Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

SERMAYE, MARX, DAS KAPİTAL

2019

Bu dosyada, daha önce çeşitli mecralarda yayımlanmış yedi yazımı bir araya getiriyorum.

SERMAYE MARX DAS KAPİTAL Gencer Çakır Gencer Çakır Sermaye, Marx, Das Kapital Gencer Çakır 1986 yılında Marmara Adası’nda doğdu. Sosyoloji ve iktisat eğitimi aldı. Yayınevlerinde tam zamanlı editörlük ve çevirmenlik görevlerinde bulundu. Öğretmenlik yaptı. Sendika.Org, Radikal-İki, Bilim ve Gelecek, Mesele, DİSK-AR Dergisi, İktisat Dergisi, Birikim, Praksis, Sosyologca, Çalışma ve Toplum, BirGün Pazar, Ayrıntı Dergi, EK Dergi gibi çeşitli mecralarda yayımlanmış çok sayıda yazı ve makalesi vardır. Tom Standage’ın İnsanlığın Yeme Tarihi (Maya Kitap, 2016) adlı kitabını Türkçeye kazandıran Gencer Çakır ayrıca Gezi Tartışmaları: İsyanın Dünü, Bugünü ve Yarını (Ütopya Yayınları, 2015) adlı kitabı Özgür Başpınar Aktükün ile birlikte derledi. Ayrıntı Dergi, Mesele ve Express gibi dergilere çeviri yaparak katkıda bulundu. Şu sıralar İngilizce özel ders vermektedir. Sermaye, Marx, Das Kapital Gencer Çakır Haziran 2019 İstanbul İÇİNDEKİLER Das Kapital’de Sermayenin Üç Veçhesi ___________________________1 İlişkisel Bir Gerçeklik Olarak Değer ______________________________8 Metaların Büyülü Dünyasından “Büyübozumu”na __________________17 Doğa-İnsan-Toplum: Sonsuz İlişki ve Etkileşimler Üzerine ___________23 Ücret Nedir? Neyin Karşılığı Olarak Ödenir? ______________________28 Krizler Kapitalizmin Doğasında Vardır ___________________________38 Küresel Kapitalizmin Geleceği__________________________________52 Das Kapital’de Sermayenin Üç Veçhesi Das Kapital’in yayımlanışının 150. yılı vesilesiyle kaleme alınan bu yazıda Marx’ın sermaye gerçekliğini nasıl kavradığı üzerine kısa bir değerlendirmede bulunuyoruz. Yazıda sermaye kavramı üç düzeyde ele alınıyor ve bu yapılırken sermayenin kapitalist toplumun egemen ilişkisi olarak anlaşılması gerektiğinin altı çiziliyor. İlişki olarak sermaye Sermaye insanlar arasında bir toplumsal ilişkidir. Zenginlik stoku ya da araç değildir. İnsanlar arası ilişki düzeyinde sermayeyi zaman-mekân içinde kavrayabiliriz. Ne demek istiyoruz? Her şeyden önce bu “ilişki”nin nasıl ve hangi koşullarda kurulduğu sorularına cevap verilmesi gerekiyor. Sermaye bir “ilişki” ise, o halde bu ilişkinin bir tarihi olmalıdır. Piyasada para sahibi (P) ile meta sahibini (M) karşı karşıya getiren tarihsel süreç nedir? Elbette hem P’nin hem de M’nin bir tarihi vardır. Burada “M” derken hem meta olarak üretim araçlarını, ham maddeleri, girdileri vs. hem de meta olarak emekgücünü kastediyoruz. Bu ikinci nokta çok kritiktir, çünkü emekgücü ancak kapitalizm altında metaya dönüşmüştür. Dolaysız üretici, kendi maddi varlığını ürettiği (ve yeniden-ürettiği) araçlarından koparılmış ve doğal ortamından çekip çıkarılmışsa, yanı sıra emekgücünü “özgürce” satabileceği hukuki koşullar da oluşmuşsa, işte bu aşamada, emekgücü bir meta haline gelir. Önceleri emekçinin bedenselzihinsel enerjisi/kapasitesi olan bu “güç”, para sahibinin parası ile mübadele edile(bile)n bir meta haline gelir kapitalizmde. Bu koşul sağlandığı ölçüde para sahibinin elindeki para sermayeye DÖNÜŞEBİLİR. Marx Kapital’de şöyle yazar: (P)arayı sermayeye dönüştürmek için … (b)ir yanda değer, yani para sahibinin, öte yanda değer yaratan özün sahibinin; bir yanda üretim ve geçim araçlarına sahip bulunan bir 1 kimsenin, öte yanda emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan bir kimsenin, birbirlerinin karşısında alıcı ve satıcı olarak yer almaları gereki(r).1 Peki, para sahibi nasıl para sahibi oldu? Ve emekçi nasıl emekgücünü satılığa çıkaran (ya da çıkarmak zorunda kalan) bir “satıcı”ya dönüştü? Bu tarihsel süreci Marx Kapital’de “ilk birikim” olarak anlatır. Bir alıntı daha yapalım: (Ü)reticileri ücretli işçilere dönüştüren tarihsel hareket, bir yandan, bunların serflikten ve lonca zincirlerinden kurtarılmaları olarak görünür. (…) Ama öte yandan, bu yeni kurtarılmış insanlar, ancak, bütün üretim araçlarından ve eski feodal düzenin kendilerine sağladığı bütün yaşama güvencelerinden yoksun bırakıldıktan sonra, kendi kendilerinin satıcıları durumuna gelir. Ve onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.2 “Kan” ve “ateş” sözcükleri, bu tarihsel sürece dair biraz olsun bir ipucu veriyor sanki! *** Ernest Mandel, Kapital’in gerçek araştırma nesnesinin sermaye olduğunu söyler. 3 Sermaye bir değer ve artık değer üretimi ve temellüküne gönderme yapar. Şöyle der E. Mandel: “Kapitalizm, kapitalistlerin üreticilerin bizzat sahip oldukları aletleri ellerinden alarak, aynı aletleri bir çatı altında bir araya getirmesiyle doğmuştur”.4 İşte tam bu aşamada süreç olarak sermaye düzeyine sıçramış oluyoruz. Süreç olarak sermaye Bu düzeyde sermaye yine bir ilişkidir, ama bu ilişki değerlenme süreci altında “hareket halinde” olan bir ilişkidir. Para sahibi, karşılığını vererek üretim araçları ve emekgücü metalarını satın alıp bunları “harekete geçirir”. Sermaye “hareket halindeki değer”dir. 5 “Hareket” ise ancak zaman-mekân içinde kavranabilir. Kapitalist üretim süreci hem bir emek sürecidir hem de bir değer yaratım sürecidir. Metalar belirlenmiş bir zamanda ve mekânda Karl Marx, Kapital, Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 551. Karl Marx, a.g.e., s. 688. 3 Ernest Mandel, Marx’ın Kapitali, çev. Osman S. Binatlı, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 73. 4 Ernest Mandel, a.g.e., s. 74. 5 Bkz. David Harvey, Marx, Sermaye ve İktisadi Aklın Cinneti, çev. Esin Soğancılar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2017. 1 2 2 harcanarak değer yaratılır. Kapitalist için üretim sürecinde her ânın önemi vardır. Marx, “ânlar kârın öğeleridir” der.6 *** Sermaye süreç düzeyinde ele alındığında, bu süreç, P-M ilişkisinin değerlenme sürecindeki “hareketi” olarak anlaşılmalıdır. Burada emek süreci ve değerlenme sürecinin “yapışık” bir birliği olan kapitalist üretim süreci hükmünü icra eder. Para sahibinin parası (P), ancak bu süreçte sermayeye dönüşür. Bir Türk filmi vardır, “Köyden İndim Şehire” diye; film, tarlalarında bir küp altın bulan dört kardeşin buldukları bu zenginliğe tek başlarına sahip olmaya çalışmalarını komik bir dille anlatır. Bu filmde bir çuval dolusu altın film boyunca sadece para (P) olarak görünür. Üretim araçları ve emekgücü metalarına (M) dönüşmediği için bu para hiçbir zenginlik yaratmaz. Burada para sadece harcama yapma aracı olarak resmedilir: Birkaç altın kuyumcuda bozdurulur, sonra elde edilen paralarla kılık kıyafet vb. satın alınır… Filmde P’nin M’ye dönüştüğü tek süreç (ya da “başkalaşım”) budur! Ama paranın bu başkalaşımı/dönüşümü, basitçe, bir “kişisel tüketim”in konusunu teşkil eder; değer yaratmaya dönük bir P-M başkalaşımı değildir bu. “Cimri” ile “kapitalist” arasındaki temel fark kendini burada gösterir. Cimri elindeki zenginliği stoklayarak/saklayarak zenginleşir, kapitalist ise tersine elindeki zenginliği tekrar tekrar dolaşıma sokup buradan da üretime yatırmak suretiyle zenginliğini artırır. Cimri parayı saklar, kapitalist ise parayı “özgür bırakır”. Filmdeki “cimri”ler dört kardeş olarak boy gösteriyor; “kapitalist” dostumuz da sinsi kuyumcu olarak. Kuyumcu dostumuz çuvaldaki altınları dolaşıma sokmak için yanıp tutuşmaktadır, “cimri” dostlarımız da tersine altınlarını saklamanın telaşı içindedirler. Film, para karşısında iki farklı dürtüyle hareket eden iki grubun komik karşılaşmalarını anlatır. *** Peki, para sahibinin parası (P) nasıl oluyor da “genişliyor”? Yaratılan “fazlalık” nereden geliyor? Bunu anlamak için “artık emek zaman” ve “gerekli emek zaman” kategorilerine ihtiyacımız var. Kısaca söylemek gerekirse, bir işgününde emekçinin kendi ücretini üretmesi için gereken zaman gerekli emek zamandır; emekçinin kapitalist için karşılıksız emek harcadığı zaman ise artık emek zamandır. Kapitalizm öncesinde gerekli emek ve artık emek zamanları birbirinden mekânsal olarak ayrılmış haldeydi. Marx Kapital’de şöyle der: “Gerekli emek köylünün kendi tarlasında, artık emek efendiye ait çiftlikte harcanır. Bundan dolayı, 6 Aktaran: David Harvey, Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, çev. Bülent O. Doğan, Metis Yayınları, İstanbul, 2012. 3 emek-zamanın iki kısmı, birbirlerinden bağımsız olarak bir arada bulunur”. 7 Ama kapitalizmde emek zamanın iki kısmı birbirine “karışmış halde”dir. Bu çıplak gözle görülebilir bir şey değildir. Kapitalist üretim süreci, tek bir mekânda emek zamanın iki kısmının birbirine “yapışık” halde bulunduğu bir üretim sürecidir. Kapitalizmde sömürünün “görünmez”liği buradan kaynaklanır. *** Yeri gelmişken bir yanlış anlamayı düzeltmek istiyorum. Kapitalist sömürü mekanizmasının nasıl işlediği anlatılırken, sözgelimi, “sekiz saatlik bir işgününde işçi İLK üç saatte kendi ücretini üretir, SONRAKİ beş saatte ise kapitalist için karşılıksız çalışır,” DENEMEZ! Burada üzerinde durulması gereken husus, bu “üç” ve “beş” saatin, bir işgününün tam olarak hangi kısmında yer aldığının tespit edilememesi hususudur. Kapitalist sömürü, köylü ve efendi arasındaki sömürü ilişkisi gibi “görünür” değildir. Kapitalist sömürünün “gizemli” oluşu, artık emek ile gerekli emeğin birbirinden ayrılamamasına dayanır. Marx kapitalizmde “artık emek ile gerekli emek birbirine karışmış haldedir,” 8 der. Bu iki emek zamanını birbirinden ayrı olarak ele almak, Marx’ın Kapital’de alaya aldığı profesör Senior’ün kavrayışsızlık seviyesine düşmek anlamına gelir! Özetle, sekiz saatlik bir işgününde çalışmanın başında, ortasında ya da sonunda olmasına bakmaksızın işçi belirli bir zaman kendi ücreti için çalışır, geri kalan zamanda ise kapitalist için karşılıksız çalışır. Ücret ve artık değer üretimi için harcanan zamanın işgününün hangi kısımlarını işgal ettiğini kesin bir şekilde söyleyemeyiz. Bu ampirik değil teorik bir sorundur. Buna mukabil, bir işgününün ne kadarının ücret için ne kadarının artık değer için bölündüğü üretim sürecinde işçi ve kapitalist arasındaki mücadeleyle belirlenir. İşçiler kapitalistler karşısında güçlü iseler, işgününün ücrete ayrılan kısmı uzar ve ücretler yükselir; tersi durumda ise tersi geçerlidir. İşçiler güçlü olduklarında, sözgelimi 8 saatlik bir işgününün 5 ya da 6 saati ücrete gidebilir. Bu durumda kapitalist için sadece 2 ya da 3 saatlik bir zamanda artık emeğe el koyma imkânı doğar. Ama işçiler güçlü değil iseler, bu sefer kapitalist işgününün ücrete giden kısmını olabildiğince aşağıya çekerek artık emek zamanı alabildiğine uzatmaya çalışır; böylece kârına kâr katmış olur. *** Bir yanlış anlama daha var ki, o da “emek süreci” ile “değerlenme süreci”nin birbirinden ayrı iki süreç olarak ele alınması… Kapitalist üretim süreci emek süreci ve değerlenme sürecinin 7 8 Karl Marx, a.g.e., s. 233. Karl Marx, a.g.e., s. 233. 4 birbirine “yapışık” olduğu tek bir süreçtir. Reel olarak bu iki süreci birbirinden ayıramayız. Bu ayrım ancak “düşünce”de yapılabilir. Birbirine yapışık iki sürecin birliği olarak kapitalist üretim sürecinde fiziki ve gayri-fiziki kullanım değerleri belirlenmiş bir işgününde metalara dönüştürülür. Her meta bir kullanım değeridir. Meta, sosyal bir kullanım değeridir. Meta, kullanım değeri ve mübadele değerinin “çelişik birliği”nden müteşekkildir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, kullanım değeri olmayan bir meta zaten meta değildir. Marx, “hiçbir şey, bir kullanım nesnesi olmadan değer olamaz,” der, çünkü “Bir şey yararsızsa, onun içerdiği emek de yararsızdır; bu emek, emek sayılmaz ve dolayısıyla değer oluşturmaz”. 9 Kullanım değerlerinin doğal içerikleri ile değer (mübadele değeri) arasında hiçbir ilişki yoktur! Yani bir şey araba olduğu, bir fincan çay olduğu, bir halı ya da basket topu olduğu için “değerli” DEĞİLDİR! Metalar mübadele değerleri olarak zerrece kullanım değeri içermezler. Yani parasını ödeyip de satın aldığınız bir çift ayakkabıyı istediğiniz kadar parçalayın, bunu atomlarına hattâ atom-altı parçacıklarına dek ayırın yine de mübadele değerine ulaşamazsınız! Mübadele değeri, bir çift ayakkabıya “yapışık” halde bulunur. Bunu göremezsiniz. Çünkü değer gayri-maddi bir gerçekliktir. Elle tutulmaz, gözle görülmez; maddi değildir ama NESNELDİR.10 Toplumsal olarak gerekli emeğin “maddeleşmesi” olarak değer, maddi değil gayri-maddi bir gerçekliktir. Buradaki “maddeleşme”, değerin toplumsal varoluşu ile ilgilidir, yoksa metanın fiziki ya da gayri-fiziki doğasıyla ilgili değildir.11 Marx’ın “değer nesnelliği” kavrayışı pozitivist bir kavrayış değil, maddeci bir kavrayıştır ve bu maddeci kavrayış Marx’ı pozitivist kavrayışın fersah fersah üzerine çıkarır. *** Yukarıda “Para sahibinin parası (P) nasıl oluyor da genişliyor?” diye sormuştuk. Cevap şu olmalı: Kapitalist üretim süreci, “gizemli bir şekilde” gerekli emek ve artık emek olarak bölündüğü için. Bu süreçte emekçi bir yandan ücretine karşılık gelen kısmı üretir, öte yandan da kapitalist için karşılıksız çalışır. Bu karşılıksız çalışma süreci temelinde para sahibinin parası (P) sermayeye dönüşür. Başlangıçta P olarak yatırılan para-sermaye “hareket ettirilir” ve sürecin sonunda bu sermaye P+ΔP olarak genişlemiş olur. 9 Karl Marx, a.g.e., s. 54. Bkz. David Harvey, a.g.e. 11 “(B)ir metanın değeri, içerdiği emeğin miktarıyla belirlenir; ama bu miktarın kendisi toplumsal olarak belirlenir.” (Karl Marx, a.g.e., s. 210.) 10 5 Şey olarak sermaye Bu yazıya başlarken sermayenin şey/nesne olmadığını, kişiler arası bir toplumsal ilişki olduğunu söylemiştik. Elbette sermaye “şey” değildir; ne var ki bu ilişki şeyler dolayımıyla görünür olur. Bir ilişki olarak sermaye kendisini nesnede/şeyde ortaya koyar. Marx’a kulak verelim: Sermaye, bir nesne değil, toplumun belli bir tarihsel oluşumuna ait bulunan belli bir toplumsal üretim ilişkisidir ve bir nesnede kendisini ortaya koyarak bu şeye belirli bir toplumsal nitelik kazandırır.12 Sermaye bir toplumsal ilişkidir ve bu ilişki nesnelere/şeylere bağlıdır. Bu üçüncü düzeyde sermaye Kapital’de değişmez sermaye ve bunun sabit ve dolaşır kısımları olarak karşımıza çıkar. Elbette bunlar ilişkisellik bağlamında kavranmalıdır. Marx, “üretim ve geçim araçları, dolaysız üreticinin mülkleri olarak, sermaye değildir,” der, çünkü “Bunlar, ancak, aynı zamanda, işçinin sömürülmesine ve boyunduruk altına alınmasına hizmet eden araçlar haline geldikleri zaman, sermaye olur”.13 Ve Marx politik iktisadın bunu anlamadığını, iktisatçıların bu araçları her durumda sermaye diye adlandırdıklarını söyler. Ona göre bu araçların “kapitalist ruhu ile maddi bedenleri, politik iktisatçının kafasında öylesine birbirine yapışık bulunur ki, o bunları her tür durumda … sermaye diye isimlendirir”. 14 *** Bugünden bir örnek verelim. Şu akıllı telefonlar… Bu cihazlar bir yandan “tüketim malları”dır. Diğer yandan bu cihazlar, çalıştığınız işyeri tarafından, yapılan işin gereği olarak, belirli bir süre boyunca kullanmanız için size verildiğinde “üretim malları” (sabit sermaye) olarak işlev görür. Her gün şirkete gelen telefonlara bakmak durumunda olan bir sekreter için telefon bir sabit sermayedir. Çağrı merkezinde çalışan bir emekçi için, işin gereği olarak kullanılan kulaklık ve mikrofon bir sabit sermayedir; ama aynı nesneyi müzik dinlemek ya da evinde bilgisayar oyunu oynamak ya da görüntülü konuşma yapmak için satın alan bir kişi için bu nesne bir “tüketim malı”dır. Tüketicinin bireysel kullanımı/tüketimi ile bu nesne değer yaratım sürecine dâhil edilmez. Sadece “kişisel tüketim”in bir konusunu teşkil eder bu nesne. Bkz. Kapital, Cilt III, aktaran: Tom Bottomore (ed.), Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, 1. basım, İstanbul, 1993, “Sermaye” maddesi, s. 489. 13 Karl Marx, a.g.e., s. 733. 14 Karl Marx, a.g.e., s. 733. 12 6 Özetle, bu son düzeyde sermaye nesnelere bağlı bir toplumsal ilişkidir. Ama nesneler ilişkisel-tarihsel bağlamdan koparılırsa ASLA sermaye ol(a)mazlar. Bu yazı Ayrıntı Dergi’nin Ocak/Şubat 2018 tarihli 24’üncü sayısında yayımlanmıştır. 