Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Türk Modernleşmesi

2013

Türk Modernleşmesi Editör: Yrd. Doç. Dr. Arif Kolay Yayın Yönetmeni Mustafa Karagüllüoğlu © Yeditepe Yayınevi T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 16427 ISBN: 978-605-5200-14-5 Yeditepe Yayınevi: 191 Araştırma İnceleme: 160 1. Baskı: Nisan 2013 Sayfa Düzeni İrfan Güngörür Kapak Tasarımı Sercan Arslan Baskı-Cilt Şenyıldız Yay. Matbaacılık Ltd. Şti. Gümüşsuyu Cad. No:3/2 - Topkapı / İstanbul Tel: 0212 483 47 91-92 (Sertifika No: 11964) YEDİTEPE YAYINEVİ Çatalçeşme Sk. No: 27/15 34410 Cağaloğlu-İstanbul Tel: (0212) 528 47 53 Faks: (0212) 512 33 78 www.yeditepeyayinevi.com | bilgi@yeditepeyayinevi.com online alış-veriş: www.kitapadresi.com İstanbul 2013 İÇİNDEKİLER Önsöz ......................................................................................................7 Sunuş ......................................................................................................9 Prof. Dr. Vahdettin Engin • Türk Modernleşmesinin İlk Safhaları .............................................11 Doç. Dr. İlhami Yurdakul • Osmanlı İlmiye Teşkilatının Yenileşme Süreci (1789-1876) .......23 Emel Engin • Türk Modernleşmesinde Galatasaray Lisesi’nin Önemi ..............33 Doç. Dr. Davut Hut • Osmanlı Taşrasında İdari-Bürokratik Modernleşme: Musul Vilayeti Örneği ..................................................................................63 Yrd. Doç. Dr. Haydar Çoruh • II. Mahmud Döneminde Cizye Vergisinde Yapılan Düzenlemeler: Kıbrıs Örneği ..........................................................93 Fatih Tayfur • Tanzimat Modernleşmesinde İstimlâk Kanununun Yeri ve Önemi .................................................................................109 Prof. Dr. Selçuk Mülayim • Erken Cumhuriyet’te Kültür ve Sanat..........................................139 Öğr. Gör. Talip Mert • II. Mahmud’un Sanat Çevresi ....................................................... 147 Yrd. Doç. Dr. H. Banu Konyar • Türk Modernleşmesi Üzerine: Sanatçı Kadınlar ........................ 177 Yrd. Doç. Dr. Seval Şahin • Oyunun Modernizmi - Modernizmin Oyunu: Ahmet Hamdi Tanpınar .......................................................................................... 191 Doç. Dr. Mesut Ayar • Osmanlı Sağlık Modernleşmesinde 1893-94 ve 1895 İstanbul Kolera Salgınlarının Etkisi ............................................................219 Doç. Dr. Okan Yeşilot • Azerbaycan’da Ekonomik Gelişmenin Toplumun Modernleşme Sürecine Etkisi: Tagiyev Örneği .............................235 Yrd. Doç. Dr. Arif Kolay • Türk Modernleşmesine Sergilerin Katkısı: 1909 Bursa Sergisi Örneği ............................................................................................. 263 ÖNSÖZ T ürkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen “Cumhuriyet Dönemine Genç Bakışlar” sempozyumundan sonra, bu tür etkinliklerin devamının faydalı olacağı düşünülerek, “modernleşme” temasının işleneceği, bir başka sempozyum daha düzenlenmesine karar verildi. Sempozyumun Sultan III. Selim’in ölümünün 200. Yılına rastlaması bizim için ayrı bir önem taşıyordu. Çünkü Osmanlı modernleşmesinin ilk ciddi teşebbüsleri Nizam-ı Cedid hareketleri olup, XVIII. yüzyıl ıslahatçı geleneği içinde yetişmiş olan III. Selim döneminde gerçekleşmişti. Bu dönemde çeşitli mühendis okulları açılarak, bu okullarda ders vermeleri için birçok Avrupa ülkesinden yabancı uzmanlar getirildi. Londra Viyana, Berlin ve Paris’e ilk daimi elçiler bu dönemde gönderildi. Bu elçilerin maiyetlerinde bulunan memurların bir kısmı başta Fransızca olmak üzere bazı Batı dillerini öğrendiler, Avrupa’da gelişen fikirleri yakından tanıdılar ve Avrupa’nın çeşitli kesimleriyle ilişkiler kurdular. Bu amaçla sempozyum, III. Selim’e ithaf edildi ve başlığı da “III. Selim’in Ölümünün 200. Yılı Anısına: Türk Modernleşmesine Genç Bakışlar Sempozyumu” oldu. Sempozyumun teması ve başlığı belirlendikten sonra bildiri sunacak kişiler ve konularıyla ilgili çalışmalara başlandı. Öncelikle Enstitümüzde daha önce yüksek lisans ve doktora çalışması yapmış olanlardan istifade edilmesi düşünüldü. Modernleşme ile 7 ilgili tez hazırlayan kişiler ve konuları tespit edilerek bu sempozyuma davet edildiler. Kendi sahalarında çok değerli çalışmalar yapan akademisyenler ve araştırmacılardan Doç. Dr. İlhami Yurdakul, Doç. Dr. Davut Hut, Emel Engin, Yrd. Doç. Dr. Haydar Çoruh, Fatih Tayfur, Öğr. Gör. Talip Mert, Yrd. Doç. Dr. Seval Şahin, Doç. Dr. Mesut Ayar, Doç. Dr. Okan Yeşilot ve Yrd. Doç. Dr. H. Banu Konyar bu talebimizi geri çevirmeyerek, modernleşme ile ilgili çalışmalarını paylaşmak için davetimize katıldılar ve sundukları bildirilerle bu kitabın ortaya çıkmasını sağladılar. Hepsine ayrı ayrı teşekkürü bir borç bilirim. Sempozyuma o dönem Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitü Müdürü olan Prof. Dr. A. Emel Kefeli ve Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Zekeriya Kurşun hocalarım büyük destek verdiler. Kendilerine hususen teşekkür ederim. Yine hocalarımdan Prof. Dr. Vahdettin Engin, Prof. Dr. Cemil Öztürk, Prof. Dr. Selçuk Mülayim ve Doç. Dr. Yüksel Çelik de bildirileriyle sempozyuma katkıda bulunma nezaketini gösterdiler. Onlara da ayrıca teşekkür ederim. Enstitüden Doç. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu, Yrd. Doç. Dr. Özlem Deniz Yılmaz ve Dr. Ersen Ersoy’un bu süreçte önemli katkıları oldu. Onlara da teşekkür ederim. Doç. Dr. Erhan Afyoncu hocam sempozyum bildirilerinin kitap olarak basılması için elinden gelen çabayı gösterdi. Değerli kardeşim Aykut Can’ın da hem basım sürecinde hem de tashihler konusunda katkıları oldu. Hem onlara hem de Yeditepe Yayınevi sahibi Mustafa Karagüllüoğlu’na ilgilerinden dolayı ayrıca teşekkür ederim. Yrd. Doç. Dr. Arif KOLAY Kütahya 2013 8 SUNUŞ E linizdeki kitap Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü işbirliği ile 25 Kasım 2008’de, III. Selim’in ölümünün 200. yılı anısına düzenlenen “Türk Modernleşmesine Genç Bakışlar” konulu ulusal sempozyum bildirilerinden oluşmuştur. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü bünyesinde çeşitli dönemlerde ve anabilim/bilim dallarında modernleşme ile ilgili hazırlanan yüksek lisans ve doktora tezlerinden bir kısmı bu sempozyumda özet bildiri olarak sunulmuştur. Bu, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü bünyesinde hazırlanan yüksek lisans ve doktora tezlerinin tanıtılması amacıyla düzenlenen sempozyumların ikincisidir. Daha önce de aynı maksatla “Cumhuriyet Dönemine Genç Bakışlar” sempozyumu düzenlenmiş ve bildiriler de aynı isimle 2008 yılında yayınlanmıştır. Sempozyum III. Selim’in ölümünün 200. yılı anısına düzenlenmiştir. III. Selim Avrupa’da 17. asırda başlayan siyasi, sosyal ve iktisadi gelişmeler karşısında Osmanlı’nın ilgisiz kalamayacağını görmüş ve devletin son zamanlarda içine düştüğü sıkıntıyı yaptığı ıslahatlarla çözmeye çalışmıştır. Bu konuda radikal adımlar atmış ve başta askeri alanda olmak üzere pek çok alanda reformlar 9 yapmaya çalışmıştır. Bu yönüyle III. Selim kendisinden sonraki döneme damgasını vuracak olan modernleşme sürecinin mimarı kabul edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında “modernleşme” temalı sempozyumun III. Selim anısına düzenlenmesi manidardır. Bu sunuş vesilesiyle başta sempozyuma bildirileri ile iştirak eden değerli katılımcılara, tezlerin hazırlanma aşamasında öğrencileri yönlendiren, bilgi ve deneyimlerini onlarla paylaşan tez danışmanı değerli hocalarımıza teşekkürü zevkli bir görev addediyoruz. Başta da belirtildiği gibi buradaki yazıların büyük çoğunluğu Enstitümüzde hazırlanan tezlerden oluşmuştur. Biz yazıların muhteva ve formatına müdahale etmeyi uygun görmedik. Yazılarla ilgili sorumluluk yazarlarına aittir. Sempozyuma o dönem Tarih Bölümü Başkanı olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un desteği olmuştur. Ayrıca Prof. Dr. Selçuk Mülayim, Prof Dr. Vahdettin Engin, Prof. Dr. Cemil Öztürk ve Doç. Dr. Yüksel Çelik de bildirileriyle katkıda bulunmuşlardır. Hem onlara hem de bildirilerin kitaba dönüşmesinde emeği geçen Yrd. Doç. Dr. Arif Kolay’a teşekkür ederim. Prof. Dr. Emel Kefeli 10 Türk Modernleşmesinin İlk Safhaları Prof. Dr. Vahdettin Engin [*] Türk modernleşmesi, III. Selim (1789–1807) ile başlayan ve XIX. yüzyıl boyunca devam edip günümüzde de etkilerini hissettiren bir süreçte ülkenin yeniden yapılandırılması çabaları ve bu amaçla yapılan uygulamalar olarak nitelendirilebilir. Meseleye bu yönüyle bakıldığında bir tarihi devamlılığın kendini şiddetle hissettirdiği gözlenmektedir. Yani Osmanlı Devleti diye nitelediğimiz siyasi yapı ile Türkiye Cumhuriyeti birbirinden farklı devletler değildir. Hatta şu tespiti de yapmakta fayda vardır. Esasında XI. yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’da oluşan ve giderek geniş coğrafyalara yayılan, sonra da biraz kabuğuna çekilen tek bir Türk devletinin varlığından söz edebiliriz. Yani olan şudur: Anadolu’daki Türk devletini idare eden Selçuklu hanedanı giderek güçten düşmüş, ondan doğan boşluğu Osmanlı hanedanı doldurmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılışı olarak değerlendirilen 1920’lerin başları ise aslında var olan Türk devletinin rejim değiştirmesine sahne olmuştur. Bunun en bariz örneği ise Osmanlı ve Cumhuriyet’in aynı ay yıldızlı kırmızı beyaz bayrağı resmi simge olarak kullanmalarıdır. * Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim [ ] üyesi. 11 Söz konusu tarihi devamlılık çerçevesinde, devletin artık eski gücünde olmadığının farkına varılması ve tekrar güçlenebilmek amacıyla harekete geçilmesi modernleşme sürecinin de başlangıcını teşkil eder. Nitekim bu yolda köklü değişikliklere III. Selim döneminde, Nizam-ı Cedit reformlarıyla gidildi. III. Selim yenilik taraftarı Osmanlı padişahları arasında yer almakta idi. Selim, Osmanlı İmparatorluğu’nda her alanda bir takım düzenlemeler yapılması gerektiğine inanmıştı. O dönemde ülke içte ve dışta birçok sorun ile karşı karşıya kalmıştı ve artık klasik ıslahat yöntemleri ile bu sorunların üstesinden gelmek mümkün olmuyordu. Avrupa ülkeleri hızlı bir atılım içine girmişler ve Osmanlılara üstünlük sağlamaya başlamışlardı. Dolayısıyla Avrupalıların yöntemlerini kullanarak devletin yeniden güçlenmesini sağlamak düşüncesi Osmanlı devlet adamlarının zihinlerinde yer etmeye başladı. III. Selim de bu kanaatte idi. İşte III. Selim ülkenin askeri ve siyasi anlamda çok sıkıntılı bir döneminde, 1789 yılında padişah olunca, düşüncelerini hayata geçirme fırsatını da yakalamış oldu. Önceki dönemlerde padişahlar daha çok askeri ıslahatlar üzerinde durmuşlardı. Fakat III. Selim askeri ıslahatla yetinmek istemiyordu. Avrupa ülkelerinin yapmış olduğu ilerlemeler gözle görülür bir hâl almıştı. Osmanlılar artık onlarla baş edemiyordu. Bu sebeple padişah, Avrupa’ya karşı koyabilmek için en iyi yolun onların silahlarını ve yöntemlerini kullanmak olduğuna inanarak, her alanda bir ıslahat hareketi başlattı. Sadece askerlikte değil, Avrupa’nın bilimde, teknolojide ve toplumsal hayatta gerçekleştirdiği atılımlara ortak olmak istedi. Bu amaçla, padişah olur olmaz, devlet adamlarından yapılması gereken reformlar konusunda birer rapor hazırlamalarını istedi. Bir taraftan da devlet adamlarını gayrete getirmek için emirler çıkarıyordu. Bunlardan birinde “Cenab-ı Hak derunumu bilir. İstediklerim nefsim için değildir. Her kim ki din ve devlete hıyanet 12 ederse başını keserim ve yerine adam bulurum. Evladım olsa sahabet etmem” diyerek herkesin işini doğru yapması gerektiğini, aksi halde şiddetli önlemler alacağını vurguluyordu. Diğer bir emrinde ise “Devletin gelir gider dengesizliği ve zayıf durumu cümlenizin malumudur. Eğer bana şimdilik kuru ekmeğe kani ol deseniz ben razıyım. Siz bana beyan edin Allah aşkına devlet elden gidiyor sonra fayda vermez. Ben bildiğimi size beyan eyledim. Siz de devlette pay sahibisiniz” diyerek, adeta uçurumun dibine gelmiş olan ülkenin kurtarılması ve tekrar eski güçlü günlerine geri dönebilmesi için bizzat kendisinin en önemli fedakârlıkları yapmaya hazır olduğunu, ama bunun için, idareye ortak olan devlet adamlarının da çabalaması gerektiğini söylüyordu. III. Selim padişahlığı boyunca bu düşünceleri doğrultusunda hareket etti. Fakat bütün bu tasarılar gerçekleştirilirken yeniçerilerin muhalefetinin engellenmesi de gerekiyordu. Gerçekten de bu dönemde yeniçeriler iyice denetimden çıkmış bir hâlde, kendi bildikleri gibi hareket ediyorlar, her türlü yeni düzenlemeye karşı çıkıyorlardı. Hazırlanan Nizam-ı Cedit ordusu da yeniçerilerin ve yenilik aleyhtarlarının tepkisini çekiyordu. Yeniçeriler, “Müslümanlar’a kefere elbisesi giydirildi”, “talim gâvur işidir”, “şimdi ne sipahi var, ne yeniçeri var! Cümlesi başı şapkalı Frenk oldu” diye propaganda yapıyorlardı. Aleyhtarlar arasında yer alan ulema da benzer propagandalara hız vermişti. Padişahın yeniçerileri ortadan kaldırmak için İngiliz ve Ruslarla anlaştığını, yakında bu ülke askerlerinin İstanbul’a geleceği haberlerini etrafa yaymışlardı. Ulemayı bu faaliyetlerinde, devletteki görevlerinden uzaklaştırılmış vezirler de destekliyordu. Sekban başının Nizam-ı Cedit kurulurken yaptığı lehte propaganda artık kimse tarafından hatırlanmıyordu. Sonuçta devlet adamlarının çoğu ve halk Nizam-ı Cedid düşmanı hâline geldi. Bu kadar muhalefet karşısında, zaten zoraki ayakta duran Nizam-ı Cedid daha fazla direnemedi. 1807 yılında meydana gelen Kabakçı 13 Mustafa isyanı sonucu Nizam-ı Cedit ortadan kaldırıldı. Böyle bir harekete girişmekle önemli bir risk almış olan Sultan III. Selim ise, yapmak istediği yeniliklerin bedelini asiler tarafından öldürülmek sureti ile ödemişti. Sonraki dönemde II. Mahmud (1808-1839) da benzer uygulamaları hayata geçirdi. Yeni padişah III. Selim’in yapmak istediği bütün ıslahatlara taraftar olduğu gibi, daha da fazlasının yapılması ve merkezi otoritenin muhakkak sağlanması gerektiği kanaatinde idi. Çünkü devletin ayakta kalmasının tek çaresi bu idi. Her ne kadar başarısız olsa da geçmişten gelen bir birikim söz konusuydu. Özellikle III. Selim’in yaşadıkları kendisi için önemli bir ders niteliğinde idi. Onun ıslahatlarının takipçisi olacaktı ama öncelikle bu girişimlere karşı çıkan muhalefeti, özellikle de Yeniçerileri devre dışı bırakması gerekiyordu. Bunun için de güç kazanması lazımdı. Bu sebeple II. Mahmud radikal tedbirler almadan önce bir süre bekleyerek güç kazanmayı ve bu arada muhalefeti etkisiz hale getirmeyi planlamıştı. O kadar ki Yeniçerilerin ortadan kaldırıldığı 1826 yılına kadar herhangi köklü bir reforma girişmedi. Yeteri kadar güç kazandığına inanan II. Mahmud 1826 yılında harekete geçerek Yeniçerileri ortadan kaldırdı (Vaka-i Hayriye). Böylece uzun bir süreden beri her türlü reform girişimini baltalayan yeniçeri muhalefeti ortadan kalkmış oluyordu. II. Mahmud Osmanlı Devleti’ni modernleştirme ve merkezileştirme çabalarına 1826’dan sonra hız verdi. Öncelikle Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu kurularak günümüze kadar uzanan modern ve disiplinli ordunun temelleri atıldı. II. Mahmud ülkeyi merkezi bir otorite altında toplamanın gereği olan idari reformları da gerçekleştirdi. Bu kapsamda öncelikle Sadrazam ve Şeyhülislam’ın yetkileri sınırlandı. Dâhiliye, Hariciye, Maliye, Evkaf Nezaretleri kurularak ihtisasa dayalı birimlerden, yani nezaretlerden oluşacak Meclis-i Vükela’nın (Bakanlar Kurulu) alt 14 yapısı oluşturuldu. Sadaretin adı Başvekâlet’e çevrilerek (1838) Sadrazamın padişahın mutlak vekili olmaktan çıkıp bakanlar arasında koordinasyonu sağlayan ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eden bir konuma gelmesi temin edildi. İlk Başvekil Mehmet Rauf paşa oldu. 1839 yılından itibaren Hüsrev Paşa’nın göreve gelmesiyle sadrazam kavramı tekrar kullanılacaksa da işlevinde artık geriye dönüş olmayacaktır. Bu uygulamalar aynı zamanda karar mekanizmasının işleyişinde giderek hükümetin ağırlık kazanması ve ülke genelinde merkezi denetimin artması sonucunu doğuracaktır. II. Mahmud’un uygulamaları başarılı olmuş ve kalıcılık hüviyeti kazanmıştı. Dolayısı ile kendinden sonra gelenler de aynı istikamette bir çizgi takip edeceklerdir. Nitekim bunun bir yansıması olarak 1839 yılında Osmanlı tahtına geçen Sultan Abdülmecid Tanzimat Fermanı’nı ilan edecektir. Esas itibariyle bu süreçte Mustafa Reşit Paşa da önemli bir işlev görecektir. Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesinde başlıca rolü oynayan Mustafa Reşit Paşa o sırada hariciye Nazırı ve Londra Sefiri idi. Mükemmel Fransızca biliyor ve Avrupa’yı çok iyi tanıyordu. Esas itibariyle de kendisini diplomasi alanında yetiştirmiş, Avrupa’daki güç dengeleri hakkında bilgi sahibi olmuştu. Avrupa ülkelerinin birbirleriyle ilişkilerinde zaaflarını, Osmanlı Devleti’ne karşı izledikleri politikaların dinamiklerini hakkıyla öğrenmişti. Bu haliyle Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesini sağlayan Mustafa Reşit Paşa Metternich, Talleryrand ve Palmerston ile aynı potada değerlendirilebilecek mahir bir diplomattı. Reel politiki hakkıyla bilen, Avrupa güç dengesi içindeki manevra alanını kullanabilen, Osmanlı Devleti’ni yaşatabilmek için Diplomasi Çağı’nda diplomasinin verdiği bütün imkânları değerlendirebilen bilgili, kararlı ve cesur bir diplomat-devlet adamıdır. O dönem itibariye Mustafa Reşit Paşa tam Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç duyduğu bir kişi idi. 15 Mustafa Reşit Paşa’ya göre yapılması gereken yeniliklerle bir yandan iç kalkınma sağlanmış olacak, öte yandan Osmanlı Devleti üzerinde baskı unsuru oluşturan yabancı devletlerin tatmin edilmesi suretiyle güven ve ilgileri sağlanacaktı. Yapılacak reformlar sayesinde Osmanlı Devleti siyasi bütünlüğünü de korumuş olacaktı. Mustafa Reşit Paşa’ya göre bütün bunlar, mevcut siyasi sistemi ıslah edecek, ülkedeki keşmekeş ve anarşiye son verecek şekilde, din ayrımı gözetilmeksizin, fertlerin hepsine hakkaniyet ve adaleti sağlayacak, onları refah ve mutluluğa ulaştıracak liberal bir statünün, bir idare ve teşkilatın gerçekleştirilmesiyle, Osmanlı Devleti’nin yeni bir siyasi ve hukuki düzene kavuşturulmasıyla mümkün olabilecekti. Bu düşüncede olan Mustafa Reşit Paşa, önde gelen devlet adamlarının katıldığı bir toplantı gerçekleştirerek onların da görüşünü aldığı gibi, ilan edilecek fermanın içeriğine benzer bir raporu bu mecliste kabul ettirerek 37 devlet adamı tarafından imzalanmasını sağlamıştı. Dolayısı ile devlet adamları içeriği ile mutabık olsunlar veya olmasınlar, rapordaki hükümlere uyacaklarına dair taahhütte bulunmuş oluyorlardı. İşte 17 yaşındaki genç padişah Abdülmecid’i ikna edip Tanzimat Fermanı’nı ilanını sağlayan ve ülkenin yeniden yapılanması için II. Mahmud’un başlattığı süreci devam ettiren Mustafa Reşit Paşa bu yönüyle Osmanlı modernleşmesinde en fazla paya sahip kişilerden biri oluyordu. Çünkü ülkenin güçlenmesi amacıyla başlatılan bu yeniden yapılanma teşebbüsleri giderek semeresini verecek modern bir devletin sahip olması gereken müesseseler oluşturularak devletin ayakta kalması sağlanacaktı. 3 Kasım 1939 tarihinde Topkapı Sarayı’nın bahçesi olan Gülhane’de Mustafa Reşit Paşa tarafından bizzat okunan Tanzimat Fermanı’nın muhtevasında öncelikle, Osmanlı Devleti kuruluşundan beri şeriata uyulduğu için devletin kudretli, halkın refah içinde olduğu halde, 150 yıldır şeriata ve faydalı kanunlara uyulmaması 16 yüzünden zaaf ve fakirlik geldiği belirtiyordu. Oysa bunlar olmadan önce tedbirler alınabilirdi. Bunların başında bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliği geliyordu. Çünkü bu tedbir alındığında herkes kendini işine gücüne verirdi. Diğer bir husus vergi konusuydu. Burada “vergi herkesin kudretine göre belirlenmeli ve bundan fazlası alınmamalıydı” düşüncesi içerikte yer alıyordu. Üçüncü konu ise askerlikti. O sıralarda bazı yerlerden nüfusun kaldırabileceğinden fazlası, bazı yerlerden ise az asker alınıyor, alınanlar ömürlerinin sonuna dek asker kalıyordu. Bu uygulama haksız olduğu kadar, tarım ve ticaret işlerinin de aksamasına neden oluyordu. Bu nedenle askerliğin düzenli bir usule bağlanacağı fermanda belirtilmişti. Dördüncü husus ise; Şeriat kanunlarına aykırı davrananların “rütbeye, hatır ve gönüle” bakmadan cezalandırılmaları amacıyla bir ceza kanunnamesi yapılacaktı. Fermanla iltizam usulü de şiddetle eleştirilerek kaldırıldığı duyurulmuştu. Bu haklardan bütün tebaanın faydalanacağı hususu da fermanda yer almaktaydı. Tanzimat Fermanı adalet ve düzenli yönetim vaatleri getirdiği için mesajın ulaşabildiği Müslüman ve Gayrimüslim halk kitlelerinde umut ve sevinç yaratmıştı. Tanzimat’la iltizam ve angaryanın kalkacağını duyan köylüler, bunlara dayanarak yöneticilere, toprak sahiplerine, vergi aracılarına karşı koymaya başladılar. Eşitlik beklentisi içindeki Hıristiyan unsurlar Tanzimat’a daha olumlu bakmaktaydılar. Buna karşılık eski rejimin kurallarına alışan bürokratlar ve taşra yöneticileri bu yeniliği içlerine sindirememişlerdi. Eskiden olduğu gibi kolayca zenginleşemeyeceklerini düşünen mültezimler de muhalefet saflarında yer almaya başladılar. Ermeni ve Yahudilerden farklı ayrıcalık ve üstünlüklere sahip bulunan Fener Rum Patrikhanesi de bütün uyruklara eşitlik tanınmasından tedirgindi. Tanzimat Fermanı’nın öngördüğü uygulamalar devam ederken Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Kırım Savaşı’nın meydana 17 gelmesi (1853-1856) siyasi gailelerin yine ön plana çıkmasına yol açtı. Bu savaş Küdüs’deki Kutsal makamlar meselesi yüzünden meydana gelmişti. Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerin durumunun sık sık gündeme gelmesi ve Osmanlı hükümeti ile yabancı devletler arasında müzakere konusu olması yanında, Rusya’nın Ortodoks tebaa ve Osmanlı Devleti üzerinde nüfuzunu arttırma çabaları Kırım Savaşı’na yol açmıştı. Bu aşamada Mustafa Reşit Paşa’nın çabaları ile İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti’nin yanına çekildi. Müttefik ülkelerin ortak harekâtı ile Rusya mağlup edildi. Bu savaşta esas itibari ile İngiltere ve Fransa kendi siyasi çıkarlarını kollamışlardı. Fakat Müslüman bir ülkenin müttefiki olarak Hıristiyanların kanının dökülmesine yol açan bu savaşta Batı Avrupa kamuoyunu tatmin edecek bir takım kazançların da temin edilmesi gerekiyordu. İşte bu süreç Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi şeklinde işledi. Tanzimat Fermanı’nın yerli niteliğine karşın Islahat Fermanı İngiliz, Fransız ve Avusturya elçilerinin Sadrazam Âli Paşa ile yaptıkları müzakereler sonucu ortaya çıkan bir metin oldu. Kendi kamuoylarının tatminine yönelik hareket eden elçiler gayrimüslimlere yeni haklar verilmesine yol açan Islahat Fermanı’nın içeriğinde ve ilan edilmesinde (18 Şubat 1856) belirleyici rol oynadılar. Islahat Fermanı metni Kırım Savaşı’nın hesaplarının görüldüğü Paris Antlaşması’na (30 Mart 1856) dokuzuncu madde olarak girince, antlaşmaya imza koyan taraf ülkeler, sonraki aşamada ferman hükümlerinin yerine getirilip getirilmediğini denetleme konusunda avantaj sağlamış oldular. Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nda yer alan düzenleme ilkelerini içerisinde barındıran bir reform programıdır. Islahat Fermanı Gülhane Hattı’na göre daha geniş kapsamlıydı. Gülhane Hattı’nda da olduğu gibi Islahat Fermanı’nda da başlıca düşünce tebaayı ırk ve din farkı gözetmeksizin kaynaştırmak ve imparatorluğun mukadderatı ile ilgili bir Osmanlı topluluğu yaratmaktı. Islahat Fermanı geçmişte yapılan reformlara yenilerini ekleyerek 18 kendi içeriğini oluşturmuştur. Islahat Fermanında dikkati çeken husus insanlar arasındaki eşitliği sağlamaya ve din sistemleri arasındaki eşitsizliği de kaldırmaya yönelik maddelerin var olması ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Müslüman olmayan tebaaya devletçe Müslüman tebaaya tanınmış olan hakların tanınmasıdır. Bu hakların tanınmasında, Avrupalı devletlerin bu yönde ıslahatların yapılması konusundaki tavırları da etkin olmuştur. Tanzimat Fermanı’nın Osmanlı bürokrasisi tarafından hazırlanmış ve yerli unsurlar içermesine karşın, Islahat Fermanı’nda gayrimüslim tebaanın haklarından söz edilmesi, ferman metninin hazırlanmasında İngiliz ve Fransız elçilerinin açık etkisini gösterir. Tanzimat’ın yeni yönetim ilke ve usulleri konusunda katkıları şunlar oldu. Karar alma sürecinde kurum ve kurulların ortaya çıkması. Yeni düzenin yaratılmasında başvurulan kanunlaştırma dönemi. Din devlet ilişkilerinde değişmelerin yaşanmasıyla laikleşmeye doğru bir gidiş. Tanzimat’la birlikte devletin merkezi örgütünde adliye, askerlik, maliye, dâhiliye, ulaştırma, sağlık, eğitim gibi çeşitli alanlarda ayrı ayrı kurullar oluşturuldu. Bunlar “meclis” adını taşımakla birlikte, bilinen anlamıyla seçilmiş kurullar değil, birer uzmanlık komisyonuydu. Ayrıca II. Mahmud döneminde kurulan nezaretlere yenileri eklendi. Bu çerçevede Ziraat Nezareti (1846), Nafia Nezareti (1848), Maarif Nezareti (1857) kuruldu. Böylece Avrupa kabine sistemine uygun bir bakanlar kurulu oluşturuluyor ve merkezi otorite güçleniyordu. Meclis-i Vükela olarak adlandırılan bu kurul devletin en yüksek yasama ve yürütme organı idi. Sadrazamın başkanlığında genellikle haftada iki defa toplanırdı. Meclis-i Vükela üyelerini padişah tayin ederdi. 1843 yılından itibaren askerlik hizmetinin kura usulüne göre 5 yıllık sürede yapılması kararlaştırıldı. Kanun, Tanzimat siyasal kültürünün ve hukukunun baş tacı ettiği bir kavramdı. Bu nedenle Tanzimat dönemi hızlı ve yaygın bir yasalaştırma çabasına şahit oldu. Öncelikle 1840 yılında ceza kanunu çıkarıldı. Daha 19 sonra 1851 ve 1855 yıllarında ceza kanunu yenilendi. Bu suretle sadrazam ve valilerin keyfi ve takdiri ceza vermelerinin önüne geçildi. Yargılamada yasallık, açıklık, tüm uyruklar arasında eşitlik, hâkimlerin tarafsızlığı gibi konularda ilerleme sağlandı. Padişahın örfi yetkisine dayanarak verdiği ölüm cezaları kaldırıldı. 1846’da köle pazarı kapatılarak insan ticaretine son verilirken, 1857’de bir fermanla kölelik yasaklandı. 1850’de Ticaret kanunu yayınlandı ve 1860 yılında ihtiyaçlar doğrultusunda ilaveler yapıldı. 1858 yılında arazi kanunnamesi çıkarıldı. 1862’de Usul-ı Muhakemat-ı Ticaret Nizamnamesi yayınlandı. Şuray-ı Devlet yani Danıştay 1868’de kuruldu. Başkanlığını Ahmet Cevdet Paşa’nın yaptığı Mecelle Cemiyeti tarafından Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye adıyla hazırlanan medeni kanun 1868 tarihinden itibaren nizamiye mahkemelerinde uygulanmaya başlandı. Mecelle kaynağını İslam hukukundan almış, hazırlandığı dönem itibariyle yenilikler ve birçok hukuki olaya çözümler getirmişti ve 1926 yılına kadar yürürlükte kaldı. Modernleşme çabaları Islahat Fermanı’ndan sonra da devam etmişti. Bununla beraber 1856’dan sonra yabancı ülkeler Osmanlı Devleti’ne daha fazla müdahale eder oldular. Islahat Fermanı’nın, Paris Antlaşması (1856)’nın bir hükmü olarak antlaşma metnine girmesi, imzacı ülkelerin fermanda belirtilen hususların yerine getirilmesi konusunda müdahalelerine yol açtı. Özellikle de İngiltere, Fransa ve Rusya’nın çeşitli mezheplerine bağlı, Osmanlı uyruklu Hıristiyanları korumak gerekçesiyle sık sık müdahalesi Osmanlı Devleti’ni zor durumlara düşürdü ve yapılan reformların amacına ulaşmasında olumsuz bir faktör oluşturdu. Ferman gayrimüslimlerin de askerlik yapmalarını öngördüğü halde bu uygulanamadı. Gayrimüslimlerin isteksizliği yüzünden yerine getirilemeyen askerlik hak ve yükümlülüğü yerine bedel-i askeri adıyla gayrimüslimlerden bir vergi alındı. Müslüman olmayanların kamu hizmetine alınmaları benimsendi. 20 Tanzimat Dönemi’nde Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz padişahlık yaptılar. Abdülmecid’in ölümü üzerine 25 Haziran 1861’de padişah olan Abdülaziz, Tanzimat’la başlayan reformları sürdürdü. Bu amaçla yenilikçi devlet adamları olan Âli ve Fuat Paşaları sürekli görevde tuttu. Abdülaziz, padişahlığı döneminde, Avrupa’daki gelişmeleri bizzat görmek amacıyla bir Avrupa seyahati de yaptı. 1867 yılında gerçekleşen seyahatte padişah Paris, Londra, Viyana gibi Avrupa başkentlerini dolaştı. Avrupalılar ilk defa bir Osmanlı padişahı görmenin heyecanı içinde Sultan Abdülaziz’e büyük ilgi gösterdiler. Avrupa gazeteleri günlerce seyahatten söz etti. Abdülaziz seyahat dönüşü gördüklerini kendi ülkesinde gerçekleştirmek için çabaladı. Tanzimat Fermanı’nda eğitimden söz edilmemişti. Fakat devlet adamları, girişilen yeniliklerin kalıcı olabilmesi için bilgili bir toplum, yeni bir aydın tipi ve kadro oluşturmak gerektiğini biliyorlardı. Bunu fikir ve uygulamalarında gösterdiler. Amaç, okullar açarak ve halkı eğiterek devleti Avrupa’nın yeni usullerine göre düzenlemekti. Sultan Abdülmecid 1845 yılında Babıâli’ye gidip, Sadrazam ve tüm vekillere hitaben bir ferman okumuştu. Sultan bu fermanda ülkenin kalkınıp gelişmesi için gerekli okulların açılması ve halkın eğitimin çaresine bakılması gereğini vurgulamıştı. Tanzimat Dönemi’ne damgasını vurmuş, iki önemli devlet adamı olan Âli ve Fuat Paşalar, ülkenin güçlenmesi ve kalkınması için modern eğitime özel bir önem vermekteydiler. Bu konuda Âli Paşa şöyle diyordu : “Milletimizin eğitimini ve bilgisini gereken dereceye getirmeye pek çok çaba, emek ve para harcamamız kesin bir zorunluluktur. Yoksa, bu gerçekleştirilmezse, dayanamayıp biteriz ve her nasıl etsek ve çevremize Çin Duvarı gibi hisarlar çeksek yine bilgili kavimler bize üstün gelir, giderek her şeyi elimizden alırlar” Fuat Paşa da benzer düşüncelere sahip olarak şu hususları vurgulamaktaydı: “Önemini tariften aciz kaldığımız bir sorun daha var: “Kamu eğitimi” yani toplumsal değişmenin 21 biricik esası ve her maddi ve manevi büyüklüğün tükenmez kaynağı. Ordu, donanma, devlet yönetimi, hep aynı soruna bağlı. Bu esas temel atılmadan, ilerisi için, ne güç kazanmak, ne bağımsızlık, ne hükümet ne de bir gelecek düşünemiyorum”. İşte bu düşünceler doğrultusunda Tanzimat Dönemi’nin eğitim anlayışı şekillenmişti. Bu kapsamda ilköğretim kapsamında sıbyan mektepleri, ortaöğretim kapsamında ise rüştiyeler açıldı. Bunlar yeni tarz okullar olup, Avrupa’daki uygulamalardan esinlenmek suretiyle hayata geçiriliyordu. Söz konusu okulların öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere 1848 yılında Darülmuallimin-i Rüşdi, 1868 yılında ise Darülmuallimin-i Sıbyan adı verilen öğretmen okulları açıldı. Giderek kız öğrencilerin öğretmen ihtiyacını gidermeye yönelik olarak da 1870’de bir kız öğretmen okulu, yani Darülmuallimat kuruldu. Fakat bu uygulamalar başlangıçta İstanbul’la sınırlı kaldı. Tanzimat reformları ülkede merkezi otoriteyi hâkim kılma yönünde gelişmişti. Ulaşım araçlarının süratlenmesi ve telgrafın ülke geneline yaygınlaşması merkezi idarenin yerleşmesine önemli bir katkı sağlamıştı. Dolayısı ile 19. yüzyılın ikinci yarısında, merkezi otoritenin yaygınlaştığı, ülke ile ilgili kararların başkentten alındığı, aynı zamanda, idari alanda gerçekleştirilen yeni yapılanma neticesi kararların alınması ve mekanizmalarının işlemesinde Osmanlı hükümetinin ön plana çıktığı bir süreç yaşanmaya başlandı. Bu dönemde Mustafa Reşit, Âli ve Fuat Paşalar gibi yetenekli ve dirayetli devlet adamlarının varlığı da merkezi hükümetin ağırlığının hissedilmesinde rol oynayan bir faktördü. Bütün bu çabaların ileriki yıllarda devam ettirilmesi ile ülke giderek kendini toparlamış, yeni ve modern müesseseler kurulmuştur. Netice itibariyle, özellikle III. Selim’den itibaren başlayan modern ve güçlü bir Türk devleti oluşturma çabalarının ve bu uğurda hayata geçirilen uygulamaların, Türkiye Cumhuriyeti’nin zeminini oluşturma konusundaki yapıcı katkıları, bu tarihi süreç içinde önemle vurgulanması gereken unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. 