Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

beyaz lale

Mehmâemken (Beyaz Lale) Kamaranın alt salonunda, yemekten sonra bizden başka kimse kalmamıştı. Altı zabittik. İçimizden hiçbiri şimdiye kadar Anadolu’yu görmemişti. Rus hududundaki yeni alaylarımıza gidiyorduk. Vapur hafif hafif dalgalanıyor, bilmem kaçıncı kahvelerimizi içerken bize tuhaf bir baygınlık veriyordu. Konuşuyorduk. Vatanımızın, milletimizin uğradığı felaket hepimizi eskisinden ziyade sersemleştirmiş, sanki beyinlerimizi sulandırmıştı. Laflarımız birbirini tutmuyor, Pangaltı fabrikasında yoğrulmuş altı tane yuvarlacıktan ibaret olan içi boş kafalarımızdan on iki fikir birden çıkıyordu. Rumeli bozgununun sebeplerini araştırıyorduk. Bir kısmımız, muktedir, tabiye ve askerlik sanatını bilir kumandanlarımız olmadığını, zabitlerin milli idealden mahrum olduklarını, bir kısmımız da neferlerinin Cahilliklerini, korkaklıklarını, fedakârlık hissinden çok uzak olduklarını, dini gayretinde şaşılacak bir derecede iflas ettiğini, zapt ü raptın, intizamın, kanunun ve mücazatın yoksulluğunu, mağlubiyete tesir eden sebeplerden sayıyordu. Hele biri ise –zabit esvabı giymiş, kuvvetli ve gamsız bir softa sanılacak kadar al yanaklı, küçük kafalı, kır bıyıklı, tombul bir mülazım- bölüklerde büyük hamam çadırlarının bulunmadığını, paşaların, erkânı harplerin, zabitlerin, neferlerin ihtilam olunca yıkanamayıp cenabet cenabet yıkanamayıp muharebeye girdiklerini, bütün mağlubiyetlerin başlıca sebebi olmak üzere gösteriyordu. Yarım saat içinde münakaşa karıştı arapsaçına döndü. Konuşmak ve anlaşmak usulünü bilmediğimizden şaşaladık. Ortadaki fikirlerin hangimizin olduğunu şaşaladık. Hepimiz söylüyor ama birimiz bile dinlemiyorduk. İddia kızışmış adeta inat halini almıştı. Sarı bıyıklı, şişman, kısa boylu bir yüzbaşı usulsüzlükte, şarlatanlıkta, inatta hepimizi bastırıyor, manasız fikrini hepimize kabul ettirmek istiyor, şiddet ve acele ile tükürüklerini etrafa saçarak. -Cahillik lazım efendim. Cahillik…. Diyordu. Mektepten zabit çıkmamalı. Hepsini alaydan yetiştirmeli. O vakit orduyu gör… Allah Allah! Diye dünyayı zapteder. Ne o çıtkırıldım zabitler?... Onlar kılıcı çekip askerin önüne geçemezler. Ve devam ediyor, birbirine zıt birçok şey söylüyordu. İçimizden bir mülazım, eskiden jandarma mekteplerinde hocalık etmiş bir aralık Avusturya’ya endaht tahsili için gitmiş bir genç susuyor, hep dinliyordu. Gördü ki, yüzbaşının lafı bitmeyecek, sofrada biraz fazla kaçırdığı şarabın ateşiyle daha saatlerce cevherler yumurtlayacaktı. Dayanamadı. Lafını kesti: -Biraz müsaade eder misiniz, yüzbaşı efendi? Dedi. Siz insanların muharebe edemeyeceklerini, muharebe için hayvanların, okuyup yazmak bilmeyen dünyayı düz ve dönmez sanan bir üç yüz sene evvelki modele muvafık cahillerin yapabileceğini iddia ediyorsunuz. İddianızda serbestsiniz. Fakat bize kabul ettirmeye çalışmamalısınız. Sizin fikrinizce: “İnsan hayvanlığı yemekle, insanlığı okumakla yaşar”. Sözü bir efsane… Ben şimdi sizin fikrinizi tenkit etmeyeceğim. Çünkü faydasızdır. Yalnız size bir hikâye anlatacağım. Bir