Yapay Zekâ, Doğal Zekâ, Doğanın Zekâsı
Yapayından söz ettiğimize göre bunun bir de doğalı olmalı. Ama bu yapay-doğal ikiliğini
kıran bir üçüncüsünü de ekleyebiliriz: doğanın zekâsı. İkiliklerin dışına çıkınca
düşüncemiz zenginleşiyor, anlam alanı genişliyor. Sanat da bunu yapmaz mı? Bu yazı
Yapay Zekâ etrafında geliştirilen söylem ve sanat ilişkisine bakıyor.
Son verilere göre, türlerin soyu, insan etkisi olmaksızın tükeneceklerinden en az 1.000 kat
daha hızlı tükeniyor. Vahşi hayvan popülasyonu 1970'ten bu yana üçte ikiden fazla
azalırken, insan nüfusu iki kattan fazla artmış. Gezegenimizin tarihinde daha önce türlerin
ve biyo-çeşitliliğin hızla kaybolduğu beş yok oluş yaşandığını biliyoruz. Beşincisi bir gök
cisminin dünyaya çarpmasıyla dinozorların yok olduğu zamandı. Bilim insanları ve
aktivistler şu anda yaşananları Altıncı Kitlesel Yok Oluş olarak adlandırıyor.
Sanayi, tarım ve fosil yakıt kullanımı nedeniyle havadaki karbondioksit milyonlarca yıldır
görülen en yüksek seviyeye ulaşmış durumda. Kimyasal döngülerin bozulması denizleri ve
nehirleri ölü bölgelere dönüştürüyor. Küresel ısınma buzulların erimesine, deniz
seviyelerinin yükselmesine, seller, kuraklıklar ve kasırgalar gibi şiddetli hava olaylarının
artmasına neden oluyor.1 Bütün bunların sosyal ve politik sonuçlarıyla baş etmek
durumundayız.
Dünya tarihinin son 11.700 yılına Holosen Çağı deniyor; son büyük buzul çağının sona
ermesinden bu yana geçen süre. İnsan türü çok daha eski, 8-4 milyon yıl, Homo sapiens ise
200-300 bin yıl kadar geriye gidiyor. Ama Homo sapiens’in dil yetisini geliştirmesi sadece
50.000 yıl kadar. Yine de insanlığın kaydedilmiş tüm tarihi, tüm medeniyetlerinin yükselişi
ve çöküşü Holosen denilen, buzul çağını takip eden bu nispeten sıcak dönemde
gerçekleşiyor. Yani esasen insan türü, en temel teknolojilerden biri olan tarımın
başlangıcından bu yana yaklaşık 12.000 yıldır çoğalmaya devam edip teknolojiler geliştirerek
ve medeniyetler kurarakdünyayı değiştiriyor.
İnsan etkisinin jeolojik değişimlere sebep olması ise çok daha yeni. Holoseni takip ettiği
kabul edilen döneme Anthropocene2 deniyor. Antroposen, yani İnsan Çağı olarak
adlandırılan bu “jeolojik” çağın kesin bir başlangıç tarihi yoksa da 1780’lere yani endüstri
devriminin başlarına uzanıyor. Anthropocene Working Group ise Anthropocene’in
başlangıcını 1950’lere çekiyor. 3
1
https://populationmatters.org/lp-welcome-to-the-anthropocene/?gad_source=1
2 “Antroposen kelimesi Yunanca insan ('anthropo') ve yeni ('cene') terimlerinden gelmektedir. 1980'lerde ortaya
atılmış, ardından 2000 yılında atmosfer kimyacısı Paul J Crutzen ve diatom araştırmacısı Eugene F Stoermer
tarafından popüler hale getirilmiştir. İkili, yeni bir jeolojik çağda yaşadığımızı öne sürdü. Türümüz Homo sapiens'in
Dünya ve sakinleri üzerinde o kadar önemli bir etkiye sahip olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir ki, onun
sistemleri, çevresi, süreçleri ve biyolojik çeşitliliği üzerinde kalıcı ve potansiyel olarak geri döndürülemez bir etkiye
sahip olacağız.”