22 Osmanlı İlmiye Teşkilatının Yenileşme Süreci (1789-1876) Doç. Dr. İlhami Yurdakul [*] Osmanlılar, devletin kuruluşundan itibaren, kazanmış oldukları başarıların ve dini telkinlerin etkisiyle, uzun süre, Batılı ülkeler karşısında kendilerinin ve sahip oldukları idari sistemin üstünlüğüne inandılar. Haklı olarak ulaşmış oldukları bu yüksek medeniyet seviyesini, daha sonra, “kanun-ı kadim”, Batılılar ise hemen her alanda bu devrin zirvesindeki padişahını “muhteşem Süleyman” olarak tanımladılar. Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren genişlemenin durmasına paralel olarak genellikle sınırlarda garib-yiğit, gönüllü, kale muhafızı; donanmada levend, azab; paşaların hizmetinde de saruca ve sekban askeri olarak istihdam edilen bu sınıfın işsiz kalan bir kısmı medreselere kayıt olmaya başladı. Böylece Anadolu’daki küçük medreselerde binlerce talebe (suhte-softa) toplandı. Bu durum hem medreselerin hem de Anadolu’da pek çok yerde kargaşa ve asayişsizliğin sebeplerinden biri oldu. Bu dönemde pek çok kişinin medrese tahsilini yapmadan rüşvet ve iltimasla medreseden mezun olması, buna gücü yetmeyen ve hamisi olmayan * Bilecik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi. [ ] ilhamiyurdakul@gmail.com 23 medrese talebelerinin derslerini bırakarak eşkıyalığa (softa şekaveti) başlamalarına sebep oldu. Medrese mezunlarının istihdam edildiği temel alanlardan biri müderrislikler diğeri de kadılıklardı. Sayılarının normalin hayli üzerinde artması yüzünden liyakatliliyakatsiz bir takım medrese mezunları ve müderrislerin atama ve terfileri yanmış veya yıkılmış, kendi yok sadece ismi var olan, medreselere yapılmaya başlandı. Bu durum devrin kadılarının tayin-terfisi için de geçerliydi1. XVI. yüzyılın sonlarından XVIII. yüzyılın sonlarına kadar ilmiye sınıfındaki aksaklıkların en başta gelenleri; eğitim prosedürünün düzgün işlememesi ile rüşvet ve iltimasla veya başka her hangi bir yolla ehil olmayan kişilerin ilmiye mesleğine girişiydi. Bu durum personelin kalitesinin düşmesine ve adaletin adil bir şekilde dağıtılmasına engel teşkil ediyordu. Diğer taraftan da taşra ayanı merkezi otoritenin dışında mahalli bir güç olarak bölgesindeki atamalara ve yargıya müdahale etmekteydi. Bu da yine hizmet kalitesi ve adaletin tevzii bakımından ciddi bir problemdi. Ancak bu durum, rüşvet ve iltimas, Osmanlıyla çağdaş diğer İslam ülkeleri ve XVII. yüzyıl başlarına kadar batılı ülkeler için de ciddi bir problemdi. İlmiyedeki bu bozulma 1577 (985) yılından 1789 (1203) yılına kadar hatt-ı hümayun ve layihalarla kanun-i kadime uyulması 1 24 Rüşvet ve usulsüzlük yaygın bir hastalık olmakla beraber istenen vasıfları haiz memurlar da az değildi. Nitekim her belge türünün ne şekilde yazılacağı ve ne kadar harç alınacağı belliydi. Yapılan işin türü ve alınan harçlar da defterlere işlenirdi. Kassam kâtiplerinden biri de mirasla ilgili işleri ve alınan ücretleri kayıt ederken, müşterinin gelmediği, dolayısıyla gelir temin edemediği günlere ait gelir kaleminin yerine rızkı veren Allah’tır manasında Arapça olarak “er-rizku al-Allah” yazdığına bir tereke defteri üzerinde yaptığımız incelemede şahit olduk. Dolayısıyla bu kassam kâtibinin resmi muameleler dışındaki bu notu devrin terminolojisiyle “perhizkâr ve dindar” yani dürüst ve hakkaniyet sahibi bir katibi işaret etmesi bakımından oldukça ilginçtir. yönündeki çare tekrarlandı. Bu yüzden de yaklaşık iki yüz yıl boyunca ilmiye sınıfının üst düzey âmirleri olan şeyhülislâm ve kadıaskerlere hitaben fermanlar gönderilerek aksaklıkların ve usulsüzlüklerin önlenmesi ve düzenin tesisi istendi. Bu süreç içinde aynı veya benzer şikâyet ve uyarıların devam etmesi, beklenen neticenin temin edilemediği, aksaklık ve usulsüzlüklerin de büyük ölçüde devam ettiğini göstermektedir. III. Selim de ilmiye bürokrasisinin ıslahı kapsamında 1789 (1203), 1791 (1207), 1793 (1208), 1794 (1209) ve 1798 (1213) yılında yeni düzenlemeleri yürürlüğe koydu. Yapılan düzenlemelerle tayin-terfi sistemi tekrar belli kurallara bağlandı. Bu bakımdan normal şartlarda sistemin düzgün işlemesi gerekiyordu. Ancak III. Selim’in bu ilmiye ıslahatının adli sistemde ve ilmiye bürokrasisinde yaşanan usulsüzlüklere çare olamadığı bir kez daha görüldü. Temel problem, istihdam, bürokrasi ve mali sistemdi. Daha doğrusu hepsi birbirine bağlıydı. Tayin-terfi sistemini bir kurala bağlasanız bile, istihdam sorunu yüzünden bir-iki yıllık atamalar istikrarsızlık nedeni ve usulsüzlüklere davetiye çıkarıyordu. Memuriyetlerin de iltizam şeklinde götürü usulüyle ve mevcut gelirin de üstünde satılması yolsuzluk ve usulsüzlüklerin diğer bir sebebiydi. Bu problemlerin önlenmesi için yapılan düzenlemeler ise sistemdeki usulsüzlüklerin adeta anası olan mali sistem, geleneksel mevcut kurumlar ve alışkanlıklar devam ettiği için büyük ölçüde neticesiz kaldı. Aslında III. Selim’in Nizam-ı Cedid’i tüm idari kurumlarda yapılması düşünülen ve yapılmaya çalışılan bir reform programının adıydı. Ordu reformunda Batılı örneklerine göre Nizam-ı Cedid adıyla yeni tarzda bir ordu kurulurken ilmiyede geleneksel yöntemlere ve kanunlara dayanan bir ıslahat programı tatbik edildi. Ancak III. Selim’in ilmiye ıslahatı programı ve pratiği kendisinden önceki ve II. Mahmud’un yeniçerilerin ilgasına kadarki iktidar devresindeki ilmiye ıslahat programından daha kapsamlı 25 ve etkindi. Nitekim II. Mahmud’un yeniçeriliğin ilgasına kadar geçen iktidar devresinde de ilmiyeye dair önceki dönem ıslahat fermanlarının tekidiyle yetinildi. III. Selim devrinde Osmanlı merkez ve taşra teşkilâtında hususî olarak da ilmiye teşkilâtında devam eden ıslahat çalışmaları mevcut kurumların tembih, tekit ve tehditle ıslahının mümkün olmadığı, kurumlaşma, ihtisaslaşma ve yenileşmenin de kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Bir diğer ifadeyle bu dönem Osmanlılar için geleneksel devlet yapısından modern devlet ve teşkilat yapısına geçiş sürecinin doğum sancılarıydı. III. Selim’in ve II. Mahmud’un 1826 yılında yeniçeriliği ilgasından önceki ilmiye ıslahat programı ve tatbikatı geleneksel ve yerliydi. Ancak yeniçeriliğin ilgası Osmanlı Devleti’nde köklü bir idari reformun fiili başlangıcı oldu. Bu başlangıcın düşünce olarak hazırlık safhası ve temellerinin önemli bir kısmı III. Selim’in görünürde neticesiz kalan reform programına dayanır. Bir kez daha vurgulamak gerekirse bu dönem II. Mahmud’un iktidarının ikinci devresi ve Tanzimat reformu ile kıyaslandığında geleneksel ve yerlidir, II. Mahmud’un ikinci dönemki iktidarı ve Tanzimat reformu ise mevcut tecrübe ve birikimler üzerine bina edilmiş olup daha çağdaş ve radikaldir2. 2 26 III. Selim’in ilmiye ıslahatı ve kanunları hakkında geniş bilgi için bkz. İlhami Yurdakul, “III. Selim’in İlmiye Islahatı”, III. Selim’in Ölümünün 200. Yıldönümü Anısına: III. Selim Çalıştayı, Aralık 2008. III. Selim ile II. Mahmud devrinde de ilmiye ve devlet ricali tarafından mevcut problemlerin tespit ve çarelerine yönelik çok sayıda layiha hazırlandı. III. Selim dönemi layihaları içinde Tatarcıkzade Abdullah’ın, II. Mahmud dönemi layihaları içinde de Keçecizade İzzet Molla’nınki bariz şekilde öne çıkmıştır. Bu iki efendinin tüm devlet kurumları hakkında son derece ileri görüşlerinin olması araştırmacıları şaşırtmıştır. Ancak rical-i ilmiyenin taşrada görevlendirilmeme ve merkezde görev için bekletilmesi göz ardı edilmektedir. Bu iki efendi, devrinde yabancı elçilerle görüşme ve mükâleme heyeti başkanlığı gibi görevleri üstlenmişlerdi. Muhtemelen bu 1826 (1242) yılında II. Mahmud tarafından yeniçerilik ilga edilerek bunların tüm izleri silindi. Böylece Osmanlı müesseselerinin en acil olan askeri ıslahatının önündeki engel kaldırıldı. Askeri alanda bir yenileşme ve kurumlaşmaya gidilirken diğer alanlarda da benzeri ıslahatın önü açıldı. Bu açıdan bakıldığında yeniçeriliğin ilgası tüm Osmanlı müesseselerinde fiili yenileşme için bir başlangıç kabul edilebilir. Yeniçeriliğin ilga edilerek reformların önündeki en önemli engelin kaldırması üzerine öteden beri devam eden ıslahat teşebbüsleri, müesseseler üzerinde köklü değişikliklere gidilmesi neticesini verdi3. Vak’a-yı Hayriyye’den sonra (1826) Ağa Kapısı isminin Fetvahane olarak değiştirilip şeyhülislâmlara sabit bir mekân olarak 3 görüşmelerde hem resmi hem de gayri resmi olarak Osmanlı ve Avrupa idari yapısı üzerinde fikir teatisinde bulunuyorlardı. Esasen kadıaskerler ve bu paye mensupları başkentte bekletilen ve bürokrasinin önemli kurumlarında görevlendirilen bürokratlar olarak devletin dâhili ve harici meselelerine aşina kişiler olmaları bakımından hazırladıkları layihaların başarılı olması da anlaşılabilir bir durumdur. Islahat lâyihalarında bozulmanın nedenleri ve çareleri olarak işaret edilen hususlar hakkında geniş bir değerlendirme için bkz. Kemal Beydilli “Islahat”, DİA, XIX, 174185; Beydilli, “Küçük Kaynarca’dan Tanzimat’a Islahat Düşünceleri”, İlmi Araştırmalar, Sayı 8, (1999), s. 25-64. III. Selim dönemi lâyihaları içinde ilmiye sınıfından Tatarcık Abdullah’ın “Nizam-ı devlet hakkında mütalaat” başlığıyla yayınlanan bu lâyihası için bkz. TOEM, VII, nr. 41, s. 257–284; nr. 42, s. 320–346; VIII, nr. 43, s. 15–34. İlber Ortaylı, merkeziyetçilik için “devlet bürokrasisini şubelere ayırmak, memurlara maaş vermek ve hazinenin gelir ve giderlerini bir elden yapıp mali kontrolü kurmak diye özetlenebilir” demektedir (İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1995, s. 110). Yeniçeriliğin ilgasından bir yıl sonra müsadere usulünün kaldırılması, merkez bürokrasisinde ihtisasa dayanan nezaretlerin kurulması, Tanzimat ile mal, can ve namus güvenliğinin teminat altına alınması, maaş sistemine geçilmesi ve onu takip eden diğer kanunlaştırma hareketi geleneksel devletten modern devlete geçişin önemli dönüşüm hareketleridir. 27 tahsisi üzerine burası büyük bir tefrişat ve tadilata uğradı. Böylece şeyhülislâmlık merkez teşkilâtı ihtiyaç duyduğu sabit bir mekâna kavuştu. 1836 yılına kadar burada sadece şeyhülislâm, fetva emini ve maiyeti memurları bulunuyordu. Rumeli ve Anadolu kadıaskerleri ile İstanbul kadısı görevlerini kendi konaklarında ifa ediyorlardı. Dolayısıyla her görev değişiminde bu mahkemelerin yerleri de başka bir yere taşınıyordu. 1836 yılında Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği ile İstanbul Kadılığı Fetvahane’de kendileri için hazırlanan hususî dairelere taşındı. Böylece başlıca şer’î daireler bir çatı altında toplandı. Osmanlı modernleşmesi ve ilmiye teşkilâtındaki bu yenileşme sürecinde Ağa Kapısı’nın şeyhülislâmlara sabit bir mekân olarak tahsis edilmesi, ilmiye merkez teşkilâtının ihtiyaç duyduğu sabit bir mekâna kavuşmasını; Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği ile İstanbul Kadılığı’nın Fetvahane’ye taşınması da ilmiye teşkilâtına ait başlıca şer’î dairelerin bir çatı altında toplanmasını sağladı. 1838 yılında sadrazamın yetkisinde olan ve kadıaskerler ile İstanbul ve Bilâd-ı Selâse kadılarının katılımıyla yapılan arz odası murafaasının yeni bir usule bağlanarak yargıda son merhale olan temyiz görevinin de şeyhülislâmın nezaretine verilmesiyle şeyhülislâmın yetki ve sorumluluk alanına bir yenisi daha eklendi. Böylece fetva gücünü elinde bulunduran, teşrifat ve meşverette en üst düzeyde temsil yetkisine sahip olan şeyhülislâm diğer üst düzey ilmiye kurumları ve temyiz görevinin de nezaretine verilmesiyle gücünü ve etkinliğini artırdı. Merkez teşkilâtında ihtisaslaşmaya gidilirken şer’î işler ve daireler ile ilmiye sınıfına ait bürokratik işlemler de şeyhülislâm nezaretinde toplandı. Bu süreçte ilmiye merkez teşkilâtı (Meşihat) da sadaret gibi nezaret olarak adlandırılmayarak şeyhülislâm şer’î işler nazırı sıfatıyla ve sadrazamla eşit seviyede Meclis-i Vükelâ üyesi oldu4. 4 28 İlmiye merkez teşkilatının bir çatı altında toplanması ve şeyhülislamın yetki ve nüfuz alanının genişlemesine dair geniş bilgi için bkz. İlhami Yurdakul, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatı’nda Reform, İstanbul 2008, s. 23–38. Klasik sonrası olarak tanımladığımız yeniçeriliğin ilgasından sonraki bu dönemde büyük bir zihniyet ve kurumsal dönüşüm yaşanırken askerî sınıfın imtiyazları da süreç içinde kaldırıldı. Bu kurumsal ihtisaslaşma ve yeniden yapılanma devrinde diğer üst düzey kurum mensupları gibi ilmiyenin üst düzey mensuplarının da, resmi makamlarının nüfuzu gibi ekonomik alanda da bir statü farklılaşması olduğu söylenebilir. Bu süreçte şeyhülislâmlık makamının nüfuz alanında görülen genişlemeye ve yenilenmeye rağmen şeyhülislâmların fert olarak ekonomik bir güç kaybı olduğunu söylemekle yetinelim5. Ancak tesis edilen yeni kurumlar ve meclisler ile ilmiye teşkilâtında kurumlaşma ve yenileşme süreci devam etti. Nitekim terekelerin yazım ve taksim muameleleri yine kadıaskerlikte bırakılarak yetim paralarının işletilme yetkisi 1851 yılında şeyhülislâmlıkta kurulan Meclis-i Emval-ı Eytam Nezareti’ne, kaza kadılarının tayin muamelelerinde önemli bir aşama olan kadıların seçimi ve benzeri tüm muameleleri 1855 yılında kurulan Meclis-i İntihab-ı Hükkâm’a ve kadıaskerlerin huzur murafaası yetkilerinde davanın ilk tetkiklerinin yapılması işi de 1861 yılında kurulan Meclis-i Tedkikat-ı Şer’iyye’ye aktarıldı. Böylece ilmiye merkez daireleri ve şer’î işler bir nezaret altında toplandıktan sonra özellikle kadıaskerlerin görevlerinde revizyona gidilerek miras, yargı ve kadıların atamasıyla ilgili yetkilerinin bir kısmı yeni kurulan ihtisas meclislerine aktarılarak işin daha düzenli yapılması sağlandı. 5 Bir diğer husus olan kalemiye ve seyfiye sınıfının imtiyazları ile ilmiye sınıfının mali ve cezai imtiyazlarının tartışmasını ve bunun hukuki kaynağı ve uygulamalarının araştırılması gereken ciddi bir problem olduğunu ifade edelim. Böyle bir değerlendirme konuyla ilgili tasvir ve tanımlamalar doğru olarak tespit edildikten sonra yapılabilir. Aksi halde, konunun parçaları tamamlanmadan, tasvir ve tanımlama doğru olarak tespit edilmeden yapılacak yorumlar tarihi verileri ihmal eden çalışmalarda olduğu gibi ya eksik ya da hatalı olacaktır. 29 İstanbul ve Bilâd-ı Selâse denilen Galata, Üsküdar ve Eyüp kadılıklarının evkaf nezaretlerinin ilgası, beledi yetkilerinin devri, bâb ve kısmet mahkemelerinin birleştirilmesi gibi düzenlemelerle klasik dönemden tevarüs eden bazı yetkileri çağdaş usullere göre yeniden yapılandırıldı. Ayrıca hususi olarak kadı yetiştirmek amacıyla 1855 yılında Muallimhane-i Nüvvab adıyla bir mektep açıldı. Teşkilâtlanmalarında belli ölçülerde bir muhtariyete sahip olan tekkeler bürokraside gelişen merkeziyetçi harekete paralel olarak yeni düzenlemelere tabi tutuldu ve şeyhlerin tayinleri ile dervişler arasında meydana gelen davaların görülmesi için 1866 yılında Meclis-i Meşayih kuruldu. Bu arada taşrada 1846 yılında kurulan kur’a meclislerine mukabil İstanbul ve Bilâd-ı Selâse medreselerinde bulunan talebelerin askerlik muamelelerini yürütmek üzere şeyhülislâmlık bünyesinde Meclis-i İmtihan-ı Kur’a tesis edildi. Böylece hem ilmiyedeki mevcut yapının ıslahı hem de yeni ihtiyaçların karşılanması için şeyhülislâmlık bünyesinde yeni birimler ve meclislerin kurulmasıyla ikinci kez ilmiye teşkilâtında kurumlaşma ve yenileşme en ciddi reform sürecini yaşadı. Süreklilik arz eden bu kurumlaşma ve ihtisaslaşma sürecinde 1831 yılında Mahkeme-i Teftiş-i Evkaf-ı Hümâyun birimi Evkaf Nezareti, 1869 yılında kurulan Mecelle Cemiyeti de Adliye Nezareti bünyesinde teşekkül etti. Ancak Mahkeme-i Teftiş-i Evkaf-ı Hümâyun Meclis-i Teftiş’i ve Mecelle Cemiyeti’nin iş alanı şer’î işlerdendi. Yani esas itibariyle birincisi vakıf hukuku, ikincisi de Osmanlı medeni hukuku olan Hanefi hukuku esaslarına dayanmaktaydı. Bu iki birim yeniden yapılanma ve ihtisaslaşma çerçevesinde teşekküllerinden bir müddet sonra esas itibariyle şer’î işlerden mesul oldukları gerekçesiyle şeyhülislâmlığa bağlandılar. Böylece şeyhülislâmın yetki ve sorumluluk alanı biraz daha genişledi6. 6 30 Şeyhülislamlık bünyesinde kurulan meclisler hakkında geniş bilgi için bkz. Yurdakul, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatı’nda Reform, s. 177232. Şeyhülislâmlık, III. Selim ile başlayan ve II. Mahmud ile devam eden yenileşme döneminde tüm şer’î işlerin ve kurumların mercii oldu. İlmiye teşkilâtında şeyhülislâmın yetki ve sorumluluk alanı genişledi. İlmiye teşkilâtı ilk kez tüm birimleri ile hiyerarşik olarak şeyhülislâmın başında bulunduğu bir teşkilât yapısına kavuştu. Vakıfların idaresi hariç kaza ve ifta işlerinin nazırı şeyhülislâm oldu. Esas itibariyle XIX. yüzyılda şeyhülislâm sadece ihtiyaç duyulan konularda gereken fetvaları vermek zorunda olan bir onay mercii değil, fetva verme vazifesine ve yargıda temyiz yetkisine de nezaret eden geniş bir teşkilâtın nazırıydı. Bu itibarla şeyhülislâmlar idari ve siyasi kimlikleri olan ve Osmanlı merkez bürokrasisinin vazgeçilemez ve ihmal edilemez temel unsurlarından biriydi7. Sonuç olarak esasen klasik dönemde üç sınıf olarak şekillenmiş olan idari sistem kurumlaşma, ihtisaslaşma ve yeniden yapılanma sürecinde yeni bir hal almıştır. Bu ikinci dönem birinci döneme kıyasla her yönüyle daha merkezidir ve merkezi otorite her alanda kendini hissettirir. Bu dönem Osmanlı Devleti’nin efendiler devrinden kurumlar devrine ve geleneksel imparatorluk modelinden modern devlete geçiş sürecidir. Bu bağlamda Osmanlı reformunun kısmi mi bütüncül mü olduğu yönünde bir tartışmanın yapılması zaruridir. Burada ifade ettiğimiz vurgulama tonunun dışında da olsa Osmanlı modernleşmesinin kısmi olduğu yönünde yaygın bir tarihi kanaat oluşmuştur. Bu tarihi kabullerin aksine Osmanlı reformu kısmi değil bütüncüldür. Dolayısıyla düşünüldüğü gibi ilmiye teşkilatı köhneleşmiş kurumlarıyla kendi haline terk edilmiş değildir ve Osmanlı reformu yenilerin yanında gelenekselin de mevcut şartlara göre yeniden düzenlenmesi ve yorumlanmasıdır. 7 Yurdakul, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatı’nda Reform, s. 291–294. 31 Türk Modernleşmesinde Galatasaray Lisesi’nin Önemi Emel Engin [*] Galatasaray Lisesi veya Osmanlı dönemindeki adıyla Mekteb-i Sultani’nin kuruluşu, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda gerçekleştirdiği yenileşme hareketleri ile doğrudan ilgilidir. Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda, artık eski gücüne sahip olmadığını ve Avrupa ülkelerine göre geri plânda kaldığını fark edince, bir dizi önlemler alıp yenileşmek suretiyle, hem batıya karşı koyabilme, hem de eski güçlü günlerine geri dönebilme çabası içine girmişti. III. Selim (1789–1807) ile başlayan ve II. Mahmut (1808–1839) tarafından sürdürülen bu çabalar sonucu, Sultan Abdülmecit (1839– 1861) ve Sultan Abdülaziz (1861–1876) devirlerinde ülke, Tanzimat Dönemi adı verilen ve batı müesseselerinin Osmanlı Devleti’ne aktarıldığı bir modernleşme süreci yaşamaya başlamıştı. Bu modernleşmenin gereklerinden biri de eğitim alanı idi. Dolayısı ile ülkede modern eğitim verecek bir müessese olarak Galatasaray Lisesi kuruldu. Bununla beraber, Galatasaray Lisesi’nden önce, Galatasaray adını taşıyan iki farklı eğitim kurumu da aynı yerde faaliyet göstermişti. * Tuzla Evliya Çelebi İlköğretim Okulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni. [ ] 33 Galatasarayı Enderun Mektebi Dönemi Galatasaray Lisesi esas itibariyle 1868 yılında açıldı. Ama bir eğitim kurumu olarak Galatasaray ismi 15. yüzyıldan beri mevcuttu ve daha II. Beyazıt (1481–1512) zamanında bir Enderun mektebi olarak kurulmuştu. 1481 yılında kurulduğu kabul edilen Galatasaray’ı Enderun Mektebi Galata sırtlarında ve bugünkü Beyoğlu’nda hizmete girmişti. Bu dönemlerde Galata, Haliç ağzından Boğaziçi istikametine doğru uzanan, sık binalı, çok dar sokaklı, işlek ve canlı bir ticaret merkezi idi. Bu limanın deniz kıyısı da, kara tarafı da yüksek ve kalın duvarlarla kaplı idi. Cenevizlilerin yapmış olduğu Galata Kulesi de bu surların içinde ve en üst kısmında bulunuyordu. Galata surlarının dışında kalan kısımlar, bütün Beyoğlu sırtları ve platosu o dönemlerde boş araziden ibaretti. Buralarda ve bütün yamaçlarda tarlalar, bağlar, bahçeler, ağaçlıklı ve sık fundalık yerler ve korular vardı. Sözü edilen bu korularda, Sultan II. Beyazıt tahta çıktığı yılın sonbahar aylarında bir av partisi düzenlemişti. Rivayete göre, av dönüşü Beyoğlu sırtlarından Tophane’ye doğru inerken Sultanın gözüne bir kulübe çarpmıştı. Dinlenmek amacıyla bu kulübeye giden II. Beyazıt, burada yaşayan ve nadide güller yetiştirdiği için Gülbaba olarak tanınan bir ihtiyarla karşılaştı. Sultan, Gülbaba’nın ikramından ve sohbetinden çok hoşlanınca, kendisinden bir isteğinin olup olmadığını sordu. Gülbaba da padişaha, şu anda lisenin bulunduğu Beyoğlu sırtlarını göstererek, orada bir mektep yapılması isteğinde bulundu. Bu suretle Galatasarayı adı verilen bina yapıldığı gibi, o zamanların usulünce gayet muntazam ve herkesçe takdim edilen bir mektep açıldı1. Böylece Galatasarayı Enderun Mektebi oluşturuldu2. 1 2 34 Fethi İsfendiyaroğlu, Galatasaray Tarihi, İstanbul 1954, s. 21-23, 56–59. Mehmet Ziya, Mekteb-i Sultanî, İstanbul 1334, s. 16. II. Beyazıt tarafından kurulan Galatasarayı mektebi 1481 yılından 1868’e kadar muhtelif değişiklikler geçirdi. Mektep Kanuni Sultan Süleyman devrinden sonra bir süre ihmal edildi. III. Ahmet döneminde, 1715 yılında, tamir edilip saray mektebi işlevini yerine getirmeye devam etti. I. Mahmut 1741 yılında mektepte ıslahat gerçekleştirdiği gibi, Fatih ve Ayasofya kütüphaneleri ayarında bir kütüphaneyi de mektebe kazandırdı. III. Selim mektebin faaliyete devamı konusunda büyük gayret gösterdi. II. Mahmut da Galatasarayı mektebiyle çok alakadar oldu. Mektep II. Mahmut devrinde Tophane yangınında yanınca, yeniden inşası için Defterdar Hacı Yusuf Efendi görevlendirildi. Bina 1819 yılında ahşap olarak inşa edildi. 1826 yılında Yeniçerilerin kaldırılması ile mektebin işlevi de sona erdi ve Galatasarayı binası bir süre metruk kaldı3. Galatasarayı Tıb Mektebi Dönemi Yeniçerilerin kaldırılmasından sonra II. Mahmut tarafından yeni oluşturulmuş bulunan ve batı tarzı bir örgütlenme içine giren Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun doktor ihtiyacını karşılamak amacıyla 1827 yılında Vezneciler’de Tulumbacıbaşı konağında Tıbhane-i Amire (Askeri Tıp Mektebi) kurulmuştu. Bilahare yeni ihtiyaçlar doğrultusunda 1832’de Cerrahhane kuruldu. 1836 yılında Tıbhane-i Amire ile Cerrahhane birleştirilip Askeri Tıp Mektebi olarak saray bahçesindeki Otlukçu kışlasında eğitim sürdürüldü4. 3 4 Muhittin Sandıkçıoğlu- Ferruhzat Turaç- Vefa Semenderoğlu, Galatasaray Lisesi Mekteb-i Sultani 1868–1968, İstanbul 1974, s. 13. Galatasaray Lisesi’nin 100. yılı vesilesi ile hazırlanan bu kitap bundan sonra 100. Yıl olarak anılacaktır. Cahit Yalçın Bilim, “Osmanlılarda Eğitimin Çağdaşlaşması Askeri Okullar”, Osmanlı, Ankara 1999, c.V, s. 240-241. 35 Askeri Tıp Mektebinde eğitim devam ederken Hekimbaşı Ahmet Necip Efendi 1837 yılında yetkililere başvurarak mektebin yeni bir binaya ihtiyacı olduğunu belirtti. Ayrıca yeni binanın yanında bir de hastane bulunması gerektiğini ifade etti. Bunun üzerine İstanbul’daki mevcut binalar arasından uygun biri arandı. Sonuçta, Enderun Mektebi olmaktan çıktığından beri boş kalan Galatasaray binasının yenilenmesine ve hekimbaşının istediği ilavelerin yapılarak Tıp Mektebi’nin buraya taşınmasına karar verildi. Gerekli düzenlemelerin yapılması ve yeni eğitici kadroların oluşturulmasıyla 1838 yılından itibaren Tıp Mektebi Beyoğlu’ndaki Galatasaray binasında faaliyete geçti. Mektepte eğitim faaliyetlerini yürütmek üzere Avrupa’dan Avusturyalı Doktor Karl Bernard ile Doktor Neuner ve Eczacı Hoffman getirtilmişti. Sultan II. Mahmut bu mektebe özel bir önem vermekteydi. Nitekim mektebin açılış törenine bizzat katıldı ve orada öğrencilere hitaben bir de konuşma yaptı. Gerek padişahın o dönemdeki eğitim anlayışını, gerekse de uygulanan eğitim yöntemlerini aksettirmesi açısından bu konuşma önemlidir. Bu sebeple II. Mahmut’un konuşmasını sadeleştirmek suretiyle aktarmak uygun olacaktır. Padişah açılış töreninde şunları söylemiştir: “Çocuklar, iş bu büyük binayı tıbbiye olarak faaliyete geçirdim ve adını da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane koydum. Burada hizmetlerin en kutsalı olan insan sağlığı ele alınacağından bu mektebi diğerlerine tercih ettim. Burada tıp ilmini Fransızca olarak tahsil edeceksiniz. Bunun neden yabancı dille yapılacağını soracaksınız. Bunu zorunlu kılan güçlükleri bildireyim. Geçmişte bizde de tıp ilmi ürerinde birçok kitap yazılmıştır. Hatta Avrupalılar bu kitapları kendi dillerine çevirerek onlardan çok şey öğrenmişlerdi. Fakat bu kitaplar Arapça yazılmıştır. Birçok yıldan beri İslam okullarında bu kitaplar ilgi konusu olmaktan çıktıkları, bunları bilenlerin sayısı azaldığı için kullanılmaz olmuşlardır. Şimdi, tıp bilimini kendi dilimize çevirmek için yeniden bu kitaplara 36 dönmek yıllar alacak uzun bir iştir. Bu kitapları kendi dillerine çevirmekle Avrupalılar yüzyıldan fazla bir süreden beri bunlara birçok yeni katkılarda bulunmuşlardır. Bundan başka, bu konuları öğretmenin yöntemlerinde büyük kolaylıklar geliştirmişlerdir. Bu yüzden tıp üzerine yazılmış Avrupa eserlerine kıyasla Arapça eserler artık yetersizdir. Bu eksikliklerin yeni eserlerden alınacak bilgilerle giderilebileceği iddia edilse bile bunlar çabucak Türkçe’ye çevrilemezler. Çünkü tıp eğitimi için gereken beş altı yıldan başka Arapça’yı iyice öğrenmek en aşağı on yıl ister. Hâlbuki bir yandan ordumuz ve halkımız için yetişmiş doktorlara, öte yandan tıp bilimlerinin kendi dilimize kazandırılmasına acele ihtiyacımız vardır. Bu yüzden Fransızca öğrenmenizi istemekten maksadım, onu bu dilin hatırı için değil, tıbbı öğrenmeniz yanında bu ilmi adım adım kendi dilimize kazandırmaktır. Ancak bu yapıldığında tıp kendi ülkemizde kendi dilimizle öğrenilir hale gelecek ve ülkenin her tarafına yayılacaktır. (Doktor Bernard’ı işaret ederek) Bu zatı sizin için getirttim. Avrupa’nın birinci derecedeki hekimlerinden olup gayet yetenekli bir kişidir. Kendisinden ve diğer hocalarınızdan hekimlik öğrenin ve tedricen bu ilmi kendi lisanımızla yapılır hale getirin. Zira doktor sıfatıyla yabancı ülkelerden kim olduğu belirsiz bir takım kişilerin gelmesinden ve şurada burada görev yapmasından hoşnut ve memnun değilim. İnşallah tahsilinizi tamamladıktan sonra önemli rütbeler kazanacaksınız. Bunun için her türlü ihtiyacınızı karşıladım. Yemekleriniz arasında sıcak kebaptan soğuk çileğe kadar her şey olacaktır. Sizden beklediğim gayretli çalışmanızdır. Talep sizden vermek bendendir. Cenabı- Hak hepinize muvaffakiyet ihsan eylesin. Âmin”5. 5 Rıza Tahsin, Tıp Fakültesi Tarihçesi, haz. Aykut Kazancıgil, İstanbul 1991, s. 10-11; ayrıca bk. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında Tanzimat, yay. haz. Hakkı Dursun Yıldız, Ankara 1992, s. 381–382. 37 II. Mahmut’un bizzat mektebe giderek öğrencilere yapmış olduğu bu konuşma aslında bu eğitim kurumuna verdiği önemi ve buradan beklentilerini açıklıkla ortaya koymaktadır. Galatasaray Askeri Tıp Mektebi usta hekimler yetiştirecek ve bunlar ülkelerine hizmet edeceklerdir. II. Mahmut’un Türkçe konusundaki hassasiyeti de dikkate değer bir husustur. Padişah, kendi dilinde tıp eğitimi yapmanın öneminin bilincinde olmakla birlikte, ilim sahibi olmak için yabancı dili bilmenin gerekliliğini de vurgulamaktadır. Galatasaray Tıp Mektebi bu niyet ve beklentilerle eğitime başlamıştı. Mektep askeri ve yatılı olduğundan mükemmel surette idare edilmesine dikkat edilmişti. Dershane ve yatakhaneleri en iyi şekilde tertiplenmişti. Elbiseler de muntazam imal edilmişti. Yaka ve kollar kadife olup, yakalarda mektebin sembolü olmak üzere yılan resmi bulunurdu. Öğrencilere ayda 25 kuruş maaş verilmekte idi. Her üst sınıfa geçişte maaşa 15 kuruş zam yapılmakta ve son sınıf öğrencisi 5 mecidiye maaş almaktaydı. Sabah güneşin doğuşundan iki saat sonra derslere başlanır ve güneşin batışına iki saat kalana kadar dersler sürerdi. Ders müddetleri iki saat olup arada yarım saat teneffüs yapılmaktaydı. Derslerin ve teneffüslerin başlayış ve bitişleri trampet çalmak suretiyle ilan edilirdi. Eğitim aşamasında Mösyö Bernard mektepte bir yenilik meydana getirdi. O ana kadar anatomi dersi modeller üstünde uygulandığından öğrencilere fazla fayda sağlayamıyordu. Hâlbuki mektebin bir an evvel Batıdakiler derecesinde kaliteli olması isteniyordu. Bernard padişahtan aldığı izinle dersin kadavralar üzerinde yapılmasını sağladı6. Bu amaçla konunun uzmanı bir doktor bulabilmek için Avrupa’da ilanlar verilip müsabaka düzenlendi. Sonuçta Mösyö Spitzer müsabakayı kazanıp teşrih muallimi oldu. Spitzer esas itibariyle çok yetenekli olduğundan diğer derslere de 6 38 Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773– 1923), İstanbul 1991, s. 38. girmekteydi. Öğrencilerin derslere hakkıyla çalışmalarını temin için sabah verilen dersler akşam tekrar ettirilirdi. Bu amaçla üst sınıftaki öğrencilere, ayda 50 kuruş maaş verilerek alt sınıftakilere ders tekrarlarında yardımcı olmaları sağlanırdı. Başlangıçta altı yıl olarak öngörülen eğitim süresi, tedrisat için yeterli bulunmadığından, bilahare dokuz yıla çıkarıldı. Dokuz yılın dördü idadi sınıfı, beşi ise yüksek sınıf olarak düzenlendi. Mektepte 1838 yılından itibaren yapılan faaliyetler şu şekilde sıralanabilir: Doktorluk mesleğine lâyık olduğu hakiki kıymetin kazandırılması; doktorluk mesleğinin ilmi hüviyetinin arttırılması ve Avrupaileştirilmesi; bir yabancı doktorun mektebe müdür tayin edilmesi; öğretmenlerin uzman yabancılar ve Avrupa’da tıp tahsili yapmış yerli doktorlar arasından seçilmesi; Fransız dilinin ve edebiyatının öğretilerek yabancı dile hakkıyla aşina gençler yetiştirilmesi; meslek dersleri yanında, genel tarih, genel coğrafya derslerinin de Fransızca olarak Fransız kitaplarından okutulması; böylece Avrupa eğitim metotları ve sistemleriyle tıp mesleğinde teorik ve pratik bilgisi kuvvetli, üstün kalitede genç Türk doktorlarının yetiştirilmesi; mektepte bir ameliyathane kurulması; mektepte sıhhiye memurları kursu açılması; aşı memurları dershanesinin açılması; adli tıbbın mektepte teşekkül ettirilmesi; mektepte eczacılık şubesinin açılması; gerek doktorluk ve operatörlük şubeleri ve gerek eczacılık kısmı dersleri için mektepte muntazam ve büyük bir bitki bahçesinin tesis edilmesi; Türk kadın ebelerin mektepte erkek hocalardan ders görüp diploma almaları; öğrencilerin geniş ölçüde tatbikat yapabilmeleri için mektebe bağlı bir hastane kurulması; ayrıca Beyazıt’ta mektebe bağlı bir dispanser açılması; kadavralar üzerinde uygulamalı derslerin yapılması; tedavi gören hastaların istatistiklerinin tutulması7. 