tabur arkadaşımın hikâyesini… Göreceksiniz ki, mektepten çıkan bazı zabitler kadar bugün cahil bir alaylı yetiştirilemez. Yüzbaşı yine iddiaya girişecek, kimseye söz söyletmeyecek, başı ve nihayeti olmayan saçmalarıyla hepimizi söz hapsine alacaktı. Müdahale ettik; Yok, yok. Şimdi bu hikâyeyi dinleyeceğiz! Dedik ve genç mülazımın yüzüne baktık. O, hepimizin bir arzuda birleştiğine inanmadı. Bir an öyle durdu. Sonra ortadaki geniş masaya yavaşça dirseklerini dayadı. Solgun, güzel ve kederli yüzünü buruşturarak anlatmaya başladı: -Sıkılmazsanız, evvela küçük bir mukaddime yapacağım, dedi. Türkiye’de bedbinler, her şeyi siyah ve mübalağalı surette berbat görenler, mektepten çıkan eşek Marsuvan’dan çıkmaz derler. Hayır, ben bu fikirde değilim. Bizim mektepten üç cins zabit çıkar. Vakıa bu üç cinsin hiçbiri milli bir terbiye görmüş, mesela Bulgarlar gibi “Pannislavizm-Büyük Bulgar İmparatorluğu”, Yunanlılar gibi “Panelenizm – Şark İmparatorluğu”, Sırp gibi “Büyük Sırbistan” hülyalarını kazanmış ve bu hülyaları ne olursa olsun hakikat haline getirmeyi hayatlarında en mühim ve en mukaddes vazife bilmiş zabitler kıratında değildir. Bu üç sınıfın: Birincisi, mektepte boş vakit geçirmemiş, çalışmış niçin ne vakit, nerede ve nereye kullanacaklarını bilmedikleri birçok malumatı elde etmişlerdir. Bunlar iyi bir askerdirler. Fakat tarihlerinden, Türklüklerinden içtimai mevkilerinden manevi vazifelerinden haberleri yok, muktedir, idealsiz gençlerdir ki, orduda adetleri azdır. İkincisi, sınıf dönmemek için yalnız ders kesimlerinde çalışmış, lenfavi, korkak, sakin, büyük ve küçük hiçbir fikre malik olmayan gençlerdir. Eski amirlerin en hoşuna giden bunlardır. Vazifelerini amirlerin en hoşuna giden bunlardır. Vazifelerini amirlerin en hoşuna giden bunlardır. Vazifelerini bir angarya gibi yaparlar. Hiç okumazlar. Askerlik sanatından haberleri olmadığı gibi, medeni, ilmi, fenni, felsefi, edebi hiçbir malumatları yoktur. Darülfünunlarda okunan ilimlerin isimlerini bile bilmezler. Ve orduda en çok bunlardır. Üçüncüsü, şarlatanlar… İşte bunlar korkunçturlar. Bunlar zeki olmakla beraber mektepte çalışmamış, vakitlerini sevda ve kavga ile semai ve mani ile geçirmişlerdir. İçlerinde halleriyle mazilerini temizlemiş, tek tük müstesnalar da yok değildir. Ama pek az… Hâkimiyeti, meziyeti, iktidarı kimseye vermezler. Zeytinyağı gibi her şeyin üstüne çıkarlar. Meşrutiyet’ten sonra en meşhur politikacılar bunlardan yetişmiştir. Bütün komploları bunlar teşkil etmişler, en büyük –sanılan- kumandanları dehşetleriyle titretmişlerdir. Bunlar yalnız siyasi gazeteleri okurlar. Vazifelerini hiç yapmazlar. Askeri malumatları neferlerden azdır. Diyebilirim. Orduda kullanılan tüfeklerin çaplarını sorsanız cevabını veremezler. -Unuttuk yahu! Mektepten çıkalı kaç sene oldu? Derler. Talimden de çakmazlar. Ve: -Canım, bu yeni talimnameye daha alışamadık… diye kendilerinin mazur gösterirler. Siyasi malumatları hep ağızdan kapma, kulak dolgunluğu şeylerdir. İnkılaptan, ihtilalden, hürriyetten, müsavattan, uhuvvetten gayet, ama gayet cahilane