https://www.nhm.ac.uk/discover/what-is-the-anthropocene.html
Paul J Crutzen ve Eugene F Stoermer’in 2000’de yazdıkları makale burada bulunabilir:
https://www.mpic.de/3865097/the-anthropocene
3 “Bu sinyallerin en keskin ve küresel olarak en senkronize olanı,
birincil bir işaret oluşturabilecek olanı, 1950'lerin
başlarında yapılan termonükleer bomba testleriyle dünyaya yayılan yapay radyonüklidlerdir.”
http://quaternary.stratigraphy.org/working-groups/anthropocene/
“Temmuz 2023'te AWG, Kanada'nın Ontario eyaletindeki Crawford Gölü'nü önerilen yeni çağın başlangıcını temsil
eden bir alan olarak seçti. Bu göldeki tortu, grubun Antroposen'in başlangıcını 1950'lere yerleştirmek için seçtiği
önemli bir işaret olan hidrojen bombası testlerinden kaynaklanan plütonyum seviyelerinde bir artış olduğunu ve
sırasıyla fosil yakıtların yakılması ve kimyasal gübrelerin yaygın olarak uygulanmasından kaynaklanan karbon
partikülleri ve nitratlar gibi diğer yüksek işaretleri göstermektedir.”
https://www.npr.org/2023/07/11/1187125012/anthropocene-crawford-lake-canada-beginning
Dünya çapında fosil yakıtların yakılması, nükleer silahların (Atom bombası, Hidrojen
bombası testleri) patlatılması, kimyasal gübrelerin yaygın kullanımıyla 1950’lerde İnsan Çağı
başlıyor ve kısa sürede, diğer kimyasallar ve plastiğin toprağı, suyu ve hatta bedenlerimizi
işgal etmeye başlaması, aşırı hava koşulları, biyoçeşitliliğin yok oluşu gibi tüm semptomları
görünür hale geliyor. 4
Bu doğal zekâ… Buraya kadar yapay zekâ resme dâhil olmadı. Doğal zekâ bizi buraya getirdi,
ama “doğanın zekâsı” da değil bu. Bizim yapay zekâyı karşısına koyduğumuz doğal zekâ,
insan zekâsı. Böyle olunca insan zekâsına dönüp bakmak gerekiyor. Hangi insanın zekâsı bu
“doğal” olan?
14.yy sonunda Rönesans ile başlayan süreçte gelişen hümanist düşünce insanın hayatı
üzerinde ilahi ya da doğaüstü güçlerin değil kendisinin söz sahibi olması gerektiğini öne
sürerek insanı merkeze taşıyor. 16.yy’da Reformlar sürecinde kilisenin gücünü kaybetmesiyle
insan zavallı günahkâr konumundan eyleyici (fail) konumuna yükseliyor. Aynı süreçte
Descartçı düşüncenin ortaya çıkışı ile zihnin -yani aklın- bedeni öncelediği (“düşünüyorum
öyleyse varım”), zihinle bedenin ayrıldığı kartezyen düalizmin akılcılığı Batı düşüncesine
hâkim oluyor. 17-18.yy’da Aydınlanma dine, dinî otoritelere, feodal düzenin baskıcı yapısına
karşı çıkarken insan merkezli düşünce, aklı -rasyonel düşünceyi- dolayısı ile insan zekâsını
ve bilimi yüceltiyor. Sürekli ilerleme anlayışı Aydınlanma döneminin bir ürünü.
Hümanizmin merkeze taşıdığı ve bütün değerleri etrafına inşa ettiği insan aklı,
Aydınlanmadan bu yana bilimin ve teknolojinin desteği ile giderek güç ve güven kazanıyor.
