçlerle bağlanmış sıcak
nötronlar yığınıdır. Bu tek ve kocaman kütleli atom çekirdeğinin atom
ağırlığı 10M dır; otuz kilometre çapında bir güneş demektir. Küçücük,
kasılmış, solgun bu yıldız parçası hızla dönen bir nötron yıldızıdır. Yengeç
bulutsusunun merkezindeki nötron yıldızı, büyük bir kent ilçesi çapında
kocaman bir atom çekirdeğidir ve saniyede otuz kez fır döner. Düşüşüyle
birlikte artan manyetik alanı Jüpiterin daha az güçlü olan manyetik alanı
kadar küçük zerrecikleri çeker. Dönmekte olan manyetik alanın elektronları
ışın çıkarır. Bu ışın yalnızca radyo frekansı düzeyinde değil, görülebilir ışık
düzeyindedir de aynı zamanda. Eğer yerküre bu kozmik fenerin ışın alanı
içine düşecek olursa, fenerin her dönüşünde onu görürüz. Bu nedenle ona
"atarca" adı verilir. Metronom, kozmik metronom gibi bir göz kırpan, bir tık
yapan atarcalar, bildiğimiz en dakik saatlerden daha dakik zaman
belirleyicisidirler.
Nötron yıldızının madde ağırlığını, yalnızca bir çay kaşığı içindeki
miktarının bir dağ ağırlığında olduğunu söyleyerek belirtebiliriz. Şöyle ki:
Eğer nötron yıldızının bir parçası elinizde olsa ve bıraksanız (zaten
bırakmaktan başka çareniz yoktur) yerkürenin bir yanından girip ötesinden
çıkar, olağanüstü ağırlıktaki taş gibi. Eğer bir nötron yıldızı parçası, uzaydan
bir yerden, yerküre de altında döner halde, bırakılacak olursa, yeryüzüne
sürekli dalışlar yaparak yüz binlerce darbe sonucu yeri delik deşik ettikten
sonra sürtünme gücünün etkisiyle gezegenimiz onu iç kesimlerinde ancak
durdurabilir. Nötron yıldızının büyücek parçalarının yeryüzünde kendini
hissettirmeyişi bir talihtir. Fakat küçük parçalarının her yerde bulunduğunu
unutmamak gerek. Nötron yıldızının ürkütücü gücü, her atomun
çekirdeğinde, her çay bardağında, her nefes alışımızda, her elma kekinde
vardır. Nötron yıldızı, bize pek olağan görünen şeylere karşı bile saygı
duymayı öğretir.
Güneş gibi bir yıldızın sonu, bir kırmızı dev, ardından da beyaz renge
bürünmüş bir cüce olmaktır demiştik. Güneş’ten iki misli kütlesi olan bir
yıldız göçerken bir süpernovaya, ardından da nötron yıldızına dönüşür. Fakat
büyük kütleli bir yıldız, süpernova aşamasının ardından, örneğin Güneş’ten
beş misli bir büyüklükte kalırsa, daha da ilginç bir sona mahkûmdur. Çekim
gücüne bağımlılığı onu bir siyah delik durumuna dönüştürecektir. Elimizde
sihirli bir yerçekimi makinesi bulunduğunu varsayalım. Yeryüzünün çekim
gücünü kontrol altında tutabileceğimiz bir makine olsun bu ve belirli bir
sayıyı telefondaki gibi çevirince istediğimiz yerçekimi gücünü
uygulayabilelim. Üzerinde birçok sayı bulunan kadran 1 g (5) olarak
ayarlanmıştır.
1 g olunca her şey alışık olduğumuz üzere hareket etmektedir.
Yeryüzünde hayvanlar, bitkiler ve tüm binalarımız 1 g kuralına bağlıdırlar.
Çekim gücü daha fazla olsa bitkilerin, hayvanların ve binaların çökmemek
için daha kısa, bodur ve çömelmiş gibi bir durum almaları gerekirdi. Çekim
gücü daha az olsaydı, ağırlıklarının bastıramadığı uzunlukta ve incelikte
şekiller görülebilirdi. Şunu da belirtelim, Çekim gücünün varolandan daha
büyük olması halinde bile, ışık yine düz bir çizgi izleyerek ilerledi. Şimdi
olduğu gibi.
Alis Harikalar Diyarında adlı kitaptaki ünlü çay partisi sırasında çekim
gücünü azaltırsak, her şeyin ağırlığı azalır. Eğer sıfıra yaklaşırsa, en küçük
bir hareket dostlarımızı havaya kaldıracak ve zar zor dengelerini
koruyabileceklerdir. Dökülen bir çay damlası ya da başka bir sıvı havada
oynaşan küresel taneciklere dönüşür: Sıvı yüzeyinin gerilme gücü, çekim
gücüne üstün gelir. Her yere çay damlacıkları dağılır. Eğer çekim gücü
kadranını yeniden 1’e çevirirsek, çay yağmuru yağdırırız. Çekim gücünü
birazcık artırıp kadranı 3’e, 4’e çevirirsek, hiçbir şey kımıldamaz olur.
Kedinin pençesini oynatması bile büyük bir çaba gerektirir. Lambadan çıkan
ışık demeti sıfırlık ya da birkaç g’lik çekim gücünde tümüyle düz bir çizgi
izleyerek ilerler. Şimdi çekim gücünü iyice artıralım. 1000 g’de ışık demeti
yine düz gitmektedir, fakat ağaçlar ezik büzük ve yamyassı olur. Çekim gücü
100.000'e çıkınca taşlar kendi ağırlıkları altında ezilirler. Sonuçta her şey yok
olur. Yalnızca kedi, özel bir ayrıcalık nedeniyle, kalır. Çekim gücü bir
milyara yaklaşınca daha da acayip bir olgu karşısında kalınır. O ana dek göğe
doğru düz giden ışık demeti bükülmeye başlar. Çok büyük çekim gücü
sözkonusu * olunca ışık bile etkilenir. Çekim gücünü daha da artırırsak ışık
demeti gerisin geri yeryüzüne döner. Artık Harikalar Diyarı bir Kara Deliğe
dönüşmüştür. O anda kedi de yok olmuş, yalnızca sırıtışı orada kalmıştır.
Çekim gücü yeterince artırılınca, hiçbir şey, ışık bile çıkmaz. Böyle bir
yere verilen ad Kara Delik’tir. Yoğunluğuyla çekim gücü yeteri kadar
artınca, kara delik göz kırpıp evren görüntüleri arasından kaybolur. Bu
yüzden adına kara delik denilmiştir, içinden ışık çıkamıyor da ondan. Fakat
iç yüzü, ışık orada kısıp kaldığı için, ilginç görüntülü olabilir. Bir kara delik
dıştan görülmese de çekim gücü hissedilebilir. Eğer yıldızlararası yolculukta
dikkatli davranamazsa kara delik sizi içine çeker. Bir daha bırakmamacasına.
Vücudunuz da görüntüsü pek hoş olmayan ince uzun bir iplik biçiminde
görülür. Bu durumdan kurtuluş yoktur ama eğer kurtulursa, o kişi kara delik
çevresindeki diskle toplanmış maddenin görüntüsünü bir daha unutamaz.
Güneş'in içindeki termonükleer tepkimeler dış katmanlarına destek
sağlayarak, Güneş’in çekim gücü etkisi altında göçmesi faciasını milyarlarca
yıl erteliyor. Beyaz cücelerdeki durum şudur : Çekirdeklerinden sıyrılan
elektronların basıncı yıldızı göçmekten alıkoymaktadır. Nötron
yıldızlarındaki durumsa şöyledir : Nötronların basıncı çekim gücünü
savuşturuyor. Fakat süpernova patlamalarından ve diğer zararlardan arta
kalan eski kütlesinde de, Güneş’ten birkaç kez büyük olan bir yıldızı ayakta
tutacak güç yoktur. Yıldız inanılmayacak biçimde büzülür, ufalır, fır döner,
kırmızılaşır ve ortalıktan çekilir. Güneş’ten yirmi kez büyük kütleli bir yıldız
Los Angeles kenti kadar küçülür. Ezici çekim gücü 10'° değerine ulaşır ve
yıldız mekân zaman sürekliliği içinde kendi çatırtısıyla evrende kaybolur.
Kara deliklerden İngiliz astronomu John Mitchell 1783’de ilk söz eden
kişi olmuştur. Fakat bu fikir acayip karşılanmış ve sonradan terkedilmişti.
Son zamanlarda kara delikler üzerinde yeniden duruldu. Ve aralarında
astronomların da bulunduğu birçok kişinin hayretine yol açan kara deliklerin
varlığı kanıtlandı. Yeryüzü atmosferinden X ışınları geçmez. Gökcisimlerin
bu tür kısa ışık dalgası çıkarıp çıkarmadığını saptamak için bir X ışını
teleskopunun atmosferin dışına gönderilmesi gerekiyordu. Böylesi bir X ışını
laboratuarının atmosfer dışına fırlatılması değerli bir uluslararası çabayla
gerçekleştirilebildi. Kenya kıyılan açıklarında, Hint Okyanusunda bir İtalyan
fırlatma rampasından fırlatılan araç ABD tarafından uzayda yörüngeye
oturtuldu ve laboratuvara Swahili dilinde «Özgürlük* anlamına gelen
«Uhuru» adı verildi. 1971 yılında Uhuru, Kuğu takım yıldızından gelme çok
parlak bir X ışını kaynağına rastladı. Saniyede bin kez ışık verip sönen bir
kaynaktı bu. Kuğu X 1 adı verilen kaynak küçük olmalı. Bir asteroid
büyüklüğündeki cisim parlaktır, X ışını çıkarır ve yıldızlararası mesafelerden
görülebilir. Acaba bu ne olabilirdi?
Kozmos’un keşfinde henüz başlangıç aşamasındayız. Daha önce
Kozmos’un keşfi için yapılan araştırmalar, Gökcisimler Kıtasının henüz
meçhulümüz olduğunu ortaya koyuyor. Ne gibi sürprizler sakladığım
bilemiyoruz.
Kelimenin tam anlamıyla Kozmos’un Çocukları’yız. Bir yaz günü,
yüzünü, Güneş’e çevirdiğinizi düşünün. Güneşe dik bakmanız olanaksızdır.
150 milyon kilometre öteden gücünü hissediyoruz. Kaynar ve kendi kendine
ışıyan bu cismin yanında bulunsak ya da onun nükleer ateşinin göbeğine
dalsak, acaba neler hissederiz? Güneş bizi ısıtıyor, bizi besliyor ve
görmemize olanak sağlıyor. Yeryüzünün bereket kaynağıdır. İnsanoğlu
tarafından sınanma sınırının ötelerinde bir güce sahip. Güneş’in doğuşunu
kuşlar büyük bir sevinçle karşılarlar. Güneş doğunca ışıkta yüzmeye
başlayan tek hücreli organizmalar bile var. Atalarımız Güneş’e tapmışlardı.
Taptıkları için kızamayız da. Onları saflıkla suçlayamayız. Ama şunu
belirtmeliyiz ki. Güneş olağan diyebileceğimiz bir yıldızdır. Eğer
kendimizden üstün saydığımız bir güce tapacaksak, Güneş’le birlikte
yıldızlara da tapmamız daha akla yakın değil mi? Astronomi alanında
girişilen her araştırmanın altında büyük bir hayranlık kaynağı yatmaktadır.
Bu kaynak çoğu zaman öylesine derinlerde ki, araştırmacı varlığını fark
edememektedir.
Samanyolu Galaksisi yıldız büyüklüğünde egzotik cisimlerle dolu,
keşfedilmemiş bir kıtadır. Sarmal biçimli bu Gökadalar Kıtası’nda 400
milyar yıldız var; kâh gaz bulutları göçme durumuna geçiyor, kâh gezegen
sistemleri yoğunlaşıp oluşuyor. Parıltılı dev cisimleriyle, istikrarlı bir düzen
kurmuş orta yaşlı yıldızlarıyla, kırmızı devleriyle, beyaz cüceleriyle, gezegen
bulutsularıyla, nova’larıyla, süpernova’larıyla, nötron yıldızlarıyla ve kara
delikleriyle insanın soluğunu kesen bilgi kaynaklarıyla dolu dünyalar
dolaşıyor sarmal biçimli Samanyolu’nda. Onun az ötesinde Macellan
Bulutları’nın yıldızları çevresindeki yörüngelerde gezegenlerin varlığına
kesin gözüyle bakabiliriz. Böyle bir dünyanın varlığı bize, kendi dünyamızın
da fısıldadığı gibi harcımızın, biçimimizin ve yapımızın, hayatla Kozmos
arasında derinden varolan ilişkiye sıkı sıkıya bağlı olduğunu anlatır.
Bölüm X
SONSUZLUĞUN İPUCU
Gökyüzünden ve Yeryüzünden önce Hayal meyal kurulmuş bir şey var.
Sessizlikte ve boşlukta Öylece duruyor ve değişmiyor,
Dönüp dolaşıyor ve yorgun düşmüyor.
Dünyanın anası olabilir.
Adını bilmiyorum
Bir sözcük kullanmak için Ona 'Yol' diyorum.
Derme çatma bir isim bulabiliyorum ve Ona 'Büyük' diyorum.
Büyük olunca aramızda bulunmuyor,
Bulunmayınca uzaklarda varoluyor Uzaklarda varolunca da içimizde
yaşıyor.
— Lao tse, Tao Te Ching (Çin, M.Ö. yaklaşık 600)
Yukarıda bir yol var, gökyüzünde belirgin; adı Samanyolu. Parıltısı
kendinden. Tanrılar bu yoldan gidiyorlar büyük Yaratıcı'ya ve mekânına...
İşte orada oturuyorlar gökyüzünün güçlüleri.
— Ovidius, Metamorphoses (Roma, 1. yüzyıl)
Bazı akılsızlar dünyanın bir Yaratıcı'nın elinden çıktığını söylüyorlar.
Dünyanın yaratıldığı görüşü yanlıştır. Reddedilmelidir.
Dünyayı Tanrı yarattıysa, yaratılıştan önce neredeydi?..
Şunu bil ki, dünya yaratılmış değildir. Zaman gibi dünya da
yaratılmamıştır. Bir başlangıcı ve sonu yoktur.
Ve kurallara bağlıdır...
— Mahapurana, Jinasena (Büyük Efsane) Hindistan 9. yüzyıl
ON YA DA YİRMİ MİLYAR YIL ÖNCE BÜYÜK PATLAMA
OLMUŞ... Evrenin başlangıcı olan Büyük Patlama. Bu patlamanın nedeni
kafamızı kurcalayan en büyük gizdir. Ancak olduğu da mantığa uygundur.
Evrenin şimdiki madde ve enerjisi büyük bir yoğunluk içindeydi. Bir tür
kozmik yumurta diyebiliriz, dünyanın yaratılışına ilişkin birçok uygarlığın
efsanelerinde denildiği gibi. Bu çoğunluk belki de hiçbir boyuta sahip
olmayan bir matematik değerdi. Tüm madde ve enerji bugünkü evrenimizin
bir köşesinde sıkışıp kalmıştı demek istemiyorum. Madde ve enerji ve
bunların doldurduğu mekândan oluşan tüm evren çok küçük bir hacim
kaplıyordu demek istiyorum. Bir başka deyişle, mekân olayların yer almasına
olanak vermeyecek denli dardı.
Kozmik patlamada evren sürekli olarak genişlemeye başladı. Evrenin
genişlemesini, bir kabarcığın genişlemesinde olduğu gibi, dışarısından
bakarak anlatmaya kalkışmak yanlış olur. Bu konuda bilebildiklerimizin
hiçbiri dışarıdan olmamıştır zaten.
Uzay gerildikçe, evrendeki madde ve enerji onunla birlikte genişledi ve
hızla soğudu. Kozmik ateş topunun ışınımı, şimdi olduğu gibi, o zaman da
evreni doldurarak tayftan süzüldü, gamma ışınlarıyla Xışınlarına ve morötesi
ışığa, tayfın görülebilir gökkuşağı renklerinden kızılötesi ve radyo
bölgelerine kadar. O ateş topunun kalıntıları olan ve göğün her yanından
çıkıp gelen ışınım bugün radyo teleskoplarla saptanabiliyor. Evrenin ilk
dönemlerinde uzak parıltılı biçimde aydınlanıyordu. Zamanla, uzayın yapısal
dokusu genişlemeye devam etti, ışınım (radyasyon) soğudu ve görülebilir
ışık niteliği açısından, uzay ilk kez bugünkü gibi karanlığa dönüştü.
Evren ilk dönemlerinde ışınımla ve çeşitli maddelerle doluydu. Ateş
topunun ilk çağındaki yoğunluğunda ilkel maddelerden hidrojen ve helyum
oluşmuştu. Görülmeye değer fazla bir şey yoktu evrende. Tabii, izleyecek
kimse de yoktu. Ardından küçük küçük ve birbirinin aynı olmamak üzere,
gaz cepleri büyümeye başladı. Kocaman örümcek ağı biçiminde gaz bulutları
filizlendi. Yığınlara dönüştü. Yavaştan fır dönmeye başlayan şeyler belirdi.
Giderek parıltı kazanmaya başladı bunlar. Her biri yüz milyarlarca noktayı
aydınlatan garip hayvan görünümüne büründüler. Evrende tanınabilecek en
büyük yapılar belirmişti. Bunları bugün görmekteyiz. Bunlardan birinin ücra
kölesinde yaşamaktayız. Galaksiler (Gökadalar) adını veriyoruz onlara.
Büyük Patlamadan bir milyar yıl sonra evrendeki madde dağılımı
birbirinin aynı olmayan öbekler halinde gerçekleşti. Öbeklerin aynı olmayışı
Büyük Patlamanın tam olarak düzenli gerçekleşmemesinden ötürüdür belki
de. Bu öbeklerde madde başka yerlerdekinden daha yoğun biçimde
sıkışmıştı. Çekim gücü bu madde öbeklerine, yakınlarında dolaşan gazların
ör.>. inli bir bölümünü çekmiştir. Böylece çektikleri hidrojen ve helyum
bulutlarına hevenk hevenk takım adalara dönüşme kaderi reva görülmüştü.
Başlangıçtaki öbeklerin aynı büyüklükte olmayışı, sonradan, çok önemli
miktarda madde yoğunlaşmalarında başlıca etkendir.
Çekim gücünün etkisine kapılma sürdükçe, ilk gökadaların fır dönmesi
giderek hız kazandı. Bunlardan bazıları, çekim gücünün merkezkaç günü
tarafından dengelenemediği dönüş ekseni boyunca ezilerek yassıldılar.
Uzayda fırıldak gibi dönüp dolaşan büyük madde birikintileri olan sarmal
gökadaların ilki bunlar oldu. Çekim gücü daha az olan ya da başlangıçtaki
dönüş hızı daha düşük ilk gökadalar fazla yassılmayarak eliptik dönen ilk
galaksiler oldular. Aynı kalıptan dökülmüşçesine benzer başkaca gökadalar
da var evrende. Çünkü çekim gücü ve açısal h gibi doğa yasaları evrenin her
yerinde geçerlidir. Yerküremizde çekim gücünün etkisiyle düşen cisimler ve
tek ayak üstünde dönen buz patencileri için sözkonusu olan fizik yasaları,
evrende de gökadalar için aynen geçerlidir.
Yeni doğmakta olan gökadalar (galaksiler) arasındaki çok küçük
bulutlar da çekim gücünün etkisine kapıldılar. İç ısılarının derecesi çok
yükseldi, termonükleer tepkimeler baş gösterdi ve ilk yıldızlar böylece
oluştular. Hidrojen yakıtı sermayelerini savurganca tüketip ömürlerini
süpernova patlamasıyla sona erdirdiler. Helyum, karbon, oksijen ve daha ağır
elementlerden meydana gelen termonükleer küllerini yıldızlararası gazlar
arasına katarak yeni yıldız nesillerini hazırladılar. Büyük kütleli yıldızların
süpernova patlamaları, yanı başlarındaki gaz üzerinde üst üste şok dalgaları
yayarak galaksilerarası ortamdaki basınçla hevenk hevenk yeni gökada
nesillerini hızlandırdı. Çekim gücü büyük fırsatçıdır, yoğunlaşan en küçük
madde birikintilerini bile genişletmekten kendini alamaz. Süpernovaların şok
dalgaları her aşamada madde birikiminde rol oynamıştır. Kozmik evrimin
destanı, Büyük Patlamadan çıkan gazın madde yoğunlaştırmadaki «silsilei
meratip» destanı başlamıştı: Gökada hevenkleri, gökadalar, yıldızlar,
gezegenler, sonuçta, hayat ve hayatın başlamasından sorumlu görkemli
sürecin ne olduğunu birazcık anlayacak akıl...
Bugün evren, gökada hevenkleriyle doludur. Bunlardan bazıları bir
düzineye yakın gökadalar bulunduran anlamsız ve değersiz koleksiyonlardır.
Duygusal bir yakınlıktan ötürü olacak, «Bölgesel Grup» adını verdiğimiz
grupta her ikisi de sarmal iki büyük gökada vardır: Samanyolu ve M31.
Başka gökada hevenklerinde birbirine karşılıklı çekim gücüyle sarılmış
binlerce gökada sürüleri vardır.
Genel anlamda, gökadalardan meydana gelen bir evrende yaşıyoruz.
Kozmik mimarinin sürekli yapılış ve çöküşüne ait belki de 100 milyar
galaksi örneği vardır. Düzenle düzensizliğin birarada yürüdüğü bu kozmik
mimaride normal sarmal biçimde olanlarına rastlarız. Yeryüzünden bakış
çizgimize kıyasla çeşitli açılar alarak dönerler. (Önden görününce sarmal
kolları; profilden görününce, kolları oluşturan gaz ve toz yolları belirir.)
Ortalarından yıldızların geçiştiği ve gazla toz ırmağının kestiği çizgili
sarmallar vardır. Bir trilyon yıldızdan fazlasını bulunduran dev elliptik
gökadalar bulunur. Cüce olanlarına da rastlanır ki, her biri önemsiz
milyonlarca güneş bulundurur. Öylesine çok düzensiz olanları var ki, bu,
galaksiler âleminde işlerin bazı bölgelerde iyi gitmediğine işarettir. Bazı
gökadalar da birbirlerine öyle yakın bir yörüngede dolaşırlar ki, uçları,
adaşlarının çekim gücü yüzünden kıvrılmıştır. Bazı durumlardaysa çekim
gücü gaz ve yıldız kümelerini dışarıya doğru ittiğinden, gökadalararası geçit
genişler. Gökadalararası çarpışmalar önceleri küresel olan hevengin biçimini
değiştirir. Elliptik biçimlerin sarmal biçimlere ya da biçimsizliklere
dönüşmesinden sorumlu da olabilir sözünü ettiğimiz çarpışmalar.
Galaksilerin çokluğu ve biçim çeşitliliği, bize eski zamanlarda evrende olup
bitenler hakkında birşeyler anlatıyor olabilir. Bu öyküyü henüz yeni
okumaya başlamış bulunuyoruz.
"Kuasar" sözde yıldız anlamına gelmektedir. Yıldıza çok
benzediklerinden bunların gökadamızdaki yıldızlar olduklarını düşünmüştük
doğal olarak. Ancak spektroskopik araştırmalar bunların çok uzaklarda
bulunabileceğini göstermiştir. Kuasarların evrenin genişlemesinde çok
önemli rol aldıkları sanılıyor. Bunlardan bazıları bizden ışık hızının yüzde
90’ına eş bir hızla uzaklaşmaktadırlar. Eğer kuasarlar çok uzaktaysalar, bu
mesafelerden görülecek kadar içleri parlak olmalı. Aralarında bin
süpernovanın bir defada patlamasının çıkardığı ışık kadar parlak olanları var.
Kuğu X 1 için sözkonusu olduğu gibi, bunların hızlı dalgalanmaları, o müthiş
parlaklıklarının küçük bir hacim içinde (başka bir deyişle, güneş sistemi
hacmine yakın) kaldığını gösteriyor. Bu kuasardan büyük miktarda enerji
yayıldığına bakılırsa, bunu çok ilginç bir süreç doğuruyor olmalı. Bunun
nedenlerine ilişkin olarak ortaya atılan fikirleri şöyle özetleyebiliriz: (1)
Kuasarlar, güçlü bir manyetik alana bağlantılı olarak her an dönen
olağanüstü kütleli dev atarcalardır; (2) kuasarlar, galaksinin göbeğinde yoğun
birikimli milyonlarca yıldızın çok yanlı çarpışmalarından ileri gelmektedir.
Bu çarpışmalar sonucunda. büyük kütleli yıldızların dış katmanları yırtılarak,
iç kesimlerinin milyarlara varan derecedeki ısısı ortaya çıkıyor; (3) bir önceki
savın benzeri bu sava göre, kuasarlar öylesine yoğun birikimli yıldız
galaksileridir ki, yıldızların birindeki süpernova patlaması başka bir yıldızın
dış katmanını yırtarak onu da bir süpernova yapar ve zincirleme tepkimeyle
yıldızlarda patlamalar meydana gelir; (4) kuasarlar maddeyle madde
karşıtının (antimadde) birbirini şiddetle yok etmesinden güç kaynağı alıyor
ve her nasılsa bu gücü koruyor; (5) böylesi bir gök adanın göbeğindeki kara
deliğe gaz, toz ve yıldızların düşmesiyle çıkan enerji bir kuasardır; ve (6)
kuasarlar beyaz deliklerdir. Yani, kara deliklerin arka yanları. Evrenin öteki
yanlarında, hatta belki de başka evrenlerde kara deliklere hortum gibi madde
emilerek bir maddenin görüntüye dönüşmesidir.
Kuasarları incelemeye kalkışınca, çok derin gizlerle karşı karşıya
kalıyoruz. Bir kuasar patlamasının nedeni ne olursa olsun, şurası kesin ki,
böylesine şiddetli bir patlama anlatılması zor bir karmaşa yaratıyordur. Her
kuasar patlaması milyonlarca dünyayı hayat ve olup bitenleri kavrayacak
akıllı yaratıklar da bulunabilir bu dünyalarda silip süpürüyordur. Gökadalar
incelendiğinde, evrensel bir düzen ve güzellik görülüyor bunlarda. Fakat aynı
zamanda, insanın aklına sığmayacak büyüklükte bir karmaşa da şiddetini
beraberinde getiriyor. Yaşamamız olanak veren bir evrende hayat sürmemiz
çok ilginçtir. Galaksileri, yıldızları ve dünyaları yok edip götüren bir evrende
yaşamamız da ilginçtir. Evreni bizden yana ya da bize karşı diye
yorumlamalıyız. Bize karşı kayıtsız davranıyor. Hepsi bu.
Samanyolu gibi görünürde uslu bir galaksinin bile gürültülü patırtılı
huysuzlukları vardır. Radyo gözlemleri, Samanyolu Galaksisinin göbeğinden
sorguç gibi yükselen iki muhteşem hidrojen gazı bulutu belirliyor. Buysa
arada sırada hafif patlamalara işarettir. Sözkonusu büyük hidrojen gazı
bulutları, milyonlarca adet güneş var etmeye yeter de artar. Yerküremizin
yörüngesine yerleştirilen yüksek enerjili astronomi gözlemevi, galaksinin
çekirdek bölümünde özgün bir gamma ışını tayf çizgisi kaynağı bulmuştur.
Şiddet dolu erginlik çağında kuasarlar ve patlar gökadaların gelip geçtiği
sürekli evrim dizisinde, Samanyolu gibi galaksiler ağırbaşlı orta yaşlılığı
ifade ediyor olabilir. Şunu belirtelim ki, kuasarlar çok uzaklarda
olduklarından biz onların milyarlarca yıl önceki gençlik hallerini
görmekteyiz.
Samanyolu’ndaki yıldızlar sistemli ve hoş bir görünüm içinde devinirler.
Galaksi düzleminden küresel hevenkler fırlayıp öte yana geçerler ve orada
yavaşlayarak geri dönüş yapıp yeniden öne fırlarlar. Teker teker her bir
yıldızın galaksi düzlemindeki bireysel devinimlerini izleyebilsek mısır
patlaması görür gibi oluruz. Bir galaksinin belirli bir biçim değişikliği
geçirişine hiç tanık olmadık. Bunun tek nedeni devinimin çok zaman
almasıdır. Samanyolu Galaksisi her 250 milyon yılda bir dönüşünü
tamamlar. Bir galaksinin astronomik bir fotoğrafının çekilmesi, onun
ağırbaşlı devinimiyle evrimindeki bir aşamanın anlık görüntüsüdür (6). Bir
galaksinin iç bölgesi katı bir cisim gibi döner. Fakat öteki bölümler,
Kepler’in üçüncü yasası uyarınca gezegenlerin Güneş çevresinde dönüşü
gibi, dış bölgeleri daha yavaş olmak üzere dönerler. Galaksinin kolları, orta
bölgeyi giderek sarmak eğilimindedirler. Gaz ve toz sarmal bölgelerde daha
çok yoğunlaşır. İşte buraları genç, sıcak, parlak yıldızların oluşum
bölgeleridir. Bu yıldızlar yaklaşık 10 milyon yıl parıldarlar. Bu süre bir
galaksinin dönüş süresinin yalnızca yüzde 5’ine eşittir. Sarmal kolu
belirleyen yıldızlar yanıp gittikleri için onların hemen ardında yeni yıldızlarla
onlara bağımlı bulutsular oluştuğundan, sarmal biçim hep varlığını sürdürür.
Sarmal kolu belirleyen yıldızlar, galaksinin tek bir dönüş süresi boyunca bile
hayatta kalamadıklarından, sürekli olarak yalnızca sarmal biçim varlığını
sürdürür.
Galaksinin merkezine yakın herhangi bir yıldızın hızı, genellikle sarmal
biçim içindeki yıldızın hızıyla aynı değildir. Güneş, Samanyolu Galaksisi
çevresinde yirmi kez tamamladığı dönüşü sırasında sarmal kollar arasından
epey girip çıktı. Güneş’in Samanyolu çevresindeki dönüş hızı da saniyede
200 kilometredir. Ortalama olarak Güneş’le gezegenler bir sarmal kolda kırk
milyon yıl kalıyorlar. Sarmal kol dışında seksen milyon yıl harcıyorlar, sonra
içinde bir kırk milyon yıl daha ve böylece sürüp gidiyor. Sarmal kollar
kuluçkaya yatmış yeni yıldız hasadının hazırlandığı ve Güneş gibi orta yaşlı
yıldızların mutlaka bulunması gerektiği bölgeler değildir. Şu dönemde,
sarmal kollar arasında bulunuyoruz.
Güneş sisteminin sarmal kollar arasından belirli aralıklarla geçmesi
bizler için önemli sonuçlar doğurmuş olmalıdır. On milyon yıl kadar Önce
Güneş, Orion Sarmal Kolunun Gould Kuşağından çıktı. Şimdi bu sarmal kol
bin ışık yılı uzaktadır. (Orion Kolunun içinde Yay Sagittarius Kolu; Orion
Kolu’nun ötesinde de Perseus Kolu vardır.) Güneş bir sarmal kol içinden
geçtiğinde, gazlı bulutsuya ve yıldızlararası tozlu bulutlara girmesi olasılığı
kuvvetlidir. Yeni yıldız yaratacak harçlara rastlaması olasılığı da içinde
bulunduğumuz döneme oranla daha yüksektir.
Yerküremizde her 100 milyon yılda bir tekrarlanan başlıca buzul
çağlarının Güneş’le yeryüzü arasına yıldızlararası maddenin girmesinden
kaynaklandığı savunuluyor. W. Napier ve S. Clube’in öne sürdükleri fikre
göre, güneş sistemindeki epey sayıda ay, asteroid, kornet ve gezegenleri
çevreleyen halkalar bir zamanlar yıldızlararası mekânda serbestçe
dolaşırlarken, Güneş, Orion Sarmal Kolundan geçtiği sırada
tutuklanmışlardır. Bu fikir ilginçtir, ancak gerçekleşmiş olması zayıf bir
olasılıktır. Fakat sınanabilir bir fikirdir. Sınamak için ihtiyacımız olan tek
şey, bir kornettir ve onun magnezyum izotopunu incelemektir. Magnezyum
izotoplarının görece fazlalığı, özgün bir magnezyum örneği oluşturan bir
süpernova patlama zamanının belirlenmesi de dahil olmak üzere, yıldızdaki
nükleer olgular dizisine işaret eder. Galaksinin başka bir köşesinde başka
olaylar dizisi yer almış olabilir ki, bunlardaki magnezyum izotop oranı
değişiktir.
Büyük Patlamaya ve galaksilerin uzayın gerilerine çekilişine ait olgu,
«Doppler etkisi» dediğimiz doğadaki bir olgudan anlaşılmıştır. Biz bu etkiyi
ses fiziğinden biliyoruz. Bir otomobil sürücüsünün hızla yanımızdan
geçerken kornasını çaldığını düşünelim. Arabanın içinde sürücü belirli bir
perdeden çıkan bir sabit ses duyar. Fakat arabanın dışında olan bizler, ses
perdesinde değişmeler fark ederiz. Korna sesi bize yüksek frekanslardan
alçak frekansa doğru inerek ulaşır. Saatte 200 kilometre hız yapan bir yarış
arabası, ses hızının yaklaşık beşte biri kadar sürat yapıyor demektir. Ses
havada dalgaların yayılmasından oluşur. Dalganın bir üst eğrisi, bir de alt
eğrisi değeri sözkonusudur. Dalgalar birbirine ne kadar yakın olursa frekans
ya da ses perdesi o denli yüksek olur. Ses dalgaları birbirinden ne kadar uzak
olursa, ses perdesi o denli düşük olur. Eğer araba bizden hızla uzaklaşıyorsa,
ses dalgalarını genleştirerek bizim açımızdan daha düşük bir ses perdesinde
ulaştırır. Ve böylece hepimizin bildiği tipik sese olanak verir. Eğer araba bize
doğru geliyor olsaydı, ses dalgaları birbirine yakınlaşıp ezilir, frekans
yükselirdi. Ve yüksek perdeden bir çığlık duyardık. Eğer araba durduğu
yerde kornasını öttürseydi ve çıkardığı ses perdesini önceden bilseydik,
arabanın hızını, gözü kapalı, çıkardığı korna sesinin değişikliğinden
söyleyebilirdik.
Işık da bir dalgadır. Sesin tersine, bir boşluğu çok iyi kateder. Doppler
etkisi ışık konusunda da geçerlidir. Otomobil, herhangi bir nedenden ötürü,
ses yerine, önünden ve arkasından saf sarı ışık demeti çıkarıyor olsaydı,
ışığın frekansı araba yaklaşırken artacak ve araba uzaklaşırken hafifçe
azalacaktı. Araba normal bir hızla ilerlerse, bu etki değişimi fark edilmez.
Fakat araba, ışık hızının belirli bir oranındaki hızla bize doğru ilerlerse, ışığın
renginin daha yüksek frekanslara doğru değiştiğini (maviye doğru) gözlerdik.
Araba yine dediğimiz süratle bizden uzaklaşırken, daha aşağı frekanslara
(kırmızıya doğru) değiştiğini gözlerdik. Bize çok büyük hızla yaklaşan bir
cismin tayf renginin çizgileri maviye döner. Bizden çok büyük bir hızla
uzaklaşan bir cismin tayf renkleri kırmızıya (7) döner. Bu kırmızıya dönüş
uzaklardaki galaksilerin tayf çizgilerinde gözlenip Doppler etkisi açısından
yorumlanınca Kozmoloji biliminin anahtarına kavuşulmuş oluyor.
Bu yüzyılın başlarında, uzak gökadaların kırmızıya dönüş olgusunu
incelemek üzere dünyanın en büyük teleskopu Wilson Dağı üzerine
yerleştiriliyordu. O zamanlar göğü tertemiz olan Los Angeles’e bakar bu dağ.
Teleskopun çok büyük parçalarının dağ tepesine katır sırtında taşınması
gerekmişti. Katır sürülerine sahip olan Milton Humason adında biri, dağın
tepesine mekanik, optik malzemeyle bilgin, mühendis ve yetkili kişileri katır
sırtında taşıma görevini üstlendi. Atıyla katır kervanının önüne geçen
Humason, dağa tırmanırken semerin hemen ardında duran köpeğinin
pençeleri de omuzundan eksik değildi. Tütün çiğneyen, kumarbaz, polo
oyununda başarılı ve o zamanlar hanımefendilerin erkeği tanımına giren
biriydi. Ortaokuldan öte bir öğrenimi yoktu. Fakat zekiydi. Her şeyi inceden
inceye soruşturur, öğrenmeye çalışırdı. Bu arada dağın ta tepelerine taşıdığı
aygıtların da neyin nesi olduğunu sormaktan elbet geri kalmadı. Kurulan
gözlemevinde çalışan mühendislerden birinin kızıyla da arkadaşlık ediyordu.
Mühendis baba bir seyis olmaktan öte ihtiras taşımayan bir adamla kızının
arkadaşlık etmesinden endişe duymaktaydı derken, Humason gözlemevinde
bir sürü garip görevlere atandı: Elektrikçi yardımcılığına, kapıcılığa,
kurulması için malzemesini ve aygıtlarını getirmeye yardımcı olduğu
teleskop donanımı temizleyiciliğine. Bir gece, söylendiğine göre, teleskop
gözlemci yardımcısı hastalanmış ve Humason’dan yerine geçmesi istenmiş.
Aygıtları kullanmada öylesine özen ve ustalık göstermiş ki, kısa zamanda
teleskop teknisyeni görevi verilmiş. Aynı zamanda gözlemci yardımcısı da
olmuş.
Birinci Dünya Savaşından hemen sonra Wilson’a ünü kısa zamanda
yayılan Edwin Hubble geldi. Çok parlak bir astronomdu. Sarmal bulutsuların
aslında «evren adaları» olduklarını, bizim kendi Samanyolu Galaksimiz gibi
çok sayıda kocaman yıldız kümelerinden ibaret bulunduklarını sonuçta
kanıtlayan Hubble'dır. Galaksilere olan uzaklıkları ölçmeye yarayan
yıldızlara ilişkin ışık birimini Hubble akıl etmiştir. Hubble ve Humason
inanılmayacak kadar uyum içinde çalışan bir ekip oluşturdu. Lowell
Gözlemevinde çalışan astronom V.M. Slipher’in bir buluşuna dayanarak
uzak galaksilerin tayf incelemesine koyuldular. Sonradan Humason’un uzak
galaksiler tayf ölçümünde büyük bir ustalık kazandığı görüldü. Profesyonel
astronomdan daha iyi sonuçlar elde etti. Kısa zamanda Wilson Gözlemi i
kadrosuna alındı, bilimsel verilerin çoğunu öğrendi. Astronomlar camiasında
sayılan ve zengin bir kişi olarak öldü.
Bir galaksiden gelen ışık, onu oluşturan milyarlarca yıldızdan çıkan
ışığın toplamına eşittir. Işık bu yıldızlardan çıkıp ayrılırken, yıldızların dış
katmanlarındaki atomlar tarafından bazı frekanslar ya da renkler emilir.
Bunlara ilişkin elde ettiğimiz çizgiler, milyonlarca ışık yılı uzaklardaki
yıldızların, Güneş'imizin ve yakınlarımızdaki yıldızların aynı kimyasal
elementlere sahip olduklarını öğrenmemizi sağlar. Humason ve Hubble tüm
uzak galaksilere ait tayfların kırmızıya döndüğünü, galaksiler ne denli
uzaksalar tayftaki çizgilerinin o denli kırmızıya döndüklerini hayretle
gözlediler.
Sözkonusu kırmızıya dönüşün en iyi açıklanışı Doppler kuralıyla
mümkün oluyordu: Galaksiler bizden giderek geriye çekiliyorlardı. Galaksi
ne denli uzaktaysa geriye kaçış hızı o denli fazlaydı. Peki, neden galaksiler
bizden kaçıyorlar? Evrendeki bizim konumumuzda özel bir durum mu vardı?
Acaba Samanyolu Galaksisi gökadalararası kuralları küstahça çiğnemiş
miydi? Evrenin genişlediği ve beraberinde galaksileri de götürdüğü daha
olası bir yanıttı. Yavaş yavaş anlaşıldı ki, Humason ve Hubble Büyük
Patlamayı, evrenin başlangıcım değilse bile tekrar dirilişlerinin en yenisini
keşfetmişlerdi.
Çağdaş kozmolojinin hemen tümü ve özellikle genişleyen bir evren ve
Büyük Patlama, uzak galaksilerin kırmızıya dönüş olgusunun Doppler
etkisinden ileri geldiği ve geri çekiliş hızlarının arttığı görüşüne
dayanmaktadır. Fakat doğada daha başka tür kırmızıya dönüşler de
sözkonusudur. örneğin, çekim gücünden doğan kırmızıya dönüş de vardır.
Böyle bir durumda çok yoğun çekim gücü alanından çıkan ışık buradan
sıyrılabilmek için öylesine çok çaba harcar ki, yolculuğu sırasında enerji
kaybeder. Uzaktaki bir gözlemci, sıyrılıp çıkan ışığın daha büyük dalga
uzunluklarına ve daha kırmızı renklere dönüşü olarak saptar bu olguyu. Bazı
galaksilerin
merkezlerinde
kocaman
büyük
delikler
olduğunu
düşündüğümüze göre, bunların kırmızıya dönüş olgusuna yol açmaları akla
yakın gelmektedir. Bununla birlikte, gözlenen özgün tayf çizgileri, genellikle
çok ince ve seyrek gaz verileri taşımakta olup kara delik çevresinde
bulunması gereken olağanüstü yüksek yoğunluk verilerine uymamaktadır.
Bir de şu denebilir : Kırmızıya dönüş olgusu evrenin genel bir genişlemesini
değil, daha mütevazı ve bölgesel bir galaksi patlamasını açıklayan bir
Doppler etkisidir. Ancak böyle bir durumda, patlamadan ötürü bizden
uzaklaşan öğeler kadar, bize yakınlaşan öğeler de vardır herhalde. Yani
kırmızıya dönüş oranı ne kadarsa, tayf çizgilerinde maviye dönüş de o kadar
olmalıdır. Oysa şimdiki durumda gördüğümüz hemen tümüyle kırmızıya
dönüştü. Teleskopumuzu Bölgesel Grup’tan ötedeki hangi uzak cisme
çevirirsek çevirelim, gördüğümüz şey kırmızıya dönüştür.
Bununla birlikte, Doppler etkisi açısından gökadalardaki kırmızıya
dönüşü saplamakla, evrenin genişlediği sonucuna varmanın doğru
olmayacağı görüşünü sürekli öne süren astronomlar da var. Astronom Halton
Arp, bir galaksiyle bir kuasarın ya da bir galaksi çiftinin fizik görüntü
uygunluğuna karşın, kırmızıya dönüş uygunsuzluğu göstermeleriyle ilgili
şaşırtıcı sonuçlar elde etmiştir.
Doppler etkisiyle yorumlanan kırmızıya dönüşün galaksilerin gerilere
çekildiğini göstermesi, Büyük Patlamanın olduğuna tek kanıt değildir. Büyük
Patlamadan bu yana bir hayli soğumuş olması gereken patlama
radyasyonunun günümüze dek kalması ve evrenin her yönünden beklenen bir
yoğunlukta, tekdüze, hafif duyulur radyo dalgaları olarak gelmesi de ikna
edici kanıt sayılır. Yerküremiz atmosferinin sınırlarına U 2 uçağıyla
götürülen çok duyarlı bir radyo anteniyle sürdürülen gözlemler, arka
plandaki radyasyonun, ilk tahmini hesaplara göre, her yöne aynı yoğunlukta
yayıldığını ortaya koydu; Büyük Patlamadan çıkan ateş topunun her yöne
simetrik olarak yayılması gibi. Fakat daha ince hesaplar sonucu, radyasyonun
tam simetrik olmadığı görüldü. Bunun nedenini ortaya koyabilecek küçük,
sistemli bir etki sözkonusudur: Eğer tüm Samanyolu Galaksisi (ve bir
olasılıkla Bölgesel Grup Galaksilerinin öteki üyeleri de) Başak (Virgo)
Galaksileri Topluluğuna saniyede 600 kilometre hızla gidiyor olsalar, simetri
noksanlığını bize açıklayabilecektir. Böylesi bir hızla Başak Galaksisine on
milyar yılda yaklaşabileceğiz ve o zaman galaksiler ötesi astronomi öğrenimi
bir hayli kolaylaşmış olacak. Başak Galaksileri Topluluğu zaten şimdi bile en
zengin galaksiler topluluğudur; sarmal, eliptik ve düzgünlükten uzak
galaksileriyle gökte bir mücevherat kutusu gibidir. Peki, Başak Galaksilerine
doğru gitmek niye? Çok büyük yüksekliklerdeki cisimlere ilişkin gözlemler
yapmış olan George Smoot ve mesai arkadaşlan, Samanyolu Galaksisinin
çekim gücünün etkisi altında Başak Galaksileri Topluluğuna doğru yol
aldığım, bu topluluğun önceden bulunup ortaya çıkarılandan çok galaksilere
sahip bulunduğunu ve asıl şaşırtıcısı, Başak Galaksileri Topluluğunun büyük
mekân kaplaması, (bir ya da iki milyar ışık yılı) olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Evrenin zaten gözlenebilen bölümü de yalnızca yirmi, otuz milyar ışık yılına
eşit bir mekânı kaplamaktadır. Eğer Başak Galaksiler Topluluğu o denli
genişse, daha büyük mesafelerde başka galaksiler var demektir ki, bu da
onların gözlenmesini zorlaştırır. Böylece Smoot, Büyük Patlamanın evrene
maddeyi düzenli biçimde dağıtmadığı sonucuna varıyor. Düzgün olmayan
topaklar oluşması beklenebilirdi. Hatta galaksilerin yoğunlaşmasını
anlayabilmek için topaklar bulunması vazgeçilmez bir koşuldur, fakat
düzgünlükten uzak bu çapta bir topak oluşması bir sürprizdir. Bu çelişkiyi
aynı anda iki ya da daha fazla Büyük Patlamanın yer aldığını düşünerek belki
çözümleyebiliriz.
Eğer genişleyen bir evren ve Büyük Patlama görüşü doğruysa, o
takdirde, daha güç sorularla karşılaşacağız. Büyük Patlama anında koşullar
nasıldı? Ondan önce ne olmuştu? Maddeden yoksun küçücük bir evren vardı
da, ardından madde birden hiç yoktan mı yaratıldı? Bu nasıl oldu? Birçok
toplumun kültüründe Tanrı’nın evreni hiç yoktan var ettiği yanıtı verilir.
Fakat soruları savsaklamak demektir bu. Eğer soruyu yüreklice sürdürürsek,
bir adım daha alarak Tanrı’nın nereden çıktığını sormalıyız. Eğer bu soruya
yanıt verilemez dersek, kendimizi boşuna yormadan, evrenin başlangıcı
sorusunun yanıtsız kalacağı kararına neden varmayalım? Ya da Tanrının her
zaman varolduğunu söylersek, evrenin her zaman varolduğunu neden
söylemeyelim?
Her toplum kültürü, yaratılıştan önceki dünya ve dünyanın yaratılışı
hakkında tanrıların çiftleşmesi ya da bir kozmik yumurtadan evrenin
çıkmasıyla süslenmiş bir efsane besler. Bu efsanelerde genellikle evrenin
başlangıcı, insan ya da hayvanın doğuşu örneğine benzetilir safça. Pasifik
Okyanusu kıyılarından bu tür efsanelere ilişkin beş örnek sunacağım.
Başlangıçta her şey sürekli bir karanlığa bürünmüştü. Gece, içine dal
barındırmaz bir çalılık gibi her şeye zulmediyordu.
— Orta Avustralya’da Aranda halkının Büyük Yaratıcı efsanesi
Her şey beklenti içindeydi, her şey sessiz ve sakindi; hareketsizdi ve
gökler bomboştu.
— Maya efsanelerinden
Hiçlikte yüzen bir bulut gibi Na Arean boşlukta tek başına oturmuştu.
Uyumuyordu, çünkü uyku diye bir şey bilinmiyordu; acıkmıyordu çünkü
açlık henüz bilinmiyordu. Uzun bir süre böyle kaldı. Sonunda aklına bir fikir
geldi. «Ben bir şey yapacağım,» dedi kendi kendine.
— Malana’dan bir efsane (Gilbert Adaları)
Önce büyük kozmik yumurta vardı. Yumurtanın içinde kaos ve kaos’ta
yüzen gelişmemiş, tanrısal Embriyon, Pan Ku vardı. Pan Ku yumurtadan
çıktı bugünkü herhangi bir insandan dört kez daha büyük olarak. Elinde bir
çekiç ve keski bulunuyordu. Bunlarla dünyaya biçim verdi.
— Pan Ku efsaneleri, Çin (Yaklaşık üçüncü yüzyıl)
Gök ve yeryüzü şekil almadan önce tümden bir karmaşa egemendi...
Açık seçik ve aydınlık olan her şey yukarılara çıkıp gök oldu. Oysa karışık
ve düzensiz olan her şey katılaşarak yeryüzü oldu. Saf, ince maddenin
biraraya gelmesi kolay oldu, fakat ağır, karışık maddenin yoğunlaşması çok
zor oldu. Bundan ötürü önce gök tamamlandı ve yeryüzü daha sonra şekil
aldı. Gökle yeryüzü birarada boşluklar oluşturup her taraf kaba bir sadelik
gösterirken, her şey yaratılmadan varolmaya başladı. İşte bu Büyük
Bütünlüktü. Her şey bu Bütünlükten çıktı ve değişiklikle donandı.
— Hunainan Tzu, Çin (Yaklaşık M.Ö. 1. yüzyıl)
Bu efsaneler insanoğlunun cesaretine birer övgüdür. Fakat eski
efsanelerle Büyük Patlamaya ilişkin çağdaş bilimsel efsane arasındaki başlıca
fark, bilimin kendi kendini sorguya çekmesidir. Ve düşüncelerimizi
sınayacak deneyler ve gözlemler yapabilmemizdir. Yaratılışa ilişkin
efsanelere karşı da büyük saygı duyarız.
İnsanların meydana getirdikleri her kültürün, doğada evrelerin
varolmasından ötürü sevinç duyduğunu görürüz. Peki, tanrılar istemedikçe,
bu evreler nasıl meydana gelir diye düşünülmüştür. İnsan yaşamı evrelerden
geçtiğine göre, tanrıların yaşamlarında da evreler olamaz mıydı acaba?
Hindu dini, Kozmos’un çok sayıda, hatta sayısız ölüm ve yeniden
doğuşlardan geçtiği inancına dayanan dünyanın tek dinidir. Zaman
çerçevesinin, rastlantı sonucu da olsa, çağdaş bilimsel kozmolojiyle
bağdaştığı tek din Hindu dinidir. Bu dine göre, evreler, yaşadığımız bir gün
ve geceden itibaren 8.64 milyar yıl önceki bir Brahma günü ve gecesine
kadar gidiyor. Bu süre yeryüzüyle Güneş’in yaşından daha uzundur. Büyük
Patlamadan bu yana olan zamanın da yarısına yakındır.
Bu dinde, evrenin, tanrının rüyasından başka bir şey olmadığı kavramı
yer alıyor. O tanrı ki, yüz Brahma yılı geçtikten sonra kendini rüyasız bir
uykuya bırakınca, dünya da onunla birlikte yok oluyor. Yüz Brahma yılı
geçtikten sonra yeniden kendine geliyor, irkiliyor ve büyük kozmik rüyayı
tekrar görmeye başlıyor. Bu arada, başka yerlerde de, sayısız başka evrenler
vardır ve her biri de kozmik rüya gören bir tanrıya sahip. Bu büyük
kavramları çevreleyen başka bir büyük kavram beliriyor. Buna göre,
insanlar, tanrıların rüyalarından doğamazlar; tanrılar insanların rüyalarından
doğabilirler.
Hindistan’ın birçok tanrı ve her tanrının pek çok kendini sunuş biçimleri
vardır. XI. yüzyılda kalıba dökülmüş Chola bronzları, Tanrı Shiva’nın
değişik görünüşlerini veriyor. Bunlardan en güzeli ve insana huşu vereni, her
kozmik evre başında evrenin yeniden yaratılışına ilişkin olanıdır. Burada
işlenen başlıca motif, Shiva’nın kozmik dansı diye bilinen bir şekildir.
Nataraja adı verilen Dans Kralı’nın dört eli görülmektedir. Üst sağ elde bir
davul var. Bu davuldan yaratılışın sesi çıkıyor. Üst sol elde dil biçiminde bir
alev görülüyor. Bu da yeni yaratılan evrenin milyarlarca yıl sonra tümüyle
yok edileceğini anlatıyor.
Bu derin anlamlı ve hoş görüntülerin çağdaş astronomi düşüncelerine
birer işaret sayılmalarını ne kadar isterdim... (8) Çok büyük bir olasılıkla,
evren, Büyük Patlamadan bu yana genişlemektedir. Fakat sürekli
genişlemeye devam edeceği kesinlikle belli değildir. Genişleme
duraklayabilir, durabilir ve gelişmenin tersi olabilir. Eğer belirli bir
yeterlikteki maddeden daha azı varsa evrende, gerilere kayan galaksilerin
çekim gücü genişlemeyi durduramayacaktır. Ve evren sürekli genişleyip
gidecektir. Fakat eğer bizim görebildiğimizden daha çok madde varsa
evrende örneğin, kara deliklerde saklı ya da galaksilerarası sıcak ve
görünmez gazlar içinde o takdirde evren çekim gücünün etkisiyle biraraya
gelecek ve Hindu dininde söylendiği gibi evreler dizisinin bir dönüm noktası
olacak. Genişlemenin ardından büzülme olacak, evren evren üstüne binecek
ve sonu olmayan bir Kozmos’a dönüşecek. Böylesine sallantılı bir evrende
yaşarsak, demek oluyor ki, Büyük Patlama Kozmos’un yaratılışı değil ama
yalnızca bir önceki evrenin sonudur.
Çağdaş kozmolojilerden hiçbiri hoşumuza gitmeyebilir. Kozmolojik
görüşlerden birine göre, evren her nasılsa on ya da yirmi milyar yıl önce
yaratılmıştır ve sürekli genişlemektedir; galaksiler kozmik ufkumuzdan
kayboluncaya dek geri çekilmektedirler. Bu olgunun ardından, uğraşları
galaksi astronomluğu olanlar işsiz kalacaklar, yıldızlar soğuyup ölecekler,
madde çürüyüp dağılacak ve evren ilkel zerreciklerden ince ve soğuk bir sise
dönüşecek. Kozmos’u başka türlü gören bir başka kozmolojiye göreyse,
Kozmos’un ne sonu, ne de başlangıcı vardır. Kozmos’un doğuşuyla ölümleri
arasında gidip geliyoruz ve bu kozmos sarkacının gidiş gelişinden hiçbir
bilgi sızmamaktadır. Evrenin bir önceki yeniden vücut buluşundaki
galaksilerden, yıldızlardan, gezegenlerden, hayat şekillerinden ya da
uygarlıklardan bugün yaşadığımız evrende eser yoktur; Büyük Patlamanın
berisine kanat çırparak hiçbir şey uçup gelememiştir.
Her iki kozmolojinin evren için öngördüğü alınyazısı içimizi
ferahlatmayabilir, fakat hiç olmazsa zaman ölçüsü açısından ferahlayabiliriz.
Sözkonusu olaylar on milyarlarca yıl sonra ya da daha geç yer alacak.
Gelecek insan kuşakları, bu süre içinde Kozmos ölüme terk edilmeden, epey
önlem alabilirler.
Evrenin sarkaç örneği bir genişleyip bir büzüldüğü görüşü kabul edildiği
takdirde, bilginler genişlemeden büzülmeye geçiş döneminde neler
oluşageldiğini merak ediyorlar. Bazılarına göre, öyle bir durumda, doğa
yasaları rasgele değişikliğe uğruyor. Ve bugünkü evreni düzen içinde tutan
fizik ve kimya yasaları, sonsuz olasılıkları bulunan doğa yasalarından
yalnızca birkaçıdır. Galaksiler, yıldızlar, gezegenler, yaşam ve akılla uyum
halindeki doğa yasalarının belirli sayıyla kısıtlı olamayacağını anlamak zor
olmasa gerek. Eğer sarkacın bir ucundan öteki ucuna geçişinde doğa yasaları
pat diye değişirse, kozmik talih makinesine atılan paradan bu kez bizim
yapımızla uyuşan doğa yasalarının çıkmasına şükretmeliyiz (9).
Acaba sürekli genişleyen bir evrende mi, yoksa sonsuz evreler dizisi
arasında varolan bir evrende mi yaşıyoruz? Bunu bulup ortaya çıkarmanın
yolları var. Bu yollardan biri, evrendeki toplam madde envanterini
yapmaktır. Öteki de, Kozmos’un ucunu görebilmektir.
Radyo teleskoplar varlığı belli belirsiz, çok uzaklardaki cisimleri bulup
ortaya çıkarabiliyorlar. Uzayın derinliklerine baktığımızda, zamanın da
derinliklerine bakmış oluyoruz. En yakın kuasar belki de yarım milyar ışık
yılı ötededir. En uzağı on ya da on iki milyar ışık yılı ötede olabilir. On iki
milyar ışık yılı ötedeki cismi gördüğümüzde, o cismin on iki milyar yıl
önceki durumunu görmüş oluyoruz. Bu nedenledir ki, uzayın derinliklerine
baktığımızda zamanın da derinliklerine, evrenin ufkuna, Büyük Patlama
dönemine bakmış oluyoruz.
New Mexico’nun ücra bir köşesinde ayrı ayrı yerlerde kurulmuş yirmi
yedi teleskop ağı vardır. Bunun adı Very Large Array VLA’dır. Her iki
teleskop birbirine elektronik düzen içinde bağlantılıdır. Böylece on kilometre
çapında tek bir teleskopmuş gibi görev yapar. VLA, tayfın radyo
bölgelerindeki en nice ayrıntıları bile fark etmektedir.
Bazı durumlarda bu tür radyo teleskoplar yerkürenin arka tarafındaki
teleskoplarla bağlantılı olur. Böylece çapı yerküreninkine eşit bir teleskop
elde edilir. Başka bir deyişle, gezegen çapında bir teleskop. Gelecekte
yerküremizin yörüngesine teleskoplar yerleştireceğiz. Güneşin arka tarafını
dolaşacak olan bu teleskopun çapı, iç güneş sistemi çapına eşit olacak. Bu tür
teleskoplar, kuasarların iç yapısını ve niteliklerini açığa vurabilir. En
uzaktaki kuasarların yapısını ve kırmızıya dönüş olgusunu öğrenmek
suretiyle evrenin milyarlarca yıl önce mi daha çabuk genişlediğini, yoksa
genişlemenin yavaşladığını mı ya da evrenin günün birinde çöküp
çökmeyeceğini inceleme olanağına kavuşabiliriz.
Günümüzdeki radyo teleskoplar son derece duyarlıdırlar; uzaktaki bir
kuasarın varlığı öylesine belli belirsizdir ki, saptanan ışınımı bir vatın
katrilyonda biri kadardır. Yeryüzündeki teleskopların tümüne güneş
sisteminin dışından ulaşan enerji tutarı, tek bir kat tanesinin yere çarpması
sırasında çıkardığı enerji miktarından azdır. Güneş sistemi dışındaki kozmik
radyasyon arayışında, kuasar sayımında, uzayda akıllı canlıların varlığını
bulup çıkarmadaki çabaları sırasında radyo astronomların üzerinde
durdukları enerji miktarlarının varlığıyla yokluğu birbirine neredeyse eştir.
Bazı maddeler, özellikle yıldızlardaki zerrecikler görülebilen ışıktaki
parıltılarıyla kolayca farkediliyor. Gökadaların sınır bölgelerindeki gaz ve
tozsa kolaylıkla saptanamaz radyo dalgaları çıkarıyor gibiyse de ışık
çıkarmıyor. Kozmolojik gizlerin anahtarını bulabilmek amacıyla
gözlerimizin duyarlı olduğu ışık için kullandığımızdan ayrı aygıtlar ve
frekanslar kullanmak zorundayız. Yerküremizin yörüngesine yerleştirilen
gözlemevleri galaksiler arasında yoğun X ışını parıltısı saptamışlardır.
Bunun, önceden varlığına hiç rastlamadığımız galaksilerarası sıcak ve
Kozmos'u kaplamaya yeterli hidrojen olduğu kanısına varıldı. Böylece
Kozmos’un varoluş, sonra da yokoluş ve yeniden varoluş sarkacı arasında
gidip geldiğini öne süren görüşü kanıtlayan bir durumla karşılaştığımızı
sandık. Fakat Ricardo Giacconi tarafından son olarak yapılan gözlemler, X
ışını parıltısının belirli noktalarda bulunduğunu, bunların da büyük kuasar
sürüleri olabileceğini gösterdi. Bunların aynı zamanda, evren için daha
önceden varlığı bilinmeyen külle katkılarından sayılması uygun görüldü.
Kozmos envanteri tamamlandığında ve tüm galaksilerin, kuasarların, kara
deliklerin, galaksilerarası hidrojenin, çekim gücü dalgalarının ve uzaydaki
daha egzotik katkıların miktarı saptanıp tam bir toplama yapıldığında, nasıl
bir evrende yaşadığımızı anlayabileceğiz.
Kozmos’un geneldeki yapısı tartışılırken, astronomlar, uzayın kavisli
olduğunu ya da Kozmos’un bir merkezi bulunmadığını veya evrenin sonu
bulunduğunu fakat sınır tanımadığını söylemekten zevk duyarlar. Acaba
bütün bunlarla ne demek istiyorlar? Diyelim ki, herkesin yamyassı olduğu
garip bir ülkede yaşıyoruz. Bazılarımız üçgen, bazılarımız kare biçiminde
olsun. Bazıları da daha karmaşık biçimli olsunlar. Yamyassı binalarımızdan
girip çıkıyor, yamyassı bürolara ve eğlence yerlerine gidip geliyoruz. Adına
Yassıyer diyeceğimiz bu ülkede herkesin genişliği ve uzunluğu var ama
yüksekliği yok. Sol sağ, ileri geri kavramlarını biliyoruz, fakat yukarı aşağı
kavramlarını bilmiyoruz. Yalnızca matematikçiler biliyorlar. Matematikçiler
bize, «Dinleyin, bakın... Gerçekten çok kolay... Sağısolu düşünün. Tamam.
ileri geriyi düşünün. O da tamam. Şimdi de başka bir boyut düşünün. Şöyle
ki, "varolan çizgilerinizden dik açı oluşturacak biçimde birer çizgi çıkın"
diyorlar. Biz de, «Siz ne anlatmak istiyorsunuz?» yanıtını veriyoruz.
«Yalnızca iki boyut biliyoruz. Üçüncüyü göstersene... Hadisene... Hani
neredeymiş?» Bunun üzerine, matematikçiler, anlatamamanın verdiği
üzüntüyle çabalarından vazgeçiyorlar. Zaten matematikçilere de pek kulak
veren olmuyor sözünü ettiğimiz iki boyutlu varlıklardan.
Yassıyer’de yaşayan her kare yaratık, öteki kare yaratığı tek bir çizgi
olarak, yani karenin kendine en yakın bölümünü çizgi olarak görmektedir.
Karenin öte yanını, ancak oraya kadar kısa bir gezinti yapmak zahmetine
katlanırsa görebilir. Fakat karenin içi hep bir sır olarak kalacaktır onun
gözünde. Meğer müthiş bir kaza ya da otopsi falan karenin içindesin...
Günün birinde üç boyutlu bir yaratık örneğin elma biçiminde biri
Yassıyer’e gelir ve havalarda dolaşır. Cana yakın ve sevimli bir canlı karenin
evine girdiğini fark eden elma, boyutlararası bir dostluk gösterisiyle içi
tutuşarak, «Merhaba,» der. «Ben, üçboyutlular diyarından bir ziyaretçiyim.»
Zavallı canlı kare evde çevresine bakar ve hiç kimseyi göremez, işin tuhafı,
sesin yukarıdan geldiğini anlayamayınca, kendi içinden geldiği kuşkusuna
düşerek durumu garipser de. Acaba rahatsız falan mıyım, der.
Bir ruh olduğu sanılmasından çekinen elma Yassıyer’e iniş yapar.
Yassıyer’liler diyarında üç boyutlu bir yaratık ancak ismen varolabilir.
Yalnızca bir kesiti görülebilir Yassıyer’de. Yani Yassıyer’in dümdüz
yüzeyiyle temas halinde olan noktalarıyla kaimdir görüntüsü ancak.
Yassıyer’de kaydırak gibi yürüyen ama önce bir nokta biçiminde
görülecektir ötekilerin gözüne. Sonra da giderek hemen hemen düzgün daire
biçimindeki dilimler gibi. Kare yaratık iki boyutlu dünyasındaki odada önce
bir nokta görecek, sonra da bu noktanın yavaş yavaş daire biçimini aldığını
fark edecek. Garip ve şekil değiştiren bu yaratık da nereden çıkıp geldi,
diyecektir.
İki boyutlu dünyadan sıkılan elma, kare yaratığa bir tekme atıp onu
havaya gönderir. Böylece o da üç boyutlu dünyanın şaşırtıcı gizleri arasında
dolaşır. Önce kare neye uğradığını anlayamaz. Bilmediği bir dünyada
bulmuştur kendini. Fakat az sonra, Yassıyer’e ilginç ve üstten bir yerden
baktığını fark eder. <Yukarıya çıktım!» Kapalı odalara yukarıdan
bakabilmektedir artık. Yamyassı arkadaşlarını üstten görmektedir. Başka bir
boyutta yolculuk edebilmek bir tür X ışını görüşü ya da üstün bir görüş
sağlar. Sonuçta düşen bir yaprak gibi, bizim canlı kare yüzeye konar, öteki
kare yaratıklar açısından, kapalı odanın içinden kaybolan «Bizimki» birden
var olmuştur tekrar. Arkadaşları. «Neredeydin, seni göremedik?» diye
sorduklarında, «Bizimki» yanıt verir: «Az yukarılardaydı.» Omzuna vururlar
geçmiş olsun der gibi. Bu aile üzülmeye zaten pek meraklıdır.
Madem ki, boyutlararası ilişkilerden söz açıldı, yalnızca iki boyutlular
konusuyla yetinmeyelim. Abbott’un önerisine uyarak bir tek boyutlu
yaratıklar dünyasını gözönüne getirelim. Bu dünyada herkes bir çizgiden
oluşuyordu. Hatta sıfır boyutlu yaratıklar dünyasını gözönüne getirerek
yalnızca noktalardan oluşanları da düşünelim. Fakat bu arada bir başka soru
daha da ilginç gelebilir. «Dördüncü bir fizik boyut olabilir mi?»
Şimdi bir küp oluşturalım, anlatacağım yoldan: Bir çizgi parçası alın.
Belirli bir uzunluğu olsun. Bu çizgiye dik açı oluşturacak biçimde aynı
uzunlukta çizgi çizerek birleştirin. Bir kare elde ettik. Karenin dik açılarından
çıkarak eşit büyüklükte çizgiler çizince bir küp elde ederiz. Bu küpün bir
gölge verdiğini biliyoruz. Bu gölgeyi, köşe noktaları birbirine bağlı iki kare
biçiminde çiziyoruz. Üç boyutlu bir küpün gölgesini incelersek çizgilerin
birbirine eşit görünmediğini ve tüm açıların dik açı olmadıklarını gözleriz.
Üç boyutlu cisim iki boyutlu duruma geçerken görüntüsü tam
aktarılamamıştır. Geometrik projeksiyona başvurunca bir boyutun kaybıyla
karşılaşırız. Peki, şimdi üç boyutlu küpümüzü alalım ve sahip bulunduğu dik
açılardan çizgiler çekerek dördüncü bir boyut verelim : Sağa sola, öne
arkaya, yukarı aşağı çizgiler çekerek değil, fakat aynı anda bu yönlere doğru
tüm dik açılardan çizgiler çekerek. Bunun hangi yönde olduğunu sizlere
gösteremem, ama böyle bir durumda dört boyutlu bir küp, hiperküp
yaratacağımızı biliyorum. Bu küpe Teseract adını veriyoruz. Size bir
Teseract gösteremem, çünkü üç boyut içinde kısılıp kalmış bulunuyoruz.
Ancak size, bir Teseract’ın üç boyutlu gölgesini gösterebilirim. Bütün
köşeleri birbirine çizgilerle bağlantılı ve birbirinin içine yuvalanmış iki küp
biçiminde görürüz. Fakat tam bir Teseract, yani dört boyutlu küp
gösterebilmem için bütün çizgiler birbirine eşit ve tüm açılar dik açı
olmalıdır.
Yassıyer benzeri bir evren düşünün. Bu evrenin sakinlerinin hiç
haberleri olmadan iki boyutlu evrenlerini üçüncü bir fiziksel boyut nedeniyle
yuvarlak yapalım. Yassıyer’liler kısa gezintilere çıkarlarsa, evreni dümdüz
görürler. Fakat biri, tümüyle düz bir çizgi gibi görünen yolda uzunca bir
gezintiye çıkarsa, büyük bir sırla karşı karşıya gelir: Herhangi bir engelle
karşılaşmadığı ve hiçbir geri dönüş yapmadığı halde, her nasılsa, hareket
ettiği noktaya yeniden gelmiştir. İki boyutlu evreni eğrilip bükülerek bir
kavis çizmiştir, üçüncü gizemli bir boyut yüzünden. Sözkonusu
Yassıyer’liler üçüncü boyutu bilmemekte ama anlayabilmektedir.
Anlattığımız bu öyküdeki boyutları birer tane artırırsanız, bizlere
uygulanabilecek durumu kavrarsınız. *
Kozmozun merkezi nerededir. Evrenin bir ucu var mıdır? O ucun
ötesinde ne vardır, nereye uzanıyor? Üçüncü bir boyut tarafından eğrilmiş bir
evrende merkez yoktur en azından kürenin yüzeyinde yoktur. Böyle bir
evrenin merkezi o evrende değildir. Ulaşılamayan bir noktada, kürenin
içinde, üçüncü boyuttadır. Kürenin yüzeyinde yalnızca bu denli geniş alanlar
varolduğundan, bu evrenin ucu yoktur, yani sonu vardır, fakat sınırsızdır. Ve
daha ötede ne vardır sorusu anlamsızdır. Yassı yaratıklar, kendi başlarına, iki
boyutlu evrenlerinin dışına çıkamazlar.