bahsederler. Sözde terakki isterler. Bulundukları yerde kimseye laf söyletmedikleri gibi, beyaza siyah diyecek kadar vahşi bir mantıksızlıkla her şeyi tenkit ederler. Uzatmayacağım. İşte ben bu cinsin birincisine mensubum. Kendimi methetmek için söylemiyorum. Dikkat ediniz: Sınıfımda piyade birincisi olarak çıktım. Mektepte hiç boş vakit geçirmedim. Hele askeri nazariyetten terbiyeden hep tam numara aldım.Zabit olduktan sonra da gecelerimi okumaya hasretim. Almancaya çalıştım. Zavallı “İslam ve Askeri Kütüphanesi”nin bastığı bütün kitapları okudum. Ama ne yalan söyleyeyim ideal namına o kadar boştum ki, bana: -Sen nesin? Diye sorsalar, birden: -Türküm! Diye cevap veremeyecektim. Hiç milletim filan yoktu. Rueli’de bir tabura tayin olundum. İlk hafta ne kadar mesleğime ait hayalim varsa hepsi birer birer kırıldı. Ama ben meyus olmadım. Çalışıyor, “Ordu mutlaka bir gün terakki edecek.” Diyordum. İlk taburum… Size anlatmaya hacet yok hepiniz bilirsiniz, Türkiye’nin bütün taburları gibi iki partiydi. Biri katip partisi… Diğeri üçüncğ yüzbaşının partisi… Ben uzun müddet bitaraflığı muhafaza edemedim. Yüzbaşının partisine girdim ve ötekilere selamı sabahı kestim. Evet gülmeyiniz ve inkar etmeyiniz. Her tabur da böyledir, cahiller, kabadayılar külhanbeyler mutlaka bir grup teşkil ederler.Tabur katinbi, tabur imamı, tabur cerrahı, tabur tüfekçisi, bu partinin en tabii ve ayrılmaz azalarıdır. Okuryup yazması olmayanlarla bıkmadan yorulmadan uğraşır dururlar. Mesela malumatlı bir genç mülazım geldi mi başlarlar aleyhinde bulunmaya: “Züppe çıtkırıldım, dinsiz, mason…” ve daha ileri giderek: “P….!” Derler. Rütbe farkına filan ehemmiyet vermediklerinden neferlerle konuşur, bölüğün fikrini bbu zavallı yeni zabitin aleyhine çevirirler. İkinci parti daha zayıf ve mağluptur. Bunlar ciddi askerlik fikrinde, vazifede mutaassıp ve askerleri yoran zabitlerdir. Binbaşı çok vakit bitaraf bulunur. Ve iki parti arasındaki nifaki idame ile mevkiini muhafaza eder. İçin için katibin, tüfekçinin, cerrahın, imamın partisiyledir. Fakat meydana vermez. İlk taburumdaki binbaşı böyle değildi. Her iki parti ondan nefret ederdi. Külhan Hazım ismindeki bu binbaşı “Tavşana kaç tazıya koş” diyen takımdandı. Adeta, bir gün aleyhinde iki parti ittifak bile ediliyordu. Ama cahillerin partisine dahil olarak hücumdan kurtuldu ve ittifak bozuldu. Zaten o binaşılık etmezdi. Bir mülazım vardı. Taburda “Ali Reia” diyorlardı. Asıl kumandan oydu. Benim, yetişrmeye talim programı yapmaya zabitlere ders saatleri tayin ettirmeye kalktığımı görünce, fena halde hiddetlendi. Bana: “Vay kabak çiçeği vay!” Dün geldi bugün adam oldu.” Diye dehşetli bir garez bağladı. Hakkı vardı. Daha bu zabit hiç talim meydanına çıkmamıştı. Askeri çavuşalar onbaşılar talim ettiriyorlardı. Üçüncü yüzbaşı beni taktir ediyor, binbaşıya söyleyerek bir küüçük zabit dersanesi açtırmaya çalışıyordu. Kendisi de meraklıydı. İki mülazım daha bulduk. Başladık talime… İmam ve tüfekçi partisi aleyhimizde ateş püskürüyor, vazifede bize hatıra gelmez engeller icat ediyor, iftiralar düzüyorlardı. Üçüncğ yüzbaşı çalışmak isteyenlerin en tecrübelisiydi: -Ehemmiyet vermeyin arkadaşlar! Bunlar sokak köpekleri gibidirler. Havlarlar, ama ısıramazlar, derdi. Vakıa ısıramıyorlardı, fakat kalplerimizi o kadar kırıyorlardı ki… Aleyhimizde olmadık şeyler istiyorduk. “Ali Reis” her akşam kafayı çekiyor, taburun bozulduğundan bahsediyor. Söylemedik laf bırakmıyordu. Biz yine aldırmıyorduk. “Ali Reis” merak edip bir defa olsun talime çıkamadı. Binbaşı sesini çıkaramıyor, sanki ondan korkuyordu. Gündüzleri öğleden sonra yatağından kalkarak tamburası eline alıyor, mahut: Bin kere demedim mi sana çıkma duvara Lob incirini aşlamışlar körpe hıyara Şarkısını tutturuyor, çalıp duruyordu. Hayatı yemekle rakı içmekle uyumakla kahvede iskambil oynamakla kuş tutmakla geçiyordu. Mektepli olduğu halde okuyup yazması yoktu. İnanmıyorsunuz, kendi mektuplarını bile başçavuşa yazdırırdı. Ve sağ elinin parmaklarında romatizma olduğundan kalemi tutamadığını söylüyordu. Hiçbir şey üzerine hiçbir fikri yoktu. Bu adam mektepten nasıl çıkmış diye merak ettim. İltimasla mı?.. Fakat bu kadar cahile iltimas olunamazdı ki.. Sınıf arkadaşları “Mehmaemken” diye inanılmaz derecede katırdan ve merkepten kara cahilliğiyle eğlenirlerdi. Mesela kahvede tavla oynarken: -Ulan. Mehmaemken afi kesiyorsun… -Mehmaemken! Zarı tutma… -Mehmaemken! Bugün yine şansın yaman… derlerdi. “Mehmaemken”, Ali Reisin lakabıydı. Malum ya lakapların sahipleriyle bir münasebetini arıyor, Bir türlü bulamıyordum. İçimden bu Arapça “Mehmaemken” tabirini Türkçe tercüme eder, “Mümkün olduğu kadar derdim” Fakat bundan ne mana çıkar?Epey zaman geçti. Nasılsa “Mehmaemken” ile barıştık. Neşeli bir vaktini buldum sordum: -Rica ederim Ali Reis Dedim sınıf arkadaşların sana “Mehmaemken” diyorlar. Bu fena laf değil Fakat bu lakabı niçin taktılar? Sebebi neydi?... Evvela söylemedi. Ricamda ısrar ettim. Dayanamadı. Gülerek anlattı: -Ama birtakım züppe hergelelere anlatmayacaksın, kimseye söylemeyeceksin, diyorduu. Ben Gülhane Rüştiyesinden şahadatname aldım. Teyzemin kızının kocası orada dahiliye zabitiydi. Dört sene hiç çalışmadan geştim. Bir evlatlığımız vardı: Salih. Benim yerime hep o çalışırdı. Şimdi Piriştine fırkasında erkanı harptir. Benim zihnim hiç dersleri almazdı. Sebebini söylersem gülersin. Senin itikadın sağlam değildir. Annem zihin açıklığı için Kocamustafapaşa’daki Sünbül Efendi türbesinden kuru üzüm almıştı. Ben onları gelirken Samatya’daki Ermeni çocuklarına sattım. İki okka kadar bir şeydi. Sonra annem beni Eyüp’e götürdü. Türbenin anahtarını ağzıma sokturdu. Çocukluk bu’ Anlar mıyım? Şak diye yere tükürdüm, Türbedar: -Eyvah! Hanım, oğlun mübarek anahtarın tadıyla gelen tükürüğü yutmadı. Adam olmaz, demesin mi? Annem ağlamaya başladı. Yalvardı, yakardı.Türbedar, on mecidiye versekte anahtarı iki defa bir çocuğun ağzına sokmayacağını söyledi. O gece Eyüp Sultan hazretlerini rüyada gördüm de… -Canım Ali Reis diye güldüm, ben sana “Mehmaemken” lakabının manasını sordum sen bana neler anlatıyorsun?.. -Ben de onu söyleyeceğim, dedi. Maksadım kafa ile zihnimin kapalı kaldığını