Ne var ki, süreç içerisinde, hümanizm insanı merkeze koyarken onu oluşturan tüm öğelerden
ve çevresinden kopararak bir “salt insan” kavrayışı geliştirdi, insanın doğal veya kültürel
(teknoloji gibi) tüm var olanların bir parçası olarak var olduğunu unutturdu. Bu yanıyla
4 “Özellikle son 60 yılda, bu insan etkileri daha önce görülmemiş
bir hızda ve ölçekte ortaya çıkmıştır. Bu dönem
bazen Büyük İvmelenme olarak da bilinmektedir. Karbondioksit emisyonları, küresel ısınma, okyanus asitlenmesi,
habitat tahribatı, neslin tükenmesi ve geniş çaplı doğal kaynak çıkarımı, gezegenimizi önemli ölçüde
değiştirdiğimizin işaretleridir.” https://www.nhm.ac.uk/discover/what-is-the-anthropocene.html
NASA, görsel kanıtları topladığı Küresel İklim Değişikliği sitesinde, kısa notlarda şöyle özetliyor:
“- Dünya'nın iklimi tarihi boyunca değişmiş olsa da, mevcut ısınma son 10.000 yılda görülmemiş bir hızda
gerçekleşmektedir.
- Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'ne (IPCC) göre, "1970'lerde sistematik bilimsel değerlendirmelerin
başlamasından bu yana, insan faaliyetlerinin iklim sisteminin ısınması üzerindeki etkisi teoriden yerleşik gerçeğe
dönüşmüştür. "1
-Doğal kaynaklardan (buz çekirdekleri, kayalar ve ağaç halkaları gibi) ve modern ekipmanlardan (uydular ve
aletler gibi) elde edilen bilimsel bilgilerin tümü değişen bir iklimin işaretlerini göstermektedir.
-Küresel sıcaklık artışından eriyen buz tabakalarına kadar, ısınan bir gezegenin kanıtları çoktur.”
Bu yazı her ne kadar yapay zekâ üzerine ise de esasen yapay zekâ ile ilgili gelişmelerin bizi bugüne getirenlerden
pek de farklı olmadığını vurgulamaya çalıştığı için bu örnekler bence önem taşıyor.
insanı tüm diğer varlıklardan üstün bir yere taşırken öte yandan Avrupa merkezli hümanist
anlayış insanlar arasında da bir hiyerarşi yaratarak sömürgeciliğe de kapı açtı. Bu noktada o
salt insanın kim olduğuna, neyi temsil ettiğine bakmak gerekiyor. O hep güç sahibi, varlıklı,
beyaz -erkek- insandı.
Posthümanizm -salt- insanı tüm değerler sisteminin merkezine koyan bu hümanist anlayışa
karşı çıkarken aslında onu genişleterek bir adım öteye taşıyor. İnsanın birlikte var olduğu
tüm doğal ve kültürel varlıklarla birlikte ve sadece bu birliktelik içerisinde var olduğunu
kavradığı bir etik kurması gerektiğini öne sürüyor. Başak Ağın’dan alıntılayarak:
“Anthropos’un geleneksel batı düşüncesindeki konumlanışı gereği ten rengi beyazdan farklı
olan, geleneksel-normatif bir erkek olmayan, akli ve fiziksel sağlığı tam olmayan, belli bir yaş
ve yetişkinlik kriterine uymayan, spesifik bir dünya görüşüne ve inancına sahip olmayan
herkesi ve her şeyi dışlayan “insan” tanımı Posthümanizmin asıl eleştiri hedefidir”.
Posthümanizm gücü -dolayısı ile failliği5- insandan alıyor ve tek fail sen değilsin diyor, hatta
senin kendini fail sanışın da pek şüpheli! İnsanın kendisini diğer tüm canlılar ve cansız
varlıklarla aynı yatay düzlemde görmesi, birlikte var olduğunu kavraması ve yaşamını ve
değerlerini bu anlayış üzerine kurması gerektiğini söylüyor.