Bütün boyutlar birer tane artırılırsa, bizlere uygulanabilen durum ortaya
çıkar: Merkezi ve ucu olmayan, ötede bir şey bulunmayan dört boyutlu bir
süper küre biçimindeki evren.
Bilimde ya da dinde olsun karşılaştığımız fikirlerin en garibi, en
şaşırtıcısından söz edeceğim şimdi. Kanıtlanamadığı kesin. Hiçbir zaman da
kanıtlanamaz. Ama yine de insanın kanını oynatan bir fikir. Denildiğine
göre, sonsuz evrenler hiyerarşisi vardır. Öyle ki, elektron gibi evrenimizdeki
bir temel zerreciğin içine girilebilse, tümüyle kapalı kalmış bir başka evren
bulundurduğunu görebileceğizdir. Bunun içinde gökadaların ve daha küçük
yapıların bölgesel karşıtı olan çok sayıda ve daha küçük element zerrecikleri
vardır. Bunlar da bir alt düzeyin evrenleridir. Ve bu hep böyle gider. Evren
içinde evren bulunması, aşağı doğru bir hiyerarşi oluşturduğu gibi yukarı
doğru da oluşturur. Sonsuza dek. Bizim bildiğimiz galaksiler, yıldızlar,
gezegenler ve insanlardan oluşan evrenimiz bir üstteki evrenin tek ve temel
zerreciğinden biridir. Sonsuz bir merdivenin basamağı yani.
Hindu kozmolojisinde sözü edilen sonsuz evreli sonsuz evrenler
görüşünü de geride bırakan bir dinsel görüş olarak ben şimdiye dek bundan
başkasına rastlamadım. Öteki evrenler acaba nasıldır? Değişik fizik yasaları
üzerine mi oturtulmuşlardır? Yıldızlara, galaksilere, dünyalara ya da tümüyle
başka şeylere mi sahiptirler? Aklımızın almayacağı başka bir hayat biçimleri
mi vardır? Bu evrenlere girebilmemiz için dördüncü fiziksel boyuta
girmemiz gerekebilir... Herhalde kolay değildir; belki bir kara delik bu
konuda bize yardımcı olabilir. Güneş sistemi yakınlarında küçük kara
delikler bulunabilir. Sonsuzluğun ipucunu ararken, bir sıçrama yapabiliriz...
Bölüm XI
ANILARIN ISRARI
Şimdi Göğün ve Yeryüzünün kaderi tayin edildiğine, ve hendeklerle
kanallar işlevlerini üstlendiklerine, Fırat'la Dicle'nin kıyıları belirlendiğine
göre,
Şimdi ne yapacağız?
Şimdi ne yaratacağız?
Söyle Anunaki, göklerin tanrısı sen söyle, başka ne yapalım?
— İnsanın Yaratılışına İlişkin Asur öyküsü, M.Ö. 800
Tanrılar arasından hangi tanrıysa, işte o, kaos kütlesine düzen verdi ve
kütleyi kozmik zerreciklere ayırdı; yeryüzünün ilk kalıbını da o döktü. Her
yanı aynı biçimi alsın diye kocaman bir küre yaptı... Hiçbir yanı verdiği
hayat şekillerinden yoksun kalmasın diye yıldızlarla tanrısal şekiller göğün
döşemesini kapladılar, deniz parıltılı balıklara yatak oldu, yeryüzü
hayvanlara kucağını açtı ve uçarı hava kuşları barındırdı... İnsanoğlu
doğmuştu... Tüm hayvanların bakışlarının yere dönük olmasına karşılık, o
tanrı yalnızca insana yukarıya doğru bakma, iki ayağı üzerinde dik durma ve
gözlerini gökyüzüne kaldırma olanağı tanıdı.
— Ovidius, Metamorphoses, birinci yüzyıl
ENGİN KOZMİK KARANLIĞIN İÇİNDE güneş sistemin dışında daha
genç ve daha yaşlı olan sayısız yıldızlar ve gezegenler bulunur. Henüz
kesinlikle söylemeyiz, ama yeryüzünde hayatın ve aklın evrimine yol açan
aynı süreçler, Kozmos’un her köşesinde geçerli olmalıdır. Yalnızca
Samanyolu Galaksisinde bizden çok değişik ve çok daha gelişmiş yaratıklara
barınak sağlayan bir milyon dünya bulunabilir. Çok bilmek, çok zeki
olmakla eş değildir. Akıl yalnızca bilgi demek değildir, aynı zamanda
yargıdır da. Başka bir deyişle, bilgiler arasında bağlantı kurup bunları
kullanmaktır. Buna rağmen, elimizin altında bulundurduğumuz bilgi birikimi
yine de aklın bir ölçüsü sayılıyor. Bilgi biriminin ölçeği Bit’tir; belirli bir
soruya «evet» ya da «hayır10 yanıtının verilmesiyle oluşur, örneğin, bir
lambanın açık ya da kapalı oluşunun belirlenmesi tek bir bilgi Bit’i gerektirir.
Elinizdeki bu kitabın sözlü bilgi içeriği 10 milyon (10T) Bit’tir.
Yeryüzündeki tüm kitaplıklardaki çeşitli kitaplarda varolan sözcüklerle
resimlerin içerdiği bilgi 1018 ya da 1017 Bit’tir (*). Kuşkusuz bu bilgilerin
bazıları gereksizdir. Bu sayı, insanların bilgi çapını göstermesi bakımından
bir ölçüdür. Fakat hayatın yeryüzündekinden milyarlarca yıl önce geliştiği
daha başka dünyalarda bilgi birikimleri belki İO2® ya da 103# Bit olabilir.
Akıllı canlıların yaşadığı o bir milyon dünya arasında ender bir gezegen
düşünün ki, yüzeyinde sıvı durumda su bulunsun. Sudan yana zengin böyle
bir ortamda nispeten zeki yaratıklar yaşar. Bazıları avını yakalamak için
sekiz kolludur; bazıları vücutlarındaki koyu ve açık renkli şekilleri
değiştirerek aralarında haberleşirler; hatta tahtadan ya da madenden tekneler
yaparak okyanusları yağma etmeye çıkan küçük ve zeki yaratıklar da yaşar.
Fakat biz, yerkürenin en büyük yaratıkları, belli başlı zekâları, derin
okyanusların sezgi sahibi ve sevimli ustaları olan kocaman balinalar üzerinde
yoğunlaştırıyoruz araştırmalarımızı.
Balinalar yerküremizde gelişmiş en büyük hayvanlardır (11).
Dinozorlardan da epey büyüktürler. Yaşlı bir mavi balina otuz metre
boyunda ve 150 ton ağırlığındadır. Balinaların okyanusa açılmaları yenidir.
Daha bundan 70 milyon yıl önce ataları karadan okyanusa ağır adımlarla göç
eden etçil memelilerdi. Balinalar dünyasında ana balinalar süt emzirir ve
yavrularına özenle bakar. Büyüklerin yavru balinalara öğrenim verdikleri
uzun bir çocukluk dönemi sözkonusudur. Oyun oynamak önemli
eğlencelerinden biridir. Bunlar memelilere özgün davranışlardır ki, akıllı
varlıkların gelişmesi açısından önem taşır.
Deniz kasvetli ve loş bir ortamdır. Karadaki memelilerin işine yarayan
görme ve koku duyulan okyanusun derinliklerinde fazla yararlı değildir.
Çiftleşecek birini ya da çocuğunu veya avını bulmak için bu duyulan
kullanmaya yeltenen balinaların ataları nesillerini fazla sürdürememişlerdir.
Böylece evrim yoluyla yeni bir yöntem geliştirmişlerdir; bu yöntem çok işe
yarıyor ve balinaların anlaşabilmelerinde önemli rol oynuyor: İşitme duyusu.
Balinaların çıkardıkları bazı sesler şarkı olarak niteleniyor. Fakat bu seslerin
anlamı konusunda henüz cahil sayılırız. Yüksek frekanstan tutun da insan
kulağının işitebileceği alçak frekansa kadar varan sesler çıkarıyorlar.
Balinaların tipik bir şarkısı on beş dakika sürer. En uzunu da bir saati bulur.
Bazen bu şarkının her haliyle aynen tekrarlandığı olur. Bazen de şarkının
ortasında, bir grup balinanın kış sularını terkedip gittikleri ve altı ay sonra
dönüp orada şarkıya aynı notadan tekrar başladıkları sanki hiç ara verilmemiş
gibi saptanmıştır. Balinaların belleği çok kuvvetli. Çoğu zaman da şarkı
listelerini değiştirdikleri görülür.
Bir gruptaki üyelerin aynı şarkıyı birlikte söyledikleri olur. Karşılıklı
anlaşma ve işbirliği sonucu söylenen parçalar her ay değiştiriliyor. Bu
değişme yavaş yavaş ama mutlaka oluyor. Seslendirme de çok karmaşıktır.
İnsanın ses perdesinden çıkacak olsa söyledikleri şarkılar, içindeki bilgi tutarı
105 Bit’i bulur. İlyada destanındaki bilgi tutarı kadar. Balinalarla kuzen olan
yunus balıklarının konuşmaktan ya da şarkı söylemekten amaçları nedir
bilemiyoruz. El gibi organlara sahip değiller, el işleri yapamazlar, fakat
sosyal yaratıklardır. Avlanıyorlar, yüzüyorlar, balık tutuyorlar, geziniyorlar,
coşup eğleniyorlar, çiftleşiyorlar, oynuyorlar, yırtıcı hayvanlardan kaçıyorlar.
Bu >:onuda söylenebilecek epey şey var.
Balinalar için başlıca tehlike, yeni türeyen bir hayvandan, kendine insan
diyen bir yaratıktan geliyor. Teknolojisi sayesinde okyanuslarda etkinliğini
gösteren insanoğlundan geliyor bu tehlike. Balinaların tarihinin yüzde
99.99’unu kaplayan zaman bölümünde derin okyanusların yüzeyinde ya da
diplerinde insanoğlu görülmemişti. Bu süre içinde balinalar işitme duyusu
yoluyla olağanüstü haberleşme sistemlerini geliştirdiler. Balinaların bir türü
yirmi Kertz frekanslı yüksek sesler çıkarır. Piyano klavyesinin en düşük
oktavına yakın bir sestir bu. (Bir Hertz bir ses frekansı birimidir. Kulağınıza
her saniyede giren bir ses dalgasıdır.) Bu gibi düşük frekanslı sesleri okyanus
zor emer. Amerikan biyologu Roger Payne, derin okyanus kanallarını
kullanarak iki yunus balığının dünyanın neresinde bulunursa bulunsunlar
birbirleriyle yirmi Hertz üzerinden haberleşebileceklerini hesaplamıştır.
Güney Kutbunda Ross Ice kıta sahanlığındakiyle Aleutian adaları
açıklarındaki iki balinanın haberleşmesi mümkündür. Tarihleri boyunca
balinalar, yerküre çevresini kapsayan bir haberleşme şebekesi kurmuş
olabilirler. Birbirlerinden 15.000 kilometre kadar uzaktalarken çıkardıkları
sesler belki de aşk şarkılarıdır. Okyanusların derinliklerine boşaltılan umut
notaları.
On milyonlarca yıl süreyle bu kocaman, akıllı ve haberleşme yeteneği
gösteren yaratıklar, doğada bir düşmanla karşılaşmadan yaşamışlardır. XIX.
yüzyılda buharlı gemi yapımına girişilince, denizlere hiç de hayırlı olmayan
bir çevre kirliliği işareti ulaştı: Gürültü. Ticari ve askeri gemilerin daha da
çoğalmasıyla okyanuslara yayılan gürültü (özellikle yirmi Hertz frekansında)
kulak ardı edilemez duruma geldi. Okyanuslararası haberleşme girişimini
yürüten balinalar için anlaşmak giderek zorlaştı. Haberleşme giderek kısa
mesafelere indi. İki yüzyıl önce Finback denen balina türünün anlaşması
10.000 km. uzaktan mümkün olurken, şimdi bu mesafe birkaç yüz
kilometreye inmiş olabilir. Balinalar birbirlerini isimleriyle mi çağırırlar?
Yalnızca ses yoluyla birbirlerini tanıyabilirler mi? Balinaların haberleşme
olanaklarını kestik. Milyonlarca yıl haberleşebilen yaratıkları şimdi
susturduk.
Onları susturduğumuz bir yana, balinaları öldürüp ruj ya da makine yağı
üretimi için cesetlerini satıyoruz. Böylesine akıllı canlıları öldürmenin
sistemli bir cinayet olduğunu birçok ülke anlıyor. Fakat Japonya, Norveç ve
Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki balina cesedi ticareti sürüp gidiyor. Biz
insanlar, tür olarak, yerküremiz dışındaki akıllı yaratıklardan haber alma
peşindeyiz. Peki, bu uğurda, önce yerküremizdeki akıllı canlılarla, değişik
kültürden ve ırktan insanlarla, maymunlarla, yunuslarla, fakat özellikle derin
suların üstadı olan balinalarla haberleşmeyi yoğunlaştırsak daha iyi olmaz
mı?
Bir balinanın yaşayabilmesi birçok bilgi edinmesine bağlıdır. Bu bilgi,
genlerinde ve beyninde birikmiştir. Sözkonusu genetik bilgi, planktonu yağa
çevirme, su altında bir kilometre süren bir dalış sırasında soluğu tutma gibi
durumları da kapsamaktadır. Beyinlerindeki bilgiyse, yani öğrenilen bilgi,
annesinin kim olduğunu ya da dinlemekte olduğu şarkının anlamını kavrama
gibi durumları içerir. Yeryüzündeki tüm öteki hayvanlar gibi balinaların da
bir gen kitaplığı ve bir de beyin kitaplığı vardır.
Balinanın genetik malzemesi, insanlardaki genetik malzeme gibi,
nükleik asitten meydana gelmiştir. Hani şu olağanüstü moleküller ki,
çevrelendikleri kimyasal yapı taşları aracılığıyla kendilerini üretebiliyorlar ve
kalıtsal bilgiyi eyleme geçiriyorlar Örneğin, vücudumuzdaki her hücrede
bulunanın aynı olan bir balina enzimi vardır. Buna Heksokinase adı verilir.
Balinanın planktondan aldığı bir şeker molekülünü enerjiye çevirmek üzere
yaklaşık yirmi dört enzim aracılığıyla gerçekleşen sürecin ilk aşamasını,
sözünü ettiğimiz enzim gerçekleştirir. Planktondan aldığı o azıcık enerji de
balinanın şarkı söylemesine ufacık bir katkı oluşturuyor belki de.
Bir balinanın ya da insanın veya herhangi bir hayvanın ya da bitkinin
çift sarmal eğrili DNA’sında birikmiş bilgi dört harften meydana gelen bir
dilde yazılıdır; dört değişik nükleotid türü DNA’nın molekül malzemesidir.
Çeşitli hayat şekillerinin kalıtsal malzemesinde kaç Bit’lik bilgi birikimi
vardır? Çeşitli biyolojik sorulara kaç tane evet/hayır yanıtı yazılıdır hayatın
dilinde? Bir virüsün ihtiyacı olan bilgi yaklaşık 10.000 Bit’liktir; bu
sayfadaki bilgi tutarı kadar. Bu bilgi, bir virüse, başka organizmaları hasta
etmek ve kendini yeniden üretmek için gereklidir. Zaten virüsün bundan
başka bir işi de yoktur. Virüse ait bilgi basittir fakat çok dikkatle okunması
gerekir. Bir bakteriyse yaklaşık bir milyon Bit’lik bilgi kullanır; 100 kitap
sayfasındaki bilgi kadar. Bakterilere virüslerden daha yüklü iş düşmektedir.
Virüsler gibi tam asalak değildir bakteriler. Bakteriler yaşamak için çalışmak
zorundadırlar. Bağımsız yaşayan tek hücreli bir amipin yapısı daha
karmaşıktır. DNA’sında varolan dört yüz milyon Bit’lik bilgi birikimi
yüzünden yeni bir amip üretebilmek için her biri 500 sayfalık seksen cilt
kitaba sığacak bilgiyi karıştırmak zorundadır.
Bir balinanın ya da insanın beş milyar Bit’lik bilgi birikimine ihtiyacı
vardır. Hücrelerimizin her birindeki bilgilerin toplamı olan hayat
ansiklopedimizdeki bilgi birikimi 5xl0<> Bit’tir. Bu bilgiler kitaba dökülecek
olsa 1.000 cildi doldurur. Bedeninizdeki 100 trilyon hücrenin her biri, sizi
bugünkü şu durumunuza getirmeye yönelik komple bir bilgi kitaplığına
sahiptir. Vücudunuzdaki her hücre, tek bir hücrenin birbiri ardından
bölünmesiyle meydana gelir. Bunları meydana getiren o tek hücre, ana
babanız tarafından üretilen tohumdur. O hücrenin her bölünüşünde, sizin siz
olmanızı sağlayan birçok embriyolojik aşamada, ilk genetik bilgi ciltlerinin
birer kopyası büyük bir sadakatla tekrarlanır. Böylece karaciğer hücrelerinde
kemik hücrelerinizin yapımına ilişkin bilgiler bulunması gereksiz olduğu
gibi, kemik hücrelerinde de karaciğer yapımına ilişkin bilgiler kullanılmaz.
Genetik kitaplıkta, vücudunuzun kendini sahip olduğu duruma getirebilmesi
için gerekli bütün bilgiler vardır. Eskiden kalma bilgiler kahredici bir sabırla,
titizlikle, en ince ayrıntılarına dek habire yazılır da yazılır. Nasıl
güleceğinize, nasıl aksıracağınıza, nasıl yürüyeceğinize, şekilleri nasıl
tanıyacağınıza, nasıl üreyeceğinize, bir elmayı nasıl sindireceğinize ilişkin
tüm bilgiler sözkonusu genetik kitaplığındadır.
Bir elma yemenin son derece karmaşık bir süreç olduğunu belirtmeliyiz.
Gerçekten de yediklerimden enerji elde etmek için zorunlu olan kimyasal
sürecin tüm aşamalarından bilinçli olarak geçmem gerekseydi, başka bir
deyişle, kendi enzim bileşimlerimi bilinçli olarak kendim yapsaydım açlıktan
ölürdüm belki de.
Bakteriler anaerobik (havasız oksijensiz) glikoliz sürecine girişirler ve
bunun sonucu olarak elmalar çürür; mikroplar içinse mükemmel bir ziyafet.
Onlarla bizler ve aradaki tüm yaratıklar benzer genetik öğreti sahibiyizdir.
Genlerimizin kitaplıkları ayrı olmakla birlikte ortak sayfaları vardır. Bu da,
ortak bir evrim mirasına sahip bulunduğumuzu bir kez daha hatırlatır.
Vücudumuzun hiç çaba harcamadan yaptığı karmaşık biokimya süreçlerini
bizler teknolojimizle ancak kısmen gerçekleştirebilmekteyiz. Unutmayalım
ki, evrimin milyarlarca yıllık pratik yapma imkânı oldu.
Sözgelişi, üstlendiğiniz süreç çok karmaşık olduğundan milyarlarca
Bit’lik bilgi birikimi yetmiyor. Ne bileyim, çevre koşulları öylesine hızlı
değişim gösteriyor ki, o ana dek yeterli olan genetik bilgi ansiklopedisi artık
ihtiyaca cevap vermiyor, o süreci nasıl tamamlayacağınızı yanıtlayamıyor.
Böyle bir durumda 1.000 ciltlik bir gen kitaplığı bile yetmez. İşte, bu
nedenledir ki, beynimiz vardır.
Tüm diğer organlarımız gibi beyin de gitgide daha karmaşık bilgiler
içererek, milyonlarca yıllık süre içinde gelişti. Beynin yapısında gelişme
sürecinden geçtiği bütün aşamaların yansıdığı görülür. Beyin İçten dışarıya
doğru bir gelişme evrimi geçirmiştir. En iç bölmede, en eski kesimi, beyin
kökü vardır; kalp atışı ve soluk alış gibi yaşamın temel biyolojik işlevlerini
düzene sokar, Paul McLean’in ilginç araştırmalarına göre, beynin yüksek
düzeydeki İşlevleri üç aşamada gelişmiştir. Beyin kökünü örten R kompleksi,
saldın, töresel davranışlara, karaya bağlılık ve sosyal hiyerarşi anlayış
merkezi olup yüz milyonlarca yıl önce sürüngen atalarımızda oluşmuştur.
Hepimizin kafatasının derin bölümünde timsah beynine benzeyen bir şey
vardır*
R kompleksini memelilerin beyni çevreler. Bu bolüm on milyonlarca yıl
önce atalarımız memeliyken, fakat henüz primat değillerken gelişmiştir.
Davranışlarımızın ve duygularımızın, çocuklara karşı ilgilerimizin ve
endişelerimizin başlıca kaynağıdır.
Dış bölümde, hemen altındaki ilkel beyinle huzursuz bir uyum halinde
olan beyin kabuğu vardır. Beyin kabuğu milyonlarca yıl önce primat
atalarımızda gelişmiştir. Maddenin bilince dönüştürüldüğü beyin kabuğu,
bizlerin tüm kozmik yolculuklara başlangıç iskelesidir. Beyin kütlesinin üçte
ikisinden fazla bir bölümü sezgi ve muhakeme imparatorluğunun sınırlarına
girer. Fikirler, esinlenmeler burada doğar. Burada okuruz, yazarız, hesap ve
müzik bestesi yaparız. Beyin kabuğu yaşamımızın bilinç yanını düzenler.
Türümüzün belirgin Özelliği, insanların taht kurduğu yer burasıdır.
Uygarlıklar beyin kabuğunun meyvasıdırlar.
Beynin dili genlerin kullandığı DNA dili değildir. Bilgilerimizin
şîfrelendiği hücreler vardır beyinde. Bu hücrelere nöronlar adı verilir.
Nöronlar, bir milimetrenin birkaç yüzde biri oranı çapında elektrokimyasal
elementlerdir. Her birimizin sahip olduğu nöron sayısı belki yüz milyarı
bulur. Samanyolu Galaksisindeki yıldızların sayısıyla kıyaslayabiliriz. Çoğu
nöron komşu nöronlarla binlerce bağlantı kurmuş durumdadır, İnsan
beyninin kabuğunda yaklaşık yüz trilyon 10u bağlantı vardır.
Charles Sherrington insanın uykudan kalkınca, beyin kabuğunun
çalışmasını şöyle düşünüyor:
Şimdi, ritmik kıvılcım kabarcıkları alanına dönüştüğü ve oraya buraya
gidip gelen kıvılcım katarlarının harekete geçtiği an. Beyin uyanışının
habercileri bunlar. Beyin uyanıyor ve düşünce yerine geliyor. Samanyolu
kozmik bir dans şölenine başlamış sanki. Milyonlarca renkli noktanın gidip
gelerek çözülmekte olan bir şekli yeniden anlam ipliğiyle ördüğü, fakat
hemen çabucak başka anlam kazandırdığı bir sihirli tezgâh şimdi beyin
kabuğu. Düşünce çerçevesi içindeki müsvedde şekiller sürekli değişen bir
uyumla gelip geçiyor. Uyanan vücudumuz şimdi ayağa dikilirken, bu büyük
eylemin uyumunu hazırlayıcı şekilleri, altbeynin karanlık yollarına ışık
tutuyor. Yolculuğa başlayan kıvılcımlı iplikler aradaki bağı kurmayı
üstleniyor. Demek oluyor ki, vücudumuz kendine gelmiştir ve uyanan günü
karşılamak İçin ayağa kalkmıştır.
Uykuda bile beyin nabız gibi atar, kalp gibi çarpar ve kıvılcımlanır.
Bunları insan hayatı sürdürme gibi karmaşık görevi nedeniyle yapar; rüya
görerek, anımsayarak, düşünerek. Düşüncelerimiz, düşlerimiz ve zihnimizde
kurduklarımız, fiziksel bir gerçeğe dayanırlar. Bir düşünce, yüzlerce
elektrokimyasal dürtüden oluşur. Nöronlar düzeyine indirgenebilsek, süslü
işlemeler gibi karmaşık gelip geçici şekillere tanık olabilirdik. Bu şekillerin
biri, çocukluğumuzdaki köy patikasında aldığımız bir leylek kokusunun
anısal kıvılcımından geliyor olabilir. Bir başkasıysa, «Eyvah, anahtarlarımı
nerede bıraktım?» sorusunun heyecan dalgasından doğmuştur.
Beyin Dağı’nın vadileri çoktur. Çapı sınırlı bir kafatasındaki beyin
kabuğunda bilgi istiflemek için alanı genişleten epey kıvrımlar bulunur.
Beynin nörokimyasal faaliyeti inanılmayacak derecede yoğundur. Şimdiye
dek insanoğlunun icat ettiği tüm makinelerden çok daha mükemmel çalışan
bir makinedir bu. Ne var ki, işleyişinin, 101* nöron bağlantısından başta bir
yolla olduğuna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Düşünce dünyası aşağı yukarı iki
yarım küreye ayrılmıştır. Beyin kabuğunun sağ yan küresi, şekil ayırt etme,
sezinleme, duyarlılık ve yaratacılık işlevlerini yerine getirir. Sol yarım küre,
mantıksal düşünce ve muhakeme İşlevlerini yerine getirir. Birbirine karşıt bu
iki temel güç, insan düşüncesini belirler. İkisi birarada fikir yaratmaya ve bu
fikrin geçerliliğini sınamaya yarar, İki yarım küre arasında sürekli bir diyalog
kurulmuştur. Yaratıcılıkla çözümleyici muhakeme arasındaki köprüyü
muhteşem bir sinir yumağı kurmuş olup bu köprünün her iki kıyısı birden
dünyayı anlamamız için vazgeçilmez yarım kürelerdir.
İnsan beynindeki bilgi içeriğini Bit olarak ifade edecek olursak,
nöronlararası bağlantı toplamıyla Bit sayısının birbirine eşit olduğunu
söyleyebiliriz. Bu da yaklaşık yüz trilyon, 10'1 Bit’tir. Eğer bu bilgi yazıya
dökülecek olsa, yirmi milyon cilt kitabı doldurur ki, bu da dünyadaki en
büyük kitaplıklardaki kitap sayısı kadardır. Yirmi milyon cilt kitaptaki
bilgiye eş bilgi, her birimizin kafasının içinde bulunmaktadır. Beyin çok az
yer kaplayan çok büyük bir bilgi alanıdır. Beynimizde taşıdığımız kitap
ciltlerinin çoğu beyin kabuğundadır. Beynin bodrum katlarında atalarımızın
çok eski zamanlarda bel bağladıkları işlevler yatmaktadır: Saldırı, korku,
seks, çocuk büyütmek, liderlerin körü körüne peşine takılmak. Okumak,
yazmak, konuşmak gibi beynin yüksek düzeydeki işlev yerinin beyin kabuğu
bölümünde bulunduğu sanılıyor. Anılarsa beynin birçok bölgesinde çokça
istiflenmiştir. Eğer telepati diye bir şey gerçekten olsaydı, her birimiz için
sevdiklerimizin beyin kabuklarındaki kitapları okuma olanağı açılırdı. Fakat
telepatinin varlığını gösteren bir kanıt yok elimizde; bu tür bilgi iletişimi
sanatçılarla yazarların görevleri arasına giriyor.
Beyin anımsamaktan daha öte işlevler yapıyor. Kıyaslama yapıyor,
çözüm ve sentez yapıyor, soyutlamalara geçiyor. Genlerimizin bilgi
dağarcığından daha çok bilgi edinmemiz gerektiğinden Beyin Kitaplığı Gen
Kitaplığından on bin kez daha büyüktür. Henüz emekleyen bir çocuğun
davranışlarından da belli olan öğrenme tutkumuz hayatta kalabilmeye
yarayan bir araçtır. Duygular ve töreselleşen davranış biçimleri içimize
işlemiştir. Bizim insanlık yaşamımızın birer parçası olmuşlardır. Fakat
yalnızca insanlara ait özellikleri değildir bunlar, hayvanların da duyguları
vardır. Bizim türümüzü ötekilerden ayıran düşüncedir, fikirdir. Beyin kabuğu
bir kurtuluş yolu olmuş, kalıtsal genetik mirasımız olan kertenkele ve
maymun us biçimlerinin sınırları içinde kısılıp kalmamıza artık gerek
kalmamıştır. Her birimiz, beynimizin girdilerinden ve yaşam dönemimizde
de öğrenmek istediklerimizden geniş çapta sorumluyuz. Sürüngen beyninin
hükmü altında kalmayıp kendimizi değiştirebilme olanağına sahibiz.
Dünyadaki büyük kentlerin çoğu rastlantı sonucu kurulmuş, günün
ihtiyaçlarına cevap vermek üzere yavaş yavaş büyümüşlerdir. Bir kentin
evrimi beynin evrimi gibidir. Küçük bir merkezden gelişip yavaş yavaş
büyür ve değişir. Değişirken, eski bölümlerinden çoğu çalışmasını sürdürür.
Yetersizliklerinden ötürü beynin eskiye ait iç bölümünü çıkarıp yerine daha
çağdaş yapılı bir şey koyma şeklinde bir evrim olanağı yoktur. Yenileme
sırasında beyin çalışır durumdadır. Bundan ötürüdür ki, beyinkökünü R
kompleksi, daha sonra memeli beyin sistemi (limbik) ve sonunda da
beyinkabuğu
çevrelemektedir.
Eski
bölümler,
tümü
birden
değiştirilemeyecek kadar önemli işlevler görmektedir; böylece çağdışı kalsa
da, yarar değil zarar verse de, evrimimizin gerekli sonucu olarak hırıltıyla
soluyarak çalışmalara katılacaktır.
New York kentinde büyük sokaklardan çoğu XVII. yüzyıldan, borsa
binası XVIII. yüzyıldan, su boru hatları XIX. yüzyıldan kalmadır. Elektrik
santralleri ve güç nakil şebekeleri XX. yüzyıla aittir.
Hayatta kalabilmemiz için gerekli bilgilerin tümünü devralmaya
genlerimiz yeterli olmayınca beyinler gelişti. Fakat sonradan öyle bir zaman
geldi ki, örneğin on bin yıl önce, beyinde bulundurabileceğimizden daha çok
bilgi edinme ihtiyacı duyunca, vücudumuz dışında yığınla bilgi biriktirmenin
yollarını bulduk. Gezegenimizde, genlerinin ve beyinlerinin dışında olmak
üzere topluluğa maledilmiş ortak bellek geliştiren tek tür insandır. Bu bilgi
deposu kitaplık adını verdiğimiz yerlerdir.
Kitap bir ağaçtan yapılmıştır. Koyu renk boyalı kargacık burgacık
çizgilerin çizildiği ve adına «yaprak» denen parçaların biraraya
getirilmesinden oluşur. Bu kitaba bir göz attığınızda, başka bir insanın
seslenişini duyarsınız; binlerce yıl önce ölmüş birinin sesidir bu. Binlerce
yılın geçtiği zaman köprüsünün ötesinden yazar, kitabı aracılığıyla size,
zihninizin içine, açıkça ve sükûnetle bir şeyler aktarıyordur. Yazı, insanların
belki de en büyük icadıdır. Birbirlerini hiçbir zaman tanımamış, aralarına
çağların girdiği insanları birbirine sağlayan en büyük araçtır. Kitap, zamanın
zincirini çatır çatır koparır. İnsanların mucize yaratan sihirbazlıklarının bir
kanıtıdır.
1
<*) Bu sayının kökeni çok eskilere dayanır. Arşimet Kum Sayıcısı
kitabının ilk cümlesinde şöyle der: «Bak Kral Gelon, kum sayısının sonsuz
olduğunu düşünenler var. Ben kumdan söz ederken yalnızca Siraküz’deki ve
Sicilya adasının öteki bölgelerindeki kumlan kastetmiyorum. Her yerdeki
kumdan söz ediyorum.» Arşimet bildiği evreni, yan yana getirilmek suretiyle
dizilebilecek Kaç kum tanesinin kaplayacağını hesap ederek 10M sayısını
buluyor. 10sayısıyla hayret edilecek bir benzerlik...
2
Yerküremiz buna bir istisnadır. Dünyamızın nispeten zayıf çekim gücü,
ilk zamanların yeryüzünü saran hidrojenin büyük bir bölümünü uzaya
kaptırmıştır. Çekim gücü çok daha yoğun olan Jüpiter, en hafif
elementlerden ilk zamanlarda aldığı nasibini korumuştur.
3
Güneş’ten daha büyük kütlesi olan yıldızlar, gelişim evrelerinin son
dönemlerinde, göbek bölmelerinde daha yüksek derecede ısı ve basınç
oluştururlar. Karbonu ve oksijeni daha ağır elementlerinin bileşiminde
kullanarak küllerinden yeniden ve birkaç kez doğdukları bilinir.
4
Aztek’Ier, «Yerküremizin yorgun düşeceği... ve yeryüzü tohumunun
sona ereceği» bir zamandan söz etmişlerdi. O gün Güneş’in gökten
düşeceğine ve yıldızların göklerde sarsıntı geçireceğine inanmaktaydılar.
5
10 metrelik bir düşüş hızı kazanır. İki saniye süren düşüşten sonra
saniyede 20 metre hızla düşer ve böyle gider, yere ulaşıncaya ya da havanın
sürtünme gücü tarafından yavaşlatılıncaya dek. Çekim gücünün daha büyük
olduğu bir dünyada, düşen cisimler o oranda daha büyük düşüş hızı
etkisindedirler. 10 g’lik bir dünyada bir taş parçası ilk bir saniyelik düşüşten
sonra saniyede 100 m. hızla düşecektir, ikinci saniyeden sonra düşüş hızı
saniyede 20D m. olacaktır. Bu çekim gücünü küçük, g harfiyle yazmalıyız ki,
Newton’un değişmez ve evrenin her yerinde geçerli olan G çekim gücünden
farkı anlaşılsın. Newton’un evrensel çekim gücü denklemi şöyledir: F = mg
= GMm/rs; g = GM/r:. Bu denklemde F çekim gücüdür; M gezegenin ya da
yıldızın kütlesidir; m ise düşen cismin kütlesidir ve r düşen cisimle
gezegenin merkezi ya da yıldızın merkezi arasındaki uzaklıktır.
6
Aslında bu pek de doğru sayılmaz. Bir galaksinin bize bakan yanı, bize,
uzak yanından on binlerce ışık yılı daha yakındır; bu nedenle ön cephesini
arka yanından on binlerce yıl önce görüyoruz. Galaksilerin dinamiğindeki
tipik olgular on milyonlarca yıl içinde geçtiğinden, bir galaksinin
görüntüsünü zamanın bir anında donmuş gibi duruyor düşünmedeki hata payı
büyük değildir.
7
Cismin kendisi herhangi bir renkte olabilir. Mavi de olabilir. Kırmızıya
dönüş, tayftaki her renk çizgisinin durağan haldekine oranla daha büyük
dalga uzunluklarında görünmesi demektir.
8
Mayaların yazıtlarındaki tarihler de oldukça eskiye dayanmaktadır.