evvela anlatmak… İşte rüştiyede evlatlığımız Salih sınıfın birincisi olduğundan, şifahi imtahanlara girişinde bana bir onluk, biri yirmilik masura çalardı. Tahrirlerde kopya ettirirdi. Sıkıntısız Şehadetname aldık. Ben Bahriye’ye girmek istiyordumm. Ama, Müsabaka imtihanı var. Salih de ağlıyor, evden kaçacağını söylüyor, ille Kuleliyi istiyordu. Ne yapayım Salih’siz?.. Ben de kuleli’ye karar verdim. Müsabaka imtihanları tahririydi. Bizi deniz tarafında bir koğuşa götürdüler. Birer yatak ara ile yan yana dizdiler. Salih tabii benim yanımda… O ne yazarsa bakarak bende yazıyordum. Nezaretçiler görmüyorlardı. Coğrafya imtahanına geldik. Ben coğrafyanın ciminei bilmiyordum. Bitli Nuri koğuşun ortasındaki masanın üzerinde duran torbadan bir sual çekti. Bu sual gayet güçmüş Mesela Avrupa Asya çıksaydı ben bile Paris, Londra, Mekke-i Münevvere, Medine-i Mükerreme filan biliyordum… Ama neresi çıktı biliyor musun? Kitabın en nihayeti. Bitli Nuri bile: -Vah kardeşlerim, vah. Talihiniz yokmuş! Diye acıyordu. Suali yazdırdılar, bugünkü gibi aklımda: -Malinezya, Polinezya hakkındaki malumatı yazınız ve mehmaemken haritasını çiziniz. Salih yazıyor ben boyuna kopya ediyordum. Eğri büğrü şeyler çizdi. Bahri bilmem ne, bahr-i bilmem ne… Sonra büyük harflerle Malinezya Polinezya yazdı. Bende yazdım. Sonra bir avuç nokta. Suali tekrar okudum. Vay ölüsü boklu, “Mehmaemken” yok. Salih’e yavaşça: -Ulan Mehmaemken nerede? Dedim Anlamadı yüzüme aptal aptal baktı. Yavaşça: -İşte hepsi bu…. Dedi. Ben tam numara almak istiyordum. Sordum: -Malinezya, Polinezya… Pekala! “Mehmeamken” haritası nerede? Güldü ve: -“Mehmaemken” haritası olmaz! Diye fısladı. Canım sıkıldı: -Halt ediyorsun, dedim olmasa “Mehmaemken haritasını çiziniz” diye sual yazdırırlar mı? -Canım Ali o harita değil! Tekrar sordum: -Ey öyleyse deniz mi nehir mi? Salih yine güldü: -Hiçbir şey değil canım. Öfkelendim. Mektepteyken de böyle hiddetliydim. -Bir şey olmasa haritasını çiziniz yazdırırlar mı? Diye haykırdım. Nezaretçiler işittiler. Kopya yakalayacağız, diye koşuştular. Beni kaldırıp başka yere oturttular. Hay anasını! Ne yapayım? Ada gibi yuvarlak bir şey yapıp üzerine “Mehmâemken” yazmayı düşündüm. Ama bakalım ada mıydı? Ya karaysa… Şehir olduğunu bilsem kolay… Bir şey yapıp üzerine ne istersen yaz. Akşehir, Kırşehir, Yenişehir, Paşaşehir, Eskişehir… Ya yanardağ ise… Düşündüm, düşündüm, aklıma bir şey gelmedi. Kâğıtları topladılar. Aşağıya indik. Salih’i yakaladım, dövecektim. -Ulan, eşşekliğin lüzumu yok, dedi.” Mehmâemken” şehir, ada, deniz, dağ filan değil ki haritası olsun! O bir lügat… Hâlbuki ben onu bir yer sanmıştım. Lügatmiş ve bilmem ne demekmiş. Salih’in işi yok. Bunu ötekine berikine söyledi. Mektepte herkes işitti. Nihayet bizim adımızda “Mehmâemken” kaldı. Hatta sınıf zabitleri bile duydular. Beni “Mehmâemken ”diye çağırır ve gülerlerdi. Ali Reisin bu hikayesi benim de hoşuma gitti. İnkar etmemeliyim. Epeyce güldüm. İdadide, Harbiye’de sınıfları nasıl geçtiğini anlattı. Hep Salih… Hep koya… Tahriri imtihanda yanyana otururlarmış. Evvela Salih yazar, sonra