Doğal Zekâ olan ben, her kararımı vücudumdaki bakteriler, mikroplar ve virüslerle birlikte
ve tüm dış koşulların etkisinde veriyorum. Karnım ağrırken başka, hava yağmurluyken
başka, bir dostumu kaybettiğimde başka türlü düşünüyorum. Bedensel ve çevresel koşulların
yanı sıra tüm kararlarım veya edimlerimi yöneten düşüncelerim, çocukken gördüğüm sevgi
veya sevgisizlik, yaşadığım mutluluklar ya da travmalar, tüm öğrendiklerim ve
deneyimlerim, yani bildiklerim ve bir o kadar da cahilliğim; bilmediklerim, bildiğimi
bilmediklerim, bilmediğimi bilmediklerimle beraber oluşuyor. Yani doğal zekâ oldukça
özgün ve öznel bir şey.
Buradan, bugün Yapay Zekâ dediğimiz şeyin ya da Yapay Zekâ diye mitleştirdiğimiz şeyin
pek ala hümanist, insan-merkezci düşüncenin ürünü olduğunu söyleyemez miyiz? Tek tek
Yapay Zekâ uygulamalarından söz etmiyorum, Yapay Zekâ fikrinden söz ediyorum, mit
deyişim o yüzden. Çünkü tüm insanlığı temsile gücü olan “ bir tür zekâ”dan, bir zekâ
ideasından söz ediyoruz, o da temsiliyetini Leonardo’nun Vitruvius Adamı’nda bulan
hümanizmin insanı. Dolayısı ile (hayvanlar, bitkiler, nehirler, mikroorganizmalar gibi)
sadece diğer türleri (doğanın zekâsını) dışlayan bir zekâ değil, kendi türü içerisinde de
hiyerarşi yaratarak (az insan, çok insan; üstün insan) ötekileştiren, ötekileştirdiklerini
dışlayan bir zekâ.6 O hâlde esasen güç sahibi, varlıklı, “sağlıklı”, beyaz insanın zekâsından söz
Faili İngilizcesiyle actor, yani “eyleyicilik”, eyleme gücü olan anlamında kullanıyorum, suçlu anlamında değil
Dijital Hümanizm grubu dijital teknolojilerin bu yanına dikkat çekmeye çalışıyor. “Bununla birlikte, hümanizmin bu
klasik kavramlarını eleştirenler de vardır. Özellikle hümanistlerin eğitim ideali, Avrupa'nın kültürel üstünlüğüne dair
inançları desteklediği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Dahası, insan öznesine odaklanmak her zaman bu öznenin tam
5
6
ediyoruz. Yani ötekileştirme eylemciliğine sahip olanın, dolayısı ile iktidarın zekâsından söz
ediyoruz. Oysa doğada böyle tek ve indirgenmiş bir zekâ yok. Doğanın zekâsı çoğul ve çeşitli.
Peki, doğanın zekâsını taklit etmeye çalışmayalım, ancak yapay zekâ fikrinin tekil bir zekâ
ideasına -salt insanın zekasına- indirgenmiş olması da yeterli değil. Çünkü indirgenmiş olsa
dâhi, öyle bir zekâ da çevreden, bedenden, sosyo-kültürel ilişkilerden bağımsız değil.
O yüzden Yapay Zekâ’dan söz edildiğinde başvurulan diğer bir kavram da Yapay Genel Zekâ
(AGI). Bugüne kadar bildiğimiz, konuştuğumuz tüm yapay zekâ uygulamalarına Narrow AI
(dar, sınırlı YZ) deniyor. Çünkü hepsi farklı modellerle belli bir problemi çözüyor, insanlar
tarafından kontrol ve modere ediliyor ve hiçbirisi herhangi bir dünya meselesi hakkında
düşünce geliştirme kapasitesine sahip değil. Yapay Genel Zekânın ancak dış dünya ile
otonom bir ilişki ve iletişim içerisinde mümkün olduğu düşünülüyor; ama bu kolay kolay
varılamayacak bir hedef olarak duruyor.