İlerki tarihlere ait bir sözeyse rastlanmaz. Yazıtlardan birinde bir milyon yıl
önceki zamanlardan söz ediliyor. Bir diğerindeyse 400 milyon yıl öncesinden
söz ediliyor. Maya uygarlığını inceleyen bilginler arasında 400 milyon yıl
konusunda tartışma sürmektedir. Bu yazıtlarda geçen olaylar efsanelere ait
olabilir, fakat zaman ölçüsü hayret vericidir. Avrupalıların dünyanın birkaç
bin yıl eskiye dayandığına ilişkin yönündeki fikri benimsemelerinden bin yıl
kadar önce Mayalar milyonlarca yıllık bir zamanı, Hintlilerse milyarlarca
yıllık bir zamanı düşünüyorlardı.
9
Doğa yasaları sarkacın bir o yanında, bir bu yanında rasgele
değiştirilemez. Eğer evren birçok kez bir o yana bir bu yana gidip geldiyse,
ortaya çıkmış olabilecek birçok çekim gücü yasası uyarınca, çekim gücü
öylesine zayıf kalmış olurdu ki, geri çekilmenin başlangıcını toparlayamazdı
evren. Evren bir kez böylesi bir çekim yasasına mahkûm edilirse, artık bir
daha sarkacın öteki ucundaki deneyimi geçiremez ve bir daha yeni bir doğa
yasasına kavuşamaz. Bu nedenle evrenin varolmasından çıkarabileceğimiz
sonuç, ya evrenin belirli bir ömrü olduğu ya da sarkacın hem o yanında, hem
bu yanında uygulanan doğa yasalarının belirli ve sınırlı bulunduğudur. Eğer
fizik yasaları bir o uçta, bir bu uçta rasgele değiştirilmiyorsa, hangilerinin
değiştirilmesine, hangilerinin değiştirilmemesine olanak verilip verilmediğini
belirleyen kurallar var demektir. Bu kurallar da varolan fizik yasaları üzerine
yeni fizik yasalarım oturtacaktır. Bu noktada dil zenginliğimizin azaldığını
fark ediyoruz. Böyle bir fizik yasasını ifade için elimizde hazır bir deyim
yok. Bu konularla epey ilgisiz faaliyet gösterenler «Metafizik» ve
«Parafizik» deyimlerini kullandılar. En iyisi «Trans fizik« demek olur
herhalde.
10
Bu duruma göre, dünyadaki tüm kitapların içerdiği bilgi, bir büyük
Amerikan kentinde bir yılda video olarak yayınlanan bilgiden çok değildir.
Ne var ki, bütün Bitlerin değeri, hiç kuşkusuz aynı değildir.
11
Bazı sekoya ağaçları herhangi bir balina türünden daha büyüktür.
Eski zaman yazarlarından bazıları kil üstüne yazı yazdılar. Çivi yazısı,
Batı alfabesinin eski atası, Yakındoğu’da yaklaşık 5.000 yıl önce icat edildi.
Kayıt tutma amacı taşıyordu: Buğday alımı, arazi satışı, kralların zaferleri,
rahiplerin heykelleri, yıldızların aldıkları durum, tanrılara dualar. Binlerce yıl
yazı, kil üstüne ve taşa oyularak veya balmumuna, ağaç kabuğuna ya da
deriye işlenerek ya da bambu tahtasına, papirüse ya da ipeğe boyayla yazıldı.
Bunların hepsi de ancak bir tek nüsha olabiliyor, anıtlardaki yazılar dışında
da öteki yazılar yalnızca az sayıda kişiye okuma olanağı sağlıyordu. Derken,
Çin’de, ikinci ve altıncı yüzyıllar arasında kâğıt, mürekkep ve içi oyulmuş
tahta harflerle baskı yöntemleri icat edildi. Böylece bir yazıdan birçok suret
çıkarıp yaymak gerçekleşebildi. Bu fikrin geri kalmış Avrupa kıtasında
uyanması için bin yıl geçti aradan. Ama uyanır uyanmaz da kitaplar
basılmaya başlandı dünyanın her yanında. 1450 yıllarına doğru matbaanın
icadından önce tüm Avrupa’daki kitap sayısı ancak on binlerle ifade
edilebilirdi. Hepsi de elyazmasıydı. Çin’de M.Ö. 100 yıllarında kitap sayısı,
1450'lerde Avrupa’daki kitap sayısı kadardı. Büyük İskenderiye
Kitaplığındaki kitap sayısı da dünyada varolanın yüzde onuna yakındı. 50 yıl
içinde, yani 1500 yıllarında basılmış kitap sayısı 10 milyonu bulmuştu.
Okumasını bilen herkes için öğrenmek mümkün oluyordu. Sihir yayılmıştı.
Son yıllarda «cep kitapları» denilen ciltsiz kitapların basılmasıyla kitap
fiyatları ucuzladı. Bir öğle yemeği parasıyla Roma İmparatorluğunun
çöküşü, türlerin kökeni, rüyaların yorumu, eşyanın doğasına ilişkin birkaç
kitap alıp üzerinde düşünebilirsiniz. Kitaplar tohum gibidirler. Yüzyıllarca
bir yerde uyuyakalmış durumdadırlar, sonra da birden beklenmedik ve umut
vaat etmeyen topraklarda çiçek vermeye başlarlar.
Dünyanın büyük kitaplıklarında milyonlarca cilt kitap bulunur. Bunlar,
kelime olarak, 1014 Bit’lik bilgiye eşittir. Resim olarak da 10ıs Bit’lik bilgiye.
Bu sayı, genlerimizdeki bilgiden on bin kez fazladır. Beynimizdeki bilgiden
de on kez çok. Haftada bir kitap bitirirsem, ömrüm boyunca, yalnızca birkaç
bin kitap okumuş olurum. Bu da zamanımızın en büyük kitaplıklarındaki ki
lapların içeriğinin yüzde birinin ancak onda biri demektir. Bütün sorun,
hangi kitapları okumam gerektiğini belirleyebilmektir. Kitaplardaki bilgiler
doğduğumuz zamanki gibi kalmaz, sürekli değişir. Olayların değiştirdiği
kitaplar dünyanın gidişine ayak uydurur duruma getirilir. İskenderiye
Kitaplığı kurulduğundan bu yana yirmi üç yüzyıl geçti aradan. Kitap
olmasaydı, yazılı kayıtlar bulunmasaydı, yirmi üç yüzyıl ağızdan ağıza geçen
bilgiyle ne öğrenebilirdik? Her yüzyılda dört kuşak insan doğduğuna göre,
şimdiye dek gelip geçen yüz kuşak insanın ağızdan ağıza aktardığı bilgiyle
ne kadar az ilerlerdik! Bütün bildiklerimiz, o zamanki bilgilerin doğru
aktarılmasına bağlı olacaktı. Ağızdan ağıza aktarıldıkça da giderek bilgiler
birbirine karışacak ve yok olup gidecekti. Kitaplar, bize zaman içinde
yolculuk yapmamızı, atalarımızın bilgilerini miras olarak devralmamızı
sağlar. Kitaplık bize, yeryüzüne gelmiş geçmiş en büyük dehaların, doğanın
bağrından binbir zorlukla kopardıkları bilgileri ve gerçeklerin iç yüzlerini
sunar; gezegenin her yerinde ve tarihi boyunca yetişmiş en iyi öğretmenlerin
bıkıp usanmadan biriktirdikleri bilgilerin bize esin kaynağı olmasına yol
açar. Biz de kitaplık aracılığıyla kurulan köprü sayesinde insan türüne
katkıda bulunma fırsatını ele geçirmiş oluruz. Kitaplıkların çoğu yurttaşların
gönüllü bağışlarıyla ayakta durmaktadır. Uygarlığımızın sağlık durumu,
kültürümüzün derin dayanakları konusundaki bilinçsizliğimiz ve geleceğe
gösterdiğimiz ilgi hep kitaplıklara karşı göstereceğimiz özenle ölçülebilir.
Yeryüzü yeniden ve tüm fiziksel özellikleriyle yaratılacak olsa, insana
benzer bir yaratığın yeniden var olması çok zayıf bir olasılıktır. Evrim
sürecinde rastlantının payı büyüktür. Bir kozmik ışının başka bir gene
ulaşması sonucunda oluşan değişik bir mutasyon ilk anda ufak tefek etkiler
yapabilir fakat zamanla büyük etkilere dönüşür. Tarihte olduğu gibi,
biyolojide de rastlantının rolü büyük olabilir. Çok önemli olgular ne kadar
eski tarihlerde meydana gelmişse günümüzün derinliklerine o ölçüde çok
nüfuz eder.
Örnek olarak ellerimizi inceleyelim. Beş parmağımız var;
başparmağımızla öteki parmakların iç bölümüne dokunabiliriz. Epey işimize
yarıyor bu parmaklar. Fakat başparmak dahil altı parmağımız olsaydı ya da
dört parmağımız bulunsaydı, hatta beş parmak ve iki başparmak olsaydı, yine
de işimizi görürdü. Şu anda sahip bulunduğumuz parmakların idealliği
savunulamaz. Oysa bunu şimdi çok doğal sayıyor ve böyle olmasaydı ne
yapardık diye düşünürüz. Beş parmağımız var, çünkü yüzgeçlerinde beş
parmak kemiği ya da kemik bulunan Devon balığından türemişiz. Eğer
yüzgeçlerinde altı ya dört kemik bulunan bir balıktan türemiş olsaydık, her
iki elimizde altı ya da dört parmak bulunacaktı ve pekala bunları da doğal
sayacaktık. Temeli on sayısına dayalı aritmetiğe başvurmamızın nedeni,
ellerimizde on parmak bulunmasındandır. (1) Yok eğer parmak sayılarımız
değişik olsaydı, aritmetiğin temeline oturtacağımız sayı da ona göre olacaktı.
Aynı durum, sanırım, varlığımızın daha birçok temel özelliği için de
sözkonusudur: Kalıtsal harcımız, içimizdeki biyokimyasal süreç, biçimimiz,
boyumuz, organ sistemlerimiz, aşklarımız nefretlerimiz, ihtiraslarımız, düş
kırıklığımız, şefkatimiz ve saldırganlığımız, hatta çözümleme süreçlerimiz...
Bütün bunlar, hiç olmazsa kısmen, bizim son derece uzun evrim
tarihimizdeki rastlantısal olgu sonuçları gibi gözükmektedir. Eğer karbon
dönemi bataklıklarından birinde bir yusufçuk kuşu eksik ölseydi,
gezegenimizin akıllı yaratıkları bugün belki de kuştüylü olacaklar ve
çocuklarına kuş yuvası dersleri vereceklerdi. Evrimsel rastlantı şaşırtıcı bir
karmaşa ağıdır; anlayış sınırımızın darlığı boynumuzu büküyor.
Altmış beş milyon yıl önce atalarımız, zihinleri en boş memeliler.
köstebek zekâsında yaratıklardı. Bugün gezegenimizin egemen türü olan o
zamanki hayvanların böylesi bir gelişme göstereceklerini tahmin edecek
biyolog zor bulunurdu. Yeryüzü o zaman ürkütücü, kâbus gibi dev
kertenkelelerle doluydu: Dinozorlar. Bazıları 6 katlı apartman boyundaydı.
Yüzen sürüngenler, uçan sürüngenler ve yürüyen sürüngenlerdi bunlar.
Yeryüzünde dehşet saçarak dolaşıyorlardı. Bazıları büyükçe bir beyne
sahipti. Başları, dik duruşları ve el gibi iki ön ayakları vardı. Ellerini ya da
önayaklarını hızla kaçan küçücük memelileri belki aralarında atalarımız da
bulunuyordu yakalamak için kullanırlardı. Eğer bu dinozorlar yaşamlarını
sürdürebilselerdi, bugün gezegenimizin egemen akıllı türü yeşil derili, keskin
dişli, dört metre boyundaki yaratıklar olacaktı. Tam kurgubilim
kitaplarındaki gibi. Fakat dinozorlar hayatta kalmadılar. Bir felâket
dinozorların tümünü ve yeryüzündeki türlerin çoğunu yok etti. (2) Ağaç
böceklerini ve memelileri yok etmedi. Onlar hayatta kaldılar.
Dinozorları yok eden şeyin tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor.
İlginç bir fikre göre, nedeni kozmik bir felaketti, yakın bir yıldızın patlaması;
Yengeç Bulutsularına yol açan bir süpernova. Altmış beş milyon yıl önce
rastlantı sonucu güneş sistemimizden on ya da yirmi ışık yılı uzaklıkta bir
süpernova bulunsaydı, uzaya yoğun kozmik ışınlar yayardı ve bu ışınlardan
bir bölümü yerküremizin hava örtüsüne girerek atmosferdeki nitrojeni
yakardı. Böylece oluşan nitrojen oksitler, atmosferdeki koruyucu ozon
tabakasını yırtar, yeryüzüne güneşten gelen morötesi ışınları arttırarak yoğun
morötesi ışına karşı korumasız birçok organizmayı yakar, mutasyona
uğratırdı. Bu organizmalardan bazıları, dinozorların başlıca yiyecek maddesi
olabilirdi.
Nedeni kesinlikle bilinmeyen bir felaket sonucu dinazorların dünya
sahnesinden çekilişi memelilere rahat bir soluk aldırdı. Atalarımız doymak
nedir bilmeyen sürüngenlerin baskısında yaşamaktan artık kurtulmuşlardı.
Büyük bir coşku içinde değişmeye ve gelişmeye koyulduk. Yirmi milyon yıl
önce bizim en yakın atalarımız büyük bir olasılıkla hâlâ ağaçlarda
yaşıyorlardı. Sonradan ağaçlardan indiler, çünkü büyük bir buzul çağında
ormanlar yok olmuş ve yerlerini çalılıklar almıştı. Eğer ağaç sayısı azsa ağaç
üzerinde yaşama alışkanlığını sürdürmek iyi bir şey değildir. Ormanların
kayıplara karışmasıyla ağaçlar üzerinde yaşamlarını sürdüren primatların
çoğu da sahneden silinip gitmişlerdir. Aralarından yalnızca bazıları yere
inerek oradaki tehlikeli ve zorlu hayatı göze almış ve yaşamlarını
sürdürmüştür. Ve bunlardan bir boyunun gelişmesinden biz ortaya çıkmışız,
iklimdeki bu değişikliğin nedenini de kimse bilmiyor. Güneş’in iç
aydınlığında ya da yerküremizin yörüngesindeki aydınlıkta küçük bir
değişme meydana gelmiştir belki; belki de geniş çapta volkanik patlamalar
stratosfere ince toz salarak güneş ışığının yerküreye daha az geçerek çoğunun
tekrar uzaya yansımasına neden olmuştur. Böylece de yeryüzü soğumuştur.
Okyanusların genel akıntısındaki değişiklikten de olabilir. Ya da Güneş
galaksilerarası toz bulutu arasından geçmiştir. Ne olursa olsun, bize,
varlığımızın astronomi ve jeoloji alanlarındaki rastlantısal olaylarla ne denli
bağlantılı bulunduğunu bir kez daha gösteriyor.
Ağaçtan aşağı indikten sonra dik duruşa geçiş için bir gelişme gösterdik;
ellerimiz serbest kalmıştı; iki gözü birden kullanmak suretiyle görme
duyumuz epey gelişmişti zaten; kısacası araç, gereç yapmak için gereken ön
koşulların çoğuna sahiptik. Şimdi artık genişçe bir beyne sahip olmak ve
karmaşık düşünceleri aktarmak gerekiyordu. Akıllı olmak aptal olmaktan
yeğdir. Çevre aynı kaldığına göre, bu yola sapmak en iyisiydi. Akıllı
varlıklar sorunları daha iyi çözümlerler, daha rahat yaşayabilirler ve dünyaya
daha çok çocuk bırakabilirler. Nükleer silahlar icat edilinceye dek, akıl
insanın hayatta kalmasına epey yardımcı olmaktaydı. Tarihimizde, akıllı
küçük memelilerden oluşan bazı sürüler dinozorlardan saklandılar, ağar
tepelerine sahip çıktılar, sonra ağaçtan inip ateşi ehlileştirdiler, yazıyı icat
ettiler, gözlemevleri kurdular ve uzay araçları fırlattılar. Eğer olaylar birazcık
değişik bir akış gösterseydi, böylesi başarılı sonuçlara ulaşacak akıl ve beceri
sahibi başka bir hayvan çıkabilirdi. Belki de iki ayaklı zeki dinozorlar
olabilirdi. Ya da tilkiler, mürekkep balığı veya başkaları. Zekâ sahibi öteki
yaratıkların ne derece bilgi sahibi olduklarını öğrenmek ilgimizi çektiğinden
balinalarla orangutanları inceliyoruz Başka ne tür uygarlıkların mümkün
olabileceğini birazcık öğrenmek için tarih ve kültür antropolojisi inceliyoruz.
Fakat biz hepimiz balinalar, orangutanlar, insanlar birbirimizle çok yakın
bağlar içindeyiz. Araştırmalarımız tek bir gezegendeki bir ya da iki evrimsel
çizgiyi incelemekle sınırlı kalırsa, başka akıllı varlıkların ve öteki
uygarlıkların çeşitlerini ve zekâ pırıltılarını bilmekten yoksun kalacağız.
Kalıtsal çeşitliliğe yol açacak rastlantısal süreçler dizisinin değişiklik
göstereceği ve bazı özel gen birleşmelerini belirleyecek aynı çevre
koşullarının geçerli olacağı başka bir gezegende, bizlere fiziksel olarak
benzeyen yaratıklara rastlama şansı, kanımca, sıfıra yakındır. Değişik bir akıl
şekline rastlamamız şansıysa vardır. Onların beyinleri içeriden dışarıya doğru
gelişmiş olabilir. Bizdeki nöronlara benzeyen değişken elementlere sahip
bulunabilirler. Fakat nöronları bizimkinden değişiklik gösterebilir. Oda
ısısında çalışan organik aygıtlar olacaklarına, çok düşük ısı derecelerinde
çalışan süper iletkenler olabilir onların beyni. Bu takdirde onların düşünme
hızı bizimkinden 107 kez olacaktır. Nöron bağlantılarının bizimkiler gibi
1014lük olduğu gezegenler bulunabilir. Fakat bu sayının 1024 ya da
1034 olduğu gezegenler de olabilir. Bunların ne derece bilgi sahibi
olduklarını öğrenmek isterdim. Onlarla birlikte aynı evreni paylaştığımızdan,
ortak bilgilere sahip bulunabiliriz. Onlarla temas kurabilsek, beyinlerinde,
bizim ilgimizi çekecek epey bilgiye rastlardık. Bunun tersini de
söyleyebiliriz. Yerküremiz dışındaki akıllı varlıklar bizden epeyce gelişmiş
varlıklar olsalar bile bize karşı ilgi duyarlar, ne bildiğimizi, nasıl
düşündüğümüzü, beyinlerimizin yapısını, evrimimizin izlediği yolu,
geleceğimize ilişkin durumumuzu öğrenmek isterlerdi.
Bir hayli yakınımızdaki yıldızların gezegenlerinde eğer akıllı yaratıklar
varsa, bizim hakkımızda acaba herhangi bir bilgiye sahip midirler?
Yerküremizdeki genlerden beyinlere ve kitaplıklara dek giren uzun evrimsel
gelişmemizin kırıntısından haberdarlar mı acaba? Eğer yerküremiz dışındaki
gezegenlerde akıllı varlıklar yaşıyorsa, hakkımızda bilgi edinebilmeleri için
en azından iki seçeneğe sahiptirler. Biri, radyoteleskopla bizleri
dinlemeleridir. Milyarlarca yıldır şimşek çakmasıyla yerküremizin manyetik
alanında kapana kısılmış, ıslık çalan elektronlarla protonların neden olduğu
zayıf ve aralıklı radyo dalgalarından başka bir şey duymamışlardır. Derken,
bundan yüzyıl kadar önce, yerküremizden çıkan radyo dalgaları güçlü, daha
duyulur bir hal almıştır. Aynı zamanda sesi daha az ve sinyali daha çok
andırmaya başlamıştır. Yerküre i:1 ;:'m sonunda radyoyla haberleşmeyi icat
etmişlerdi. Bugün uluslararası radyo, televizyon ve radar haberleşme ağı
kurulmuşur. Bazı radyo frekanslarında, yerküre, güneş sistemindeki en güçlü
radyo kaynağına ve en parlak cisme dönüşmüş bulunuyor. Jüpiterden de,
Güneş'ten de daha parlak oldu. Yeryüzünden radyo yayınlarını dinleyen ve
bu tür sinyalleri alan yerküredışı bir uygarlık, bizim gezegenimizde, son
zamanlarda önemli bir şeyler olduğu sonucunu çıkarmazlık edemez.
Yerküremiz döndükçe, daha güçlü radyo vericilerimiz göğü yavaştan
tarar. Başka bir yıldızın gezegenindeki bir astronom, sinyallerimizin belirip
kayboluş sürelerinden yerküremizdeki günün uzunluğunu çıkarabilir. En
güçlü verici kaynaklarımızdan bazıları da radarlardır. Bunlardan birkaçı
radyoastronomide kullanılır ve yakın gezegenlerin yüzeylerinde arama
tarama yaparlar. Radardan göğe yayılan sinyal demeti, gezegenlerin çapından
çok daha büyük olduğundan bunun büyük bir bölümü güneş sisteminden
geçip giderek yıldızlararası uzayda dinliyor olabilecek duyarlı bir alıcıya
ulaşır. Radar yayınlarından çoğu askeri amaçlıdır. Nükleer başlıklı füze
atılışından endişe duyarak göğü sürekli olarak tarar bu radarlar. İnsan
uygarlığının sona ermesinden on beş dakika öncesini saptayacaktır askeri
amaçlı radarlar. Bunların çıkardığı sinyallerin içerdiği bilgi önemsizdir;
bit’ler biçiminde şifrelenmiş basit sayısal dizilerden oluşmaktadır.
Genel olarak yerküremizden kaynaklanan en belirgin radyo yayınları
televizyon programlarımızdır. Yeryüzü döndüğü için bazı televizyon
istasyonları ufukta gözükürken, diğer bazıları ufkun öteki yanından
kaybolacaktır. Program karışıklığı olacaktır bu yüzden. Bu karışıklık yakın
bir yıldızın gezegeninde ayırt edilip düzenli bir dinleme servisi kurulabilir.
En sık tekrarlanan mesajlar, istasyon belirleme sinyalleriyle deterjan,
deodorant, baş ağrısı hapları ve otomobil satış çağrıları olacaktır. En çok
kaydedecekleri mesajlar, ayrı ayrı yerlerden aynı zamanda birçok vericiden
yapılacak olan yayınlardır. Örneğin, uluslararası bunalım dönemlerinde
A.B.D. Başkanı ya da Sovyetler Birliği Başkanı tarafından yapılan
konuşmalara ait sinyaller. Televizyon reklamlarının anlamsız içerikleriyle
uluslararası bunalım ve insanlık ailesi içindeki savaş zırzırları Kozmos’a
yeryüzündeki hayat hakkında yayın yaptığımız başlıca mesajlardır.
Hakkımızda ne düşünüyorlardır, kim bilir.
O televizyon programlarını geri alabilmek diye bir olanak yoktur. Daha
önceki yayınların ardından yenisini gönderip eskisini silme olanağı da yok.
Hiç bir şey ışıktan daha hızlı yolculuk edemez. Yerküremizden geniş çapta
televizyon yayınları 1940’larda başlatıldı. Böylece merkezi yerküremiz
olmak üzere, ışık hızıyla ilerleyen küresel bir dalga cephesi vardır. O
tarihlerde başkan yardımcısı olan Richard Nixon’un demeciyle yine o
zamanlar televizyonda gösterilen Senatör Joseph McCarthy’nin
soruşturmasına ait hım-hım yayınlardır. Bu yayınlar otuz beş, kırk yıl önce
yapıldığından, yerküremizden henüz elli yılın altında ışık yılı uzaklığı
varmıştır. Eğer bize en yakın uygarlık daha uzaklarda bulunuyorsa,
foyalarımızın meydana çıkması biraz daha gecikeceğinden rahat bir nefes
alabiliriz. Neyse, belki de, sözünü ettiğim programların içeriğini anlaşılır
bulmayabilirler.
İki Voyager uzay aracı, yıldızlara doğru yol almaktadır şu anda.
Herbirine altın kaplamalı bakır bir pikap plağı, bir kaset ve plak iğnesi
bağladık. Plağın alüminyumdan mahfazasının üstüne de nasıl kullanılacağını
yazdık. Genlerimiz hakkında, beyinlerimize ilişkin ve kitaplıklarımıza dair
bilgiler verdik. Bu bilgileri, yıldızlararası uzay yolculuğuna çıkmayı
düşünebilecek başka varlıklara yolladık. Yıldızlararası uzayda, vericileri
çoktan susmuş Voyager’in varlığını farkedebilen bir uygarlık kuşkusuz
bizden daha ileridir bilim alanında. O varlıklara kendimiz hakkında yalnızca
bizde varolduğunu sandığımız özellikleri anlatmak, beyin kabuğunun
önemini ve beyindeki limbik sistemi tanıtmak istedik. Mesajımızı alacak
olanlar anlamasalar da, yeryüzü ülkelerinden altmış dilden selâm gönderdik.
Balinaların seslerini de ekledik. Yerkürenin dört bir yanında birbirlerine karşı
ilgi ve saygı gösteren, kendini öğrenime, araç gereç üretimine ve sanata
adamış, zorluklara karşı meydan okuyan insanların fotoğraflarını derleyip
gönderdik. Birkaç kültüre ait müziklerden bir buçuk saatlik bir derleme de
yolladığımız paketin içinde. Bu müziğin bir bölümü, kozmik yalnızlığımızı,
bunu giderme arzumuzu, Kozmos’daki öteki varlıklarla ilişki kurmak
isteğimizi yansıtıyor. Aynı zamanda gezegenimizde hayatın başlangıcından
öteki zamanlarda duyulmuş olabilecek seslerden, insan türlerinin evrimi ve
son olarak patlak veren teknoloji dönemindeki seslere kadar kayıt yaptığımız
plaklar da gönderdik. Balinalarınki gibi, enginliklere çığırılan bir sevgi
şarkısıdır bu. Birçok mesajımız, belki de çoğu, çözümlenemeyecek,
anlaşılamayacak, Ama yine de göndermiş bulunuyoruz. Çünkü denemek
önemlidir.
Bu anlayış ve coşkuyla Voyager uzay gemisine bir insanın düşüncelerini
ve duygularını, onun beyninin, kalbinin, gözlerinin ve kaslarının elektriksel
devinimlerini bir plağa kaydederek bunu da gönderdik. Bir bakıma, bir tek
insanın, 1977 yılının Haziran ayında, düşüncelerini ve duygularını Kozmos’a
yollamış bulunuyoruz. Bu plağı alanlar belki onu dinlemeyecekler ya da
radyo dalgaları yayan bir gökcismi sanacaklar. Sansınlar. Zaten yüzeysel
olarak bakınca, gönderdiğimiz o plak radyo dalgaları yayan bir gök cismidir
de.
Genlerimizdeki bilgiler çok eskidir, çoğu milyonlarca yıl öncesine aittir.
Bazıları milyarlarca yıllıktır. Buna karşılık, kitaplarımızdaki bilgiler en çok
birkaç bin yıllıktır ve beyinlerimizdeki de yirmi, otuz yıllık. Uzun ömürlü
bilgi, insanlara özgü bilgi türü değildir. Yeryüzünde aşınmadan ötürü
anıtlarımız ve yapıtlarımız, doğa olaylarının içinde, uzun bir gelecekte
yaşamayacaklardır. Fakat Voyager’deki plak güneş sistemine doğru yol
almış bulunuyor. Yıldızlararası aşınma (erozyon) çoğunlukla kozmik ışınlar
ve toz zerreciklerinin konması öylesine azdır ki, plaktaki bilgi bir milyar yıl
dayanır. Genler, beyinler ve kitaplar değişik yöntemlerle bilgi derlerler.
Zamana karşı dayanıklılığı da değişik oranlardadır. Oysa insan türlerinin
Voyager’deki yıldızlararası plağa kaydedilmiş bilgileri zamana karşı çok
daha inatçı anılar olarak kalacaklardır.
Voyager’deki mesaj, insanın içine sıkıntı verecek bir yavaşlıkla ilerliyor
yolculuğunda. İnsan türü tarafından fırlatılmış en hızlı araç olmasına karşın,
en yakın yıldıza varması için binlerce, onbinlerce yıl geçecek aradan.
Voyager’in on yılda aldığı yolu, bir televizyon programı yayını birkaç saatte
alır. Bir televizyon yayını bittiği andan itibaren birkaç saatte Voyager’i
Satürn gezegeni dolaylarında yakalar, geçer ve yıldızlara doğru yönelir. Eğer
uzaydaki birileri bizim televizyon yayınlarımızı duyarsa, dilerim, hakkımızda
iyi şeyler düşünürler. Zekâmız son zamanlarda bize büyük güçler bağışladı.
Fakat, kendi yok oluşumuzu önleyecek yeteneği bağışlamadı. Neyse ki,
aramızda bu yönde ciddi çaba harcayanlar var. Zamanı kozmik perspektif
içinde algılayarak yerküremiz üzerinde yaşayan her insanın hayatını kutsal
sayacak bir düşünceyle örgütleneceğimizi ve ondan sonraki ilk adımı da
atmaya hazır olacağımızı umut ederim. Bu, galaksilerarası haberleşen
uygarlıklar topluluğunun bir adayı olma adımı olacaktır.
Bölüm XII
GÖK KITASI ANSİKLOPEDİSİ
«Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz? Sana benzer hiçbir şey görmemiştim
daha önce.» Yaratıcı, insanoğluna baktı ve... bu yeni garip varlığın kendine
bu denli benzeyişine şaşırdı.
— Eskimoların yaratılışa ilişkin bir efsanesi
Gökler kuruldu Yeryüzü tamamlandı
Ya şimdi kim hayatta kalmalıdır, ey tanrılar?
— Aztek güncesinden, Krallıkların Tarihi
Biliyorum, bazı kişiler, gezegenlerin varlığı savında birazcık fazla ileri
gittiğimizi, birçok olasılık öne sürdüğümüzü ve bunlardan biri, zinhar, boş
çıkarsa, kötü bir temel yüzünden çöken bina gibi ölüm savımızı boşa
çıkaracağını söyleyecekler. Fakat yerküremizin öteki gezegenlerle birlikte
eşit saygınlık ve onuru paylaştığını söylersek, doğanın yapılarının görkemli
güzelliklerinden zevk alınan başka bir yer yoktur diye kim iddiada
bulunabilir? Ya da doğa yapıtlarının görkemini izleyenler varsa, bunlar
arasında, bizim kadar yapıtların derin gizlerine giren yoktur demeye cesaret
edebilir mi?
— Christiaan Huygens, New Conjectures Concerning Planetary Worlds,
Their Inhabitants and Productions, (Gezegenlerdeki Dünyalar, Oralarda
yaşayanlar ve Üretimlerine ilişkin yeni düşünceler), yaklaşık 1690 yılı
Doğanın yaratıcısı... şimdiki durumda yeryüzünden evrendeki öteki
büyük cisimlerle haberleşmeye girişmemiz olanağını vermemiştir; olasıdır ki,
öteki gezegenler ve sistemler arasında da aynı biçimde haberleşmeyi tümden
kesmiştir... Bütün bu gezegenlerde merakımızı körükleyen yeterince kaynak
var. Doğada pırıl pırıl bunca zekâ bulunsun da, meraklar şahlansın da,
sonunda bu merakların giderilmesi mümkün olmasın... Olamaz... Bu
nedenledir ki, bugünkü durumumuzu varlığımızın şafak zamanı ya da
başlangıcı sayıyoruz. Daha sonraki ilerlememizin hazırlık dönemidir.
— Colin Maclaurin, 1748
Daha evrensel, daha yalın, yanlışlıklardan ve karanlıklardan daha
arınmış bir dil olamaz... Doğal şeyler arasındaki değişmez ilişkileri
matematikten daha iyi anlatan hiçbir şey yoktur. Tüm doğa olgularını aynı
dille anlatarak sanki evrenin plan yalınlığı ve birliğine tanıklık eder. Doğa
olaylarının nedenlerine değişmez bir düzenin egemen olduğunu daha da
belirgin kılar.
— Joseph Fourier, Analytic Theory of Heat (Isının çözümleyici
Kuramı), 1822
YILDIZLARA DOĞRU DÖRT ARAÇ FIRLATTIK: Pioneer 11, 12
Voyager 1 ve 2. Bunlar ilkel uzay gemileridir. Yıldızlararası geniş uzaklıklar
gözönüne alınırsa, bazen rüyada ulaşmak isteyip de hızlı koşamadığınız için
ulaşamamaktan ötürü kahrolduğunuz durumlara benzetebiliriz bunu. İleride,
uzay gemilerimiz, daha hızlı gideceklerdir. Yıldızlararası gezi güzergâhları
saptanacaktır ve er ya da geç o uzay gemilerinde insan bulunacaktır aracı
yöneten. Samanyolu Galaksisinde yerküremizden milyonlarca yıl daha eski
gezegenler olması gerekir. Bazıları milyarlarca yıl eski de olabilir. Şimdiye
dek ziyaret edilmiş olmamız gerekmez miydi? Gezegenimizin
başlangıcından bu yana geçen milyarlarca yıl içinde, bir kerecik olsun
uzaklardaki uygarlıklardan kalkıp yerküremize garip bir aracın geldiği
olmamış mıdır acaba? Yeryüzüne tepeden bakıp dolaşan ya da böcekler,
meraksız sürüngenler, homurdanan primatlar ya da dolaşıp gezinen insanlar
tarafından gözlenmek üzere yerküremize konan acayip bir araç görülmemiş
midir? Bu düşünce herkesin aklına gelen doğal bir sorudur. Evrende akıllı
canlılar bulunup bulunmadığı sorununu düşünen herkesin aklına gelmiş bir
soru. Ama gerçekte oldu mu acaba böyle bir şey? Bu konudaki çok önemli
nokta, ortaya atılan kanıtların geçerliliğidir; olası gözüyle bakılan kanıt
geçerli değildir. Ya da gönüllü bir ya da birkaç görgü tanığının temelsiz
kanıtları yeterli değildir. İşe böyle bakınca, yerküredışı ziyaretçilerin
Yeryüzüne geldiklerine inandırıcı bir durum yoktu. UFO’lar (Unidentified
Flying Objects, Kimliği Saptanmamış Uçan Cisimler) hakkında söylenenlere
ve eski astronotların gezegenimizin davetsiz konuklarla dolup taştığına
ilişkin sözlerine karşın, ortada inandırıcı bir kanıt yok. Keşke olsaydı... Ne
kadar isterdim böyle bir şeyi. Yerküredışı egzotik bir uygarlığı anlamaya
anahtar rolünü oynayacak, karmaşık fakat aydınlatıcı bir bilgi zerreciğine
bile razıyız aslında.
1801 yılında Joseph Fourier (3) adında bir fizikçi Fransa’da Isère eyaleti
belediye başkanıydı. İl sınırları içindeki bir okulu teftiş ederken on bir
yaşındaki bir öğrencinin zekâsı ve doğu dillerine yatkınlığı ilgisini çekti.