7 Vahdettin Engin, “Galatasaray Tıp Mektebi”, Sultani, yıl 2006, sayı 26, s. 41. 39 Galatasaray Askeri Tıp Mektebi’nde okuyan öğrencilerin hepsi parasız olarak eğitim görmekteydiler. Bunlar bir ayrıma tabi tutulmaksızın ülkenin Müslüman ve Gayrimüslim halkı arasından seçilmişlerdi. Mektepte neşriyat için bir de matbaa kurulmuş ve La Gazette Médicale de Constantinople adıyla bir dergi çıkarılmıştır8. Mektep ilk mezunlarını 1843 yılında verdi. İlk mezunlar Sultan Abdülmecit’in de hazır bulunduğu imtihanda başarı göstererek diplomalarını aldılar. Bunlara elde ettikleri derecelere göre miralaylık, kaymakamlık, binbaşılık ve yüzbaşılık rütbeleri verildi ve görevlendirildiler. Mektepten alınan diplomalar aynı zamanda Avrupa tıp fakülteleri diplomalarına eşdeğer tutuluyordu. Bunun yanında yabancı memleketlerden gelen doktorların ellerindeki diploma ne olursa olsun Galatasaray Tıbbiye Mektebi’nde bir ehliyet imtihanı geçirdikten sonra ülkemizde doktorluk yapabilmeleri uygulaması da başlatılmıştı. Galatasaray binası 1848 tarihinde büyük bir yangın geçirdi. Dolayısı ile mektep buradan Hasköy’deki Humbarahane Kışlası’na taşındı. Dönemin Padişahı Sultan Abdülmecit Galatasaray binasını yeniden ve mükemmel bir şekilde yaptırmak için faaliyete geçti. Bu defa bina ahşap değil kâgir olacaktı. Bugün Galatasaray Lisesi’ne ev sahipliği yapan bu yeni binanın inşaatı çok uzun sürdü. Hatta inşaatı başlatan Sultan Abdülmecit binanın tamamlandığını göremedi. Sonraki padişah, ki aynı zamanda Mekteb-i Sultani’nin de kurucusu olan, Sultan Abdülaziz zamanında bina inşaatı, bugünkü şekline sahip olarak, 1862 yılında tamamlandı. Bundan sonra Askeri Tıbbiye Mektebi yine bu binaya taşındı ve altı yıl boyunca eğitimine devam etti9. Bu arada 1866 yılında, çok önemli bir organizasyon olarak, Uluslararası Tıp Kongresi Galatasaray binasında gerçekleştirildi10. 8 9 10 40 İsfendiyaroğlu, a.g.e., s. 352-353. Engin, a.g.m., s. 41. La Turquie, 16 Février 1866. 1868 yılında Mekteb-i Sultani’nin açılması ile beraber Galatasaray’da eğitim gören tıp öğrencileri Beyoğlu’ndan Gülhane’ye taşındı. Beyoğlu’ndaki binada ise 1 Eylül 1868 tarihinden itibaren Mekteb-i Sultani eğitime başladı. Mekteb-i Sultani’nin Kuruluşu Mekteb-i Sultani’nin kuruluşu, esas itibariyle bir ihtiyacın giderilmesini öngörmekteydi. Batılılaşma sürecinin yaşandığı dönemler olan II. Mahmut ve Tanzimat devirlerinde, eğitim alanında da yenilikler yapılmaya başlanmıştı. Tanzimat Fermanı Müslim veya Gayrimüslim tüm Osmanlı yurttaşlarına her alanda eşitlik vaat ediyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, lâik bir hukuk düzeninin kurulması lazımdı. Böyle bir düzenin hayata geçmesi ise lâik bir eğitim sisteminin varlığına bağlıydı. Osmanlı yöneticileri, 1838’ten başlayarak, Babıâli adı verilen yeni merkezi bürokrasiyi ayakta tutacak personeli yetiştirmek amacıyla, batı modelinde rüştiye muadili okullar açmaya başladı. Bunlardan mezun olanlar Babıâli’de kendi tercih ettikleri dairelerde istihdam edildi. Bu uygulama halkın yeni açılan okullara ve hatta genel olarak eğitime, daha fazla ilgi göstermesini sağladı. Ayrıca başlangıçta oldukça basit ve cılız olan bu okullar giderek kök salmaya ve lâik eğitim sisteminin temel taşlarını oluşturmaya başladı11. 1846 yılından itibaren rüşdiye sayısında artışlar meydana geldi12. Buradan da yüksek öğrenim kurumu olarak medreselere 11 12 Cemil Öztürk, “Selim Sabit Efendi’nin Yetiştiği Dönemde Osmanlı Devleti’nde Eğitim: Modern Eğitimin Doğuşu”, Uluslararası Vize Tarih ve Kültürü Sempozyumu: Türkiye’nin İlk Modern Pedagogu Vizeli Selim Sabit Efendi (1829 – 1910), Trakya Üniversitesi Vize Meslek Yüksek Okulu, Vize, 28 Nisan 2000, s. 66. Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul 1977, c. I-II, s. 440456; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1993’e), İstanbul 1993, dördüncü baskı, s. 143, 144. 41 devam ediliyordu. Fakat rüştiyeler yüksek öğrenime hazırlık açısından lise eğitiminden çok ortaokul konumunda bulunuyorlardı. Bundan dolayı rüştiye ile medrese arasındaki boşluğu giderecek ara eğitim veren lise tarzı müesseselere ihtiyaç duyuluyordu. Eğitimdeki bu boşluk genellikle Türkler için geçerli bulunmaktaydı. Buna karşılık Gayrimüslim ahali sahip oldukları mektepler itibariyle böyle bir boşluk hissetmemekteydiler. Türklerin bu şekilde yetersiz eğitim almaları, hâkim milletin seviyesini diğer unsurların seviyesinden aşağı indiriyor ve yüksek okullara giden veya başka bir yerde istihdam edilenlerin yeteri derecede hazır olmamalarına sebep oluyordu. Bu hale bir son vermek üzere öncelikle büyük masraflarla Paris’e öğrenciler gönderilmiş ve bunların orada Mekteb-i Osmanî13 adı verilen müessesede en iyi hocalardan ders almak üzere tahsil görmelerine çalışılmıştı. Fakat bu uygulama uzun sürmedi. Sultan Abdülaziz 1867 yılında yapmış olduğu Avrupa seyahatinde gördükleri karşısında etkilenmiş ve başta eğitim olmak üzere çeşitli alanlardaki icraatların ülkemizde de uygulanması zaruretine inanmıştı. Nitekim padişah, dönüşünde nazırlara eğitime çok önem vermek gerektiğini anlatmıştı. Zaten dönemin önde gelen devlet adamları Âli ve Fuat Paşalar da bu hususta onunla paralel düşünüyorlardı. Fransa elçisi M.Bourrée de bu konuda teşvikçiydi. Elçi, Osmanlı hükümetini devletin çeşitli şehirlerinde liseler açmaya ikna etmeye çalışıyordu. Bu şartlar çerçevesinde çocuklara, ailelerinin nezareti altında tahsillerini tamamlamalarını sağlayacak ve onlara hangi milletten olurlarsa olsunlar edebi ve fenni bilgiler verecek okulların yapılmasına girişilmesi uygun görüldü. Bu suretle Osmanlı idaresinin hoşgörülülüğü de vurgulanmış olacak, aynı zamanda çeşitli 13 42 Adnan Şişman, “ Mekteb-i Osmanî”, Osmanlı Araştırmaları, c.V, İstanbul 1986. milletlere mensup çocuklar Osmanlılık bilinci ile yetiştirilmiş olacaklardı14. İlk tecrübe olarak, Beyoğlu’nda kışla olarak inşa edilmiş, Boğaza nazır Galatasarayı binasında bir okul açılması uygun görüldü. Burası daha sonra diğer vilayetlere açılacak liselere örnek teşkil edecekti. Mekteb-i Sultani adı verilen okulda tedrisat esas itibariyle Fransızca olacak, fakat bazı dersler Türkçe gösterilecekti. Mektebin müdürü ve bazı hocalar Fransız olacağı gibi ders nazırı da müdir-i sani unvanı ile yine Fransız olacaktı. Mektepte Türkçe ve Fransızca olmak üzere iki ayrı kısım bulunacaktı. Fen bilimleri ağırlıklı dersler Fransızca, sosyal bilimler ağırlıklı dersler ise Türkçe okutulacaktı. Mektepte Müslüman ve Gayrimüslim öğrenciler bir arada okuyacaklardı. Mektebe ilgisini esirgemeyen Fransa, bu vesile ile şarktaki nüfuzunu arttırma çabası içindeydi15. Bu şekilde kuruluş çalışmaları tamamlanan Mekteb-i Sultani 1 Eylül 1868 tarihinde 341 öğrencisi olduğu halde eğitim vermeye başladı. Bu öğrencilerden 147’si Müslüman, 48’ i Gregoryen Ermeni, 36’sı Rum, 34 ‘ü Musevi, 34’ü Bulgar, 23’ü Katolik Latin, 19’u ise Katolik Ermeni idi16. Mektepte dışarıdan ders takip etmek isteyenler için de sınıf tahsis edilmişti. Mektebin açılışı ile beraber bir takım tepkiler de ortaya çıktı. Buna göre Rusya siyasi sebeplerle, yani Fransa’nın nüfuzunun artmasından duyduğu endişe ile Mekteb-i Sultani’ye karşı idi. Rumlar Yunancanın ders programları arasında bulunmamasından rahatsızlık duymaktaydılar. Museviler ise Hıristiyan bir müdürün yönetimindeki mektebe öğrenci göndermekte çekingen 14 15 16 Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye, çev. Ali Reşad, haz. Akın Bedirhan, İstanbul 1999, s. 248-249. Vahdettin Engin, Mekteb-i Sultani, İstanbul 2003, s. 28–31. De Salve L’Enseignemet En Turquie Le Lycée Impérial de Galata-Sérai”, Revue des deux Mondes, Septembre- Octobre 1874, s. 848. 43 davranmışlardı17. Katolikler de çeşitli milletlere mensup öğrenciler arasında Katolik çocuklarının ahlaklarının bozulacağını düşünmekteydiler. Hatta Papa, mektebe Katolik öğrencilerin gitmesini yasakladı18. Fransa’nın girişimiyle bu yasak kaldırıldı. Mekteb-i Sultani İstanbul basınında iyimserlikle karşılandı. Gazeteler çocuklarını okutmak isteyen aileler için çok güzel bir fırsatın ortaya çıktığını, Avrupa’dakiler ayarındaki bu okulun meyvelerini vermeye başladığında memleket için önemli katkılar sağlayacağını yazdılar19. Bu dönemde Avrupa’da faaliyet göstermekte bulunan Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlılar ise mektebin kurulmasını şiddetle tenkit ettiler. “Bir Türk çocuğunu keçi sakallı Fransız hocaların eline bırakmanın zararlı olduğu” şeklinde yorumlarda bulundular20. Aleyhteki bütün görüşlere rağmen, başta Sultan Abdülaziz olmak üzere, Sadrazam Âli Paşa ve kuruluşa ön ayak olan diğer devlet adamları, ülkenin geleceği olarak gördükleri bu okulun yaşaması için büyük gayret gösterdiler21. Sonuçta Mekteb-i Sultani tedrisata başladı ve giderek ülkenin en önemli eğitim müesseselerinden biri haline geldi. Mekteb-i Sultani’nin kuruluşunda ve sonra geçirdiği aşamalarda Fransa’nın oynadığı rolü fazla abartmamak gerekir. Esas olarak Osmanlı Devlet adamları böyle bir okulun ihtiyacını hissediyorlardı. Dolayısı ile bu uğurda büyük fedakârlıklar gösterdiler. 17 18 19 20 21 44 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara 1981, c.VII, üçüncü baskı, s. 204. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul bty. s. 239. İhsan Sungu, “Galatasaray Lisesi’nin Kuruluşu”, Belleten, yıl 1943, sayı 28, s. 328. Ali Sirmen-Emre Öktem, “Çok Konuşulan Az Bilinen Bir Kurum: Galatasaray”, Milliyet, 4 Haziran 1997. Kuruluş yıllarındaki gelişmeler için bk. Adnan Şişman, Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nin Kuruluşu ve İlk Eğitim Yılları, İstanbul 1989. Fransa’nın katkısı ise eğitim sistemi açısından örnek teşkil etmek yanında, bazı öğretmenlerin teminine yönelikti. Bununla beraber Fransız öğretmenlerin maaşları Osmanlı Devleti tarafından ödenmekte idi. Üstelik bunlar kâğıt para kabul etmemişler, maaşlarının Osmanlı altın lirası üzerinden ödenmesini özellikle talep etmişlerdi. Nitekim uygulama da böyle oldu. Eğitim programlarının hazırlanmasında da Fransız sistemi örnek alınmakla beraber, uygulama tamamen aynı olmadı. Ülke ihtiyaçları göz önünde bulundurularak o dönem Fransız liselerinde daha az önem verilen matematik, temel bilimler, muhasebe, tarih, coğrafya, teknik resim gibi dersler Mekteb-i Sultani’de ağırlığı teşkil etti22. Mekteb-i Sultani’de kuruluştan Cumhuriyet dönemine kadar sırasıyla, Mösyö De Salve, Vahan Efendi, Fotyadi Bey, Sava Paşa, Ali Suavi Bey, Ali Nizami Paşa, Halil Efendi, Karaca Paşa, İsmail Bey, Abdurrahman Şeref Bey, Emrullah Bey, Mustafa Azmi Bey, Tevfik Fikret Bey, Salih Zeki Bey, Salih Arif Bey, Aynizade Hasan Tahsin Bey müdürlük yaptılar. Bunlar arasında İsmail Bey, Abdurrahman Şeref Bey ve Tevfik Fikret uygulamalarıyla mektepte önemli bir iz bıraktılar. 1874 yılında mektep bünyesinde Darülfünun-ı Sultani adıyla bir üniversite açıldı. Mühendislik, Hukuk ve Edebiyat şubelerinin bulunduğu söz konusu yüksek okul aralıklı olarak 1881 yılına kadar hizmet verdi23. Mekteb-i Sultani’de spor her zaman için önemli olmuştu. Daha kuruluş yılından itibaren ders programlarında jimnastik dersine yer verilmiş ve bir de spor salonu açılmıştı. Bu sebeple öğrenciler arasında sporun her dalına merak saran başarılı gençler 22 Gülsün Düzenli, “Mekteb-i Sultani’den Bugüne Galatasaray Lisesi”, Toplumsal Tarih, yıl 1996, sayı 26, s. 22. 23 Ekmelettin İhsanoğlu, “Dârülfünun Tarihçesine Giriş (II) Üçüncü Teşebbüs: Dârülfünun-ı Sultani”, Belleten, yıl 1993,sayı 218,s. 201–239. 45 yetişti. 1905 yılında 11. sınıf öğrencisi Ali Sami (Yen) ve arkadaşları Türkiye’nin ilk futbol kulübü olarak Galatasaray’ı kurdular24. Mekteb-i Sultani binası 1907 yılında meydana gelen yangın neticesi önemli hasar gördü. Daha önce, 1870 yılında çıkan büyük Beyoğlu yangını mektebin kapılarına kadar gelmişse de herhangi bir zarar vermemişti. Fakat İkinci Müdür Mösyö Feuillet’in odasından çıkan 1907 yangını mektebin ahşap iç aksamını tamamen yok etti. Sadece taş duvarlar kaldı. Yangında can kaybı olmadı. Ama kütüphane, müze ve arşiv tamamen yandı25. Öğrenciler bir yıl Beylerbeyi’nde geçici olarak oluşturulan barakalarda eğitim yaptıktan sonra, 1909 yılından itibaren, yeniden inşa edilen Beyoğlu’ndaki binaya geri döndüler. Bu esnada müdürlük makamında bulunan ve Galatasaray Lisesi’ni “Batıya açılan pencere” olarak nitelemesiyle tanıdığımız Tevfik Fikret görevi sırasındaki icraatlarıyla gerek öğrencilerin, gerekse öğretmenlerin gönlünde taht kurdu. Tevfik Fikret maiyetindekileri, bağırıp çağırarak ve zor kullanarak yola getirme düşüncesinde değildi. Herkesin kendi mesuliyetinin bilincinde olarak hareket etmesini öğütlüyordu. Bu suretle sınıflarda, yemekhanede ve yatakhanede tam bir düzen sağlanmıştı. Tevfik Fikret mektepteki disiplin yanında, eğitime de özel bir çaba harcıyordu. Konferans salonu yanında, mektebe yeni laboratuarlar, fizik anfisi, kütüphane, eczane ve revir gibi eserler kazandırmıştı. Konferans salonunda talebeye konferanslar veriyor, okunan derslerle ilgili veya hariçten seçilmiş konular üzerinde sohbetler yapılıyor, nutuklar söyleniyordu. Bazen bu konferanslarda sınıf öğretmenleri de hazır bulunuyordu. Bunlardan başka ara sıra şiir ve 24 25 46 Türk Futbol Tarihi, haz. Altuğ İstanbulluoğlu, İstanbul 2003, c.I-II, ikinci baskı, s. 15; İzzeddin Çalışlar, “Ali Sami Yen’in Rüyası 100 Yaşında”, Sultani, yıl 2005, sayı 25, s. 32-33. Sabah, 26 Muharrem 1325, 28 Muharrem 1325; İkdam, 26 Muharrem 1325, 28 Muharrem 1325. nesir parçalarını da güzel okuma tecrübeleri yapılıyor, bu suretle öğrenciler okuduklarını, dinlediklerini iyi anlamaya ve iyi söylemeye alıştırılıyorlardı26. Milli mücadelenin kazanılması bütün ülkede olduğu gibi Mekteb-i Sultani’de büyük bir coşku ile karşılandı. Milli hükümetin ve muzaffer ordunun temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Refet Paşa Mekteb-i Sultani’yi de ziyaret ederken mektepte olağanüstü bir coşku yaşandı. Bu vesile ile Refet Paşa heyecanlı bir konuşma yaptı. Kendisi, Mekteb-i Sultani’nin batıya açılan ilk pencere olduğunu, birçok vatansever evlat yetiştirdiğini, yetiştirmeye de devam edeceğini, milli mücadele kazanıldığına göre artık vatanın imarına ve yükseltilmesine çalışılması gerektiğini söyledi 27. 1922–1923 eğitim yılı mezunları diplomalarını “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” adına aldılar ve Mekteb-i Sultani ismi son defa bu yıl mezun olanların diplomalarına yazıldı28. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçiş Döneminde Galatasaray Lisesi Milli mücadele yıllarında Ankara Hükümeti eğitim meselelerine el atmaktan geri kalmamıştı. Askeri ve siyasal alanda düşmanlara karşı en sert mücadeleyi vermekte olan Mustafa Kemal Paşa, eğitimin bir ülke için ne kadar önemli olduğu düşüncesinden hareketle savaş ortamında dahi eğitim işleriyle ilgilenmekteydi. Bu çerçevede TBMM’nin açılması ve hükümetin oluşmasına paralel olarak eğitim işleri de bir program dâhiline sokulmuştu. İlk 26 27 28 Fethi İsmail, “Söz Terbiyesi”, Galatasaray Dergisi Tevfik Fikret Özel Sayısı, Aralık 1931, s. 28; Vahdettin Engin, “Tevfik Fikret’in Mekteb-i Sultani Müdürlüğü ve Eğitimci Kişiliği”, Biyografya 7 Tevfik Fikret, İstanbul 2006, s. 240–244. Suat Aray, Bir Galatasaraylının Hatıraları, İzmir 1959, s. 212. Orhan Koloğlu, “Galatasaray’ın Tarihsel Dönemleri”, Sultani, yıl 2006, sayı 26, s. 27. 47 İcra Vekilleri heyetinin programının Mecliste okunduğu 3 Mayıs 1920 tarihli oturumda Milli Eğitim konusunda yapılacak çalışmalar belirlenmiş29 ve bu amaca yönelik işlerin gerçekleştirilebilmesi için de aynı gün Dr. Rıza Nur Maarif Vekili olarak seçilerek göreve başlamıştır30. Maarif Vekâleti’nin hazırladığı programda, ileride ele alınacak bir takım temel işlerin tasarlandığı, fakat savaş ortamında bulunulması dolayısıyla, şimdilik mevcut eğitim kurumlarını idare etmekle yetinileceği gözlenmektedir. Bununla beraber, eğitimde milli bir politikanın uygulanacağı bu konuya sık sık yapılan vurgulamalardan anlaşılmaktadır. Bir taraftan savaşın devam ediyor olması eğitim işlerinin ihmal edildiği anlamına gelmemektedir. Nitekim Batı cephesinde Yunanlılara karşı yürütülen savaşın en kızıştığı ve giderek Ankara’dan top seslerinin işitileceği bir ortamda Mustafa Kemal Paşa’nın 15 Temmuz 1921 tarihinde Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplaması bunun bir delilidir. Mustafa Kemal bu kongrede yaptığı konuşmada, gelecekteki eğitim politikalarının ipuçlarını da vermiştir. Birinci Heyet-i İlmiye Toplantısı 1922 yılının, 26 Ağustosu’ndan başlamak üzere kazanılan askeri zaferlerle ülke düşman işgalinden kurtarılmış ve Lozan’da barış görüşmeleri başlamıştı. Diğer taraftan eğitim meseleleri de önemle ele alınıyordu. Nitekim daha barış görüşmeleri henüz tamamlanmamışken, 15 Temmuz 1923 tarihinde, ülkenin genel eğitim işlerini yönlendirmek üzere Ankara’da Birinci Heyet-i İlmiye toplantısı gerçekleştirildi. Bu toplantının Galatasaray Lisesi açısından önemi, okulun alacağı yeni şeklin burada belirlenecek olmasıydı. Toplantının Galatasaray Lisesi’ni ilgilendiren diğer bir yönü de Müdür Faik Bey’in heyet üyeleri arasında yer almasıydı. 29 30 48 Cumhuriyetin 75. Yılında İstanbul Eğitim Belgeseli, İstanbul 1998, s. 33–34. Türker Sanal, Türkiye’nin Hükümetleri, Ankara 1997, s. 104. Ayrıca Galatasaray’da yetişmiş önemli bir beden eğitimi uzmanı olarak Selim Sırrı (Tarcan) Bey de heyet üyeleri arasında bulunuyordu. Birinci Heyet-i İlmiye toplantıları Maarif Vekili İsmail Safa Bey’in başkanlığında sürdürüldü31. Kongrenin devamı müddetince, Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, kongreye katılanlardan ülkenin eğitim sorunlarıyla ilgili olarak görüşlerini aldı. Buna dair on dört değişik soru katılımcılara soruldu. Gazetenin sorularını cevaplandıranlar arasında Galatasaray Lisesi müdürü olması hasebiyle Faik Bey’in de görüşlerine başvurulmuştu. Heyet-i İlmiye çalışmalarını 15 Temmuz–15 Ağustos 1923 tarihleri arasında sürdürmüştü. Heyetin gündeminde bulunan maddelerden ikisi Galatasaray Lisesi’ni çok yakından ilgilendirmekteydi. 18. maddede “Sultanilerde teşkilat ve öğretim süresi ve Sultani adının değiştirilmesi”, 24. madde ise “Galatasaray Lisesi’nin teşkilat ve programları”nı içermekteydi. Galatasaray Lisesi’nin Yeni Statüsü Gündeminde yer aldığı üzere Heyet-i İlmiye’de Galatasaray Lisesi’nin bundan sonraki statüsünün ne olacağı konusu da görüşüldü ve son bir defa tadilat görmesi de kabul edilerek aşağıdaki esaslar belirlendi. 1923- 1924 ders yılından itibaren Galatasaray Sultanisi’nde aşağıdaki değişiklikler gerçekleştirilecektir: 1- 31 Programdaki Malumat-ı Medeniye, İçtimaiye, Ahlakiye, Hukukiye, İktisadiye ve Kavanin dersleri yanında Tercüme, Ticari Hesap, Usül-ı Defteri dersleri haricindeki kalan bütün dersler Türkçe okutulacaktır. Hâkimiyet-i Milliye, 15 Temmuz 1923; Hasan Âli Yücel, Türkiye’de Orta Öğretim, Ankara 1994, s. 21–22. 49 2- Türkiye Coğrafyası dersi Türkçe olarak ve bir Türk öğretmen tarafından okutulacaktır. 3- Musiki dersi ilkokul öğrencileri için mecburi olacak ve diğer derslere mahsus olan vakitlerde tedris ettirilecektir. Beden Eğitimi ve Hıfzısıhha (sağlık) dersleri de ders zamanlarında tedris ettirilecektir. 4- Türkçe ve Fransızca lisanlarının orta sınıflardaki tedrisatında yazı usulüne özel bir önem verilecektir. 5- Hendese (Geometri) dersleri meyanında harita kullanılacak ve Fen, Tersimat-ı Hendesiye tedris edilecektir. 6- Fransızca Dili ve Edebiyatı, Matematik, Tabii Bilgiler, Genel Coğrafya ve Genel Tarih’in ilkçağ kısmı Fransızca olarak okutulacaktır. 7- İlk sınıflarda Tabiat Tetkiki ile Lisan ve Hesaptan başka hiçbir ders Fransızca olarak okutulmayacaktır. 8- Hazırlık sınıfıyla beraber ilk sınıflarda muidlik32 kaldırılmıştır. Bu sınıfların Fransızca öğretmenleri daimi kabul edilmiştir. Daimi öğretmenler gece ve gündüz tedrisat, idare ve terbiye ile meşgul olacaklardır. Orta sınıfların daimi öğretmenleri yalnız nöbetçi oldukları geceler mektepte kalarak mütalâa esnasında öğrencilerin dersçe olan müşküllerini halledecek ve çalışmalarına nezaret edeceklerdir. 9- Sınıflara dersler için lüzum görülen uzman öğretmenler Avrupa’dan getirtileceği gibi öğrencilerin Fransızca öğrenmede ilerlemelerine yardım etmek için orta sınıflara lüzumu kadar yardımcı öğretmenler de Avrupa’dan getirilecektir. 10- Orta kısmın programları bir cüz-i tam teşkil edecek surette tanzim edilecektir. 32 50 Muid, Mekteb-i Sultani döneminde yardımcı öğretmenler için kullanılan bir kavramdır. 11- İzcilik tatbikatı yapacaklar için hafta ortasında yarım gün tahsis edilecektir. 12- Öğleden evvel, eskiden olduğu gibi üç ders görülecek, bu derslerin müddeti bir saat olacaktır. Öğleden sonraki dersler üçe çıkarılacak, ancak bunların müddeti 50 dakika olacaktır. Perşembe günleri eskiden olduğu gibi öğleden sonra tedrisat yapılmayacaktır. 13- 1923- 1924 ders senesinden itibaren mektebin ikinci kısmı Edebiyat ve Fen şubelerine ayrılacaktır33. Heyet-i İlmiye bu dönemki toplantılarında bir karar daha aldı. Buna göre o tarihe kadar Sultani ismi kullanan okulların isimleri liseye dönüştürüldü. Bu çerçevede Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nin ismi de Galatasaray Lisesi olacaktı. Heyet-i İlmiye’nin bu kararı 29 Ağustos 1923 tarihi itibariyle Maarif Vekâleti tarafından okul müdürlüklerine duyuruldu. Dolayısıyla 29 Ağustos 1923 tarihinden itibaren Mekteb-i Sultani artık Galatasaray Lisesi olarak anılmaya başlandı34. Aynı genelge ile bütün liselerde günde ellişer dakikadan altı ders görüleceği, Perşembe günleri öğleden sonraların ise tatil olacağı da belirtilmişti. 1923- 1924 eğitim yılı ise 1 Eylül’den itibaren başlayacaktı 35. 33 34 Hâkimiyet-i Milliye, 15 Ağustos 1923. Hâkimiyet-i Milliye, 30 Ağustos 1923. Görüldüğü üzere Mekteb-i Sultani isminin Galatasaray Lisesi’ne dönüşme tarihi 29 Ağustos 1923’tür. Hâlbuki Galatasaray Lisesi’nden söz eden birçok kaynakta Cumhuriyetin ilanından sonra Mekteb-i Sultani adı yerine Galatasaray Lisesi ismi kullanıldığından söz edilmektedir. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yer alan haberden anlaşıldığı üzere Cumhuriyet ilan edilme- 35 den 2 ay önce Galatasaray Lisesi isminin kullanıldığı bu şekilde tespit edilmiştir. O dönem itibariyle Türkiye’de mevcut lise sayısı 55 idi. Bu okullarda 3929 öğrenci eğitim görmekteydi. 1923 Ekim’i sonrasında bu sayı 4540’a yük- 51 Mekteb-i Sultani adı Galatasaray Lisesi’ne dönüşünce, o yıllara kadar mektep binasının ön tarafında saatin altında yazılı olan Mekteb-i Sultani levhasının değişmesi gerekmişti. Bunun üzerine mektebin Hüsnü Hat hocası Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey nefis bir celi-sülüs yazısı ile Galatasaray Lisesi ibaresini yazmış, bu ibare mermer bir levhaya kazınmış ve saatin altına yerleştirmişti36. Okul 29 Ağustos 1923 tarihinden itibaren Galatasaray Lisesi olarak anılmaya başlanmıştı. Dolayısı ile 1923–1924 eğitim öğretim yılında artık Mekteb-i Sultani değil, yeni müfredat programı ve 12 yıllık eğitim süresi ile Galatasaray Lisesi mevcuttu. Yaz tatili bitip öğrenciler 1 Eylül 1923 tarihinden itibaren okullarına geldiklerinde bu yeni ortamla karşılaştılar. Eğitimin devam ettiği sırada ise, 29 Ekim 1923’te, Cumhuriyet’in ilanı gerçekleşti37. Tevhid-i Tedrisat Kanunu Ülke genelinde eğitimin birleştirilmesi yönündeki faaliyetler sürüyor ve bu kapsamda Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun hazırlıkları yapılıyordu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, medrese-okul kurumlarıyla ikiye bölünmüş olan eğitim sistemini tek bir çatı altında toplamak ve bir müfredat birliği sağlamak amacını taşıyordu. Kuruldukları dönemden itibaren önemli bir görevi yerine getiren medreseler, özellikle son dönemlerde, ehil olmayan kişilerin eline geçmiş, esas amaçları ilim olmayan kişiler tarafından farklı amaçlar için kullanılır olmuşlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Tanzimat’tan beri sürüp gitmekte olan mektep- medrese çatışması ile yabancı ve azınlık okullarının her türlü denetimden yoksun seldi ki bir önceki seneye göre lisede okuyan öğrencilerin sayısı 611 kişi artmıştı. Bk.Hakimiyet-i Milliye, 1 Ocak 1924. 36 37 52 Ziyad Ebuzziya,-Sahir Kozikoğlu, 1921–1933 Galatasaray Tarihçesi 1933 Mezunları ve 50 Yılları, İstanbul bty. s. 309–310. Ebüzziya-Kozikoğlu, a.g.e., s. 308–309. faaliyetlerine daha fazla göz yumması söz konusu olamazdı. Milli Mücadelenin en karanlık günlerinde aynı soy ve kültürden gelen mektep ve medreselilerin sık sık ülkü birliğinden yoksun bir tutum sergilemeleri, pek çok yabancı ve azınlık okulunun devlet ve millete ihanet içinde olmaları, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını eğitimde birliği sağlamaya yönelik radikal önlemler almaya zorluyordu38. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkışı ve ülkede eğitim işlerinin birleştirilmesi ile genel anlamda bir standart sağlanmıştı. Bu çerçevede Galatasaray Lisesi’nin talimatnamesi hazırlanmış ve ders programı da yenilenmiştir39. Galatasaray Lisesi’nde Öğrenci Etkinlikleri Galatasaray Lisesi’nde Behçet Bey’in ilk müdürlüğü döneminde İz-Caz adı verilen bir orkestranın kurulması da gerçekleşmişti. Öğrenciler arasında bulunan Vedat, Ankara konservatuarı kurucusu, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi ve İstiklal Marşı’nın bestekârı olan Zeki Üngör’ün oğlu idi ve fevkalade bir müzik yeteneği vardı. Ayrıca, Feridun, Sadık, Ferecullah, Mehmet Ali, Mukadder Yekta isimli öğrenciler de çeşitli enstrümanlar çalıyorlardı. 1927–1928 ders yılında bu öğrenciler aralarında bir grup oluşturup öncelikle okulda bir caz konseri verdiler. Konser büyük ilgiyle karşılanmış, idareciler ve hocalar da çok beğenmişlerdi. Hal böyle olunca enstrüman çalan her öğrenci gruba katılmak istedi. Vedat bunlar arasından üç kişiyi daha seçti. Bu arada mektepte izcilik faaliyetleri de sürüyordu. Esas itibariyle orkestrayı oluşturan öğrencilerin aynı zamanda izci olmaları gruba İz-Caz adının verilmesine yol açtı. Feridun’un girişimleriyle orkestraya bir örnek kıyafet 38 Cemil Öztürk, “Çağdaş Eğitim ve Bilim”, İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkılâp Tarihi, editör Cemil Öztürk, Ankara 2005, s. 245. 39 Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekâleti Galatasaray Lisesi Müfredat Programı, İstanbul 1340; Hasan Âli Yücel, Türkiye’de Orta Öğretim, Ankara 1994, s. 199–200. 53 hazırlanmasına karar verildi. Kolları bol beyaz ipek gömlekler, sarı kırmızı halkalı izci çorabı üzerine inen gri pantolonlar diktirildi. Kenarları sarı, kırmızı ipek fularlar takıldı. Bu şekilde oluşan İzcaz grubu giderek okul dışında da konserler vermeye başladı. En nihayetinde ise 1929 yılı Cumhuriyet Bayramı kutlamaları çerçevesinde özel olarak Ankara’ya davet edilip Ankara radyosunda ülke genelinde dinlenecek şekilde bir caz konseri verildi40. Galatasaray Lisesi’nde öğrencilerin yaptıkları faaliyetler arasında sınıf gazete ve dergileri çıkarmak da önemli bir yer tutardı. Bunlar daha çok el yazısı ile hazırlanır, yazısı güzel olanlar bu işlevi yerine getirirlerdi. Ayrıca karikatür ve resimler de bu gazetelerde yer alırdı. Sınıf gazetesi Mekteb-i Sultani döneminde de çıkarılırdı. Mesela 1909/1910 döneminde Nihal ve Tiraje isimlerini taşıyan iki ayrı dergi yayınlanmıştı. Sonraki yıllarda Maarif Nezareti mektepte dergi çıkarılmasını yasaklamıştı. Cumhuriyet döneminde, 1920’lerin sonlarında Marmara, Gün Aydın, Adalet, Molla, Bayır Turpu, Nilüfer, Sınıfım, Emel, Çankaya gibi dergi ve gazeteler öğrenciler tarafından hazırlanıp okuyanların beğenisine sunulurdu41. Bu dergiler genellikle eski yazı yani Arap alfabesi ile hazırlanmışlardı. 1928 yılında tatil döneminde ülkede Latin alfabesine geçiş çalışmaları başlamıştı. Nitekim 1928–1929 ders yılı devam ederken, 1 Kasım 1928 tarihinde, Latin harflerinin kullanılmasına dair kanun çıktı. 1 Aralık 1928’den itibaren ise bütün basın ve yayın organları Latin alfabesi ile yayınlanmaya başladığı gibi okullarda da Latin alfabesine geçildi. Başlangıçta halkın yeni harfleri tanıması biraz zor olmuştu. Ama Harf inkılâbı ülke genelinde belki de en çok Galatasaray Lisesi öğrencilerine kolay gelmişti. Çünkü ilkokuldan itibaren Fransızca okuyup yazmayı öğrenen Galatasaray öğrencilerinin Türkçeyi Latin harfleriyle yazmaları hiç de zor olmamıştı. 40 41 54 Ebüzziya-Kozikoğlu, a.g.e., s. 328-330. Ebüzziya-Kozikoğlu a.g.e., s. 332-333. Behçet Bey’in müdürlüğünün son döneminde 1929 yılında Milliyet gazetesi lise öğrencilerine yönelik bir yarışma düzenledi. Yarışma her hafta yapılacaktı. Bu yarışmaya birçok Galatasaray Lisesi öğrencisi katıldı ve içlerinden birçoğu da dereceye girdiler. Yarışma 1931 yılı Nisan ayına kadar devam etti. Bu tarihte gazete genel bir değerlendirme yaparak yarışmanın başından beri kazanan öğrencilere puan verilmek suretiyle liseler arasında bir sıralandırma yapıldı. Bu sıralamada Galatasaray Lisesi 42 puanla birinci oldu. Galatasaray Lisesi’ne en yakın puanı alan ve ikinci olan Darüşşafaka Lisesi ancak 24 puan toplayabilmişti. Milliyet gazetesi mektepler müsabakasındaki birinciliğinden dolayı Galatasaray Lisesi’ne bir şampiyonluk kupası verdi42. Söz konusu yarışmanın ortaya koyduğu bir sonuç vardır. O da Galatasaray Lisesi öğrencilerinin yarışmada hemen her hafta dereceye girmiş, çoğu zaman da birincilikleri kazanmış olmalarıdır. Bu sonuçlar okulun o yıllardaki eğitim yapısının güçlü ve sağlam olduğunun göstergesidir. Atatürk ve Galatasaray Lisesi Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde Galatasaray Lisesi’ni kısa aralıklarla dört defa ziyaret etmiş olması bu okula verdiği büyük önemin bir göstergesidir. Gazi Mustafa Kemal 1930, 1932, 1933 ve 1934 yıllarında Galatasaray Lisesi’ni ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerinde okul müdürü, idareciler ve öğretmenlerle temaslarda bulunmuş, ayrıca derslere girmiş ve bazı imtihanları bizzat kendisi yapmıştır. Bu ziyaretler Galatasaray Lisesi tarihi için büyük önem arz etmektedirler. Atatürk’ün Galatasaray Lisesi’ne yaptığı ziyaretlerden birincisi 2 Aralık 1930 tarihinde gerçekleşmiştir. Ziyaretle ilgili olarak Cumhuriyet gazetesinin haberi şöyleydi: “Gazi Hazretleri, Galatasaray Lisesi’nde resim dershanesine 42 Milliyet, 23 Nisan 1931. 