Sanatçıların kullandığı Yapay Zekâ uygulamaları da bu Narrow AI sınıfına giren Makine
Öğrenmesi (Machine Learning) algoritmaları. Aslında terminoloji de değişiyor, bazı
sanatçılar artık işin künyesine AI yerine makine öğrenmesi (Machine Learning) kullandığını
yazıyor. Çünkü bugün yapay zekâ denilen şey esasen beynin -bilindiği kadarı ileişleyişinden esinlenerek geliştirilmiş, çok fazla veri ve değişkeni işleyebilen, oldukça
karmaşık Makine Öğrenmesi algoritmaları.
1950’lerde yapay zekâ çalışmaları başladığında Büyük Makine Miti (Big Machine Myth) bu
tartışmalara eşlik ediyordu. 1950’ler de bilgisayarlara genel olarak elektronik beyin (de)
deniyordu ki bu söylem Türkiye’de yakın zamanlara kadar sürmüştü. Makine, insan beyni ile
aynı yere konuyor ve elbette kararsızlık, duygusallık, çaresizlik hissi gibi insani
yetersizliklerden arınmış olduğu için daha üst bir seviyeye geçiyordu. Armin Medosch’a
göre, Elektronik Beyin miti bizim elektronik beynin “tüm” işleri insandan daha iyi
yapacağına inandırılmamıza dayanıyor. Bu mit bugünlerde yapay zekâ söylemi ile beden
buluyor. Sanatın buradaki rolü tam da bu “tüm” işleri yapabilirliğini kanıtlamak zira en
insana özgü olduğu düşünülen sanat alanında “başarı gösteriyor” olması, her alandaki
başarısının kanıtına dönüşüyor.7
olarak kim olduğu ve hangi özelliklerinin temel kabul edilmesi gerektiği konusunda eleştirel bir inceleme gerektirir.
Ancak günümüzde Dijital Hümanizmin kesinlikle bir üstünlük ya da sömürgecilik misyonu yoktur; tam tersine,
günümüzün dijital teknolojilerinde zaten var olan sömürgeci eğilimlere eleştirel yaklaşmaktadır.”
https://doi.org/10.1007/978-3-030-86144-5
Ertan, E., Yapay Zeka, Sanat ve Diğer Yanlış Anlamalar, ArtUnlimited, Temmuz 2023
https://www.unlimitedrag.com/post/yapay-zeka-sanat-ve-diger-yanlis-anlamalar
7
1950’lerde sanatçıların da kullanmaya başladığı bilgisayar teknolojileri dönemin savaş
teknolojileri idi. Dolayısı ile bilgisayarı medyumu olarak kullanan sanatçılar ikircikliydiler ve
genel olarak sanat dünyası teknolojiye karşı bir konum almaktaydı. 1980’lerde “dijital
devrim”le başlayan süreçte, bir yandan -henüz finansal kapital devreye giremeden- genç
insanların elinde hızla toplumsallaşan dijital teknolojilerin toplumları demokratikleştireceği
inancı öte yandan da bu anlayışın bir uzantısı olarak teknoloji eleştirisi Yeni Medya Sanatını
politik bir zemine oturttu. Ancak dijitalin gündelik hayatın olağanlığı içerisinde
görünmezleştiği postdijital günümüzde bu tartışma ve karşı duruş da artık görünmez hâle
geldi.