Fourier çocuğu evine bir sohbet için davet etti. Çocuk Fourier’nin evindeki
Mısır’dan getirilmiş sanat yapıtları ve eşyası koleksiyonunun etkisi altında
kaldı. Napolyon'un Mısır seferi sırasında bu ülkedeki eski uygarlıklarından
kalma astronomi anıtlarının katoloğunu çıkarmakla görevlendirilmişti
Fourier. Hiyeroglif yazıtlar çocuğun merak duygusunu kamçıladı, «Peki,
bunların anlamı nedir?» diye sorduğunda. «Hiç kimse bilmiyor,» yanıtını
aldı. Bu çocuğun adı Jean François Champollion’du. Hiç kimsenin
okuyamadığı bir dilin gizlerini çözme merakıyla yanıp tutuşan çocuk, doğu
dillerine merak sardı ve eski Mısır yazısını çözmeye koyuldu. O tarihlerde,
Fransa, Napolyon tarafından çalman, sonra da Batılı bilim adamlarının
incelemesine sunulan Mısır yapıtlarıyla dolup taşıyordu. Napolyon’un Mısır
seferine ilişkin kitabını genç Champollion kısa zamanda yuttu. Büyüyünce
Champollion çocukluğunun düşünü gerçekleştirdi: Eski Mısır hiyeroglif
yazısını çözmüştü. Ancak 1828 yılında, yani Fourier ile tanıştıktan yirmi
yedi yıl sonra, Champollion ilk kez Mısır’a ayak basabildi. Düşlerinin
toprağına ayak bastıktan sonra, Kahire’den Nil nehri yoluyla, uğruna
yaşamını adadığı kültürün kaynaklarına gitti. Zaman içinde giriştiği bir
yolculuktu bu. Yabancı bir uygarlığa yapılan yolculuk...
16 günü akşamı Dendera'ya vardık. Mehtap muhteşemdi. Tapınaklara
ulaşabilmemize bir saat kalmıştı. Bu denli yaklaşmışken duraklamak olur
muydu? Biz ölümlüler arasındaki en soğukkanlı yaratığa soruyorum! Bir an
önce oraya ulaşma dürtüsüne dayanılır mı? O anın insana verdiği emir
şöyleydi: Bir iki lokma yedikten sonra hemen yola çıkın! Muhafızsız ve
yalnız, fakat tepeden tırnağa kadar silahlı olarak geniş araziler aştık...
Tapınak sonunda kendini gösterdi bize... Bu tapınağın boyutları ölçülebilir
istenirse. Fakat bu tapınak hakkında bir fikir verebilmek olanaksızdır.
Güzellikle görkemin en yüksek düzeyde buluştuğu bir yer burası. Ağzımız
iki saat açık kaldı. Tapınağın odaları ve bölmeleri arasında oradan oraya
koşup durduk. Ayışığında dış duvarları üzerindeki yazıları okumaya çalıştık.
Tekneye döndüğümüzde sabaha karşı saat üçtü. Sabahın yedisinde yine
tapınaktaydık... Ayışığında güzel olan güneş ışığında da güzeldi. Güneş ışığı
bize yazıların ayrıntılarını da gösterdi... Avrupa’da bizler cüceleriz ve hiçbir
toplum, eski ya da yeni, mimariyi Mısırlılar kadar yüce ve görkemli bir
anlayışa kavuşturmamıştır. Her şeyin otuz metre boyundaki insanlara göre
yapılmasını buyurmuşlar.
Dendera’daki Karnak sütunlarıyla duvarlarındaki yazıları, Mısır’ın her
yanındaki yazıtları Champollion hiç zorluk çekmeden çözebildiğini gördü.
Ondan önce çok kişi denemişti, fakat başaramamıştı hiyeroglif yazısını
çözmeyi. Hiyeroglif, kutsal oyuntular anlamına gelmekteydi. Çoğu
araştırmacı ve bilgin bu yazıyı resim şifresi sanmıştı, özellikle kuşlarla dolu
olmak üzere eşekarıları, hamamböcekleri, göz küreleri ve dalgalı çizgilerle
dolu karmakarışık mecazlar sanmışlardı. Hiyeroglifler konusundaki
karışıklık büyüktü. Mısırlıları Çin’den gelme sömürgeciler sananlar vardı.
Tersini düşünenler de vardı kuşkusuz. Sahte çeviriler cilt cilt dolaşıyordu
ellerde. Çeviri yapan araştırmacılardan biri, Rosetta Taşı’na bakıp o ana dek
hiyeroglif yazıları çözümlenmemiş bu taştaki yazının anlamını hemen
çıkarıvermişti. Bakar bakmaz çıkardığı anlamın «Uzun uzadıya düşünmenin
yol açtığı sistemli hatalardan» koruduğunu, bu nedenle de fazla düşünceye
dalmadan daha iyi sonuçlar elde edildiğini söyledi. Champollion
hiyerogliflerin resim biçiminde mecazlar olduğu savına karşı koydu. İngiliz
fizikçisi Thomas Young'un zekice suflörlüğü sayesinde Champollion şöyle
bir fikir silsilesi kurdu: Rosetta Taşı 1799 yılında bir Fransız askeri
tarafından Nil Deltasındaki Raşit kasabası müstahkem mevkilerinde
bulunmuştu. Arapça bilmeyen Avrupalılar bu taşa Rosetta adını vermişlerdi.
Eski bir tapınaktan kopmuş bir taş parçasıydı. Aynı mesajı üç ayrı dilde
anlatıyor gibiydi; üstte hiyeroglif yazısı, orta bölümünde demotik denilen
hiyeroglifi andıran bir el yazısı vardı ve sorunun çözümlenmesinde anahtar
rolünü gören üçüncü bölümse Yunancaydı. Yunancayı iyi bilen Champollion
sözkonusu Rosetta Taşı’nın Kral V. Ptolemy Epihpanes’in M.Ö. 196. yılında
taç giyme töreni dolayısıyla yazıldığını anlamıştı. Bu vesileyle kral siyasi
tutukluları serbest bırakmış, vergi iadesi yapmış, tapınakları donatmış, asileri
bağışlamış, askeri hazırlıkları artırmış, kısacası, çağdaş yöneticilerin de
iktidarda kalmak için yaptıklarını tekrarlamış.
Rosetta Taşı’ndaki yazının Yunanca bölümünde Ptolemy kelimesi
birkaç kez geçiyordu. Hiyeroglif yazılı metinde de hemen hemen aynı
yerlerde etrafı kabartmayla çevrelenmiş bir simge vardı. Champollion, bu
simgenin Ptolemy kelimesi yerine konulduğunu fark etti. Eğer böyleyse yazı
resim ya da mecaz temeli üzerine oturtulmuş olamaz, tersine, birçok simge,
harf ya da hece yerine geçiyor, diye düşündü. Champollion bu arada,
Yunanca sözcüklerin sayısıyla metin boyu aynı olan hiyeroglif yazısındaki
hiyerogliflerin (kutsal oyuntular) sayısını da karşılaştırmayı akıl etti. Şimdi
bütün sorun, hangi hiyeroglifin hangi harf yerine kullanıldığını çözmeye
kalmıştı. Bir şans eseri, Champoliion öyle bir dikili taşla karşılaşmıştı ki,
bunda Yunanca yazılı Kleopatra adının hiyeroglif yazısındaki karşılığını
saptamış bulunuyordu. Bu taş Philae adında bir yerdeki kazılarda ortaya
çıkarılmıştı. Ptolemy adıyla Kleopatra adında ortak harflerin bulunması,
Champollion’un hiyeroglif yazısını çözmesine yardımcı oldu. Ptolemy adının
ilk harfi P’dir. Kleopatra adında da P harfi vardır. P’nin hiyeroglif yazısında
bir kareyle simgelendiğini fark eden Champollion, böylece ortak yanları
saptamaya koyuldu. Her iki isimde de L harfi vardı. Champollion, baktı, L
yerine birer aslan yatıyordu hiyeroglif yazısında. A harfi yerine bir kartal
konmuştu. Böyle böyle hiyeroglif yazısının temel yapısı belirmeye
başlamıştı. Mısır hiyeroglif yazısı, temelde basit şifrelerden oluşmuştur. Ne
var ki, her hiyeroglif bir harf ya da hece değildir. Hiyeroglif yazıları arasında
resme dayanan anlamlar da bulunur. Ptolemy oyuntusunun son bölümü,
«Çok yaşa, Tanrı Ptah’ın sevgili oğlu» demektir. Kleopatra adının son
bölümündeki yarım daireyle yumurta da «Isis’in kızı» demektir. Harflerin
resimlerle karışık durumda oluşu, Champollion’dan önceki araştırmacıların
kafalarını karıştırmıştı.
Şimdi geriye doğru göz atınca kolay gibi görünüyor hiyeroglif yazısı.
Fakat nice yüzyıllar sürmüştü incelenmesi. Yazıyı çevreleyen kabartmalar,
hiyeroglif yazısını çözmek için bulunan büyük anahtarların küçük
anahtarlarıydı. Mısır Firavunları kendi isimlerinin etrafını kabartmayla
çevrelemeleri, sanki iki bin yıl sonra bu yazıyı çözmeye uğraşanlara sunulan
birer önemli anahtar armağanıydı. Champollion Karnak’taki Büyük
Hypostyle Koridorlarını kendinden öncekileri de büyüleyen hiyeroglif
yazıları okuyarak dolaşıyordu. Böylece çocukluğunda Fourier’e yönelttiği
sorunun yanıtını da vermişti. Kimbilir duyduğu zevk ne büyüklü. Başka bir
uygarlıkla iletişim kanalını açmak! Binlerce yıldır tarihi, tıbbını,
sihirbazlarının büyücülüğünü, dinini, siyasetini, felsefesini dünyaya
anlatamayan bir kültüre böylesine büyük bir olanak açılmıştı...
Bugün de yine eski ve egzotik bir uygarlıktan mesajlar bekliyoruz. Ama
bu defaki yalnızca zamanın gerisinde kalmış bir uygarlık değil, fakat uzayda
gizli kalmış bir uygarlık. Eğer yerküre dışı bir uygarlıktan bir radyo mesajı
alsak, acaba bunun metnini nasıl çözümleyebiliriz? Yerküre dışı akıllı
varlıkların mesajı karmaşık, kendilerince açık ama bizce yabancı bir mesaj
niteliğinde olacaktır. Bizim anlayabileceğimiz gibi bir mesaj ulaştırmak
isterler elbet. Fakat bunu nasıl başarabilirler? Yıldızlararası bir Rosetta Taşı
var mıdır? Biz varolduğuna inanıyoruz. Biz, tüm teknik uygarlıkların ortak
bir dili bulunduğu kanısındayız. Bu ortak dil, matematik ve bilimdir. Doğa
yasaları her yerde aynıdır. Uzaktaki yıldızlarla galaksilerin tayfları Güneş’in
ya da ona göre hazırlanmış laboratuar deneylerindekilerin aynıdır. Evrenin
her yerinde aynı kimyasal elementlerin varlığının yanı sıra, atomların
radyasyon emiş ve yaşayışında geçerli kuantum mekaniği de her yerde
aynıdır. Birbirinin yanından geçerek dolanan uzak galaksilere egemen çekim
gücü fiziği yasalarının aynısı, yeryüzüne düşen elmaya ya da yıldızlara doğru
yol alan Voyager uzay gemisine de egemendir. Yükseliş halindeki bir
uygarlık tarafından anlaşılması için gönderilen yıldızlararası bir mesaj
kolaylıkla deşifre edilebilir.
Güneş sistemimizdeki herhangi bir gezegende gelişmiş bir teknik
uygarlık bulunduğunu sanmıyoruz. Bizden az geri örneğin 10.000 yıllık bir
gerilik bir teknik uygarlığın teknolojisi hiç de ileri sayılamaz. Bizden az ileri
bir teknik uygarlık varsa, bizler güneş sistemini keşfe çıktığımıza göre, o
uygarlığın temsilcilerinin şimdiye dek yeryüzüne inmiş olmaları gerekirdi,
öteki uygarlıklarla haberleşebilmek için yalnızca gezegenler arası uzaklıklar
için değil, yıldızlararası mesafelere de uygun düşen bir iletişim yöntemi
bulmalıyız. Bu yöntemin ekonomik bakımdan ucuz olması gerekir. Ucuz
olmalı, çünkü ancak bu sayede büyük miktarda bilgi gönderip getirebiliriz.
Hızlı olmalı, çünkü, ancak bu sayede yıldızlararası bir diyalog mümkün
olabilir. Bu haberleşme yönteminin izlemesi gerektiği yol ne olursa olsun,
herhangi bir teknolojik uygarlık bu yolu bulacaktır. Büyük sürpriz: Böyle bir
yöntem bulunmuştur bile ve adı radyo astronomidir.
'
Adı yerküre olan gezegenimiz üzerindeki en büyük ve dümen gibi
kumandalı radyo/radar gözlemevi Puerto Rico adasındadır. Cornell
Üniversitesi uzmanlarının ABD Ulusal Bilim Vakfı adına yönettikleri
Arecibo Gözlem Çanağı’nın çapı 305 metredir. Radyo/Radar Gözlem
Çanağı’nın yansıtıcı yüzeyi, çanak biçimli bir vadiye daha önce yerleştirilmiş
bir kürenin bölümünü oluşturur. Uzayın derinliklerinden radyo dalgaları
algılar. Aldığı bu radyo dalgalarını çanağın tepesindeki antene aktarır. Anten
elektronik bağlantılarla kontrol odasıyla temas halindedir. Alınan sinyal
kontrol odasında çözümlenir. Bunun tersine, teleskop bir radar vericisi olarak
kullanılırsa, sinyalle beslenen anten çanağa sinyali geçirir, o da uzaya
yansıtır. Arecibo Gözlemevi uzaydaki uygarlıklardan sinyaller elde etmek
için kullanıldığı gibi, bir defasında da bir mesajımızı M13 adını verdiğimiz
yıldızlar kümesine göndermek için kullanıldı. Böylece yıldızlararası bir
diyalog kurma yeteneğimizin varlığını oralardaki akıllı canlıları anlatmak
istedik.
Arecibo Gözlemevi yakınımızdaki bir yıldızın gezegenindeki benzer bir
gözlemevine Encyclopedia Britannica'nın tamamının metnini birkaç hafta
içinde yollayabilir. Radyo dalgaları ışık hızıyla giderler. Bu da, yıldızlararası
bir yolculuğa çıkan en süratli uzay aracımızdan 10.000 kez daha büyük bir
hız demektir. Radyo teleskoplar, dar frekans dalgaları üzerinden öylesine
yoğun sinyaller yayınlar ki, çok geniş yıldızlararası mesafelerde bile
alınabilir. Arecibo Gözlemevi, Samanyolu Galaksisinin orta yerinde 15.000
Işık yılı uzaklıktaki bir gezegende kurulmuş benzer bir gözlem eviyle iletişim
kurabilir. Yeter ki, radyo teleskopumuzu hangi noktaya yönelteceğimiz
bilinsin.
Radyo astronomi doğal bir teknolojik yoldur. Hemen her gezegenin
atmosferi, bu atmosferin yapısı ne olursa olsun, radyo dalgalarına karşı
saydam bir ortamdır. Radyo mesajları yıldızlararası gaz tarafından fazla
emilmez ya da itilmez. Örneğin, San Francisco ile Los Angeles arasında sis,
görüş olanaklarını, optik dalga uzunluklarının birkaç kilometre mesafeye
inmesi nedeniyle azaltırken, radyo istasyonu yayınının güzelce
dinlenebilmesi gibi, yıldızlararası radyo mesajları da atmosferden
etkilenmez. Akıllı varlıkların eseri olmayan birçok doğal kozmik radyo
kaynağı da sözkonusudur; atarcalar, kuasarlar, gezegenlerin radyasyon
kuşakları ve yıldızların dış atmosferleri bunlar arasındadır, öte yandan,
radyo, elektromanyetik tayfın da geniş bir bölümünü oluşturur. Herhangi bir
dalga uzunluğundaki radyasyonu saptayabilen bir teknoloji, kısa bir süre
sonra tayfın radyo bölümüyle karşılaşır.
İleri uygarlıklar haberleşme alanında radyodan daha öte yöntemler
geliştirmiş olabilirler. Ne var ki, radyo güçlü bir kaynaktır, ucuzdur, hızlıdır
ve basittir. Bizim gibi geri kalmış bir teknolojiye sahip uygarlığın göklerden
mesaj alabilmek için radyo teknolojisine başvurmak zorunda kaldığımı
anlayabilirler. Belki bizimle bu yöntemle iletişim kurabilmek üzere Kadim
Teknoloji Müzesinden radyoteleskopları tekerlekler üzerine koyup
gözlemevine getireceklerdir. Eğer oralardan radyo mesajı alabilecek olursak,
radyoastronomi konusuna eğilme gereğini daha çok duyacağız.
Peki, ama orada konuşulacak birileri bulunur mu acaba? Yalnızca
Samanyolu Galaksisinde yarım trilyona yakın yıldız bulunduğuna göre,
bizimki akıllı canlıların yaşadığı tek gezegen olabilir mi? Adı geçen galaksi
ilerlemiş toplumların sesiyle uğulduyorsa ve hemen yanı başımızda bir kültür
kaynağının nabzı atıyorsa ne olacak? Belki de çıplak gözle görülebilen bir
yıldızın gezegeninde yerleştirilmiş antenden radyo sinyalleri yayıyordur.
Geceleyin göğe baktığımızda, uzaklarda gördüğümüz solgun bir ışık
noktasında belki de bizden değişik birileri bir yıldıza bakıyor. Ve bizim
Güneş dediğimiz bu yıldıza birileri bakarken, bir an için, hakkımızda ileri
geri sözler harcıyor olabilirler.
Bu konuda kesin konuşmak zor. Bir teknik uygarlığın evriminde
engeller vardır belki de. Gezegenler sandığımızdan daha ender olabilir.
Hayatın başlaması bizim laboratuar deneylerinin gösterdiği kadar kolay
değildir belki. Belki de ileri hayat şekilleri olası değildir. Ya da ileri hayat
şekilleri birden gelişiyor da, zekâ ve teknik toplulukların belirmesi, biraraya
zor gelen rastlantılara bağlıdır; tıpkı insan türü evriminin, dinozorların yok
olmasına ve atalarımızın tepelerinde dolaştıkları ağaçların buz çağı yüzünden
kaybolmasına bağlı bulunması gibi. Ya da uygarlıklar Samanyolu’ndaki
sayısız gezegenlerde sürekli olarak belirip ortaya çıkıyor, fakat genellikle
dengesizlikler gösteriyorlar; bu yüzden yarattıkları teknolojiden
yararlanamıyorlar ve ihtirasa, cehalete, çevre kirliliğine ve nükleer savaşa
kurban gidiyorlar.
Bu dev konuyu daha enine boyuna inceleme olanağı vardır. Samanyolu
Galaksisindeki ileri teknik uygarlıklarının sayısını kabaca tahmin edip bu
sayıya N diyebiliriz. İleri uygarlık düzeyinden, radyo astronomiden
yararlanmayı anlıyoruz. Böyle bir tanımlamadan dolayı dar görüşlü
damgasını vurmak isteyebilirler. Birçok gezegende (dünyada) olağanüstü dil
uzmanları ya da büyük ozanlar bulunabilir, fakat radyoastronom
yetiştirmemiş olabilirler. O takdirde onlardan haber alamayacağız demektir.
N harfi çok sayıda etkenin toplamını ifade eder.
N; Samanyolu Galaksisindeki yıldızların sayısı,
fp; gezegen sistemleri bulunan yıldızların oranı,
ne; belirli bir sistemde çevresel koşullar açısından yaşanmaya elverişli
gezegenlerin sayısı,
fl; hayatın başladığı ve yaşanmaya elverişli gezegenlerin oranı,
fi; akıllı canlılara ait hayat şekillerinin geliştiği gezegenler,
fc; haberleşebilecek teknik düzeydeki uygarlıkların geliştiği gezegenler,
fL; bir gezegenin ömrünü teknik uygarlığın süslediği ortalama süre;
Şimdi denklemimizi şöyle kuralım N = N.fpneflfifcfL
N’yi bulmak için bu miktarlardan her birini tahmin etmeliyiz. Bu
denklemdeki etkenlerden ilk sıradakiler hakkında epey bilgi sahibiyiz.
Örneğin, yıldızların sayısıyla gezegen sistemlerinin sayısını biliyoruz. Oysa
son etkenlere ait, örneğin zekânın evrimi ya da teknik toplulukların ömür
süreleri hakkında az şey biliyoruz. Bunlar için tahmin yürüteceğiz. Benim
aşağıda yürüteceğim tahminler için aynı fikri paylaşmayanlar, kendi
düşüncelerine uygun tahminleri yazsınlar. Bakalım bu tahminlerimiz
galaksideki ileri uygarlıkların sayısını nasıl etkileyecek. Cornell
Üniversitesinden Frank Drake tarafından ilk kez ortaya atılan bu denklemin
önemli yanlarından biri, yıldız ve gezegen astronomisinden organik kimyaya,
evrimsel biyolojiye, tarihe, siyasete ve anormal psikolojiye kadar her alanı
içermesidir. Kozmos’un büyük bir bölümü Drake denklemi yelpazesinin
içine girer.
Samanyolu Galaksisindeki yıldızların sayısını ifade eden N.’yi dikkatli
sayımlardan ötürü kesine yakın biçimde biliyoruz. Göğün küçük
bölümlerinde sayım yapmış olmakla birlikte, seçtiğimiz bu küçük bölümler
tüm sayıyı verecek niteliktedirler. Bu sayı birkaç yüz milyardır. Son olarak
yapılan tahminler 4x1011dir. Bu yıldızlardan pek azı, termonükleer
yakıtlarını israf ederek hayatlarına kısa zamanda son veren büyük kütleli
yıldızlardandır. Bunların büyük çoğunluğunun ömrü milyarlarca yıllıktır. Bu
süre içinde dengeli biçimde parıldayarak yakınlarındaki gezegenlerde
yaşamın başlaması ve evrimi için enerji kaynağı sağlarlar.
Gezegenlerin genellikle yıldız kümeleri eşliğinde bulunduğuna ilişkin
kanıt var: Jüpiter’in, Satürn’ün ve Uranüs’ün gezegen sistemleri buna
örnektir. Bunlar bizim güneş sisteminin minyatürleri gibidirler. Gezegeni
bulunan yıldızlar oranını fp’yi yaklaşık 1/3 olarak kabul ediyoruz. O takdirde
galakside gezegen sistemleri toplam sayısı, N.fp = 1.3x1011dir. (^simgesi
aşağı yukarı eşit anlamındadır). Eğer her sistemin bizimki gibi on gezegeni
olsa, galaksideki dünyaların toplam sayısı bir trilyonu aşar ki, epey büyük bir
kozmik arena sayılır.
Kendi güneş sistemimizde şu ya da bu biçimde bir hayat biçimine
elverişli birçok gök cismi vardır; yerküremiz elbet elverişli olanlardandır.
Belki Mars, Titan ve Jüpiter de olabilirler. Hayat bir kez başladı mıydı,
vazgeçilmez oluyor ve yaşam koşullarına ısrarla uyulmaya çalışılıyor.
Herhangi bir gezegen sisteminde hayata elverişli düşen birçok değişik çevre
koşulu sözkonusu olabilir. Biz fazla cömert davranmayarak ne = 2 diyoruz.
Bu takdirde yaşama elverişli gezegen sayısı N.fpne = 3x 1011 dir.
Deneyler şunu gösteriyor ki, en olağan kozmik koşullar altında hayatın
molekül temeli hemencecik oluşuyor, moleküllerin yapı blokları kendi
kopyalarını çekiveriyorlar. Bundan sonraki alana ait daha az kesin
konuşabiliriz. Şöyle ki: Genetik kodun evriminde engeller çıkabilir.
Samanyolu'nda hayatın en azından bir kez başlamış bulunduğu gezegenlerin
tümünü f ~ 1/3 kabul edersek, N.fpnefl = 1 x 1011 sonucuna, başka bir
deyişle yüz milyar tane yaşanan dünyanın varolduğu sonucuna ulaşıyoruz.
Bu müthiş bir sonuç ama henüz bitmedi hesaplarımız. fi ve fc için daha az
kesin konuşabiliyoruz. Bir yandan şunu kabul etmeliyiz ki, bizim bugünkü
akıl ve teknoloji düzeyine erişmemiz için biyolojik evrimimizde ve insanlık
tarihimizde birbirinden değişik öyle çok aşama olmuştur ki, bunların başka
dünyalarda tekrarı zor olabilir. Öte yandan, belirli yetenekteki ileri
uygarlıklara gidiş yolları da değişik olabilir. Büyük organizmaların
evriminde Kambriyen Patlamasının oynadığı rolü he/1 N* x fp x ne x fj x
saba katarsak, fixfc = 1/100 alarak hayatın başladığı gezegenlerden yalnız
yüzde 1’inde teknik uygarlığın geliştiğini söyleyebiliriz. Bu tahmin, çeşitli
bilim çevrelerinde egemen olan kam ortalamasıdır. Bazılarının kanısınca,
tribolitlerin ortaya çıkışından ateşin ehlileştirmesine dek süren aşama, tüm
gezegenlerde çok çabuk olmuştur; bazılarına göreyse on ya da on beş milyar
yılda bile teknik uygarlığın gelişmesi olanaksızdır. Araştırmalarımız ve
bulgularımız tek bir gezegenle sınırlı oldukça, bu konuda fazla varsayımda
bulunamayız. Bu etkenlerin çarpımı bize teknik uygarlığın en azından bir kez
gün ışığı gördüğü gezegen sayısını N.fpneflfifc = 1 x 109, yani bir milyar
olarak veriyor. Fakat bu, teknik uygarlıkların şimdi varolduğu gezegen sayısı
bir milyardır demek değildir. Bu nedenle fL için de tahmin yürütmeliyiz.
Bir gezegenin ömrünün ne kadarlık bölümü teknik uygarlık içinde
geçmiştir? Yerküremiz birkaç milyarlık ömür süresinde radyo astronominin
belirlediği teknik uygarlık dönemini ancak yirmi, otuz yıldır yaşamaktadır.
Demek oluyor ki, gezegenimiz için fL l/108den aşağıdır ki, bu da yüzde birin
milyonda biridir. Ve hemen yarın, kendimizi yok edemeyeceğimiz garantisi
verilemez. Diyelim ki, bizimki tipik bir durum olsun ve kendimizi yok
edişimiz öylesine geniş boyutlara varsın ki, bir daha hiçbir teknik uygarlık
insan türünün ya da başka bir türün uygarlığı Güneş’imizin ömrünün geri
kalan bölümü olan beş ya da altı milyar yılda belirmesin. O takdirde N =
N.fpneflfifcfL = 10’ya eşittir ki, bunun anlamı, belirli bir f i X f0 X fL = N
zamanda galakside çok az, avuç içi kadar az sayıda teknik uygarlık
bulunduğudur. Başka bir deyişle, bu küçük sayı, kendini yok eden teknik
uygarlıkların yerini alanları ifade etmektedir. N sayısı 1’e bile düşebilir. Eğer
uygarlıklar teknolojik aşamaya geldikten hemen sonra kendilerini yok etme
eğilimi gösterirlerse, biz yerküreliler için yeryüzü dışı kimseyle konuşma
olanağı kalmaz. Kendi kendimizle konuşuruz. Bunu da pek iyi
beceremiyoruz ya! Uygarlıkların meydana çıkması milyarlarca yıl alıyor ve
kaplumbağa hızıyla oluyor, sonra da bağışlanmaz bir hata yüzünden bir anda
kendimizi yok edebiliyoruz.
Fakat bir de öteki almaşığı düşünelim: Yüksek düzeyde bir teknolojiyle
yaşamayı sürdürmesini bilen birkaç uygarlık olduğunu... Diyelim ki,
geçmişteki beyin evrimi sapmalarının yarattığı çelişkiler bilinçle
çözümleniyor ve uygarlıkların kendilerini yok etmelerine yol açmıyor; ya da
huzursuzluklar patlak verse bile biyolojik evrimin yer aldığı diğer milyarlı
yıllarda bu düzensizlikler gideriliyor. Bu tür toplumların yaşam süreleri
yıldız yaşı kadar uzun olabilir. Eğer uygarlıkların yüzde 1’i teknolojik
erginlik dönemlerini sağ salim atlatabilseler ve tarihlerinin o kritik
dönemlerinde doğru yola sapıp olgunluk dönemine girebilseler, o takdirde fL
= 1/100, N = 107 olur ki, bu da galakside varlıklarını sürdüren uygarlıkların
sayısını milyonlara yükseltir. Böylece, Drake denklemindeki astronomi,
organik kimya ve evrimsel biyolojiye ilişkin tahminlerimizin güvenilir
olmayabileceği konusundaki endişelerimize karşın, asıl güvensizlik duyulan
etkenler, ekonomi, politika ve yeryüzünde «insan doğası» deyimiyle ifade
ettiğimiz etkendir, öyle anlaşılıyor ki eğer kendi kendini yok etme,
galaksilerarası uygarlıkların ağır basan kaderi olmazsa, göklerde yıldızlardan
gelen mesajlar fısıldaşıyordur.
Böyle bir tahmin insanın kanını hareketlendiriyor. Uzaydan bir mesaj
gelmesi, bu mesajın şifresi çözümlenemese bile, yine de çok umut verici bir
belirtidir. Bu mesaj, birilerinin yüksek teknoloji düzeyine ulaşmış okluğunu,
teknolojik erginlik döneminin başarıyla atlatıldığını belirtiyor. Tek başına
mesaj bile başka uygarlıklar aranması için yeterli bir gerekçedir.
Samanyolu Galaksisinin orasında burasında dağılmış milyonlarca
uygarlık varsa, en yakınına olan mesafe yaklaşık iki yüz ışık yılıdır. Işık
hızıyla bile bir radyo mesajının oraya ulaşması iki yüz yılı bulur. Eğer bir
diyalog başlatmış olsaydık, şu anda diyaloğun neresinde olacağımızı şu
örneklerle anlatalım: Johannes Kepler soruyu sormuş olurdu, biz de o
sorunun yanıtını daha şimdi almış olurduk.
Uzayda başka uygarlıkların bulunup bulunmadığı yolunda giriştiğimiz
arayışın erken aşamalarındayız henüz. Optik fotoğraf aracılığıyla resmi
çekilen yoğun yıldızlı bir alanda yüz binlerce yıldız var. Bizim iyimser
tahminlerimize göre, bunlardan biri, ilerlemiş uygarlık bölgesidir. Fakat
hangisi? Radyoteleskoplarımızı hangi noktaya yöneltmeliyiz? İlerlemiş
uygarlık merkezleri olabilecek milyonlarca yıldız arasında şimdiye dek
radyoyla ancak bin tanesini taradık. Harcanması gereken çabanın yüzde
birinin ancak onda birini yerine getirdik. Ne var ki, sistemli ve ciddi arayış
kısa zamanda yoğunlaşacaktır. Bu alandaki ön çalışmalar B. Amerika ve
Sovyetler Birliği’nde başlamış bulunmaktadır. Bu konuda harcanan çaba
fazla masraflı değildir; orta boy bir gemi, örneğin, modern bir destroyer
fiyatı bile yerküre dışı hayat arayışı harcamalarını geçer.
İnsanlığın tarihinde yer alan karşılaşmalar iyilikten yana karşılaşmalar
olmamıştır çoğunlukla. Kültürlerarası temaslar bir radyo sinyalinin
alınmasından çok değişik, doğrudan ve fiziksel olmuştur. Yine de geçmişten
bir iki örnek vermek, umudumuzun çapını belirlemek için gerekebilir,
Amerikan ve Fransız devrimleri arasındaki dönemde Fransa Kralı XVI.
Louis Pasifik Okyanusuna bilimsel, coğrafi, ekonomik ve ulusal amaçlı bir
sefer düzenlemişti. Bu sefere katılanların başında ABD’nin Bağımsızlık
Savaşında dövüşmüş ünlü kâşif Kont La Perouse bulunuyordu. 1786
Temmuzunda sefer için yelken açtıktan bir yıl sonra Alaska kıyılarına, şimdi
Lituya Koyu adı verilen yere ulaştı. Buradaki limanı beğenen La Perouse,
«Dünyada hiçbir liman bunca kolaylık sunamaz,» diye yazmıştı. La Perouse
ender yer olarak niteliği bu limanda, bazı vahşilere rastladı. Bunlar dostluk
gösterisi amacıyla pelerinlerini ve değişik türde deri mantolar sallıyorlardı.
Bu kızıl derililerin teknelerinden bazıları balık avlıyordu koyda... Vahşiler,
kanolarıyla çevremizi kuşatıyorlar, balık, su samuru ve başka hayvan
derileriyle ufak tefek eşya sunarak karşılığında demir istiyorlardı. Bu tür
alışverişe yatkınlıkları bizi şaşırttı. Avrupalı tüccarlar gibi enikonu pazarlık
ediyorlardı.
Kızılderili yerliler pazarlıkla epey ısrarlıydılar. La Perouse’un tepesini
attıracak kadar ileri gidiyorlar ve özellikle de eşya çalıyorlardı. Fakat bir
defasında Fransız deniz subaylarının yastıkları altında saklı üniformalarını da
çalmışlardı. La Perouse kraliyet emirlerine uyarak bu duruma karşı sert tepki
göstermeyip, barışçı yoldan çözüm getirmeye çalışıyordu. Fakat yerlilerin
«sabrımızın tükenmez olduğunu sanmalarından yakınıyor, yerlilerden yaka
silkiyordu. Buna rağmen, her iki kültürün temsilcileri de birbirlerine zarar
vermemişlerdi. İki gemiyi donatan La Perouse Lituya Koy’undan ayrıldı.
Buraya bir daha da dönemedi. Keşif seferine çıkan gemiler Pasifik'in
güneyinde 1788’de kaybolup gittiler. La Perouse kaybolanlar arasındaydı.
Mürettebattan bir kişi dışında hepsi ölmüştü (4).
Bu olaydan tam yüz yıl sonra Tlingit’lerin reisi Cowse, Kanadalı
antropolog G. T. Emmons’a atalarının ilk beyaz insanla karşılaşmalarına ait
bir öykü aktardı. Bu öykü kulaktan kulağa aktarılan türdendir. Tlingit’lerin
bilgileri yazıya dökme olanakları yoktu. Cowse’nin de La Perouse’u
duymuşluğu yoktu. Cowse’nin bu konuda anlattıkları özetle şöyledir:
Bir ilkbahar günü kalabalıkça bir Tlingit topluluğu bakır alışverişi için
Kuzey’e Yakutat’a gitmeyi denemişlerdi. Demir. bakırdan daha da
değerliydi. Fakat demir bulmak olanaksızdı. Lituya Koyuna giren dört kayık
dalgalar tarafından yutuluvermişti. Hayatta kalanlar kıyıda kamp kurup Ölen
arkadaşları için yas tutarken körfeze iki garip cisim girmişti. Bunların ne
olduğunu bilen yoktu. Kocaman beyaz kanatları olan siyah kuşlara
benziyorlardı. Tlingit’ler dünyanın kuzgun biçimindeki bir siyah kuş
tarafından yaratıldığına inanırlardı. Kuzgun Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları
hapsedildikleri kutulardan kurtarıp uçurmuştu. Kuzgun’a bakan taş
oluverirdi. Kuzgun gördüklerinde, Tlingit’ler ormana kaçarlar ve orada
saklanırlardı. Bir süre sonra, herhangi kötü bir şeyin başlarına gelmediğini
gören cesur birkaç kişi, sansar derisini dürbün gibi kıvırıp bu yöntemle
bakınca başlarına bir şey gelmeyeceğini, taş kesilip kalmayacaklarını
düşünmüşlerdi. Deri parçalarından yaptıkları dürbünlerden bakınca, kocaman
kuşlar kanatlarını katlıyorlar ve bunların vücudlarından çıkan küçücük siyah
yavrular büyüklerin tüyleri üzerinde emekliyor gibi gözüküyordu.