55 girmişler, talebeye verilen modeli tetkik etmişlerdir. Müteakiben hesap dersi verilen dördüncü sınıfı görmüşler, bir müddet ders dinlemişlerdir. Gazi Hazretleri Galatasaray’da sınıflara girerek dersleri dinlediler, mektebin konferans salonunu, laboratuarlarını, müzesini, kütüphanesini gezdiler. Kütüphanenin hatıra defterini imzaladılar. Müdüriyet odasında bir müddet durarak mektebin vaziyeti umumiyesi ve talebe hayatı hakkında müdürle konuştular. Gazi Hazretleri, bu konuşmalarında tedris sistemindeki muvaffakiyet derecesini anlamak istemişlerdir. Bilhassa ehemmiyet verdikleri nokta lâik bir müessese olan bu mektepte yetişen ve yükselen fikirler ve talebe ailelerinin tahassüsü olmuştur. Reisicumhur hazretlerine sureti mahsusada mazharı takdiri olan mektep müdürü Fethi Bey tarafından müspet ve kati cevaplar verilmiş ve izahlarda bulunulmuştur”43. 1932 yılı Ocak ayında Atatürk, Galatasaray Lisesi’ni bir defa daha ziyaret etti. Ziyaretin gerçekleştiği 28 Ocak Cuma günü Atatürk, önce Dolmabahçe Sarayı’nda bir süre meşgul olmuş sonra da Saray’dan çıkarak Beyazıt ve Şişli semtlerinde bir gezinti yapmıştı. Atatürk bu gezintisi sırasında saat 16’da Galatasaray Lisesi’ne de uğradı ve o sırada öğrenciler tarafından sergilenmekte olan bir müsamereyi seyrettikten sonra mektepten ayrıldı. Atatürk ertesi yıl Galatasaray Lisesi’ne bir ziyarette daha bulundu. Bu defa mektepte daha uzun bir süre kalmış, ayrıca imtihanlarda da bizzat bulunmuştu. Ziyaretin gerçekleştiği 1 Temmuz 1933 tarihinde müdürlük makamında Tevfik Bey bulunuyordu. Bu ziyareti Cumhuriyet gazetesi “Gazi Hazretleri Galatasaray’daki İmtihanlarda Hazır Bulundular” başlığıyla vermiş ve haber şu şekilde devam etmişti: “Evvelki gün İstanbul’u teşrif buyuran Reisicumhur hazretleri dün de şehrimizdeki irfan müesseselerinin sene sonu bilânçosu demek olan imtihanlarına alaka göstermişler ve öğleden sonra saat 3.30’da Saray’dan çıkarak Galatasaray 43 56 Cumhuriyet, 3 Aralık 1930. Lisesi’ni şereflendirmişlerdir. Büyük reis, dörde çeyrek kala Galatasaray Lisesi’ni şereflendirmişler ve müdür Tevfik Bey’in odasında birkaç dakika oturduktan sonra refakatlerinde, Afet Hanımefendi, Seryaver Celal, Mektep Müdürü Tevfik, İkinci Müdür İzzet Beyler olduğu halde orta kısım son sınıf Tarih, Coğrafya, Yurt Bilgisi imtihanlarının cereyan etmekte olduğu salonu teşrif etmişlerdir. Buraya bilahare meclis reisimiz Kazım Paşa’da gelmiştir. Reisicumhur hazretleri imtihan salonuna girdikten sonra öğrencilere çeşitli sualler sormuştur”44. Atatürk’ün 1934 yılında da Galatasaray Lisesi’ne geldiğini tespit ettik. Bu durumda ziyaret sayısı dörde ulaşıyordu. 1934 yılı İş Bankası’nın kuruluşunun 10. yılına denk geliyordu. O dönem ülke ekonomisi için çok önemli bir işlev yerine getirmekte bulunan banka bu on yıl içinde yaptıklarını halka duyurabilmek amacıyla geniş çaplı bir sergi tertiplemeye karar vermişti. Bütün bu tür önemli organizasyonlarda olduğu gibi, İş Bankası’nın 10. yıl sergisi de Galatasaray Lisesi’nde gerçekleştirilecekti. Serginin açılışı, özellikle, Büyük Taarruz’un başladığı ve İş Bankası’nın kurulduğu 26 Ağustos gününe denk getirilmişti. Gerekli hazırlıkların yapılmasıyla sergi İktisat Vekili Celal Bayar tarafından açıldı45. Başlangıçta bir hafta açık kalması düşünülen sergi gördüğü büyük rağbet üzerine bir süre daha uzatıldı. Bu arada kendi kurdurttuğu ve çok önem verdiği bir müessese olarak İş Bankası sergisini Atatürk de ziyaret etmek istedi. Nitekim 12 Eylül 1934 tarihinde Atatürk, beraberinde Meclis Başkanı Kazım Paşa olduğu halde Galatasaray Lisesi’ne geldi. Sergiyi gezdi ve yetkililerden bilgi aldı46. İşte Atatürk’ün bu ziyareti, aynı zamanda, Galatasaray Lisesi’ne dördünce defa gelişi anlamını da taşıyordu. 44 45 46 Cumhuriyet, 2 Temmuz 1933. Vakit, 27 Ağustos 1927. Vakit, 13 Eylül 1934; Hâkimiyet-i Milliye, 13 Eylül 1934. 57 Galatasaray Lisesi’nin Türk Eğitim Tarihindeki Yeri Galatasaray Lisesi Türk eğitim tarihinde önemli rol oynamış okullarımızdan biridir. Galatasaray Lisesi’nin Mekteb-i Sultani olarak kurulduğu 1868 yılından geriye doğru gidildiğinde yaklaşık 527 yıldır Galatasaray adını kullanan eğitim kurumlarının varlığı bilinmektedir. Bu çerçevede 1481 yılında II. Beyazıt tarafından Galatasarayı Enderun Mektebi kurulmuştur. Bu mektep işlevine uygun olarak uzun yıllar Osmanlı Devleti’ne yönetici ve bürokrat yetiştirme faaliyetini sürdürmüştür. 1826 yılında yeniçerilerin kaldırılmasıyla Enderun mektebi de kapanmış, bu defa 1838 yılından itibaren Galatasaray Tıp Mektebi aynı binada faaliyet göstermiştir. En nihayetinde ise 1868 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Mekteb-i Sultani kurulmuştur. Mekteb-i Sultani Fransız eğitim sistemini model almış, öğretmelerin bir kısmı Fransa’dan getirilmiş, bununla beraber okulun her türlü ihtiyacı Osmanlı Devleti tarafından karşılanmıştır. Mektepte fen dersleri Fransızca olarak tedris edilmiş, kültür dersleri ise Türkçe yapılmıştır. Saltanatın kaldırılmasından sonra 1923 yılı Ağustos’undan itibaren Mekteb-i Sultani ismi Galatasaray Lisesi’ne dönüşmüştür. Galatasaray Lisesi Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de önemli bir eğitim kurumu olarak faaliyetini sürdürmüştür. Birinci Heyet-i İlmiye toplantısında okulun yeni statüsü belirlenmiş ve buna paralel olarak 1924 yılı itibariyle yeni talimatname ve müfredat programı yürürlüğe girmiştir. Refet ve Kazım Paşaların okulu ziyaret etmeleri yeni dönemde Galatasaray Lisesi’ne verilen önemi göstermektedir. Refet Paşa okulda yaptığı konuşmada Galatasaray Lisesi’nin batıya açılan ilk pencere olduğunu vurgulamış, Kazım Paşa da Türk Cumhuriyeti’nin gücünden bahsetmiştir. 1930’lu yıllarda Atatürk, Galatasaray Lisesi’ne dört defa gelerek bu okula ne kadar önem verdiğini göstermiştir. Atatürk 1930 58 yılındaki ziyaretinde okul müdürü, idareciler ve öğretmenlerle temaslarda bulunmuş ve bazı sınıflara girerek ders ortamında öğrencileri görmüştür. Bu ziyarette öğrenciler bir bayram havası içinde büyük bir coşkuyla ve gururla Atatürk’ü karşılamışlardır. 1932’deki ziyaretinde okulda çok kısa süre kalan Atatürk, 1933 yılındaki ziyaretinde bakalorya sınavına katılmış ve dokuz öğrenciyi bizzat kendisi sınav yapmıştır. Atatürk tarafından bizzat sınav yapılan öğrencilerden biri olan İlhan E. Postacıoğlu oldukça uzun süren bu sınavda verdiği doğru cevaplarla başarılı olmuş ve aynı zamanda okulunun da başarısını göstermiştir. 1934 yılında İş Bankası’nın 10. yıl dönümü nedeni ile Galatasaray Lisesi’nde açılan sergi dolayısıyla Atatürk, okula gelmiştir. Galatasaray eğitim kurumlarının hepsinde üst düzeyde kaliteli eğitim verilmiştir. Özellikle de Galatasaray Lisesi’nde eğitim hem kaliteli, hem de öğrenciyi hayata yetiştirecek tarzda cereyan etmiştir. Bu sebeple Galatasaray Lisesi’nden mezun olan öğrenciler sonraki hayatlarında almış oldukları bu nitelikli eğitimin faydalarını görmüşlerdir. Galatasaray Lisesi’nde uygulanan müfredat programı son derece ağırdı ve adeta yüksek okul seviyesindeydi. Dolayısı ile öğrenciler bu müfredatın hakkını verebilmek için çok çalışmak zorundaydılar. Bunu başarabilip mezun olanlar ise gittikleri yüksek okullarda lise yıllarında almış oldukları eğitimin katkısını hemen hissederlerdi. Herhangi bir yüksek okula devam etmeyen Galatasaraylı da hayatta başarılı olmanın yollarını bulabiliyordu. Çünkü okulun bir de insanı hayata hazırlamaya yönelik işlevi vardı ki, bu yönüyle hayata kısa yoldan atılan bir Galatasaraylı okulda kazandığı tecrübe ve aldığı hayat dersleri sayesinde başarıyı yakalayabiliyordu. Galatasaray Lisesi’nin önemi hakkında Bernard Lewis şu ifadeleri kullanıyordu: “Modern Türkiye’nin yükselişinde Galatasaray Lisesi’nin etkisi çok büyük oldu. Batılı idare cihazını 59 yürütecek, yetenekli ve batılı eğitim görmüş idareci, diplomat ve diğerlerine ihtiyaç boyuna arttıkça, Galatasaray mezunları Osmanlı İmparatorluğu’nun ve ondan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin siyaset ve idaresinde hâkim bir rol oynar duruma geldiler. Galatasaray Sultanisi’nin oyun meydanları yoktu; fakat modern Türkiye’nin zaferlerinin birçoğu onun sınıflarında kazanıldı”47. Okulda uygulanan müfredatla ve derslerin zorluğuyla ilgili olarak, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Galatasaray Lisesi’nde okuyup bilahare hatıralarını yazmış olan Ertuğrul Ergir’in anı kitabındaki bazı izlenimlere değinmek faydalı olacaktır. Ertuğrul Ergir okuldaki yoğun tempoya değinirken şu ifadeleri kullanıyor: “Sabahın köründe kalk, uyurgezer sabah mütalaasına gir, acele kahvaltını yap, kısa süreli teneffüslerde ancak tuvalete girip hep derse koş. Öğle yemeğini acele yiyip, biraz koşuştur, tekrar ders ve nihayet 72 numaralı geminin Boğaz’da okulun önünden geçmesiyle en uzun dinlenme. Sonra, uzun bir mütalaa. Konuşma yasağı, ödevler, ezberler; derken akşam yemeği, sonra tekrar yorgun argın verilen ödevleri bitirme telaşı ve bitkin halde yatakhaneye çıkıp yorgunluktan hemen sızma”48. Ertuğrul Ergir Galatasaray Lisesi’ndeki ortama da şöyle değinmektedir : “Devlet yöneticilerinin, ilim adamlarının, düşünürlerin, yazarların, sanatçıların, sporcuların, vatanseverlerin, kahramanların ve şehitlerin Galatasaray’ı, eğitimi ve disiplini ile bize çok şey verdi. Anadolu’nun bağrından kopmuş çocuklar bu çatı altında birbirlerini tanıdılar, sevdiler ve birbirlerine kenetlendiler. Anadolu kültürü ile batıya bakmayı öğrendiler ve İstanbul’un o kültür mozaiğini severek, benimseyerek yollarına devam ettiler. Düşünmesini ve karar verme yeteneklerini burada elde ettiler. İyi insan, iyi vatandaş olmasını da burada öğ47 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, ter. Metin Kıratlı, Ankara 1984, ikinci baskı, s. 122. 48 Ertuğrul Erol Ergir, Unutamadığım Galatasarayum ve İstanbulum, byy. 1999, s. 36. 60 rendiler. Hepsi planlı, programlı, disiplinli olmanın muvaffakiyetin sırrı olduğunun da bilincindeydiler. Ve bu silahlarını geleceklerinin teminatı olarak görmekteydiler. Ayrıca Galatasaraylılar ırkların, dinlerin, fakirlerin, zenginlerin ve kültürlerinin oluşturduğu bir mozaik içinde yetiştiklerinden her ortama uyum sağlama silahına sahip olarak mezun olmaktaydılar. Bu meziyetler, Avrupalı ile kaynaşma ve batıya açılmada önderlik yapmanın kapılarını, Galatasaraylılar’a daha fazla açmaktaydı”49. Galatasaray Lisesi 1950 yılına kadar ülkedeki en önde gelen orta öğretim kurumlarından biri olma vasfını devam ettirmiştir. Bu yıldan günümüze kadar gelen bir süreç içinde de Galatasaray Lisesi aynı vasfını muhafaza etmektedir. 49 Ergir, a,g.e., s. 162-163. 61 Osmanlı Taşrasında İdari-Bürokratik Modernleşme: Musul Vilayeti Örneği [*] Doç. Dr. Davut Hut [**] Osmanlı modernleşmesinin en önemli safhalarından biri olan Tanzimat reformlarının temel hedeflerinden biri de; imparatorluktaki idari ve bürokratik yapıyı modernleştirerek merkezi idareye dayalı bir yönetimi sağlamaktı. Bu alanda, merkezde uygulanan reformların taşradaki ayağını oluşturan bazı yenilikler söz konusudur. Nitekim, Tanzimat’ın öngördüğü merkeziyetçi sisteme dayanan 1864 tarihli Vilâyet Nizamnamesi’nin Osmanlı eyaletlerinde uygulanmaya başlanması, en önemli aşamalardan birini oluşturur. Bu aşamaya geçmeden önce, Musul’un merkezi idareye bağlanması ve Tanzimat’ın burada uygulanmasına kısaca değinmek gerekir. Musul, II. Mahmud döneminde, Celili ailesinin hakimiyetine (1726-1834) son verilerek merkezî idareye bağlanmıştır. * Bu metin, tarafımdan yapılan Musul Vilâyeti’nin İdari, İktisadi ve Sos- [ ] yal Yapısı (1864-1909) başlıklı doktora tezindeki bazı kısımlar esas alınarak hazırlanmıştır. **] Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, [ davuthut@hotmail.com 63 Merkezileştirme siyasetinin bir devamı olarak da, Mehmed Vecihi Paşa’nın valiliğe getirilmesiyle (1848) birlikte Tanzimat’ın uygulanma sahasına girmiştir.1 Tanzimat’ın geç de olsa tatbik edildiği yerlerden biri olan Musul’da, beklenilen neticelerin elde edilemeyişi ise, çeşitli sahalardaki reformları uygulayacak yetişmiş idareci ve memurların olmayışının2 (bir bakıma kaht-ı rical) yanında, bu coğrafyanın sahip olduğu iktisadî ve sosyal yapıyla da doğrudan ilgiliydi. İdarecilerin kötü yönetimiyle birlikte ortaya çıkan yolsuzluk ve suistimaller, en sık ve en önemli problemler arasındaydı. Ayrıca, ahali ile mahallî hükümetler arasında aracılık yapan eşraf, menfaatlerini ön plânda tuttuğundan, ıslahat uygulamaları bundan olumsuz yönde etkilenmekteydi.3 1 Vecihi Paşa, Musul’daki ilk müşahedelerini ve yaptıklarını bir rapor halinde Meclis-i Vâlâ’ya bildirerek bu konularda ayrıntılı malumat vermiştir (Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İstanbul, İrade Meclis-i Vâlâ (İ.MVL), 2981, lef 6). Tanzimat-ı Hayriye’yi halka anlatmak ve tatbik etmek üzere Musul Valiliği’ne getirilen Mehmed Vecihi Paşa 1848 Şubatı’nda Musul’a gelmiş ve 3 Mart 1848 tarihinde Paşa Kapısı denen yerde, Müslim ve Gayrimüslim ahali ile metropolit ve piskoposların da içinde bulunduğu 2 büyük bir kalabalığa fermanı okuyarak ilân etmiş, böylece Musul’da Tanzimat devri başlamıştı (BOA, İ.MVL 2981, lef 2, 22 Cemaziyelevvel 1264/27 Nisan 1848; İ.MVL 7115, 10 Ramazan 1267/9 Temmuz 1851; Cevdet Zabtiye (C.ZB) 3398, 29 Rebiülevvel 1264/5 Mart 1848; Sadaret Mektûbî (A.MKT) 170/12, 27 Safer 1265; Janet Ross (ed.), Letters From The East by Hanry James Ross 1837-1857, London 1902, s. 147). İmparatorluğun bütünü için geçerli olan bu “genel” sorun, çok geniş topraklara sahip Osmanlı coğrafyasında, Tanzimat reformlarının etkili ve başarılı bir şekilde uygulanmasını engellemekteydi (Ali Akyıldız, “Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilâtlarının Yeniden Yapılanma Süreci (1836-1856), Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi (TKİD), III (İstanbul 3 64 2000), 90. BOA, Ayniyat Defteri 851, s. 33, 12 Muharrem 1285/5 Mayıs 1868. a) Yeni Vilâyet Sisteminin Musul, Şehrizor (Kerkük) ve Süleymaniye Sancakları’nda Uygulanması Musul’da idari ve bürokratik modernleşmenin en önemli aşaması ise, Tanzimat reformlarının bir uzantısı olarak hazırlanan 1864 tarihli Vilâyet Nizamnamesi’nin uygulanmasıydı. Fransız taşra idaresini örnek alan yeni vilâyet sistemi, merkezden atanan maaşlı memurların oluşturduğu “merkezi” bir yönetimi amaçlamaktaydı. Musul, Kerkük ve Süleymaniye Sancakları’nda yeni vilâyet sisteminin uygulanmaya başlanması, Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği sırasında (1869-1872) gerçekleşmiştir. Söz konusu sancaklar, bu dönemde, idarî bakımdan birer mutasarrıflık olarak Bağdat’a bağlıydı. Paşa, Bağdat’a tayininden kısa bir süre sonra, Mayıs 1869’da, vilâyet sistemini tatbik etmek ve idarî düzenlemeler yapmak üzere Musul’a gelmişti. Haziran 1869’da da, bizzat onun direktifiyle uygulamaya geçildi. Midhat Paşa’nın, birkaç ay gibi kısa bir sürede meydana getirdiği yeni idarî sistemde; Eski Musul ve Şehrizor Eyaletleri’nin bulunduğu bölgelerde üç sancak (Musul, Şehrizor ve Süleymaniye Sacakları) teşkil edilerek bunlar, Haziran 1869’da, yeni düzenlemeyle birlikte toplam on sancağa taksim edilen Bağdat Vilâyeti’ne bağlandı.4 Ayrıca, yapılan değişikliklerle, idarî yapıda yukarıdan aşağıya doğru sancak-kaza-nahiye birimleri oluşturuldu. Akabinde, Bağdat, Basra, Kerbela ve Divaniye Livaları’yla birlikte, Musul, Şehrizor ve Süleymaniye Livaları da “kâmilen vilâyet usûlü altına alındı.” Merkeze çağrılan mutasarrıflarına gerekli nizamname ve talimatlar verilerek kendilerinden, vilâyet usûlünü lâyıkıyla uygulamaları istendi.5 4 5 Zevrâ, nr.2, 12 Rebiülevvel 1286/22 Haziran 1869. Bağdat Vilâyeti’ni teşkil eden toplam on mutasarrıflık şunlardı: Bağdat, Şehrizor, Süleymaniye, Musul, Delim, Kerbela, Divaniye, Basra, Ammare ve Müntefik. Zevrâ, nr.5, 3 Rebiülahir 1286/13 Temmuz 1869. 65 Midhat Paşa, Musul’da kaldığı süre içinde, idarî reformu gerçekleştirmek konusuyla derinden ilgilenmiş ve yoğun bir çalışma temposu içine girmişti. Reformların ancak refah düzeyinin yükseltilmesiyle bir sonuca ulaşabileceğini iyi bilen Paşa, ilk iş olarak, o ana kadar ihmal ve suistimaller yüzünden tahsil edilememiş olan hazine alacaklarının (vergilerin) ilgililerden alınması için de kesin emir vermişti. Paşa aldığı tedbirlerle, dirlik ve düzeni sağlamanın yanında, Tuna Vilâyeti’nde yaptığı gibi, Musul’un gelirlerini artırarak alt yapı ve diğer bayındırlık hizmetlerine kaynak sağlamayı da amaçlamaktaydı. Bu iş için, 1870 yılının sonlarında, Şehrizor, Süleymaniye ve Musul Sancakları’na yeni muhasebeciler atandı.6 Yine aynı amaç için, asayişin sağlanması da önemli olduğundan, Hemvendliler, Herki, Surçi ve Ertuş aşiretlerine bağlı eşkıyadan önemli bir kısmı askerî harekât neticesinde saf dışı edildi.7 1870 yılı ortalarında, bir diğer icraat olarak kur’a usulü ile asker toplanmaya başlandı.8 b) Vilâyet Sistemi Uygulamasının İlk Örneği Olarak İdare Meclisleri ve Nizamiye Mahkemelerinin Kurulması Musul’da vilâyet sisteminin uygulanmasıyla birlikte, idarî alanda yapılan en önemli işlerden biri, liva ve kaza meclislerinin oluşturulması ve icra sisteminin değiştirilmesiydi. Bu maksatla ilk olarak, vilâyet sisteminin taşradaki en önemli unsurlarından biri olan Liva İdare Meclisi oluşturuldu. Musul Livası İdare Meclisi; ikisi Müslüman, bir Süryani Katolik ve bir Süryani Yakûbî olmak üzere seçilmiş dört üye ile meclis başkanı olan mutasarrıf, defterdar, müftü ve kâtipten meydana geliyordu.9 6 7 8 9 66 Zevra’, nr.100, 9 Ramazan 1287/3 Aralık 1870. BOA, Şura-yı Devlet (ŞD) Bağdat, 2148/29, lef 2, 22 Haziran 1287/18 Temmuz 1871; ŞD Bağdat 2148/25, 27 Safer 1288/18 Mayıs 1871. Zevra’, nr.55, 28 Rebiülevvel 1287/28 Haziran 1870. Public Record Office (PRO), Londra, Foreign Office (FO) 195/949, nr.9: Rassam’dan Elliot’a, Musul, 5 Eylül 1870. Midhat Paşa, dönemin genel havasına uygun olarak, şer’i mahkemeler için de bir şeyler yapmak niyetindeydi. Zira, şer’i mahkemeler artık ihtiyaca cevap veremediği gibi, Musul örneğinde görüldüğü üzere, şer’i mahkemenin başkanı olan kadı, rüşvet almakla suçlanmakta ve ayrıca mahkeme harçlarının önemli bir kısmını zimmetine geçirmekle itham edilmekteydi. Eski sistemin zafiyetinden dolayı Musul’da hemen her alanda görülen suistimaller, böylece adalet sahasında da kendini hissettiriyordu. Kısacası, hukuk sisteminin işleyişindeki genel görünüm, bu alanda reformu kaçınılmaz kılmaktaydı.10 Bu noktadan hareketle, şer’î mahkeme dışında, Vilâyet Nizamnamesi’nin bir gereği olarak, Meclis-i Temyiz-i Hukuk ve Cinayet adıyla ayrı bir hukuk ve ceza mahkemesi ihdas edildi.11 Nizamiye mahkemesi özelliğindeki bu meclis; ikisi Müslüman, diğer ikisi de Hristiyan ve Musevî olmak üzere seçilmiş dört üye ile mahkeme başkanı olan kadı ve kâtipten müteşekkildi.12 Yukarıda bahsedilen ilk iki meclisin üyeleri, Vilâyet Nizamnamesi gereği şehir ve mücavir alanda yaşayan ahali tarafından seçilmişti. Buradaki temel amaç, halkın dolaylı da olsa, yönetim ve adalet işlerine katılımını sağlamaktı. Ancak yeni oluşturulan bu meclislerin varlığı, eski ilkesizlik ve usulsüzlüklerin devam etmesi ve özellikle Müftü İbrahim Efendi13 örneğinde görüldüğü üzere, rüşvet alan “şaibeli” dene10 11 12 13 PRO, FO 195/949, nr.9: Rassam’dan Elliot’a, Musul, 5 Eylül 1870. PRO, FO 195/949, nr.4: Rassam’dan Elliot’a, Musul, 5 Mayıs 1869. PRO, FO 195/949, nr.9: Rassam’dan Elliot’a, Musul, 5 Eylül 1870. Konsolos vekili Rassam, meclis düzenlemelerini ve yapılanları olumlu bulmakla birlikte, son iki meclisin üyesi olan Müftü İbrahim Efendi’nin uygulamalarından şehir halkının memnuniyetsiz olduğunu, bu göreve gelmeden önce, adaleti dikkate almadan dâvâlı taraflardan sürekli ve alenen rüşvet aldığını ifade etmektedir. Rassam, Müftü İbrahim Efendi’nin ulema tarafından da sevilmediğini belirtir. Ancak, aynı zamanda çok “dip- 67 bilecek üyelerin varlığı gibi sebeplerle, içerik bakımından pek de bir değişiklik ifade etmiyordu. Diğer bir deyişle, işlevsel olması gereken bu meclisler, onları meydana getiren üyelerin kötü karakterleri değişmedikçe, pratikte bir anlam taşımıyordu. Yönetim ve bürokratik işlerde en önemli sorun, rüşvetin oldukça yaygın olmasıydı ve bu etken bile tek başına bütün reformları sonuçsuz bırakabilecek nitelikteydi. Yeni sistemin ancak nitelikli kadrolar sayesinde başarıya ulaşabileceğini iyi bilen Midhat Paşa, diğer yerlerde olduğu gibi, Musul’da da nitelikli idarecilerin bulunmasına büyük önem veriyordu. Halbuki, dönemin Musul Mutasarrıfı Ziya Paşa bu özelliklere sahip değildi. Yumuşak huylu olmasından ötürü otoritesini kuramayan ve dışardan müdahalelere engel olamayan mutasarrıf, arzu edilen düzenlemelerin gerçekleşmesini geciktirmişti.14 Bu yüzden, Midhat Paşa’nın talebi üzerine, Ziya Paşa’nın yerine Asaf Efendi, mutasarrıflığa atandı.15 Midhat Paşa’nın, kendine bağlı livaları kifayetsiz yöneticilerden temizleyerek yerlerine muktedir idarecileri getirmeye çalışması, reformları uygulama konusunda mülkî idarecilerin ne denli önemli bir yere sahip olduklarını göstermektedir. Bu bakımdan, O’nun yeni sistemi uygulamak için, öncelikle kendi kadrolomatik” olan müftü, bazılarının desteğini almayı başararak, adı geçen meclislere kendini tayin ettirebilme maharetini de göstermişti. İbrahim Efendi bu özellikleriyle, köhnemiş sistemin tipik bir örneğiydi (PRO, FO 195/949, nr.9: Rassam’dan Elliot’a, Musul, 5 Eylül 1870; BOA, Ayniyat Defteri 849, s. 100, 24 Rebiülevvel 1289/1 Haziran 1872). 14 15 68 BOA, İrade Dahiliye (İ.DH) 42198, 21 Şevvâl 1286/23 Ocak 1870. Aynı vesika; Zevra’, nr.32, 23 Şevvâl 1286/25 Ocak 1870. Ancak, Musul’daki İngiliz konsolosunun ifadelerine bakılırsa, Midhat Paşa bu seçiminde yanılmıştı. Çünkü, konsolosa göre Asaf Efendi, daha önceki mutasarrıflık görevinde, yolsuzluk yaparak hazineyi büyük zarara uğratmıştı (PRO, FO 195/949, nr.2: Rassam’dan Elliot’a, Musul, 20 Mart 1871; FO 195/949 nr.2: Rassam’dan Elliot’a, Musul, 3 Şubat 1872). sunu oluşturmaya çalıştığını söylemek mümkündür. Anlaşıldığı kadarıyla, dürüst ve çalışkan kişileri göreve getirmeyi en önemli prensiplerinden biri haline getiren Midhat Paşa, Bağdat valiliği döneminde bu kuralı Musul’da da sıkı bir şekilde uygulamaya çalışmıştı. Diğer dönemlerle mukayese edildiğinde, Paşa’nın Bağdat Valiliği süresince, Musul, Kerkük ve Süleymaniye sancaklarında yolsuzluk ve suistimallere karışan idareci ve memurlara müsamaha gösterilmemişti.16 c) Müstakil Musul Vilâyeti’nin Kurulması (1879) 1879 yılı, Musul’un idarî yapısı açısından önemli bir tarihi ifade etmektedir. Zira, bu tarihte Musul, Bağdat’tan bağımsız olarak ayrı bir vilâyet halinde teşkilatlandırıldı. Mevcut sosyal ve iktisadî yapısından dolayı, Irak topraklarının bütününün Bağdat’tan yönetilmesi oldukça güçtü. Nitekim bu durumun pek çok yansımasını, Basra ve Musul’un Bağdat’a bağlı olduğu dönemlerde görmek mümkündür. Bu soruna karşı üretilecek pratik çözümlerden biri ise, Irak topraklarında Bağdat’tan bağımsız olarak, Musul ve Basra gibi yeni vilâyetlerin teşkil edilmesiydi. Böylece, hem Bağdat’tan uzak bölgelerin kontrolü daha iyi sağlanabilir, hem de alınan kararların hızlı ve etkili bir şekilde uygulanması mümkün olabilirdi. Buradaki temel hedef, Irak topraklarının bütününü Osmanlı sistemine entegre etmek ve merkezî otoriteyi sağlamaktı. Ayrıca, Musul’un merkeze yakınlığı dolayısıyla, Tanzimat sürecinin 16 Nitekim vilâyet sisteminin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, Musul Sancağı’nda yolsuzluk ve suistimalleri tespit edilen Müftü İbrahim Efendi ile zimmetine para geçiren Musul Sandık Emini Anton İrmiyan görevlerinden azledilerek yargılanmışlardır (BOA, Ayniyat Defteri 849, s. 108, 6 Şevvâl 1289/7 Aralık 1872; Ayniyat Defteri 849, s. 101, 11 Rebiülahir 1289/17 Haziran 1872, s. 142, 3 Rebiülevvel 1290/1 Mayıs 1873, s. 169, 3 N 1291/14 Ekim 1874. 69 getirdiği merkezileştirme politikalarının uygulanma kolaylığı sağlaması açısından, bu coğrafyanın idarî taksimatının yeniden şekillendirilmesi gerekli görülmüştü. 93 Harbi olarak da bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın getirdiği bozgun hali, Doğu’daki savaş hattı boyunca asayiş ve düzenin bozulmasına yol açarak, Musul’un da dâhil olduğu yerlerde önemli karışıklıkların meydana gelmesine sebep olmuştu.17 Bölgede alışılmış aşiret kavgalarının ötesinde olan ve özellikle Kürtler arasında meydana gelen, bir nevi “ayaklanma” niteliğindeki birtakım hareketlerin bastırılması ise devleti hayli uğraştırmıştı.18 Kısacası, Tanzimat’tan beri büyük güçlüklerle merkezî otoritenin sağlanmaya çalışıldığı Irak coğrafyası, 93 Harbi’nin getirdiği otoritesizlik ve karışıklıklardan dolayı daha da emniyetsiz ve güvensiz bir hâl almıştı.19 17 Tafsilat için bkz. Mahmud Celaleddin Paşa, Mir’at-ı Hakikat, haz. İsmet Miroğlu, İstanbul 1983, II, 358-9. 18 Barzanlı Muhammed ve Bedirhan Osman Bey’in isyanları, Hemvend Aşireti’nin eşkıyalıkları ve Nihrili Şeyh Ubeydullah’ın isyanı için bkz. PRO, FO 195/1188, nr. 7: Russel’dan Nixon’a, Musul, 16 Nisan 1878; FO 195/1188, nr. 16: Nixon’dan Layard’a, Bağdat, 30 Nisan 1878; FO 195/1188, nr. 18: Nixon’dan Layard’a, Bağdat, 29 Mayıs 1878; FO 195/1188, FO 195/1188, nr. 62: Nixon’dan Layard’a, Bağdat, 27 Kasım 1878; FO 195/1242, nr. 50: Russel’dan Nixon’a, Musul, 30 Aralık 1878; FO 195/1188, nr. 2252: Nixon’dan Layard’a, Bağdat, 10 Aralık 1878; FO 195/1242, nr. 49: Russel’dan Layard’a, 22 Aralık 1878; FO 195/1310, nr. 150: Bağdat Konsolosundan Goschen’e, Bağdat, 3 Aralık 1880; BOA, ŞD Bağdat 2150/10, 19 Cemaziyelahir 1295/20 Haziran 1878; Ayniyat Defteri 852, s. 20, 4 Ramazan 1295/1 Eylül 1878. 19 Nitekim Bağdad İngiliz Konsolosu Nixon, Temmuz 1878 tarihli raporunda, Musul ve Bağdat arasındaki bütün yerlerin düzensizlik ve asayişsizlik içinde olduğunu belirtmektedir (PRO, FO 195/1188, nr. 14: Nixon’dan Ronald Thomson’a, 6 Temmuz 1878). 70 İmparatorluğu bir arada tutabilmek için reform yapmanın kaçınılmaz olduğunu gören II. Abdülhamid, 1879 başlarında, hemen hemen bütün sahalarda olmak üzere detaylı bir reform projesinin hazırlıklarını yapıyordu.20 Bu projenin bir parçası olarak da bilahare Irak ıslahatı meselesi ele alındı. Bu iş için, Bağdat Valisi Abdurrahman Paşa, Basra Mutasarrıfı Mazhar Paşa, Bağdat’ın eski valilerinden Mehmet Namık Paşa ve Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşa gibi bürokrat ve idarecilerden Irak vilâyetlerinin durumu hakkında raporlar hazırlamaları istendi. Düzenlenen raporlarda; sanayi, ziraat, eğitim, adalet, yönetim, ticaret ve asayiş konularında esaslı reformlar yapılması gerektiğine dair görüşler ortaya kondu.21 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası yoğunlaşan kaos atmosferinde II. Abdülhamid, yukarıda öngörülen ıslahatları uygulamak ve imparatorluk topraklarında asayiş ve düzeni tekrar sağlamak amacıyla çeşitli tedbirler almaya başlamıştı. İşte bu tedbirlerden biri de, mevcut sosyal ve iktisadî yapısından dolayı Bağdat’tan yönetilmesi oldukça güç olan Irak topraklarında yeni vilâyetlerin oluşturulmasıydı. Böylece bir taraftan yeni idarî merkezler oluşturularak buralarda merkezî otorite daha güçlü bir şekilde sağlanacak, diğer taraftan da bu merkezler etrafındaki göçebe aşiretler iskân edilerek medenî hayata alıştırılacaktı. Bu cümleden olarak, Şubat 1879 tarihi itibariyle Musul, Şehrizor (Kerkük) ve Süleyma20 21 Bkz. Stanford Shaw, “A Promise of Reform: Two Complimentary Documents”, International Journal of Middle East Studies (IJMES), III (July 1973), 359-365. Yapılması öngörülen reformlar ana hatlarıyla; ziraat açısından önemli bir potansiyele sahip olan Irak’ta sulamanın yaygınlaştırılması ve bataklıkların kurutulması, nehirlerin ıslahı ve nehiryolu taşımacılığının teşvik edilmesi, demiryollarının inşası ve göçebe aşiretlerin iskan edilerek ziraate alıştırılması gibi alt başlıkları içeriyordu (Gökhan Çetinsaya, “The Politics of Reform in Iraq under Abdülhamid II, 1878-1908”, İslam Araştırmaları Dergisi, III (1999), 44-48). 71 niye Sancakları Bağdat Vilâyeti’nden tefrik edilerek, oluşturulan müstakil Musul Vilâyeti’ne ilhak edildi ve valiliğine de Ahmed Feyzi Paşa getirildi.22 Yeni teşkil edilen Musul Vilâyeti’nin memur ve bürokrat ihtiyacının karşılanması amacıyla, vali tayininden hemen sonra özel bir komisyon oluşturulmuştu. Komisyonun çalışmaları neticesinde; Asım Bey defterdar,23 Şehrizor Tahrirat Müdürü Hamdi Bey vilâyet mektupçusu olarak24 tayin edilmişlerdi. Bir diğer yenilik de, vilâyetin vergi işlerini Bağdat’tan ayrı olarak düzenlemek ve gelirleri artırmak üzere, Musul Rüsumat Nezareti’nin kurulmasıydı. Bu kurumun başına ise, Balıkhane Nazırı İshak Efendi atandı.25 Ayrıca, vilâyetin önemli gelir kaynakları olan öşür ve hayvan vergilerini düzene koymak amacıyla, Şehrizor eski Muhasebecisi Hakkı Efendi, ihdas edilen Musul Âşâr ve Ağnam Nezareti’nin başına getirildi.26 Kuruluşu esnasında vilâyetin ilk resmî görevlileri şunlardı:27 22 23 24 25 26 27 72 BOA, Babıâlî Evrak Odası (BEO), Vilâyetler Gelen-Giden (VGG), Musul Telgraf-Giden 966, nr. 93 ve 94, 4 Şubat 1294/16 Şubat 1879; ŞD Bağdat 2150/66, 6 Receb 1296/26 Haziran 1879; Stephen Hemseley Longrigg, Four Centuries of Modern Iraq, Oxford 1925, s. 313; a.mlf., Iraq 1900 to 1950: A Political Social and Economic History, Oxford Uni. Press., 1953, s. 1; Peter Sluglett, “al-Mawşil”, Encyclopedia of Islam (EI), VI, 901; Kramers (Th. Bois), “Kirkük”, EI, Leiden 1986, V, 145; Andreas Birken, Die Provinzen das Osmanischen Reiches, Wiesbaden 1976, s. 203 ve 222. Musul’un ayrı bir vilâyet oluşuna ilişkin muhtelif eserlerde verilen 1878 yılı, yanlış bir tarih olarak gözükmektedir. Bu yanlışın, Besim Darkot tarafından telif edilen “Musul” maddesinde (İA, VIII, 743) verilen 1878 tarihinden kaynaklanması muhtemeldir. BOA, İ.DH 63591, 19 Rebiülevvel 1296/12 Mart 1879. BOA, İ.DH 63625 lef 8, 29 Rebiülevvel 1296/23 Mart 1879. BOA, İ.DH 64133, 24 Şaban 1296/13 Ağustos 1879. BOA, İ.DH 64907, 3 Rebiülevvel 1297/14 Şubat 1880. Devlet Salnamesi 1296, s. 218. Vali: Ahmed Feyzi Paşa Âşâr ve Ağnam Nazırı: Hakkı Efendi Defterdar: Asım Bey Muhasebeci: Nakşî Efendi Nâib (Kadı): Münir Mekkî Efendi Evkaf Muhasebecisi: Muhtar Efendi Vilâyet Mektupçusu: Hamdi Bey Defter-i Hâkanî Memuru: Afif Efendi Rüsumat Nazırı: İshak Efendi Musul’un bağımsız bir vilâyet haline gelmesi aynı zamanda, bu yeni vilâyetin ihtiyacı olan ikinci derecede memur ve kâtiplerin de maaş tahsisatlarıyla birlikte, Bağdat’tan buraya kaydırılması zorunluluğunu beraberinde getirmişti. Nitekim Bağdat vilâyeti muhasebe, mektubî ve evrak odaları kalemlerine ait belli miktarlarda maaş tahsisatları, Musul Vilâyeti’nin ihtiyacı olan memurlara tahsis edilmek üzere buraya nakledildi.28 Merkezi Kerkük olan Musul Vilâyeti, başlangıçta Musul Sancağı ve ona bağlı İmadiye, Davudiye, Zaho, Akra ve Dohuk Kazaları’ndan oluşturulmuştu. Şehrizor ve Süleymaniye Sancakları ise, gerekli hazırlıklar yapıldıktan ve yeni yapı oluşturulduktan sonra vilâyetin idaresi altına alındı.29 Şehrizor’un sancak mer28 29 BOA, BEO, VGG, Musul Telgraf Giden 966, nr. 87, 18 Temmuz 1295/30 Temmuz 1879; İ.DH. 63591, 19 Rebiülevvel 1296/12 Mart 1879. BOA, İ.DH 63625, lef 8, 29 Rebiülevvel 1296/23 Mart 1879. Nitekim, Musul Vilâyeti’nin teşkilinden sonra, kısa bir süre için Şehrizor (vilâyet merkezi Kerkük hariç) ve Süleymaniye Sancakları’nın Bağdat’la irtibatlarının devam ettiği ve daha sonra Musul Vilâyeti’ne bağlandıkları görülmektedir. Hicri 1296 tarihli (M.1879) Devlet Salnamesi’nde, her iki sancak da Musul’a değil Bağdat Vilâyeti’ne ait gözükmektedir (s. 215-6). 