Bugün yapay zekâ sanatçı olabilir mi, yapay zekâ sanatı olur mu olmaz mı gibi pek de anlamı
olmayan tartışmalar yerine neden Orta Doğu’da yapay zekânın, üstelik ülkemizde üretilen
drone’lar (IHA, SİHA’lar) da dâhil olmak üzere, kimin öldürüleceğine karar veren ve bunu
fiilen gerçekleştiren teknolojiler olması üzerine konuşmuyoruz? Armin Medosch sanat
etrafında geliştirilen söylemlerin 1960’larda gündem olmasına dair tam da bunu söylüyordu;
durum bugün de pek farklı değil. Biz yapay zekâ sanat yapabilir mi tartışmasını yaparken
yapay zekâ yanı başımızda insanları öldürmeye devam ediyor. Daha fenası kimi öldüreceğine
kendisi karar verebiliyor; bu “otonomiye” sahip, zira hümanizmin korumasına girmeyen
“öteki”ni öldürmek mübah. Orta Doğu ve tüm savaş alanları yapay zekâ araştırmaları için
eğitim ve test alanları. 8
Durum bu iken yapay zekâ ile sanat arasındaki ilişkiye, bu ilişkideki sunum biçimlerine,
üretilen işlere, geliştirilen estetiğe, konu edinilen meselelere bir kez daha eleştirel bir gözle
bakmak gerekiyor.
AI bir yandan bir mühendislik konusu, teknik bir araştırma ve uygulama meselesi, öte
yandan çeşitli uygulamalarla bireysel ve sosyal hayatımızı yöneten bir unsur ve son olarak da
bir endüstri. Bu endüstri dijital kapitalizm, platform kapitalizmi, veri kapitalizmi hatta
yapay-zekâ kapitalizmi9 de denilen günümüz kapitalizminin giderek güçlenen, temel
endüstrisi haline geliyor. Konumuz gereği, yapay-zekâ kapitalizmi diyelim ve Pieter
Verdengem’dan10 aktararak verinin metalaştırılması, veri hafriyatçılığı, yetenek avcılığı ve
büyük işlem gücü ihtiyacı dolayısı ile tekelleşme gibi yapay-zekâ kapitalizminin temel
unsurlarına bakalım.
Verinin metalaştırılması, duygularımız, anılarımız, yapıp ettiklerimizin izlerinin,
fikirlerimizin, arzu ve isteklerimizin alınıp satılabilir metalara dönüşmesi anlamına geliyor.
8 A.g.e.
9
Pieter Verdengem, Dismantling AI capitalism: the commons as an alternative to the power concentration of Big
Tech, March 2022 , AI & SOCIETY, https://doi.org/10.1007/s00146-022-01437-8
10 A.g.e.
Sosyal medya veya benzeri platformlara yüklediğimiz her fotoğrafla kullanıcı olarak
anılarımızı, düşüncelerimizi, arzularımızı metalaştırıyoruz; onları prestij, bilinirlik, sosyal
çevre vs. gibi çeşitli gerekçelerle metalar haline getiriyor ve değişime sokuyoruz. Verinin
metalaşması ancak dijitalleşme ile mümkün, bu da bir tür indirgemeyi gerektiriyor, sadece
ölçülebilen şeyler ve ölçüldüğünde yani dijitalleştiğinde değişim değeri kazanıyor. O zaman
duygulanımlarımızın değil onların -veriye dönüşmüş- dijital kayıtlarının (değişim) değeri
var. Dolayısı ile kapitalizmin temel motivasyonu metalaş(tır)ma YZ ile genişleyerek ve
çoğalarak sürüyor.
Verinin metalaştırılması kapitalizmin bir başka unsuruna bağlanıyor, madenleri, kömür ve
petrolü, tüm doğal kaynakları sorgusuzca çıkartıp kullanmayı hak gören hafriyatçılık
(extractivism) bu kez veri üzerinden devam ediyor. Platformlar metalaştırdıkları verileri
topluyor, hammadde olarak kullanıyorlar, bunun için ne sahibinden izin alınıyor ne de bir
ödeme yapılıyor, hafriyatçı anlayış devam ediyor. Veri metalaştırılırken bir yandan da
kapitale dönüşüyor.