Bu arada neredeyse gözleri tümüyle kör olacak bir savaşçı, topluluğa
hitap ederek hayattan beklediği fazla bir şeyi kalmadığını, topluluğun yararı
için Kuzgun’un insanı taşa dönüştürüp dönüştüremeyeceğini denemek
istediğini açıkladı. Susamuru kürkünü omzuna atıp kanosuna atladı ve kürek
çekilen tekneyle Kuzgun’a doğru götürüldü. Kuzgun’a çıktı ve garip sesler
duydu. Bozuk gözleriyle önünde dolaşan karaltıların ne olduğunu fark
etmedi. Belki de kargaydılar. Topluluk arasına geri döndüğünde onun etrafını
sardılar ve hâlâ hayatta kalmış olmasına şaştılar. Ona el sürüp dokundular,
kokladılar, acaba gerçekten yaşıyor mu diye. Uzun süre düşündükten sonra,
adamcağız ziyaret ettiği şeyin Tanrı Kuzgun olmadığı, insanoğlu tarafından
yapılmış bir dev tekne olduğu kanısına vardı. Karaltılar karga değil, değişik
insanlardı. Savaşçı, Tlingit’leri gemiyi ziyaret etmeleri için yüreklendirdi ve
onlar da kürklerini vererek karşılığında demir aldılar.
Tlingit’ler yabancı bir kültürün temsilcileriyle olan bu ilk barışçı
karşılaşmalarının öyküsünü yazıya dökmeden kulaktan kulağa aktarılmak
suretiyle hiç bozmadan koruyabilmişlerdir (5).
Eğer günün birinde yerküre dışı daha ileri bir uygarlıkla temasa
geçersek, bu temas her ne kadar Fransızların sözünü ettiğimiz temasıyla fazla
ilgili gibi gözükmese de, acaba barışçı mı olacak? Yoksa daha ileri teknik
düzeye ulaşmış kültürün daha düşük düzeyde tekniğe ulaşmış kültürü yok
etmesiyle sonuçlanacak bir durumla mı karşılaşacağız?
XVI. yüzyıl başlarında orta Meksika’da ileri bir uygarlıkla karşılaşıldı.
Aztek'lerin muhteşem bir mimarisi, titiz kayıt tutma yöntemleri ve
Avrupalılarınkinden çok daha üstün astronomi takvimleri vardı. Aztek’lerin
sanat eşyasıyla karşılaşan Albrecth Dürer, Ağustos 1520’de şunları
yazıyordu : «Şimdiye dek kalbimi böylesine sevince boğan bir şey
görmemiştim. Her yanı tümüyle altından, bir kulaç boyunda, bir güneş
gördüm (bu gördüğü, aslında Aztek’lerin astronomi takvimiydi); yine bir
Ay’larını gördüm ki, som gümüştendi, yine aynı büyüklükteydi, kocaman bir
şey... iki oda dolusu silah, zırh ve daha başka savaş araç gereçleri gördüm.
Harikalar mı görüyorum, demekten alamadım kendimi.» Aztek’lerin
kitaplarıyla karşılaşan aydınlar bayıldılar bunlara. Bu kitaplardan biri için,
«Neredeyse Mısırlıların kitaplarını andırıyor,» diyerek hayranlığını ifade
etmişti aydınlardan biri. Hernan Cortes başkentleri Tenochtitlan’ı «dünyanın
en güzel kentlerinden biri» olarak nitelemiş ve şunları eklemişti:
«İnsanlarının davranışları ve gösterdikleri faaliyet Ispanya’daki insanların
düzeyindeydi. Bir düzenin egemen olduğu ve iyi örgütlenmiş bulundukları
belliydi. Bu insanların barbar oldukları, Tanrı’dan habersiz ve öteki uygar
toplumlarla temas halinde bulunmadıkları gözönünde tutulursa, sahip
oldukları her şey olağanüstü şaşırtıcı oluyor.» Bu sözleri yazdıktan iki yıl
sonra Cortes, Tenochtitlan’ı yerle bir etti. Ve Aztek uygarlığından ne varsa
onu da. Aztek’lilerden biri şöyle anlatıyor bu olayı:
Montezuma (Aztek İmparatoru) duydukları karşısında dehşete kapıldı.
Onların yiyip içtikleri şeyler karşısında şaşırıp kaldı. Fakat onda asıl şok
etkisi yapan, İspanyolların ortalığı gümbürtüyle kasıp kavuran topları oldu.
Toptan çıkan ses insanı sersemletiyor, kendinden geçiriyordu. İçinden gelen
koku insanın içini allak bullak ediciydi. Dağa bile çarpsa onu paramparça
ediyor, bir ağacı toz yığınına çeviriyordu. Ağaç sanki üfürülmüş gibi ortadan
kayboluveriyordu... Montezuma’ya bütün bunlar anlatıldığında şok geçirdi,
dehşete kapıldı. Bayılır gibi oldu. Kalbi dayanamadı. İspanyollara ait
haberler Montezuma’ya geldikçe, «Onlar kadar güçlü değiliz,» sözü
yayılmaya başladı. «Onların yanında bir hiçiz.» ispanyollar için «Göklerden
Gelen Tanrılar» denilmeye başlandı. Bütün bunlara rağmen, Aztek’ler
yanılgıya düşmemişlerdi ispanyollar konusunda. Nitekim İspanyolları şöyle
anlatıyorlardı :
Altına birer maymun gibi yapıştılar. Altına sarıldıklarında yüzleri
parıldıyordu. Altın karşısındaki açlıkları doymak bilmiyordu. Çıldırmışlardı
sanki... altına şehvetle saldırmışlardı. Domuzun yiyecek karşısındaki
davranışı gibi altını yiyip her yanlarını onunla doldurmak istiyorlardı.
Buldukları yerde altına ellerini daldırıyorlar, altınla konuşuyor gibi bir şeyler
fısıldıyorlardı.
Fakat İspanyolların ruhunu okuma yetenekleri kendilerini
savunmalarına yetmedi. 1517 yılında Meksika göklerinde büyük bir kornet
görülmüştü. Aztek’lerin tanrısı Kuetzalkoail’un Doğu Denizinden beyaz tenli
bir insan olarak geleceği efsanesine kendini kaptıran Montezuma,
astrologlarını hemen idam ettirmişti. Çünkü kuyruklu yıldızın geleceğini
haber vermemiş ve bunun açıklamasını yapamamışlardı. Bu felaketin
geleceğine inanan Montezuma kendini büyük bir üzüntüye kaptırmıştı.
Aztek’lerin batıl inancının sağladığı avantaj ve yüksek teknolojileri
sayesinde 400 silahlı Avrupalıyla yerli yardımcıları, 1521 yılında ileri
uygarlık düzeyine ulaşmış sayısı 1 milyona yakın bir toplumu yenip
darmadağın ettiler. Aztek’ler ömürlerinde at görmemişlerdi. Yeni Dünya’da
at yoktu. Demir metalürjisini silah sanayiine uygulamamışlardı. Ateşli
silahları icat etmemişlerdi. Oysa İspanyollarla aralarındaki teknoloji açığı
çok geniş değildi. Belki birkaç yüz yıllık bir açıktı.
Bizler, galaksideki en geri teknolojiye sahip topluluğuz herhalde.
Teknik bakımdan daha da geri bir toplumun radyo astronomiden hiç haberi
yoktur kuşkusuz. Yerküremiz üzerindeki kültürlerarası hazin çatışma
durumlarını galaksi boyutunda düşünürsek, şimdiye dek yok edilirdik
herhalde. Shakespeare’imize, Bach’ımıza ve Vermeer’imize karşı hayranlık
duyularak da olsa. Neyse ki, bugüne dek böyle bir şey gerçekleşmedi. Belki
de yabancıların yerküremiz hakkında besledikleri duygular, Cortes’inkinden
çok La Perouse’unkine benziyordur. Daha iyilikten yanadır. Belki de
UFO'lara ilişkin bütün iddialara ve eski astronotların fikirlerine rağmen,
uygarlığımız henüz keşfedilmemiş olamaz mı?
Bir yandan diyoruz ki, teknik uygarlıkların küçük bir bölümü bile
kendilerini düzen içinde yönetebilseler ve kitlesel imha silahlarını zararsızca
koruyabilseler, şu anda galaksideki ileri uygarlıkların sayısı bir hayli fazla
olmalıdır. Yıldızlararası yolculukları çok yavaş yapabilecek durumdayız.
Ama diyoruz ki, insan türü için süratli yıldızlararası yolculuk
gerçekleştirilebilecek bir hedeftir. Öte yandan dünyamızın yerküredışı akıllı
varlıklar tarafından şimdi ya da eski zamanlarda ziyaret edildiğine ilişkin
inandırıcı kanıt yoktur. Peki, bu bir çelişki değil midir? Eğer bize en yakın
uygarlık 200 ışık yılı mesafedeyse, oradan buraya ulaşmak için o da ışık
hızıyla gelinebilirse200 yıl tutar. Işık hızının yüzde biri ya da yüzde birin
onda biri hızıyla da olsa, yine de yeryüzünde insan yaşamının başlamasından
bu yana yakın uygarlıklardan varlıklar gelebilirdi. Neden gelen yok? Buna
verilecek birçok olasılı yanıt bulabiliriz. Aristarkus ve Kopernik’in
görüşlerine ters düşse de, ola ki, bizler «İlk» ve «Birincileriz. Galaksi
tarihinde ilk olarak ortaya çıkan bir teknik uygarlık elbet vardır. Hiç olmazsa
bazı uygarlıkların kendi kendilerini yok etme eğilimi göstermedikleri
inancımızda yanılıyoruz belki. Belki de yıldızlararası yolculuklarda engeller
sözkonusudur. Hem sonra, ışık süratinin altındaki hızlarda bile bu gibi
engellerin neler olabileceğini saptamak zordur. Ola ki burada, aramızdadırlar
ve Gök Kıtası Yönetmeliği uyarınca yeni doğmakta olan uygarlıkların
içişlerine müdahaleyi doğru bulmuyorlardır. Bir de bakmışsınız, bizlerin, bu
yılı yine kendi kendimizi yok etmeden savuşturabilecek miyiz diye bir yosun
tabağında bakteri kültürünü izleyişimiz gibi merakla ve sabırsızlıkla
izliyorlar bizi.
Bir açıklama yolu daha var ki, tüm bildiklerimizle uyuşuyor. Eğer epey
yıllar önce, iki yüz ışık yılı kadar önce, uzayda yolculuk edebilen bir
uygarlık belirmişse bile, dünyamızın ilginç olabileceğini akıllarına
getirmemişlerdir. Onların açısından, yakınımızdaki yıldız sistemlerinin tümü,
keşif ya da kolonileştirmek için aşağı yukarı aynı derece ilginç olabilir (6).
Teknik düzeyi artmakta olan bir uygarlık, kendi gezegen sistemini
keşfettikten sonra yıldızlararası uçuş olanaklarını geliştirerek komşu
yıldızların keşfine çıkar. Yıldızlardan bazılarının gezegenleri olmayabilir.
Hepsi de gazdan oluşmuş birer dev dünyayla ya da asteroitlerle
karşılaşılabilir. Başka yıldızların da gezegenleri bulunabilir. Bunlardan
kiminin atmosferi zehirli olabilir, kimininkiyse rahatsız edici. Bazıları da
meskûn olabilir. Uzayda koloni kurmaya gidenler, yerleşecekleri dünyayı
yaşanır duruma getirme çabasına girişmek zorundadırlar. Bir gezegenin
yaşama uyarlanması çabaları uzun zaman alır. Yaşamaya elverişli gezegen de
çıkabilir karşınıza. Gidilen gezegende, yeni bir yıldıza doğru yolculuğa
çıkmak üzere oranın yerel kaynaklarından yararlanılarak uzay aracı yapmak
uzun zaman isteyecektir. Zamanla yıldızlara doğru ikinci nesil keşif ve
kolonileştirme çabaları devreye girecektir. Ve böyle böyle bir uygarlık asma
örneği dünyalar arasına tırmanacaktır.
Hiçbir uygarlık, topluluktaki doğumların sayısını sınırlandırmadan
yıldızlararası yolculuk çabalarının üstesinden gelemez. Doğum oranı yüksek
herhangi bir toplum, tüm enerjisini ve teknolojisini kendi gezegeni üzerinde
yaşayan insanları doyurmak ve barındırmaya adayacaktır. Çıkardığımız bu
sonuç doğrudur ve şu ya da bu topluluğun özellikleriyle ilgisi yoktur.
Herhangi bir gezegende, biyolojik yapısı ya da sosyal sistemi ne olursa
olsun, nüfusundaki belirgin bir artış tüm kaynaklarını yutacaktır.
Mesai arkadaşım William Newman ve ben şöyle hesapladık : Eğer bir
milyon yıl önce doğum oranı düşük ve uzay yolculuğu yapmaya yetenekli bir
toplum iki yüz ışık yılı uzaklıklarda belirip dış dünyalara açılsaydı ve yolu
üzerinde elverişli dünyaları kolonileştirseydi, keşif araçları henüz şimdi
güneş sistemimize dalacaktı. Fakat bir milyon yıl uzunca bir zamandır. Eğer
bize en yakın uygarlık bundan daha genç yaştaysa şimdiye dek bize
ulaşamazlardı. İki yüz ışık yılı çapındaki bir kürede 200.000 adet güneş ve
belki de bir o kadar sayıda kolonileşmeye elverişli gezegen bulunur. Ancak
200.000 dünya keşfedildikten sonrada: ki, bizim güneş sistemimiz rastlantı
sonucu keşfedilir ve yabancı bir uygarlığın barınağı olabilirdi.
Bir uygarlığın bir milyon yaşını bulması ne demektir? Radyo teleskop
ve uzay aracına sahip oluşumuz henüz yenidir. Yirmi, otuz yıllık falan;
teknik uygarlığımız ancak birkaç yüz yıllıktır. Çağdaş kalıba uyacak bilimsel
düşünceler de birkaç bin yıllıktır. Genel anlamdaki kültürümüzün eskiliği
yüz bin yılı bulmaz. Gezegenimizde insanın belirip gelişmesiyle yalnızca
birkaç milyon yıl öncesine dayanır. Yerküremiz üzerindeki teknik gelişme
oranına bakılırsa, birkaç milyon yıllık ileri bir uygarlığın katettiği yol
bizimkinden birkaç milim ileride demektir. Bizden bir milyon yıl ileride olan
bir uygarlık yıldızlararası yolculuklar ve gezegenleri kolonileştirmekle
ilgilenir mi? İnsanların ömür süresinin kısıtlı olmasının bir nedeni vardır.
Biyolojide ve tıp bilimlerinde çok büyük ilerlemeler, bu nedeni araştırarak
uygun çözümler bulabilirler. Uzay yolculuklarıyla ilgilenişimiz, acaba kendi
yaşam süremizi uzatma ya da sonsuz kılma çabalarımızdan mı ileri geliyor?
Ölümsüz insanlardan oluşan bir uygarlık, yıldızlararası keşiflere çıkmayı
gereksiz ve çocuksu mu bulur? Ziyaret edilmeyişimiz, uzayda yıldızların dizi
dizi bol oluşundan ve yakınımızdaki bir uygarlık bize ulaşmadan önce
uğradığı yerde keşif nedenini yitirmesinden ötürü olabilir.
Gerek kurgu bilim yapıtlarında, gerekse UFO edebiyatında yerküre dışı
varlık hemen hemen bizim kadar yetenekli kabul ediliyorlar. Değişik uzay
aracına ya da ışın tabancasına sahiptirler, ama savaşlarda (kurgu bilim
uygarlıklar arasında savaş görüntülerinden hoşlanıyor) onlar ve bizler hemen
hemen aynı güçteyiz. Aslındaysa galaksideki iki uygarlığın aynı düzeye
erişmiş bulunması hemen hemen olanaksız. Bir çatışmada biri ötekine
mutlaka egemenliğini kabul ettirecektir. Bir milyon yıl az bir zaman dilimi
değildir. Eğer ilerlemiş bir uygarlık güneş sistemimize buyuracak olursa,
bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Onların bilim ve teknoloji düzeyleri
bizimkinin çok üzerindedir. Temasa geçeceğimiz ileri bir uygarlığın olası
kötü niyetinden endişe duymak gereksizdir. Bu kadar uzun bir zaman dilimi
uygarlıklarının sürmüş bulunması, kendi kendilerini ve başkalarını yok
etmeden yaşama yöntemini öğrendiklerini gösterir. Yerküre dışı yaratıklar
konusunda duyduğumuz endişe, kendi geriliğimizin bir sonucu olabilir,
geçmişteki tarihimizden duyduğumuz vicdan azabından doğabilir:
Uygarlıkların azıcık geri kalmış uygarlıklara reva gördüğü saldırılar. Cories’i
ve Aztek’leri anımsayalım. Hatta La Perouse’dan sonraki kuşakların elinde
Tlingit’lerin uğradığı akıbeti de unutmayalım. Unutmuyoruz... Üzüntü
duymadığımızı da söyleyemeyiz. Eğer göklerimizde yıldızlararası bir armada
görünürse. oldukça uysal davranacağımızı söyleyebilirim.
Daha değişik bir temasa geçmemiz olasılığı daha kuvvetlidir; önce de
belirttiğimiz gibi, radyo yoluyla mesajlar alarak temas edeceğiz ve fiziksel
bir temas, hiç olmazsa uzunca bir süre mümkün olmayacak. Böyle bir
durumda mesajı gönderen uygarlığa yanıt verip vermemek bizim elimizdedir.
Eğer mesajı saldırgan ve ürkütücü bulursak cevap vermeyiz. Yok, eğer
mesajda değerli, yararlı bilgiye rastlarsak, uygarlığımız açısından bunun
sonuçları hayret verici olabilir; Başka bir bilimin ve teknolojinin, sanatın,
müziğin, siyasetin, ahlakın, felsefenin ve dinin gizlerine gireceğiz. Dahası,
gezegenimizin durumu «galaksi eyaletine dönüşecek. Daha başka neler
öğrenmemiz mümkün olacağını da göreceğiz o zaman.
Başka
bir
uygarlıkla
bilimsel
ve
matematiksel
bilgiler
paylaşacağımızdan yıldızlararası mesaj göndermek, sorunumuzun en kolay
bölümünü oluşturacaktır. ABD Kongresi ile Sovyetler Birliği Bakanlar
Konseyi’ni yerküre dışı akıllı yaratıklar araştırması için para ayırmaya ikna
etmek işin daha zor yanıdır (7). Gerçekte uygarlıkları iki büyük sınıfa
ayırabiliriz : Dünya dışı akıllı varlıklar araştırması için para ayrılmasına çaba
harcayan bilginlere, bilgin olmayanların karşı çıktıkları ve tüm harcamaların
iç tüketime yöneltilerek yıldızlara ilgi gösterilmeyen, alışılagelmiş
düşüncelerin hüküm sürdüğü toplumlar; İkincisiyse başka uygarlıklarla
temas görüşünün paylaşıldığı ve bu konuya yönelik geniş araştırmalara
girişilen toplumlar.
Bu alan öyle bir alandır ki, insanoğlunun girişimlerinin başarısızlıkla
sonuçlanması bile başarı sayılır. Şöyle ki: Milyonlarca yıldızı içine alan bir
çerçevede radyo sinyalleri aracılığıyla dünya dışı varlık araştırmasına
koyulsak ve hiçbir şeye rastlamasak, hiç olmazsa galaksideki uygarlıkların
pek ender olduğu sonucuna varabiliriz. Bu da evrende kendi
değerlendirmemizi ve çapımızı öğrenmeye yarar. Gezegenimizdeki insan
türünün ne denli ender rastlanan bir varlık olduğu, çok güçlü ve pek seçkin
bir görüş durumuna gelir, her insanın kişilik değeri önem kazanır. Eğer bu
yönde bir başarı sağlarsak, türümüzün ve gezegenimizin tarihi köklü ve
sürekli bir değişime uğrar.
Başka uygarlıkların varlığını ve niteliğini keşfetmemizse, bilgimizi
onların bilgisiyle karşılaştırma olanağı tanıyacağından çapımız
genişleyecektir. O takdirde Samanyolu Galaksisindeki tüm uygarlıkların
etkinlikleri ve bilgileri bir Gök Kıtası Ansiklopedisi’nin konusunu
oluşturacaktır.
Bölüm XIII
YER KÜREMİZ ADINA KİM SÖZ HAKKINA SAHİP
Önümde ölüm ve sürekli kölelik bulunduğuna göre, yıldızların gizlerini
araştırma zahmetine neden gireyim?
— Anaksimes'in Pitagoras'a yöneltmiş olduğu ve Montaigne tarafından
aktarılan bir soru (M.Ö. yaklaşık 600)
Ne denli kocaman olmalı gökyüzündeki o küreler ...Ve iktidar
oyunlarımıza gemi seferlerimize ve tüm savaşlarımıza sahne olan şu
yerküremiz de ne denil küçük olmalı onlarla kıyaslanınca. Şu küçücük
yerkürenin zavallı bir köşesinin efendileri olma uğruna bunca insanın
hayatına kıyan krallarla prensler için gözönünde tutulması gereken, üzerinde
düşünülmesi şart olan bir nokta bu.
— Christiaan Huygens, New Conjectures Concerning the Planetary
Worlds, Their Inhabitants and Productions, yaklaşık 1690,
«Dünyanın tümüne,» dedi Güneş Babamız. «Ben ışığımı ve pırıltımı
veririm; insanlara ısımı veririm onlar üşüdükleri zaman; tarlalarının ürün
vermelerini ve ineklerinin çoğalmasını sağlarım; her gün dünyanın
çevresinde döner, insanların ihtiyaçları ve bunların karşılanması için daha iyi
bilgiler edinirim. Ben sizlere Örnek olmalıyım.»
— İnka'ların bir efsanesinden. Garcilaso de la Vega'nın «Kraliyet
Yorumlarından, 1556
Nice ve nice milyon yıl gerilere doğru bakıyoruz ve şekilden şekle girip
bir güç kaynağından başka bir güç kaynağı arayışına sıçramak, toprak
üzerinde emeklerken kendine güven duyup ayağa kalkmak, havayı hükmü
altına alabilmek için uğraşını kuşaktan kuşağa sürdürmek, derinliklerin
karanlığına inmeye çalışmak ve gelgit balçığında yok olmamak için
insanoğlunda büyük bir savaşın istemi görüyoruz. Bu sarsılmaz istemin
hiddet ve açlıkla bir o yana, bir bu yana yaylanarak yeniden ve yeniden şekil
aldığını, genişleyip kendine çekidüzen vererek fam kavranılamaz hedefine
dur durak nedir bilmeden yöneldiğini, bize giderek yaklaştığına ve
benzediğine tanık olurken varlığının benliğimizde, beynimizde ve
damarlarımızda atmaya başladığını fark ediyoruz... Tüm geçmişin bir
başlangıcın başlangıcını oluşturduğuna, bugüne dek varolmuş ve varolan her
şeyin şafağın alacakaranlığı olduğuna inanmak olasıdır. İnsan zihninin
şimdiye dek ulaşabildiklerinin uyanmadan önceki rüyadan başka bir şey
olmadığına inanmak mümkündür... Bizim soylarımızdan ileride belirecek
zihinler, bizi bizden daha iyi anlayabilecek bir boyutla bugünkü dar
görüşlerimizin içine uzanabilecekler. Bir gün gelecek, günlerin birbirini
amansızca izlediği dizinin içinden öyle bir gün çıkıp gelecek ki, varlıklar
belirecek; şimdi zihnimizde uyur uyanık ve etimizde saklı durumda bulunan
bu varlıklar, insanın bir tabure üzerinde durması gibi toprağın üzerinde
dikilerek gülecek, gülecek ellerini yıldızlara dokundurarak.
— H.G. Wells, The Discovery of the Future, (Geleceğin Keşfi), 1902
KOZMOS HENÜZ DÜN KEŞFEDİLDİ. Bir milyon yıl boyunca herkes
yeryüzünden başka bir yer olmadığını belledi. Derken, türümüzün
yeryüzündeki ömrünün yüzde birinin onda birine eş süresinde, Aristarkus’tan
günümüze dek uzanan kısa bir zaman diliminde evrenin merkezi
olmadığımızı ve evrenin varoluş amacının üzerimizde toplanmadığını
üzülerek öğrendik. Merkezi ve kuruluş amacı bir olmayıp enginlikte ve
sonsuzlukta kaybolmuş minnacık ve minyatür inceliğinde, yüzlerce milyar
galaksi ve milyarlarca trilyon yıldızla bezenmiş bir Kozmik Okyanusta
dönüp dolaşan bir dünya üzerinde yaşadığımızı fark ettik. Cesaretimizi
toparladık ve Kozmik Okyanusun sularına ayaklarımızı daldırdık yavaştan.
Okyanusun bizi çektiğini gördük. Yapımızla bağdaşır bulduk. İçimizden bir
ses Kozmos’un yuvamız olduğunu söylüyor. Yıldız külünden yapılmış
bulunuyoruz. Kökenimiz ve evrimimiz uzak kozmik olgularla bağlanmış
durumda. Kozmos’un keşfi kendi kendimizi keşif yolculuğudur.
Eskiden efsane düzenlerin bildiği üzere, hem gökyüzünün, hem
yeryüzünün çocuklarıyız. Bu gezegen üzerindeki varlığımız süresince
tehlikeli bir evrimsel yük sırtlamış bulunuyoruz. Bu yük torbasının içinde
saldırıya ve töreye yatkınlık, liderlere baş eğme ve yabancılara düşmanca
davranış gibi kalıtsal eğilimler yer alıyor. Fakat aynı zamanda başkalarına
karşı şefkat, çocuklarımıza ve onların çocuklarına karşı sevgi, tarihten bir
şeyler öğrenme ve giderek zekâ ve yeteneklerimize bir şeyler katma
eğilimlerine sahibiz; bunlar da hayatta kalmamıza ve refahımızı sürdürmeye
yarayan etkenler... Yapımızdaki bu eğilimlerin hangileri üstün gelecek
bilemiyoruz, özellikle bakış açımız yalnızca Yerküre adını verdiğimiz küre
sorunlarına yönelikse. Hatta daha da kötüsü, bu kürenin yalnızca küçücük bir
bölümüne yönelikse... Bizi Kozmos'un enginliklerinde kaçamayacağımız bir
hedef beklemekte. Dünyadışı akıllı varlıkların bulunduğuna ilişkin henüz
açık belirtiler yok. Bu, bizimkine benzer uygarlıklar icaba hiç
durmamacasına kendi kendilerini yok mu ediyorlar, üye bir düşünce
getiriyorlar aklımıza. Yerküremize uzaydan »aktığımızda, ulusal sınır diye
bir şey göremiyoruz. Uzaydan gezegenimizin incecik mavi bir hilal, sonra da
yıldızlar kenti aramda bir ışık noktası olarak göründüğünü izleyince etnik,
dinel ya da ulusal şovenist davranışların sürdürülmesi akıl almaz bir duruma
dönüşür. Yolculukların boyutları büyüyor...
Hayatın hiçbir zaman başlama olanağı bulamadığı dünyalar var. Kozmik
felaketlerin yakıp yıktığı dünyalar da var. Biz talihliyiz, hayattayız,
güçlüyüz, uygarlığımızın ve türümüzün refahı elimizde olan bir şey. Eğer
yerküre adına bizler söz sahibi değilsek kim olabilir? Varlığımızı sürdürmede
karar veren bizler olamazsak kim olabilir?
İnsan türü şimdi öyle büyük bir serüvene girişiyor ki, eğer başarılı
olursa toprağa hükmedişi ya da ağaçtan yere inişi kadar önemli bir iş
yapacaktır. Deneye duraklaya yerküreye bizi bağlayan zincirleri
koparmaktayız, manevi anlamda, içimizdeki daha ilkel beyinlerin dürtülerine
karşı çıkıp onları susturarak, maddi olaraksa, gezegenlere yolculuk edip
yıldızlardan gelen mesajları dinleyerek. Bu iki serüven birbirine amansızca
bağlıdır. Her iki girişimde kanımca, birbirinin vazgeçilmez biçimde
tamamlayıcısıdır. Her biri, öteki için şarttır. Ne var ki, enerjimizi daha çok
savaşlara yönlendirmişiz. Karşılıklı güvensizlikten hipnotize olmuş durumda,
türümüzün ve gezegenimizin geleceğiyle nerdeyse hiç ilgilenmeden
toplumlar ölüme hazırlanıyorlar. Ve tuttuğumuz bu yol öylesine korkunç ki,
ne yaptığımızı düşünmemeyi, üzerinde durmayı yeğliyoruz. Fakat gözönünde
tutmaya yanaşmadığımız şeyi düzeltmek zorundayız.
Düşünen her insan nükleer savaştan korkuyor ve her teknolojik devlet
nükleer savaş hazırlığı içinde. Herkes bunun delilik olduğunu bildiği halde
her ülke bu çılgınca hazırlık için bir bahane buluyor. Bu yoldaki nedenlerin
hazin bir dizilişini görüyoruz: Almanlar İkinci Dünya Savaşının başında o
bombanın yapımı için kafa yoruyorlardı; bu yüzden Amerikalılar onlardan
önce ilk biz yapalım diye çalışmaya koyuldular. Amerikalıların bombası
olursa, Sovyetler’in de olması gerekirdi. Ardından İngilizler, Fransızlar,
Çinliler, Pakistanlılar sahip olmak için çabaladılar... XX. yüzyılın sonlarına
doğru birçok ülke nükleer silah bulunduracak. Nükleer bomba yapımı
kolaylaştı. Nükleer reaktörlerden malzeme çalınabilir. Nükleer silah yapmak
neredeyse ev işçiliğiyle bile mümkün olacak.
İkinci Dünya Savaşında kullanılan bombalarda yirmi ton TNT vardı ve
bir kentin bir semtini yakıp yıkabiliyordu. İkinci Dünya Savaşında tüm
kentlere atılan bombaların tutarı iki milyon tondu. Başka bir deyişle, iki
megaton. XX. yüzyılın sonlarına doğruysa bir tek termonükleer bombanın
salıverdiği enerji tutarı iki milyon ton bombanınkine eşit, yani tüm İkinci
Dünya Savaşı bombalarının tahrip edici gücü bir tek bombanın içinde! Şu
anda on binlerce nükleer silah depolanmış durumda. 1990’larda Sovyetler
Birliği'yle ABD’nin stratejik ve bombardıman güçleri, kendilerine
yeryüzünde 15.000 hedef seçmiş olacaklar. Demek oluyor ki, yerküremizde
geleceği garantili hiçbir bölge yok. Birer ölüm dehası örneği olan ve
patlamak için bir düğmeye basılmasını bekleyen bu silahlardaki enerji
10.000 megatonu aşıyor. Bu tahrip gücü İkinci Dünya Savaşındaki gibi 6
yıllık bir savaş dönemine dağıtılmış olmuyor. Yeryüzündeki her aileye İkinci
Dünya Savaşının semt tahrip eden bir bombası düşüyor. Ya da şöyle diyelim:
Kasvetli bir günün yalnızca öğleden sonrasında her saniye içinde bir ikinci
Dünya Savaşı dehşeti yaşanacak.
Nükleer silahlı saldırıdan gelen ölüm nedenlerinin başında, patlamadan
oluşan dalgalardır. Şok dalgaları birkaç kilometre uzaktaki beton binaları
dümdüz edebilir. Öteki ölüm nedenleri de, fırtına gibi yayılan alevler,
gamma ışınları ve geçenlerin içlerini kebap eden nötronlar... İkinci Dünya
Savaşını sona erdiren ABD’nin Hiroşima’ya nükleer saldırısından sağ
çıkabilen bir Japon kız öğrencisi izlenimlerini hemencecik şöyle kaleme
almıştı:
Cehennemin dibindeki bir kapkaranlığın içinde öğrenci arkadaşlarımın
annelerini çağıran seslerini duyabildim. Orada kazılan bir büyük sarnıcın
köprü ayağında ağlayan bir anne, başının üzerinde, yandığı için vücudu
kıpkırmızı olmuş bir bebek tutuyordu. Bir başka anne de yanmış göğsünden
çocuğuna süt emzirirken hıçkırarak ağlıyordu. Sarnıçtaki Öğrencilerin
yalnızca başları ve yardım için ana babalarını çağırmak üzere çırpınan kolları
su üzerinde görülüyordu. Fakat oradan geçen herkes yaralı olduğundan, hepsi
de yaralandığından, kimse kimseye yardım edecek durumda değildi.
Kıpkırmızı kafataslarında saçları seyrek, beyaz tüylere dönüşmüştü. Başları
toz içindeydi. Bu dünyanın insanına benzemiyordu artık onlar.
Daha sonraki Nagazakiye atılan atom bombasının etkisinden farklı
olarak Hiroşima toprak yüzeyinin çok üstünde yer alan hava patlamasıydı.
Bu nedenle nükleer döküntü pek o kadar fazla değildi. Oysa 1 Mart 1954
tarihinde Marshall Adalarındaki Bikini’de yer alan bir termonükleer bomba
patlaması, sanılandan daha fazla radyoaktif döküntü yaptı. Patlamanın 150
km. uzağındaki Rongalap mercan adasında (buranın sakinleri patlamayı
batıdan doğan bir güneşe benzettiklerini söylemişlerdi) genişçe bir radyoaktif
bulut oluştu. Birkaç saat sonra Rongalap üzerine radyoaktif döküntü kar gibi
yağdı. Düşen ortalama miktar 175 rad, yani Normal sağlıklı bir insanı
öldürmek için gerekli dozun yarısı kadardı. Patlama yerinden uzakta
oldukları için Ölenlerin sayısı çok değildi. Radyoaktif stronsiyum insanların
kemiklerine girdi, radyoaktif iyodin de tiroit bezlerine daldı. Çocukların üçte
iki ve büyüklerin üçte birinde sonradan tiroid bezi anormallikleri, büyüme
gecikmeleri ya da habis tümörler görüldü. Neyse ki, Marshall Adaları
sakinleri uzmanlardan oluşan doktor heyetinin bedava bakımı altındaydılar.
Hiroşima’ya atılan bombanın tahrip gücü on üç kilotondu. Başka bir
deyişle, on üç bin ton TNT karşılığı. Bikini’dekiyse on beş megatonluktu.