o aynını alırmış. Şifahi imtihanlara gelince iki sual masurası çalarmış. Bu masuralarda hangi sualler varsa, birgün içinde Mehmaemken’e öğretirmiş. Artık Mehmaemken’in niçin okumak yazmak bilmediğine şaşmadım. Resmi şeyleri, senetleri, maaş ilmühaberlerini bile yazmıyor, okumuyor, gözünün ağrısını, parmaklarının romatizmasını bahane ediyordu… Görüyorsunuz ya, böyle müthiş cahil ancak mektepten çıkabilir. Alaydan yetiştirmek imkanı yoktur. Alaydan yetişen mutlaka talimnameyi, dahiliye kanunnamesini vesaireyi bilir. Fakat Mehmaemken hiçbir şey, hiç, hiçbir şey bilmiyordu. Zaman geçti. O terfi etti. Yüzbaşı oldu. Taburdan ayrıldı. Yedi sene görmedim. Bulgarlarla son mütarekeden bikaç gün sonra, Beyazıt’tan geçiyordum. Mehmaemken’e rastgeldim. Zayıflamıştı. Bana gözü ilişince, tanıdı. Vay, anam babam, ne yapıyorsun. Yahu, seni unutmuşum, diye elime sarıldı. O da Harbiye Nezaretine gidiyormuş. Beraber yürüdük. İçimden, “Aşk olsun Mehmaemken’e!” dedim. Yine hamiyeti var. Birtakım beyinsiz zabitler gibi vatanın yarısı gittikten, beş yüz senelik şan ve şeref tarihi çamurlara atıldıktan sonra, bozgundan kaçarken düşmana bıraktığı bavulundan, velenselerinden, esvaplarından bahsetmiyor… Ve artık muharebeden sonra, moda olan bu zarar ve ziyan hikayesini dinlemediğim için Mehmaemken’e teşekkür edeceğim geliyordu. Yine içimden, “Aşk olsun! Cahildir, ama merttir. Biraz aklı vardır. Koca Rumeli gittikten sonra velense, sandık, bavul, dürbün, kaput düşünmek aklına gelmiyor.” diyordum. Birden merak ettim. Acaba intizamsız, başsız, kumandansız, oklardan seri, adeta delice bir kaçıştan, ezeli ve nihayetsiz bir bozgundan ibaret olan şu son muharebede “Mehmaemken” neredeydi? Sordum. Güldüm: - Anam, sen beni enayi dümbeleği mi sanıyorsun ? Ben hiç muharebeye gider miyim? Lafın en kısası, hem de en doğrusu: Dostuna dostum, düşmanına düşman ara… Anlamadım: -Canım, “Mehmaemken” sen de atıyorsun, dedim. Muharebeye girmemek bizim elimizde mi? Demek müteferrik bir memuriyetteydin? Söyle bakalım, nasıl? -Yok yahu be… diye taştı. Taburda, hem de muharebenin en cafcaflı yerindeydim. Edirne’deydim. – Ve devam etti. – Boyuna taburlar geliyordu. Ben hala muharebe olmayacak sanıyordum. “ Bir manevra, bir afi, bir dalavere olacak!.. “ diyordum. Malum ya, zavallı büyük kabinemizin mebus intihabatı vardı. Baktım, işlerin rengi değişmeye başladı. Züppeler birçok memuriyetler icat ettiler. Tabur yaveri, fırka yaveri, kolordu yaveri, sonra emir zabitleri, karargah kumandanları, menzil müfettişleri, falan filan… Anladım ki, taburlarda ateş hattında bizim gibi kimsesizlerden başka kimse kalmayacak. Enayi miyim? Ben de başımın çaresini aramaya başladım. Ama, hala muharebe olacağına inanamıyordum. Her akşam kafayı çektiğim bir Bulgar meyhaneci vardı. Bana bir gece tezgahbaşı yaparken: -Ali Bey, ben seni severim. Yalnız sana söylüyorum. Muharebe olacak. Edirne’ye hücum edecekler. Buralarda durma, git! Dedi. Artık şüphem kalmadı. Eşyalarımı, velenselelerimi, iki posta ile bir denk yapıp İstanbul’a gönderdim. Ama, kendim nasıl gitmeliydim? Düşündüm, düşündüm. Yeni