Bu noktada ağ etkisi ile tekelleşme başlıyor. Çünkü biz görünebilmek için en çok
görünebileceğimiz -yani en kalabalık- yere gidiyoruz, biz o platformda toplaştıkça kapitali
büyütüyoruz. Platform yeni özellikleri ekleyerek bizleri toplamaya devam ediyor. Daha fazla
kullanıcı, daha fazla işçi, daha fazla veri ve daha fazla kapital anlamına geliyor.
Platformlar büyüyor. Platformlar büyüdükçe sadece biz kullanıcılar için değil, yaratıcı ve
yetenekli insanlar -mühendisler, araştırmacılar vb.- için de bir çekim odağı olmaya başlıyor.
Akademiden piyasaya, belki bir gün büyük şirketlerden biri tarafından satın alınmak
umuduyla kurulmuş onlarca genç girişimciye, tüm market platformlar tarafından yönetilir
hale geliyor. Yüksek ücretlerle platformlar için çalışan mühendisler ve araştırmacılar çalışma
piyasasındaki dengeleri de bozuyor. Bir yanda onlar var bir yanda düşük ücretli işlerde
aslında yine bir şekilde aynı platformlara veri sağlamaktan başka bir şey yapmayan sıradan
mühendisler, ve halkanın sonunda da sosyal “varoluşları/görünüşleri” karşılığında ücretsiz
çalışan kullanıcılar.
Bugünkü hali ile yapay zekâ bu veri olmadan mümkün olamazdı. Dolayısı ile bütün sistem
aslında bir tür kültürel hafriyatçılık üzerine kurulu. ChatGPT tüm interneti okuyarak
oluşturduğu modelle sorularınıza cevap veriyor, benzer şekilde görsel çıktılar sunan diğer
generative AI modelleri de. Burada telif problemleri, mahremiyet sorunları, önyargıların ana
söylem oluşturması gibi ciddi meseleler de ortaya çıkıyor elbet.
Öte yandan bu veriyi toplamak, çıkarmak ve işlemek çok büyük bir işlem gücüne ihtiyaç
duyuyor. Şu anda ChatGPT, 570 GB veri (chatGPT’ye sordum: 1,000 words per page: 589,824
megabytes * 1,024 KB/megabyte / 5 KB/page ≈ 120,795,955 pages ) ile 175 Milyar
parametreye sahip. Bu çok büyük bilgi işlem gücü demek. Dolayısı ile hem YZ’yı mümkün
kılan verileri toplamak hem de onları işlemek için süper bilgisayarlara ihtiyaç var. Bu sadece
donanım ve yazılım araştırmaları ve altyapısına değil aynı zamanda aynı ölçüde enerjiye de
ihtiyaç olduğu anlamına geliyor (ki enerji tüketimi de başlı başına bir problem). Sonuç olarak
bu süreç dev teknoloji şirketlerini gerektiriyor ve tekeller yaratıyor.
Tablo: Önde gelen Yapay Zekâ şirketlerinin değerleri*
Dolayısı ile AI araştırmalarını yöneten ve AI teknolojisini geliştiren platformlar aynı
zamanda dijital devrimle dönüşen sermayenin de toplandığı şirketler. Evet bu şirketler
Antroposen dediğimizde aklımıza ilk gelen şirketler değil (petrol ve kömür sanayi, otomotiv
endüstrisi vs.) ama aynı yöntemlerle çalıştıklarını görünce beklentilerimiz neden farklı
olsun?
Aynı alana yönelmiş olan diğer büyük yatırımcılar ise devletler; devletlerin AI
araştırmalarını bu araştırmaların savaş teknolojilerinin geliştirilmesi ayağını ve bu şirketlerin
devletlerle olan gizli veya açık ilişkilerini de hesaba katmak lazım.