73 kezi olan Kerkük şehri ise, vilâyet merkezi olarak Musul Vilâyeti içinde teşkilatlandırılmış, ancak ona bağlı kazalar gerekli düzenlemeler ve tahsisatlar bulunduktan sonra vilâyete bağlanabilmişti. Vilâyetin kurulduğu tarih olan 1879’daki idari taksimatı şu şekildeydi: 30 Sancaklar Bağlı Kazalar Musul Sancağı İmadiye, Davudiye, Zaho, Akra, Dohuk Şehrizor (Kerkük) Sancağı Revanduz, Salahiye, Erbil, Köysancak, Raniye Süleymaniye Sancağı Gülanber, Karadağ, Baziyan, Merge, Şehribazar, Caf Aşâiri Yukarıda bahsedilen yeni kurumlara genellikle, Şehrizor (Kerkük) Sancağı’nda görevli olan memurların atanması, Musul’un ayrı bir vilâyet olarak teşkiliyle birlikte Kerkük şehrinin vilâyet merkezi haline getirilmesinin bir sonucuydu. Anlaşıldığı kadarıyla, daha pratik olması sebebiyle vilâyet görevlileri, yeni vilâyet merkezinden yani Kerkük’ten seçilerek atanmaktaydı. d) Kerkük’ün Vilâyet Merkezi Olması (1879-1883) Musul Vilâyeti’nin kurulduğu 1879’da, alınan Meclis-i Mahsus kararıyla, yeni vilâyetin merkezi Kerkük olmuş31 ve bu staHicri 1297 tarihli (M. 1880) Devlet Salnamesi’nde ise, Süleymaniye Sancağı, Musul Vilâyeti’ne bağlı gözükmekte fakat Kerkük hariç Şehrizor Sancağı’nın, Bağdat Vilâyeti’nin idaresi altında olma durumu devam etmektedir (Devlet Salnamesi 1297, s. 255 ve 259). 30 31 74 Devlet Salnamesi 1296, s. 215-6. BOA, İ.DH 63625, lef 1 ve 8, 29 Rebiülevvel 1296/23 Mart 1879. 1879 yılı sonrasına ait belgelere bakıldığında, Kerkük’ün artık Musul Vilâyeti’nin tüsü 1883’e kadar sürmüştür. Coğrafî sebeplerin yanında, ağırlıklı olarak Türk nüfusu barındıran ve bu özelliğiyle de merkezî yönetimin bölgedeki mühim bir dayanak noktası olarak görülen Kerkük’ün, Osmanlı Devleti’nin bürokrat ve asker ihtiyacını karşılayan merkezlerden biri olması, söz konusu tercihin önemli sebepleri arasındaydı.32 Bu bakımdan, vilâyetteki sosyo-kültürel yapının istisnası Kerkük idi. Alınan Meclis-i Vükelâ kararı üzerine,33 yaklaşık 4 yıllık bir süreden sonra, 1 Ocak 1883 tarihinde, vilâyet merkezinin tekrar Musul’a nakledilmesi iradesi çıkmıştır.34 Burada bir hususun vurgulanmasında yarar vardır. Başlangıçta Musul Vilâyeti’nin merkezi olarak Kerkük şehrinin seçilmesinin gerekçeleri ne denli doğru ise, değiştirilmesinin gerekçeleri de o denli isabetlidir. Anlaşılan hükümet, yeni vilâyeti teşkil ederken muhtemel bölgesel tepkileri dikkate alarak, yukarıda da belirtildiği gibi, daha çok güvendiği bir yer olan Kerkük’ü vilâyet merkezi olarak seçmişti. Ancak aradan geçen zaman içinde, vilâyetin ve yeni düzenlemelerin genel olarak bütün ahali tarafından benimsenmiş olduğuna kanaat getiren Osmanlı hükümeti, vâki müracaatları da dikkate alarak, vilâyet merkezinin daha uygun olan yere taşınması kararını almıştı. 32 merkezi olduğu görülmektedir. Başta vali olmak üzere, vilâyetin bürokratik yapısı içinde yer alan bir çok görevli de Kerkük’te bulunmaktadır (BOA, ŞD Bağdat 2152/20, lef 3, 8 Receb 1297/16 Haziran 1880; Ayniyat Defteri 1277, s. 238, 9 Safer 1300/20 Aralık 1882). Longrigg, a.g.e, s. 300; J.H. Kramers (Th. Bois), “Kirkük”, EI, New Edition, V, 145; C.J. Edmonds, Kürtler, Türkler ve Araplar, Kuzey-doğu Irak’ta Siyaset, Seyahat ve İnceleme 1919-1925, çev. Serdar ŞengülSerap Rûken Şengül, İstanbul 2003, s. 349-350, 370. Edmonds, İngiliz işgali döneminde bile, şehirdeki yönetici ve memurların büyük çoğunluğunun Türk olduğunu ifade etmektedir (a.g.e, s. 370-3). 33 34 BOA, BEO, VGG, Musul Telgraf Giden 967, nr.52, 20 Kânun-ı evvel 1298/1 Ocak 1883. BOA, İrade Meclis-i Mahsus (İ.MM) 3338, lef 1. 75 e) Musul Vilâyeti İdare Meclisi’nin Teşkili Musul’da vilâyet sisteminin uygulanması çerçevesinde, idare meclisinin yeniden teşkili konusuna, Midhat Paşa’nın icraatları anlatılırken değinilmişti. Ancak, Midhat Paşa’nın girişimiyle düzenlenen bu meclis, bir liva idare meclisiydi ve yeni vilâyetler nizamnamesine göre ikinci derece bir idarî meclis olduğundan, Bağdat Vilâyeti İdare Meclisi’ne bağlıydı. Vilâyet idare meclisi ise, Musul’un bağımsız bir vilâyet haline geldiği 1879’da teşkil edildi. Bu tarih itibariyle, eski Musul Livası İdare Meclisi, Vilâyet İdare Meclisi adını aldı. Meclisin, tabii üyeleri (âzâ-yi tabiiye) dışında, seçilmiş (âzâ-yi müntehabe) dört üyesi daha bulunuyordu. Ancak bu üyelerin sayısı, zamana göre değişebiliyordu.35 Vilâyet idare meclisi kaleminde ise, başkâtip, ikinci kâtip ve müsevvid unvanlarıyla bazı görevliler vardı.36 Vilâyet İdare Meclisi’ndeki tabii üyeler, aynı zamanda vilâyetin yönetiminde yer alan bazı önemli bürokratlardan oluşurdu. Nitekim bu meclise vali başkanlık ederken defterdar, naib (kadı), mektupçu ve müftü de tabii üyeler arasında yer alırdı. Diğer vilâyetlerde olduğu gibi, Musul vilâyetinde de âzâların belirlenmesinde, “meclis-i tefrik” adıyla geçici bir kurum oluşturulurdu.37 Vilâyet idare meclisinin daimi üyeleri bu “seçici kurulu” meydana 35 36 37 76 Nitekim, 1881 tarihinde dört üyeden bahsedilirken (BOA, ŞD Bağdat 2153/22, lef 1 ve 3, 9 Şaban 1298/7 Temmuz 1881); 1890 yılında, dördü Müslüman, üçü Hristiyan ve biri de Musevi olmak üzere toplam sekiz geçici üyenin adı verilmektedir (Musul Vilâyeti Salnamesi 1308, s. 52-3); 22 Haziran 1891 tarihli bir diğer belgede ise âzâ sayısı, dördü Müslim ve ikisi Gayrimüslim olmak üzere toplam altı olarak gözükmektedir (BOA, Yıldız Arşivi Mütenevvi Maruzat Evrakı (Y.MTV) 51/51, lef 5). 1892’de de, tekrar sekiz üyenin adı verilmektedir (Musul Salnamesi 1310, s. 77). Salname-i Vilâyet-i Musul 1312, defa 3, s. 127. BOA, ŞD Bağdat 2153/22, lef 7, 21 Zilkade 1297/25 Ekim 1880. getiriyordu.38 Meclis-i tefrik bu bakımdan, Vilâyet idare meclisinin geçici üyelerinin tespit ve seçilmesinde önemli bir görev üstlenirdi. Ancak atamada son karar, valinin teklifi ile Babıâlî’ye aitti. İdare Meclisi’ne üye seçiminde bazı usulsüzlükler de yaşanmaktaydı. Örneğin, Temmuz 1898’de üyelerin yarısının değiştirilmesi için yapılan seçimde, zaten idare meclisi üyesi olan Seyyid Hasan Efendi ve Keldanî cemaatinden Yusuf Yusufânî yeniden seçilerek üyelikleri onaylanmıştı.39 Yusuf Yusufânî40 ve akabinde Davut Yusufânî’nin41 uzun yıllar bu mecliste bulunduğuna bakılırsa, üyeliklerin özellikle belirli isim ve ailelerle özdeşleştiğini söylemek mümkündür. Aynı şekilde, Musevi Sason Efendi ve Sabuncu Muhammed Paşa42 gibi isimler de defalarca idare mecli38 39 40 41 42 Meclis-i Tefrik’in üyeleri; valinin başkanlığında, merkez naibi, mektupçu, muhasebeci, vilâyet müftüsü, divan-ı temyizdeki hukukçu memurlar ve ruhanî reislerden müteşekkildi (İlber Ortaylı, Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahallî İdareleri (1840-1880), Ankara 2000, s. 81-3). BOA, ŞD Bağdat 2177/3, lef 1 ve 2, 16 Safer 1316/6 Temmuz 1898. Yusuf Yusufani Efendi’nin, “asayişi bozmak ve âşâr meselesinden dolayı”, 1893 yılında üyelikten çıkarılması ve adlî tahkikata başlanmasından sonra, kendisinin tekrar âzâ olabilmek için teşebbüste bulunduğuna bakılırsa, meclis-i idare üyeliğinin, o dönem için oldukça avantajlı bir statü olarak görüldüğü söylenebilir (BOA, BEO, VGG, Musul Telgraf Giden 336, nr.21, 29 Rebiülevvel 1311/10 Ekim 1893). İngiliz Konsolos Vekili Rassam’a göre Meclis-i idare üyesi Yusuf Yusufani, suistimal sebebiyle yargılanan bir kaymakamdan, diğer üyelerle birlikte rüşvet alanlar arasındaydı (PRO, FO 195/2055, nr.33: Rassam’dan Melwill’e, 29 Aralık 1898). BOA, Dahiliye Nezareti İdare Kısmı (DH.İD) 204/8, 8 Cemaziyelevvel 1331/15 Nisan 1913. Musul’daki Keldani cemaatinin nüfuzlu isimlerinden biri olan Davut Yusufani ve muhtemelen aynı aileden Naum Yusufani, çeşitli tarihlerde mahkeme azalıkları da yapmıştı (PRO, FO 195/1445, nr.6: Russel’dan Hugh Wyndham’a, 26 Şubat 1883; Musul Vilâyeti Salnamesi 1325, s. 155). İngiliz kaynaklarına göre, defalarca Musul idare meclisine seçilen Sabuncu Muhammed Paşa, 1895 ile 1911 yılları arasında, merkezden gön- 77 sine seçilmeyi başararak, bu şekilde önemli bir statüye sahip olmuşlardır. Mayıs 1911’de yenilenen seçimlere kadar, aynı kişiler yeniden seçilmeksizin dört yıldan fazla bir süre için idare meclisi üyesi olarak kalmıştı.43 Oysa nizamnameye göre seçimlerin iki yılda bir yenilenmesi gerekiyordu. Yukarıda zikredilen örneklerde görüldüğü üzere, Musul’da nüfuz sahibi olmanın önemli bir yolu da, idare meclisine üye olmaktan geçiyordu. Böylelikle hem önemli bir idarî organda söz sahibi olunmakta ve hem de kazanılan nüfuz sayesinde, maddî menfaatler elde edilebilmekteydi.44 İdare meclisi âzâları, bunları 43 44 derilen pek çok validen daha güçlü konumdaydı. Esasında, Musul İdare Meclisi’nin, O’nun hâkimiyeti altında olduğunu söylemek mümkündür. Zira, diğer geçici üyelerin seçilmesinde büyük etkisi vardı (PRO, FO 195/2340, nr. 33: Rassam’dan Lowther’a, 1 Ağustos 1910). Hanna Batatu, O’nu bu bakımdan, 1890-1911 yılları arasında Musul’un gerçek diktatörü olarak tavsif etmektedir (Hanna Batatu, The Old Social Classes and The Revolutionary Movements of Iraq, Princeton University Press 1978, s. 289. Ayrıca bkz. Sluglett, “al-Mawşil” (Since 1900), EI, New Edition, VI, 901). Oldukça nüfuzlu biri olan Sabuncu Muhammed Paşa, devletin içinden bulunduğu zâfiyet halinden de istifade ederek uzun yıllar meclis-i idare üyeliğine sahip olmuş ve bu sayede büyük bir servet edinmişti (Batatu, a.g.e, s. 289-290). PRO, FO 195/2368, nr. 23: “Confidential report”, 3 Mayıs 1911. Musul’da bulunan ve yaklaşık 50 bin lira değerinde olan yedi büyük orman ve bir çok mîrî arazinin kanuna aykırı olarak Musul Meclis-i İdare âzâsından Yunus Eyüp, Süleyman Bey, Müftü Muhammed ve Yusuf Yusufânî ve Aziz Abdunnur Efendiler’in zabt ve tasarrufunda olduğu, vali (Tahsin Paşa), Süleymaniye Mutasarrıfı ile Merkez Mutasarrıfı Hamdi Beyler’in ise, Yunus Bey’in hanelerinde oturmalarından dolayı, birçok ihbara rağmen, hiçbir işlem yapmadıkları bilgisi bu duruma tipik örneklerden biridir (BOA, Ayniyat Defteri 1572, s. 226, 4 Cemaziyelahir 1302/21 Mart 1885). Ayrıca idare meclisi âzâsının, âşâr ihalelerine dolaylı yoldan müdahale ederek (özellikle kendi adamlarını bu ihalelere sokma yoluyla) pek çok yerin âşâr ihalesini kazandıkları şeklindeki menfaat sağlamalar 78 gerçekleştirmek için, vali ve diğer memurları da nüfuzları altına alarak, işlerini daha da kolaylaştırmış oluyordu. Musul’daki memur muhakemeleri, vilâyet adliyesini meşgul eden önemli bir konuydu.45 1871 tarihli İdare-i Umûmîye-i Vilâyet Nizamnamesi ile vilâyet idare meclisleri, idare ile ilgili görevlerin yanı sıra, memurları muhakeme etme göreviyle de donatılmıştı. İdare meclisinin bünyesinde 1878’den itibaren bir de Müddeî-i Umûmî (savcı) yer almaktaydı ki, bu görevli, valinin başkanı olduğu ve bir kısım meclis üyelerinden müteşekkil Hey’et-i Hâkime içinde yer alırdı.46 Meclis-i idare müddeî-i umûmîliği, vilâyetteki memurların suistimal, rüşvet ve yolsuzluk gibi dâvâlarına bakarak bir hükme varır ve bunu üst adlî organlara iletirdi. Yani idarî uyuşmazlık ve memur suistimallerinde bir nevi bugünkü idare mahkemelerinin görevini üstlenirdi.47 Meclis bünyesinde, memur muhakemeleri ile ilgili bir diğer organ da Hey’et-i İthamiye idi. Bu heyet ise, başkanı olan mektupçunun yanında, meclis-i idare müstantıkı (sorgu hâkimi) ile bir kısım meclis-i idare üyesinden 45 46 47 da, en sık karşılaşılan diğer suistimaller arasında yer almaktaydı. (BOA, Y.MTV 65/115, lef 1, 22 Muharrem 1310/16 Ağustos 1892). 1898 tarihli bir belgeye göre, vilâyet dâhilinde yüz kadar memur muhakeme altındaydı (BOA, BEO, VGG, Musul Gelen 335, nr. 20/4, 16 Rebiülevvel 1316/4 Ağustos 1898). Salname-i Vilâyet-i Musul 1312, s. 125; Salname-i Vilâyet-i Musul 1325, defa 4, s. 151. Şöyle ki, memur suistimalleri ve suçları, memurlar arası görev ve yetki ihtilaflarının çözümü, halkın, devlet memurlarının resmi tasarruflarına karşı şikâyetleri ve vergi ihtilaflarıyla ilgili dâvâlar, idare meclisi bünyesindeki bu mahkemede bidayeten görülürdü (Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Mahkemeleri, İstanbul 2004, s. 332). Vilâyet idare meclisi, livaların mutasarrıf ve idare meclisi üyelerini, vali ve vilâyet meclisi üyeleri dışında kalan vilâyet merkezi ile kaza, nahiye ve köylerde görevli kaymakam, müdür, muhtar ve diğer bütün memurlar ile meclislerin üyelerini her çeşit suçtan dolayı yargılayabilirdi. 79 oluşurdu.48 Ayrıca, bağlı liva ve kaza meclisleri tarafından verilen idari dâvâ kararlarının istinaf mercii de vilâyet idare meclisiydi. Vilâyet idare meclislerinin verdiği kararların tümü, mülkî âmir tarafından Şura-yi Devlet’e sunularak, haklarında irade çıkmadıkça uygulanamazdı.49 Vilâyet nizamnamesi gereği idare meclisleri gibi, vilâyetlerde teşkil edilmesi gereken diğer bir organ ise, Meclis-i Umûmîler idi.50 Yılda bir kez toplanması gereken ve başkanlığını valilerin yaptığı meclis-i umûmîler, bir tür danışma organı olup yerel ahali tarafından seçilmiş delegelerden oluşurdu. Yol, eğitim, tarım ve ticaretle ilgili meseleler, seçilen temsilciler vasıtasıyla bu meclislerde görüşülür ve halkın istekleri karşılanmaya çalışılırdı.51 Fazla işlevsel olmayan bu meclislerin Musul’daki işleyişi hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Nitekim Musul Vilâyeti Umûmî Meclisi bazen 48 Salname-i Vilâyet-i Musul 1312, s. 125; Salname-i Vilâyet-i Musul 1325, s. 151. 49 Ekinci, Osmanlı Mahkemeleri, s. 333. Ancak bütün bu işlemlerin yürütülmesi aşamalarında bazı suistimallerin de olabileceği göz ardı edilmemelidir. Örneğin, Musul’daki İngiliz Konsolos Vekili Rassam’a göre, 1898 Aralığı’nda, suistimalle suçlanan bir kaymakam, Vali Vekili Hamdi 50 51 80 Bey dahil olmak üzere bütün âzâlara (mektupçu Remzi Bey, meclis-i idare mustantıkı Abdullah efendi, meclis-i idare müddeî-i umûmîsi Hıdır efendi, Keldani Yusuf Yusufani ve Musevi Yuna Yamin) belli miktarlarda rüşvetler vererek aklanmıştı (PRO, FO 195/2055, nr.33: Rassam’dan Melwill’e, 29 Aralık 1898). Bu meclislerin kuruluş ve işleyişi için bkz Düstur, I. Tertip, Dersaadet 1289, I, 613 ve 639. Vilâyet umûmî meclisleri; ahalinin istek ve sorunlarını vilâyet idarecilerine bildirir ve ricada bulunurdu. Günümüz il özel idarelerinin ilk çekirdeği olan bu meclisler, karar ve uygulama yetkisine sahip değildi. Mecliste alınan görüş ve istekler bir mazbata ile hükümete bildirilirdi. Bu bakımdan fazla bir etkinlikleri de yoktu (Ortaylı, Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri (1840-1880), s. 71, 89-90). iki yılda bir bile toplanamamaktaydı.52 Buna rağmen halkın yönetime katılımını sağlayan böyle bir meclisin varlığı bile, yöneticileri ve özellikle İdare Meclisi’ni yönlendirme aracı olarak görülmelidir. f) Musul’daki Belediye Örgütleri Osmanlı vilâyetlerindeki idarî yapıyı yeniden düzenleyen 1871 tarihli İdare-i Umûmîye-i Vilâyet Nizamnamesi’ndeki bir fasıl, şehir ve kasabalardaki belediye daireleri ve meclislerinin kuruluş, işleyiş ve yetkilerini düzenlemektedir.53 Böylece belediye örgütü, vilâyet yönetiminde idarî bir varlık niteliğini kazanmıştı. Musul’da Bağdat’tan bağımsız olarak bir belediye örgütünün teşkili Şubat 1879’da gerçekleşti. Musul’un ayrı bir vilâyet haline geldiği bu tarihte, Davud, Yusuf, Anton, Abdullah, Ali, Hasan ve Süleyman Efendiler, dört yıl için Musul Belediye üyeliklerine seçildi. Aralarından Süleyman Efendi ise, Musul Belediye Reisliği’ne atandı.54 Vilâyette bazı belediye reisleri için yapılan rüşvet ve yolsuzluk suçlamaları,55 bu sorunun vilâyet idaresinde adeta kronik bir 52 53 54 55 Nitekim, 1909 yılında toplanmayan Musul Vilâyeti Umûmî Meclisi’nin 1910 yılında da toplanmaması üzerine, Dahiliye Nezareti tarafından vilâyete bunun sebepleri sorularak, vilâyetten meclisin toplanması için hemen hazırlıklara girişilmesi ve toplanma tarihinin bildirilmesi istenmişti (BOA, Dahiliye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye İdaresi (DH.MUİ) 83/53, 10 Rebiülahir 1328/21 Nisan 1910). Nizamnamedeki 111. maddeye göre, vali, mutasarrıf ve kaymakamın bulunduğu her şehir ve kasabada, belediye işleri için birer belediye meclisi bulunması gerekiyordu (Düstur, Birinci Tertip, I, 648-651). BOA, ŞD Bağdat 2152/38, lef 3, 24 Kânun-ı evvel 1296/5 Ocak 1881. Belediye meclis âzâsının seçimi için, ilk önce “intihab encümeni” teşkil edilmekte ve bu encümen sayesinde âzâlar belirlenmekteydi (BOA, ŞD Bağdat 2153/36, lef 1 ve 3, 3 Kânun-ı evvel 1297/15 Aralık 1881). PRO, FO 195/1885, nr. 32: Rassam’dan Mockler’a, 3 Eylül 1895. 81 hâl aldığına işaret etmektedir. Bunun en büyük nedeni ise, belediye reisliğinin, Süleymaniye gibi, aşiret çatışmalarının ve nüfuz mücadelelerinin yoğun olduğu bölgelerde, bir baskı ve üstünlük vasıtası olarak kullanılmasıydı.56 İlk anda Musul, Süleymaniye ve Kerkük Sancakları’nda teşekkül eden belediye örgütleri, sonraları kaza merkezlerinde de kurulmaya başlandı. Bu cümleden olarak, Musul Sancağı’na bağlı Dohuk Kazası’nda, 11 Haziran 1895 tarihli bir irade ile belediye teşkilatının kurulmasına izin verildi.57 Belediye dairesi kurulan yerler bununla sınırlı değildi. Mesela, 1896 başlarında, temizlik ve düzenin sağlanması gibi bilinen gerekçelerin yanında, ahalisi Yezîdîleri medenileştirmek amacıyla Sincar Kazası merkezinde58 ve 1898’de ise, Musul’un bir diğer kazası olup, gittikçe gelişen İmadiye’nin merkezinde de birer belediye dairesinin kurulmasına karar verilmiştir.59 Belediyelerin hizmet personeli arasında doktor, eczacı, kâtip, mühendis, sandık emini, kontrat memuru, jurnal kâtibi ve temizlik memuru gibi görevliler bulunmaktaydı.60 Zamanla ihdas edi56 57 58 59 60 82 Örneğin, Süleymaniye Belediye Reisliği yapan bir çok kişi için, bu tür şikâyetler dile getirilmiştir. Süleymaniye Belediye Reisi Seyyid Ahmet’in, Caflı Mahmud Paşa ve Talabanlı Şeyh Ali Efendi ile ittifak ederek Hemvend eşkıyasını tahrik etmesi, Süleymaniye Seyyidleri’ne ait köylerin yakılmasına ve çatışmalara sebep olduğuna dair Süleymaniye Nakibüleşrafının şikâyetine benzer çok sayıda şikâyet de gündeme gelmişti (BOA, Y.MTV 122/80, 25 Zilhicce 1312/19 Haziran 1895). BOA, İ.DH 22, 17 Zilhicce 1312/11 Haziran 1895; ŞD Bağdat 2167/5, 25 Şevvâl 1312/21 Nisan 1895; İ.DH 4, 11 Ramazan 1313/25 Şubat 1896. BOA, İ.DH 4, 11 Ramazan 1313/25 Şubat 1896. Bu tür belediyelerin kurulma amaçları arasında; sıhhat ve temizliğin sağlanması gibi genel amaçlar yanında, fiyatların kontrolü ve erzak temini gibi maddeler de yer almaktaydı (BOA, ŞD Bağdat 2174/19, lef 1, 17 Cemaziyelahir 1315/13 Kasım 1897; lef 3, 27 Şaban 1315/21 Ocak 1898). Salnâme-i Vilâyet-i Musul 1312, Def’a 3, s. 134. len diğer görevler ise, çoğunlukla temizlik ve aydınlatma ile ilgili konuları kapsıyordu. Ayrıca belediyelerin bünyesinde, “sıhhiye hey’etleri” de teşkil edilmişti.61 Kurulan bu belediye örgütleri, gerek maddi yetersizlikten ve gerekse belediyecilik anlayışının, hem görevliler ve hem de halk nezdinde henüz yerleşmemesinden dolayı, iptidaî şartlarda hizmet vermeye çalışıyordu.62 g) Vilâyetin Mali Yapısıyla İlgili Düzenlemeler Bilindiği üzere, Tanzimat’tan önce Osmanlı maliye teşkilatına bağlı olan muhassıllar, vergi tahsildarı olarak görev yapmışlardır. Ancak Tanzimat’ın ilanından sonra muhassılıklar lağvedilerek, bunlara ait vazifeler ise, defterdar, muhasebeci ve malmüdürlerine verilmişti. Bunlardan defterdar, vilâyetteki vergi, maliye ve hesap işlerinden birinci derecede sorumluydu. Musul’daki Tanzimat uygulamalarının başlangıcı olan 1848 yılında, merkezdeki yapılanmaların mâlî alandaki karşılıklarından biri olmak üzere, Musul Eyâleti’nde bir defterdar görev yapmaktaydı.63 Ancak Musul’un mutasarrıflık şeklinde Bağdat ve Van’a bağlı olduğu dönemlerde bu unvan bazen “mal müdürü”, bazen de “muhasebeci” olarak gözükmektedir. Aynı durum, vilâyet sisteminin uygulanmaya konulma (1869) sürecinde de devam etti. Ancak, Musul’un ayrı 61 62 63 Musul Vilâyeti Salnâmesi 1325, Def’a 4, s. 157. Örneğin içme suyu, hayvanlar vasıtasıyla Dicle Nehri’nden sağlanmakta ve suyun sağlıksız olmasından dolayı, tüberküloz, tifo ve sıtma gibi hastalıklar şehirde adeta kol gezmekteydi. “Tüberküloz hastalığının değişik türlerinden birine yakalananların oranının, kent halkının yaklaşık % 80’ine tekabül ettiği” bilgisi, şehirdeki sıhhî durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır (PRO, FO 195/2308, nr. 4: Wilkie Young’dan A. Lowther’a, 28 Ocak 1909). Devlet Salnamesi 1264, s. 121. 83 bir vilâyet haline gelişiyle birlikte, Vilâyet nizamnamesinin bir gereği olarak, vilâyet defterdarlığı ihdas edildi64 ve Asım Bey bu göreve atandı. Nizamname gereği maaşlı bir memur olan ve valinin emri altında bulunan Musul defterdarları, artık merkezden tayin edilmekte ve vilâyet idare meclisinin de tabiî üyeleri arasında yer almaktaydı.65 Vilâyetteki mâlî işleri denetlemek üzere, vilâyet maliye müfettişi unvanıyla ayrıca bir görevli bulunuyordu. Maliye müfettişi de, 1879 yılından itibaren bürokratik sistemde yer almaya başlamıştır.66 Ancak, bu görevin sürekli olup olmadığı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Dolayısıyla, teftiş ihtiyacına bağlı bir görev olma ihtimali yüksektir. Maliye müfettişleri, sadece teftiş yapmayıp bazen -Ebubekir Hâzım döneminde olduğu gibi- valiler tarafından mali işlerin düzene konulması ve ıslahat amacıyla da görevlendirilmişlerdir.67 1879 yılında, defterdarlığın ve maliye müfettişliğinin ihdası dışında mâlî yapıda başka önemli yenilikler de yapılmıştı: Bunlardan biri de, vilâyetin gümrük işlerini68 düzenlemek ve gelirlerini 64 65 66 67 68 Defterdar tayini dışında, Bağdat muhasebe kaleminden Musul’a memur nakli de yapılmıştı (BOA, İ.DH 63591, 19 Rebiülevvel 1296/12.03.1879; Ayrıca bkz. Devlet Salnamesi 1297, s. 258). Midhat Paşa’nın, Vilâyet nizamnamesi gereği yeniden oluşturduğu Musul Meclis-i İdaresi’nin doğal üyelerinden biri de defterdar idi (PRO, FO 195/949, nr. 9: Rassam’dan Elliot’a, 5 Eylül 1870). BOA, Ayniyat Defteri 1444, 22 Safer 1297/4 Şubat 1880. BOA, DH.SAİD 55/370. Musul Vilâyeti, Osmanlı-İran sınırının önemli bir kısmını oluşturması açısından, buradaki “gümrük” teşkilatı eski devirlere kadar uzanıyordu. Nitekim 1801 tarihli bir kayda göre, Osmanlı topraklarındaki yaklaşık doksan gümrükten biri de Musul’da bulunuyordu. Musul Gümrüğü, coğrafî konumu itibariyle “kara gümrüğü” statüsünde olup, bu tarihlerde “ihale” yöntemiyle işletilmekteydi (BOA, Cevdet Maliye(C.ML) 18641). Musul gümrüğünde, Tanzimat uygulamalarının başlangıcı olan 1848 84 artırmak amacıyla, Musul Rüsumat Nezareti’nin kurulmasıydı.69 Bu kurumun başına, Balıkhane Nazırı İshak Efendi getirilmişti. Musul Rüsumat Nezareti’ne bağlı olarak sancak ve kazalarda ise, rüsumat idareleri bulunuyordu. Tanzimat’ın öngördüğü, vergi işlerini düzene koymak ve gelirleri artırmak maddeleri, iktisadî ve idarî gelişmeyi sağlama açısından önem taşıyordu. İşte bu sebeple, Musul Rüsumat Nezareti’nin ihdasından kısa bir süre sonra da, mahsul ve hayvan vergilerini düzenlemek amacıyla Musul Âşâr ve Ağnam Nezareti kuruldu.70 Vilâyetin maliye bürokrasisinde yer alan görevlilerden bir diğeri de, defterdarlığa bağlı olan tahrir ve vergi müdürü’ydü. Ayrıca, yapılan arazi ve vergi tahrirlerinde, vergi memurları istihdam edilir ve vergi tahsili de onlar vasıtasıyla yapılırdı.71 Devlete ait para ve menkul kıymetleri alıp vermek ve muhafaza etmekten sorumlu olan sandık emini, bir nevi veznedar görevini üstlenirdi. Sandık eminleri, varidat ve mesarifat kâtipleriyle birlikte, “muhasebe kalemi” bünyesinde görev yapardı.72 Vilâyetteki vakıfların idaresi, evkaf müdürü ve muhasebecisi ile ilgili vakıfların mütevelli hey’etleri tarafından sağlanırdı. Musul Vilâyeti’ndeki vakıfların idarelerinden ve gelir-gider durumla- 69 70 71 72 yılından sonra da iltizam usulünün tatbik edildiği görülmektedir (BOA, İ.DH 12104, 23 Rebiülevvel 1266/6 Şubat 1850; A.MKT.NZD 67/49, 18 Safer 1269/1 Aralık 1852; A.MKT.NZD 143/61, 22 Receb 1271/10 Nisan 1855). Bu tarihten önce Musul’da, Bağdat’a bağlı bir “Rüsumat İdaresi” bulunuyordu (BOA, İ.DH 42850, 20 Rebiülahir 1287/20 Temmuz 1870). Bu nezaretin başına Şehrizor eski Muhasebecisi Hakkı Efendi getirilmişti. Nazırın emri altında, vilâyet merkezinde “merkez âşâr müdürü” ve sancaklarda ise “âşâr müdürleri” görev yapıyordu (BOA, İ.DH 64907, 3 Rebiülevvel 1297/14.02.1880). BOA, İ.ŞD 6587, 29 Safer 1309/4 Ekim 1891. Musul Vilâyeti Salnamesi 1310, s. 79. 85 rından sorumlu olan Musul ve bağlı yerlerdeki evkaf dairelerinde çeşitli görevliler vardı. Vilâyetteki vakıfların idare ve gelirlerinden birinci derecede sorumlu olan evkaf müdürlerinden sancak merkezlerinde de birer tane bulunmaktaydı. Evkaf dairesinde görevli evkaf muhasebecisi ise, vakıfların gelir ve giderlerinden sorumluydu.73 h) Vilâyetin Adlî Yapısıyla İlgili Düzenlemeler Vilâyet Nizamnamesi’yle, eyalet ve sancak meclislerinin idarî ve adlî görevleri, eskiye göre bariz bir şekilde birbirinden ayrılmıştı. Nitekim nizamnameyle, idarî alanda meclis-i idareler kurulurken, yargı alanında da nizamiye mahkemeleri denilen meclislerin teşkili öngörülmüştü.74 Vilâyet nizamnamesinin bir gereği olarak oluşturulan bu meclisler, 1879 yılında bidayet ve istinaf mahkemeleri adını almış ve aynı uygulama, aşağıda görüleceği üzere Musul Vilâyeti için de geçerli olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, Midhat Paşa Musul’da, şer’î mahkeme dışında ayrıca bir ceza mahkemesi kurmuş ve 1870 yılının Eylülü’nde, vilâyet sisteminin bir gereği olarak diğer meclislerle birlikte, Musul Livası için Meclis-i Temyiz-i Hukuk ve Cinayet’i teşkil etmişti. Nizamiye mahkemesi özelliğini taşıyan bu meclisler; 1879’a kadar varlığını sürdürmüş, bu tarihten sonra ise, yeni “teşkilât-ı mehâkim” kanununa göre bidayet ve istinaf mahkemeleri adıyla görev yapmaya başlamıştır. 73 74 Musul Vilâyeti Salnamesi 1308, s. 126. Musul Evkaf Muhasebeciliği’ne, muhtelif tarihlerde yapılan atamalar için bkz. BOA, İrade Evkaf (İ.Ev) 15, 11 Cemaziyelahir 1316; İ.Ev 24, 28 Şaban 1324. Buna göre nahiyelerde sulh meclisleri, kazalarda meclis-i deâvi, sancaklarda meclis-i temyiz-i hukuk ve cinayet ve vilâyet merkezlerinde ise büyük meclis-i temyiz-i hukuk ve cinayet adı altında ve seçilmiş üyeleri olan mahkemelerin kurulması gerekiyordu (Ekinci, Osmanlı Mahkemeleri, s. 164-172). 86 “Başlangıç mahkemesi” niteliğindeki bidayet mahkemeleri, 1879 tarihli Teşkilât-ı Mehâkim Kanunu’na göre kaza, liva ve vilâyet merkezlerinde kurulmaya başlanmıştı.75 Bu durumun bir sonucu olarak, Musul’un ayrı bir vilâyet olmasıyla birlikte, 1880 yılında, o dönemde vilâyet merkezi olan Kerkük’te de bir bidayet mahkemesi görev yapmaktaydı.76 Musul naibi, merkezde bulunan bu mahkemenin hukuk reisiydi.77 Bidayet mahkemesinin üyeleri arasında, ceza reisi ve müddeî-i umûmî muavini gibi görevliler de vardı. Bu durum, Kerkük ve Süleymaniye Sancakları’ndaki bidayet mahkemeleri için de aynen geçerliydi. Musul Bidayet Mahkemesi, hukuk ve ceza olmak üzere iki daireden ibaretti. Bu dairelerin, ayrı reisleri ile Müslim ve Gayrimüslim olmak üzere ikişer üye ve bir de âzâ mülazımı bulunmaktaydı.78 Ancak, Musul Vilâyeti’nde nizamiye mahkemelerine geçiş olmakla birlikte, eski şer’i mahkemeler de tamamen kaldırılmayıp, varlıklarını sürdürmüşlerdir. Buna göre naip, hem şer’i mahkeme, hem de yeni bidayet mahkemesinin reisi durumundaydı. Bu da, Tanzimat uygulamalarının hemen her alanda getirdiği ve eski ile yeninin bir arada olmasıyla beliren “ikiliklerin” Musul’daki tipik bir yansımasıydı. Bidayet mahkemesinin verdiği hükme razı olmayan tarafın bir üst mahkemeye başvurmasıyla, dâvâyı ikinci derecede gören mahkemelere istinaf mahkemesi denilir. Teşkilât-ı Mehâkim 75 76 77 78 Fatmagül Demirel, Adliye Nezareti’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri (18761914), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2003, s. 120. PRO, FO 195/1310, nr.56: Russel’den Plowden’e, 20 Kasım 1880; FO 195/1310, nr.3 (Belgenin aslı Osmanlıca’dır), 10 Rebiülevvel 1297/21 Şubat 1880. Devlet Salnamesi 1301, s. 544. Bidayet mahkemelerinin kuruluşu ve üyeleri için bkz. Ekinci, a.g.e, s. 205-9. 87 Kanunu’na göre vilâyet merkezlerinde, bir temyiz mercii olarak istinaf mahkemelerinin de bulunması gerekiyordu.79 Ancak bu mahkemenin, Musul’un müstakil bir vilâyet haline gelmesiyle birlikte hemen kurulmadığını görüyoruz. Bu durumda, istinaf yani temyiz mercii Bağdat İstinaf Mahkemesi olduğundan, mesafenin uzak oluşu ve mahkeme masraflarının artması gibi sebeplerle, Musul halkı büyük zorluklarla karşılaşmaktaydı.80 İsmi ilk kez, 1888 tarihli Devlet Salnamesi’nde yer alan81 Musul İstinaf Mahkemesi’nin teşkiliyle, vilâyet merkezindeki mahkeme sayısı böylece üçe çıkmıştır. Bidayet mahkemesinin başkanı olan vilâyet naibi, aynı zamanda istinaf mahkemesinin de reisiydi. Vilâyetteki istinaf mahkemesi de hukuk ve ceza olmak üzere iki daireden ibaret olup, hukuk dairesinin reisi, mahkemenin aynı zamanda başkanı olan vilâyet naibiydi. Bunun haricinde, Müslim ve gayrimüslim olmak üzere seçilmiş dört üyesi vardı. Ceza dairesinin ise, ayrı bir reisi olup, aynı şekilde dört âzâsı bulunuyordu. Ancak burada hemen belirtmek gerekir ki, her iki dairedeki âzâlar82 genellikle aynı isimlerden oluşuyordu. Diğer bir deyişle, üyelerin çoğu her iki dairede de görev almaktaydı. 