7 İlişkisel Bir Gerçeklik Olarak Değer “[K]ullanım nesnelerinin değerler olarak insanların dilleri kadar toplumsal bir üründür.” belirlenmeleri, –Marx, Kapital, Cilt I, Yordam Kitap, 2011, s. 84. Geçen yıl Das Kapital’in yayımlanışının 150’nci yılı idi. 2018 yılının son ayları itibariyle de bu dev eserin yazarının 200’üncü doğum tarihini geride bırakmış bulunuyoruz. Her iki tarih Marx’ı ve onun dev eserini yeniden gündeme getirmek için bulunmaz bir fırsat sunuyor. Bu vesileyle aşağıda Das Kapital’i ve bunun merkezi konularından biri olan değer teorisini konu edinen kısa bir yazıyı paylaşmak istiyoruz. Değer teorisi Das Kapital’de kavraması zor olan konuların başında gelir. Geçmişten bu yana bilhassa Marksistlerce yapılan ateşli tartışmaların göbeğinde yer almıştır bu teori. Bunun akademik ve siyasi pek çok nedeni olmakla birlikte burada bu tartışmaya girmek istemiyoruz. Aşağıda Marx’ın sosyal bir gerçeklik olarak değeri nasıl kavradığı üzerine bir açıklığa kavuşturma denemesine girişiyoruz. Yazı sistematik bir makale biçiminde tasarlanmadı. Yer yer polemik ama daha çok da deneme tadında kaleme alınan bir düşünme faaliyeti diyebiliriz yazı için. Başlamadan şu soruları soralım: Değerin kaynağı nerede aranmalıdır; doğada mı toplumsal ilişkide mi? Bir metanın değeri emek zamanla mı ölçülür yoksa toplumsal olarak gerekli emek zamanla mı? İkisi arasında nasıl bir fark vardır? Kapitalist üretim çağı öncesinde değer var mıydı? Yoksa değer sadece sermayeye dayalı üretim çağına ait bir “fenomen” midir? Değer 8 gerçekliğini Marx tarihsel-toplumsal bir gerçeklik olarak mı açıklar yoksa sadece mantıksal bir açıklama ile mi yetinir? Nedir değer? Elle tutulabilir bir “somut” mudur? Yoksa elle tutulamayan bir “somut” mudur? Aşağıdaki yazı tüm bu sorulara tek tek ayrıntılı cevaplar vermiyor; ama yine de merkezinde bu sorulara yanıt teşkil edecek ortak bir cevap yer alıyor. Marx’ın bu zihin açıcı teorisine küçük de olsa bir ilgi uyandırmayı başarabilirsek yazı amacına ulaşmış olacak. Giriş Bütün bir insanlık tarihi, metaların mübadelesi olan M-M biçiminden P-M – M'-P' biçimine geçişin tarihidir dense abartı yapılmış olmaz. Ne var ki tarih M-M mübadelesi ile başlamıyor! İnsanlık tarihinin başlangıç aşamasında K’ler vardır, yani kullanım değerleri. Bu yüzden konuya K ile başlamamız gerekiyor. Doğanın bir parçası olan ve ancak doğayla birlikte kendini (yeniden) üreten insan, ihtiyaçları doğrultusunda doğayı dönüştürürken aynı zamanda kendisini de dönüştürür. Tüm bir insanlık tarihi, insanın doğa üzerinde “hâkimiyet” kurmasının tarihidir bir bakıma. İnsan doğanın bilinemezliğini bilinebilir kılarken ve onu kendisinin bir parçası yaparken doğanın hükmeden kuvvetlerinden kendisini sıyırabildi. Ne var ki, bu süreçte kendisi için başka tahakküm biçimleri de yaratmış oldu. “İnsanlar yaşamlarını sürdürmek için doğayla savaşırken aralarında kurdukları ilişkilerle ‘ikinci bir doğa’ yaratmışlar, fakat bu kez de bu ‘ikinci doğa’nın esiri olmuşlardı,” der 1 Taner Timur. Genel eş değerin çözdüğü “kriz” İnsan doğa ile ilişki kurarken bunu hem kendi başına hem de kendi türünden insanlarla –ve tabii hayvanlarla– birlikte yapar. Peki, insan niçin doğa ile ilişki kurar; ya da insanlar niçin birbirleri ile ilişki kurarlar –ya da kurmak zorundadırlar? Cevap kuşkusuz “hayata kalma” çabası olmalıdır. 1 Taner Timur; Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Kitap, 1. basım, İstanbul, 2011, s. 410. 9 İnsanın hem kendi türünden insanlar ile hem de doğa ile ilişki kurması onun iradesinden bağımsızdır. İnsan bunu yapmak zorunda olduğu için yapar. Bu ilk düzeyde insanın hayatta kalmak için doğanın sunduğu olanakları ya doğrudan doğruya ya da biçimlerini değiştirerek eline geçirmesi/alması/tüketmesi kullanım değerleri (K) üretiminin temelini verir bize. Kullanım değerleri üretmeyen bir topluluğun ayakta kalması mümkün değildir. “Kullanım değerleri,” der Marx “toplumsal biçimi ne olursa olsun, servetin maddi içeriğini oluşturur”.2 Kullanım değerlerinin yaratıcısı olan emek insanlık tarihinin evrensel bir kategorisidir. [K]ullanım değerlerinin yaratıcısı, yararlı emek olarak emek, insanın bütün toplum biçimlerinden bağımsız bir varoluş koşulu, insan ile doğa arasındaki madde alışverişini ve dolayısıyla insan hayatını mümkün kılan ezelî ve ebedî bir doğal zorunluluktur. 3 Süreç içerisinde “K” üretiminde uzmanlaşan topluluklar, emeğin artan “üretkenliği” sonucunda kullanım değerlerinin “aşırı üretimi” ile karşılaşırlar. Böyle bir durum ortaya çıktığında, yani insanlar sadece kendileri için değil başkaları için de kullanım değerleri üretmeye başladıklarında kendi ellerindeki K’ler M’ye dönüşür ve M-M mübadelesi başlar. M-M mübadelesi, toplulukların kendilerine yetmelerini şart koşar, dahası kendi ihtiyaçlarının üzerinde kullanım değerleri üretmelerini de şart koşar. Böyle bir durum ise emeğin üretkenliğindeki artışı ön gerektirir. M-M sürecinin aralıksız tekrarı yani takas ilişkilerinin yaygınlık kazanması süreç içerisinde M-M ilişkisini bir “kriz”e uğratacaktır. Nasıl mı? Şöyle: A metası ile B metasının takası; C metası ile D metasının takası; E metası ile F metasının takası… Peki, soru şu: Eğer ben elimdeki E metasıyla A metasını almak istesem bunu yapabilir miyim? Elbette; ama önce A’nın mübadele değeri olan B’ye ulaşmam gerekecek. Benzer durum diğer metalar için de geçerlidir. Bu tür bir “kriz” durumu insanlık tarihinde “genel eş değer” ile çözüme kavuşturuldu. Bir örnekle açmaya çalışalım. E. Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı’nda şöyle der: Genel bir eş değerin, yani bütün şekilleriyle, paranın ortaya çıkması, mübadelenin genelleşmesi ve ticaretin başlaması ile birlikte gerçekleşir. (…) Sir Samuel Baker, Uganda’da Nyoro pazarında satıcıların, ‘Süt satar, tuz alırım. Tuz verir, mızrak alırım. Kırmızı boncuklar alır, ucuz kahve veririm’ diye bağırdıklarını anlatır. Tuz sahipleri süt yerine kırmızı boncuk 2 3 Karl Marx, Kapital, Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 50. Karl Marx, a.g.e., s. 56. 10 isterlerse; kırmızı boncukların sahipleri tuz ve kahve değil de süt isterlerse bu mübadelelerin hiçbiri gerçekleşemez… 4 Genel eş değerin ortaya çıkışının temeli özünde budur. M ile M’nin mübadelesi üzerine kurulu takas sistemi ancak sınırlı sayıda ürün söz konusu olduğunda etkilidir ve karmaşık bir ekonominin temelini oluşturmak için gerekli olsa da tek başına yeterli değildir. Çünkü takas sisteminde söz gelimi her gün ayakkabıcı ile çiftçi onlarca farklı ürünün birbirlerine göre değişim oranlarını yeniden öğrenmek zorundadır. Eğer pazarda 100 değişik ürünün mübadelesi yapılıyorsa, alıcılar ve satıcılar toplamda 4.950 farklı değişim oranını bilmek durumundadır. Ürün sayısı 1000 olduğunda alıcı ve satıcıların bu sefer 499.500 farklı değişim oranını bilmek gibi bir dertleri vardır! Sapiens’in yazarı Harari haklı olarak, “Bunun içinden nasıl çıkılır?” diye soruyor.5 Genel eş değer olarak para, işte böylesi bir “kriz” durumunu çözüme kavuşturmak için topluluklarca icat edildi. Böylece çok sayıda üretici pratik yoldan birbirine “bağlanmış” oldu. Değerin toplumsallığı Konuya K ile başladık, sonra buradan M-M’ye ulaştık, ardından da M-P-M’ye geçmiş bulunuyoruz. Bu son süreçte meta sahipleri ellerindeki kullanım değerlerini bir başkasının ihtiyacının giderilmesi için ellerinden çıkarırlar (satış); elde ettikleri para ile kendi ihtiyaçlarına göre bir başka meta satın alırlar (satın alma). “Satın almak için satmak” diye özetleyebileceğiz bu durum kabaca kapitalist üretim öncesi döneme tekabül eder. Bu süreçten sonra da (emek-gücünün metaya dönüşmesi ile birlikte) P-M – M'-P' devresi başlar ki, işte bu devre bize kapitalist üretimin temelini verir. Ama gelin önce, tüm bu tartışmaları kapsayacak şekilde, insanların iradelerinden bağımsız olarak kurulan toplumsal ilişkinin değer gerçekliği altında incelenmesine geçelim ve şu soruyu soralım: “Değer toplumsal mıdır?” Bir başka soruyu daha ekleyebiliriz buna: “Meta mübadelesi olmasaydı toplum oluşabilir miydi?” Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, Türkçesi: Orhan Suda, Maki Basın Yayın (Özgür Üniversite Kitaplığı), Ankara, 3. baskı, 2008, s. 69. 5 Bkz. Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Türkçesi: Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, İstanbul, 14. baskı, 2016, s. 180, 181, 182. 4 11 Sadece iplik üreten bir üreticinin iplik ile karnını doyuramayacağı ortada. Ya da balık avlayan bir kişinin üzerine ceket ya da pantolon giymeden yazı ve kışı sıcaktan/soğuktan korunarak geçirmesi de imkânsız. Balık avlayan kişi ceket üreten kişiyle ilişkiye geçecek ki, hem ceket üreticisinin karnı doysun hem de balıkçımız üzerine ceket ve pantolon giyerek soğuktan korunsun. Bu ilişki temelde toplumsal bir ilişkidir ve de bu değer ile kurulur. İnsanlar kendi emekleri dolayımıyla birbirleri ile ilişki kurarlar. Bu ilişkinin kurulabilmesi için de önce insanların emeklerini “şey”lerde somutlaştırmaları, kristalize etmeleri gerekir. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da Marx şöyle der: [B]ir kullanım değeri bir başka kullanım değeri ile değişim değeri bakımından karşılaştırıldığı zamandır ki, ayrı ayrı kişilerin emeği eşitlenmiş ve genel emek bakımından karşılaştırılmış olur. Öyleyse, değişim değeri, kişiler arasında bir ilişkidir demek doğrudur, ama, bu ilişkinin, nesnelerin örtüsü içinde gizlenen bir ilişki olduğunu da eklememiz gerekir.6 Benzer bir alıntıyı şimdi de Kapital’den yapalım: [M]etanın değer niteliği, onun diğer metayla kendi ilişkisi aracılığıyla ortaya çıkar. Söz gelişi, ceket, değer cismi olarak keten bezine eşitlenirken, cekette saklı bulunan emek, keten bezinde saklı bulunan emeğe eşitlenmiş olur.7 *** Değer, insanın doğa ile kurduğu ilişkiden değil, insanların birbirleriyle kurdukları ilişkilerden türer. “Meta mübadelesi,” der Marx “toplulukların sona erdiği, bunların yabancı topluluklarla ya da yabancı toplulukların üyeleriyle temas kurduğu noktalarda başlar”. 8 Aynı yerde Marx şunu da söyler: Bir kullanım nesnesine mübadele değeri olma olasılığını kazandıran ilk yol, kullanım değeri bulunmayan bir şey, yani sahibinin dolaysız ihtiyaçları açısından fazla olan bir kullanım değeri miktarı olarak var olmasıdır.9 Mübadelenin “nesnel koşulları”nın oluşabilmesi için önce elde bir “fazlalık” olacak. Ama sadece fazlalık da değil; yabancı toplulukların birbirleriyle temas kurması da şart. Marx onun Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2005, s. 51-52. Karl Marx, Kapital, a.g.e., s. 63. 8 A.g.e., s. 96. 9 A.g.e., s. 96. 6 7 12 için bu karşılıklı ilişki, “[A]taerkil aile biçiminde olsun, bir eski Hint topluluğu biçiminde olsun, bir İnka devleti biçiminde olsun, ilkel bir topluluğun üyeleri için söz konusu olamaz,” diyor.10 Takip eden sayfada Marx para biçimini ilk geliştirenlerin göçebe kavimler olduğunu söylüyor: Bütün varlıkları taşınabilir ve bu nedenle dolaysız olarak elden çıkarılabilir biçimde olduğundan ve yaşayış biçimleri kendilerini durmadan yabancı topluluklarla temasa geçirerek ürün mübadelesini teşvik ettiğinden, para biçimini ilk geliştirenler göçebe kavimler olmuştur.11 İnsanın doğa ile kurduğu ilişki temeldir, olmazsa olmazdır. Ancak insanın insanla olan ilişkisi hesaba katılmadığı sürece ya da böyle bir ilişki kurulmadığı sürece; insanlar birbirlerinin karşısına ürünleriyle çıkmadığı sürece; yani “5 yatağı üretenle 1 evi üreten” karşı karşıya gelmediği sürece hiçbir toplumsal ilişkiden, mübadeleden, mübadele değerinden bahsedemeyiz. İşte değerin “sırrı” burada yatıyor. Elbette doğa ile ilişki kurulmadan ne insan ne de toplum ayakta kalır; dahası mübadele edecek ürün üretmeyen insan ya da insan toplulukları birbirleriyle ilişki de kuramaz; ama sırf bu yüzden değerin kaynağını insanların iradelerinden bağımsız olarak birbirleriyle kurdukları ilişkilerde değil de doğada aramak kanımca doğru değil. *** Kullanım değeri üretmeyen hiçbir toplum hayatta kalamaz; dahası bir toplumun zenginliği de kullanım değerlerinin bolluğuyla ölçülür: Bir ceketle bir kişiyi, iki ceketle iki kişiyi giydirebilirsiniz. En ilkel kabilelerden, bugün Brezilya’nın yağmur ormanlarında “modern dünya”dan yalıtık halde yaşayan, toplayıcılık ve avcılıkla geçinen kabilelerden bugünkü en gelişkin kapitalist toplumlara kadar, herkes ama herkes, yaşamak için kullanım değerlerine ihtiyaç duyar. Kapitalist toplum, aslında, kullanım değerlerinin “muazzam ölçüde” üretildiği bir toplumdur! Bu yargı bir yönüyle doğrudur ama diğer yönüyle eksiktir de. Şöyle ki: İnsan, 5000 yıl önce de insandı; yani etten kemikten, kandan, kas ve sinirlerden –ve tabii bir beyinden– ibaret bir organizmaydı. Bu gerçeklik pek tabii bugün için de geçerlidir. Ama aynı etten, kemikten… insan kapitalizm altında bir emek-gücü satıcısına dönüşmüştür. Sermayeye dayalı üretim çağını karakterize eden asli özelliklerden biridir bu. Sadece meta üretimi, 10 11 A.g.e., s. 96. A.g.e., s. 97. 13 metanın “muazzam boyutlarda” üretimi değil, emek-gücü denen “özel” metanın da üretimidir kapitalizm. *** Kullanım değerlerinin, örneğin bir kilimin üretimi için diyelim 8 saate ihtiyacımız var. Haliyle değeri 8 saatlik emek olacaktır bu kilimin. Ama bir kullanım değerinin “değeri” ancak ve ancak diğer kullanım değerleriyle ilişki içinde ortaya çıkar. Bir örnekle açmaya çalışalım: Ben küçük bir ayakkabı üreticisiyim ve diyelim ki bir çift ayakkabıyı 10 saatte üretiyorum. Benden çok daha büyük bir işletme, gelişkin bir teknolojiyle aynı ayakkabıyı diyelim 1 saatte üretsin. Benim küçük atölyemde teknik bir yenilik olmadığı sürece, ben yine bir çift ayakkabıyı 10 saatte üretirim; çünkü bunun üretimi için hâlâ o kadar zaman gerekiyordur. Benim dışımda teknoloji ne kadar gelişkin olursa olsun, ben yine bu bir çift ayakkabıyı 10 saate üretmek zorundayımdır. Ama sorun bu değil. Önemli olan, benim 10 saatlik bireysel emeğimin toplumsal olarak ne kadar gerekli-emeği temsil ettiğidir! “Toplumsal olarak gerekli emek-zaman,” diyor Marx “herhangi bir kullanım değerini, toplumun o sıradaki normal üretim koşulları altında, ortalama toplumsal hüner derecesi ve emek yoğunluğuyla elde edebilmek için gerekli olan emek zamandır”.12 Şu halde, benim 10 saatlik bireysel emeğimin toplumsal olarak karşılığı 1 saatlik emektir! Özetle: Üretici, kan ter içinde kalarak bir şey üretir. Eğer bu, pazarda satılmak için üretilmişse, metadır. Bu metanın üretimi için ilk başta ne kadar emek-zaman harcandığı önemlidir kuşkusuz; ancak harcanmış bu emeğin ne kadarının toplumsal olarak gerekli emek olduğunu mübadele içinde görebiliriz. Mübadele, toplumsal bir ilişkidir ve bu toplumsal ilişkinin yaptığı “şey”, metaya, “senin değerin ancak bu kadardır” diye “seslenmek”tir! Başka bir örnek de şu: 1 masa = 100 kilo pirinç olsun. Ama bu denklemin kurulması için önce iki üreticinin karşı karşıya gelmesi gerekmez mi? Yani bir toplumsal ilişkiye ihtiyacımız yok mu? Bu toplumsal ilişki kurulduğu sürece emek ürünleri kullanım değerlerinden soyutlanır ya da Marx’ın deyişiyle “zerre kadar kullanım değeri içermezler”. Ama öte taraftan meta, onu alan kişi için bir kullanım değeridir ve onun bu özelliği olmasaydı satıcı gelip meta üreticisinden bu metayı satın almayacaktı! 12 A.g.e., s. 53. 14 Mübadele, değerlerin birbiriyle değişimidir. Mübadele anında, nesnelerin toplumsal olarak ne kadar gerekli emek zaman içerdikleri ortaya çıkar. Şimdi denklemimize geri dönelim. Masanın mübadele değeri 100 kilo pirinçtir. Masanın değeri, gerekli emek-zaman tarafından değil, toplumsal olarak gerekli (soyut) emek zaman tarafından belirlenir! 13 Toplumsal olarak gerekli soyut emek-zamanı da, bir değişim ilişkisinde, 100 kilo pirinçle yan yana geldiğinde masa kendi değerini 100 kilo pirinç cinsinden bir değişim değeri ile gösterir ve bu, yani değişim değeri, bu anlamda değerin “görünüm biçimi”dir. Zaten metalar dünyasında, değer, ancak ve ancak mübadele değeri olarak var olabilir. Sonuç İnsanın doğa ile madde alışverişinin biricik amacı, hayvanlar ve gözle görülmeyen diğer organizmalarla aynıdır: Hayatta kalmak. Ama insan, doğa ile madde alışverişinde bulunurken kendi türüyle de ilişki kurmak zorundadır. Bu ilişki değer ile kurulur. Bu ise toplulukların farklılaşmış olmalarını ön gerektirir. Mantıksal olarak da tarihsel olarak şurası doğrudur: Herkesin aynı şeyi ürettiği bir yerde mübadele saçma bir şey olurdu. [Ü]rün mübadelesi, farklı ailelerin, klanların ve toplulukların birbirleriyle karşılaştıkları noktalarda kendini gösterir; çünkü, uygarlığın başlangıç döneminde birbirlerinin karşısına bağımsız olarak çıkanlar, özel kişiler değil, aileler, klanlar vb.’dir. Farklı topluluklar kendi doğal çevrelerinde farklı üretim araçları ve farklı geçim araçları bulur. Bu nedenle bunların üretim biçimleri, yaşayış biçimleri ve ürünleri farklı olur. Toplulukların birbirleriyle karşılaştıkları temas noktalarında ürünlerini karşılıklı olarak değiştirmelerine ve dolayısıyla da bu ürünlerin yavaş yavaş metaya dönüşmesine yol açan, işte bu doğal farklılıktır. Üretim alanları arasındaki farklılıkları yaratan mübadele değildir; zaten farklılaşmış bulunan alanlar arasında mübadele ile ilişki kurulur ve böylece bunlar toplumsal toplam üretimin az çok birbirine bağlı dalları haline gelirler. Burada toplumsal iş bölümü, ortaya çıkışları farklı ve birbirinden bağımsız üretim alanları arasındaki ürün mübadelesi ile doğar.14 İnsan, herhangi bir arı ya da karıncanın yaptığı gibi doğa ile madde alışverişinde bulunur. Bununla da kalmaz, ürettiklerini kendi türünün üyeleriyle ilişkiye girerek mübadele eder. Bu toplumsal ilişkide kullanım değerine sahip metalar sadece araçtır. “Değer, soyut emeğin soyut ürünüdür.” (Bkz. Bertell Ollman, Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı, çev. Ayşegül Kars, Yordam Kitap, İstanbul, 2012, s. 278.) 14 A.g.e., s. 341. 13 15 İnsanın hem doğa hem de kendi türüyle kurduğu ilişkilerin nerede, hangi koşullar altında, nasıl ve ne şekilde kurulmasına bağlı olarak üretim biçimleri farklılık gösterir. Üretimi, insanın doğa ile madde alışverişi ve sonra da insanların birbirleriyle kurdukları, kurmak zorunda oldukları ilişkilerin karmaşık bir bütünü olarak düşündüğümüzde, değerin toplumsal bir ilişki olup olmadığı konusunda biraz daha netleşmiş olabiliriz diye düşünüyorum. Bu yazı 06.11.2018 tarihinde EK Dergi’nin web sitesinde yayımlandı. 