bir şey bulamadım. Eski usul aklıma geldi. Hani şu kuduz dalaveresi… Hizmetçi neferin gayet sadık, Erzurumlu bir herifti. Ona bir köpek buldurttum. Evde bacağımı ısırtmaya çalışırken, köpek neferin elini ısırmaz mı?.. Neyse, neferin elini sardık. Kimseye söylememesini tembih ettim. Ben hastaneye gittim. Kuduz köpeği aradılar, aradılar, bulamadılar. Ben dalavereyi tertipli tuttum. Ben afili bir masal uydurdum. Doktorlar kandılar. Beni İstanbul’a Kuduz Hastanesine gönderdiler. Masalı orada da tekrarladım. Başladılar şırıngaya… Ne yapayım? Bir hafta kalmadı, muharebe başlamaz mı? “oh!” dedim. Sözde iyi oluncaya kadar aylar geçti. Ama, o vakte kadar da Bulgarlar Çatalca’ya dayandılar. Hastaneden çıktım. Eve gittim. Çünkü taburum Edirne’de muhasarada kalmıştı. Tabii oraya gidemezdim. Sakın Çatalca’da bir yere tayin etmesinler, diye korktum. Arayan soran olmadı. Derken mütareke oldu. Adamakıllı “oh!” dedim. Bu sefer tehlikeyi atlatınca, boku bokuna eşek cennetine gitmediğime seviniyordum. Ama, ne olur ne olmaz, yine meydana çıkmıyordum. İyi ki çıkmamışım. Allah belasını veresi, İttihatçılar, yine hükümete geçmezler mi? Mahmut Şevket Paşa tahta… Ertesi gün kanun bizim kapıya damladı. Kocakarıya “yok” dedirttim. Mahalle kahvesinde herkes yeniden muharebe olacağını söylüyor. Rum bakkal başladığına bile “ Vallahi billahi” diye yemin ediyordu. Baktım, iş fenalaştı. Yine hastaneye gitmek lazımdı. Kuduz dalaveresi artık sökmezdi. Hem köpek nerede bulacaksın? İstanbul’da bin türlü memuriyet vardı. Ambarlar, depo taburu, yaverlikler, yazıcılıklar vesaire vesaire. Ama imanım, biliyorsun ya “kimsesiziz” dedik. Bizi kayıran olmaz. Meydan çıktım mı, doğru ateş hattına… Aklıma belsoğukluğu geldi. Ama, belsoğukluklu karı nerede bulmalı. Sivil esvap giydim. Beyoğlu’nu bütün geçtim. Kömürcü Sokağını altüst ettim. Bir belsoğukluklu karı bulmak mümkün değil. Halbuki, insan istemezse, tesadüf şıp diye yapıştırır. “Ak akçe kara gün içindir!” dedim. Açtım bizim kemerin ağzını… Bir pezevenk ele geçirdim. Meseleyi ona açtım. Herif niçin bel soğukluğuna yakalanmak istediğimi çaktı. Keratalar… o kadar kurnazdır ki… Lep desen, leblebi olduğunu anlıyorlar. -Rütben ne, diye sordu. Saklamadım: -Yüzbaşı, dedim. On lira istemesin mi? Tekrar sordum: -Ya mülazım olaydım? -O vakit beş lira… -İyi tarife, diye güldüm ve tekrar yine sordum: -Binbaşı olsaydım? -Yirmi lira… -Miralay? -Kırk. -Paşa? -Paşadan henüz arayan yok, dedi. Zaten aramaya da ihtiyaçları yoktu. Koca herifler ateşi yalnız karargâhlarda mangalların içinde görüyorlardı. Bırak onları… Düşün, on lira… Bir bel soğukluğu için… Gittim. Aman, bir karı ki görme… Maymun mu maymun, biçimsiz mi biçimsiz, pis mi pis… Ne yaparsın… Pöstekiyi kurtarmak lazım. Hü, eyvallah!” dedim. Gözlerimi kapadım. Verdim kendimi ileri… Ama verdiğim para helal olsun. Ertesi gün bel soğukluğu başladı. Eve kapandım. Çektim kafayı, çektim kafayı. Her gün yarım okkadan ziyade düz içtim. Yedim turşuyu, yedim yemişi, on günde yürüyemeyecek bir hale geldim. Ayıptır söylemesi her tarafım şişti. Haydi, yine