79 80 81 82 Demirel, a.g.t, s. 127. PRO, FO 195/1479, nr.69: Richards’tan Plowden’a, Musul, 25 Ağustos 1884. Devlet Salnamesi 1306, s. 453. Salnameler, basım yılından önceki bilgileri verdiğine göre, Musul’da en kötü ihtimalle 1887 yılında bir İstinaf mahkemesi bulunuyordu. Mahkeme âzâlığının da, meclis-i idare azalığı gibi, oldukça önemli bir statü sağladığı görülmektedir. Âzâ olanlar bu statülerini kolay kolay kaybetmek istememişlerdir. Nitekim 1883 yılında, Adliye Nezareti’nden Musul’daki Adliye Müfettişine gelen bir emirde, Keldani cemaatinden nüfuzlu bir kimse olan Davut Yusufani’nin mahkeme üyeliğine son verilmesi istenmiş ancak bu, müfettiş tarafından uygulanmamıştı (PRO, FO 195/1445, nr.6: Russel’dan Hugh Wyndham’a, 26 Şubat 1883). 88 Diğer yandan, mahkemelerin kuruluşundan itibaren, genellikle bütçede karşılığı bulunamamasından veya yeterli elemanın olmamasından dolayı, zaman zaman bazı görevler fahri olarak yürütülüyordu. Nitekim, Şubat 1909’da alınan Meclis-i Mahsus-ı Vükelâ kararıyla, Musul Vilâyeti’ndeki bütün mahkeme âzâlarının, diğer maaşlı memurlar gibi, devlet tarafından atanıp görevlendirilmesi esası kabul edilmişti.83 Buna göre, Musul İstinaf Mahkemesi hukuk ve ceza dairelerine, çoğu mücavir vilâyetler mahkemelerinde görevli reis ve âzâlardan olmak üzere, toplam sekiz üyenin tayinleri yapıldı.84 Ayrıca, ilk kez ihdas edilen Musul İstinaf Müddeî-i Umûmîliği Muavinliği’ne de atama yapıldı. Âzâların bu şekilde, mahallinden değil de, merkez vasıtasıyla ve diğer bölgelerden tayini, şüphesiz bu mahkemelerin işleyişiyle85 ilgili bazı mahzurları ortadan kaldırmaya yönelik getirilen önemli bir yenilikti. Vilâyet adlî mekanizmasında, istintak (sorgulama) ve icra daireleri ile, bugünkü noterlerin işlevini gören mukavelat muharrirliği86 ve hapishane müfettişliği adlarıyla iki kurum daha bulunmaktaydı.87 Adli sistem içinde yer alan adliye müfettişleri ise, adliye görevlileri ile mahkemeleri denetlerdi.88 1892’de, Bağdat Vilâyeti Adliye Müfettişliği’ne tayin edilen Hüsnü Efendi, Mu83 84 85 86 87 88 BOA, Meclis-i Vükelâ Mazbataları (MV) 125/75, 25 Safer 1327/18 Mart 1909. BOA, İrade Adliye ve Mezahib (İ.AZN) 13, 23 Muharrem 1327/14 Şubat 1909. Bu mahkemelerin işleyişi hakkında bilgi için bkz. Demirel, a.g.t, s. 133-6. Demirel, a.g.t, s. 215; Ekinci, a.g.e, s. 231. Musul Vilâyeti Salnamesi 1325, s. 156. 1907 tarihli Musul Salnamesi’ne göre adliye müfettişi, vilâyet adliye teşkilatının da başkanıydı ancak, o bulunmadığı takdirde İstinaf mahkemesi hukuk reisi (yani naip) bu sıfatı taşırdı. 1881’de, Vilâyet Adliye Müfettişi, Niyazi Efendi’ydi (BOA, İ.DH 66800, 14 Receb 1298/12 Haziran 1881). 89 sul ve Basra Vilâyetleri mahkeme ve adliye dairelerinin de teftiş vazifesini ifa etmekteydi.89 Aynı görevi yürüten Hamdi Bey ise, bu vilâyetlerde başarılı çalışmalarıyla ön plana çıkmıştır.90 Sonuç olarak, Musul, 1879’da, merkezî otoritenin tesisi, idarenin yeniden tanzimi ve ıslahı gibi amaçlarla, sancak statüsünde bağlı bulunduğu Bağdat’tan ayrılarak müstakil bir vilâyet haline dönüştürüldü. Oluşturulan bu yeni vilâyette, idarî-mülkî mekanizmanın gereği olan bütün kurumlar da vücuda getirildi. Ancak yapılan yeniliklerle birlikte, bu değişimden önce yaşanan problemlerin ortadan kalktığına dair bir belirti görülmedi. Bunda, sıklıkla üzerinde durulduğu gibi, sosyal yapının kendine has niteliği ile geleneksel idareci ve memurların değişmemesi yani insan unsurunun aynı kalması gibi sebepler etkili olmuştu. Nitekim, bürokrasi ve yönetimde, eski alışkanlıkların devam etmesi, rüşvet ve suistimallerin önünün alınamaması gibi “kronik” hastalıklar, vilâyet haline gelinmesiyle birlikte de son bulmamıştır. Buna paralel olarak, Tanzimat uygulamaları için en önemli gereksinimlerden biri olan, “yetişmiş memur ve idareci yokluğu”, bir başka deyişle “kaht-ı ricâl” Musul için de önemli bir sorun idi. Diğer yandan, iyi yönetim için vazgeçilmez şartlardan biri olan emniyet ve asayişin sağlanması, Musul Vilâyeti’nin sahip olduğu (serbest ve bağımsız yaşamaya alışkın ve aynı zamanda yağmayı ve birbirleriyle mücadeleyi yaşam tarzı haline getiren Kürt ve Arap aşiretlerin şekillendirdiği) sosyal yapı nedeniyle de bir türlü istenilen seviyede olmamıştır. Mahallî asayişi sağlayan ve aşiretleri 89 90 90 BOA, İ.AZN 19, 3 Safer 1310/27 Ağustos 1892. Hüsnü efendi, bilahare memuriyetine yakışmayan kötü hareketlerinden dolayı adliye memurlarınca yapılan şikayetler üzerine azledilerek yerine Suriye vilayeti İstinaf mahkemesi ceza reisi Hamdi Bey getirildi (BOA, İ.AZN 12, 24 Zilkade 1312/19 Mayıs 1895). BOA, BEO, VGG, Musul Gelen 335, nr. 36, 15 Safer 1315/16 Temmuz 1897. nispeten kontrol altında tutabilen vali, mutasarrıf ve kaymakam sıfatındaki müstesna idarecilerin genel anlamda “başarılı” olarak gözükmesi dikkat çekicidir. Sivil ve askerî idareciler arasında, çoğunlukla mektepli-alaylı rekabetinden kaynaklanan anlaşmazlıklar ise, vilâyetin idaresini zaman zaman arapsaçına döndürerek, içinden çıkılmaz hallere yol açmaktaydı. Bu durumu, Tanzimat’ın getirdiği pek çok alandaki “dualite”nin doğal bir uzantısı ve yansıması olarak telakki etmek mümkündür. Yeni teşkil edilen Musul Vilâyeti İdare Meclisi ile sancak ve kazalardaki idare meclisi üyelerinin, yöre ileri gelenlerinden Yusufani ailesi, Sason efendi ve Sabuncu Muhammed Paşa gibi belirli isim ve ailelerden seçildiği görülür. İdareyi modernleştirmeyi amaçlayan hükümetin bu tür uygulamaları, sorunların daha pratik yoldan çözümünü amaçlamakla birlikte, statü elde etmenin vasıtası olarak da görülen üyeliklerin, kişisel menfaat elde etmek ve kendi konumlarını güçlendirmek için bir araç olarak kullanılması, bir taraftan mütegallibe zümresinin bu devirde de halka zulmetmek ve yönetime müdahale etmek gibi hususlarda etkin olduğunu gösterirken diğer taraftan da idare meclisleri ile hedeflenen iyileşmenin akîm kalmasına yol açıyordu. Üyeliklerin böylece bir baskı ve üstünlük vasıtası olarak kullanılmasını ise, Musul’daki sosyo-kültürel yapı ile özdeşleştirmek ve bu çeşit “modern temsil uygulamalarını” idrak edebilecek insan unsurundan yoksun olma haliyle açıklamak mümkündür. Buna rağmen idare meclisleri, mahallî yönetimlerde ve sorunların gündeme getirilmesinde önemli birer idarî organ işlevi görüyordu. Yukarıdaki hususlar, belediye meclisi üyelikleri için de geçerli olup, belediyeler de kısıtlı mâlî kaynakları sebebiyle, hizmet alanlarında etkisiz ve yetersiz kalmışlardır. 91 II. Mahmud Döneminde Cizye Vergisinde Yapılan Düzenlemeler: Kıbrıs Örneği Yrd. Doç. Dr. Haydar Çoruh [ *] Osmanlı Devleti’nde mali durum XVIII. yüzyılın başlarından itibaren giderek bozulmuştur. Bunun en önemli sebebi yöneticilerin tahsil edilmesi gereken vergilerden başka halk üzerine kendi lehlerine birçok harçlar yüklemiş olmalarıydı. 1808-1839 tarihleri arasında kalan yaklaşık 30 senelik döneme ait veriler incelendiğinde Kıbrıs’taki müslim ve gayrimüslim cemaatin cizye, nüzül, pembe, zecriye, öşür ve temettü adı altında bir takım vergiler ödemekte olduğunu tespit etmek mümkündür. Bu vergilerin bir kısmı XIX. yüzyıldan öncesine ait olmakla beraber, II. Mahmud döneminde uygulanan reform süreci bu vergilerin bir kısmında önemli değişiklikler meydana getirmiş görünmektedir. Reformun başlıca nedenlerinden biri olarak ada halkından toplanan kanuni vergilerin, kanunsuz vergiler nezdinde oldukça düşük seviyelerde seyretmesi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle kanuni vergilerin toplanmasında bir sorun yaşamayan Osmanlı * Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. [ ] 93 vergi tahsildarı, kanunsuz vergiler söz konusu olduğunda ada halkının isyana varan yaklaşımlarıyla karşılaşmaktaydı1. İsyanların bastırılması her zaman kolay olmamakla beraber, genelde ilan edilen muafiyetler sonucunda asayiş sağlanmıştır. Bunun ahali için tek getirisi, günübirlik zayiatlarının karşılanmış olmasıdır2. Cizye Vergisi ve Uygulamada Yeni Usuller Osmanlı Devleti’nde cizye, zimmî statüsündeki kadın, çocuk, ihtiyar ve din görevlileri dışında kalan vergi mükelleflerinden alınmaktaydı. Bununla beraber cizye vergisi bir işte çalışabilen, hane sahibi büluğ çağına gelmiş kişilerden alınıyordu3. Büluğ çağına gelmiş olmakla beraber bir işte çalışma yeteneğinden yoksun sayılan sakat ve yaşlı erkeklerden cizye alınmazdı. Bu durumdakiler Osmanlı literatüründe amelmande ve musin olarak tanımlanmaktaydı. Bir istisna olmakla beraber, mal ve mülk sahibi din görevlilerinden ve sakat ve düşkün kişilerden vergi verebilecek mal ve mülkü olanlardan da cizye talep edildiği anlaşılmaktadır4. 1 2 3 4 Bk. Coşkun Can Aktan, [Dilek Dileyici, Özgür Saraç], Vergi, Zulüm ve İsyan, Ankara 2002, s. 117 vd. Verginin ağırlığı sebebiyle ortaya çıkan (1764 Çil Osman Vakası, 1804 Tercüman Yorgaki Vakası, 1833 Deli İmam Vakası gibi) Kıbrıs İsyanları için bk. H.D., Purcell, Cyprus, New York, 1969, s. 176-179. Nuri Çevikel, Kıbrıs Eyâleti: Yönetim, Kilise, Ayân ve Halk (1750-1800), Gazimagosa 2000, s. 301. Cizyenin tarihî gelişimi hakkında bk. C. H. Becker, “Cizye”, İA, IV, s. 199201. Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, İstanbul 1977, s. 102-107; Arzu Tozduman, Aydın Güzelhisar’ın Sosyal ve İktisâdî Durumu (1844), (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi-İstanbul Üniversitesi), İstanbul 1992 s. 105. Askerlikten muafiyet vergisi olan cizye ve haraç, Kıbrıs’ta fetihten önce reâyâdan alınmakta olan sarnıç vergisi, arazi vergisi, çiftlik vergisi, tuz vergisi, üzüm suyu ürünleri vergisi ve şarap vergisinin gibi vergilerin yerine alınan öşür vergisinden farklı bir vergi olarak, bunların yak- 94 Cizye, sadece Osmanlı vatandaşı olanlardan değil, aynı zamanda Osmanlı topraklarında geçici sürelerle bulunanlardan veya seyahat edenlerden de talep edilmiştir. Bu hususta Müslüman olmalarına rağmen İran tebaasından cizye talep edilmesi kendi içinde ilginç bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır5. Bunun tarihsel nedenleri olduğundan konumuz dışında kalmaktadır. Osmanlı Devleti’nde cizye hane hesabı üzerinden ve toptan tahsil ediliyordu6. Ancak bu usul telafisi mümkün olmayan bir takım yolsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Geniş imparatorluk topraklarına yayılmış olan vergi mükelleflerini günü gününe takip etmek için bir sistemden yoksun olan devlet, genel olarak vergiyi daha önce yapmış olduğu tahrirlerden kalan defterler üzerinden takip ederdi ve zaman içinde meydana gelen değişimleri imkân oldukça bu defterlere işlerdi. Bu durum cizyenin nüfus değişmeleriyle orantılı olarak değil, aksine nüfustaki azalma veya artışlar dikkate alınmadan topluca tahsiline sebep olurdu. Bu da nüfusu zaman içinde artmış olan bölgelerden kişi başına 30-40 akçeyi geçmeyen meblağlar tahsil edilirken, nüfusu azalmış olan bölgelerde ise cizyenin 2000-3000 akçeye kadar yükselmesine sebep olmaktaydı. Böyle durumlarda ahali 1665 öncesinde olduğu gibi çareyi Kıbrıs’tan ayrılarak yakın vilayetlerden biri olan Suriye’ye kaçmakta bulduğu görülmektedir7. Bütün bunlar devletin cizye vergisi üzerinde köklü reformlara gitmesine sebep olmuştur. Bu bakımdan Köprülüzade Mustafa Paşa tarafından 1691 tarihinde yapılan cizye reformu bu meyan- 5 6 7 laşık %50’si civarında olan peşin parayla ödenen bir vergiydi (Purcell, Cyprus, s. 175). KŞS., nr. 27/46/3; nr. 28/44/2; nr. 29/86/2. Bu konuda yapılmış yeni bir çalışma için bk. Oktay Özel, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik-Devlet İstatistik Enstitüsü-, Ankara 2000, s. 35-50. Purcell, Cyprus, s. 175. 95 daki ilk reform olmakla beraber8, bu husustaki ikinci reformun ise ancak II. Mahmud döneminde 26 Nisan 1834 (16 Zilhicce 1249) yapıldığını tespit edebilmekteyiz. Buna göre a’lâdan 60, evsâtdan 30 ve ednâdan 15 kuruş vergi tahsiline karar verilmişti9. 1691 reformu ile II. Mahmud’un tahta çıktığı 1808 yılları arasında Kıbrıs’ta vergilendirmede bir değişim yaşanmadığı gibi, İmparatorlukta ödenmekte olan cizye ve diğer vergilerin en ağır seyrettiği yerlerden biri Kıbrıs olmuştur. Bunun en önemli sebeplerinden biri 1760’lı yılların muhassıllarından olan Çil Osman Ağa, toplanması gereken haracın iki katından fazlasını vergi olarak toplamakla kalmamış, Müslümanların vergisini de bir o kadar artırmıştı10. Benzeri bir durum Kıbrıs’ın meşhur tercümanlarından Hacı Baki olarak bilinen Hacı Yasef (Joseph) döneminde de yaşanmış olup, huzursuzluklar Hacı Baki’nin Yafa’da öldürülme8 Ahmet Tabakoğlu, Toplu Makaleler I, İktisat Tarihi, İstanbul 2005, s. 137-139; III. Murat zamanına kadar cizye mükellefi olan şahıslardan a’lâ derecesine müstahak olanlardan 30 akçe, evsât derecesine müstahak olanlardan 20 akçe, ednâ derecesine müstahak olanlardan 10 akçe cizye vergisi toplanırken III. Murad, bu miktarı 15, 30 ve 45 akçe şeklinde değiştirmiştir (Said Öztürk, Tanzîmât Döneminde Bir Anadolu şehri Bilecik, İstanbul 1996, s. 180]; 1691’de yapılan cizye reformu ile bu miktarlar yeniden belirlenerek alâdan 48, evsattan 24, ednâdan 12 akçe alınmaya başlanmıştır (Halil İnalcık, “Cizye”, DİA, VIII, s. 47). 1572 tarihli Kıbrıs kanununda ise reâyânın alasından? akçe, evsatından 80 akçe, ednasından 60 akçe alındığı ifade edilmekteydi (Ö. Lütfi Barkan, XV. ve XVI. 9 10 96 Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I., İstanbul 1943, s. 349). Boris Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğunda Cizye”, Belleten, VIII, Sayı: 32, Ankara 1944, s. 627. Purcell, Cyprus, s. 176. 1754 yılında Kıbrıs’ta, (Başpiskopos Kpriyanos yönetiminde) 10-11 yaşındaki çocuklar, yoksullar, kör ve amalar, yaşlılar, topal ve körler hariç olmak üzere 7500 reâyâ yaklaşık 10066 kuruş haraç ödemekteydi (Purcell, Cyprus, s. 180). sine kadar devam etmişti (1783). Muhtemelen 1786 yılından sonra Tercüman olarak tayin edilen Hacı Yorgaki’den sonra yolsuzluklar bir süre durmuştu11. Ancak, vergi kanalıyla devamlı zenginleşmekte olan Kıbrıs piskoposları ve ağaları, Tercüman Yorgaki’nin yaklaşık 20 yıl süren tercümanlığını sonlandırmak için merkeze uydurma haberler göndermekten kendilerini alamamışlardı. Sonunda 1804 yılında bir isyan girişimi ile Yorgaki’nin tahsildarlığına son verdiler12. Cizye vergisi üzerindeki memur ve eşraf vesayetini ortadan kaldırmak isteyen devlet, yeni nüfus sayımları yapmayı, bir çare olarak öngörmekteydi. Bu aslında değişen dünya görüşünün ve gelişen teknolojinin de bir getirisi idi ve Osmanlı Devleti de bu değişime ayak uydurmak durumundaydı. Osmanlı Devleti bu husustaki ilk adımları 1831 ve 1840 yıllarında atmıştır. Kıbrıs’taki Cizye Mükellefleri ve Mükellefiyetleri Devlet, eyaletlerde özellikle vergilendirme hususunda yapmak istediği planlamaları önceden belirler ve nümune defterleri hazırlanarak kolcular vasıtasıyla valilere gönderilirdi. II. Mahmud, dönemi bu konuda pek çok uygulamanın yapıldığı bir dönem olup, vergilendirme konusunda büyük sıkıntılar yaşayan Kıbrıs’a 1812 yılında gönderilen bir fermanla cizye vergisinin nasıl ve ne şekilde tahsil edileceği izah edilmiştir13. Bu fermana göre; Kıbrıs cizyesinin a’lâ, evsât ve ednâ olarak üç sınıf halinde toplanmasına karar verilmişti. Verginin, Osmanlı topraklarında bulunan yerli ve yabancılar ile gelip geçenlerden, kefereden, Yahudilerden ve İran vatandaş11 12 13 Purcell, Cyprus, s. 177. Purcell, Cyprus, s. 178. Kıbrıs ve adaya tabi olan kazalarda “yerli ve yabancı ve murur ve ubur eden ehl-i zimmet kefere ve yahudi ve Irak-ı Acem taifelerinin şer‘an edası lazım gelen...” [29 Mayıs 1812 (17 Cemaziyelevvel 1227), KŞS., nr. 27, s. 46, h. 3]. 97 larından alınmasına karar verilmişti. Bu hususta henüz bir sayım yapılmamış olduğundan, 1810 yılında hazırlanmış olan veriler üzerinden hareket edilmesi emredilmekteydi. Bu verilere göre adada 1269 a’lâ, 9880 evsât ve 1482 ednâ olmak üzere toplam 12631 cizye mükellefi vardı. Buna göre a‘lâ sınıfından olan vergi mükelleflerinden 12 esedi kuruş, evsât vergi mükelleflerinden 6 esedi kuruş ve ednâ mükelleflerinden ise 3 esedi kuruş tahsil edilecekti14. Osmanlı Devleti, kimlerin vergi muafiyetine sahip olduğu hususunda yukarıda da belirtildiği üzere tavrını açıkça ortaya koymuştu. Bununla beraber, zaman içinde bazı meslek sahiplerinin vergi muafiyeti sağladıkları görülmüştür. Bunlar arasında tercümanların ve mütesellimlerin de olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki bazı gayrimüslimler gayri kanuni yollar kullanarak, söz konusu mesleklere ait beratlar edinmekteydiler. Bu sayede cizyeden muafiyet talebinde bulunmaktaydılar. Kıbrıs’ta da bazı zengin piskopos ve rahiplerin devletin takibatından kurtulmak ve üzerlerinde kayıtlı bulunan malların vergilerini ödememek için bu yola başvurdukları anlaşılmaktadır. II. Mahmud, her ne kadar bu din adamlarıyla iyi geçinmek gibi bir prensip edinmiş olsa da böyle talepler ileri süren din görevlilerine yüz vermemiş, cizyelerinin kesin olarak tahsilini emretmiştir. Kendilerine gönderilen fermanlarda muafiyet halinin ancak sabi, yoksul, ihtiyar ve hasta olanlar için geçerli olduğu ifade edilmiştir. Devlet, bir adım daha atarak, fakir olarak sınıflandırılacaklar kadar düşük gelirli olan gayrimüslimlerin cizye vergisini edna olarak ödemelerine imkan tanıdı. Bununla beraber hazinenin durumunu da dikkate alan devlet, taksitlendirmelerin en fazla 4 ay ile sınırlı tutulması hususundaki tavrından ödün vermemişti. Diğer 14 98 İstanbul fındık altını: 8 kuruş, İstanbul Mahbubi: 6 kuruş, Mısır zerMahbubi: 5 kuruş, Mısır fındık altını: 7 kuruş, tuğralı sağ para: her 40 adedi 1 kuruş, 80 adedi ikilik ve 100 adedi yüzlük hesabıyla alınacaktı (KŞS., nr. 27, s. 46, h. 3). taraftan, cizye ödemek istemeyen bazı vergi mükelleflerinin ise nüfuz sahibi kişilerin korumasına girerek, onlara sağlanmış olan muafiyetlerden istifade etmek istedikleri, bazılarının da hileli evrak taşımak suretiyle vergiden kurtulmaya çalıştıkları tespit edilmiştir. Böyle durumlarda devlet eksiklikleri en ince ayrıntısına kadar takip etmiş ve bu şekilde davrananlara hak ettikleri cezaların verileceği ilan edilmişti. Benzer durumlar kocabaşılara ait evraklarda da rastlanmaktadır. Kocabaşılar, kendi bölgelerinden tahsil etmeleri gereken vergileri, mevcut reaya sayısına bölmek ve toplamak zorundayken, topluca evrak düzenleyerek tahsil etmeye çalıştıkları tespit edilmiş ve bu hususta cezalandırılmaları emredilmişti. Osmanlı Devleti, taşra memurlarının kendi menfaatlerine vergilere harç adı altında eklemeler yaptıklarını tespit etmiştir. Bu sebeple reaya fukarasına maişet, zahire, katibiye, kolcu akçesi, mahkeme harcı gibi yükümlülükler getirmekten kaçınılması ve sadece cizye vergisinin toplanması hususunda kesin emirler yayınlanmıştı. Ayrıca kadı, cizyedar, voyvoda, zabit veya diğer vilayet memurları aralarında ittifak yaparak, ahaliden zorla para toplamamaları hususunda bir kez daha uyarılmışlardı. Bu memurlara gönderilen emirlerde cizyedara muhalefet ederek, cizyenin toplanmasına mani olmayacaklardı. Kıbrıs’ta 1810 düzenlemesinin ardından 1813 yılında ikinci bir sayım daha yapılmıştır. Bu da aşağı yukarı 1810 yılı sayımının bir tekrarı niteliği taşıdığından bu sayım hakkında fazla bilgi verilmeyecektir15. 15 1813 yılında cizye evrak sayısındaki değişiklikler şu şekildeydi: 1813 yılında Kıbrıs’ta 1271’i a‘lâ, 9884’ü evsât ve 1491’i ednâ olmak üzere 12646 cizye mükellefi tespit edilmiştir. Bunlardan alınan bedeller ise aynı kalmıştır. Ancak alâ (12), evsât (6) ve ednâ vergiler, taban değerleri aynı kalmak şartıyla 3 esedi kuruş üzerinden işlem göreceklerdi [8 Aralık 1812 (3 Zilhicce 1227), KŞS., nr. 28, s. 44, h. 2]. 99 Cizye Vergisinin Artırılması İçin Kullanılan Yeni Yöntemler Kıbrıs’ta cizye 1691 yılından 1800’lü yıllara kadar neredeyse sabit bir kur üzerinden tahsil edilmiştir. Bu arada imparatorluk genelinde cizye oranlarında çok az bir değişme yaşandığı gözlenmektedir. II. Mahmud döneminde sıklaşan savaş masrafları ve devletin hazinesindeki problemler, diğer vergi kalemlerinde olduğu gibi cizye vergisinde de bazı artırımlara gidilmesini zorunlu hale getirmişti. Bu hususta yapılan esaslı ilk müdahalenin 1816 yılında olduğu anlaşılmaktadır. Devlet bu durumu ülkenin maruz kaldığı savaş hali ve iç kargaşa sebebiyle paranın değerinde meydana gelen aşırı dengesizliklere bağlamak istemiştir. Ayrıca ileri sürülen bir başka neden de rakı ve şarap gibi tekel ürünlerine ait fiyatlarda meydana gelen ani yükselişler olmuştur. Devlet söz konusu fiyat artışlarını sebep göstermek suretiyle cizye oranlarına 4 kuruşa varan zamlar yapmıştı16. 1816 (1231) yılı cizye düzenlemesi enflasyonun aşırı yükselmesiyle izah edilmeye çalışılmış olmakla beraber cizye mükelleflerinin bu durumdan büyük rahatsızlık duydukları anlaşılmaktadır. Bu tür düzenlemelerin eyaletlerdeki yürürlüğü bir yıl sonraki vergi oranlarına yansıtıldığından, Kıbrıs’ta vergi mükellefleri üzerindeki zam baskısının ancak 1817 yılı ve sonrasında ortaya çıktığını tespit etmek mümkündür. Aslında 1817 düzenlemesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer vilayetlerinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da yeni vergi mükellefleri ortaya çıkarmamıştı. Bu sebeple de evrağın temel fiyatında bir değişiklik olmamıştı. Buna rağmen vergi oranlarında görülen ani yükseliş, tekel ürünlerinin rayiç fiyatlarında meydana gelen artışla alakalandırılıyordu. Bu fiyat dalgalanmaları sebebiyle yeni düzenlemeden doğan fark sunî olarak 16 İnalcık, “Cizye”, s. 47. 100 cizye oranlarına yansıtılmıştı. Buna göre cizyenin rayiç değeri, 12, 6 ve 3 (esedi) kuruş olan temel fiyatları aynı kalmak şartıyla, içki fiyatlarındaki artışın yansıtılmasından sonra 4, 2 ve 1 kuruş daha artarak 16, 8 ve 4 kuruşa yükselmişti. Bunun bir istisnası olduğu anlaşılmaktadır. Bu zammın tek iyi sonucu, vergiyi esedi kuruş olarak ödeyemeyen fakirlerden bir şey talep edilmeyeceğine karar verilmesidir. Kararda vergi mükelleflerini de ilgilendiren özel bazı iyileştirmeler görülmektedir. Vergi mükellefi olup da acziyeti sebebiyle esedi kuruş yerine başka paralarla vergisini ödemek isteyenler olursa bunlar için de sabit bir kur belirlenmişti. Bu kur her cins paranın 40 adedine karşılık 1 kuruş olarak hesap edilecekti. Cizye vergisiyle ilgili daha başka bir değişikliğe gidilmemiştir17. İlk bakıldığında devletin fakir/fukarayı kolladığı ve bir yığın kur farklarından kurtararak, sabit bir değer oluşturmaya çalıştığı düşünülebilir. Buna karşılık rayiç fiyatlarda meydana gelen kur artışlarını kendi hazinesi için bir kazanç olarak gördüğünü söylemek de mümkündür. Yapılan zamlar sayesinde Kıbrıs reayasından a’lâ evrak sahibi olan 1271 vergi mükellefinden 4 kuruştan 5084 kuruş, evsât evrak sahibi 9884 mükelleften 2 kuruştan 19768 kuruş ve ednâ evrak sahibi 1491 mükelleften 1 kuruştan 1491 kuruş olmak üzere toplam 26343 kuruş cizye zam farkı tahsil edilmişti18. Yani devlet Kıbrıs reayasının cizye vergisine zam yapmamış olsaydı 79029 kuruş toplayacaktı. Zamlı haliyle toplanan miktar ise 105372 kuruş olmuştur. 17 18 29 Eylül 1816 (7 Zilkade 1231), KŞS., nr. 29, s. 86, h. 2. 9 Ağustos 1816 (15 Ramazan 1231), KŞS., nr. 29, s. 88, h. 2. 101 Mükelleflerin Sınıflandırılması İçin Yapılan Düzenlemenin Reddi II. Mahmud döneminin ünlü devlet adamlarından biri olan Ragıp Efendi’nin sunduğu lâyıhada19, imparatorluk çapında bir vergi ve nüfus tahriri yapılmasından söz edilmekteydi. Eğer böyle bir vergi sayımı yapılabilirse, devlet atıl kalmış olan kaynakları tekrar devreye sokabilecekti20. Ragıp Efendi layıhasında, verginin nasıl alınması gerektiği konusunda da bazı fikirler ileri sürmekteydi. Yıllık kazancı ve vergisi tespit edilmiş olanların ödeme güçlerine göre vergilendirilmeleri temin edilerek, hem adil bir sistemin uygulanması hem de mükelleflerin daha fazla kazanmaları teşvik edilmiş olacaktı. Ragıp Efendi’nin bu düzenleme ile bir başka amacı ise cizye miktarları üzerindeki spekülasyonları ortadan kalmaktı. Ragıp Efendi’nin layihasından etkilendiği anlaşılan II. Mahmud, ülke genelinde bir nüfus tahririnin yapılmasını emretmişti. Padişah bir taraftan askerlikle mükellef olan nüfusu tespit etmeyi, diğer taraftan ise uzun zamandır muafiyet temin etmiş olan ancak, yapacak bir görevleri kalmadığı halde bu muafiyetlerini sürdüren pek çok mükellefi de bu yolla tespit etmek istiyordu21. Kıbrıs, bu uygulamanın ilk merkezlerinden biri olmuştu. Adaya gönderilen numune defterlerinde vergilendirme esnasında uygulanacak olan nizam ve usuller tarif edilmişti. Bu emirler Kıbrıs eyalet meclisinde okunarak görevlilere dağıtıldı22. Lefkoşa naibi tarafından 19 20 21 22 Enver Ziya Karal, “Ragıb Efendi’nin Islâhat Lâyıhası”, Tarih Vesikaları Dergisi, I., Sayı: V, Ankara, (Şubat) 1942, s. 356. Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı 1831, Ankara 1977, s. 8. Osmanlı İdaresinde Kıbrıs, (Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yayınları), Ankara 2000, s. 52-53. Bu meclise Arap Ahmed Paşa Camii, Ömeriye Camii, Haydar Paşa Camii, Cami-i Cedid ve Ayasofya Camii vaiz, müderris-i ders-i am, naki- 102 bir ilam ile duyurulan emirler, cizye evrakının üç sınıf halinde, yani cizye kâğıtlarının alâ, evsât ve ednâ sınıflarına ayrılarak göre mükelleflere dağıtılmasını emretmişti. Devlet bu işle eski Sofya nazırı Abdürraif Haleti Efendi görevlendirildi. Abdürraif Haleti Efendi, tahrir işinde bazı sıkıntıların olduğunu tespit etti. Ona göre bu tarihe kadar Kıbrıs reayasının vergisi, mukayese usulü ile tahsil edilmekteydi. Öyle ki Kıbrıslıların ödemekle yükümlü olduğu vergiler ve diğer bedeller bir araya getirilerek, ortaya çıkan vergi, Müslümanlardan 1/3, 1/5 ve 1/8 oranında tahsil edilecekti. Kalan miktarlar (2/3, 4/5, 7/8) ise gayrimüslim ahaliden topluca tahsil ediliyordu. Devlet için kârlı olanı da bu idi. Ancak devlet kârdan ziyade, içinde bulunduğu zor şartlar sebebiyle reayanın rahatsızlığını ortadan kaldırmak istiyordu. Bu sebeple cizye ve diğer vergilerin ahalinin ödeme gücüne göre ayarlanmasına ve cizyenin reayadan üç sınıf (esnaf-ı selese) olarak tahsil edilmesine karar verildi. Alınan bu karar Abdürraif Haleti Efendi tarafından araştırıldığında görüldü ki, reayanın üç sınıf olarak vergi ödemesi halinde devlet hazinesi büyük zarara uğrayacaktı23. Bunun ancak bir istisnası olabilirdi ki, böyle bir uygulama ilk önce cizye evrakının ahaliye dağıtılmasını ve sonra bu evraklar göz önüne alınarak cizye vergisine ait miktarların ortaya çıkarılmasıyla mümkündü. Devlet, her ne zaman Kıbrıs ahalisinden bir vergi talebinde bulunacak olsa, mutlaka bir problemle karşı karşıya kalmıştır. 1830 yılının ortalarına doğru adada “Kıbrıs reayasına yeni cizye tahriri için evrak gönderileceği ve bundan sonra cizyelerinin üç 23 büleşraf kaimmakamı, Kıbrıs müftüsü, camii imamları ve hatibleri katılmışlardı [9 Ocak 1831 (25 Receb 1246), BOA, HAT., nr. 336/19278, lef: A]. Eğer “esnaf-ı selase itibariyle evrak ita olunması halinde maktu’-i mezkure baliğ olmayub, evvel cihetden emval-i miriyeye külli kesir ve noksan tertib edeceği ...” ifade edilmiştir (Aynı vesika, lef: B). 103 sınıf şeklinde düzenlenerek tahsil edileceği” şeklinde bir şayia yayılmaya çalışılmaktaydı. Aslında bu şayiadan ziyade bir gerçeğin de ifadesiydi. Ancak bu defa da devlet zararlı ve zamansız bir bilgi sızmasıyla karşı karşıyaydı. Bu şayianın temel hedefi vergi mükelleflerini tedirgin etmek ve bir isyana hazırlamaktı. Fakat muhassıl Halil Ağa, bu defa atik davrandı ve bir baskınla bu tertibin önünü almayı başardı. Kalabalıkları dağıtan muhassıl, ahaliden bazılarını ikna yoluyla, bazılarını ise cezalandırmak suretiyle dedikoduyu ortadan kaldırmıştı. Bu tarih yeniçeri isyanlarının ve İstanbul’daki kargaşanın sonuna denk geldiğinden, padişah bir başka hadise zuhur etmeden tahrir işinin bir an önce bitirilmesini istemekteydi24. Abdürraif Haleti Efendi’nin ileri sürdüğü çekinceleri yerinde bulan padişah bu düşüncelerin bir defa da Serasker Hüsrev Mehmed Paşa ile müzakere edilmesini istedi. Hüsrev Paşa daha önce kaptan paşa (1817 vd.) görevinde bulunmuştu. Kıbrıs’ta söz konusu dönemde kaptan paşalığa bağlı bir mukataa olarak onun yönetimindeydi. Paşa, Cezayir-i Bahr-ı Sefid Eyaleti’nin amiri ve dolayısıyla adanın da yöneticisi olması sebebiyle Kıbrıs’taki uygulanan nizamlardan haberdardı. 1831 yılı itibariyle Kıbrıs mukataasının muhassıllık malı 6 yük kuruş, diğer gelirlerden fazlalıkları 10 yük kuruş ve cizyesi 3 yük kuruştu. Devlet eski bir usul ile bu meblağları bir araya getirmekte ve toptan tahsil etmekteydi. Hüsrev Mehmed Paşa cizyenin bu şekilde mukayeseli değil de sınıflara ayrılarak ve tahammüle göre tahsil edilmesinin hazine için bazı sakıncalar doğurabileceğine işaret etti. Böylece paşa, Abdürraif Haleti Efendi’nin tezine destek vermiş oldu. Paşa ayrıca Kıbrıs cizyesinin eskiden olduğu gibi “mukayeseli” toplanmasının münasip olacağı üzerinde de durmaktaydı. Bu hususta defterdar, evkaf nazırı, mukataa nazırı ve tersane emini de aynı fikirde olduğundan şu hususlarda anlaşmaya varılmıştı: 24 Aynı vesika. 104  Kıbrıs diğer vilayetlerle kıyaslanamayacak kadar önemli bir mukataadır. Bu mukataadan elde edilecek ve devlete ödenecek olan gelirlere bir zarar gelmemesi için eski usulden vazgeçilmemelidir.  Vergilerin üç sınıf halinde değil, eskiden olduğu gibi mukayese usulüyle tahsili gereklidir. Toplantıdan çıkan bu kararlara göre, Kıbrıs reayasının vergisi eskisi gibi mukayese usulüyle toplanacaktı. Kıbrıs Muhassılı Kapıcıbaşı Halil Ağa’ya gönderilen bir yazı bu meyanda olup, gerekçeli kararı şu şekilde açıklanmaktaydı: Kıbrıs reayasının cizyelerinin üç sınıf olarak yazılması halinde, cizye bedellerinin bu sınıflara göre tahsili gerekecekti. Bu durum daha önceki usule (mukayese usulü) zarar vereceği aşikârdı. Bunun için Kıbrıs’a bir defalığına farklı bir muamele yapılması karara bağlanarak, cizyenin eskiden olduğu gibi mukayeseli ve toplu olarak tahsilinin daha uygun olacağı bildirilmişti25. Devletin bu husustaki esnekliği kısa zamanda etkisini gösterdi ve Kıbrıs’taki bazı vakıfların reayasının cizyelerinin tespitinde ve tahsilinde mükelleflerin son derece olumlu davranışlarıyla karşılaşıldı. Özellikle merkezi İstanbul’da bulunan Aişe Sultan ve Gazi İbrahim Paşa vakıfları ile Kıbrıs’ta bulunan çiftlik-i hümayun ve bu çiftliğe bağlı mukataalar reayasının cizyelerini ödemede hiçbir zorluk çıkarmadıkları görülmüştür. Bunun üzerine II. Mahmud, söz konusu çiftlik reayalarını rahatsız edecek başka vergiler konulmasından sakınılmasını emretmişti. Padişahın bu yaklaşımına rağmen, Kıbrıs muhassıllarının reayayı yeni vergi ve harçlar koymak suretiyle rahatsız etmeye devam ettiklerine dair ihbarların İstanbul’a ulaşması sebebiyle, yeni bir emir gönderilmesi elzem olmuştur. Emirde, Kıbrıs muhassılının çiftlik reayasını bu şekilde rahatsız etmesinin, mukataa 25 Aynı vesika. 