16 Metaların Büyülü Dünyasından “Büyübozumu”na Bir AVM’ye girdiğimizde yan yana duran mağazalarda gördüğümüz şeyler nedir? Metalar mı? Hayır. Çünkü meta, görünür-duyulur bir gerçeklik değildir. Mağazalarda gördüğümüz şeyler somut gerçekliklerdir. Bir ayakkabıya dokunabilir, giyebilir, beğenmediysek bir başkasına bakabiliriz. Benzer şekilde, bir kitap mağazasında raflardaki kitaplara dokunabilir, alıp sayfalarını karıştırabiliriz; dahası boş bir tabure ya da koltuk bulabilirsek elimize aldığımız kitabı yarım saat (belki de bir saat) okuyabiliriz de. Bu şeyler meta değildir. Duyularımıza ve düşüncelerimize hitap eden bu gerçeklikler kullanım değerleridir. İstek, ihtiyaç ve arzularımıza hitap ettikleri için kullanım değerleridir. Kullanım değerleri olarak bu şeyler meta değildir ve tersine meta olarak da kullanım değerleri değildir. Bir çift ayakkabı ya da bir kitap konuşabilseydi derdi ki: “Meta olarak bizler kullanım değerleri değiliz, kullanım değerleri olarak da meta değiliz.” Kullanım değerleri emek ürünleridir, ama her kullanım değeri emek ürünü değildir. Çünkü soluduğumuz hava, üzerinde yürüdüğümüz toprak ya da içine girip yüzdüğümüz deniz emek ürünü değildir. Ama insanlar (ve de hayvanlar) için bunlar kullanım değerleridir. Havayı solumazsak yaşayamayız. Benzer şekilde Güneş’ten aldığımız D-vitamini de emek ürünü değildir, ama bu vitaminin bir kullanım değeri vardır. Yeryüzünün uzun bir zamana yayılan oluşumunda insan etkisi (insan emeği) yoktur. Denizlerin, karaların, kıtaların oluşumu; yeşil alanların, göllerin, akarsuların oluşumunda insan etkisi yoktur. Hem zaten insan da bu andığımız doğal süreçlerin bir “ürünü”nden başka bir şey değil midir? Kısaca her kullanım değeri emek ürünü değildir. Ayrıca her emek ürünü de kullanım değeri olmayabilir! İstek, ihtiyaç ve arzulara cevap vermeyen emek ürünleri kullanım değeri değildir. Çünkü bir şey 17 yararsızsa, bu şeyin içerdiği emek de yararsızdır. Bu emek, emek sayılmaz ve bu yüzden de bir değer içermez. Bu şey değersizdir. Kullanım değerleri, oluşumlarında insan emeği harcansın ya da harcanmasın, gerçekliğin temelini oluştururlar. Bütün toplum biçimlerinden bağımsız bir varoluşa sahiptirler. Ayrıca kullanım değerleri maddi de olabilir gayri-maddi de olabilir. Meta, kullanım değerinden farklı olarak tarihsel bir biçimdir. Bir soyutlamadır meta. Zihin dışında bir varlığı yoktur, ama yine de varlığı zihinden kaynaklanmaz. Meta, kullanım değerlerinin “beden”leri etrafında bir “ruh” ile birlikte ele alınabilecek bir gerçekliktir. Varlığında bir ikilik barındırır: ruh (değer) ve beden (kullanım değeri). Das Kapital’de ruh-beden ayrımı Marx Kapital’de metayı ruh-beden ayrımı temelinde kavrar. Bu kavrayış Marx’ın siyasal iktisattan kopmasında da bir nirengi noktasıdır. Üretim ve geçim araçlarının “kapitalist ruhu” ile bunların “maddi bedenleri” siyasal iktisatçılar için bir önem taşımaz. Bu ayrımı yapmadıkları için de üretim ve geçim araçlarını her durumda sermaye diye isimlendirirler. Oysa Marx’ta “tarihsiz” bir sermaye kavrayışı yoktur. Sermaye tarihî ve geçici bir biçimdir. Kapital’in konusu bu geçici “biçim”in kendisidir. Bu “biçim”in oluşumu, üretimi ve yenidenüretimi ile birlikte kendi çelişkileri temelinde kendini ortadan kaldırabilecek bir potansiyel taşıdığı gösterilir Kapital’de. Ve bir şey daha ekleyelim: Marx’ın kavrayışında bir otomatizm yoktur. Belirli koşullar bir araya geldiğinde sermaye ortadan kaldırılabilir. Bu ise devrimci mücadelenin konusunu teşkil eder. *** Meta, doğal “içerik”le toplumsal “biçim”in çelişkili birliğinden müteşekkil bir gerçekliktir. Meta, şey değildir. Elle tutulmaz, gözle görülmez. Emek ürünleri etrafında “sis tabakası yaratan büyü ve esrar” ile birlikte kullanım değerleri meta olur. Kullanım değerlerinin maddi bedenlerine giren bir “şeytanî ruh”tur meta. Konuyu daha iyi kavrayabilmek için “şişe su” örneğini ele alalım. Su maddesini, içinde yer aldığı pet şişeden bağımsız olarak ele aldığımızda görülecektir ki, su aslında varlığın, canlı yaşamının temelini oluşturacak kadar eskidir. İnsan denen organizma ortaya çıkmadan çok önce su vardı. Yaşam suda başladı. Ayrıca su, pet şişede de dursa, yeryüzünün herhangi bir yerinde yer alan bir çukurda da dursa formülü değişmez: “Kimyasal formülü (H2O) 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana 18 gelir. H+ iyonu içeren bir madde ile (ör. asit) ve OH- iyonu içeren maddenin (ör. baz) tepkimesi ile oluşur” (wikipedia bilgisi). Sudaki bu evrensel gerçeklik, “pet şişe” gibi bir tarihsel-toplumsal biçim altında metaya dönüşür. Yaşamın suda başlaması, uzak bir zaman sonra, “canlı yaşamı”nın su üzerinde kontrol gücü edinmesiyle sonuçlanmıştır. Kapitalist üretim, kullanım değerini (yani “su”) mübadele değerinin (yani “pet şişe”) altına alıp bu ikisini birbirine “perçinler”. Bu yönüyle, içinde evrenselliğin ve tarihsel biçimin billurlaştığı bir gerçekliktir meta. Metanın çelişik doğası onun bu çift katmanlı niteliğinden ileri gelir. Kapitalist üretim diğer taraftan insanın doğa ile kurduğu dolaysız ilişkiyi de değerlenme süreci altında kâr elde etme sürecine dönüştürür. Burada insanın çalışma kapasitesi (emekgücü) değerlenme sürecinin “diktatörlüğüne” girer. *** Kullanım değerleri beşerî servetin maddi içeriğini oluşturur; bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak kültürün temelini teşkil ederler. Buna karşılık meta tarihin her döneminde var olmamış; kullanım değerlerinin “evrensel dolaşımı”na bağlı olarak ortaya çıkmıştır. “Bütün metalar, kendi sahipleri için kullanım değeri olmayan şeyler, bunların sahipleri olmayanlar için kullanım değerleridir” (Marx, Kapital). Metalar kullanım değerleridir, ama sosyalevrensel kullanım değerleridir. “Öteki” için kullanım değerleridir metalar. 1 Tabii burada sadece insanın emek ürünlerinden bahsetmiyoruz. Kapitalizm, bizzat insan emekgücünün kendisinin meta olarak alınıp satıldığı bir tarihî dönemeçtir. Bu oldukça kritiktir, öyle ki bu kerte anlaşılmadan kapitalizmin doğuşu ve “sermayeye dayalı üretim”in asıl niteliği gözden kaçabilir. Emekgücü bir meta olarak alınıp satılabildiği için kapitalist üretimden bahsedebilmekteyiz. Marx Kapital’de şöyle der: “Emekgücü işçinin kendisi tarafından serbestçe satılabilir bir meta haline geldiği andan itibaren (…) meta üretimi genelleşmeye ve üretimin tipik biçimi haline gelmeye başlar.” Eğer emekgücü diye bir metadan bahsediyorsak, diğer metalarda olduğu gibi bu metanın da kullanım değeri ve mübadele değeri vardır. Bu meta işçi için kullanım değeri değildir. Ama bu meta kapitalist için kullanım değeridir, çünkü kapitalist emekgücünü tüketmek suretiyle sermayesini genişletebilir. Emekgücünün belirli bir mekân ve zamanda tüketilmesi kapitalisti ilgilendirir. İşçiyi ilgilendiren ise, kendi kapasitesinin harcanmasının karşılığı olan ücrettir. Demek oluyor ki, işçi kendi çalışma kapasitesini bir meta olarak kapitalistin kullanımına sunar (ya da sunmak zorunda “…Meta üretmek için, o kimsenin, yalnızca kullanım değeri değil, başkaları için kullanım değeri, toplumsal kullanım değeri üretmesi gerekir.” (Bkz. Karl Marx, Kapital, Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 54.) 1 19 bırakılmıştır) ve bunun karşılığında da ücret alır. Ücret tarihsel-toplumsal bir biçimdir; tarihin her döneminde var olmamıştır. Ama bu “biçim”, işçinin doğal gücü üzerinde bir baskı kurmaktadır. Emekçinin kendi zihinsel-bedensel kapasitesi mübadele değerinin (ücretin) altında baskılanmış durumdadır. Kullanım değerlerini özgürleştirme siyaseti: “büyübozumu” Kapitalist toplum kullanım değerlerinin üretildiği bir toplumdur, öyle ki bu toplum “muazzam kullanım değerleri yığını” olarak görünür! Ancak kapitalist toplumda, kullanım değerleri mübadele değerleri ile “paketlenmiş” haldedir. Biz sıradan faniler, “paket”in içinde yer alan kullanım değerlerine dolaysız erişimden men edilmişizdir. Eğer mübadele değeri “engelini” aşarsak kullanım değerlerine erişmiş oluruz. Komünizmin gerçekliği ve güncelliği burada gizlidir. Gündelik yaşamda uçsuz bucaksız bir kullanım değerleri okyanusu içindeyizdir. Her tarafımız kullanım değerleri ile çevrili: metrobüsler, metrolar, otobüsler; hastaneler, okullar; içtiğimiz çaylar ve kahveler; yediğimiz simitler; okuduğumuz dergiler, gazeteler, kitaplar; telefonlar, bilgisayarlar vs. Sayamayacağımız kadar çok kullanım değerleri okyanusu içindeyiz. Ama bu engin kullanım değerleri okyanusunda tüm bu fiziki ve gayri-fiziki gerçekliklere erişmek pek kolay olmuyor! Mutlaka bunların bir “karşılığını” ödemek zorundayız. Toplu taşıma için akbile ihtiyaç duyarız; çay, simit, dergi ve gazeteler... için de benzer şekilde bir karşılık ödemek zorundayız. Komünizm bize kullanım değerleri okyanusunda olduğumuz gerçeğini gösterir; kapitalist gerçeklik ise mübadele değerlerinin ödenmesi suretiyle tüm bu kullanım değerlerine erişebileceğimizi “söyler” bize. Bu yönüyle gündelik hayatımız komünizmle kapitalizmin “çelişkili birliği” üzerinde durur. Peki, “çelişki”nin çözümü nasıl mümkün olabilir? Her şeyden önce, kullanım değerleri üzerinde diktatörlük kuran mübadele değerlerinin berhava edilmesi gerekir. Kullanım değerlerinin bütünüyle özgürleşmesi gerekir. Kullanım değerlerindeki bu sınırsızlık, üretici güçlerdeki gelişmişliğin bir göstergesidir. Çağımızın esas meselesi, üretici güçlerin mümkün kıldığı bu muazzam kullanım değerleri okyanusu etrafındaki “sisi” dağıtacak bir “politik devrim”in gerekliliği meselesidir. “Politik devrim” diyorum, çünkü alt yapıdaki olgunlaşma üst yapı (yani “mübadele değeri”) tarafından denetim ve baskı altında tutulmaktadır. Bu öylesine bir denetim ve baskıdır ki, bugün dünya üzerinde 20 insanlık, yaratılan kullanım değerleri okyanusundan çok ama çok sınırlı bir şekilde istifade etmektedir. Bir benzetme yapacak olursak, bugün bu devasa kullanım değerleri okyanusunda, üzerimize deli gömleği giydirilmiş bir halde yüzmeye çalışıyoruz. Ve sonuç her seferinde boğulma oluyor! Onun için bu deli gömleğinin bir an önce yırtılması gerekiyor. Toplumun mevcut üretici güçleri bir okyanus olarak önümüzde duruyor. Sadece önümüzde durmuyor, bizler bu okyanusun içindeyiz! Bir “politik devrim” ile bu deli gömleğinin yırtılması gerekiyor. Dünya ölçeğinde, kapitalist değer yasasının diktası altındaki doğa ve insanlık için en acil çıkış yolu bu “politik devrim”den geçmektedir. *** Yukarıda metayı tanımlarken dedik ki, meta kullanım değerlerinin “maddi bedenleri”ne giren bir “şeytanî ruh”tur. Bir politik devrimin yapması gereken, kullanım değerlerinin bedenlerini ele geçiren bu “ruhanî güce” karşı savaş açmaktır. Şu halde denebilir ki, kapitalizme karşı savaş bir “din savaşı” olmalıdır. Kapitalizmin dini metadır. Emek ürünleri etrafında sis tabakası oluşturan “ruhanî güç”tür çağımızın dini. Yapılması gereken “sis tabakası”nı dağıtıp yok etmektir. Bu yapıldığı zaman kullanım değerleri özgürleşebilir. “Ruhanî güç”le savaşmak, kapitalist toplumun dinine karşı savaşmaktır. Yani devrim “beden”deki “ruhu” çıkarmaya dönük bir “ayin”dir –ve böyle de olmak zorundadır. *** Yazının başındaki AVM’ye geri dönelim… Dokunduğumuz ya da elimize alıp sayfalarını çevirdiğimiz kitap için meta değil kullanım değeri demiştik. Doğru, bu şeyler meta değildir. Peki, meta olduklarını ne zaman “anlarız”? Eğer ben bir kitabı, parasını ödemeden mağazadan çıkarmak istersem ilk önce bir alarm çalar. Sonra görevliler yanıma gelir. Eğer ısrar edersem, belki güvenlik görevlileri yanıma gelir. Daha da ısrarcı olursam bu sefer polislerin gözetiminde kodesin yolunu bile boylayabilirim! Mübadele değeri (kitabın “fiyatı”) görünmez bir gerçekliktir ama öylesine nesneldir ki ortalığı bir anda karıştırabilmektedir: alarm-görevligüvenlik-polis silsilesi. Eski bir haber aktarıyorum: “Gaziantep’te ünlü bir baklavacı dükkânına kapıyı kırarak giren 4 çocuk, baklavayla antepfıstığı çaldıkları iddiasıyla yargılandıkları davada 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı.” Olayın geçtiği tarih 10 Ağustos 1997. “Hırsızlık” nedir? Kapitalist topluma göre hırsızlık şudur: Mübadele değerini ödemeden kullanım değerine dolaysızca erişme girişimi. Eğer günümüz toplumu ruh-beden ikiliği temelinde inşa edilmişse, “oyunu” kurallarına göre oynamaya zorlanırız. Yasalar bu 21 gerçekliği korumak için vardır. Ruh’u yok sayıp doğrudan Beden’e sahip olmak isterseniz bunun “yaptırımları” olur –9 yıl hapis cezası gibi! İşte bu nedenle çağımızın temel meselesi “ruh-beden birliği”ni bozmak olmalıdır. Yani çağımızın dini olan meta gerçekliğine karşı savaşım vermek zorundayız. Gerçek kurtuluş buna bağlıdır. Bu yazı BirGün Pazar Eki’nin 6 Mayıs 2018 tarihli 582 no’lu sayısında yayımlanmıştır. 22 Doğa-İnsan-Toplum: Sonsuz İlişki ve Etkileşimler Üzerine Emek gücünün üretildiği ve depolandığı yegâne “mekân” bedendir. Emek gücü, özünde, bedeni ayakta tutan “yaşamsal enerji”dir. Emek gücünün kapitalist tarafından sömürülmesi, bedendeki yaşamsal enerjinin harcanması anlamına gelir. Bu enerjinin kaynağı, insanın içinde yer aldığı doğal çevredir. İnsan, çevreden besinler almak suretiyle, kendi dışındaki maddelerin içindeki enerjiyi bedenine katarak harcanmış enerjisini yerine koyar. Bu döngü, organizmanın devamı için vazgeçilmezdir. Bu aynı zamanda bütün canlıları ortak kesen bir “payda”dır. Sözgelimi bir bitki su ya da oksijen olmadan yaşayamaz. Daha doğrusu su ya da havadaki oksijeni tüketmeden sap, yaprak, kök gibi organlarını yeniden üretemez. Tüketim her şeyden önce bir “enerji dönüşümü”dür. Bitki, fotosentez yapmak suretiyle güneşten aldığı enerjiyi, sudan ve havadan aldığı enerjiyi besine dönüştürür. Bu döngüsellik bitki için vazgeçilmezdir. Bitki bu dönüşümü yap(a)mazsa, insan bitkiyi tüketemez ve harcanmış enerjisini yerine koyamaz. İnsan kendi bedenini yeniden üretmek için doğal ortama ihtiyaç duyar, ancak bu doğal ortam güneş enerjisi ile kendini yeniden üretebilirse insan bedeni için “faydalı” olabilir. Aynı şey hayvanlar için de geçerlidir. *** Her şeyin temelinde enerji var. Madde, enerjinin yoğunlaşmış halidir. Enerji olmazsa yaşamsal döngü de ol(a)maz. Tarih boyunca insanlar hayatta kalmak için gereken enerjiyi besin moleküllerinde, bilhassa tohumlarda, taneli küçük meyvelerde ve köklerde buldular. Bu besinlerdeki enerji bizlere ilk uygarlıkları kurmamız için gereken temeli sağladı. Bitkiler yalnızca beslenme amaçlı bir işlev görmedi. Söz gelimi atalarımız, mağaralarını ısıtmak ve yiyeceklerini pişirmek için odun(lar) yaktı. 23 Bitkiler kendilerini tohumlar, kökler ya da yumru köklerden yeniden üretebilme kapasitesindedir; ama bunu da son kertede toprak, su ve hava gibi çevresel kaynakların yardımı olmadan yapamazlar. Beşeri varlık, hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu enerjiyi bitkilerde buluyor olsa da, bitkilerde bulunan bu enerjinin asıl kaynağı ne toprak ne su ve ne de havadır! Asıl kaynak Güneş’tir. Fotosentez sürecinde bitkiler güneş enerjisini tüketir. Fotosentez gibi karmaşık kimyasal reaksiyonlar dizisinde bitkiler havadan alınan karbondioksitten, topraktan alınan sudan ve güneşten alınan güneş enerjisinden besin molekülleri sentezler. Fotosentez sürecinde güneş enerjisi organik besin moleküllerinin kimyasal zincirlerinde tutulup depolanır. Gıda molekülleri bizler ya da hayvanlar tarafından tüketildiğinde, bitki içinde depolanmış bu güneş enerjisi serbest kalır. Bedenlerimizdeki hücreler tarafından serbest bırakılan güneş enerjisi protein ve DNA’nın üretilmesi için kullanılır; bu şekilde moleküllerin hücre zarının bir tarafından diğer tarafına geçirilmesi sağlanır. Tüm bunlar kaslarımızın gelişmesine ve bedenlerimizin ısınmasına yardımcı olur. Tarih boyunca insan türü ancak güneşin enerjisini kullanmak suretiyle bir uygarlık inşa edebilmiştir. *** Bedeni ayakta tutan, daha doğrusu insanı canlı bir varlık olarak üreten enerji, güneş enerjisidir. Bu enerjinin farklı biçimlerini “avlayıp-toplamak” ya da “soluyup-içmek” suretiyle insan bedeni harcanmış enerjisini yerine koyar. Bunu az önce söyledik. Şu halde bu enerji evrenseldir ve tüm canlı türlerinde “ortak payda”dır. Enerjinin harcanması ve yerine konması insan için bir yandan “kısır” bir döngüselliktir, diğer yandansa “kısır-olmayan” bir döngüselliktir. Şöyle ki, insan, doğal ortamda kendini biyolojik olarak yeniden üretirken kendine tarihsel-toplumsal bir ortam oluşturur. Söz gelimi, ağaç doğal ortamın bir parçasıdır, ama ağacın dallarının kesilip bu dallardan ev ya da barınak yapılması ancak insanların kolektif eylemi ile mümkün olabilir. Benzer şekilde insanların doğa ile etkileşimleri zaman içinde insanların birbirleri arasında bir “farklılaşma”yı da açığa çıkarmıştır. Nasıl ki ahşap bir barınağı, bir baltayı ya da bir salı doğa doğrudan doğruya sağlamıyorsa benzer şekilde kralları, hükümdarları, sultanları da doğrudan doğruya sağlamaz doğa. Bunlar ancak insanların doğa ve birbirleriyle olan ilişkileri/etkileşimleri temelinde “oluşabilir”. Ezcümle, insan, verili doğal ortam içinde (ve bu ortamdan kopmaksızın) kendini biyolojik olarak yeniden üretirken tarihsel-toplumsal bir alan inşa eder. Bu alan, doğal ortam üzerinde (ve insan emeğinin dolayımı ile) yükselir. *** 24 Doğal ortam içinde insan eylediği ölçüde bedensel enerjisini tüketir. Bu harcama olmaksızın insan kendini yeniden üretemez. Çünkü üretici faaliyet, eylemeyi gerektirir. Her enerji tüketimi bir üretmedir. İnsan bedeni, dışarıdan aldığı maddeleri sindirirken şüphesiz enerji tüketir. Sindirim faaliyeti için bu tüketim vazgeçilmezdir. Ama bu tüketim olurken aynı anda bedene kaybettiği enerji geri kazandırılır. İnsanlar başlarda eti çiğ yiyordu (ateş bulunana kadar geçen 1 milyon