hastaneye, aradan bir hafta geçmeden muharebe başladı. Ben doktorun verdiği ilaçları hep aptesaneye yutturuyor, kandırdığım bir hizmetçiye fazla para vererek boyuna ekşi şeyler aldırıp yiyordum. Budala doktorlar hâlâ beni iyi etmeye çalışıyorlardı. Ben iyi olmadan, çok şükür Edirne düştü. Ondan sonra, ilaçları atmadım. Bir hafta geçmeden taburcu oldum. Eve geldim. Artık, İstanbul’da her şey gevşemiş, falso vermişti. Kanunlar filan aramıyorlardı. Fakat ölüsü boklu karının belsoğukluğu öyle cins, öyle halis bir belsoğukluğu imiş ki… Hâlâ geçmedi, ne dersin? Ve daha bin türlü paskallıklar yaparak beni güldürmeye çalışıyordu. Şimdi mesuttu. O “ gemisini kurtaran kaptandır” diye yaptığı alçaklıkla, hıyanetle, namussuzlukla iftihar ediyor, kendisinin muharebeye gidip ölecek kadar enayi olmadığını tekrarlıyordu. Ben dinliyor ve dönüp kalkıp onu tokatlamak, ayağımın altına almak, ezmek, gebertmek istiyor, kaşlarımı çatıyor, alt dudağımı ısırıyor ve hazırlanıyordum. Hiddet ve nefretimden kalbim çarpıyordu. Beynime yükselen kandamlası, bir an içinde sönünce düşündüm. Heyhat! Ben de onun gibi ölmemiş, zavallı ölen vatanım için kendimi öldürmemiş, arkamdan patlayan kurşunların, şarapnellerin altında hiçbir kıymeti olmayan şu boş kafamı çalılara, taşlara saklayarak çılgın ve namussuz bir kadın gibi kaçmamış mıydım? Ve hâlâ niçin yaşıyordum. Bugün ondan ne farkım vardı? Hâlâ sıkılmadan kadınlarımızın, kızlarımızın ve çocuklarımızın önünden kılıcımı sallayarak geçmiyor muydum? Hele bu çocuklar? Bunlar büyüyüp bize : “Ey tavşan sürüsü! Ey korkak ve alçak kaçkınlar! Daha utanmadan bizim karşımızda nasıl yaşıyorsunuz ?” diye bağırmayacaklar mıydı? Neyse… Size kendi hislerimi anlatacak değilim. Maksadım, cahillerin korkaklıklarına bir de alçaklık ilave ettiklerine delil getirmekti. Biz ordudan evvel milletin, Türklerin ahlakını düzeltmeliyiz. Namuslu ruhlar, milliyetini idrak etmiş şuurlu dimağlar, lekesiz vücutlar yetiştirmeliyiz. İşte size “Mehmaemken” bir misal… O kadar düşmüşüz, ahlaksızlık uçurumuna, o kadar yuvarlanmışız ki, en korkunç denaetlerimizi, en iğrenç hıyanetlerimizi bir meziyet, bir maharet imiş gibi sıkılmadan anlatıyor, utanmıyor, korkmuyor, titremiyoruz. Dimağlarımız granit leşmiş, vicdanlarımız içi pislik ve çirkef dolu, kauçuktan birer torba haline gelmiş ve… Lafını bitiren mülazım, şimdi yüzünü daha ziyade buruşturuyor ve tembel hareketlerle sigarasını yakıyordu. Söylediklerini hepimiz ayrı ayrı üzerimize almıştık. Susuyor ve sıkılıyorduk. En çok sıkılan, cahilliğin müdafi sarı ve şişman yüzbaşıydı. Cevap veremiyor, itiraz edemiyor, kıvranıyordu. Nihayet: -Bu dünyada her türlü adam var, dedi, beş parmağın beşi de bir değil ya… Başkasını söyleyemedi. Susuyordu. Ve gittikçe canımız daha ziyade sıkılıyordu. Sanki vapur daha ziyade sallanıyor, kamaranın ağır ve dumanlı havası birden daha ziyade ağırlaşıyordu. Ve yataklarımıza çekilmek için kalkmak istiyorduk. Evet, hepimiz rahatsızdık. Başlarımız dönüyor, fena halde gönlümüz bulanıyordu; lakin bilmem deniz tutmasından mı, yoksa “Mehmâemken” hikâyesinden mi?