105 reayasının haklarını ihlal demek olacağı belirtilerek, reayaya müdahale edilmemesine karar verilmişti (18 Ekim 1829). Ardından başka bir emir gönderilmiş ve Abdurraif Haleti Efendi’den, söz konusu çiftliklerin tahririne başlanarak, buradaki reayaların tespiti istenmişti. Yapılan tahrir neticesinde çiftliklerde alâ, evsât ve ednâ olarak 127 vergi mükellefi reayanın olduğu tespit edilmişti. Bunların hisselerine ise 3120 kuruş cizye, muhassıllık, semere, kalyoncu bedeliyesi ve diğer vergiler isabet etmekteydi. Bu vergilerin eski usule göre mukayeseli olarak tahsili halinde cizye bedeli olan 10212 kuruş ile toplam vergi 13332 kuruşa çıkmaktaydı. Bu miktardan yapılacak hazine kesintisi ise 1350 kuruş idi. Kıbrıs’ta bulunan çiftliklerdeki reayanın büyük kısmı hazine kesintisi olan miktarı ödemeyi kabul ederken, geri kalan vergiyi ödemeyi kabul etmiyordu. İleri sürdükleri gerekçe ise, kadı marifetiyle yapılan masrafların beledî hizmetlere yapılan masraflar olmasına rağmen bunların reaya üzerine yazılarak tahsil edilmek istenmesiydi. Oysa Kıbrıs’ta bulunan çiftlik reayası, vilayetteki diğer reayanın ödemesi gereken vergilerden muaf tutulmuştu. Eski kayıtlar Omorfo kazasına tabi Omorfo köyünde 387 cizye mükellefinin olduğunu göstermekteydi. Bu köyde bulunan çiftlik reayası hakkında bir bilgi yoktu. Buna rağmen tutulmuş olan kayıtlar, çiftlik reayasının tabi olduğu cizyelerin peşin tahsil edildiklerini göstermektedir. Yapılan araştırmalarda cizyelerini ödediklerine dair bir kayıt da bulunamamıştı. Bunun üzerine çiftlik reayasının vergi ve harçlardan kaynaklanan ödemeleri yapmamak hususundaki itirazları da değerlendirilerek, bunların tahririnin mukayese usulüne göre değil, yeni uygulanacak olan “üç sınıf” esasına göre yapılmasına karar verildi. Bu uygulama çiftlik reayasının bir nevi cezalandırılması anlamına da gelmiştir. Böylece çiftlik reayasının ödeme gücüne göre evrak verilerek vergilerinin 106 tahsil edilmesinin daha uygun olacağı hususunda tersane eminine talimat verilmişti26. Alınan bu kararlara rağmen, 22 Aralık 1833 (9 Şaban 1249) tarihli bir tahrir defteri, Kıbrıs’ta yaşayan gayrimüslim ve Yahudilerin cizye bedellerinin üç sınıf uygulamasıyla tespit edildiğine işaret etmektedir. Buna göre Kıbrıs’ın 17 kazasında yapılan tahrirde a‘lâ olarak 2760, evsât olarak 11413, ednâ olarak 6463 olmak üzere toplam 20636 cizye mükellefi tespit edilmişti27. Bu durum Kıbrıs için bir istisna teşkil eden mukayeseli usulün 1831 Nüfus Sayımı ile sınırlı kaldığını ve bu tarihten sonra terk edildiğini göstermektedir. Söz konusu defter, cizye tahririnin 1833 yılında da gündeme geldiğini ve İmparatorluk genelinde uygulanan şekliyle, yani vergi mükelleflerinin ödeme güçleri dikkate alınarak üç sınıf üzerinden tahsil edilmesine karar verildiğini göstermektedir. Uygulamanın Kıbrıs’ta da yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla devlet 1831 yılında reayanın rahatsızlığını ortadan kaldırmak maksadıyla bir defaya mahsus hazinenin zararını dikkate almamış idi. Oysa 1833 yılında bu hususun iptaline karar verilerek yeni usul olan üç sınıf uygulaması esas alınarak vergi tahririnin tatbiki gerçekleştirilmiştir. Fakat aynı yıl ortaya çıkan bir isyanın bu vergilendirme şeklinden kaynaklandığını söylemek mümkündür. İsyanın temelinde gayrimüslim tebaadan alınacak vergilerin fazlalığına dayalı şikâyetler yatmaktadır. Ancak ada dışından gelen gönüllü sayısının yüksekliğine bakıldığında bu isyanın aslında bir kışkırtmadan ibaret olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. 26 27 26 Temmuz 1831 (15 Safer 1247), BOA, D.BŞM., nr. 42001, s. 10, h. 1. Bu kazalar: Lefkoşa, Dağ, Değirmenlik, Omorfo ve ikisi bir kaza olarak düzenlenen Magosa-Karpaz ile Limasol, Magosa, Piskopi, Keylan, Evdim, Girinye, Baf, Kukla, Lefke, Tuzla, Mesarya ve Hırsofi’dir (22 Aralık 1833 (9 Şaban 1249), BOA, DH.CMH., nr. 27300). 107 Sonuç Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ı diğer vilayetlere nazaran biraz daha farklı bir konuma oturtmakta olup, buradaki reayanın nazik durumunu dikkatle izlemiştir. Bu husus özellikle vergilendirme konusunda dikkate değerdir. Bütün gayretlere rağmen istenilen şekilde vergilendirme yapılamamış, genelde bir ayrıcalık tanınmak zorunda kalınmıştır. Buna rağmen reayanın sızıltıları son bulmamıştır. Devletin ayrıcalıklı davranışlarına rağmen, reaya 1804, 1821 ve 1833 yıllarında üç defa başkaldırma girişiminde bulunmuştur. Bu girişimler bastırılmış olmakla beraber, adada özlenilen istikrar uzun bir süre kurulamamıştır. 108 Tanzimat Modernleşmesinde İstimlâk Kanununun Yeri ve Önemi Fatih Tayfur [ *] Bu tebliğ Avrupalıların Osmanlı Devleti topraklarından mülk edinmeleri meselesinin ortaya çıkışı ve gelişimi hakkında halen sürdürülmekte olan bir doktora etüdünün ortaya koyduğu birtakım bilgilerin ana hatları ile izah edilmesinden ibarettir. Bu bağlamda meselenin doğuşundan itibaren yabancıların ne gibi yöntemler ile emlak ve arazi edinmeye çalıştıkları buna mukabil Osmanlı Hükümetinin almış olduğu tedbirlerin hangi gerekçeler ile devreye sokulduğu incelemeye konu olmuştur. Aynı zamanda Islahat Fermanı’ndan itibaren Osmanlı hükümetinin yabancıların mülk edinebilmelerine yeşil ışık yakmaları akabinde hazırlanan yasa ve değerlendirmesi bu tebliğin ana konularını oluşturmaktadır. Bu tebliğ aynı zamanda Türk modernleşmesinde asli bir yere sahip olan Tanzimat dönemine aktarılan bir sorunun bu süreçte nasıl ele alınıp hangi hassasiyetler doğrultusunda çözüme kavuşturulmuş olduğunun da kısa bir hikâyesini vermeyi amaçlamaktadır. Yasanın çıkarılmasından sonra meydana gelen hadiseler ise bu tebliğin dışında bırakılmıştır. Avrupalıların Osmanlı topraklarında mülk edinme serüvenleri 1700’lü yılların başından 1900’lü yılların başlarında devletin siyasi hâkimiyetini * Vali Muammer Güler Anadolu Öğretmen Lisesi Tarih öğretmeni. [ ] 109 kaybetmesine kadar geçen iki yüz yıllık bir süreci kapsamaktadır. 1700’lü yılların başlarından 1800’lü yılların ikinci yarısının ortalarına kadar geçen yaklaşık bir buçuk asırlık süreç Avrupalıların illegal yollardan mülk edindikleri devreyi teşkil etmektedir. Avrupalıların mülk edinebileceklerine dair kanunun yürürlüğe girmesinden (1868) kapitülasyonların kaldırılması ve ardından dünya savaşı sonrası devletin siyasi hâkimiyetini kaybetmesine kadar geçen yaklaşık yarım asırlık süreç ise yasal yollardan emlak ve arazi tasarruf edebilecekleri dönemi kapsamaktadır. Müstemen Taifesinden Ecnebi Tebaasına Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan yabancılar üç şekilde tasnif edilmekte olduğu görülmektedir. İlki ilgili yabancı devlet ile Osmanlı İmparatorluğu arasında her türlü münasebeti yürüten ve ülkeye gelecek olan yabancıların işlerine yardımcı olan elçiler ve beraberindeki maiyeti olan diplomatik temsilcilerdir. Bir diğeri bugün turist olarak adlandırdığımız kesim olup tarih ve tabiat güzelliklerini veya dini bir amaçla seyahat ve ziyarette bulunan şahıslardır. Son olarak esas ve büyük çoğunluğu oluşturan kesim olup kara ve deniz yoluyla mal alış verişi kastıyla ülkeye gelip giden tüccarlardan müteşekkildir1. Tanzimat öncesi dönemde yabancı uyruklu kimseler için “Müste’men” tabiri kullanılmakta iken Tanzimat ve sonrası dönem için bu tabir kullanımdan düşerek gitgide yerini “Ecnebi” kelimesine bırakmıştır. Müste’men tabiri tamamen şer‘i hukuka ait bir 1 “Düvel-i nasaranın Memalik-i Mahruseti’l-mesalik-i şahaneye, devletleri tarafından tevarüd eden tebaaları üç sınıfa münhasır olup biri ikamete memur elçileri ve anların maiyetlerinde olan sefaret takımı ve diğeri ziyaret ve seyahat ve seyr ü temaşa arzusuyla amed ü şüd eden züvvar ve sınıf-ı salisi bahran ve berren bey ü şıra etmek için gelip giden tüccar makulesi olup…”, 20 Kasım 1822 (05 Ra 1238), C. HR, nr. 3312. 110 kavram olup müste’men şahsın İslam ülkesine giriş izni, ikameti, oturum müddeti, sahip olduğu haklar ve sorumluluklar hep şer‘i hukuk çerçevesinde tanzim edilmektedir. Bu açıdan yaklaşıldığında ecnebi kelimesinin, müste’men tabirine yüklenilen mana ve mefhumu taşımaktan uzak olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda ecnebinin, müstemenin uymakla yükümlü olduğu ve şer‘i hukukun tanzim ettiği kurallar bütününden daha bağımsız hareket etme kabiliyetinde olduğu düşünülebilir. Bir başka ifadeyle ecnebi tabiri, şer‘i hükümlere tabi olma mecburiyeti ile karşı karşıya olmayan bir anlamı karşılıyor olabilir. Tanzimat ile başlayan Avrupa tarzı modernizasyon ve reform sürecinde şeriat hükümlerine göre tanzim edilmiş bir yabancı profili yerine Avrupa hukuk normları ve ekonomik sisteminin tesir ve tayin ettiği bir yabancı kimlik ve tanımlaması ile karşı karşıya kalındığı düşünülebilir. Yabancıların Osmanlı Toplumu İle İhtilatı Avrupalıların Osmanlı ülkesindeki bütün hak ve yükümlülükleri kapitülasyonlar ile çerçevelendirilip şekillendirilmiş olduğu malumdur. Avrupa tebaa ve tüccarı kapitülasyonlar çerçevesinde bir maslahata istinaden geçici olarak Osmanlı ülkesinde iskân ve ikamet edebilmekte idiler. Bilindiği üzere bu iskân ve ikametin vadesi yaklaşık olarak bir sene olup sürenin aşılması halinde İslam hukukuna göre belirli yükümlülükler söz konusu olmakta idi. Osmanlı ülkesinde kapitülasyonlar ile geçici olarak iskân ve ikamete kavuşan yabancıların, 1700’lü yılların başlarından itibaren İmparatorluğun muayyen bölgelerinde Osmanlı toplumuna intibak etmeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Osmanlı yurttaşlarına mahsus addedilen sanatları icra etmeye başlayan bu yabancıların, gayrimüslim yerli kızlar ile evlendikleri ve yerleşmeye çalıştıkları bölgelerde taşınmaz mal edindikleri anlaşılmaktadır. İmparatorluğun özellikle Ege Denizindeki ada ve kıyı bölgelerinde belirgin olarak 111 gözlemlenen bu durumun yerli ve yabancıların giderek birbirleri ile ihtilat etmeleri sonucunu doğurduğu görülmektedir. Yabancıların, yerli ahali gibi Osmanlı ülkesinde yerleşik düzene geçişlerini temin eden izdivaç yapmaları, esnaflık icrası ve mülk edinmeleri devletçe yasaklanmıştı. Bu yasaklamalara rağmen yabancıların bazı şartları kabul etmeleri koşuluyla ikamet ettikleri bölge ahalisinin bir parçası olarak tanınmaya hazır olduklarına dair birtakım bulgulara ulaşılmaktadır. Bu bağlamda yabancılardan istenen en önemli hususun Osmanlı yurttaşı yerel halkın ödemekle yükümlü oldukları vergileri kabul etmeleri olduğu anlaşılmaktadır. Zira yabancılar bölgenin asıl yerli ahalisi olan Osmanlı yurttaşlarına mahsus olan kazanımlara ortak olmuşlar ve böylece söz konusu yabancılar “Ahali-i Vilâyet Hükmüne” yani bölge halkının arasına dâhil olarak onun bir ferdi hüviyetine bürünmüşlerdir. Bu takdirde kendilerine yerleştikleri mahallin ahalisi ile beraber tıpkı bir Osmanlı yurttaşı gibi vergi yükümlülüğünün getirilmesi devletlerarası kuralların bir gereği olarak algılanmakta idi2. Osmanlı belgelerinde Avrupa’da bu gibi durumlarda tanınan bir veya iki senelik mühletin ardından yabancıların, yerleşmiş oldukları memleketin ahalisinden sayılmakta olduklarına dair bilgiler mevcuttur. Osmanlılar kapitülasyonlar ile verilen ayrıcalıkların, ancak misafir ve yolcu gibi geçici bir ikametle maslahatını görüp gidecek kimselere mahsus olduğunu, kendi ülkesine 2 “…Bir devletin reayası ahar devletin memalikine nakl ve hicret ve ol tarafta tul müddet ikamet ile kar ü kesbine iştigal ve ol beldenin kızlarıyla teehhül ve tezevvüce mebni ashab-ı evlad ü ıyal ve erbab-ı mal ve emlak ve menal olarak asıl ahaliye mahsus olan kâffe-i menafi ve fevaid ile temettu ettikleri cihetten ahali-i vilayet hükmünde olduktan sonra rüsum ve tekâlifi tavattun ettikleri mahallin sekenesiyle beraber edada tecviz-i tereddüt etmemeleri alelumum meri ve muteber olan kaide-i düvel muktezasından olmakla…”, 02 Ağustos 1795 (16 M 1210), C. HR, nr. 3794. 112 yerleşerek iş güç sahibi olan, aile kuran yabancıların zikredilen imtiyazların dışında tutulması gerektiği görüşünü savunmaktadır3. Böyle bir iddianın dolayısıyla emlak sahibi olan yabancıları da kapsadığı düşünülebilir. Yabancıların Mülk Edinme Biçimleri Kredi ve İpotek İlişkileri Yabancılar gerek iskân ve ikametlerine gerekse ticaretlerine mahsus ve matuf olarak taşınmaz mal edinmeye teşebbüs etmekte bu bağlamda yerlilere sağladıkları kredi karşılığında ipotek olarak gösterilen gayrimenkulleri ellerine geçirdikleri anlaşılmaktadır. Yabancı uyruklu şahıslar Osmanlı yurttaşlarına ait olan çiftlik ve arazileri kiralamakta oldukları bilinmektedir. Yerli ahali, şu veya bu sebepten çiftlik ve arazilerini kiralayan yabancılara borçlu düşmekte idiler. Borcun geri ödenememesi halinde karşılık olarak kirada bulunan gayrimenkuller yabancı uyruklu kimseler tarafından ele geçirilmekte böylece kiracı durumunda bulunan yabancı uyruklu kimseler bu şekilde çiftlik ve arazilere sahip olmakta idiler4. 3 “…Ve buna mebni Devlet-i Âliyye ile düvel-i nasara beyninde akd olunan şurut ve uhud da reayayı padişahîden imtiyaz suretinde verilen muafiyat ancak müsafiraten amed ü şüdd eden müste’menan hakkında cari olup memalik-i mahrusede tavattun ve reaya kızlarıyla teehhül edenler muafiyat-ı mezkureye dâhil olmadıkları…”, 02 Ağustos 1795 (16 M 1210), C. HR, nr. 3794. 4 “Ekser mahallerde tebaa-i ecnebiye uhdelerine bir hayli çiftlikler icar olunduğu ve bu münasebetle ashabı bir aralık müstecirlere medyun çıkarılarak uhde-i icarlarında olan yerlerin ellerine geçmesine bir yol bulunduğu beyan-ı âlisiyle…”, 01 Temmuz 1852 (13 N 1268), İ. HR, nr. 4322; “Memalik-i mahruse-i hazret-i şahanenin ekser mahallerinde tebaa-i ecnebiye uhde ve idaresine bir hayli çiftlikler icar olunduğu ve bu münasebetle ashabı bir aralık müstecirlere medyun çıkarılarak uhde-i iltizamında olan yerlerin ellerine geçmesine bir yol bulunduğu mervi ve mesmuu-ı âli olup…”, 18 Ağustos 1852 (02 Za 1268), İ. MVL, nr. 254/9405. 113 Resmi Evrak Üzerinde Usulsüzlük Yabancı uyruklu bir kimse başka bir devletin tabiiyetinde bulunduğu için kendi şahsı adına herhangi bir taşınmaz mal sahibi olamamaktadır. Ancak mülk edinmek isteyen yabancıların resmi evrak üzerinde Osmanlı yurttaşı gibi gösterildiği böylelikle Osmanlı yurttaşlarının sahip olduğu mülk edinme hakkına bu yolla kavuştukları anlaşılmaktadır. Başka bir devletin tabiiyetinde bulunan kimselerin bu şekilde bir yol takip ederek mülk edinebilmelerinde yetkili Osmanlı kurumlarının mesul olduğu açıktır. Zira emlak ve arazi alım satım işlerine bakan yetkili resmi kurum ve kadroların iğmaz ve müsamahası olmadan böyle bir suiistimalin resmi evrakta tahakkuk etmesi mümkün değildir5. Özellikle mahkemelerde görevli bulunan hâkim ve nüvvabın bu konudaki dikkatsizlikleri eleştirilen konuların başında gelmektedir6. Bu bağlamda öyle gözüküyor ki yetkili resmi daire, emlak ve arazi satın alacak olan kimsenin tabiiyetini dikkate almamakta ve şahısları hilaf-ı hakikat Osmanlı uyruğundaymış gibi göstererek evrakta sahtecilik yapmakta idiler7. Muhtemelen resmi evrakta tahrifat yapılarak sahte evrak düzenlenmesi dolayısıyla yetkililere bir 5 6 7 “…Cümlenin malumu olduğu üzere memalik-i mahruse-i hazret-i şahanede ecanibin emlak tasarruf etmesi memnuattan olarak Kıbrıs’ta ve diğer mahall-i sairede tebaa ecnebiyenin ellerinde emlak bulunması mücerred ol babda olan memnuiyyetin tamamiyyet-i icrasında vukua gelmiş olan iğmaz ve tegafülden neş’et etmiş olup…”, 19 Ocak 1850 (05 Ra 1266), A. MKT. UM, nr. 6/62. “Tebaa-i ecnebiyeden bazıları hile ve te’vil ile familyalarına ve bazı hizmetçilerine sureta tebaa-i Devlet-i Âliyye’den olduğunu bil-isnad emlak almakta olup bu maddeye mahkemelerde hâkim ve nüvvab taraflarından dikkat olunmayarak ale’l-amya icabı icra olunmakta olduğundan…”, 02 Eylül 1851 (06 Za 1267), A. MKT. UM, nr. 73/48. “…Bunların hücec ve temessükatı ecnebi sarahatiyle olmayıp kaffeten tebaa-i Devlet-i Âliyye ismine muharrer bulunduğuna…”, 19 Ocak 1850 (05 Ra 1266), A. MKT. UM, nr. 6/62. 114 miktar meblağ söz konusu hizmetlerine mukabil ödenmekte olduğu anlaşılmaktadır. Danışıklı (Muvazaa) Usul İstimlâk Kanunu çıkarılmadan evvel yabancı uyruklu kimselerin Osmanlı ülkesinden mülk edinmelerinde en çok başvurdukları yol muvazaa usulüdür. Yabancılar, satın almayı düşündükleri emlak ve arazileri resmi evrak ve tapuda Osmanlı uyruğundaki eşleri, yakınları veya hizmetinde bulunanların üzerine kaydettirmekte idiler. Emlak sahibi yabancıların muvazaa usulünü tercih etmelerinin temelinde öncelikle yabancılar sahip oldukları mülkleri bu yolla devlet müdahalesinden kurtarıp garanti altına aldıkları ileri sürülebilir. Zira mutasarrıf oldukları söz konusu mülkler sahip olma hakkı bakımından Osmanlı yönetimince meşru addedilen bir mülk kapsamına girmemektedir. Böylece yönetimin söz konusu mülklere eski statülerini iade etme adına er veya geç bir şekilde harekete geçmesi kaçınılmaz olmaktadır. Yabancı mülk sahipleri, söz konusu muvazaa kılıfı altında tasarruflarındaki mülkleri gizleyerek Osmanlı yönetiminin kovuşturmasından kurtarmaya çalışmaktadırlar. Osmanlı hükümetinin yabancılara mülk satışının yasaklanması hususunda yetkilileri ve yurttaşlarını mütemadiyen ikaz etmesine mukabil söz konusu usulsüzlük devam etmektedir. Hükümet yabancı uyruklu kimselerin satın almakta oldukları mülklerini tapuda eş ve yakınlarının üzerlerinde gösterdiklerinden haberdar olup hadisenin bu şekilde yürümesine ses çıkarmamakta olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yine bu türde bir olay dolayısıyla yetkilileri uyaran Osmanlı hükümeti, yabancı kimselerin Osmanlı tabiiyeti altındaki eş ve yakınları üzerine mülklerini geçirmeleri ve dolaylı yoldan tasarruf sahibi olmalarına müsaade edilip müdahalede bulunulmayacağı ifade etmiştir8. 8 “…Ve arazi-i haliye-i mezkurenin dahi bunlara satılması münafi ve mugayir olarak eger bunlar olup tebaa-i sahiha-i Devlet-i Âliyyeden olan 115 Kendilerine karşı yürütülen yasaklamalar karşısında Avrupalılar birtakım gerekçeler ile mülkler üzerindeki tasarruf haklarının geçerliliğini iddia etmekte idiler. Avrupalılar âdet üzere uzun müddet tasarruf edilen taşınmaz malların, kanun ile tasarruf olunan taşınmaz mallar hükmüne girdiğini bir başka ifadeyle uzunca bir süre âdet üzere sahip olunan mülkler üzerindeki tasarruf hakkının, kanunen tasarruf hakkını doğurduğu tezini savunulmakta idiler9. Bu görüş Avrupalıların sahip oldukları taşınmaz malların tasarrufuna ilişkin iddialarının temel dayanak noktalarından biri idi. Osmanlı Hükümetinin Almış Olduğu Önlemler Yasağın Dayanakları Olarak Şer‘i Hukuk ve Kapitülasyonlar Osmanlı hükümeti, İstimlâk Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1868 yılına dek yabancı uyruklu kimselerin Osmanlı ülkesindeki taşınmaz mal edinme girişimlerine, şer‘i hukuka ve kapitülasyon hükümlerine aykırı olduğu iddiasıyla müsaade etmemiştir. Hükümetin gerek yabancı devletlerin temsilcilerine gerekse içerideki yerel idarecilerden oluşan muhataplarına hitaben “Muhalif-i Mesağı Şer‘i Şerif ve Münafi-i Uhud ve Şurut” şeklindeki ibareler ile öne sürdüğü en önemli gerekçe bu mevzuda şer‘i hukukun ve 9 zevce ve müteallikatları üzerlerine ittirüp ol vechile bilvasıta mutasarrıf olmakta iseler buna müsaade olunmakta olduğundan bir şey denilmeyip…”, 15 Şubat 1851 (13 R 1267), İ. MVL, nr. 210/6807. “…Memalik-i mahrusede şer’an kabil-i tasarruf olan emlak ve arazi iki kısım olup birisine hasbe’l-ade ve diğerine hasbe’l-nizam tasarruf olunduğu ve müddet-i medide birinci kısma mutasarrıf olmak nizamen hakk-ı tasarruf hükmüne girdiği şayan-ı dikkat bir keyfiyettir. Memalik-i mahrusede adetten neş’et eden hukuk be-gayet muteber olduğundan tasarruf-ı emlak maddesinde tebaa-i ecnebiye tarafından şu müddea dermiyan kılınır…”, 31 Mayıs 1863, HR. TO, nr. 240/14. 116 kapitülasyonların herhangi bir ruhsat ve müsaadesinin bulunmadığı yolunda idi10. Şer‘i hukukta müstemen şahısların, İslam ülkesi dâhilinde mülk edinebilmelerinin önünde herhangi bir yasak mevcut olmayıp bilakis müsaade ve ruhsat bulunmakta idi. Nitekim yabancıların mülk edinmelerine dair 18. yüzyılın ortalarına ait fetvalarda, İslam ülkesine gelen bir müstemenin haraç vergisi alınan bir toprak üzerinde bulunan ev, dükkân, bahçe vb. taşınmaz malları almasına mani olunamayacağı kaydedilmiş idi. Ancak bu taşınmaz malları sahiplenmesi durumunda eğer üzerine haraç vergisi konursa zimmî olacağı ve zimmî ahaliye yapılan muamelenin bu şahıs için de geçerli olacağının altı çizilmiştir11. O halde taşınmaz bir mala sahip olacak müstemenin İslam devleti yurttaşlığına intikal ettirilmesi bir diğer ifadeyle Osmanlı yurttaşı statüsünde muamele görmesi gerekebilecektir. 18. yüzyılın ortalarındaki belgelerde geçen fetvalarda bir müstemenin İslam ülkesinden taşınmaz mal satın alabileceği açıkça 10 11 “…Taife-i müstemenanın memalik-i şahanede emlak ve arazi temellük ve tasarruf etmeleri şer’an ve ahden memnuattan…”, C. HR. nr. 6744 “… Ve müste’men taifesinin memalik-i Mahrusede emlak ve arazi temellük ve iştira eylemeleri muhalif-i mesağı-ı şer‘i şerif ve mugayir-i ahd olmak hasebiyle…”, C. HR, nr. 2499; “…Müste’men taifesinin Memalik-i İslamiyede emlak ve arazi temellük ve iştira eylemeleri hususuna mesağ-ı şer‘i olmadığından maada uhud ve şuruta dahi mugayir olmak hasebiyle…”, C. HR, nr. 1886; “…Müste’men taifesinin Memalik-i İslamiyede emlak ve arazi temellük ve iştira eylemeleri muhalif-i mesağı şer‘i şerif ve münafi-i uhud ve şurut iken…”, C. HR, nr. 124. “Zeyd harbi, emanla darü’l-islama gelip arsayı haraciye, ebniye ve eşcarı (…) (…) dekakin ve hane ve bağçe iştira etmek murad eylese, Zeyd’i iştira etmekten men’ lazım olur mu? Olmaz lakin ol makule dekakin ve han ve bağçeden birini iştira edip harac-ı arz üzerine vaz‘ olunur ise zimmî olup ehl-i zimmet üzerine icra olunan ahkâm, Zeyd üzerine icra olunur, deyü ifta olunup…”, Nisan 1765 (Evahir L 1178), C. HR, nr. 806. 117 ifade edilmekle beraber yüzyılın sonlarına ait belgelerde geçen fetvalar bunun tam aksi istikametinde görüş bildirmektedirler. Nitekim İstimlâk Kanunu’nun yürürlüğe girişine değin müste’menlerin emlak ve arazi edinmelerine ilişkin bilgi veren hemen her belgede yabancıların Osmanlı topraklarından mülk edinebilmelerinin şer‘i hukuka aykırı olduğu söylemi, bu doğrultuda hazırlanan fetvalara dayandırılmakta olduğu düşünülmektedir. Fetvalarda İslam ülkesine gelen bir müstemenin haraç yahut öşür arazisinden bir miktar yeri satın alması ve ziraat etmek istemesi halinde bunun şeriata göre engel olunabilirliği sual edilmekte ve buna karşılık verilen cevapta bu duruma mani olunabileceği yönünde hüküm verilmiştir12. Aynı paralellikteki bir diğer fetvada ise İslam ülkesine gelen bir grup müstemenin tapu ve kiralama ile ülkedeki tarlalara sahip olup ziraat etmek arzusunda bulunmaları halinde şeriata göre bu durumun mani olunabilirliği sorulmakta ve cevapta buna engel olunabileceği hükmü yer almaktadır13. Fetvaların ortaya koyduğu hükümler ile Osmanlı toprakları, müste’menlerin taşınmaz mal edinmelerine tamamen kapalı bir hale getirildiği ifade edilebilir. Özellikle kiralamaya ilişkin fetvalarda ortaya konulan görüş mevcut yasaklamayı bir adım öne taşımış olup müste’menin mülk satın alması bir kenara, iskân ve ikametlerine mahsus gayrimenkuller bir kenara bırakılacak olursa herhangi bir arazi ve tarlayı kiralamasının da önüne geçilmiştir. Kapitülasyonlar cephesinde ise yabancıların Osmanlı topraklarından mülk edinebileceklerine dair ne bir müsaade ne de 12 13 “Zeyd harbi Darülharb’den emanla Darülislam’a çıkıp arazi-i haraciyeye yahud arazi-i öşriyyeden bir miktar yeri iştira ve ziraat murad eylese şer‘an ziraattan men‘ olunur mu? El-cevap; Olunur”, Şubat 1792 (Evahir C 1206), C. HR, nr. 385. “Ehl-i harbden bir taife emanla Darülislam’a çıkıp tapu ve icare ile tarlaları tasarruf ve ziraat etmek murad eyleseler şer‘an men‘ olunurlar mı? El-cevap; Olunurlar”, Şubat 1792 (Evahir C 1206), C. HR, nr. 385. 118 bir memnuiyet söz konusudur. Söz konusu metinlerde sadece iki tarafın tebaa ve tüccarlarının birbirlerinin memleketlerinde ev, mahzen ve mağaza gibi ikamet ve ticari amaçlı taşınmazların kiralanabilmelerine ilişkin hükümler yer almakta idi14. Kapitülasyonlarda herhangi bir müsaade veya memnuiyetin olmamasına rağmen ortaya konulan yasaklama kapitülasyonlardan kaynaklanıyormuş gibi yansıtılmakta idi15. Bu bağlamda kapitülasyonlar dolayısıyla memnudur prensibi, hâlihazırda yabancılara Osmanlı ülkesi dâhilinde emlak ve arazi edinebilmeleri hakkını tanımanın kapitülasyonların muhtevasından kaynaklanan şartlar gereğince mümkün kılınamayacağı şeklinde değerlendirilmesi gerektiği düşünülebilir. 14 15 “…Kuyuda müracaat olundukta düvel-i mütehabbe tebaa ve tüccarının Memalik-i Mahruse-i Şahanede istimlâk-ı emlak ve arazi etmelerine dair muahedat-ı mevcudede bir gune sarahat olmayup bazı muahedelerde tarafeyn tebaa ve tüccarı yekdiğer memalikinde büyut ve mahazin ve mağaza isticar eylemeleri tasrih kılındığı misillü…”, 18 Ekim 1860 (02 R 1277), C. HR, nr. 5569. “…Françeliye ita olunan ahidname-i hümayunda Memalik-i Mahrusede büyut ve emlak ve bağçe iştira edip temellük eylemeleri mukayyed ve mestur değil iken…”, C. HR, nr. 806; Yine vaktiyle bu konuya dair İran elçisinin yapmış olduğu itirazların yani böyle bir yasaklamanın muahedelerde olmadığı yolundaki beyanları hakkında; “Tebaa-i düvel-i ecnebiyeden mülkü devlet-i aharda emlak ve arazinin iştirası mugayir-i uhud ve şurut ve muhalif-i usul olduğundan tebaa-i düvel-i ecnebiye tasarrufunda bulunan emlak ve arazi yine devlet-i seniyye tebaasına satmaları ve kendileri müsteciren ve müsafireten ikamet ederek bundan sonra kat’an tebaa-i düvel-i ahara emlakin füruht olunmaması fermanın kıraeti ve meclisin kararından müsteban olduğuna müş’ir mahabbet-nameleri vasıl olup mazmunu malumumuz olmuş ise de kadim ve cedid müsalahanamelerde işbu hususun beyanı olmayıp Selâtin-i salife enarallahü bürhanehüm hazeratının ibtida-yı cüluslarından şimdiye değin işbu keyfiyetin müzakeresi islamın iki devleti ve hususan ziyaret ve mabed olan atebât-ı âliyanın mülkünde vuku bulmamış…”, Ağustos 1848 (N 1264), İ. MSM, nr. 34/965. 119 Şer‘i hukuka ve kapitülasyonlara aykırı olduğu iddiaları birlikte değerlendirildiğinde bu iki sahanın birbirinden bağımsız şekilde meseleye ilişkin ruhsat ve müsaadesinin olmadığından bahsedilmektedir. Hâlbuki arka planda şer‘i hukuk ve kapitülasyonların birbirlerinin yetki sahalarına müdahale ihtimalinden kaynaklanan ihtilaf ve uyumsuzlukların yattığı sonucuna varılabilir. Kapitülasyonların, şer’i hukukta müste’menlerin mülk edinebilmeleri neticesinde ortaya çıkacak yükümlülükleri devre dışı bırakan ve işletilmesini kilitleyen bir yapısı söz konusudur. Zira şer‘i hukukta müste’menlerin mülk edinmeleri dolayısıyla ortaya çıkacak “zimmî” statü Osmanlı İmparatorluğu’nun yabancı devletlere tanımış olduğu kapitülasyonlar ile geçersiz kılınmakta idi. Bu bağlamda 1700’lü yılların sonlarına ait bir takım belgelerde, emlak ve arazi edinen yabancıların bir seneden fazla ikamet etmeleri halinde cizye verme yükümlülüğü altına girecekleri bunu kabul etmedikleri takdirde şer‘i hukuk gereğince ülkelerine geri dönmelerinin lazım geleceği doğrultusunda görüşlere yer verilmekteydi16. Ancak Osmanlı hükümetinin, kapitülasyon hükümleri karşısında böyle bir dönüşümü göze alamayacağı hesaba katıldığı takdirde yabancıların mülk edinmeleri hadisesinde yasaklama yoluna girdiği düşünülebilir. Kapitülasyonlara göre bu tür bir müdahale ve dönüşüm imkânsız kılındığı gibi taşınmaz mallara ilişkin herhangi bir vergi tahsili de mümkün olmamakta idi17. Bu bağlamda 16 17 “…Ve müste’menan taifesine emlak tasarrufu men’-i külli ile memnu idüği müfad-ı şuruttan müsteban ve müstemen taifesinden biri memalik-i mahrusede bir seneden ziyade ikamet eyledikte ba-cizye-i şer’iyyeyi verip yani cizye-güzar reaya olup Memalik-i İslamiyede oturmak veyahud cizye vermekten imtina eder ise kalkıp vilayetine gitmek muktezayı Şeriat-ı garra olmakla şurut ve uhud dahi Şer’i şerife mutabık oldukları hüveyda ve ayan iken…”, 02 Ağustos 1795 (16 M 1210), C. HR, nr. 3794. “…Lakin gerek konsolos ve gerek Franceli tacirleri haklarında ahkâm-ı ehl-i zimmet icrası mümkün olmayacağından başka tekâlif mutalebe 120 kapitülasyonlar, hem şer‘i hukukun yükümlülüklerine geçit vermemekte hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyo-ekonomik düzenini bozucu nitelikteki hükümlerine bir yenisi daha eklemiş olmakta idi. O halde kapitülasyonların, şeriatın yükümlülüklerini tıkayan yapısı ıslah ve tadil edilmeksizin veya muhtevasının günün koşullarına göre yeni baştan tanzim olunmadan bu mevzuda adım atılması muvafık karşılanmamıştır. Kat’ı Alaka Usulü Osmanlı İmparatorluğu, yabancı devletlerin tabiiyetindeki kimseleri kendi ülkesinde misafir olarak gördüğü için ev, dükkân ve akar gibi gayrimenkulleri satın alarak bunları tasarruf etmelerini ülke düzenine aykırı telakki etmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu, emlak ve arazi satın almış olan yabancıların söz konusu mülklerini arzu eden Osmanlı yurttaşlarına piyasa değeri üzerinden sattırılarak yabancıların kiracı konumunda kalmalarını sağlamaya çalışmakta idi. Böylece mülk ile gayrimenkul sahibi malik arasındaki mevcut tasarruf ilişkisinin sonlandırılması yoluna gidilmektedir. Ayrıca söz konusu mülkler Osmanlı yurttaşlarının üzerlerinde kalmaya devam edecek idi. Bu önlem Osmanlıların “Nizâm-ı Kadîm”i haline gelmiş bir tedbiri olup buna “kat’ı alaka” adı da verilmekte idi18. Bu tedbir birtakım Osmanlı 18 olunması mugayir-i ahidname-i hümayun olduğuna binaen…”, Nisan 1765 (Evahir L 1178), C. HR, nr. 806. “…Ve ticaret veyahud ahar maslahat zımnında Memalik-i İslamiye’de bulunan ve fimabaad tevarüd eden müste’men taifesinin Memalik-i İslamiye’de arazi ve emlak iştira ve temellükü gayr-i caiz olmak hasebiyle kavaid-i kadime ve nizam-ı mülke mugayir emlak ve arazi temellük etmişleri var ise bahasıyla Devlet-i Âliyye’m reayasına satıp kat’ı alaka edip kendileri müsteciren sakin olmak…”, Şubat 1792 (Evahir C 1206), C. HR, nr. 385; “Düvel-i ecnebiye tebaa ve tüccar ve ademleri Memalik-i mahrusemde bulundukları halde misafir hükmünde olarak büyut ve dekakin ve akar ve sair emlak ve arazi temellük ve iştira eyle- 121 çevrelerince, Avrupalı Devletlerle üzerinde mutabık kalınmış bir uygulama olarak değerlendirilmiş olmasına mukabil söz konusu uzlaşmayı kanıtlayacak bir belge ortada bulunmamaktadır19. Ancak, bu uygulamaya karşı Avrupalı temsilcilerden çok fazla itiraz ve müdahalenin vukuu bulmaması meselenin Avrupalılarca kabullenildiğine delil ve işaret sayılabilir. Bu uygulama İstimlâk Kanunu’nun yürürlüğe giriş tarihine kadar geçerli bir usul olarak varlığını muhafaza etmiştir. Arazi Kiralama İşlemlerinin Önlenmesi Osmanlı hükümeti, yabancı uyruklu kimselerin Osmanlı ülkesinde mesken haricinde kalan tarla, bağ, bahçe, çiftlik gibi yerler kiralamasına da karşı olup bunu önlemeye yönelik adımlar atmıştır. Hükümet, 03 Nisan 1852 tarihli çıkan padişah iradesine 19 meleri nizam-ı mülkün mugayiri olmak mülabesesiyle tebaa-i Devlet-i Âliyye’mden maada tebaa-i saire o makule emlak ve arazi temellük ve iştira etmemeleri ve etmişleri var ise icab eden bahasıyla yine saltanat-ı seniyyem tebaasına füruht ederek kendileri müsteciren ve misafiraten sakin olmaları nizama rabt olunarak…”, Aralık 1846 (Evail M 1263), C. HR, nr. 4806; “…Müste’men taifesinin Memalik-i Mahruse-i Şahane’de emlak ve arazi iştira ve temellük eylemeleri gayri caiz olup bir takrib almış ve temellük etmişleri bulunduğu takdirde değer bahasıyla tebaa-i Devlet-i Âliyye’den taliplerine füruht birle kendileri müsteciren iskân olmaları nizamından olmağla…”, 30 Ağustos 1857 (09 M 1274), C. HR, nr. 4450; “…Müste’mena’nın Memalik-i Şahane’de emlak ve arazi iştira ve temellük etmemeleri ve etmişleri bulunduğu takdirce değer bahasıyla tebaa-i devlet-i aliyyeden taliplerine füruht birle kendileri müste’ciren sakin olmaları nizam-ı kadiminden…”, 18 Ekim 1860 (02 R 1277), C. HR. nr. 5569. “…Müste’men taifesinin Memalik-i Mahrusede emlak ve arazi iştira ve temellük etmemeleri ve etmişleri bulunduğu surette değer bahasıyla reayayı Devlet-i Âliyye’den taliplerine füruht birle kendileri müsteciren ikamet eylemeleri düvel-i mütehabbe taraflarından resmen tasdik olunmuş nizam muktezasından…”, C. HR, nr. 2022. 