yıllık süre boyunca insanlar eti çiğ yediler), bu ise bedende sindirim için büyük bir enerji kaybına yol açıyordu. Herhangi bir “tasarruf” olamıyordu, ya da olsa bile bu tasarruf sıfıra yakındı. Bu uzun dönem boyunca insanın kendi bedenini üretmesi “basit yeniden üretim” döngüsüne benzer: Harcadığını olduğu gibi yerine koyar. “Enerji birikimi” olmadığı için, ya da oldukça cılız bir birikim olduğu için “gelişme” söz konusu değildir. Ne zaman ki, insan bedenince yerine getirilen ve oldukça fazla enerji kaybına neden olan faaliyetler, insan bedeni dışında yapılmaya başlandı (söz gelimi etin pişirilmesi), işte o andan itibaren “enerji birikimi”nde bir artış meydana geldi. Etin insan bedeni dışında bir yerde pişirilmesi ve sonrasında pişirilen bu etin tekrardan insan bedenine katılması (“tüketim”), sindirim faaliyeti için şüphesiz bir tasarruf sağlar; çünkü çiğ etin sindirimi pişmiş etin sindirimine göre daha fazla zaman ve enerji kaybına neden olur. Bu şekilde (pişmiş) eti yemek suretiyle bedene katılan enerji (“güneş enerjisi”), sindirim sırasında çok daha az harcanacağı için insan bedeninde yeterli enerji depolanmış olur. Bu “depolanma” olduğu sürece, beşeri varlığın yemek yemeden geçirdiği süre uzamakta, bu da insana doğal ortamdan besin elde etmenin dışında başka faaliyetlerle meşgul olması için imkân sağlamaktadır. *** Burada altını çizmek istediğim mesele esasen şudur: İnsan bedeni, doğal ortam ve toplumsal yapı ve sistemler arasında çok güçlü bir ilişki ve etkileşim söz konusudur. Doğal çevre olmaksızın beşeri varlığın kendini yeniden üretmesi mümkün ol(a)maz. Beşeri varlık kendini yeniden üretemezse, söz gelimi kapitalistler için sömürülecek bir “bedensel enerji” (yani “emek gücü”) bulunamaz. Bugünden bir örnek vermek istiyorum: Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre, “Dünya nüfusunun % 30’undan fazlasını oluşturan 2 milyar insan, büyük ölçüde demir eksikliğine bağlı nedenlerden ötürü, kansızlık yaşamaktadır.” Peki, bunun konumuzla ne alakası var, diye sorulabilir. Şöyle ki, aynı örgüt yine aynı raporunda şuna da değinmektedir: “Demir eksikliği ve anemi insanların ve bütün nüfusun çalışma kapasitesini düşürür; ulusal kalkınmaya ciddi ekonomik sonuçları ve engellemeleri olur” (vurgular bize ait). Şimdi bağlantıları tekrardan kurmaya çalışalım: Demir eksikliği, yanlış beslenme ya da bazı hastalıklar sebebiyle vücutta yeterince demir minerali bulunmaması durumudur. Yani mesele beslenmeyle 25 ilgilidir. Demir; kırmızı et, ciğer, tahıllar, bakliyat, ıspanak, fındık-fıstık gibi besinlerde bulunur. Demek ki sağlıklı ve dengeli bir beslenme demir eksikliğinin giderilmesi için olmazsa olmazdır. Peki, bu bitkisel ve hayvansal besinlerin kaynağı neydi? Yukarıda açıklamaya çalıştık: Güneş enerjisi. İnsanlar bu bitkisel ve hayvansal besinleri tüketmek suretiyle, bu besinlerdeki güneş enerjisini kendi bedenlerine katmakta ve bedensel/zihinsel gelişimlerini sürdürmektedirler. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemem. Az önce yazılanlar, insanın basit bir “tüketici” olarak tanımlandığı şeklinde anlaşılabilir. Elbette insanı, basitçe bir “tüketici” olarak tanımlamıyoruz. Nihayetinde bu besinlerin üretimi için insan emeğinin, yani insanın bedeninde depolanmış güneş enerjisinin üretici bir faaliyete yönlendirilmek suretiyle harcanması gerekir. İnsan emeğini yok saymıyoruz, sadece ekoloji ve insan bedeni arasındaki olmazsa olmaz bağa vurgu yapmak istedik. Ve bir mesele daha var: İnsan kendi bedeninde depolanmış güneş enerjisini üretici bir şekilde yeni maddelerin ortaya çıkarılması yönünde tüketiyorsa şayet, bu üretici faaliyet nasıl bir “kurgu” içinde gerçekleşiyor olabilir? İşte geldik toplumsal yapı ve sistemler meselesine… *** Ekoloji ve aktif varlık olan insan arasındaki sonsuz ilişki ve etkileşimler zaman içinde “insan”lar arasında bir sınıflaşmaya yol açtı. “Ba(ğ)zı” insanlar diğer insanları kullanmak suretiyle doğa ile ilişkisini sürdürmeye çalıştı. Yani kendileri doğrudan doğruya üretici bir faaliyette yer almaksızın, ve böylece kendilerini ayakta tutacak besin maddelerinin üretiminde bulunmaksızın, bu faaliyetler için diğer insanları çalıştırdılar. Çalışma sürecinde harcanan bedensel ve zihinsel enerjinin yerine konulması için çalıştırılan bu insanlara gıda maddesi verilmesi gerekiyordu, aksi durumda yaşamsal enerjileri “sıfırlanan” insanları kullanmanın/çalıştırmanın bir anlamı olmazdı. Bu gıda maddeleri ya doğrudan yani aynî biçimde sağlanıyordu ya da parasal biçimde. Bugün dünya üzerinde, kapitalist sistem içinde hayatta kalmaya çalışan insanlar, kendilerini yeniden üretmek için, yani harcanan yaşamsal enerjilerini yerine koymak için gerekli mal ve hizmetleri para dolayımı ile karşılamaktadırlar. Yani çalışmalarının karşılığı “ücret” adı altında alınan bir miktar para ile ölçülür. Bu bir miktar para ile sadece “fizyolojik ihtiyaçlar”ın karşılanması değil, bugünkü toplumsal seviyeye uygun düşen “moral ihtiyaçlar”ın karşılanması da söz konusudur. Örneğin insanlar bin yıl önce de tahıl tüketmekteydi, ama bin yıl önce cep telefonu, tablet, bilgisayar kullanmak ya da sinemaya gitmek gibi “ihtiyaç”larımız yoktu. Öte yandan alınan ücret, dengeli ve sağlıklı bir beslenme biçimi için kitlelere gereken olanağı yaratmakta mıdır? Sorulması gereken bir diğer soru da budur. Çünkü kapitalist toplumda kitlelerin kendilerini yeniden üretebilmeleri, doğa ile dolaysız bir ilişkiye girebilmeleri engellenmiştir. Bu sistemde 26 insan ve doğa arasına “ücret” girmiştir. İnsanlar ücretleri ölçüsünde kendilerini yeniden üretmeye çalışırlar. Eğer ücretler düşüyorsa, insan bedeninin sağlıklı ve dengeli bir biçimde yeniden üretimi sekteye uğrar, hastalıklar ve kronik bozukluklar baş gösterir. *** Konuyu şöyle bağlamak istiyorum: Ekolojik tahribatı sadece “insan”ın doğaya zarar vermesi şeklinde ele alabilir miyiz? Beni bu yazıyı yazmaya iten soru temelde buydu. Ekoloji-insantoplum arasındaki sonsuz ilişki ve etkileşimler üzerine layıkıyla kafa yormamız gerekiyor. İnsan bedeni içinde depolanmış güneş enerjisinin (yani “emek gücü”nün) kapitalist tarafından harcanması bir yönüyle, bu sistem dâhilinde, bir ekonomik sömürüdür ama diğer yönüyle bu bir ekolojik sömürü ve tahribattır. Çünkü emek gücü sadece “çalışma kapasitesi” değildir. Emek gücü yaşamsal bir enerjidir. Bu enerjinin kaynağı doğal ortamdan elde edilen her türlü besin maddesidir, ve bu besin maddeleri ile birlikte doğal çevrenin kendini yeniden üretmesini mümkün kılan enerji de Güneş enerjisidir. İnsan bedenindeki güneş enerjisinin sermaye tarafından sömürülmesi “ekoloji”nin kapitalist tahakküm altına alınması anlamına gelir. Kapitalist üretim sürecinde işçi ölümlerinin meydana gelmesi ise sadece “iş cinayeti” olarak ele alınamaz, bu aynı zamanda bir “ekolojik yıkım”dır. Çünkü bizler doğayız ve doğanın ürünleriyiz. Son söz olarak: Emek gücünün kapitalist tarafından harcanması (“kapitalist sömürü”) ve bunun yıkımı (“iş cinayeti”), ekolojik tahribatın ve yıkımın bir veçhesi olarak ele alınmalıdır. Bu yazı BirGün Pazar’ın 23 Temmuz 2017 tarihli 541’inci sayısında yayımlanmıştır. 27 Ücret Nedir? Neyin Karşılığı Olarak Ödenir? “Sermaye birikiminin sonucu olarak emek fiyatının yükselmesi, gerçekte, yalnızca, ücretli işçinin kendisinin yapıp boynuna geçirmiş bulunduğu altından zincirin uzunluk ve ağırlığının, onun daha gevşek bağlanmasını mümkün kılması demektir.” –Marx, Kapital, Cilt I, Yordam Kitap, 2011, s. 598. Neden ücret alırız ve ücretle yaşarız? Aldığımız ücretler arasında neden farklılıklar var? Neden ay boyunca çalışıp karşılığında aldığımız para miktarı, akıttığımız onca tere rağmen daha ay sonu gelmeden hemen bitiverir?.. Bu sorular bizleri, işçi ve emekçilerin yani en geniş anlamıyla proleterlerin, ücret biçimi altında aldıkları gelirin doğası üzerine düşünmeye yöneltir. Konuya girmeden önce birkaç noktaya açıklık getirelim. Örneğin aylık geliri olan herkes, bir bütün olarak, işçi sınıfına dâhil edilmeli midir? Eğer dâhil edilirse, büyük şirketlerin yöneticileri olan CEO’ları da işçi sınıfından saymamız gerekecektir? Ama herhangi bir işçi, bir işyerinin yönetici tabakasının, her ne kadar aylık bir gelirle yaşıyor olsalar da, kendilerinden olmadığını, başka bir dünyaya ait olduğunu yaşayarak görüyordur. Dahası holding ve şirketlerin CEO’ları, finans müdürleri, pazarlama ve satış müdürleri, insan kaynakları müdürleri vs. kapitalist üretim sürecinde, konumları itibariyle, sermayenin çıkarlarına uygun hareket ettikleri için; ve sermaye denilen toplumsal ilişkinin kapitalistlerle birlikte bizzat “yürütücüleri” (ajanları) oldukları için; işçi sınıfına dâhil olmak şöyle dursun, tersine tüm bu yönetici tabaka sınıf aidiyeti bakımından burjuvazi sayılmalıdır. 1 Bkz. Sungur Savran, “Sınıfları Haritalamak: Sınıflar Birbirinden Nasıl Ayrılır?”, Marksizm ve Sınıflar: Dünyada ve Türkiye’de Sınıflar ve Mücadeleleri, S. Savran, K. Tanyılmaz, E. A. Tonak (haz.), Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 31. 1 28 Ücret ya da maaş biçiminde olsun, aylık bazda alınan bu gelir türü sınıf ayrımı yapılırken kullanılan bir ölçüt olamaz. Sınıflar, üretim araçları üzerinde mülkiyet temelinde tanımlanır. Dolayısıyla, kimin ne tarafta durduğu, üretim araçları üzerindeki mülkiyete bakılarak söylenebilir. İkinci nokta da şu: Proletarya derken aklımıza sadece sanayi işçileri gelmesin. Proletarya, en geniş anlamıyla, geçimini sağlayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olan her çalışanı kapsar. Engels’in deyişiyle, proletarya, “kendi üretim araçlarına sahip olmadıklarından emek güçlerini satmaya muhtaç olan modern ücretli işçiler sınıfı[dır]”. 2 Burada emek gücünü satan ya da satmak zorunda kalan emekçilerin, üretken emek mi yoksa üretken olmayan emek mi harcadığı da çok önemli değildir. Sonuçta, üretken olsun ya da olmasın, her iki emek türünü harcayan emekçiler, üretim araçlarından yoksun oldukları için emek güçlerini (özel bir meta türü olarak) satmak zorundadırlar ve onları proleter yapan da budur. *** Kapitalist bir toplumda emek gücü, diğer başka metalar gibi bir metadır. Ama bu metayı diğer metalardan ayıran bir “şey” vardır: Emek gücü, değer yaratan bir güç, kendisinde olandan daha fazlasını yaratan bir ‘değer kaynağı’ olmak gibi özgül bir niteliğe sahiptir. Zaten bu yüzden emek gücü yer yer “özel” meta diye de anılır. 3 Peki, bu metayı “özel” kılan nedir? Ya da, emek gücünün “alâmetifarikası” nereden gelir? Bu ve benzeri soruların cevapları, bizleri, belki bütün bir insanlık tarihinin incelenmesine götürebilir; zira emek gücü her zaman meta olmamıştır, onun meta olma niteliği, tarihin belli bir dönemine denk düşer. Bu dönem sermayeye dayalı üretim çağı olan kapitalist üretim çağıdır. Şunu düşünelim; insan 5000 yıl önce de insandı. Yani etten, kemikten, kandan, kas ve sinirlerden ve tabii bir beyinden ibaret bir “organizma”ydı. Bu şey pek tabii bugün için de geçerlidir; ama aynı etten, kemikten… insan bugün piyasa ilişkileri bağlamında bir emek gücü satıcısı hâline gelmiştir. Bu tarihselKarl Marx/Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2008, s. 22, Engels’in 1888 tarihli dipnotu. 3 “Emek gücü ya da emek kapasitesi dediğimiz zaman, insanın canlı varlığında mevcut olan ve onun herhangi bir kullanım değeri üretirken kullandığı fiziksel ve zihinsel yeteneklerin bütününü anlıyoruz.” (Bkz. Karl Marx, Kapital, Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 170.) 2 29 toplumsal koşulların izini sürmek bu yazının sınırlarını aşıyor; ama yine de şunu söylemeden geçmeyelim: İnsana ait ve ondan koparılamaz bu metanın (emek gücü) değer yaratıcı özelliğinin sırrını çözmek için insanın “içine” bakmaya gerek yoktur; tersine insanı tarihseltoplumsal süreçler/ilişkiler bağlamına oturtarak ele almamız gerekir. Zira toplumsal bir olguyu röntgen çekerek anlayabilseydik sosyal bilime gerek kalmazdı! *** Günümüzün kapitalist toplumunda işçiler/emekçiler, yani geçim araçlarından koparılmış, yoksun bırakılmış ve ellerinde de emek güçlerinden başka satacak şeyleri bulunmayanlar, hayatta kalmak için emek güçlerini satmak zorundadırlar. Peki, kime satmak zorundadırlar? Üretim araçlarını ellerinde bulunduran kapitalistler sınıfına. Aslına bakılırsa kapitalistlerin elindeki üretim araçları, geçmişte yine işçilerce üretilmiş araçlardır ve bu hâlleriyle işçilerin kristalize olmuş ya da donmuş emekleridir. İktisat dilinde buna ölü emek denir. İşçi/emekçi, piyasaya elindeki tek metası olan emek gücü ile çıkar. Karşısına dikilen, bütün bir kapitalistler sınıfıdır. Eğer piyasada bir “alıcı” ve bir de “satıcı” karşı karşıya gelmişse burada bir satış (işçi/emek gücü) ve bir de alış (kapitalist/ücret) olacağı daha başından bellidir. İşçi kendi metasını belli bir fiyattan –ki buna ücret diyoruz– kapitaliste satar ya da yapılan anlaşma gereğince bunu kapitalistin kullanımına sunar. Bu saatten sonra, yani kapitalist, karşılığını ödeyip de fabrikasında makinelerin, diğer emek araçlarının, ham ve yardımcı maddelerin olduğu ortamda işçiyi belirli bir süre boyunca çalıştırma hakkını elde eder etmez, işçinin kendi emek gücü diye bir şeyi yoktur artık; onun emek gücü kapitalistin kullanımındadır. İşçi, elindeki metasını “etiket fiyatı” üzerinden alıcısına satmıştır/kiraya vermiştir. *** İşçinin günlük, haftalık ya da aylık bazda aldığı ücreti; bir gün, bir hafta ya da bir ay boyunca, çalıştığı iş yerinde ürettiği şeylerin (mal ya da hizmet) tam karşılığı mıdır, yoksa işçi bu süre zarfında ürettiği şeylerin sadece bir kısmını mı elde etmektedir? Kısaca ücret denilen şeyin “sırrı” nedir? Ama bundan önce gelin şu sorunun cevabını vermeye çalışalım: İşçinin kapitaliste sattığı “şey”, emeği midir yoksa emek gücü müdür? Bunun basit bir kelime oyunu 30 olduğu düşünülmesin; zira bu ayrımın ardında kapitalistler ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşı yatıyor! Ne demek istediğimizi açıklamaya çalışalım. İlk önce işçinin gözünden… İşçi, işe alınmadan önce kapitalistle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre işçinin günde kaç saat çalışacağı, ay sonunda ne kadar para alacağı, sigortasının ne zaman ödenmeye başlanacağı vs. gibi belki on belki de yüzlerce farklı madde ile donatılmış bir sözleşmeye işçi imza atar. İmza atıldıktan sonra işçi kapitalistin gözetiminde, belirlenen gün ve saate –ve tabii çalışma koşullarına– göre işe koşulur. Başlangıçta işçinin ay sonunda, geçen süre zarfında ürettiği şeylerin tamamının parasal karşılığını aldığı düşünülür. Örnekle açıklamaya çalışalım. İş yerindeki makineler, diğer emek aletleri, ham ve yardımcı maddelerin hepsinin birden parasal karşılıklarına (makine ve diğer emek aletlerinin yıpranma payları hesaba katılsın) A dersek ve işçi de bütün bir ay boyunca 2000B’lik yeni bir değer yaratırsa, sonuç olarak elde edilen metaların değeri toplamda A+2000B olacaktır. Demek ki işçinin bir aylık çalışması sonucunda 2000B’lik yeni bir değer yaratılmıştır. Ama işçi ay sonunda 50B değerinde ürünün parasal karşılığının eline geçtiğini görünce haklı olarak “Dur Bakalım!” der. Çünkü işçi 2000B’lik bir değer yaratmıştır, ancak şu an elinde ay boyunca ürettiği değerin sadece kırkta biri vardır!4 Bu nasıl olmaktadır? Sorunun cevabına geçmeden önce konuya bir de kapitalistin gözüyle bakmaya çalışalım… İlk önce şu: Kapitalist, işçiyi fabrikasına ya da iş yerine alıp niye çalıştırmak istesin? Eğer ay sonunda işçiye vereceği parayı ürettirmekse amacı, hiç yoktan neden böyle bir amaca hizmet etsin? Neden işçiye, yemektir, yoldur, sigortadır vs. gibi masraflar etsin? Eğer amaç işçinin para kazanmasıysa ve işçi de bu biricik amacı için iş yerinde çalışıyorsa; ve daha ay sonu gelmeden, farz edelim bir haftanın sonunda işçi, “Ben kendime yeteni ürettim, hadi bana eyvallah,” derse bu sefer kapitalist “Dur Bakalım!” demez mi? Buradaki mantığa göre der; çünkü işçi ile yapılan sözleşme gereğince işçinin bir hafta değil bir ay çalıştırılacağı kararlaştırılmıştır. İki tarafı da görünüşte “haklı” çıkaran bu karışıklığı nasıl çözmeli? Engels, Marx’ın Ücretli Emek ve Sermaye adlı kitapçığına yazdığı sunuş yazısında, Marx öncesi klasik iktisadın, bu karışıklığın içinden çıkamadığı için karaya oturduğunu söyler. Engels’in deyişiyle, “Klasik Bu durumu çalışma saatleri üzerinden de örnekleyebiliriz: 10 saatlik bir iş gününde, işçi kendi ücretinin karşılığı için sözgelimi 2 saat çalışır ve geri kalan 8 saatte de hiçbir karşılık almadan kapitalistin hesabına çalışır. 4 31 iktisat bir çıkmaza girmişti ve çıkış yolunu bulan da Marx oldu”. 