Elbette yapay zekâ, ve esasen Makine Öğrenmesi (Machine Learning) özellikle 2000’den bu
yana süregiden gelişmelerle, yaratıcılarını bile şaşırtan muhteşem bir teknoloji. AI bazı
araştırmacılarca Genel Amaçlı Teknoloji (GPT) olarak anılıyor. Bu da buhar makinesi,
elektrik, internet gibi, yaygın kullanım, sürekli gelişime ve farklı alanlara adapte olma
özelliğine sahip olması anlamına geliyor. 11 Bu doğrultuda YZ’nın köklü değişikliklere sebep
olacağını öngörebiliriz. Ancak sadece algoritmik tekniklere, mühendislik çözümlerine
odaklandığımızda AI için gereken bilgi işlem gücünün gerek materyal (madenler, mineraller
vs) gerek enerji ihtiyacı, genel olarak YZ endüstrisinin dünyaya etkileri göz ardı edilerek
sürekli teknik ilerleme tek yol olarak görüldüğünde uzun veya kısa vadede varacağımız yer,
posthumanist düşüncenin önerdiğinden çok farklı olacak. Çoklukla Posthümanizm ile
karıştırılan Transhümanizm bu. Tekno-çözümcülüğün yüceltilmesi. Teknolojinin tüm
11 A.g.e.
problemleri çözeceği ve merkezî konumunu koruyarak insanı daha da üstün ve güçlü
kılabileceği inancı. Bu da tam anlamıyla YZ kapitalizminin bizi inandırmak istediği şey…
Kate Crawford “yapay zekâyı geniş ölçekte inşa etmek için gereken sermaye ve sermayenin
yapay zekâ sistemlerini optimize ettiği görme -kullanma- biçimleri nedeniyle, yapay zekâ
nihayetinde mevcut baskın çıkarlara hizmet etmek üzere tasarlanmıştır. Bu anlamda yapay
zekâ bir iktidar sicilidir.” diyor.
Mesele böyle ise sanat ve yapay zekâ ilişkisine nasıl bakmalıyız? Tüm tarihi boyunca insan
her zaman teknoloji ile var oldu; teknolojiyi yarattı ve kullandı. Sanatçılar da teknolojiyi
araçları veya medyumları olarak kullandılar. Yapay zekâ veya makine öğrenmesi gibi bir araç
geliştirilmişken, elbet sanatçılar da onun sağladığı yeni ifade biçimlerine, yeni imkânlara
uzak kalmayacaklar. Ama yapay zekâ da sanatın sadece araçlarından veya medyumlarından
biri değil mi? Hatta onun ötesinde bugünün teknolojilerini veya bağlamını sorgulamak için
de sadece teknolojiye güzellemeler yapmak değil, onu eleştirmek için de sanatçının elindeki
en güçlü araç ve medyum tam da yine bugünün teknolojileri. Bütün mesele sunuluşu ile,
bağlamı, konuları ve estetiği ile o Antroposen yapay zekâya hizmet edip etmemek
farkındalığı, hassasiyeti ya da seçimi.
Başka bir yapay zekâ mümkün mü sorusu bana komik geliyor. Zira o mit’in dışında bir yapay
zekâ yok. Bizim bugün yapay zekâ dediğimiz ve sanatın söylem alanı içerisinde de
yücelttiğimiz şey platformlar, platform kapitalizmi, YZ kapitalizmi. Gerisi makine öğrenmesi
algoritmaları, geniş anlamıyla teknoloji, yani insan zekâsının araçları.
Yapay zekâya -doğrudan veya dolaylı- güzellemeler yapan, onu yücelterek arkasındaki dev
platformları mitik unsurlar haline getirip dünya gerçeğinden koparan, doğrudan veya dolaylı
olarak asıl olanı -yani teknolojinin eşitlikçi ve herkes için iyi bir yaşamın araçlarından biri
olduğunu- unutturan bir ‘söylem’e aracı olmak yerine, gelmekte/gelişmekte olan yapay zekâ
kapitalizminin -ya da Varoufakis’in söz ettiği teknofeodalizmin- inşa araçlarından biri olarak
yapay zekâya bakan eleştirel sanat işleri, benim asıl ilgimi çekenler.
Ocak-Şubat 2024
Ekmel Ertan