Karşılıklı nükleer saldırı çılgınlığında dünyamıza atılacak bomba sayısı 1
milyon adet Hiroşima bombasına eşit olacaktır. Hiroşima’da on üç kilotonluk
bir nükleer bomba yaklaşık yüz bin kişinin ölümüne neden olduğuna göre,
bir nükleer savaşta atılacak bombalar yüz milyar insanı öldürmeye yeterlidir.
Oysa yeryüzündeki insan sayısı XX. yüzyılın sonlarına doğru ancak beş
milyar olacak. Böylesi bir karşılıklı nükleer saldırıda hiç kuşkusuz
patlamadan ötürü, alev fırtınası radyasyon ve radyoaktif döküntü yüzünden
herkes ölmeyecek. Radyoaktif döküntünün uzunca bir süre etkisini
sürdürdüğünü de hesaba katmak gerekir: Stronsiyum 90’ın çok büyük bir
bölümü (yüzde 90’ı) 96 yılda erir gider; Cesium 137’nin yüzde 90’ı 100
yılda; İyodin 131’in yüzde 90’ı da yalnızca bir ay içinde erir gider.
Hayatta kalanlar savaşın çok daha ince becerilerine tanık olacaklardır.
Nükleer bir savaş sonucu yüksekteki havanın nitrojeni yanacaktır. Nitrojen,
nitrojen oksitlerine dönüşecek, bu da yukarı atmosferdeki ozonun önemli bir
miktarını yok edecek. Ozonun yok olması güneşin morötesi ışınlarının yoğun
biçimde atmosferden sızmasına yol açacaktır. (8) Morötesi ışın sızması yıllar
boyu sürecek ve cilt kanserine neden olacaktır. Morötesi ışın genellikle cildi
ince olanları tercih edecektir. Daha da önemlisi gezegenimizin ekolojik
dengesini şimdiye dek duyulmamış boyutlarda sarsacaktır. Morötesi ışın
ürünleri
yakar.
Birçok
mikroorganizma
ölecektir.
Hangi
mikroorganizmaların hangi miktarda öleceğini ve bunun sonucunda neyle
karşılaşacağımızı tam olarak bilemiyoruz. Ölecek organizmalar, bildiğimiz
kadarıyla, insanoğlunun zirvede sendelemeye başlayabileceği geniş tabanlı
bir çevresel piramitin temel bölümünden olacaktır.
Nükleer savaşın havayı toza boğması yüzünden, toz tabakası Güneş
Işığını yansıtarak yerküremizin soğumasına neden olacaktır. Gezegen
çapındaki az bir soğumanın bile tarım üzerinde felaket sözcüğüyle ifade
edilebilecek sonuçları olabilir. Radyasyon kuşları sineklerden daha çabuk
öldürür. Sinek sürülerinin peydah oluşunun getireceği tarımsal dengesizlikler
nükleer savaşın olası sonuçları arasındadır. Endişe etmemizi gerektiren bir
veba basili bulunduğunu unutmamalıyız. XX. yüzyılda vebadan ölen
olmamışsa, basilin yokluğundan ötürü değildir bu. İnsanların direncinin
artması sayesindedir. Bir nükleer savaşın getireceği radyasyon insan
vücudunun bağışıklık sistemini de zaafa uğratır ve hastalığa karşı direncimiz
azalır. Uzun dönemde mütasyonlar belirir, ortaya yeni mikroplar ve böcek
türleri çıkar ki, bu nükleer felaketten paçasını kurtaracak olsa bile o kişiyi
ömrü boyunca rahat bırakmaz. Bir süre geçtikten sonra, kötüye doğru
mutasyonların oluşmasıyla, ortaya belki de yeni ve dehşet verici insan türleri
çıkabilir. Bu mütasyonlar belirdiğinde çoğu öldürücü bir hal alabilir. Bazıları
da öldürücü olmayabilir. Bu arada insanı kahreden dertler belirecektir:
Sevdiklerinizi kaybedeceksiniz. tümen tümen yanmış insan göreceksiniz,
gözleri görmeyenlerle sakatların sayısı kabaracak... hastalıklar, veba, inatçı
radyoaktif zehirlerin havaya ve suya bulaşması; tümör tehdidi... ölü
doğumlar ve sakat doğanlar olacak; sağlık hizmetleri aksayacak; önüne
geçebileceğimiz fakat geçmediğimiz bir felaketin uygarlık umudumuzu yok
edişine tanık olacaksınız.
Bir Ingiliz meteorologu olan L.F. Richardson savaş konusuna ilgi duyar,
savaşın nedenlerini bulup ortaya çıkarmaya uğraşırdı. Savaşla hava koşullan
arasında zihinsel paralellikler bulunur. Her ikisinin nedenleri de karmaşıktır.
Her ikisinin de bir düzen içinde yer aldığı görülür. Düzen derken
kastettiğimiz, her ikisinin de durdurulamaz güçler olmadığı, ama nedenleri
anlaşılabilir ve kontrol altına alınabilir güçler olduklarıdır. Küresel hava
koşulları hakkında bir fikir edinebilmek için her şeyden önce bir hayli
meteorolojik veri toplamak gerekir. Havanın nasıl bir davranış gösterdiğini
bilmek gerekir. Richardson, «savaşın nedenlerini kavrayabilmek için de
benzer bir yaklaşımla işe başlamalıyız,» demiş ve zavallı gezegenimizde
1820-1945 yılları arasında patlak veren savaşlara ilişkin veriler derleyip
toplamıştır.
Richardson’un elde ettiği sonuçlar, adı The Statistic of Deadly QuarreLs
(Öldürücü Kavgalar İstatistiği) olan bir kitapta kendisi öldükten sonra
yayınlandı. Belirli sayıda kurban alıp götüren bir savaşla öteki arasında ne
kadar süre geçtiğini saptayan Richardson savaşın neden olduğu ölü sayısını
içermek üzere savaşın kapmasını M harfiyle tanımladı. M=3 olduğu
durumlarda, savaş yalnızca 1.000 kişiyi (105) öldürüyor demekti. M=5 ya da
M=6 olunca savaşta yüz bin ya da bir milyon kişi ölüyor demekti. Birinci ve
İkinci Dünya Savaşları bu açıdan büyük savaşlardı. Richardson’un vardığı
bir bulgu şuydu: Bir savaş ne kadar çok insanın canına kayıyorsa, böyle bir
savaşın yeniden patlak vermesi olasılığı azalıyor ve patlak verse de aradan
uzunca bir süre geçiyordu. Tıpkı şiddetli fırtınaların hafif fırtınalardan daha
az çıkması gibi. Bu verilerden hareket ederek bir buçuk yüzyıl içinde M
büyüklüğüyle gösterilen savaşlara ait bir grafik çizdi.
Richardson bu grafikte M’nin değerlerini küçülttükçe ve M’yi sıfıra
indirgedikçe, dünyadaki ortalama cinayet sayısının bulunabileceğini belirtti;
nitekim dünyada her beş dakikada bir cinayet işleniyor. Bir kişinin
öldürüldüğü cinayetlerle çok sayıda insanın öldürüldüğü savaşlar, asgariyle
azami sınır arasında sürüp giden kesintisiz bir eğridir. Bundan şu sonucu
çıkarabiliriz: Savaş psikolojik anlamda bir cinayet fermanıdır. Mutluluğumuz
ve refahımız tehdit edilince, beslediğimiz umutlara meydan okununca,
cinayet bile işleyebilecek hiddete kapılırız daha doğrusu bazılarımız kapılır.
Bu tahrikler devletler için sözkonusu olduğunda, onlar da çoğunlukla iktidar
ya da kişisel hırsla hareket edenlerin körüklemeleriyle cinayet işleme
hiddetine kapılıyorlar. Cinayet teknolojisi ve savaşla verilen ceza biçimleri
şiddetlendikçe, çok kalabalık insan yığınlarının hep birden cinayet
turnikesine koşulduğu görülüyor. Kitle iletişim araçları genellikle devletin
elinde bulunduğundan bunun düzenlenmesi kolay oluyor. (Nükleer savaşta
durum değişiktir, çünkü çok az sayıda kişinin başlatabileceği bir savaştır).
Bu noktada hırslı yanımızla varlığımızın iyi yanı diye adlandırdığımız
yanı arasında bir çatışmaya tanık oluyoruz; buna beynimizin iç bölümündeki
sürüngenlik döneminden kalma ve cinayete varan hiddetlerin yatağı
Rkompleksi bölümüyle daha yakın tarihlerde gelişen beynimizin memeli ve
insansı dönemi bölümlerinin, yani limbik sistemle beyin kabuğu arasındaki
çatışma da diyebiliriz. İnsanlar küçük topluluklar halinde yaşarlarken ve
silahlarımız ilkelken, müthiş hiddete kapılan bir savaşçının bile
öldürebileceği insan sayısı birkaç kişiydi. Teknolojimiz geliştikçe savaş araç
gereçlerimiz de gelişti. Aynı kısa dönemde, biz de geliştik. Hiddetimizi, düş
kırıklarımızı ve umutsuzluğa kapılışımızı akılla yonttuk. Düne dek çok
yaygın olan gezegen çapındaki adaletsizlikleri azalttık. Ne var ki, şimdi
elimizdeki silahlar milyarlarca insanı bir anda öldürebiliyor. Çok mu çabuk
geliştik dersiniz? Akla yeterince yer verebiliyor muyuz? Savaşların
nedenlerini cesaretle inceleyebildik mi?
Nükleer savaştan caydırma stratejisi dediğimiz durumun, henüz
insanlaşmamış atalarımızda görülen davranışa dayandırılarak sürdürülmesi
ilginçtir. Çağımızın politikacılarından olan Henry Kissinger şöyle diyor bir
kitabında: «Caydırma, her şeyden önce psikolojik ölçütlere dayanır.
Caydırma amacıyla kullanılan bir blöfün ciddiye alınması, ciddi bir tehdidin
blöf olarak kabul edilmesinden daha yararlıdır.» Gerçekten etkili bir nükleer
blöfün içinde mantıkdışı tutumlar da yer alır ki, karşı tarafı nükleer savaşın
dehşetinden uzaklaştırsın. Bunun üzerine olası düşman mantıkdışı
davranışların varmış gibi sunulduğu topyekûn bir çatışmaya girişmektense,
bazı noktalarda geri adım atmaya razı olur. Mantıkdışı davranışınızın
inandırıcılığının en büyük tehlikesi, inandırıcı gözükmek için rolünüzü çok
iyi oynamak gerektiğidir. Bir süre sonra, bu inandırıcılığa siz de alışırsınız ve
artık rol olmaktan çıkıverir.
ABD’ye Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki topyekûn dehşet dengesi,
yerküremiz insanlarını rehin tutmaktadır. Her iki taraf, karşı tarafa, hangi
davranışı yapmasının mümkün olduğuna ilişkin sınırları çizmektedir. Olası
düşman o sınır aşıldığında nükleer savaşın başlayacağına inanır duruma
getirilmiştir. Ne var ki, sınırın tanımlanışı zaman zaman değişiyor.
Taraflardan her biri, karşı tarafın yeni sınırları kavradığından emin olmalıdır.
Her iki taraf kendi askeri avantajını artırma eğitimindedir.
Ama bunu yaparken, karşı tarafı da fazla telaşlandırmamaya özen
gösterir. Her iki taraf da karşı tarafın tahammül sınırlarını sürekli olarak
keşfe çalışır: Küba’daki füze bunalımında, uydu imha edici silahların
denenmesinde, Kuzey Kutbunda nükleer bomba taşıyan uçakların
uçuşlarında, Vietnam ve Afganistan savaşlarında olduğu gibi; bunlar uzun ve
hazin listeden birkaç seçmedir. Yerküremizdeki topyekûn dehşet dengesi,
korunması çok zor ve nazik bir dengedir. Herhangi bir hata yapılmamasına,
ilişkilerin bozulmamasına, sürüngen yanımızın ihtiraslarının ciddi biçimde
dürtülmemesine bağlıdır.
Richardson diyagramı : Yatay eksen, savaşın kapsamını gösteriyor
(M=5 öldürülen 105 sayıda insanı ifade ediyor; M=10 ise 1010 sayıda insanı,
başka bir deyişle, gezegenimizdeki herkesin ölümü demek oluyor). Dikey
eksen M büyüklüğünde bir savaşın çıkmasına kadar geçecek zamanı
gösteriyor. Eğri, Richardson'un 1820 ile 1945 arasındaki savaşlara ait
sağladığı verilere dayanmaktadır. Bu verilere göre, yaklaşık bin yıl süreyle M
= 10’a ulaşamayacaktır (1820 + 1000=2820). Ne var ki, nükleer silahların
artışı, eğriyi büyük bir olasılıkla gölgeli bölüme indirerek Kıyamet Günü'nün
süresini kısaltmış olabilir. Richardson eğrisinin şeklini değiştirmek
elimizdedir; eğer insanlar nükleer silahsızlanmaya cankurtaran simidi gibi
sarılırlar ve gezegenimizdeki canlı topluluğunun yapısını yeni bir düzene
sokmayı amaçlarlarsa...
Şimdi gelelim Richardson’un şemasına. Şemadaki düz kalın çizgi M
büyüklüğündeki bir savaşın ne kadar zaman aralığıyla patlak verebileceğini
gösteriyor. Başka bir deyişle, 10m insanı (Burada M birden sonraki sıfırların
sayısını temsil ediyor) öldürecek bir savaşın olasılık süresini anlatıyor.
Şemanın sağındaki dikey çizginin içinde aynı zamanda son yıllardaki nüfus
gösteriliyor ki, 1835 yılında bir milyarken şimdi 4,5 milyardır (M=9,7).
Richardson eğrisi dik ve kesintili çizgiyle kesiştiğinde, zaman olarak
Kıyamet Gününü göstermiş oluruz: Yerküre insanlarının toptan yok
olacakları büyük bir savaşa dek geçecek zaman dilimi. Richardson’un
eğrisiyle nüfusun ileriki yıllarda ne miktarda artacağı tahminlerini ifade eden
çizginin kesişmesi 3.000’nci yıla rastlıyor. Kıyamet Günü böylece ertelenmiş
oluyor.
Ancak şunu göz önünde tutmalıyız ki, İkinci Dünya Savaşı 7,7
büyüklüğündeydi. Asker ve sivil olarak ölenlerin sayısı elli milyonu buldu,
ölüm teknolojisi dev adımlarla ilerledi. Nükleer silahlar ilk kez kullanıldı.
Savaş nedenlerinin ve eğilimlerinin azaldığını gösteren belirtilere
rastlanmadığı gibi, gerek klasik gerek nükleer silahlar daha öldürücü olma
yolunda ilerliyorlar. Bu yüzden, Richardson eğrisi bilinmeyen bir oranda
aşağı kıvrılarak kesişme noktası erkene alınmış oluyor. Eğer Richardson
eğrisinin erken kesişmesi çizgiyle taranmış bölgeye düşerse Kıyamet Günü
yirmi, otuz yıl sonraya rastlayarak bir hayli öne alınmış olur. 1945 yılından
önceki ve sonraki savaşların patlak veriş sıklığı ya da seyrekliği bu sorunun
yanıtını almamıza yardım eder. Bu yanıtı almaksa gelip geçici bir istek
olmasa gerek.
Aslında şunu demek istiyoruz: Nükleer silahları» gelişimiyle bunları
fırlatma yöntemlerinin mükemmelleşmesi er ya da geç yerküremizde toptan
bir felakete yol açacak. İlk nükleer silahlan yapan Amerikalı ve Avrupa’dan
Amerika Birleşik Devletlerine göç etmiş bilginler dünyaya salıverdikleri
şeytandan ötürü çok acı duydular. Nükleer silahların topyekûn yok edilmesi
için çaba harcadılar. Fakat çabalarına ve çağrılarına aldıran olmadı; ulusal bir
stratejik avantaj sağlama beklentisi gerek Sovyetler Birliği’nde, gerekse B.
Amerika’da kök saldı.
Aynı dönemde nükleer olmayan imha edici silah satışları uluslararası
çapta arttı. Nükleer olmayan silahlara da usturuplu bir deyim kullanılarak
«Klasik* adı verildi. Son yirmi beş yılda uluslararası yıllık silah ticareti,
enflasyon payı da hesaplanarak, 300 milyon Dolar'dan 20 milyar Dolar’a
çıktı. 1950-1968 yıllan arasında nükleer silah kazaları bakımından elimizde
epey titizlikle tutulmuş bilgiler var. Bu bilgiler ortalama yılda birkaç kez
dünya çapında kazanın yer aldığını gösteriyor. Kazara nükleer patlama
olayıysa birkaç taneyi geçmiyor. Silah yapımıyla uğraşan sanayi bölümü,
gerek Sovyetler Birliği’nde gerek ABD’de ve gerekse öteki devletlerde
yaygın ve güçlüdür. B. Amerika’da bu sanayiye dahil büyük şirketlerin iç
tüketim için ürettikleri malları ne denli rahat sattıkları bilinmektedir. Bir
tahmine göre, silah sanayi firmaları teknolojik düzeyi aynı olan fakat başka
mallar üreten firmalara oranla yüzde 30, 50 fazla kâr sağlıyorlar. Silah
üretimi için kabul edilen maliyet artışı sınırları, sivil alan için üretilen
malların maliyetlerinde kabul edilmeyecek bir düzeye varır. Sovyetler
Birliği’nde askeri üretim için ayrılan kaynaklar, gösterilen özen, ulaşılan
kalite, tüketim mallarına oranla çok üstündür. Bazı tahminlere göre,
yeryüzündeki bilginlerle yüksek teknoloji düzeyine ulaşmış elemanların
yarısı, askeri sektörde ya tam gün ya da yarım gün çalışıyorlar. Silahların
geliştirilmesi ve üretilmesi işlerinde çalışanlara en yüksek maaşlar, en üst
yetkiler ve yolunu buldukça da şeref nişanları her iki ülkede veriliyor.
Silahların geliştirilmesindeki gizlilik Özellikle aşırı ölçülere vardırılan
Sovyetler Birliği’ndekişileri isimsizleştiriyor ve görev sorumluluğundan
soyutluyor. Askeri sır kavramı, herhangi bir toplumda, askeri sektörün
vatandaşlar tarafından denetlenmesini çok güçleştiriyor. Eğer onların ne
yaptıklarını bilmezsek onları durdurmamız da zorlaşır. Çalışmalarının
böylesine yüksek karşılığını alabilmeleri, iki devletin askeri sanayi üyelerinin
birbirlerine iğrenç bir kucaklaşma içinde bakışmalarıyla, dünya,
insanoğlunun büyük girişiminin yok oluşa doğru kaydığını fark ediyor.
Her büyük devlet kitlesel imha silahlan yapımı ve istifçiliği için geniş
reklam kampanyalarına dayanan haklı nedenler ilan eder. Bu arada olası
düşmanların sürüngenlikten kalma yapısını hatırlatırcasına onların kişilik ve
kültür noksanlıklarından, dünyayı ele geçirme niyetlerinden söz açarak kendi
niyetinden hiç söz etmez. Her devletin yasakladığı sınırlar çizilmiştir. Bu
sınırın ötesindeki konularda yurttaşlarının kafa yormasına izin vermez.
Sovyetler Birliği’nde bu konular kapitalizm, Tanrı ve ulusal egemenliğin
yitirilmemesidir. B. Amerika’daysa sosyalizm, dinsizlik ve ulusal
egemenliğin yitirilmemesidir. Dünyanın her yerinde hep aynı şey...
Yerküremizdeki silah yarışını yerküredışı bir tarafsız gözlemciye nasıl
anlatabiliriz? Uydu vurucusu, laser, nötron bombaları yapımı, füzelerin
gelişimini ve kıtalararası füzelerin gizlenebilmesi için bir ülke
büyüklüğündeki arazi parçalarının füze saklambacına ayrılmasına ne derdi
bizim gözlemci? Hedeflerine yönelik on bir adet nükleer savaş başlığının
hayatta kalmamızı sağlayacak araçlar olduğu görüşünü savunabilir miyiz?
Yerküre yönetimindeki ustalığımızı böyle mi anlatmalıyız? Nükleer süper
devletin bu konudaki gerçeklerini çok duyduk. Ülkeler adına kimlerin
konuştuklarını biliyoruz. Peki, insan türü için kim konuşacak? İnsan türü
konusunda söz sahibi kim?
İnsan beyni kütlesinin üçte ikisi beyin kabuğundan oluşuyor. Burası da
sevgi ve muhakeme merkezidir. İnsanoğlu topluluk içinde gelişmiştir.
Birbirimizin sözünden sohbetinden hoşlanırız, birbirimize karşı ilgi
gösteririz. İşbirliği içinde yaşamamızı sürdürürüz, özgeçicilik içimizde
vardır. Doğanın bazı yasalarını zekice çözümleyebildik. Birarada
çalışmamızı
gerektiren
yeterince
neden
vardır.
Bunu
nasıl
gerçekleştirebileceğimizi akıl etme yetisine de sahibiz. Nükleer bir savaşı ve
yerküremizde filizlenen yaşamı toptan yok etmeyi düşünebiliyorsak,
toplumlarımızın yeni bir yapıya kavuşturulmasını da düşünemez miyiz?
Yerküremiz dışı bir perspektiften bakınca, gezegenimizdeki uygarlığın en
büyük görevi açısından başarısızlığın ucuna geldiği görülür. Bu büyük görev
yeryüzündeki insanların hayatını ve refahını korumaktır. Peki, her ülkede
olmak üzere, hepimiz işleri ele almadaki alışkanlık kalıplarının dışına çıkarak
enerjik biçimde köklü değişiklere başvurmamalı mıyız? Ekonomik, politik,
sosyal ve dinsel kuruluşlarımızın yapısını yeniden çizmemiz gerekmez mi?
Karşımızda duran almaşık çözümün zorluğu bizi hep sorunun
ciddiyetini küçümsemeye iter; Kıyamet Gününden söz açanlara «telaşe
uzmanları» denir; kurumlarımızda köklü değişimlere gitmenin pratik
olmadığı ya da «insan yapısına» ters düştüğü söylenir. Sanki nükleer savaş
pratik bir yolmuş ve insan yapısı yalnızca tek biçimde yönlendirilebilirmiş
gibi. Gezegen çapında nükleer savaş deneyimi geçirmedik hiç. Her nasılsa,
bu durumu, hiçbir zaman denemeyeceğiz sonucuyla eş tutuyoruz. Zaten bu
deneyimi yalnızca bir kez geçirebiliriz. O zaman da artık istatistik çıkarmak
zaten olanaksızdır.
ABD silahlanma yarışını durdurmayı hedef almış bir kuruluşu
destekleyen ender devletlerden biridir. Fakat Savunma Bakanlığının
bütçesiyle (1980 yılı gideri 153 milyar Dolar) Silahların Denetimi ve
Silahsızlanma Kurumu bütçesi (0.018 milyar Dolar yılda) arasındaki fark,
bizlerin iki konuya verdiğimiz önemin farkını ortaya koymaktadır. Mantıklı
olarak bir toplumun bundan sonraki savaşı hazırlamak için harcayacağı
paranın, bu savaşın niteliğini anlatmak ve önlemek için harcayacağı paradan
daha az olması gerekmez mi? Savaşın nedenlerini inceleme olanağı vardır.
Şimdiki durumda savaş nedenlerini anlama olanağımız kısıtlıdır. Çünkü
tarihin ilk dönemlerinden bu yana silahsızlanma için ayrılan bütçeler ya
gülünç denecek kadar az ya da hiç olmamıştır. Mikrobiyologlar ve
fizikçilerin hastalıkları incelemeleri çoğunlukla insanları tedavi amacını taşır.
Savaşı da, Einstein’in doğru biçimde tanımladığı üzere, çocukluk hastalığı
olarak inceleyelim. Nükleer silahların yayılışı ve nükleer silahsızlanmaya
karşı çıkış, gezegenimizde yaşayan herkesi tehdit eder bir noktaya geldi.
Özel çıkarlar ya da özel durumlar diye bir şey yok artık. Aklımızı ve
kaynaklarımızı kendi alınyazımızı kendi elimizde tutmaya yöneltmekle
hayatta kalmamız ve Richardson eğrisinin daha fazla sağa eğim
göstermemesi mümkün olabilir.
Nükleer rehinler olan bizler yeryüzündeki tüm halklar nükleer ve klasik
savaş konularında kendimizi eğitmeliyiz. Ardından da hükümetlerimizi
eğitmeliyiz. Hayatta kalmamız için akla yakın araç gereçleri sağlayacak
bilimi ve teknolojiyi geliştirmeliyiz. Alışılmış kalıpların dikte ettiği sosyal,
politik, ekonomik ve dinsel fikirlere cesaretle karşı koyma isteğini
edinmeliyiz. Dünyanın her bölgesindeki insan kardeşlerimizin insan
olduklarını anlamak için elimizden gelen her çabayı harcamalıyız. Kuşkusuz
bu tür bir çaba çok zordur. Ne var ki. öne sürdüğü fikirlere, «insan yapısı»yla
bağdaşmadığı ve pratik olmadığı yolunda yanıtlar alan Einstein’in dediği
gibi, biz de «Peki, başka bir almaşık, başka bir seçenek var mı?» diyelim.
Memelilerin özellikleri arasında olan burun ve ağız sürterek sevişmek,
öpüşmek, okşamak, çiftleşmek, yavruları sevmek sürüngenlerde
rastlanmayan özelliklerdir. Eğer Rkompleksiyle limbik sistemlerin
kafatasımızın içinde huzursuz bir uzlaşım içinde bulundukları ve eskiden
kalma eğilimleri beslemeyi sürdürdükleri doğruysa, ana baba şefkatinin
memelilerden aldığımız yapımızı geliştireceğini ve ana baba tarafından
fiziksel olarak sevgi gösterilmemesi halinde, sürüngenlerden aldığımız
özelliklerimizin dürtüleceğini beklemeliyiz. Bunun doğru olduğuna ilişkin
bazı kanıtlar var. Harry ve Margaret Harlow laboratuar deneylerinde fiziksel
sevgiden uzaklaştırılmış durumda kafeslerde yetişen maymunların
arkadaşlarını görüp duyabilme ve koklayabilmelerine karşın, içlerine
kapanık, kederli, kendilerine eziyet edici ve genellikle anormal karakterli
oldukları saptanmıştır. İnsanlarda da aynı durum sözkonusudur. Nitekim ana
babanın fiziksel sevgisinden uzak olarak genellikle bakımevlerinde yetişen
çocuklarda bu durum görülüyor. Çocukların buralarda acı çektikleri açıkça
ortada.
Nöropsikolog James Prescott sanayi öncesi 400 toplulukta yaptığı
incelemelerde, fiziksel sevgiye yer veren kültürlerde yetişen çocukların
şiddete eğilimli olmadıklarım görmüştür. Çocukları fazla öpüp sevmeyen
toplumlarda bile eğer yetişkinlerin seks ilişkileri baskı altında değilse,
gençler şiddete yönelmiyorlar. Prescott’un kanısınca, bireyleri yaşamlarının
en azından bir ya da iki kritik dönemlerinde, başka bir deyişle, çocuklarında
ya da erginlik yaşlarında bedensel sevgiden yoksun bırakan kültürlerde,
şiddete yataklık eden bir ortam gelişiyor. Fiziksel sevgi gösterilen kültürlerde
hırsızlık, kitlesel din örgütlenmeleri ve kıskançlık tohumu taşıyan zenginlik
gösterisine rastlanmamaktadır. Çocukların dövüldüğü yerde kölelik cinayet,
düşmanların organlarını sakat etme, işkence, kadınları hoşgörme ve günlük
yasama olağanüstü varlıkların müdahale ettikleri inancı hüküm sürmektedir.
Sözünü ettiğimiz ilişkileri harekete geçiren mekanizmaların işleyişinden
çok emin değiliz. Fakat bu konuda önemli kıyaslamalara sahibiz; taliminlere
ve varsayımlara ulaşabiliyoruz. Prescott şöyle diyor: «Çocuklara karşı
fiziksel sevgi gösteren ve evlilik öncesi seks ilişkilerine karşı anlayışlı
davranan bir toplumun fiziksel şiddete başvurma olasılığı oranı yüzde 2’dir.
Bu ilişkinin rastlantılara bırakılması halinde olasılık oranı bire 125.000’dir.
Duruma göre değişkenlik gösteren bir olasılık oranının böylesine yüksek ve
kesin sayıya ulaştığı başka bir alan bilmiyorum.» Çocuklar sevilip okşanma
gereksinimini açlık gibi hissederler; yetişkinlerdeyse cinsel ilişki isteği güçlü
bir ihtiyaçtır. Eğer Prsecott söylediklerinde haklıysa, nükleer silahlarla etkili
doğum haplarının bulunduğu bir çağda çocuklara sert davranmak ve cinsel
ilişkileri baskı altında tutmak insanlık suçlarıdır. Bu konuda daha derin
incelemeler yapmak gereklidir. Bu arada her birimiz, geleceğin dünyasına
kişisel ve kesinkes bir katkıda bulunmak üzere çocuklarımıza şefkatle
sarılalım...
Eğer köleliğe ve ırkçılığa, kadını horgörmeye ve şiddete doğru
eğilimlerimiz birbirine bağlıysa ki kişisel karakterler ve insanlık tarihi, ayrıca
kültürlerarası incelemeler bu yöndedir, birazcık iyimser olmamızı gerektiren
gelişmeler sözkonusudur. Toplumumuzda son zamanlarda köklü değişikler
karşısındayız. Binlerce yıldır süregelen kölelik, son iki yüzyıl içinde,
gezegen çapında yürütülen devrim sonucu hemen tümüyle ortadan
kalkmıştır. Binlerce yıldır erkeğin bir adım gerisinde yürüyen ve siyasi,
ekonomik iktidar kapılan kapalı tutulan kadınlar, en geri kalmış toplumlarda
bile erkeklerle eşit duruma geliyorlar. Çağdaş tarihimizde ilk kez büyük
saldırı savaşları, saldırgan devletin yurttaşları tarafından kınandığı için son
bulmuştur. Körükörüne milliyetçilik ve anlamsız gurur duygularının
gıdıklanarak galeyana getirilmesi şiddetini yitirdi. Hayat standardının
yükselmesinden olacak, dünyanın her yerinde çocuklara da daha iyi
davranılıyor. Son yirmi, otuz yılda gezegen çapında değişimler, insan
soyunun sürdürebilmesi yolunda gerçekleşmektedir. Hepimizin tek bir türden
geldiğimiz bilinci yerleşmeye başladı.
İskenderiye Kitaplığı’nın kuruluş yıllarında yaşayan Theofrastus,
«Kutsal’ın karşısında batıl inanç korkaklıktır,» diye yazmıştı. Atomların
yıldızların göbeğinde üretildiği, her saniye binlerce güneşin varlığa
kavuştuğu, yaşamın güneş ışığı ve şimşek çakışıyla genç gezegenlerin
sularında ve havasında kıvılcımlandığı, biyolojik evrim harcının
Samanyolu’ndaki bir yıldızın patlamasından üretildiği, bir galaksi kadar
güzel bir varlığın yüz milyarlarca kez şekil aldığı bir Evren’de yaşıyoruz.
Kuasar’ların, kuark’ların, kar yaprakcıklarının ve ateşböceklerinin bulunduğu
ve kara deliklerin, başka evrenlerin, radyo mesajları şu anda yeryüzüne belki
de gelmekte olan yerküredışı uygarlıkların bulunabileceği bir Kozmos’dayız.
Batıl inançların ve sahte bilimin insan kişiliğinin ayrılmaz parçası olan
bilimin yanında ne denli sönük kaldığı ortadadır.
Doğa’nın her yanı bize büyük bir gizi açığa vuruyor ve hayranlık
duygumuzu kamçılıyor. Theofrastus haklıymış. Gerçek evrenden korkanlar,
ne idüğü belirsiz bilgiyi tafrayla satmaya kalkanlar, kolay edinilen batıl
inançların konforuna sığınacaklardır. Dünyayla göz göze gelmektense ondan
gözünü kaçıranlardır bunlar. Oysa Kozmos’un dokusunu ve yapısını
keşfetme cesaretini gösterenler, kendi istek ve önyargılarına uygun
bulmasalar bile en derin gizlerine inebileceklerdir.
Yeryüzünde bilimle meşgul olan başka bir tür yoktur, insanın icat ettiği
bir yoldur bilim ve doğal ayıklama sonucu insanoğlunun beyin kabuğunda
gelişmesinin bir tek basit nedeni vardır: Çünkü belli bir işleve sahiptir.
Mükemmelleşmiş değildir; bir araçtır sonuçta. Yanlış kullanılabilir. Ama
şimdiye dek icat edilmiş en iyi araçtır: Kendi kendini düzeltebilen, çalışan ve
her konuya yatkın. İki kurala sahiptir. Birincisi: Kutsal kabul ettiği gerçek
yoktur. Her öneri eleştirerek incelenmelidir. Tepeden inme, otoriter savlar
değersizdir. İkincisi: Olaylarla bağdaştıramadığı her şeyi battal kılar.
Kozmos’u olduğu gibi algılamaya çalışmalıyız. Olmasını istediğimiz şekliyle
değil. Apaçık olan şey bazen sahte çıkabilir. Beklenmeyen bir sonuçsa kimi
zaman gerçek çıkabilir, önlerindeki sorunun sınırları geniş olunca, insanlar
aynı görüşleri, amaçlan paylaşabilirler. Kozmos’un incelenmesi ise sınırları
çok geniş bir sorundur. Gezegen çapında kültür gereksinimi dünyamızda
yeni beliren bir gereksinimdir. Sözünü ettiğimiz kültür, dörtbuçuk milyar
yıldır açılan perdelerin ardından ve birkaç bin yıl süreyle etrafa bakınıp ebedi
gerçekleri bulmuş olma küstahlığıyla dünya sahnesine adım atıyor. Fakat
bizimki gibi çabuk değişen bir dünyada ebedi gerçekler reçetesi bir felaket
reçetesi olabilir. Hiçbir devletin, hiçbir dinin, hiçbir ekonomik sistemin,
hiçbir bilgi birikiminin hayatta kalmamıza yetecek tüm yanıtları vermeye
yeterli olabileceği sanılmamalıdır. Şimdikilerden çok daha iyi işleyen birçok
sosyal sistemler muhakkak vardır. Bilimsel geleneğimize uygun olarak bize
düşen görev bunları bulup ortaya çıkartmaktır.
Tarihimizde, bundan önce parlak bir bilimsel uygarlık umudu yalnızca
bir kez belirmişti, İyonya'daki «uyanış»ın kıvılcımladığı umudu
sürdürenlerin sonraki kalesi İskenderiye Kitaplığı’ydı. Bu kitaplıkta 2.000 yıl
önce antik çağın en parlak zihinleri matematik, fizik, biyoloji, astronomi,
edebiyat, coğrafya ve tıbbın sistemli öğrenimine ilişkin temelleri atmışlardı.
Biz hâlâ o temeller üstüne bina kurmaktayız. Bu kitaplık, Büyük İskender’in
imparatorluğundaki Mısır parselini devralan Yunan kralları Ptolemy’ler
tarafından kurulmuş ve desteklenmişti. M.Ö. 3. yüzyılda kurulduğundan yedi
yüz yıl sonra yok edilişine dek, eski dünyanın beyni ve kalbi İskenderiye
Kitaplığıydı.