5 Buna göre işçinin kapitaliste sattığı/kiraladığı “şey”, emeği değil emek gücü’dür. Yani, kapitalist, bir işçiyi işe alırken ondan sadece kendi üretim maliyetinin karşılığı olan “şeyi” (ücret) üretmesini beklemez; onu, bir fazlalık yaratması için iş yerinde tutar, işe koşar.6 Emek gücü metası, işçinin kendisine (kendi bedenine) sıkı sıkıya bağlı olduğu için bu metanın üretim maliyeti doğrudan doğruya işçinin kendi üretim maliyetine denk düşer ki bu da günlük, haftalık ya da aylık bazda bakıldığında işçiyi ve onunla beraber ailesini ayakta tutan ihtiyaçlara indirgenir. Bu ihtiyaçlar sepetinin içinde yer alan her bir metanın fiyatları toplamı da bize ücret denilen “şeyi” verir. Özetle, işçi kendi metasını (emek gücü) belli bir fiyattan (ücret) kapitaliste satar ve kapitalist de “etiket fiyatı” üzerinden satın aldığı/kiraladığı işçiyi belli bir süre boyunca kendi iş yerinde kullanma hakkını elde eder. Kapitalistin biricik amacı, işçiye ödediği miktarın ötesinde, işçiden olabildiğince fazla değer çekmektir. İşçi, kendi emek gücü karşılığında, geçim araçları alır; ama kapitalist, verdiği geçim araçları karşılığında, işçinin emeğini, üretken faaliyetini, işçinin sahip olduğundan daha büyük bir değer yaratan yaratıcı gücünü alır ya da ona el koyar.7 İşçi, ücret diye aldığı para ile kendisini ve ailesini ayakta tutacak geçim araçları satın alır; bunun karşılığında ise kapitalistleri ve bir bütün olarak kapitalist toplumu ayakta tutan değer yaratıcı gücünü feda eder. *** Bir karikatür vardır. Üzerinde “kâr” ve “ücret” yazan büyük bir pastayı elinde tutan bir kapitalist ile bir işçiyi görürüz burada. Kapitalist küçük “ücret” dilimini işçiye uzatırken mealen şöyle der: “Sen 8 saatlik çalışmada ürettiklerinin karşılığını almıyorsun; senin aldığın 8 saat boyunca bu işyerinde çalışmanın karşılığıdır.” Kanımca meseleyi çok iyi özetlemektedir bu karikatür. Buradan hareketle diyebiliriz ki, kapitalist bir toplumda işçi/emekçi, emeğinin karşılığını asla alamaz! Karşılığını aldığı şey sadece kendi metasının üretim maliyeti olan ücret’tir. Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2008, s. 21. “Eğer bir işçinin yaşamının sağlanması için bir tam işgünlük çalışma gerekli olsaydı, sermaye var olamazdı.” (Karl Marx, Grundrisse, aktaran: A. Dorsay ve H. Sait, Marksist Ekonomi Politik’de Ücret ve Türkiye’de Ücretler, Bilim Yayınları, İstanbul, 1976, s. 47.) 7 Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, a.g.e., s. 39. 5 6 32 *** Yukarıda, emek gücünün, herhangi bir market rafında “görücüye çıkmış” bir kutu konserve, bir kilo şeker ya da bir kalıp beyaz peynir gibi bir meta olduğunu;8 diğer tüm metaların nasıl bir fiyatı varsa, emek gücünün de bir fiyatının olduğunu ve buna da kapitalist toplumda ücret dendiğini söyledik. Bu gözle bakıldığında emek gücünün, market rafında duran bir kilo şekerden hiçbir farkı yoktur. Ölçümleri farklı olabilir; zira şekeri tartarız ve kaç kilo olduğunu söyleriz; emek gücünü de saatlik olarak hesaplarız. Ölçümlerinin ve “görünümlerinin” farklıkları bir kenara bırakıldığında hepsinin ortak bir paydada, meta olma paydasında, buluştuğunu görürüz. O hâlde ücretin nasıl belirlendiği meselesi, bir metanın fiyatının nasıl belirlendiği meselesiyle doğrudan ilgilidir. Sorumuz şu: Bir metanın (emek gücü) fiyatı (ücret) nasıl belirlenir? Kısa cevap: Emek gücünün fiyatı, onun üretim maliyeti ile, yani bu metanın üretimi ve yeniden üretimi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı ile belirlenir. O hâlde “emek gücünün üretim maliyeti nedir?” diye sormamız gerekecek. Hiç geciktirmeden cevaplayalım: Bu maliyet, kabaca, işçiyi işçi olarak ayakta tutmak ve işçiyi kendisi ve ailesiyle birlikte yaşar kılmak için gerekli olan giderler toplamıdır. Vasıflı bir işçinin ücretinin vasıfsız bir işçiye göre yüksek olmasının arkasında da bu yatar. Birinin üretim maliyeti fazladır, çünkü emek gücünün vasıflı olması için gereken eğitim süresi uzundur; hâlbuki diğerininki kısadır vs. Yalnız, herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için bir parantez açalım: Vasıflı işçilerin ücreti her durumda yüksektir, diyemeyiz. Eğer emek piyasasında vasıflı işçilerin sayısı her geçen gün artıyorsa, bu durumda vasıflı işçilerin ücreti vasıfsız işçilerin ücretinin bile altına düşebilir. *** Emek gücünün fiyatı, işçiyi ve ailesini ayakta tutmak için gerekli olan geçim mallarının fiyatı ile belirlenir, dedik. Dikkat edilirse, burada hem işçiyi hem de işçi ailesini hesaba kattık. Marx Kapital’de şöyle der: “Emek gücünün değeri, yalnızca bireysel yetişkin işçinin ayakta tutulması için değil, fakat işçi ailesinin ayakta tutulması için gerekli olan emek-zaman ile belirleni[r]”.9 8 9 Yine de bu metanın “özel” bir meta olduğunu belirttik. Bkz. Karl Marx, Kapital, Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 379. 33 Kapitalist bir toplumda emek gücünün üretildiği tek kurum aile kurumudur. Ailenin “kutsallığı” ve korunması gerektiği üzerine söylenen onca sözün; ya da Erdoğan’ın “en az üç çocuk” söyleminin arkasında yatan şey tam da budur: Emek gücünün üretimi ve yeniden üretiminin daim kılınması. Dolayısıyla emek gücünün maliyeti (ücret) belirlenirken, sadece tek bir işçi değil, o işçinin ailesi de hesaba katılır. Nasıl ki bir makine yıpranırsa ve bu yıpranma giderlerinin hesaba katılması gerekirse, benzer şekilde emek gücünün “yıpranması” (ve yeniden üretilme mekanizmasının daim kılınması) da hesaba katılmak zorundadır. Özetle, emek gücünün üretim maliyeti, en yalın hâliyle, işçinin (ve ailesinin) varoluş ve üreme giderlerine endekslidir. Bu giderlerin fiyatı da ücreti meydana getirir. Bir noktayı açıklığa kavuşturalım: Ücretin belirlenmesi, bir “tunç yasa” gibi anlaşılmamalıdır. Bu konuyu aşağıda açıklığa kavuşturmaya çalışıyoruz. *** Ücretin nasıl belirlendiğini en yalın hâlde açıklamaya çalıştık. Şimdi yine aynı konuyu farklı boyutlarıyla ele almaya çalışalım. Ücret dalgalanmaları, ücretin bir düşüp bir yükselmesi ya da satın alma gücünün bir düşüp bir yükselmesi nasıl açıklanmalıdır? Bunun için önce emek piyasasına (yani işsizliğin seyrine), üretimin hız ve yoğunluk derecesine, rekabete, arz ve talep arasındaki ilişkiye ve son olarak sınıflar arasındaki güç dengesine bakmamız gerekecek. Örneğin üretimin hız ve yoğunluğunun arttığı dönemlerde işgücüne duyulan talep yüksek olacağı için ücretlerde bir artış görülür. Burada alıcılardan yani kapitalistlerden gelen talep, satıcıların yani emek gücü satıcılarının arzından daha yüksektir. Ama bu durumun tersi de yaşanabilir. Üretim hızının yavaşladığı, ekonominin krize girdiği dönemlerde, kapitalistler, daha az işçi ile daha yüksek verimi elde etmeye ve rakiplerini saf dışı etmeye çalışacaklardır. Emek piyasasında işsizliğin gitgide büyümekte olduğu böylesi bir ortamda ücretler düşer. Marx, Kapital’de işsizliğin (yedek sanayi ordusunun) sermaye birikimi üzerinde oynadığı role değinir. İşsizliğin 34 büyümesi, ücretler üzerinde göreli bir basınç uygular. Kapitalistler istihdam ettikleri işçiler üzerinde işsizlik tehdidini kullanarak bu durumu “fırsata” dönüştürmeye çalışırlar.10 Bir bütün olarak bakıldığında, işçi ücretlerinin genel hareketleri, yalnızca, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve daralmalar tarafından düzenlenir.11 Diğer taraftan, kapitalistler arasındaki rekabet makineleşmeyi/mekanizasyonu artırır. Böylece üretim daha karmaşık, daha üst-düzey makinelerle, ayrıca daha yoğun bir emek kullanımı ile yapılır. Artan makine kullanımı “teknolojik işsizlik” yaratır ve bu da önceden 2 işçinin yaptığı bir işin şimdi 1 işçi tarafından yapılması sonucunu doğurur. Mekanizasyondaki artış işçinin ücretini ürettiği süreyi kısaltır ve emek gücünün değeri eğilimsel olarak düşer. Emek gücü metasının üretim süresinin kısalıyor oluşu kapitalizmin genel bir eğilimidir. Rekabetten gelen zorlamayla daha az işçiyle daha çok iş çıkarma eğilimi, kapitalizmin genel bir eğilimidir; dahası bu şey aynı zamanda işçiler arasındaki rekabeti de kamçılayacağından ücretler üzerinde aşağı yönde basınç uygular. İşçiler kendilerini daha ucuza satmak için sıraya girerler ve kapitalistlere, “Beni al!” diye seslenirler. Ayrıca, makineleşmenin ve emek yoğunluğunun artışıyla el ele giden, bir işin daha az işçiyle ve daha ucuza yapılması eğilimi işçi sınıfı içerisinde rekabete yol açar. Sözgelimi emperyalist bir ülkenin kapitalist sınıfı, kendi işçilerine yol vererek üretimi Asya, Afrika, Güney Amerika gibi üçüncü dünya ülkelerine kaydırmak suretiyle aynı işi, örneğin otomobil montajı işini, daha ucuza yaptırmakla dünya işçi sınıfı arasındaki rekabeti körüklemiş olur. Artan mekanizasyon ile yapılan iş giderek basitleşmeye başlar. Bunun sonucunda işçinin ustalığının bir önemi kalmaz. İş, herkesin yapabileceği kadar yalın hâle gelir. Dolayısıyla, iş ne denli basitse ve işin öğrenilmesi de benzer şekilde ne denli kolaysa; iş için gerekli üretim maliyeti o kadar düşer ve tüm bunlar da ücretler üzerinde aşağı yönde basınç uygular. Bir kapitalist, her şeyden önce kendi ürettiklerinin satılmasını ister ve bunun için de rakiplerinin kendi işçilerine yüksek ücret vermesini bekler. Ama kendisi, kendi işçisine “Bir adam 1.5 ya da 2 adamın yaptığı işi yapacak olsa (…) emek arzı artar. Böylece, işçiler arasında doğan rekabet bir yandan kapitaliste emeğin fiyatını düşürme olanağını sağlarken, öte yandan, emeğin düşen fiyatı kapitalistin çalışma süresini daha da uzatmasını mümkün kılar.” (Bkz. Karl Marx, Kapital, a.g.e., s. 526.) 11 Karl Marx, Kapital, a.g.e., s. 615. 10 35 mümkün olduğunca az vermek ister. Ne var ki, diğer kapitalistler de aynı dürtüyle hareket ederler!12 Kapitalist, elinden geldiğince işçisine az vermeye ama ondan mümkün olduğunca çok çekmeye çalışır. *** İşçilerin emek güçleri karşılığında aldıkları “şey”, her şeyden önce, belirli bir para tutarıdır. Peki, ücret sadece bu para tutarı mıdır? Örneğin aylık ücreti 1000 lira olan bir işçiyi gözümüzün önüne getirelim. Bu 1000 lira ile işçimiz bir ay boyunca diyelim 50 farklı kalem mal alsın. Ücretin sabit kalıp tüketim mallarının fiyatlarının arttığını farz edelim. O zaman işçimiz, aynı ücretle 50 değil de belki 30 farklı kalem mal alabilecektir. Tersi de mümkündür: Ücret sabit kalıp tüketim mallarının fiyatı da düşebilir; bu durumda işçimiz aynı ücretle 50 değil de belki 60 ya da 70 farklı kalem mal alabilecektir. İlk durumda, işçimizin satın alma gücü düşmüş; ikinci durumdaysa yükselmiştir. Burada karşımıza iki kavram çıkıyor; biri nominal ücret, diğeri de reel ücret. Nominal ücret derken bizi daha çok işçimizin ne kadar aldığı ilgilendirir. Örneğimizde işçimizin nominal ücreti 1000 liradır. Ama reel ücret denince, işçimizin 1000 liralık ücret ile ne miktarda mal aldığı; aynı ücretle daha mı az yoksa daha mı çok mal aldığı ilgilendirir bizi. Kısacası reel ücret satın alma gücü ile ilgilidir. Yukarıda söylenenlere ek olarak, sınıf mücadelesinin dinamiği de ücretlerin hareketi üzerinde etki yapar. İşçi sınıfının örgütlülük düzeyi yüksekse, bu, burjuvazi karşısında avantajlı bir pazarlık durumu yaratır. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası 1960–1980 arası dönemde, hem dünyada (özellikle de Avrupa’da) hem de Türkiye’de işçi sınıfının yüksek ücret düzeyinin arkasında mücadele ve örgütlülük yatmaktadır. Özetle, ücretin yükselmesinden ya da düşmesinden söz ederken, yalnızca nominal ücreti düşünmemeliyiz. Nominal ücret artışları, piyasadaki tüketim mallarının fiyatlarına oranla daha az artmışsa; ya da emek verimliliği artış hızı, reel ücret artış hızından daha fazlaysa, işçi “Her tekil sermayedar kendi ücret maliyetlerini asgarileştirmeye çalışırken, genel olarak sermaye ekonominin tümünde ücret düzeyinin yüksek olmasını olumlu karşılar.” (Bkz. Korkut Boratav, “İthal İkamesi ve Gelir Dağılımı”, Kriz, Gelir Dağılımı ve Türkiye’nin Alternatif Sorunu, K. Boratav, Ç. Keyder, Ş. Pamuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1987, s. 135.) 12 36 sınıfı göreli olarak yoksullaşmış demektir. Son yıllarda Türkiye işçi sınıfı tam da böylesi bir süreci yaşamaktadır. *** Bitirmeden bir noktaya daha işaret edelim: Marx’ın emek gücünün değerini ele alış tarzı ile reel ücretler kategorisi sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır. Emek gücünün değerinden bahsedildiğinde, ücretler ile satın alınan tüketim mallarının değeri anlaşılmalıdır. Reel ücretlerden bahsedildiğinde ise, ücretler ile satın alınan tüketim mallarının kütlesi anlaşılmalıdır. İlk kategori soyut ve nitel bir içeriğe sahipken ikinci kategori nicel ve somut bir içeriğe sahiptir.13 Bu yazı, DİSK-AR dergisinin Güz 2013 tarihli 1’inci sayısında yayımlanmıştır. Bu ayrım için bkz. Ernest Mandel, Marx’ın Kapitali, çev. Osman S. Binatlı, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 93. 13 37 Krizler Kapitalizmin Doğasında Vardır “Dünya pazarının krizlerinde, burjuva üretiminin çelişkileri … çarpıcı biçimde gözler önüne serilir. Kapitalizmin özürcüleri, felaket sırasında patlak veren çatışmalı öğelerin doğasını araştırmak yerine felaketin kendisini yadsımakla yetinir, düzenli ve dönemsel olarak tekrarlanan krizlerin, şayet üretim ders kitaplarında yazılanlara uygun biçimde sürdürülmüş olsaydı, asla ortaya çıkmayacağında ısrar ederler.” –Karl Marx. Kapitalizmin krizlerini nasıl anlamak gerekir? Bir takım spekülatörlerin açgözlülüğü olarak mı? Piyasaların iyi yönetilememesi ya da kitlelerin yoksullaşması sonucu az tüketmeleri olarak mı anlamak gerekir krizleri? Kapitalizm başına buyruk olduğundan, devlet müdahalesi yeterince yapılmadığından ya da açgözlü yatırımcıların aşırı kâr hırsları yüzünden mi çıkmaktadır krizler? Peki, bir olgu (yani kriz) sürekli ve düzenli olarak tekrarlıyorsa burada biraz durup düşünmemiz gerekmez mi? Bir “hata”, hem de önemli bir “hata”, kapitalizmin tarihi boyunca durmaksızın yineleniyorsa burada “hata”dan bahsedilebilir mi? Yoksa krizler bir düzenlilik mi izlemektedir? 19. yüzyılda İngiltere, Fransa, Almanya, ABD gibi ülkelerde yaşanan krizlerin ortaya çıkış tarihlerini sıralamak ufuk açıcı olabilir belki: 1813, 1825, 1836-39, 1847, 1857, 1866, 1873, 1882-84, 1890-93… Eğer ortada bir “hata” yok ise, bu düzenliliği nasıl açıklamak gerekir? *** Dönemsel olarak tekrarlanan krizlerin gerçekliği burjuva iktisadında hak ettiği yeri bulamamıştır. Kriz açıklamalarında hep “kişi”ler, “kurum”lar sorumlu tutulmuştur. Kriz olgusu asla kapitalist üretim tarzının içsel işleyişi ile birlikte ele alınmamıştır. Bu eleştiri sadece soldan iktisatçılar tarafından da yapılmamaktadır. Burjuva iktisatçıları krizi anlama ve öngörme konusunda yetersiz kaldıklarını kendi ağızlarından söylemektedirler! Şu çarpıcı örneği burada anmadan geçmeyelim: 2008 yılının kasım ayında İngiltere Kraliçesi The 38 London School of Economics’i, yani Türkçe adıyla Londra Ekonomi Okulu’nu ziyaret eder ve “nasıl olup da hiçbir iktisatçının krizin geleceğini öngöremediği” sorusunu sorar. Kraliçenin bu sorusuna altı ay sonra bir mektupla cevap verilir. Mektubun sonuç kısmında şunlar yazmaktadır: “Majesteleri, özet olarak, krizin zamanlamasını, kapsamını ve ciddiyetini öngörme ve ortaya çıkmasını engelleme konusundaki başarısızlık, birçok nedeni olmakla birlikte, esas olarak, hem bu ülkede hem de uluslararası alanda, birçok parlak insanın kolektif hayal gücünün bir bütün olarak sisteme yönelen riskleri anlama konusundaki bir başarısızlığıydı.”1 Bu cevap Kraliçeyi ne kadar tatmin etti bilinmez, ama şurası bir gerçek ki, burjuva iktisadı kapitalizmin dinamiklerini anlama konusunda kavrayıcı bir görüşe sahip değil. Bu yüzden kriz olgusunu anlamak için Marx’a geri dönmemiz gerekiyor. *** Kapitalist bir ekonomide krizler, canlı bir organizmada kan dolaşımının oynadığı hayati rolün aynısını oynar. Sistemin yeniden üretimi için krizler olmazsa olmazdır, 2 der Harvey. Yani krizlere içkin bir doğası vardır kapitalizmin. Bununla ne demek istediğimizi açıklamaya çalışalım. Kapitalizm ilerledikçe beraberinde üretimi de toplumsallaştırır. Herkes birbirine bağımlıdır kapitalizmde. İş bölümü uluslararası hale gelmiştir. Örneğin işçilerin emeği ile petrol bir yerden çıkarılır, oradan bunu alıp plastiğe çeviren bir başka ülkedeki emekçilerdir, sonra bu plastiği hammadde olarak kullanıp bilgisayar, cep telefonu vb. üretimine sokan dünyanın bir başka ülkesindeki emekçilerdir… Bu haliyle bakıldığında üretim kapitalizm altında muazzam ölçüde toplumsallaşmıştır. Üretim parçalara ayrıldığından üretimin her bir parçası farklı yerde ve dahası dilleri, kültürleri vs. farklı olan, birbirini tanımayan emekçiler tarafından yapılır. Buna emeğin uluslararası kolektivitesi denebilir. Ne var ki, tekniğin de yardımıyla el ele giden üretici güçlerdeki bu muazzam gelişme sonucu ortaya çıkan toplumsallık, mevcut üretim ilişkileri ile ciddi bir çelişkiye girer. Üretim ile ilgili verilen kararlar son derece plansız ya da bir diğer deyişle “anarşik”tir. Her bir kapitalist kendi biricik çıkarını düşünerek hareket eder. Üretimin toplumsal ölçekte planlanması onu hiç mi hiç ilgilendirmez. İşte bu temel gerçeklik kapitalist üretim biçiminde krizleri olağan hale getirir. Aktaran: David Harvey, Sermaye Muamması, SEL Yayıncılık, çev. Sungur Savran, 1. baskı, İstanbul, 2012, s. 242, vurgular bana ait. 2 David Harvey, Seventeen Contradictions and the End of Capitalism, New York: Oxford University Press, 2014, p. ix. 1 39 Diğer taraftan kapitalist rekabetin mantığı da son derece önemli bir rol oynar: “Kapitalizmin bütün dinamiğini, kapitalizmin bütün gelişme yasalarını tayin eden şey rekabettir.” 3 Kapitalist üretim, tüketim için değil kâr elde etmek için yapılır. Kâr kapitalist sistemin kalbidir, ruhudur. Kapitalizm kârlılığa göre nefes alıp verir. Üretim süreci aslında, bir kapitalist için kaçınılamayan bir halka, para kazanılmak isteniyorsa katlanılması gereken bir derttir!4 Kapitalistin asıl amacı, işçinin ürettiği artık değere (“artı değer” ya da “artık değer”, her ikisi de doğrudur) el koymak ve bu el koyma işini de sürekli kılmaktır. Tabii aynı şey diğer kapitalistler için de geçerlidir. Rekabetin kol gezdiği, tekil kapitalistlerin birbirlerinin gözünü oyarcasına hareket ettikleri bir ortamda kapitalistlerin üretimi planlı ve eşgüdümlü bir şekilde yürütmeleri söz konusu olamaz. Üretimdeki bu “anarşik” durum, her kapitalistin kârını azamileştirmek için diğerini yok etmesi pahasına bunu yapmak zorunda olması ya da pazardaki rekabet koşullarının bunu kendisine dayatmasından ileri gelir. Böylesine bir yarışın ortasında kapitalist kendisini nasıl “birinci” olmaya zorlayacak peki? Cevap: Üretilen metaların birim maliyetini düşürerek. Bunun yolu ise emeğin üretkenliğinin artırılmasından geçer. Marx, Kapital’in ilk cildinde şöyle der: “Metalarda ucuzluk sağlanması, diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, emeğin üretkenliğine, ama bu da üretimin ölçeğine bağlıdır.” 5 Bu maddi koşulların kapitaliste dayattığı zorunluluk da mekanizasyonu artırmak, yani daha büyük daha karmaşık makineler ile üretimi örgütlemek, işçi başına düşen iş yoğunluğunu artırmaktır vs. “[E]meğin üretkenliğini yükseltmek, sermayenin içsel bir dürtüsü ve devamlı bir eğilimidir,”6 der Marx. Elbette bu genel eğilim tek bir kapitalist için geçerli olduğu gibi diğerleri için de geçerlidir. Makinelere yapılan yatırımdaki artış ve üretimin daha fazla makine-yoğun bir şekilde yapılması süreç içerisinde üretimde işe koşulan işçi sayısını azaltacaktır. Çünkü yeni bir makine eskiden örneğin iki ya da daha fazla işçinin yaptığı bir işin tek bir işçi ile kotarılmasının yolunu açar. Örneğin eskiden büyük cadde ve sokakların temizlenmesi işi daha fazla sayıda emekçi ile yapılırken şimdi mekanize fırçaları olan büyük temizlik araçları sayesinde daha büyük alanlar hızlı ama eskisine nazaran daha az sayıda işçi ile temizlenmektedir. Kapitalist üretimde makineleşme, geniş işçi kitlelerinin üzerindeki zahmet ve yükü kaldırmak yerine, tam tersi bir sonuç doğurmaktadır. Makineleşmeyle beraber işçiler daha fazla sayıda atıl hale gelmekte, işsizlik bir çığ gibi büyümekte ve yapılan iş de bir o kadar daha teknik ve standart hale bürünmektedir. Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, çev. Orhan Suda, Özgür Üniversite Kitaplığı, 3. baskı, Ankara, 2008, s. 339. 4 Karl Marx, Kapital, Cilt II, Yordam Kitap, çev. Mehmet Selik, 1. basım, İstanbul, 2012, s. 61. 5 Yordam Kitap, çev. Mehmet Selik/Nail Satlıgan, 1. basım, İstanbul, 2011, s. 605. 6 Kapital, Cilt I, a.g.e., s. 312. 3 40 Makinelere yapılan yatırımdaki artış öte taraftan önemli bir soruna yol açar. Yatırılan sermayeye oranla elde edilen artık değer yetersiz hale gelir! Bu da süreç içerisinde kâr oranlarının düşmesiyle sonuçlanır. Çünkü artık değerin bizzat kaynağı emektir, üretimde çalışan işçilerdir. Artık değer oranını artırma amacına yönelik olarak makinelere yapılan yatırımdaki artış ve üretimin daha fazla makine-yoğun bir şekilde yürütülmesi, Marx’ın “Kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin bizzat kendisidir,” deyişini anımsatırcasına kâr oranlarına aşağı yönde bir basınç uygular. “Kâr oranı, emek daha az üretken hâle geldiğinden değil, aksine emeğin üretkenliği arttığı için azalır,” der Marx. Burada bir parantez açalım: Kâr oranının düşüşü üzerine yapılan tartışmalarda sadece makineleşmeye vurgu yapmak kanımca konuyu açıklamaktan uzak kalıyor. Zira kâr oranının düşmesi, artan makineleşmenin bir sonucu olarak daha fazla emekçinin atıl hale gelmesinden, daha fazla makinenin işçilerin yerine geçmesinden ileri gelir. Artık değerin kaynağı olan emek gücü, makineleşmeyle beraber sayısal olarak gitgide azalır. Makine, işçiden daha fazla artık değer çekmeye hizmet eder. Sermayenin biricik amacı daha fazla makineleşmeyle işleri kolaylaştırıp, işçinin üzerindeki çalışmanın zahmet ve ağırlığını hafifletmek değil; tersine işçinin üzerindeki ağırlık ve zahmet pahasına ondan daha fazla artık değer çekmektir. Ama kapitalist bunu yaparken, rekabetin kol gezdiği bir ortamda olduğunun da pekâlâ farkındadır. İşin içine tek bir kapitalist değil, birden fazla kapitalist girdiğinde evdeki hesap çarşıya uymaz… Tüm bunların ışığında, kâr oranlarındaki düzenli ve periyodik düşüşlerde makineleşmeye değil, işçilerin üretimdeki azalan payına vurgu yapmak öncelik kazanmalıdır. Çünkü azalan kâr, makine artışından değil, emek gücünün azalışından ileri gelir! Sonuç olarak, makine artışı daha fazla işçiyi kapı önüne koymakta bu da süreç içerisinde kârlılığı sınırlamakta ve düşürmektedir. Kriz anları aslında üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin en yalın halde gözler önüne serildiği anlardır. Bu anlamda kapitalizmin çelişkilerinin genel bir özeti sergilenmiş olur kriz anlarında. Marx, “(d)ünya pazarının krizlerinde burjuva ekonomisinin bütün çelişkilerinin gerçek yoğunlaşmasını ve şiddetli biçimde düzenlenmesini görmek gerekir,” der.7 Aktaran: Sungur Savran, Üçüncü Büyük Depresyon. Kapitalizmin Alacakaranlığı, Yordam Kitap, 1. basım, İstanbul, 2013, s. 31. 7 41 Aşırı birikim, aşırı üretim ve sermayenin değersizleşmesi Aşırı birikim ve aşırı üretim aynı şey değildir; ikisi arasında temel bir ayrım vardır: Az önce rekabetin basıncı altında her kapitalistin makinelere yatırım yaptığını, daha doğrusu yapmak zorunda kaldığını söyledik. Bu durum süreç içerisinde üretimde çalışan işçilerin sayısal ağırlığının azalmasına bağlı olarak, yatırılan sermayeye (yani yeni makinelere) oranla elde edilen artık değerin azalmasıyla sonuçlanır. Bunu az önce açıkladık. İşte bu duruma aşırı birikim denir. Yani daha fazla artık değer çekmek amacıyla yeni makinelere yapılan yatırım sonucunda artık değer artmamakta, tersine artık değerin artışı yavaşlamakta, hatta düşmektedir. Bunun sonucunda sermayenin birikmesi yavaşlar, yatırımlar azalır. Ortaya bu durumun tetiklediği bir başka sonuç çıkar: Kapitalist yeni makinelere yatırım yapmak istemeyecektir. Çünkü kârlılık düşüktür. Makinelere olan talep gitgide azalmaya başlar. Şu halde hem eldeki makineler hem de işçilerin bu makineler vasıtasıyla ürettikleri ürünler devasa bir yığın olarak ortada kalır. İşte aşırı üretim dediğimiz durum burada kendini gösterir. Aşırı üretim bu haliyle, aşırı birikim dediğimiz durumunun ortaya çıkış biçimidir. 8 Krizin derinleşmesi, güçsüz sermayelerin piyasadan elenmesini ve güçlü olanların da bunların servetlerine el koymalarını gündeme getirir. Yani bir nevi “ayıklanma” yaşanır kriz anlarında. Bu durum Marx tarafından sermayenin değersizleşmesi şeklinde dile getirilmiştir. Sermayenin değersizleşmesi bir de savaş anlarında örneğin şöyle yaşanır: Uçaklardan fabrikaların üzerine atılan bombalar ile gerçekten de sermaye sermaye olmaktan çıkar ve kelimenin gerçek anlamıyla bir değersizleşme süreci yaşanır. Değersizleşme savaş dışında da yaşanabilir. Az önce de söylediğimiz gibi bu durum güçlü olanların zayıf olanları “yutması” ile yaşanır. Sermayenin değersizleşmesi, krizin aşılması için bir zorunluluktur. Bu tek başına yeterli değildir tabii, araya başka değişkenlerin de girmesi gerekir. Örneğin işsizliğin artması ile ücretlerdeki düşme, sömürü oranındaki artışla el ele yürüdüğünde, bu durum süreç içerisinde kâr oranlarına yukarı yönde basınç uygular ve kârlılık kriz öncesi seviyelere geri döner. Kriz açıklamasına, makineleşmedeki artış ve bununla bağlantılı olarak üretim sürecinden işçilerin dışarı edilmesi üzerinden hareket eden Marx, kriz durumunun derinleşmesinin, az önce bahsettiğimiz gibi, kendi içinde kâr oranlarını yükselten karşıt eğilimlerine de değinir. 8 Sungur Savran, a.g.e., s. 34. 42 Her kriz durumunun genişleme-daralma çevriminin koşullarını taşıyan ikili doğasına vurgu yapar: “[B]unalım her zaman büyük yeni yatırımların başlangıç noktasını oluşturur.”9 Kapitalist bir ekonomide krizler sadece kaçınılmaz değil aynı zamanda gereklidir de! Çünkü sermaye birikiminin iç çelişkileri ancak kriz dönemlerinde –geçici bir şekilde de olsa– çözüme kavuşur. Eksik tüketim Marksist kriz teorisi üzerine yapılan tartışmalarda eksik tüketim teorisi, kriz açıklamalarında sıklıkla başvurulan bir teoridir. 10 Buna göre kriz, talep yetersizliğine, talep yetersizliği tüketim kapasitesinin eksikliğine, tüketim kapasitesinin eksikliği ise kitlelerin yoksulluğuna bağlanarak açıklanır. Kriz açıklaması bu şekilde ortaya konulunca krize çözüm önerileri de ister istemez ücret artışları ekseninde yoğunlaşır. Eksik tüketime yaslanan kriz açıklamaları, çeşitli versiyonları olmakla birlikte, üç temel ortak noktaya sahiptir:  Bütün eksik tüketim teorilerinde, toplam talebin belirleyici unsuru olarak tüketicilerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yaptıkları tüketim temel alınır.  Kapitalizm, tüketici kitlesinin büyük çoğunluğu olan işçi ve emekçi kitlelerin tüketim kapasitesini kısıtlı tuttuğu ölçüde bu durum kapitalizmin işleyişini sürekli tehdit eder.  Kapitalizm kendi işleyiş mekanizmaları içinde ürettiği ürünlere yeterince talep yaratamadığı için dışarıdan ek bir talebe ihtiyaç duyar. Her şeyden önce vurgulanması gerekir ki, kapitalist üretim genişleyen ölçekte bir üretimdir. İşçiler tarafından üretilen artık değerin bir bölümü yeniden sermaye olarak yatırılır. Bu şekilde sermaye süreç içerisinde birikerek büyür. Buna sermaye birikimi denir. Öte taraftan kapitalizm doğası gereği sürekli genişleyen bir dolaşım alanı dinamiğini de yaratır. Dolayısıyla böyle bir sistemde toplam talep sadece tüketime, yani kitlelerin tüketimine indirgenemez! Çünkü sermaye birikimi, ek değişmez sermaye (yeni makine, teçhizat vs. alınması) ve ek değişir sermaye (yeni işçilerin istihdam edilmesi) harcanması yoluyla fazladan bir talebi ortaya çıkarır. Dahası kapitalist üretim kitlelerin tüketimi için değil, üretim için, artık değeri artırmak için yapılmaktadır. 9 Karl Marx, Kapital, Cilt II, a.g.e., s. 180. Eksik tüketim teorisinin eleştirisini burada Sungur Savran’ın adı geçen kitabındaki “Eksik Tüketim Teorisi ve Marksizm” başlıklı bölümüne dayanarak yapıyorum; bkz. s. 180-201. 10 43 Kapitalist üretim biçiminde bir bütün olarak “talep” dediğimiz şey hem işçilerden kaynaklanır hem de kapitalistlerden. Yani işçiler aldıkları ücretleri ile hayatta kalmaya çalışırlar. Dayanıklı ve dayanıksız tüketim mallarına, çocuklarını okutmaya, ev kiralarını ödemeye vs. harcarlar ücretlerini. Ücretleri yetmediğinde kredi kartları devreye girer vs. Öte taraftan kapitalizmde, işçiler üzerinden sürekli zenginleşen bir kapitalistler sınıfı da vardır ve bu sınıf da tüketimde bulunur. Kapitalistler kendilerine yat alabilir, villa alabilir, çocuklarını yurt dışında okutmak için varlıklarını seferber edebilir vs. Ama sadece bu da değil. Kapitalistler diğer kapitalistlerle rekabet ettiklerinden sürekli olarak yeni makinelere yatırım yapmak da zorundadırlar. Yeri geldiğinde üretimin ölçeğini büyütmek için hem yeni makineler satın alırlar hem yeni işçiler istihdam ederler ve işler yolunda giderse, şimdiki işyerlerini değiştirip daha büyük bir binaya geçerler vs. Demek ki kapitalist bir toplumda “talep” dediğimiz şey, işçiler olsun kapitalistler olsun, sadece “yeme-içme-eğlenme” dediğimiz süreçlere indirgenemez! Kapitalist üretimin kendi zorunlu işleyişi dolayısıyla talep pekâlâ üretim sürecinin ihtiyaçlarından da kaynaklanabilir. *** Kapitalist bir toplumda üretilen ürünlerin sadece “yeme-içme-eğlenme” odaklı olmadığını söyledik, çünkü kapitalizmde devasa makineler de üretilir. Bu ürünlerin müşterileri işçiler olamayacağına göre kapitalistlerdir! Demek ki kapitalizmde “talep” konusunu bu ikili yönüyle düşünmek gerekir: hem işçiler hem de kapitalistler ve tabii kapitalist üretimin ihtiyaçları açısından. Bu akıl yürütmeden giderek şu sonuca varabiliriz: Eğer ek sermaye talebi konusu, analizin dışında bırakılırsa, sermaye birikimi, yani genişleyen yeniden üretim de otomatik olarak dışlanmış olur! Sermaye içsel olarak bir taraftan birikimin yarattığı ek değişmez sermaye (yeni makine, teçhizat vs. alınması) ve ek değişir sermaye (yeni işçilerin istihdam edilmesi) talebi, diğer taraftan da kredi mekanizmaları yoluyla genişleyen yeniden üretim için bir toplam talep yaratma kapasitesine sahip olduğundan eksik tüketim kapitalizm için sürekli bir tehdit oluşturmaz. *** Bu tartışma neden mi bu kadar önemli? Çünkü eksik tüketim teorisi, krizleri kitlelerin yoksulluğuna bağlayarak açıkladığından bu teoriye göre krizden çıkış için örneğin işçi 44 ücretlerine zam yapılması gibi “reformist” talepler öne çıkarılır. Konunun politik düzeyle böyle doğrudan bir ilişkisi olduğundan, eksik tüketim teorisiyle girişilen tartışma önem kazanır. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için şunu vurgulayalım: Elbette işçiler yapılan zamlara karşı, ücret artışlarının da aynı oranda artırılması talebinde bulunmalıdırlar. Asıl mesele, işçi mücadelelerinde temel mücadele talebinin ücret artışları ile sınırlı tutulmaması meselesidir. Yoksa çok yüksek ücret de alsak, çok az ücret de alsak kapitalizmde hepimiz ücretli emekçileriz! Marx şöyle der: “Sermaye birikiminin sonucu olarak emek fiyatının [yani “ücret”in, G.Ç.] yükselmesi, gerçekte, yalnızca, ücretli işçinin kendisinin yapıp boynuna geçirmiş bulunduğu altından zincirin uzunluk ve ağırlığının, onun daha gevşek bağlanmasını mümkün kılması demektir.”11 Asıl mesele ücretli emeğin kaldırılması iken, sadece ücret artışları talebi ile sınırlı bir mücadele sistem içinde kalabilme potansiyeli taşımaktadır. Finansallaşma Artan makineleşmeyle el ele giden daha fazla makinenin daha fazla işçiyi dışarıda bırakması olgusu süreç içerisinde birikimin yavaşlamasına neden olmaktaydı. Buna yukarıda değindik. Bu şekilde yatırılan sermayeye oranla elde edilen artık değer azalmaya başlar. Bu durum baş gösterdiğinde kapitalistler yatırımdan kaçmaya başlarlar. Para sermaye ile üretken sermaye arasındaki makas gitgide açılır. Bu şu demektir: Elinde para olan kapitalist, kârlılığın düşük seyrettiği hatta gitgide azaldığı bir ortamda parasını makine, teçhizat ve emek gücüne yatırmayacaktır; bundan uzak duracaktır. Para üretim için harcanmadığından para sermaye üretime girip üretken sermayeye dönüş(e)mez, yani artık değer üretmek için kullanıl(a)maz. Bir kriz durumuna işaret eder bu. Kapitalistler kâr getirisi olmadığı düşüncesiyle üretimden çekilip üretim-dışı alanlara kayarlar. Yaklaşık son 30 yıldır kapitalistlerin finans alanına dönerek “paradan para kazanma” yoluna girmeleri ve finans alanının hiç olmadığı kadar “şişkinleşmesini” bununla açıklayabiliriz. Sermayenin gitgide finans alanına kayması diğer taraftan sermayenin değersizleşmesinin önüne bir engel koyar; daha doğrusu bunu erteler. Sermayenin kendi krizini aşması için gerekli olan “ayıklanma” ertelendiği için kriz çözüme kavuşmadan varlığını sürdürür. “Ayıklanma” neden mi gerçekleşmez; çünkü borçlanmak, kredi alıp “ayakta kalmak” 11 Karl Marx, Kapital, Cilt I, a.g.e., s. 598. 45 kolaylaşmışken, firmalar iflas bayraklarını hemen çekmek yerine borç içerisine girerek iflaslarını geciktirmeye, ya da bir diğer deyişle güç bela ayakta kalmaya çalışırlar. Bu süreçte gemisini güvenli limana sokan da olmuştur, karaya oturan da. Dolayısıyla kredi mekanizması (ya da en genel deyişle “finansallaşma”) bu anlamıyla sermayenin değersizleşmesini geciktiren bir rol oynamıştır son otuz-kırk yıldır. 1970’li yılların ortasında kâr oranlarının düşüşü ile krize giren dünya ekonomisi o yıllardan bu yana uzun bir durgunluk yaşamaktadır. Çünkü üretim alanından gitgide kaçan sermaye finans alanına yönelmiş ve bu da süreç içerisinde sermayenin değersizleşmesini geciktirmiştir. “Değersizleşme bir ihtiyaçtır, ama parasal şişkinlik dolayısıyla gerçekleşememektedir.” 12 Finans alanındaki parasal şişkinlik üretim alanında ortaya çıkan kârlılığın azalması sorununu kökünden değiştirmez. Krizin daha da derinleşmesi durumu parasal şişkinlik nedeniyle sadece ertelenir. Ama bu durum sonsuza kadar devam edemez. Nihayetinde finans alanının yapabileceği “manevra”lar üretim alanındaki durgunluk ile sınırlanmıştır. Üretimde bir “kıpırdanma” olmazsa finans alanı ilânihaye hayatına devam edemez. Gün gelir ayakları yerden kesilmiş bir şekilde “havada gezinen” üretim, balonun patlaması ile şiddetli bir şekilde yere çakılıp kalır! Finansal krizin üretim alanına yaptığı tahribat özünde budur. İşte 2008’de finansal bir çöküş ile açığa çıkan kriz temelde bu gerçeklikle bağlantılıdır. Bugünkü “Büyük Buhran”a doğru… Sermayenin krize girdiği dönemler ile krizden çıktığı ya da çıkmaya çabaladığı dönemler ayrı ayrı incelenmelidir. Her ne kadar kriz durumunun kapitalizmin doğasında var olduğunu söylesek de, sistemin krize girmesi ve krizden çıkmasının “insani faktörler”den bağımsız, “mekanik” bir şekilde belirlendiğini söyleyemeyiz. 1929’daki Büyük Buhran’ın dünya ekonomisinde yarattığı tahribat ve bundan çıkış yolları bütün dünya halkları için tam bir felaket olmuştu örneğin. Krizin faturası, gerek Avrupa’da gerekse de ABD’de işçi sınıfına ödetilmeye çalışılmış ve sistem bunda “başarılı” da olmuştu. Avrupa’da faşizmin ve diktatörlük rejimlerinin yükselişi ve ardından dünyayı ikinci kez paylaşma savaşlarının gündeme gelişi Avrupa’nın yerle bir oluşuna, Yahudi soykırımına, Hiroşima ve Nagasaki’ye ve buna benzer daha pek çok olaya yol açmıştı. 12 Sungur Savran, a.g.e., s. 41. 