Bu kitapta sözü edilen insanlar, makineler ve olaylara ait bir zaman
çizelgesi. Antikitera makinesi Eski Yunan’da geliştirilen astronomiye ait bir
bilgisayardır. İskenderiyeli Heron buhar makinesiyle uğraşmıştı. Çizginin
orta bölümüyse insanoğlu için kaybolan 1000 yıllık büyük boşluğu ifade
ediyor.
İskenderiye yeryüzündeki kitap yayınının başkentiydi. Tabii, o zamanlar
baskı makineleri yoktu. Kitap pahalıydı. Her bir kitap elyazmasıydı. Kitaplık
dünyadaki en iyi kitapların toplandığı merkez durumundaydı. Tevrat bize,
İskenderiye Kitaplığı’nda yapılan Yunanca çeviriler kanalıyla gelmiştir.
Krallardan Ptolemy’ler servetlerinin büyük bir bölümünü Yunanca
yayınlanmış her kitabın satın alınması için harcadıktan başka Afrika, İran,
Hindistan, İsrail ve dünyanın öteki ülkelerinden kitap almaya harcamışlardır.
III. Ptolemy Euergetes, Sofokles’in, Euripides’in ve Eskhylos’un ünlü büyük
trajedi yapıtlarının asıllarını Atina’dan ödünç almaya uğraşmıştı. Atinalılar
için bu trajedilerin asılları büyük bir mirastı. Tıpkı Shakespeare’in
oyunlarının yazılı asıllarının İngiltere için büyük bir miras oluşu gibi. Bu
trajedilerin elyazmalarını Atina’dan dışarıya çıkarmak istememişlerdi. Fakat
Ptolemy büyük bir miktar parayı depozito olarak verince, Atinalılar
trajedilerin asıllarını ödünç vermeye razı oldular. Ne var ki, Ptolemy bu kâğıt
tomarlarına altın ya da gümüşten daha çok değer veriyordu. Depozitonun
yanmasına razı oldu ve kitapların orijinallerini kitaplıkta alıkoyarak
çerçeveletti. Buna içerleyen Atinalıların kızgınlığı ancak Ptolemy’nin ezile
büzüle adı geçen yapıtların yazdırılmış kopyalarını vermesiyle birazcık
yatıştı. Bir devletin bilgi uğruna böylesine çaba harcadığı çok enderdir.
Ptolemy’ler yalnızca bilgi koleksiyoncuları değillerdi. Bilimsel
araştırmayı da teşvik ve finanse ederek yeni bilgi üretimine olanak
sağlarlardı. Bu girişimler çok iyi sonuçlar verdi. Eratostenes yerkürenin
çevresini doğru olarak hesapladı, haritasını çizdi ve Ispanya’dan batıya doğru
sefere çıkılırsa Hindistan'a varılabileceği görüşünü savundu. Hipparkus
yıldızların varlığa kavuştuğu, yüzyıllar boyunca yavaştan devindikleri ve
sonunda ölüp gittikleri görüşünü ortaya ilk atan kişiydi. Yıldızların konum
değiştirmelerini ve büyüklüklerini bir liste olarak çıkaran ve değişiklikleri
saptayan da odur. Euklid’in geometri kitabından insanlık yirmi üç yüzyıldır
yararlandı; bu yapıt Kepler’in, Newton’un ve Einstein’in bilimsel ilgisini
uyandırma işlevi de gördü. Galen’in yaraların kapanması ve anatomi üzerine
yazdıkları, Rönesans dönemine dek tıpta egemen görüşler olarak kabul
edildi. Daha önce belirttiğimiz gibi daha nice örnekler sayılabilir.
İskenderiye Batı dünyasının tanık olduğu en büyük kentti. Tüm
toplamlardan insanlar buraya yaşamaya, ticaret yapmaya, öğrenime gelirdi.
Herhangi bir gün limanına bakılacak olsa, tüccarları, turistleri ve öğrenime
gelmiş hocaları görmek mümkündü. Burası Yunanlıların, Mısırlıların,
Arapların, Suriyelilerin, Yahudilerin, Perslerin, Finikelilerin, Nubyalıîarın,
Gallerin ve îberyalıların eşya ve fikir değiş tokuş ettikleri bir merkezdi. Belki
burada kozmopolit sözcüğü gerçek anlamına kavuştu: Bir ulustan değil,
evrenden, Kozmos’tan (*) gelen herkes, bir başka deyişle, «Evren ya da
Kozmos Yurttaşlığı» anlamında kullanılıyordu.
Çağdaş dünyamızın tohumları burada atılmıştır. Bunların kök salıp
filizlenmesi neden durdu sonradan acaba? Niçin Batı bin yıllık bir karanlık
döneme girdi ve İskenderiye’deki yapıtların keşfedilip ortaya çıkarılması
Kristof Kolomb ve Kopernik dönemine kadar gecikti? Bu sorulara yalın bir
yanıt veremem. Fakat şunu söyleyebilirim: Kitaplığın tarihi boyunca ünlü
bilimadamlarıyla öğrencilerden herhangi birinin, toplumlarının siyasi,
ekonomik ve dinsel düşüncelerine karşı çıktığına ilişkin tek bir kayda
rastlanmıyor. Yıldızların varlığı ve bu varlığın sürekliliği tartışılıyordu. Oysa
köleliğin adalete uygun olup olmadığı tartışılmıyordu. Bilim ve öğrenim
genellikle çok büyük bir mutlu azınlığın ayrıcalığıydı. Kentteki halkın
çoğunluğu kitaplıktaki buluşlar hakkında en küçük bir bilgiye sahip değildi.
Yeni buluşlar açıklanmadığı ve halka maledilmediği için araştırma ve
buluşlardan halk pek az yararlanmış oluyordu. Makineler ve buhar
teknolojisindeki
buluşlar,
çoğunlukla
silahların
geliştirilmesinde
uygulanıyor, batıl inançların dürtüklenmesinde ve kralların eğlendirilmesinde
kullanılıyordu. Bilginler hiçbir zaman makinelerin gücünü halkı özgürlüğe
(9) kavuşturma açısından değerlendirmediler. Antik çağın bilimsel
çalışmalarından, halkın yararlanabileceği pratik buluşlara ender olarak
geçilmiştir. Bilim halk yığınlarının ilgisine sunulmamıştı. Durgunluğa,
kötümserliğe ve mistisizmin en süfli biçimlerine karşı terazinin öteki kefesini
bastıracak bir çaba harcanmazdı. Ve sonunda halk güruhu kitaplığı yakmaya
geldiğinde, onları durdurabilecek kimsecik yoktu.
Kitaplıkta çalışan son bilgin bir matematikçi, astronom, fizikçi ve
neoplatonik felsefe okulu önderiydi. Herhangi bir çağda bir insanın
gösterebileceği en olağanüstü başarıları kendinde toplamış olan bu kadının
Adı Hypatia’ydı. 370 yılında İskenderiye’de doğmuştu. Kadınların elinde
çok az olanakların bulunduğu ve onlara eşya gözüyle bakıldığı bir dönemde,
Hypatia serbestçe ve geleneksel kurallara aldırış etmeden erkek çevrelerinde
dolaşırdı. Her bakımdan güzel bir kadınmış. Peşinden koşan epey erkek
olmasına karşın, evlenme önerilerini reddettiği biliniyor. Hypatia döneminin
İskenderiye’si artık epeydir Romalıların egemenliği altında kalmış bir kentti
ve gerginlik içindeydi. Kölelik klasik uygarlığın canlılığını çürütmüştü.
Hıristiyan Kilisesi yeni doğmuştu; gücünü kökleştirerek putperestliğin
etkisini ve kültürünü silmeye çaba harcıyordu. Hypatia bu köklü sosyal
güçlerin patlama noktası üzerindeki detanatör rolündeydi. İskenderiye
Başpiskoposu Cyril, Hypatia’nın Romalı valiyle olan yakın dostluğu,
öğrenimin ve bilimin simgesi olması, bunun da kilise tarafından
putperestlikle eş görülmesi nedeniyle ondan nefret ediyordu. Ama Hypatia
hayatının tehlikede olduğunu bile bile öğretime ve öğretilerini yayınlamaya
devam etti. 415 yılında bir gün işe giderken Başpiskopos Cyril’in müritleri
tarafından yolda kıstırıldı. Atlı arabadan indirildi, elbiseleri yırtıldı ve katiller
ellerindeki deniz kabuklarıyla Hypatia’nın etlerini kemiklerinden kazıdılar.
Kalıntısı yakıldı, eserleri yok edildi ve adı unutuldu. Cyril’e ise azizlik
payesi verildi.
İskenderiye Kitaplığı’nın şan ve şerefli varlığı anıların loşluğuna
karışmıştır. Hypathia’nın öldürülmesinden sonra kitaplığın son kalıntıları
yok edildi. Bu olayla tüm uygarlık sanki kendine bir beyin ameliyatını reva
görmüş ve bu ameliyat sonuca olarak belleğinin, keşif ve icatlarının, düşünce
ve ihtiraslarının büyük bir bölümü silinip gitmişti. Kayıp büyüktü. Hem de
hesaplanamayacak ölçüde büyüktü. Yakılıp yıkılan yapıtların bazılarının
ancak bölük pörçük başlıklarını biliyoruz bugün. Çoğununsa başlığını bile
bilemiyoruz. Yazarının adını da. Sofokles’in Kitaplıktaki 123 yapıtından
yalnızca yedisinin geriye kaldığını biliyoruz. Eskhylos’la Euripides’in
yapıtları için de durum aynıdır. Kaybın önemini belirtmek için şöyle diyelim:
Tutun ki, Shakespeare’in yalnızca Coriolanus ve Kış Masalları geriye kalmış
olsun ve Hamlet, Macbeth, Romeo ve Jülyet, Kral Lear gibi yapıtlarının
adlarından başka bir şey günümüze kalmamış olsun.
O görkemli kitaplıktan bugüne tek bir kâğıt tomarı derli toplu olarak
kalmamıştır. Günümüz İskenderiye’sinde, İskenderiye Kitaplığı’nın değerini
ya da varolmuşluğunu bilen pek az kişiye rastlayabilirsiniz. Aynı biçimde,
İskenderiye Kitaplığı’ndan öncesinin binlerce yıllık büyük Mısır uygarlığını
bilen, değerini anlayan da azdır. Günümüzün daha yeni olguları, başka
kültürel buyrultular eskilerin yerini almış bulunuyor. Bütün dünyada da aynı
durum sözkonusudur. Geçmişle olan bağlarımız çok zayıf ve ince. Oysa
hemen oracıkta birçok uygarlığın kalıntıları bize geçmişi anlatıyor:
Firavunların bilmece gibi duran sfenksleri; az ötede bir eyalet dalkavuğunun
Roma İmparatoru Diokletianus için, belki de İskenderiye halkının tümünün
açlıktan ölmesine izin vermeyişi onuruna yükselttiği bir heykel; bir
Hıristiyan Kilisesi; birçok minare ve çağdaş sanayi uygarlığının işaret taşları:
Apartmanlar, otomobiller, tramvaylar, gecekondu semtleri, televizyon kulesi.
Çağdaş dünyamızın ipleriyle kablolarını birbirine Ören geçmişten gelmiş
milyonlarca bağlantı vardır.
1
Aritmetiğin 5 ya da 10 sayısı temeline oturtulduğu o denli açıktır ki, eski
Yunancada «saymak* fiilinin anlamı «beşlemektir.
2
Yapılan son bir analiz, okyanuslardaki tüm türlerin yüzde 96’sının bu
çağda ölmüş olabileceğine işaret ediyor. Türlerin böylesine silinip
süpürülmesi karşısında, bugünkü organizmalar, Mezozoik zamanlarda
yasamış pek küçük ve tüm canlıları tam olarak temsil etmeyecek sayıdaki
örneklerden gelişmiş olabilirler.
3
Fourier ısının katı cisimlerde yayılışına ilişkin incelemesiyle ün
yapmıştır. Bu incelemeleri gezegenlerin yüzey özelliklerini anlamaya
yardımcı olmuştur. Fourier dalgaların ve diğer döngüsel hareketler üzerinde
yaptığı incelemeleriyle de tanınır. Bu çalışmaları Fourier analizi olarak
matematiğin bir dalını oluşturmaktadır.
4
La Perouse bu gemiye rakip firmanın başındayken, sefere katılmak için
başvuruları geri çevrilen epey genç aday vardı. Bunlardan biri Korsikalıydı.
Korsika’da topçu subayı olan bu gencin adı Napolyon Bonaparte’tı. Dünya
tarihinin örgüsünde önemli bir düğüm atılmış oluyordu. Şöyle ki: Eğer La
Perouse, Bonaparte’ı keşif seferine kabul etseydi, Rosetta Taşı bulunmazdı
ve hiyeroglif yazısı hiçbir zaman Champollion tarafından çözülemezdi. Öte
yandan yakın tarihimiz birçok açıdan epey değişik seyir almış olurdu.
5
Tlingit’lerin reisi Cowse’nin anlattıkları gibi, okuma yazması olmayan
bir kültürde bile ileri bir uygarlıkla temasa geçilmesine ait bir öykü anlatıla
anlatıla, kulaktan kulağa nesillerce korunabiliyor. Eğer yerküremize yeryüzü
dışı bir ziyaretçinin gelişi sözkonusu olsaydı, bu temasın niteliğini ortaya
çıkaracak bir öykü geriye kalırdı.
6
Yüdızlara gitmeyi istetecek birçok etken doğabilir. Eğer Güneş’imiz ya
da komşu bir yıldız bir süpernova olma yoluna girmişse, yıldızlararası uzay
yolculuğu birden çok ilginç bir durum doğurur. Galaksimizde bir patlama
olasılığı belirmesi, eğer biz teknik bakımdan bir hayli ileriysek,
galaksilerarası yolculuğu ilginç duruma getirir. Kozmos'da şiddetli
patlamalar olasılığı uzay göçmenliğini gerekli kılabilir. Böyle bir olasılıkta
bile bizim yerküremize gelmeleri sözkonusu değildir.
7
Başkaca ulusal organlar da sözkonusu olabilir. Örnek olarak İngiliz
Savunma Bakanlığı sözcüsünün 26 Şubat 1978 tarihli London Observer
gazetesinde yayınlanan şu sözünü aktarabiliriz: «Uzaydan gelebilecek
mesajlarla ilgilenmek PTT’nin ve BBC’nin görevleri arasındadır. Yasadışı
yayınları bulup ortaya çıkarmak bu kuruluşların işidir.»
8
Bu süreç, zarar boyutları daha küçük olmakla birlikte, aerosollü sprey
kutularındaki fıslama gücünü veren florkarbonlu iticinin ozon tabakasını
bozmasına benzeyen bir süreçtir. Aerosol sprey kutularının kullanılması bazı
ülkelerde yasaklanmıştır. Bu bir anlamda dinozorların yeryüzünden yirmi,
otuz ışık yıl önce silinmesi nedenini anlatırken sözü edilen süpernova
patlama etkisi sürecine benzemektedir.
Kozmopolit sözcüğünü Platon’u eleştiren rasyonalist felsefe yanlısı
Diyojen bulmuştu.
9
Mısır’da tarlaların sulanmasında hâlâ kullanılan ve suyu kesmeye ya da
salıvermeye yarayan bir burgu sistemini bulan Arşimet bile böyle bir
düşünceyle hareket etmemiştir. İskenderiye’ye geldiği sırada su burgusunu
icat eden Arşimet, bu tür buluşları bilimin erdem çizgisi altında kalan
çalışmalardan sayardı.
Bugünkü başarılarımız, bizden önce gelip geçmiş 40.000 insan nesline
dayanır. İkide bir eski bir uygarlık keşfediyoruz. Geçmişimizi ne denli az
biliyoruz! Hayret edilecek bir durum. Yazıtlar, papiruslar, kitaplar insan
türünün serüvenini bir zaman örgüsü içinde sunuyorlar bize;
kardeşlerimizden, atalarımızdan bazılarının seslerini duymamıza olanak
tanıyorlar. Onların da ne denli bize benzediklerini öğrenince duyduğumuz
sevince paha biçilemez.
Bu kitapta adları kaybolmamış atalarımızın bazıları üzerinde durduk:
Demokritus, Aristarkus, Hypatia, Leonardo, Kepler, Newton, Huygens,
Champollion, Humason, Goddard, Einstein. Bütün bu isimler Batı kültürü
dünyasına ait, çünkü gezegenimizde doğmakta olan bilimsel uygarlıkta
ağırlık Batı kültüründedir. Fakat her kültür Çin, Hindistan, Batı Afrika, Orta
Amerika yeryüzü topluluğuna katkıda bulunmuş ve tohum işlevi gören
düşünürlere sahip olmuştur. İletişim araçları teknolojisindeki büyük
gelişmeler nedeniyle gezegenimiz tek bir topluluk olma yolunda hızla
ilerlemektedir. Aradaki kültür farklarını silip süpürmeden ya da kendi
kendimizi mahvetmeden yerküremizde bütünleşmeyi (entegrasyonu)
başarabilirsek çok büyük bir adım atmış olacağız.
Bugün İskenderiye Kitaplığı’nın yanında bir yerde başsız bir sfenks
duruyor. Firavun Horemheb döneminde, İskender’den bin yıl kadar önce
yapılmış bu sfenks. O aslan vücudun oradan bir göz atınca, çağdaş bir kısa
dalga bağlantı kulesi görülüyor. Bu iki yapıt arasında, insan türünün tarihi
boyunca kesintisiz döşediği bir iplik uzanır. Sfenksle o kule arasında uzanan
zaman kozmik bir andır: Büyük Patlamadan bu yana geçen yaklaşık on beş
milyar yıllık zamanın içinde bir an, Evrenin o zamandan bu zamana gelişine
ilişkin kayıtların hemen tümü zaman rüzgârları tarafından savrulmuştur.
Kozmik evrimin kanıtları İskenderiye Kitaplığındaki papirüs tomarlarından
daha kötü silinip süprülmüştür. Ama yine de atalarımız ve bizim yolculuk
yaptığımız o dönemeçli yola, cesaret ve akıl sayesinde birazcık göz atabildik
:
Büyük Patlamanın çıkardığı madde ve enerjinin yayılmasından sonra
bilemediğimiz çağlar boyunca Kozmos şekilsizdi. Ne galaksiler, ne
gezegenler, ne hayat vardı. Her taraf koyu, aşılamaz bir karanlığa
gömülmüştü, hidrojen atomları da boşluktaydı. Kâh orada, kâh burada
giderek yoğunlaşan gaz birikintileri fark edilmeyecek biçimde yığılıyordu.
Madde küreleri yoğunlaşıyor, yağmur biçimindeki hidrojen damlaları
güneşlerden daha büyük kütleler oluşturuyordu. Bu gaz küreleri içinde
maddede hazır bekleyen nükleer (çekirdeksel) ateş kıvılcımlandı. İlk yıldız
nesli böylece doğmuş oluyordu Kozmos’u ışığa boğarak. O zamanlar ışığı
alacak gezegenler, göklerin parıltısını izleyecek canlı yaratık yoktu. Göğün
derinliğindeki yıldızların fırınlarında nükleer erimeden ağır elementleri
sağlayan, hidrojen küllerini yakan, gelecekteki gezegenlerle oradaki hayat
şekillerinin atomik yapı harcını hazırlayan bir ilmi simya belirdi. Kocaman
kütleli yıldızlar nükleer yakıt depolarını hemencecik tükettiler; büyük
patlamanın etkisiyle, yapı harçlarının büyük bir bölümünü, bir zamanlar
yoğunlaşmasından oluştukları ince gaza dönüştürdüler. Yıldızlararası kara
çamur bulutlarında birçok elementten yeni yağmur tanecikleri oluşuyordu.
Bunlar daha sonraki yıldız nesilleriydi. Çevrelerinde daha küçük yağmur
tanecikleri oluştu. Bunlar nükleer ateşi kıvılcımlandıramayacak kadar küçük
cisimlerdi. Yıldızlararası sistemdeki bu damlacıklar gezegen olma
yolundaydılar. Bunlar arasında taştan ve demirden yapılmış bir küçücük
dünya da vardı, adına yeryüzü dediğimiz gezegenin ilk haliydi bu.
Yerküre pıhtılaşıp ısınırken içinde kasılıp kalmış metan, amonyak, su ve
hidrojen gazlarını salıverdi. Böylece ilkel atmosferle ilk okyanuslar oluştu.
Güneşten gelen yıldız ışığı ilkel yerküreyi aydınlığa boğdu ve ısıttı. Fırtınalar
şimşek ve yıldırımlara yol açtı. Volkanlar lav püskürttüler. Bu süreçler ilkel
atmosferlerin molekül zincirlerini kırdı. Bundan çıkan parçalar birleşip daha
karmaşık biçimler alarak yerküreye yeniden düştüler ve okyanuslarda
eridiler. Bir süre sonra denizler sıcak bir bulamacı andırıyordu. Killerin
üzerinde moleküller örgütlendi ve karmaşık kimyasal tepkimeler belirdi. Ve
bir gün, bulamaçtaki moleküller arasından bir tanesi çıkıp tümüyle rastlantı
sonucu kendi kopyalarını üretebilmeye başladı. Zamanla kendi kopyalarını
tekrarlayabilen daha karmaşık moleküller belirdi. Daha sonra kendi
kopyalarını yapmayı doğal ayıklama kalburundan geçebilen moleküller
başardılar. Kopyalarını daha iyi tekrarlayabilenler daha çok ürediler. Ve
böylece ilkel okyanus bulamacı giderek koyuluğunu yitirdi. Kendi
kopyalarını tekrarlayan organik moleküllerin yoğunlaşması sonucu
bulamacın harcanmasıyla okyanus çamuru inceldi. Aşamalı olarak ve farkına
varılmadan hayat başlamıştı.
Tek hücreli bitkiler gelişmiş, hayat kendi besin kaynağını yaratmıştı.
Fotosentez atmosferi değişikliğe uğratıyordu. Cinsel ilişki doğdu. Bir
zamanlar serbestçe yaşayan hayat şekilleri özel işlevli karmaşık hücreler
oluşturmak üzere birleştiler. Tat ve koku algılayıcı sinirler gelişti. Kozmos
artık tadı ve kokuyu biliyordu. Bir zamanlar tek hücreli olan organizmalar
çok hücre topluluklarına dönüşerek çeşitli yerlerinde özel organ sistemleri
geliştirdiler. Göz ve kulak belirdi. Şimdi artık Kozmos görebiliyor ve
duyabiliyordu. Bitkiler ve hayvanlar toprağın hayat kaynağı olduğunu
keşfettiler. Organizmalar vızırdamaya, sürünmeye, paytak paytak yürümeye,
kaymaya, kanat çırpmaya, tırmanmaya ve yükselmeye koyuldular.
Ormanlarda dev gibi hayvanlar kükremeye başladı. Denizkabuğu içinde
bekleyeceğine, dünyaya doğrudan doğruya göz açan ve damarlarında
okyanuslardaki gibi bir sıvı dolaşan küçük yaratıklar belirdi. Bunlar hızlı
hareket edebilmeleri ve açık gözlülükleriyle hayatta kalabildiler. Derken,
ağaçlarda yaşayan bazı küçük hayvancıklar aşağı sıçradılar. Ayakları
üzerinde durmayı becerdiler ve araç gereç kullanmayı öğrendiler, başka
hayvanları ehlileştirdiler. Hayvanlarla birlikte bitkileri ve ateşi ehlileştirdiler
ve konuşma dilini icat ettiler. Yıldızlardaki külü hazırlayan ilmi simya şimdi
artık bilinçlerine işliyordu. Son sürat bir girişimle yazıyı icat eltiler, kentler
kurmayı akıl ettiler, sanata ve bilime yöneldiler. Ve gezegenlerle yıldızlara
uzay araçları fırlattılar. Bunlar on beş milyar yıllık kozmik evrim süresinde
hidrojen atomlarının yapabileceği şeylerden bazıları...
Bu söylediklerimizde destansı bir mitoloji havası var. Doğrudur.
Aslında, günümüz bilimi tarafından açıklandığı şekliyle bir kozmik evrimin
anlatısı sözkonusudur. Elde edilmesi zor yaratıklarız ve aynı zamanda
kendimize karşı tehlike de yaratırız. Fakat kozmik evrimle ilgili olarak
yapılan her hesap şunu açıkça ortaya koyuyor ki, yeryüzünün tüm yaratıkları,
galaksi hidrojeninin en son ürünleri olan yaratıklar yabana atılacak şeyler
değillerdir. Maddenin gezegenimizdeki kadar hayret verici mutasyonlara
uğradığı başka yerler de bulunabilir. Bu yüzden göklerden bir ses
duyabilmek için can kulağıyla dinlemeye koyulmuşuz.
Öyle garip kavramlarla yetiştirilmişiz ki, bizden birazcık değişik bir kişi
ya da toplumla karşılaşınca, onların bize yabancılığı nedeniyle güvensizlik
duyuyoruz ya da nefret ediyoruz. Oysa her bir uygarlığın anıtları ve kültürü,
insan olmanın değişik biçimde anlatımından başka bir şey değildir.
Yerküredışı bir ziyaretçi çeşitli insanlar ve toplumları arasındaki farklara göz
attığında, aramızdaki benzerlikleri farklardan daha çok bulacaktır. Kozmosu
akıllı yaratıklar dolduruyor olabilir. Fakat Darwin’in öğretisi açıktır: Başka
bir yerde insana rastlayamazsınız. Yalnızca gezegenimizde vardır insan. Bu
küçücük gezegenimizde. Nadir fakat tehlikeli bir türüz. Kozmik perspektifte,
her birimiz çok değerliyiz. Eğer bir insanın sizinle aynı fikri paylaşmadığını
fark ederseniz, aldırmayın, bırakınız bu gezegende yaşamaya devam etsin.
Unutmayın, yüz milyar galakside bir insan daha bulamazsınız.
İnsanlık tarihine, giderek daha genişleyen bir ailenin bireyleri
olduğumuz inancının yavaştan içimizde uyanış süreci gözüyle bakabiliriz. İlk
zamanlar yalnızca kendimize ve çok yakın akrabalardan oluşan
yakınlarımızaydı sadakatimiz. Sonradan göçebe avcı gruplarına, ardından
kabilelere, küçük yerleşim örgütlerine derken devlet kentlere ve devletlere
sadakat gösterdik. Sevdiklerimizin çemberleri genişledi. Şimdi süper
devletler dediğiniz, değişik etnik gruplar ve kültür ortamlarından gelme
devletlerin bir bakıma birlikte çalıştıklarını görüyoruz. Bu, hiç kuşkusuz
insancıllaşma ve insanda yeni bir kişilik geliştirme deneyi midir. Eğer
hayatta kalmak istiyorsak, sadakat çemberimiz daha da genişlemeli, tüm
insanlığı içine alacak, yerküre gezegenini kapsayacak biçimde olmalı.
Devletleri yönetenlerin çoğu bu düşünceden hoşlanmayacaklardır. İktidar
kaybına uğramaktan korkacaklardır. İhanet ve sadakatsizlik sözcüklerini bir
hayli işiteceğiz demektir. Zengin devletler zenginliklerini yoksul devletlerle
paylaşmak zorunda kalacaklardır. Fakat önümüzdeki seçenek, H.G. Wells’in
bir zamanlar değişik biçimde söylediği üzere açıktır: Evren ya da hiç.
Birkaç milyon yıl önce insan diye bir varlık yoktu. Bir milyon yıl sonra
gezegenimizde insan olacağını kim bilebilir? Gezegenimizin 4,6 milyar yıllık
tarihinde yerküremiz dışına hiçbir şey gönderilmemişti. Oysa şimdi içinde
insan olmasa da küçücük uzay araçları keşif amacıyla yerküremizden ayrılıp
güneş sisteminde bir güzel dolaşıyorlar. Yirmi dünyanın ön keşfini
tamamladık. Bunlar arasında çıplak gözle görülebilen tüm gezegenler,
atalarımızın düşünce ve hayretlerini harekete geçiren o dönmedolaptaki gök
ışıklarının tümü bulunuyor. Eğer varlığımızı sürdürebilirsek bunu iki şeye
borçlu olacağız: Birincisi, teknolojik erginliğimizin bu tehlikeli dönemini
kendimizi mahvetmeden atlattığımız içindir; İkincisi de bu dönemi yıldızlara
geziler başlatmak için kullandığımızdan ötürüdür.
Seçenek çırılçıplak karşımızda durarak anlamlı anlamlı gülüyor bize.
Gezegenlerde sondaj yapmak üzere gönderilen aynı roket fırlatıcıları, başka
ülkelere nükleer başlıklar fırlatmak için de hazır durumda bekliyorlar. Viking
ve Voyager uzay araçlarının enerji kaynakları olan radyoaktif güç santralleri,
nükleer silah yapımında yararlanılan teknolojiye dayanıyor. Balistik füzeleri
nişanlamaya, yöneltmeye ve bizi saldırıya karşı korumaya yarayan radyo ve
radar tekniği, aynı zamanda gezegenlere fırlatılan uzay araçlarını dinlemek,
onlara komut vermek ve başka yıldız yakınlarındaki uygarlıklardan
gelebilecek sinyalleri dinlemek için kullanılan tekniktir. Eğer bu teknolojileri
yeryüzünden kendimizi silip süpürmek için kullanırsak, gezegenlere ve
yıldızlara ulaşma girişimlerinde bulunamayız. Bunun tersi de olabilir. Eğer
gezegenlere ve yıldızlara yolculukları sürdürürsek, şovenizmimiz
temellerinden daha da sarsılacak. Kozmik perspektif içinde bakmaya
alışacağız. Başka dünyalara ve yıldızlara çıktığımız yolculuklardaki
keşiflerin tüm yerküredeki insanlar adına yapılabileceğini kabulleneceğiz.
Enerjimizi ölüme değil, yaşama adanmış bir girişime yatıracağız;
yerküremizi ve üzerindeki insanları anlamayı derinleştirerek başka yerde
hayat araştırmasına girişeceğiz. Uzayın keşfi araçlarda insan bulunsun ya da
bulunmasın, savaşın gerektirdiği aynı teknolojik ve örgütsel becerileri
gerektirdikten başka, yine savaştaki gibi cesarete ve yiğitliğe yer verir.
Nükleer savaş patlamadan önce gerçek bir silahsızlanmaya gidilirse, uzayın
keşfi büyük devletlerin askeri sanayi kuruluşlarını uzun süreli olumlu bir
girişim için biraraya getirebilir. Savaş hazırlıkları için yapılan yatırımlar,
Kozmos’un keşfi amacına oldukça kolay biçimde yöneltilebilir.
Gezegenlerin keşfi programı fazla bir harcamayı gerektirmez. Sovyetler
Birliği’nın uzay bilim ve teknolojisi için harcadığı para ABD’nin
harcadığının birkaç katıdır. Bu paraların toplamı, iki ya da üç nükleer
denizaltı maliyetine eşittir. Ya da yapımına yeni girişilen bir silah sistemi
için her yıl ayrılan maliyet artışı parasına eştir. 1979 yılının son üç ajanda
F/A 18 uçakları yapım projesinin maliyeti 5,1 milyar Dolar artarken, F16 tipi
uçakların maliyet artışı 3.4 milyar Doları bulmuştur. 1970 1975 yılları
arasında ABD’nin ulusal siyaset uygulaması olarak Kamboçya’yı
bombalamak için harcadığı para tutarı olan 7 milyar Dolar. B. Amerika’yla
Sovyetler Birliği’nin içinde insan bulunmayan uzay araçlı keşifler için
şimdiye dek harcadıklarından fazladır. Viking’in Mars gezegenine ya da
Voyager’in dış güneş sistemine gönderilmesine harcanan para, Sovyetler
Birliği’nin 1979 80’deki Afganistan işgaline harcadığı paradan azdır. Teknik
personel kullanımı ve yüksek teknoloji üretimi sağladığı için uzayın keşfine
yatırılan paranın ekonomik verimliliği yüksektir. Yapılan bir araştırmadan
anlaşıldığına göre, öteki gezegenlere yatırılan her Dolar’ın ulusal ekonomiye
7 Dolar’lık katkısı oluyor. Buna rağmen, kaynak yetersizliğinden ötürü
ertelenmiş önemli ve aslında pekala uygulanabilir girişimler sözkonusudur.
Ertelenmiş projeler arasında Mars’ın yüzeyinde bir rover (uzay cipi)
dolaştırmak, kornetle randevulaşmak, Titan’a konma ve uzaydaki öteki
uygarlıklardan radyo sinyalleri almak gibi tasarımlar yer alıyor.
Ay'ın yüzeyinde sürekli üsler bulundurmak ya da Mars’a insan fırlatmak
gibi büyük uzay girişimleri yakın bir gelecekte gerçekleştirilemez. Meğer ki,
nükleer ve «klasik» silahlar alanında silahlanmaya doğru büyük adımlar
atıla. Öyle olsa bile, yeryüzünde yine de bu paranın harcanmasını gerektiren
ivedi ihtiyaçlar vardır. Fakat şuna kesinlikle inanıyorum ki, kendi kendimizi
mahvetme becerisini göstermezsek, sözünü ettiğimiz girişimleri er ya da geç
gerçekleştirebileceğiz. Durağan (statik) bir toplum düşünmek olanaksızdır.
Kozmos’u keşiften birazcık yüz çevirmek bile birçok kuşakta kendini
gösterecek gerilemeye yol açar. Buna karşılık, yerküremizin az ötesindeki
serüvenlere bir nebze katılışımız Kristof Kolomb’un deyimiyle «Yıldız
Serüveni»ne katılmak, gelecek insan kuşaklarında Kozmos’un keşfinde payı
bulunma coşkusu yaratacaktır.
3,6 milyon yıl önce şimdi Tanzanya’nın kuzeyi olan bölgede bir
yanardağın püskürdüğü kül bulutları çevredeki savanlara yayıldı. 1979
yılında paleoantropolog Mary Leakey o küller arasında ayak izlerine rastladı.
İlkel dönem insansılarından birinin ayak izi olduğuna inanan Mary Leakey’e
göre, yeryüzündeki tüm insanların alası olabilir bu. Ve 380.000 kilometre
ötede insanların bir iyimserlik anında Sükûnet Denizi adını verdikleri kurak
bir düzlükte bir ayak izi daha duruyor. Bu, gezegenimizden başka bir
dünyaya ayak basan ilk insanın ayak izidir. 3,6 milyon yılda epey ilerlemişiz.
Hatta 4,6 milyar yılda. Hatta hatta 15 milyar yılda.
Kendisi konusunda bilinçlenmeye başlayan bir Kozmos’un bölgesel
temsilcileriyiz. Kökenlerimizi araştırabilmeye başlamışız. Harcında yıldız
bulunduranlar yıldızlar hakkında kafa yoruyor; on milyar milyar milyar
atomun örgütlenmiş toplulukları atomların evrimini inceliyor; en azından
bizim diyarda beliren bilincin buralara gelinceye dek geçtiği uzunca yolu
saptamaya çalışıyor. Bizim sadakatimiz türlere ve gezegenedir. Biz
yerküremiz adına konuşuyoruz. Varlığımızı sürdürme yükümlülüğümüzse,
yalnızca kendimize karşı değil, aynı zamanda Kozmos’a karşıdır da. Yaşam
kaynağımız olan o eski ve engin Kozmos’a...