46 Kapitalizm, kendi krizinin faturasını, elde bunu başka yollarla (“demokrasi”yle örneğin) çözüme kavuşturabilecek araçlardan yoksun kaldığında, insanlığa nasıl ödetebileceğini göstermiştir. Tüm bu olanları kapitalist üretim çevriminde 1914–39 yılları arasında yaşanan istikrarlı düşüşle bağlantılı olarak ele almak gerekir kanımca. *** Faşizmin ve İkinci Dünya Savaşı’nın işçi sınıfını zayıflatması, atomize etmesi kâr oranlarında büyük bir artışı olanaklı kılarak sermaye birikimine bir canlılık kazandırır. Ayrıca savaşla birlikte sermayenin değersizleşmesi de yaşanır. Sonrasında emperyalist ülkelerde uluslararası işbölümünün yoğunlaşması ve yarı-sömürgelerde de sanayileşmenin başlaması ile dünya pazarı önemli ölçüde genişler. Bu dönem, kapitalizmin savaş sonrasında içine girdiği genişleme dönemi diye adlandırılır. Burjuva ekonomistlerin “Altın Çağ” olarak adlandırdıkları bu uzun genişleme dönemi, 1973’teki “petrol krizi”ne kadar sürer. Adına “petrol krizi” denen bu kriz kapitalizmin tarihi içinde uzun aralıklarla gerçekleşen 1870’lerdeki, 1930’lardaki gibi uzun ve depresif karakterli bir krize işaret eder. Bu kriz, 1980’lerden günümüze değin uygulamaya konulan ve bugünkü isyan ve protesto hareketlerinin tetikleyicisi olan bir dizi uygulamalarla, işçi sınıfına savaş sonrası verilen ödünlerin geri alınması sürecini başlattı. Sınıflar arasındaki gerilim, sermayenin karşı saldırıya geçmesi ile değişikliğe uğrayacak, işçi sınıfı da mevzilerini korumak ve yer yer de bunları kaybederek bu süreci bir “geri çekilme” dönemi olarak yaşayacaktır. Bu dönem, dünyada ve tabii Türkiye’de işçi sınıfına karşı son derece sert tedbirlerin uygulandığı bir dönemdir. Şili’de Pinochet, Britanya’da Thatcher, ABD’de Reagan ve aynı neoliberal politikaların Türkiye’deki mimarı Özal bu dönemin öne çıkan sadece birkaç “figürü”dür. Türkiye’de darbe öncesi uygulamaya konan ve darbe ile birlikte rahat bir uygulama alanı bulan neoliberal model, dünyadaki benzerleri ile aynı işlevi görmüştür: İşçi sınıfından daha fazla artık değer sızdırmak için onu daha az ücretle daha fazla çalıştırmak, güvencesizleştirmek, örgütlülüğünü dağıtmak, daha yoksul ve yoksun hâle getirmek… Özelleştirmeler; eğitimin, sağlığın, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması gerek dünyada gerekse Türkiye’de bu döneme damgasını vuran ve bugün de devam eden uygulamalardır. Kısaca neoliberalizm dedikleri “şey” aslında, sermayenin son derece azgın bir şekilde işçi sınıfına karşı tüm dünyada saldırıya geçmesinden başka bir şey değildir! *** 47 Sistemi bugünkü krize sürükleyen temel dinamikler üzerinden meseleyi tartıştığımızda karşımıza çıkan, sermaye birikiminin yavaşlaması olgusudur. Bunun sebebi ise 1970’lerin ortalarında kâr oranlarının düşmesine bağlı olarak yaşanan durgunluktur. Krizle birlikte uzun bir durgunluk dönemine giren kapitalizm, kendi krizini aşmak için çeşitli stratejiler izlemektedir. Sermayenin bu uzun krize cevabı neoliberalizm olmuştur. Neoliberalizm, sermayenin 1970’li yılların ortalarında başlayan dünya çapındaki uzun krizini aşabilmek amacıyla işçi sınıfına bir saldırısıdır. Yöntemi ise işçi sınıfını bölmek ve değişik bölüklerini rekabet içine sokmaktır. 13 Ama neoliberalizmin uluslararası alana da yayılması gerekiyordu. Bu ise 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Avrupa’da, SSCB’de ve Çin’de bir dizi “çözülmenin” yaşanması ve kapitalizmin yeniden kurulması (restorasyonu) süreçleri ile mümkün olabildi. Neoliberalizme gelen kardeşin ismi “küreselcilik” idi. Küreselcilik bütün uluslardan işçilerin ve emekçilerin birbirleriyle rekabetini kışkırtarak uluslararası planda sermayenin çıkarları açısından en uygun koşulları yaratmayı hedefleyen bir saldırı stratejisidir. 14 Küreselcilik, hiç kuşku yok ki sermayenin dünya çapında işçi sınıfına karşı bir saldırısıdır; ama bu sınıf taarruzu ideolojik bir kılıfla sunulmaktadır: “küreselleşme”. Artık ulus devletin sonu gelmiştir, sermaye “yersiz-yurtsuzlaşmıştır” vs. Günümüzde revaç gören “küreselleşme” açıklaması şudur: Küreselleşme, dijital teknolojinin gelişmesi sonucunda hayatımıza “kaçınılmaz” olarak girmiştir; dolayısıyla bu gerçekliğe direnmek beyhudedir vs. Konuya kapitalizmin uzun krizi perspektifinden bakanlar için durum çok farklıdır. “Küreselleşme” bu perspektifle, “[k]apitalizmin krizine karşı geliştirilmiş, işçi sınıfını zayıflatmak ve teslim almak amacıyla benimsenmiş bir uluslararası stratejinin ideolojik çerçevesidir.” 15 “Küreselcilik” ve sonrasında SSCB’nin dağılmasıyla birlikte ideolojik planda sunulan “küreselleşme” ve bir de tabii esnekleştirme, kuralsızlaştırma ve yalın üretim… Tüm bunlar aslında kapitalizmin kendi uzun ve derin krizini aşmasına yönelik olarak uygulamaya koyduğu stratejilerdir. Sermayenin dünya çapında işçi sınıfına karşı taarruza geçmesini eğer tek bir kelime altında özetleyecek olursak buna kısaca neoliberalizm diyebiliriz. *** 13 Savran, a.g.e., s. 90. Savran, a.g.e., s. 83. 15 Savran, a.g.e., s. 91. 14 48 1970’lerin ortasından bu yana, yavaşlayan sermeye birikiminin basıncı altında kâr getirisi olmayacağı düşüncesiyle kapitalistler yatırımlardan uzaklaştılar ve üretim-dışı sektörlere yoğunlaşıp, David Harvey’in mülksüzleştirme yoluyla birikim dedikleri süreci başlattılar. Harvey, Yeni Emperyalizm adlı eserinde “petrol krizi” (1973) sonrası dönemde, neoliberalizm ve özelleştirme politikalarıyla özdeşleşen “mülksüzleştirme yoluyla birikim” adını verdiği bir sermaye birikimi modelinin devreye sokulduğunu anlatır. 16 Bu aslında Marx’ın Kapital’in ilk cildinde sermaye birikimini irdelerken çıkardığı sonuçlarla doğrudan bağlantılıdır, yani “yeni” bir şey değildir! Marx, sermeye birikiminin Para-Meta-Para’ (P-M-P’) döngüsü ile sağlandığını söyler. Yani burada para ile bir taraftan bina, makine, teçhizat gibi adına değişmeyen sermaye denen metalara yatırım yapılır; diğer taraftan da işçiler istihdam edilir, işçinin emek gücü metası ücret ile kiralanır; buna da Marx değişir sermaye der. Demek ki iki tür meta satın alınmaktadır bu süreçte. Ardından bu iki tür meta üretime koşulur. İşçi üretim süreci içerisinde bir artık değer üretir ve sürecin sonunda orta çıkan “ürün”, yani metasermaye denen “ürün”, içinde artık değer kristalize olmuş bir halde pazarda satışa sunulur. Satış gerçekleştiğinde artık değerin gerçekleşmesi (realize olması) denen süreç yaşanır ve kapitalist bu sürecin sonunda kâr elde eder. Bu döngünün mantığı içerisinde herhangi bir “kurnazlık” yoktur. Kâr kurnazlıkla elde edilmez! Marx, sermaye birikiminin “ucuza alıp pahalıya satma” kurnazlığı ile açıklanamayacağını söyler. Çünkü bu şekilde toplam değerde bir artış olmamakta, mevcut zenginlik sadece eşitsiz bir şekilde el değiştirmektedir. Sermaye birikimi, temelde, kapitalist emek süreci içerisinde gerekli emeğin ötesinde üretilen artık değer ve bu artık değerin de bir kısmının bir sonraki üretim çevrimine yatırılması ile gerçekleşir. Buna üretimin genişleyen ölçekte sürmesi de denir. Ama kapitalist ekonomi “petrol krizi” sonrasında öyle bir döneme girdi ki, birikimini bir yandan “genişleyen yeniden üretim” ile bir yandan da var olana “el koyma” ile sağlayan; gerekirse cebir ve şiddet kullanarak işleri mümkün olduğunca düşük maliyetle (hatta kimi zaman sıfır maliyetle!) kotarmaya çalışan bir hale büründü. Bu da ister istemez büyümeyi yavaşlatan bir duruma yol açtı: “[K]apitalist bir ekonomide yatırımlar, dolayısıyla emek tahsisi, göreli olarak üretim dışı (yani ticaret ve finansal) sektörlere daha çok yönelirse büyüme yavaşlar. Hatta, durur ve ekonomi krize, depresyona girer”. 17 *** Everest Yayınları, çev. Hür Güldü, 2. baskı, İstanbul, 2008, “El Koyarak Birikim” adlı bölüm. Kavramın İngilizcesi (“accumulation by dispossession”) kitapta “el koyarak birikim” olarak kullanılmış. Biz burada kavramı “mülksüzleştirme yoluyla birikim” diye kullanmayı tercih ettik. 17 E. Ahmet Tonak, Batan Piyasalar! 21. Yüzyılın İlk Buhranı, Kırmızı Yayınları, 1. baskı, İstanbul, 2010, s. 145. 16 49 1990’larda büyük kapitalist ekonomilerde (örneğin ABD’de) görülen “ekonomik canlanma”, faiz oranlarının dramatik bir şekilde aşağıya çekilerek tüketicilere kredi verilmesi (borçlandırma) suretiyle gerçekleşen bir “canlanma”ydı. Ama bundan da önemlisi bu canlanma, aslında, neoliberal saldırı denen şey ile işçilerdeki göreli yoksullaşma, yani reel ücretlerdeki artışların işçilerin üretkenliklerindeki artıştan geride kalması, yani satın alma gücündeki göreli düşüş ve işçi sınıfının artan sömürüsü ile sağlandı. Satın alma gücünün düştüğü bir ortamda –hele de kredi almak son derece kolaylaşmışken– borçlanma cazip hale geldi ve bu da hanehalkı borçlarında bir patlamaya yol açtı. Kapitalist sistem bu şekilde borçla dönen bir ekonomik canlanma yaşadı, ta ki bugünkü çöküşe kadar.18 *** Kriz hâlâ sürüyor. Kriz patlak verdiğinde devletlerin yaptığı ilk şey, batan ya da batmakta olan şirketleri, bankaları, sigorta devlerini kurtarmak ya da borçlarını kamulaştırmak olmuştu. Bu, hiç kimseye hesap vermeden işçi ve emekçilerden vergi adı altında toplanan paraların bulunduğu kasaların anahtarlarının sermayeye sunulması demektir! Şimdi devletler devasa kamu borçlarının yükü altındalar ve bu sorunun üstesinden gelmek için de yaptıkları tek şey işçi ve emekçilerin kazanımlarına saldırmak oluyor. Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi ülkeler de aynı sorundan muzdaripler. Bu aşamada krizin ne yöne evrileceği emekçilerin inisiyatifinde. Ya krizin faturası çok sert önlemlerle; örneğin daha fazla işsizlik, daha fazla özelleştirme; kamu hizmetleri, emekli maaşları ve diğer sosyal ödeneklerden daha az yararlanma vs. ile işçi sınıfına ödetilecek –ki zaten bugün yapılan budur– ya da kriz emekçilerin direnişiyle karşılaşacak. Bugün yaşadıklarımız bizlere bunun somut örneklerini sunuyor. Küresel krizin patlak verdiği 2008 yılından bu yana dünyanın farklı yerlerinde isyan, protesto, ayaklanma vb. gelişmeler yaşandı. Ama işçi sınıfının kendi talepleri ve kendine özgü mücadele yöntemleri ile örgütlü bir şekilde sistemi ciddi derecede tehdit ettiği örnekleri pek göremedik. Sokak gösterileri ile işçi sınıfının buluşarak birlikte bir mücadele yürütmesi yakıcı bir önem arz ediyor. 1929 Krizi sonrasındaki toplumsal koşullara kıyasla işçi sınıfının politik ve örgütsel düzeyinin zayıf olduğu bugünkü durumunu ve Avrupa’da aşırı sağ, ırkçı, faşist partilerin tırmanış kaydettiğini göz önüne aldığımızda, bugün yaşadığımız depresif krizin hem ekonomik hem de politik sonuçlarına karşı mücadele etmenin gerekliliği ortaya çıkacaktır. Tekil, işyeri bazlı, küçük çaplı mücadeleler sistemi yeteri kadar tehdit etmiyor. Bu mücadeleler arasında bağlar kurulmalı, Konu hakkında bkz. Anwar Shaikh, “The First Great Depression of the 21st Century”, Socialist Register 2011: The Crisis This Time, Vol 47. 18 50 mücadeleler diğer işyerlerine sıçramalı ve birer genel grev niteliği kazanmalıdır. Karşımızdaki dalga bütün yönlerden işçi sınıfını kuşatırken, bu küresel dalgaya karşı “içe kapanık” bir mücadele yürütmek gücümüzü son derece zayıflatacaktır. Sınıfın bir bütün olarak örgütlenip, mücadeleler içinde yer alması bu açıdan yakıcı bir önem taşımaktadır. Bu yazı DİSK-AR Dergisi’nin Yaz 2014 tarihli 3’üncü sayısında yayımlanmıştır. 51 Küresel Kapitalizmin Geleceği 2008 yılının 15 Eylül’ü, Lehman Brothers isimli dev ABD “yatırım” bankasının batışını simgeleyen gün olarak tarihe geçti. Geride bıraktığımız 2013 yılının 15 Eylül’ü “finansal çöküş”ün beşinci yılıydı, şimdi ise altıncı yıla girmek üzereyiz ve dünya ekonomisi hâlâ durgunluk içinde. Önümüzdeki dönemde dünya ekonomisindeki istikrarsızlığın sürmesi ve ekonomik büyüme temposunun yavaşlaması beklentisi belki de en “gerçekçi” beklenti. Akçay ve Güngen’in de vurguladığı gibi, kısa ve orta vadede, dünya ekonomisinin istikrarlı bir büyüme patikasına girmesi çok düşük bir ihtimal olarak görünmektedir. *** Mayıs 2013’te Amerikan Merkez Bankası (Fed), “miktarsal genişleme” (diğer bir değişle “karşılıksız para basma”) politikasını aşamalı olarak azaltacağını ilan etti. Bu durum, krizin etkilerinden kaçmak için değerlenme amacıyla “dışarı” kaçan paranın “merkez”e geri dönmesi ihtimalini, bu ise süreç içerisinde para çıkışlarına bağlı olarak “gelişmekte olan” ülkelerde kimi “şok”ların, hatta sert ekonomik sarsıntıların yaşanabileceği ihtimalini güçlendirmekte. Şu halde krizin yeni adresi ABD ya da Avro Bölgesi değil, “gelişmekte olan” ülkeler olacak. Kemerlerimizi sıkı bağlayalım, kriz bitmedi, sadece “adresi” değişti. Tam da böylesi bir ortamda, 2008’de patlak veren küresel krizin arka planını, gelişimini, yayılmasını ve sonuçlarını derli toplu bir şekilde bize sunan bir kitaba sahibiz: Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen’in ortaklaşa yazdıkları “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş” kitabı 52 NotaBene Yayınları’nca Mart 2014’te ilk baskısını yaptı. 1 Hafızalarımızı tazelemek için son derece faydalı bir çalışma. Eser üzerine kaleme alınan bu yazıda ilk önce yazarların krizin arka planı ve oluşumu üzerine son derece sarih bir şekilde ifade ettikleri kriz yaklaşımlarını özetlemeye; ardından da katılmadığım ve kimi yerlerde kafamda soru işaretlerine yol açan yerleri göstermeye çalışacağım. Sonra da kitapta öne çıkan belli başlı tartışma noktalarını özetleyip üzerine yorumlar yapacağım. Krizin arka planı ve oluşumu Kitabın ilk bölümünde yazarlar krizin “merkez üssü” olan ABD üzerine odaklanıyorlar. Burada daha çok, yazarların “yeni finansal mimari” dedikleri süreçler üzerinde duruluyor. Yani krizin kurumsal kökenleri olan yatırım bankaları ile gölge bankacılık sisteminin gelişimi, ardından da borcun ve riskin metalaşması olarak sırasıyla menkul kıymetleştirme ve türev “ürün”lerin yeni finansal mimari içinde oynadıkları “hayati” role değiniliyor. 2000’li yıllarla beraber oluşan yeni finansal mimari ile ABD işçi sınıfının –daha çok da yoksul kesimlerin– finansal sistemle bütünleşme süreçleri ve bu durumun 2008’de patlak veren krizde oynadığı rol bu bölümün ana kalkış noktasını oluşturuyor. Yazarlara göre 2000’li yılların sonuna doğru ortaya çıkmış küresel krizin kökleri “kâr oranlarının düşme eğilimi” yasasında değil, “yeni finansal mimari”de aranmalıdır. Bu konuya birazdan döneceğiz. Krizin yapısal kökenlerinin tartışıldığı teorik kısımda ise, çeşitli Marksist teorisyenlerin krizle ilgili görüşleri özetlendikten sonra bu konuya bir açıklık getiriliyor. Kitabın ilk bölümünün “Ara Değerlendirme” başlıklı alt bölümünde yazarlar 1970’lerdeki krizin kârlılıktaki bir azalmanın sonucu olduğunu söylemekle birlikte, bu krizin 1980’lerde aşıldığını ve 2008 krizinin köklerinin de 2000’li yıllarda oluşmaya başlayan “yeni finansal mimari”de aranması gerektiğini öne çıkarıyorlar. Bu konuda R. Brenner’ın krizle ilgili görüşleri eleştirilip, daha çok Lapavitsas, Duménil ve Lévy ile Panitch ve Gindin’in açıklamalarına başvurulmuş. Yazarların kitabın bu bölümü için vardıkları sonuç özetle şöyle: “1970’lerdeki krizin günümüze değin devam ettiği tezinin, bize 2008 krizini açıklamak için ihtiyacımız olan kavramsal araçları yeterince sağlamadığı kanaatindeyiz” (s. 61). Aslında yazarların Eserin künyesi: Ümit Akçay & Ali Rıza Güngen, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş, NotaBene Yayınları, 1. baskı, Ankara, 2014, 204 sf. 1 53 vurgulamak istediği şey, krizin “tek” bir neden ile açıklanamayacağıdır. Dahası eğer sürekli bir kriz içindeysek, güncel olanı anlamaya, deşmeye gerek yoktur gibisinden “kestirme” bir yola başvurularak krizi açıklama çabasının bizzat krizin ne olduğunu iyice muğlâk hale getirdiğini düşünmekte yazarlar. İşte tüm bu “kaygılar”dan ötürü eserin yazarları “tek” bir nedenden ziyade Harvey’in de vurguladığı gibi, sermayenin hareketinin her bir aşamasının potansiyel olarak kriz üretme eğiliminde olması öncülünden yola çıkarak “çoklu” bir kriz açıklamasına başvuruyorlar. Yazarlar kitabın 62’nci sayfasında, Simon Mohun’dan aktardıkları bir grafik ile görüşlerini temellendirmeye çalışıyor. Grafiğe göre 1980’li yılların ortalarından itibaren kâr oranlarının azalma değil artma eğiliminde olduğu görülüyor. Yazarlar 1970’lerdeki krizin kâr oranlarındaki düşme ile bağlantılı olduğunu kabul ediyorlar, ne var ki bu düşme eğiliminin 1980’lerin ortalarında sonlandığına vurgu yapıyorlar. Yazarlar bu yüzden 2008’de yaşanan krizi kâr oranlarının düşme eğilimi yasası ile değil finansallaşma süreci, işçi sınıfının finansal sistemle entegrasyonu ve bankacılık sistemindeki değişimlerle ilgili olarak açıklamanın daha işlevsel olduğunu söylüyorlar (s. 62-63). *** Eserde finansallaşma üzerine daha çok “betimleyici” bir anlatım benimsenirken, ABD’de işçi sınıfının en yoksul kesimlerinin finansal sistemle “niçin” bütünleştirildiği sorusu sorulmamış. Örneğin sistemin bundan ne gibi bir çıkarı vardı da böylesine riskli bir işe girişildi? “Finansal derinleşme” örneğin “ne”ye bir çözüm olarak uygulandı? Bu uygulamanın çökeceği daha başından gün gibi ortadayken sistem niçin böylesi riskli bir işe girişti? Ayrıca madem kriz Panitch ve Gindin’in de dediği gibi, gittikçe küresel finans sisteminin bir parçası olan Amerikan konut sektöründen kaynaklanıyorsa (s. 53), o halde kriz niçin bu kadar uzun süredir devam ediyor? Dahası kriz eğer bu kadar “basit” bir nedenden dolayı ortaya çıktıysa, nasıl oluyor da tüm bir dünyaya yayılabiliyor ve bu kadar süre varlığını koruyabiliyor? Bu ve benzeri soruların yanıtlarını kitapta pek bulamadım. Bu sorulara verilecek cevapların, krizin tarihsel arka planında nelerin, hangi toplumsal-siyasal süreçlerin yattığının ortaya çıkarılması açısından önem taşıdığını düşünüyorum. Yeni finansal mimari ile 1970’lerdeki krizi birbirinden “ayrık” değerlendirmemek gerekir kanaatindeyim. Çünkü bu “bağ” ya da “ilişki” kurulamadığında krizin tarihsel arka planında nelerin yattığı da muğlâk hale geliyor. Kriz 1980’lerde “aşılmış” dahi olsa, krizin çözemediği, çözüme kavuşturamadığı sorunlar ertelenerek varlığını sürdürmeye devam etti, ta ki 2008’deki “çöküş”e kadar. Çünkü finansal 54 şişkinlik dolayısıyla sermayenin tam bir değersizleşmesi yaşanamadı, bundan dolayı sorunlar ertelendi. D. Harvey günümüz krizi konusunda şu açıklamayı yapıyor: Esas ağırlık merkezi kredi sisteminin ve devlet ile finans arasındaki bağın teknolojik ve organizasyonel biçimlerinde yatıyor olsa da, temeldeki sorun kapitalistlerin işçi sınıfı karşısında aşırı güçlenmesi ve bunun sonucunda ücretlerin bastırılması, bunun da efektif talebe ilişkin sorunlara yol açması, bu sorunların üstünün dünyanın bir yanında kredi tarafından ateşlenen bir tüketim çılgınlığı ve bir başka yanında ise üretimin yeni ürün hatlarında gereğinden fazla hızlı genişlemesi tarafından örtülmesidir.2 Bir diğer nokta ise şu: 1970’lerin ortasındaki krizden sonra, kârlılık niye örneğin 1960’lardaki düzeyine ulaşamadı? Ayrıca finans dünyası niçin bu kadar ön plana çıktı? Sermaye niçin son 30-40 yıldır sabit sermaye yatırımlarından kaçıyor da gözünü finans alanına çeviriyor? Kârlılığın azalmasına bağlı olarak ortaya çıkan kriz 1980’lerin ortalarında sonlandıysa, niye o tarihten bu yana sermaye yatırımlarında bir yavaşlama hatta durgunluk var? Yoksulların finansal sistemle bütünleştirilmesi ve finans alanındaki “yenilikler”, krizin bir nedeni olmasının ötesinde daha çok bir sonuç gibi. *** 1980’lerden itibaren ABD’de üretkenlik ve reel ücret artışları arasındaki makas 1950’lerden bu yana hiç olmadığı kadar açılmış durumdadır. Bunun anlamı şudur: İşçi sınıfı neoliberal döneme denk gelen 1980 sonrası süreçte gitgide baskılanmakta, atomize edilmekte, daha fazla sömürülmekte, sendikasızlaştırılmakta; ve tüm bunların sonucunda ise işçi başına düşen verimlilik (üretkenlik) muazzam bir artış kaydetmektedir. Ama buna ters bir şekilde işçilerin reel ücretleri, yani satın alma gücünü doğrudan etkileyen ücretleri aynı hızda artmamakta, bu ise süreç içerisinde gelirler ile harcamalar arasındaki makası açmakta ve sonuç olarak da bu makas hanehalklarının borçlandırılması mekanizmalarıyla kapatılmaya çalışılmaktadır. Sadece bu da değil: Devletin eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerden çekilmesi ve bu alanların günden güne metalaşması süreçleri ile yoksullaşan işçi sınıfının finansal sistemle entegrasyonu derinleşmeye başladı. Yazarların bu noktada vardığı sonuç şu: “Bu noktadan sonra, sermaye açısından yeni bir kârlılık alanı açılmıştır. Kişisel borçların metalaşması, günümüzdeki krizin açığa çıkmasında önemli bir işlev yüklenmiştir” (s. 82). Aslında kişisel borçluluğun arkasında sermayenin karşı saldırısı var; yani bir sınıf taarruzu var! Ama eserde David Harvey, Sermaye Muamması. Kapitalizmin Krizleri, SEL Yayıncılık, çev. Sungur Savran, 1. baskı, İstanbul, 2012, s. 126, vurgular bana ait. 2 55 bu noktaya pek vurgu yapılmamış. “Betimleyici” bir anlatımla krizin nasıl geliştiği sergilenmiş daha çok. Tüm bu sürecin geri planındaki sınıf mücadelesi kertesi analizin ana gövdesinin dışında bırakılmış. Benim eserin yazarlarına temel itirazım burada düğümleniyor. Konunun bu boyutunu 1929 Krizi ve krize karşı işçi sınıfının verdiği tepkiler ile karşılaştırabiliriz. Örneğin nasıl oluyor da 1929 Krizi sonrası krize verilen tepkiler ile 1970’ler sonrasındaki işçi sınıfının verdiği tepkiler aynı olmuyor? Elbette aynı olamaz, ama burada vurgulamak istediğim, işçi sınıfının devrimci enerjisini yitirmesi meselesidir. Büyük Buhran sonrasında Amerika’da muazzam işçi mücadeleleri yaşanır ve önemli kazanımlar elde edilir. Kıta Avrupa’sına baktığımızda ise karşımızdaki manzara şudur: Almanya’da muazzam güçlü militan işçi hareketi faşizm ile durdurulur. İspanya’da devrim meydana gelir, ancak birkaç yıl sonra Franco’nun diktatörlüğü kurulur. 1936’da Fransa’da fabrikalar işgal edilir. Yunanistan’da kanlı bir iç savaş yaşanır vs. Her ne kadar bu çetin sınıf mücadeleleri işçi sınıfı açısından genel bir yenilgiyle sonuçlanmış olsa da işçi sınıfının militan mücadelesi o dönemde burjuvaziyi büyük ölçüde korkutmuştu. Sadece bu da değil; işin bir de dönemin “siyasi iklimi” meselesi var. Bu “siyasi iklim” ki o dönemde burjuvazinin işçi sınıfına ciddi anlamda tavizler vermesine neden oldu. 1917 Ekim Devrimi ve sonrasında gerek Avrupa’da gerekse Asya’da gelişen devrimci kabarışlar hem İkinci Dünya Savaşı öncesinde hem de savaş sonrasında kapitalist dünya için ciddi bir “tehdit” oluşturuyordu. İtalya, Almanya, Fransa, İspanya gibi ülkelerde işçi sınıfının militan mücadelesi faşist rejimlerle durdurulmuş olsa da savaş sonrası dönemde burjuvazi uykularını kaçıran “kâbus”tan bütünüyle kurtulabilmiş değildi. Savaş sonrasında Asya kıtası tam bir “kaynayan kazan”dı. Hem sadece Asya da değil, aynı şey Latin Amerika için de geçerliydi. Her şeyden önce tüm eksiklikleri ve tabii gerici ve aynı zamanda dünya devrimini frenleyici bir bürokrasinin sultası altında yönetiliyor da olsa SSCB’nin varlığı da kapitalist blok için tam anlamıyla bir “kâbus”tu. İşte bu “siyasi iklim” dolayısıyla kapitalist sistem işçi sınıfının militan kalkışmasından korktuğu için ciddi tavizler vermek zorunda kaldı. “Keynesçilik” ve “refah devleti” gibi uygulamaların değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. bu anlamda okunması 3 Benzer bir yorum için bkz. Sungur Savran, Üçüncü Büyük Depresyon. Kapitalizmin Alacakaranlığı, Yordam Kitap, 1. baskı, İstanbul, 2013. 3 56 ve İşte 1929 sonrası dönemle, 1970 sonrasındaki dönem arasında bu açıdan “nitel” bir farklılık var. 1929 sonrasında zorunlu olarak verilen tavizler vardı, 1970 sonrasında ise verilen tavizlerin geri alınması süreci başladı! *** Yaklaşık 30 yıl süren “Altın Çağ” boyunca işçi sınıfının militan tavrı köreldi ve sistemle bir bütünleşme süreci yaşadı. Tabii burada geçmişte yaşanan mücadelelerin yenilgiye uğramasının kitlelerde moral bozukluğuna yol açması, sendikaların sistemle bütünleşmesi gibi etkenler de rol oynamıştı. Dolayısıyla neoliberal döneme, sermaye, işçi sınıfı karşısında “avantajlı” bir konumda girdi. Tabii işin bir de siyasi boyutu var: 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması; Doğu Avrupa’da, SSCB’de ve Çin’de bir dizi “çözülme”nin yaşanması ve kapitalizmin “restorasyonu” süreçleri. 4 Tüm bunların ışığında meseleye yaklaşıldığında, işçi sınıfının bilhassa da sınıfın yoksul kesimlerinin, niçin “yeni finansal mimari”nin kıskacı altına alındığı kanımca netlik kazanmış oluyor. 2008 Krizi: “kopuş” mu “süreklilik” mi? Yazarlar burada ekonomik kriz ile ekonomi politikaları arasındaki ilişkiye odaklanıyorlar. Ekonomik krizlerin ekonomi politikası değişimi için gerekli şart olduğunu ama tek başına yeterli olmadığını vurguluyorlar. Bu konuda yazarların yaptığı karşılaştırma, kapitalizmin 1870’lerdeki ilk büyük krizi ile 1929 ve 1970’lerdeki krizi sonrasındaki ekonomi politikalarındaki değişimlerdir. 1929 Krizi yarattığı etki bakımından ve tetiklediği sınıf mücadeleleri açısından savaşın sonundan 1970’lere kadar uygulanacak Keynesçi ekonomi politikalarına geçişi mümkün kılmıştı. 1970’lerin ortasındaki krizden sonra ise Keynesçi model terk edilip neoliberal modele geçildi. Dolayısıyla bu anlamda 1929 ve 1970’lerdeki kriz, ekonomi politikaları üzerindeki değişim yönünden 1870’lerdeki ve bugünkü 2008 krizinden farklıdır. 2008 krizinin üzerinden beş yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen ekonomi politikaları bakımından neoliberal model hâlâ tek geçerli “çözüm” olarak uygulanıyor. Yazarlar, değişim için “yeter” şartın krizin gerçekleştiği konjonktürdeki sınıfsal güç dengeleri olduğunu söylüyorlar. Varılan sonuç ise şöyle: “Krizin gerçekleştiği konjonktürde işçi sınıfı ya da genel olarak yönetilen sınıflardan oluşan toplumsal muhalefetin 4 Bkz. Sungur Savran, a.g.e. 57 güçlü ya da güçsüz oluşu, a) kriz sonrasında bir ekonomi politikası değişimi olup olmayacağı, b) olacaksa bunun yönünün ne olacağı üzerinde etkili olabilir” (s. 165). Bu vurgunun önemli olduğunu düşünüyorum. 2008 Krizi ve kriz sonrasındaki toplumsal muhalefet bir bütün olarak sisteme ciddi bir “meydan okuma”ya dönüşemediği için –en azından şu ana kadar– ekonomi politikaları yönünden neoliberal modelin aynen sürdürüldüğü tespitinden hareketle yazarlar bir kopuş değil, bir süreklilik olduğunu düşünüyorlar (s. 171-72). Kapitalizmin “son krizi” mi? Bertell Ollman, “Atları Hatırlayın… Ve Sopayı Kapın!”5 isimli eserinde “son kriz” görüşünü savunur. 6 Ollman’a göre, kapitalizmin önceki krizlerinde krizden çıkış için işleyen mekanizmalar bu sefer işlememektedir. Ekonomik büyüme sorunu devam etmekte ve işsizlik yani istihdam sorunu da çözümsüz bir şekilde ortada durmaktadır. Ollman’ın buradan çıkardığı sonuç ise “ya barbarlık ya da sosyalizm”dir. Kitabın her iki yazarı da böylesi bir “son kriz” tespitine karşı çıkıyorlar. Ve haklı olarak vurguladıkları nokta ise şurası: 2008 krizi sonrasındaki dünyanın haline bakıldığında işçi sınıfının ve bir bütün olarak ezilenlerin başını çektiği güçlü bir toplumsal muhalefet henüz görünürde yok. Dolayısıyla yazarların vardıkları sonuç şöyle: “Bu anlamda etkin bir sistem karşıtı failin yokluğu durumunda dahi sistemin kendi içsel dinamikleriyle ve kendiliğinden yıkılacağını ileri sürmek oldukça mekanik ve gerçeklikten uzak bir yorum olacaktır” (s. 168). Yazarlar ayrıca, sistem karşıtı bir muhalefetin yokluğunda kapitalizmin ayakta kalması için sürdüreceği ekonomi politikası olarak elde duran tek “çözüm”ün daha fazla neoliberalizm olduğu tespitini yapıyorlar. Çünkü eserin ilk bölümünde 2008 krizini tartışırken, bu krizin köklerinin finansallaşma sürecinde yattığının altını çizmişlerdi. Dolayısıyla buradan giderek, kriz sonrasındaki ekonomi politikalarındaki değişim en fazla, finans alanının kontrol edilmesi ya da bu alana ilişkin kontrollerin biraz daha artırılması gibi önemler olabilir, yazarlara göre (s. 170). *** Yordam Kitap, çev. Deniz Gedizlioğlu, 1. baskı, İstanbul, 2013. Benzer bir görüşü Türkiye’den Fikret Başkaya da savunur; bkz. Çöküş. Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme, Yordam Kitap, 1. baskı, İstanbul, 2018. 5 6 58 Son 30-40 yıldır neoliberalizmin basıncı altında gitgide atomize edilen işçi sınıfının bu karşısaldırıya daha fazla maruz kalacak olması ileriye dönük iki seçeneği mümkün hale getiriyor; ya toplumsal muhalefet şimdi olduğundan çok daha güçlü bir dalga ile karşı-saldırıya geçecek ya da değişimden umudunu yitirmiş kitleler aşırı-sağ, ırkçı ya da faşist partilerde umudunu arayacak. Her iki seçenek de mümkün görünüyor. Avrupa aşırı-sağının yükselişini bu anlamda kesinlikle hafife almamak gerekiyor. Akçay ve Güngen neoliberalizmin orta vadede güç yitirmesi ihtimalinin bulunduğu tespitini yapmakla beraber, bu projenin ideolojik olarak çöktüğünü iddia etmek için vaktin henüz erken olduğuna vurgu yapıyor (s. 200). Mücadele önünde duran zorluklar Krize karşı işçi hareketi ve daha genel olarak toplumsal muhalefetin sistem karşıtı bir alternatifi örgütlemeleri önünde duran zorluklar nelerdir? Yazarlar bu konuda üç temel şeyi sıralıyorlar (s. 176-78). İlki, sermayenin uluslararasılaşması sürecinin işçi sınıfını ve sendikal örgütlülüğünü büyük ölçüde felç etmesi olgusudur… Ama bu zaten sıklıkla dillendirilen bir konu; hatta sendikal örgütlülüğün “küresel kriz”lere küresel tepkiler vermekte bir hayli zorlandığı da yer yer vurgulanmakta. Ama bu “yeni” bir şey değil. Örneğin 1929 Krizi de son derece bir “küresel kriz”di ve şimdikinden çok daha ağır yaşanmıştı; buna karşın o dönemde gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da muazzam güçlü militan işçi örgütlülüğü vardı ve işçi sınıfı bu küresel krize ciddi meydan okuyuşlarla cevap verebiliyordu. Demek ki mesele sadece sermayenin uluslararasılaşması meselesi değil, işçi sınıfının atomize olması dolayısıyla sisteme meydan okuma kapasitesini büyük ölçüde yitirmiş olması meselesidir! Yazarların ikinci olarak vurguladıkları şey, sermayeler arası rekabetin gitgide kızışıyor olmasıdır. Bu durumda rekabetin basıncı altında firmalar daha ucuz ve kaliteli meta üretimi için ya emeğin verimliliğini artırıcı yeni teknolojik yatırımlara yönelmekte; bu ise süreç içinde işsizliği artıran dinamiği harekete geçirmektedir. Bir diğer yol ise çalışma saatlerinin uzatılması, ücretlerin düşürülmesi ve işçi başına yapılan güvenlik harcamalarının askıya alınmasıdır. Bu iki yoldan biri artık değeri göreli artıma yolu, diğeri ise artık değeri mutlak artırma yoludur. Totalde bakıldığında her iki yol da işçi sınıfının aleyhine işler. İşsizliğin çığ gibi büyümesi, istihdam edilen işçiler üzerinde bir baskıya neden olmakta, reel ücretler baskılanmakta, bu ise işçi sınıfının sosyal haklarının törpülenmesi dinamiğini harekete 59 geçirmektedir. İşsizlik ayrıca işçi sınıfı örgütleri üzerinde de olumsuz bir etki yaratmaktadır. “Katı” olan emek piyasalarının günden güne “esnek”leşmesi, taşeron istihdamının yaygınlık kazanması, kısa süreli, yarı-zamanlı istihdam biçimlerinin yine benzer şekilde yaygınlık kazanması sendikal örgütlenme üzerinde ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Yazarların işaret ettikleri üçüncü ve son nokta, işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin finansal sistemle gitgide bütünleşmesi olgusudur. Bunun ardında yatan neden de, son 30-40 yıldır çalışanların gelirleri ve harcamaları arasındaki makasın büyük ölçüde açılmış olmasıdır. Bu açıklık da çalışanların borçlanmaları ile telafi edilmeye çalışıldı; ama bu da çalışanların finansal sistemle sıkı bir bütünleşme yaşamasına, süreç içerisindeyse hanehalklarının borç batağında yüzmelerine yol açtı. İşçi sınıfının ya da emekçi sınıfların borç batağında yüzmesi, insanların iş kaybetme korkusu altında aşırı sömürüye rıza göstermelerine, kötü koşullarda çalışmaya boyun eğmelerine, “işten atılırız” korkusuyla örgütlenmekten uzak durmalarına yol açtı. Borçluluk bu anlamda yazarların deyişiyle, “çalışanları sisteme bağlayan görünmeyen bir zincir işlevi görmektedir” (s. 178). Geleceğe dair “karamsar” bir tablo Bu “karamsar” tablo aslında daha çok kapitalist sistemin kendisi için geçerli. Çünkü sistemin elinde “daha fazla neoliberalizm” dışında somut bir “çözüm” yok! Bu ise, 2008’den bu yana gördüğümüz “sistem-karşıtı” hareketleri tetiklemeye neden olmuştu. Demek ki yakın gelecekte bizleri daha fazla isyancı durumlar bekliyor. Ama “iyimserlik”ten çıkıp soğukkanlı bir şekilde konuya yaklaştığımızda karşımızdaki manzara şudur: Devrimci hareketler açısından bir geri çekilme ve savunma dönemindeyiz. Bu tür “gerici” dönemler kitlelerin huzursuzluklarının tavan yaptığı, kitlelerin en acil “çözümler” beklediği dönemlerdir. Sol/sosyalist hareketlerin bir alternatif odağı olmaktan uzak olduğu böylesi “gerici” dönemler kitlelerin sağ, aşırı-sağ, ırkçı yahut da faşist partilere kanalize olmalarına neden olabiliyor. Gözümüzü Batı’ya çevirdiğimizde manzara ortada. Bir taraftan yanı başımızdaki IŞİD de bunlardan bağımsız değil aslında. Ayrıntısına girmeden şu kadarını söylemekle yetinelim: IŞİD, Irak işgalinden bu yana Şii Maliki rejimi altında Irak’ta dışlanan, ezilen, horlanan, ötekileştirilen bir Sünni halkın “isyanı”dır. Liderliği son derece “gerici-terörist” bir liderlik olabilir; ama bu, IŞİD’in nasıl bir tabana dayandığı gerçeğini değiştirmez. Demek ki devrimci/sosyalist hareketlerin toplumun geniş kesimleri için alternatif odağı ol(a)madığı durumlarda Avrupa’da faşizan partiler, Doğu’da ise IŞİD gibi örgütler kolayca kendilerine 60 taban bulabiliyor. Bu birincisi. Öte taraftan şöyle bir durum da var: Hatırlansın, Lenin daha 1917 Ekimi’nin arifesinde bir dünya proleter devriminin eşiğinde bulunduğumuzu söylüyordu. 1919 yılında Moskova’da toplanan III. Enternasyonal’in kuruluş kongresinde Lenin açış konuşmasında şu sözleri söylemişti: Burjuvazi, proletaryanın büyüyen devrimci hareketi karşısında cehennem korkusu içinde. Emperyalist savaştan sonraki gelişmelerin kaçınılmaz olarak proletaryanın devrimci hareketini yükselttiği, uluslararası dünya devriminin başladığı ve bütün ülkelerde güçlendiği düşünülürse, bu korkunun nedenleri anlaşılabilir.7 Vurgulamak istediğim şey şu: O dönemde Rusya’da, yani dünyanın coğrafi olarak “altıda birinde” bir proleter devrimi meydana gelmişti. Lenin o zamanki konjonktürü şöyle adlandırıyordu: “Dünya proleter devriminin eşiğindeyiz.” O zamanki siyasi konjonktür böyleydi. Burjuva toplumu işçi sınıfından gelen çok ciddi bir “meydan okuyuş”la karşı karşıyaydı. Ama sonrasında, burada yer veremeyeceğimiz bir dizi nedenden ötürü işçi sınıfı burjuvaziyi deviremedi ve tarihsel bir yenilgi yaşadı. Şimdi önümüzde duran ve cevap bekleyen soru şudur: Bugünkü koşulları kökten değiştirebilir ve geçmişte yıkılamayan burjuva toplumunu bu sefer yıkabilir miyiz? Bu yazı Mesele Dergisi’nin Ağustos 2014 tarihli 92’nci sayısında yayımlanmıştır. Hermann Weber (der.), III. Enternasyonal. Belgeler (1919–1943), Belge Yayınları, 1. baskı, İstanbul, 1979, s. 1, vurgular bana ait. 7 61