122 dayanarak taşralara gönderdiği yazılarda, kira kontratlarının vadelerinin bitimine değin harekete geçmeyip vade dolduğu andan itibaren müdahalede bulunarak yabancı uyruklu kimselere herhangi bir çiftlik ve arazinin yeniden kiraya verilmemesi için yetkilileri ikaz etmekte idi20. Gerekli ikaz ve ihtarların ardından bu türde hadiselerin tekrarı halinde derhal kira akdi feshedilerek yetkili memur mesul tutulup cezalandırılacaktır. Diğer bir husus da kira akdinin feshedilmesinden dolayı yabancı şahsın zarara uğradığını iddia etmesine ilişkindir. Böyle bir talep vukuunda zararın meydana geldiği mahallin yetkili memuru ile mülk sahibinin yabancı şahsın iddia ve talep eylediği zararı müşterek olarak ödemekle mükellef tutulacakları bildirilmiştir21. 20 21 “Memalik-i Mahruse-i hazret-i şahanenin ekser mahallerinde tebaa-i ecnebiye uhde-i idaresinde bir hayli çiftlikler icar olunduğu ve bu münasebetle ashabı bir aralık müstecire medyun çıkarılarak uhde-i iltizamında bulunan yerlerin ellerine geçmesine bir yol bulunduğu vasıl-ı sem‘i âli olduğundan badema müddet-i ihale ve icarı münkaziye oluncaya kadar muvakkaten ihtiyar-ı sükût olunarak müddet-i tekmil oldukça kurtarılmak üzere hiçbir suretle o makule tebaa-i ecnebiyeye çiftlikat ve saire icar olunmaması emr ve iradesini şamil fi 12 C [12]68 tarihiyle müverrahen şeref-sudur eden ferman-name-i sami-i hazret-i vekâlet-penahileri…”, 18 Nisan 1852 (27 C 1268), A. MKT. UM, nr. 96/90; “…Tebaa-i merkumenin uhdelerinde bulunan şeylerin müddet-i ihale ve icarı münkazi oluncaya kadar muvakkaten ihtiyar-ı sükût olunarak müddetleri tekmil oldukça kurtarılmak üzere…”, 01 Temmuz 1852 (13 N 1268), İ. HR, nr. 4322; “… Tebaa-i ecnebiye uhdelerinde bulunan çiftlikat ve sairenin müddet-i icarı münkaziyye oluncaya kadar ihtiyar-ı sükût olunarak müddetleri tekmil oldukça kurtarılmak üzere elhaletühazih ecenebi takımı uhdelerinde bulunan şeylerin bir kıt’a defterinin bittanzim takdimiyle badezin o makule çiftlikat ve sairenin hiçbir suretle ecnebiye icar olunmamasına dikkat kılınması emr ü ferman buyurulmuş…”, 13 Temmuz 1852 (25 N 1268), İ. HR, nr. 4322. “…Badezin o makule çiftlikat ve sairenin hiçbir suretle ecnebiye icar olunmamasına dikkatle bu tarihten sonra kangı memurun zaman-ı memu- 123 Tabiiyet Soruşturması Hükümetin almış olduğu bir başka tedbir ise satış muamelelerine getirilen düzenlemelerdir. Yabancıların evraklarda Osmanlı yurttaşı olarak gösterilmeleri üzerine harekete geçen hükümet, bütün emlak satım işlemlerine sıkı bir kontrol getirerek bu tür vakaların önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Fakat temelde hükümetin bu noktada gütmüş olduğu siyasetin yabancıların mülk edinmelerini önlemenin yanında kendi bürokratik kadro ve kademelerinin göstermiş olduğu performansa yönelik bir reaksiyon olarak değerlendirilebilir22. 06 Ağustos 1850 tarihinde getirilen düzenleme bütün Osmanlı yurttaşlarını içine almakta- 22 riyetinde o makule emlak ve saire iltizam ve isticarı vukuubulur ise hemen fesh-i icarıyla beraber ol memur şediden mes’ul tutularak sahibi dahi muateb olacağı ve hin-i feshinde müstecir tarafından iddia olunacak ziyanın kangı mahalde ise oranın memuruyla ol mülkün sahibine müştereken tazmin ettirileceği keyfiyatının nizam-ı kavi ittihazıyla…”, 18 Ağustos 1852 (02 Za 1268), İ. MVL, nr. 254/9405. “Memalik-i Mahruse-i hazret-i şahanede tebaa-i ecnebiyenin emlak ve akara tasarrufları ahden ve usulen memnu olduğu halde bazı mahallerde tebaa-i ecnebiyeye tebaa-i Devlet-i Âliyye’dendir denilerek üzerlerine emlak ve akar geçirilmekte olduğuna ve bu usul-i memnuiyyenin tamamen muhafazası ise ez-her-cihet mutena-bahadan bulunduğundan bundan böyle husus-ı mezbure bir güne hile ve sanîa karışmamak için…”, 22 Ağustos 1850 (13 L 1266), A. MKT. UM, nr. 26/97; “…Bundan böyle bu hususa bir gune hile ve sania karışmamak için…”, 24 Ağustos 1850 (15 L 1266), A. MKT. UM, nr. 27/18 “…ve bu usul-i memnuiyenin tamamen muhafazası için her gune istimalatın önünü kesmek lâzımeden bulunduğundan bundan böyle bu hususa bir gune hile karışmamak için…”, 24 Ağustos 1850 (15 L 1266), A. MKT. UM, nr. 27/21; “Memalik-i Mahruse-i şahanede tebaa-i ecnebiyenin emlak ve akara tasarrufları ahden ve usulen memnu ise de işbu memnuiyyetin aleyhine gidildiği mesmuu ali buyurulmak cihetiyle badema bu hususa zerre kadar hile karışmamak üzere…”, 17 Eylül 1850 (10 Za 1266), A. MKT. UM, nr. 31/79. 124 dır. Bu bağlamda Osmanlı yurttaşı olup da mülk edinmek isteyen kimselerin öncelikle bulundukları mahalle meclisinde gerek şahıslarının gerek ailelerinin Osmanlı yurttaşı olup olmadıklarına dair yapılacak soruşturma neticesinde kendilerine verilecek ilmühabere göre gayrimenkule dair senet ve tapuların düzenlenmesi esası uygulamaya konulmuştur23. Başka bir ifadeyle belirtilen tarihten itibaren gayrimenkul satın almak isteyecek kimselerin öncelikle yapmaları gereken işlem, Osmanlı yurttaşlıklarını yine Osmanlı devletine ispat etmek olacaktır. İstimlâk Kanunu öncesi yabancıların Osmanlı ülkesinin belirli yerlerinden emlak ve arazi edinmekte oldukları görülmektedir. Balkan coğrafyasında yabancıların dikkate değer bir taşınmaz mal alımının olmadığını anlaşılmaktadır. İmparatorluğun batısındaki Kuzey Afrika topraklarında yer alan Trablusgarp bölgesinde İtalyanların dikkate değer yoğunlukta taşınmaz mal edinmeye çalıştıkları görülmektedir. Öte yandan yine imparatorluğun doğusunda yer alan Irak topraklarında İran uyruklu kimselerin çok sayıda taşınmaz mala sahip oldukları bilinmektedir. Anadolu’da İzmir’in yabancıların en çok emlak ve arazi edinmelerine sahne olan şehir olduğu anlaşılmaktadır. Anadolu’nun diğer yerlerinde 23 “…Tebaa-i Devlet-i Âliyye’den istimlâke ragıb olan kesanın ibtida-yı emirde mahalli meclislerinde keyfiyet-i ahvalleri bi’t-tedkik sahihan tebaa-i Devlet-i Âliyye’den olduğu tahkik kılındığından ve yedlerine ilmühaber verildikten sonra o makule emlak ve akarın [yetkili] memurları tarafından hüccet ve tapu senetlerinin tanzim ve itası…”, 22 Ağustos 1850 (13 L 1266), A. MKT. UM, nr. 26/97; “…Tebaa-i Devlet-i Âliyye’den istimlâke ragıb olan kesanın ibtida-yı emirde mahalli meclislerinde keyfiyet-i ahvalleri bi’t-tedkik gerek kendisi ve gerek familyası sahihan tebaa-i Devlet-i Âliyye’den olduğu tahkik kılındıktan ve yedlerine ilmühaber verildikten sonra o makule emlak ve akarın memurları tarafından hüccet ve tapu senetlerinin tanzim ve ita…”, 24 Ağustos 1850 (15 L 1266), A. MKT. UM, nr. 27/21; A. MKT. UM, nr. 27/41; 27/76; 28/47; 28/62; 28/81; 29/23; 31/54; 31/75; 31/79; 31/80; 33/29; 33/84; 33/85; 33/99; 34/7. 125 İzmir örneğindeki gibi bir hareketliliğin yaşanmadığı tespit edilmektedir. İstimlâk Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra ise bahsedilen söz konusu bölgelerin dışında kalan herhangi bir yerde -Filistin’e yönelik Yahudi yerleşimi ayrı olarak değerlendirilecek olursa- kolonizasyon veya muayyen bir mahalde çoğunluğu oluşturacak derecede ciddi bir hareketliliğin olmadığı ifade edilebilir. Dönemin muhalif yazarlarının İstimlâk Kanunu’na yönelik abartılı yaklaşım ve eleştirileri doğal olarak gerçekleşmemiştir24. İstimlâk Kanunu’na Doğru Islahat Fermanı ve Sonrasındaki Gelişmeler Avrupalıların mülk edinebilmelerine yönelik ilk somut adım modernleşme tarihimizde önemli bir yere sahip olan Islahat Fermanı’nda atılmıştır. Söz konusu padişah fermanında ecnebi tanımlamasıyla Avrupalılar lehine kaydedilen en önemli yenilik şüphesiz yabancı uyrukluların, yerliler gibi Osmanlı ülkesinden mülk edinebileceklerine ilişkin vaat idi. Osmanlı Devleti, kendi kanunlarına bağlı kalmak, yerel zabıta kurallarının icaplarına uygun hareket etmek ve yerli yurttaşlarının mükellef oldukları vergileri ifa etmek hususunda Avrupalı devletlerle varılacak bir uzlaşma çerçevesinde yabancı uyruklu şahısların Osmanlı ülkesinden mülk sahibi olabileceklerini Islahat Fermanı’nda beyan eylemiştir25. 24 25 “Ecnebilerin tasarruf-ı emlak salahiyeti; bu tabirin Türkçesi biz idare-i hazıra sayesinde ticaretimizi, sanatımızı ecnebilere verip birer çürük ahşap kulübeye başımızı sokmuş seyirci gibi kalmış idik. Şimdi bu kulübelerimizi dahi anlara verip hane-berduş olarak Anadolu yakasına hicret edeceğiz demektir…”, Ziya Paşa’nın 21 numaralı Hürriyet Gazetesindeki 16 Kasım 1868 tarihli yazısı. “…Çünkü bey‘ ve füruht ve tasarruf-ı emlak ve akar maddeleri hakkında olan kavanin kâffe-i tebaa-i mülûkanem hakkında müsavi olduğundan kavanin-i Devlet-i Âliyye’me ve nizamat-ı zabıta-yı belediyeye ittiba ve imtisal eylemek ve asıl yerli ahalinin verdikleri tekâlifi vermek üzere 126 Ancak bu vaadin/taahhüdün Avrupalılar için fiilen tahakkuk etmesi on iki yıllık bir süreci kapsamıştır. Zikredilen bu zaman zarfında Osmanlı hükümeti, söz konusu meseleyi kapitülasyonlar bağlamında değerlendirmeye ve bu çerçevede bir siyaset belirlemeyi göz önünde bulundurdu. Tanzimat dönemi devlet adamlarımızın, Kırım Savaşı (1853- 1856) sonrası giderek ağırlaşan kapitülasyon uygulamalarını tırpanlamaya yönelik girişimleri, Avrupalıların Osmanlı ülkesinde devamlı surette yerleşme ve ikametlerinin önünü açacak olan mülk edinme meselesinde de kendini göstermiştir. Tanzimat dönemi devlet adamları özerk statüdeki Avrupalıların, emlak ve arazi edinme hakkı ile ülke geneline yayılıp adli ve hukuki işleyişini daha da sekteye uğratacağından edişe duymakta idiler. İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya devletlerinin elçileri, Islahat Fermanı’nda temas edilen yabancılara mülk edinme vaadinin/taahhüdünün tahakkuk ettirilmesi amacıyla tarafların üzerinde mutabık kalacakları bir düzenlemeyi ortaklaşa müzakere etmek için Osmanlı hükümetine 15 Şubat 1862 tarihli siyasi bir nota vermişlerdir26. Bu siyasi notayı verirken hâlihazırda Osmanlı devletinde mülk sahibi olarak yaşamlarını sürdüren yabancıların içinde bulundukları müşkül şartların hem Osmanlı hem de söz konusu yabancıların mensup oldukları devletler açısından karışık bir manzara arz etmesini gerekçe olarak göstermişlerdir27. Elçilerin vermiş olduğu siyasi notanın, Osmanlı ülke- 26 27 saltanat-ı seniyyem ile düvel-i ecnebiye beyninde yapılacak suret-i tanzimiyeden sonra ecnebiye dahi tasarruf-ı emlak müsaadesinin ita olunması…”, İ. MMS, nr. 6/245; İ. MMS, nr. 7/258. Engelhardt, s. 197; İ. HR, nr. 333/21427. “Memalik-i Mahruse-i şahanede emlake mutasarrıf olan ecnebilerin ahval-i hazıraları düşvar olarak gerek devlet-i metbualarınca ve gerek saltanat-ı seniyyece bir takım müşkilat ve karışıklığı istilzam etmekte olduğundan muharririn-imza bin sekiz yüz elli altı senesi ferman-ı âlisi 127 sinde yaşayan ve yerleşen uyruklarının hâlihazırdaki ve bundan sonraki süreçte satın almaya teşebbüs edecekleri mülklerin Osmanlı hükümetince meşru olarak kabul görmesini istihdaf ettiği düşünülebilir. Avrupalı devletlerin, Osmanlı hükümetinin tanımayı vaat/taahhüt etmiş olduğu yabancıların Osmanlı ülkesinden mülk edinebilmelerine, vaatten/taahhütten öte nizam verilmesini talep ettikleri öne sürülebilir. Osmanlı hükümeti, Avrupalı büyük güçlerin zikredilen teşebbüsleri karşısında öncelikle verdiği vaadin arkasında olduğu ve niyetinden dönme gibi bir amacının olmadığını savunmuştur28. Fakat Osmanlı hükümeti hâlihazırda cari olan kapitülasyonların Osmanlı ülkesindeki yabancı şahısların durumlarını zaten son derece özel kıldığını ve bu durumun devam etmesi halinde mülk edinmeleri dolayısıyla oluşacak şartların Osmanlı devleti açısından birçok sakıncayı da beraberinde getireceği vurgulanmıştır. Osmanlı hükümetinin yabancıların Osmanlı ülkesinden mülk edinebilmelerinin kapitülasyonlarda esaslı bir değişikliğe gidilmesi ile mümkün olabileceği görüşünü öncelikli olarak savunmaktadır29. Hariciye Nezareti 03 Ekim 1862 tarihli bir nota ile zikredi- 28 29 ahkâmına bilmüracaa mes’eleyi bir suret-i vazıha ve marziyede tanzim ve tesviye etmek üzere kendileriyle bilittifak icra-yı müzakerata mübaşeret buyurmağa Babıâli’yi davet ederler”, İ. HR, nr. 333/21427. “…İktiza-yı hal lede’l-mütalaa vakıa Devlet-i Âliyye vaad-ı mezkûru vaktiyle ilan etmiş ve şimdi geri almak niyetinde olmadığı derkar bulunmuş…”, İ. HR, nr. 333/21427. “…Çünkü elyevm cari olan uhud-ı kadime, tebaa-i merkumeyi memleket-i hazret-i mülukanede bütün bütün bir hal-i müstesnada tutmakta olmasıyla bu hal baki oldukça ecanibin tasarrufu emlake mezuniyeti mehazir-i azimeyi müeddi olacağı cihetle incaz-ı vaad, sabık uhud-ı mevcudenin külliyen tağyir ve tadiline vabeste ve mütevakkıf göründüğünden…”, İ. HR, nr. 333/21427, lef 3; “…Devlet-i Âliyye’nin, tebaa-i ecnebiyenin Memalik-i Şahanede emval-i gayr-i menkuleye mutasarrıf olmaları salahiyetine yalnız bazı şerait ile müsaade edebileceği biddefeat ilan eyle- 128 len devletlerin elçilerine, yabancılara mülk edinme hakkının verilebilmesinin yolunu açacak olan kapitülasyonlarda arzulanan köklü düzenlemenin dayandığı gerekçeler hususunda geniş bir izahatta bulunmuştur30. Buna bağlamda kapitülasyonların tanındığı dönemdeki şartların yaşanan çağın koşullarına uymadığı yolundaki iddialar gösterilmektedir. Bu bağlamda Osmanlı devletinin Avrupa ile münasebetlere başladığı dönemde ancak belirli kıyı kentlerinde yerlilerden ayrı olarak sakin olan birkaç tüccardan mürekkep olan yabancıların durumu göz önüne alınarak bu imtiyazların hazırlanmış olduğu belirtilmektedir. Dünyadaki şartların değişmiş olmasına rağmen o günden bu güne kapitülasyonların zamanın ihtiyaçları çerçevesinde tadil edilmemiş olduğu vurgulanmaktadır31. Bu açıdan yaklaşıldığında yabancılara emlak ve arazi edinme hakkının tanınması dolayısıyla ortaya çıkacak yeni durumun, eski 30 31 diği malumdur. Şu şerait henüz tayin ve takarrür edememiştir. Devlet-i Âliyye’nin rey’ince şerait-i mezkurenin birinci ve en aslisi muahedat-ı kadimenin evvel-emirde suret-i külliyede tadili maddesi olduğu münker değildir…”, 05 Ekim 1862, HR. TO, nr. 472/34. 03 Ekim 1862, HR. TO, nr. 472/36. “…Çünkü Devlet-i Âliyye’nin Avrupa ile akd-i münasebata başladığı vakit hal ve mevkii ne merkezde idüği ve Memalik-i Mahruse’nin bazı iskele olan şehirlerinde ahaliden külliyen ayrı mahallerde sakin çend nefer tacirden başka ecnebi bulunmadığı ve bunların yerliler ile pek az ihtilatları ve münhasıran toptan ticaretle iştigalleri cihetleriyle Devlet-i Âliyye’nin ol vakit bunlara bulundukları yerler ahalisinin ahval ve adat ve ahlaklarınca derece-i lüzumda görünmüş olan bazı imtiyazat vermiş olduğu malumdur. Ancak Avrupa ve Türkistan’ın ahvali külliyen tağyir ve miyanelerinde cari olan münasebat tebdil etmiş velhasıl ahval-i hazıra ile te’lifi na-kabil ve icraat-ı hükümetin suret-i muntazamada imkân cereyanına külliyen hail bir takım iddiaların hakkaniyetini ispat için ekseriya derpiş olunan uhud-ı kadimeden başka her şey tecdid olunmuştur…”, İ. HR, nr. 333/21427. 129 zamanlardan beri yenilenmemiş halde bulunan kapitülasyonların yapısına intibak edemeyeceği ileri sürülmektedir32. Kapitülasyonlara nazaran yabancıların, yetkili konsoloslarının dışında başkaları tarafından kovuşturma ve yargılamalarının yapılamadığı ve dolayısıyla imparatorluk genelinde ne kadar konsolosluk var ise o kadar çeşitlilik arz eden kanunlara dayalı bir yargılama ve zabıta örgütlenmesinin ortaya çıktığına dikkat çekilmekte bütün bunların devletin mali, hukuki işleyişini sekteye uğrattığı tezi savunulmakta idi33. Bir başka ifadeyle Osmanlılar, vaz‘ ettiği kanunlarını tanımayan, yerli yurttaşlarının vermekle mükellef oldukları vergileri ödemeyen ve yabancı mahkemeler dışında yargılaması yapılamayan bir topluluğun emlak ve arazi edinerek mülk sahipleri gibi ülkesine yerleşmesine nasıl müsaade edilebileceğini üzerinde durmaktadır34. Osmanlılar düşünce32 “…Filhakika süfera-yı müşarünileyhimin hakkaniyet-i müsellemeleri iktizasınca tebaa-i ecnebiyenin tasarruf-ı emlak salahiyetinden tahaddüs etmesi iktiza edecek ahval-i cedidenin, devletin usül-i idaresi ve düvel-i muazzama-i saire ile cereyan etmiş olan münasebatı ve ticaret ve ihtilatının derece-i ehemmiyeti, el-yevm mevcut olan usul ve münasebattan kâmilen farklı bir zaman için vaz olunmuş olan sal-hurde ve eski usul ile te’lifi mümkün olamayacağı teslim ve itiraf edecekleri derkardır…”, 05 Ekim 1862, HR. TO, nr. 472/34. 33 “Uhud-ı mezkure hükmünce tebaa-i ecnebiye devlet-i metbuaları memurlarından başkası tarafından mahkûm olmadığından bu halin neticesi olmak üzere eyalat-ı Memalik-i Şahanede ne kadar konsolosluk var ise o kadar kavanin muhtelife ile idare olunur mehakim ve idare-i zabıta tekevvün etmiştir. İşte bu cihetlerden dolayı gerek umur-ı zabıtada ve gerek vezaif-i hükümetin icra ve umur-ı maliyenin idaresinde ve sairede Devlet-i Âliyye’nin icraatı mevani ve müşkülata duçar olmaktadır”, İ. HR, nr. 333/21427. “…Filvaki, kendi hükümetine tabi olmayan ve kavanin ve nizamatını tanımayan ve tebaa-i şahanenin mükellef oldukları tekâlifi icra etmeyen ve mehakim-i ecnebiyeden maadasıyla mahkûm olmayan bir kavmin gelip memalikinde arazi iştira ederek ashab-ı emlak gibi yerleşmek hak- 34 130 lerini kanıtlayabilmek amacıyla birçok ülkenin yabancılara mülk edinme hakkı tanıdığını ve bu insanların yaşadıkları ülkelerdeki kanunlarına, adli ve mali sistemine bağlı kaldıkları ve buralarda kendileri için Osmanlı ülkesindeki gibi ayrıcalıklı bir muameleye tabi tutulmadıkları görüşünü savunmaktadır35. İstimlâk Kanunu ve Değerlendirilmesi Nihayet Sultan Abdülaziz’in hattıyla 10 Haziran 1867 tarihinde çıkarılan “Ecânibin Hakk-ı İstimlâki Kanunu” ile yabancı uyruklulara Osmanlı ülkesinden yasal yollardan emlak ve araziye sahip olma hakkı tanınmış oldu. Fakat kanunun yürürlüğe girebilmesi, kanuna merbut hazırlanan ek bir protokolün onay ve imza edilmesi koşuluna bağlı kılınmış idi. Bir bakıma zikredilen kanun bütün yabancılara Osmanlı ülkesinde taşınmaz mal tasarruf edebilme hakkını içeriyor gibi görünse de bu hak yalnızca kanuna merbut ek protokolü onay ve imza eden yabancı devlet yurttaşları için geçerli kılınabilmiştir. İstimlâk Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonraki ilk on beş yıllık süreçte Amerika Birleşik Devletleri dışında tamamı Avrupa devleti olan tam on beş devlet değişik tarihlerde söz konusu kanun ve protokolü onay ve imza etmişlerdir. Bahsi geçen bu devletlerin Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya gibi büyük güçlerin yanında İsveç, Danimarka, Belçika, Hollanda, Portekiz, İspanya, İtalya, İsviçre ile Balkan ülkelerinden Yunanistan ve Avrupa kıtası dışından Amerika Birleşik Devletleri olduğu görülmektedir. 35 kına malik olmasına Devlet-i Âliyye nasıl müsaade edebilir…”, İ. HR, nr. 333/21427. “…Vakıa sair her yerde ecnebiler istimlâk-ı emlak faidesinden müstefiddirler. Ancak bunlar memalikinde mukim oldukları milletlerin zabıtasına ve kavanin ve mehakimine tabi olup yerlilerin mükellef oldukları vergi ve rüsumatı tediye ederler ve haklarında anlardan müsaadeli suretle muamele olunmasını iddia etmezler”, İ. HR, nr. 333/21427. 131 Ek protokol metninin Osmanlı devlet adamlarının kapitülasyonlar noktasındaki beklenti ve endişeleri doğrultusunda hazırlanıp şekillendirildiği görülmektedir. Bu hassasiyet öyle bir çizgidedir ki, İstimlâk Kanunu içerisinde ilerisi düşünülmeden hazırlanan birtakım hükümler, ek protokolün devreye sokulması ile sınırlandırılıp düzeltilebilecek iken öncelik adli süreç ve muhakeme usullerine tanınmıştır. Protokoldeki hükümler, Avrupalıların kapitülasyonlardan kaynaklanan yargı sahasındaki birtakım hak ve yetkilerini sınırlandırarak adli süreç ve yargılama usulleri noktasında Osmanlılar lehine bazı düzenlemeleri içermekte idi. Bu vesile ile Osmanlı adli mekanizmasının ve yargı sisteminin bir parça da olsa yabancı müdahalesinden kurtarılması adına küçük ama önemli bir adımın atılmış olduğu söylenebilir. İstimlâk Kanunu çıkarılırken izah edilmeye çalışılan sebepler arasında Osmanlı ülkesinde zenginliğin arttırılıp bayındırlığına vesile olabilmesi öncelikli olarak zikredilmiştir36. Kanundan amaçlanan hedeflerin ilki olarak gösterilen emlak ve arazi satın alacak yabancıların getirecekleri sermaye ve yatırımlar sayesinde ülkenin gerek şehir gerekse kırsal kesimlerinde imar, zirai, sınaî, ticari ve benzeri pek çok sahalarında önemli oranda bir canlılığın ve verimliliğin yaşanacağı düşünülmektedir. Bir diğer ifadeyle kendilerini misafir gibi hissetmeyerek kalıcı bir ikamete sahip olacak olan yabancı yerleşimcilerin ülke kalkınması adına Avrupa ile Osmanlı arasında mühim bir fonksiyon üstlenebileceği düşünülmektedir. Kanun metninde yerini bulan ifadelerden biri de yabancıların Osmanlı ülkesinde hâlihazırda yaşamakta oldukları mülk sorunudur. İstimlâk Kanunu öncesinde devletin bu husustaki hassasiyetine ve koymuş olduğu yasağa rağmen ortada mülk sahibi 36 “Memalik-i Devlet-i Âliyye’de tevsii-i servet ve mamuriyete medar olmak…”, İ. MMS, nr. 34/1417. 132 bulunan pek çok yabancı kimsenin mevcudiyeti söz konusudur. Emlak sahibi olan bu kimselerin mülkleri, yasa öncesi hükümet nezdinde meşru bir statüde kabul görmemekte ve usulsüz olarak mülk alım ve satım işlemlerinin devam etmesinin yol açtığı pek çok sorun da sürmekteydi. Bu sorunların başlıcalarını veraset, tabiiyet, tahsil edilecek vergiler ve yargılama konuları oluşturmakta idi. Osmanlı hükümetinin mevcut usülsüzlüklere son vererek bu sorunu meşru zemine oturtup bir nizama kavuşturması ülkenin mali ve mülki disiplin ve emniyeti açılarından zaruri kabul edilmiştir37. Yasanın birinci maddesine göre yabancı uyruklular Osmanlı yurttaşlarının bağlı bulundukları yasa ve yükümlülüklere uymak kaydıyla Hicaz arazisi müstesna Osmanlı ülkesi dâhilinde yer alan şehir ve kırsalından diledikleri yerden mülk sahibi olabileceklerdir. Aslen Osmanlı yurttaşı olup da sonradan herhangi bir yabancı devletin tabiiyeti altına giren kimseler bu kanundan yararlanamayacaklardır38. İkinci maddenin birinci bendine göre mülk sahibi olan yabancı uyruklu kimseler, mülkleri hakkında tasarruf, devir, ipo37 38 “Tebaa-i ecnebiyenin emlake mutasarrıf olmaları maddesinden dolayı hâsıl olan müşkülat ve suiistimalatın ve her türlü şübühat bertaraf olarak bu madde-i mutena bahanın dahi bir hüsn-i zabıta ve nizam altına alınmasıyla emniyet-i maliye ve mülkiye kaziyye-i mültezemesi ikmal olunmak üzere…”, İ. MMS, nr. 34/1417. “Düvel-i ecnebiye tebaası Memalik-i Şahanenin Arazi-i Hicaziye’den maada her tarafında tebaa-i Devlet-i Âliyye misillü ve başka bir şart tahtında olmayarak mevadd-ı atiyede mezkûr olduğu vechile anların bu hususda tabi oldukları nizamat ve vezaife ittiba kaydıyla dâhil ve haric müdün ve kasabatda tasarruf-ı emlak hukukundan istifade etmeğe kabul olunmuşlardır. Fi’l-asıl tebaa-i hazret-i şahaneden olup da sonradan tebdil-i tabiiyet etmiş olanlar bu kaideden müstesna olup anlar haklarında kanun-ı mahsusunun ahkâmı cari olacaktır.”, İ. MMS, nr. 34/1417. 133 tek ve benzeri hususlarda hâlihazırda yürürlükte bulunan ve gelecekte de geçerli olacak kanunlar ile yerel düzenlemelere uyma mecburiyeti getirilmektedir. İkinci bende nazaran, kim olursa ve tasarrufundaki mülk ne olursa olsun mülk sahibi yabancılar, kırsal ve kentsel alanlarda yaşayan emlak sahibi Osmanlı yurttaşlarının yükümlü oldukları bütün vergi ve harçları ödeyeceklerdir. Üçüncü bend mülklerle ilgili anlaşmazlık durumunda işletilecek yargı süreci ile ilgilidir. Buna göre öncelikli olarak yabancı uyruklu kimselerin sahip oldukları mülkler ile ilgili çıkabilecek herhangi bir anlaşmazlıkta davalı ile davacıdan birinin veya her ikisinin yabancı olmasına bakılmaksızın davanın görüşülmesine yetkili kılınan tek merci Osmanlı mahkemeleri olmaktadır. İkinci maddenin bütünü incelendiğinde emlak sahibi olacak yabancıların hak ve yükümlülükler açısından yerli yurttaşlar ile müsavi bir hale getirilmeye çalışıldığı görülmektedir39. Bu bağlamda Islahat Fermanında yabancıların emlak ve arazi edinebilmeleri doğrultusunda zikredilen şartların İstimlâk Kanunu’nda tahakkuk etmiş olduğu net olarak ifade edilebilir. Daha önceden de ifade edildiği üzere Osmanlı hükümetinin salt olarak kapitülasyon hükümlerini tırpanlama amaç ve endişesi İstimlâk Kanunu’nda bazı mahzurların gözden kaçırılmasına yol açmıştır. Kanun metninde net olarak yazılıp belirtilmemiş olan hususların daha sonraki dönemlerde devleti meşgul ettiği görülmektedir. İstimlâk Kanunu’nun bu eksiklikleri ile kabul ve tasdik 39 “Evvela, emlakin, tasarruf ve intikal ve ferağ ve istiğlali hakkında halen cari olan ve istikbalen cereyan edecek olan kavanin ve nizamat-ı zabıta ve belediyeye ittiba edecek, saniyen her ne nam ve şekilde olursa olsun dâhil ve haric şühurda tebaa-i Devlet-i Âliyye’den olan ashab-ı emlakin mükellef olduğu ve bundan böyle olabileceği kâffe-i tekâlif ve rüsumatı ifa eyleyecek, salisen emlake müteallik kâffe-i hususatda ve ana dair bir dava vukuunda gerek kendileri müddei ve gerek müddeialeyh olsun gerek iki taraf dahi tebaa-i ecnebiyeden bulunsun doğrudan doğruya Devlet-i Âliyye Mahkemelerine müracaat edeceklerdir…”, İ. MMS, nr. 34/1417. 134 edilmesinin ardından ortaya çıkan mahzurlar devleti sıkıntıya sokmuştu. Zira bir defa bu haliyle kabul edildikten sonra değiştirilmesi neredeyse mümkün olamamakta ve metnin tadili meselesi gündeme alındığında her bir devleti ortak bir noktada buluşturup ikna etmek gerekmekte idi. Zaten Osmanlılar, yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren yaklaşık bir yarım asır kadar metinden kaynaklanan problemlerin halliyle uğraştıkları görülmektedir. Öncelikle yabancıların, Hicaz haricinde ülkenin her yerinden mülk edinebilmelerine imkân verilmekle beraber satın alınacak emlak ve arazinin ebat ve miktarına herhangi bir sınırlama getirilmemiştir. Bu takdirde yabancıların, Hicaz haricinde ülkenin her bölgesinden imkânları elverdiği ölçüde arzuladıkları kadar taşınmaz mal sahibi olabilmelerinin önünde yasal olarak bir engel yoktur denilebilir. Böylelikle kırsal arazi, kasaba veya şehirlerin muhtelif mahallelerinde birbirine muttasıl halde değişik cins ve cesamette bulunan pek çok gayrimenkulün yabancıların eline geçmesi durumu söz konusu olabilecektir. Bu durumda yabancı kimselerin Osmanlı devleti topraklarında yer alan herhangi bir kırsal ve kentsel bölgesinde emlak ve arazi satın alarak muayyen mahaller teşkili ile bir topluluk oluşturabilecek derecede yerleşme ihtimali söz konusu olabilecektir. Böylelikle kırsal ve kentsel alanlara koloniler halinde tezahür edebilecek toplu göç ve iskânlarının önü açılmış olacaktır. Nitekim devlet için büyük sorunlar doğurmuş olan Filistin topraklarına Yahudi kolonizasyonu meselesi Osmanlı yönetimini uzun yıllar meşgul etmiştir. Bu bağlamda İstimlâk Kanunu’nun üzerinden kırk yıl geçmesine rağmen geniş ve büyük arazilerin yabancıların eline geçmesi durumu karşısında devletin aciz kaldığı ve herhangi bir çözümün üretilemediği anlaşılmaktadır40. 40 “Ecanibin istimlâki hususunda vaktiyle verilen müsaadenin birçok emlak ve arazinin ecanibe intikalini intac etmekte olmasına nazaran bu cihet teemmüle şayan bulunduğundan bu bapta yeniden bir kanun 135 İstimlâk Kanunu’nda açıklığa kavuşturulmamış bir diğer husus ise taşınmaz mala konu olan arazi ve coğrafyanın durumudur. İstimlâk Kanunu, askeri ve stratejik açılardan önemsenen mevkilerdeki emlak ve arazilerin yabancılar tarafından satın alınmasının yasak olduğuna dair net bir hüküm ortaya koyamamıştır. Böylelikle devletin güvenlik ve savunması açısından önem arz eden boğaz, geçit, liman, askeri bölge çevresi gibi yerlerden yabancıların mülk alabilmelerinin önünde İstimlâk Kanunu’na göre hiçbir engel ve sınırlama söz konusu değildir. Kanun metninde yurt zenginliği açısından son derece mühim addedilen maden ve maden yataklarının bulunduğu bölgelerin yabancıların mülk edinmelerinin haricinde tutulduğu şeklinde net bir ibare de zikredilmemiştir. İstimlâk Kanunu’nun kapalı kalan bir diğer yönü ise yabancı şahıslara mülk edinme hakkı tanınırken yabancılara ait kurum, kuruluş, vakıf ve dernek gibi tüzel kişilerin mülk edinip edinemeyeceklerine dair herhangi bir hükme yer vermemektedir. Esasen yabancı tüzel kişilerin Osmanlı ülkesinde emlak ve arazi edinemeyecekleri şeklinde açık bir hükmün bulunmaması tüzel kişilerin de kanundan yararlanabilmelerinin önünü açmaktadır. Diğer taraftan Avrupalıların emlak ve arazi satın alarak Osmanlı ülkesindeki iskân ve ikametlerinin yeni bir statü kazanması söz konusu olabilecektir. Fakat İstimlâk Kanunu’nda Osmanlı ülkesine yerleşen mülk sahibi şahısların oturumlarının tahdit veya temdidi hususunda da sükûtun muhafaza edildiği görülmektedir. yapılarak bu mahzurun önüne geçilmesi emrinde şeref-sudur buyurulan irade-i seniyye-i mülukane üzerine keyfiyet Meclis-i Vükelaca bi’ttezekkür Dâhiliye Nazırı Paşa Hazretlerinin riyaseti altında Babıâli Hukuk Müşaviri Hakkı ve Şura-yı Devlet İstinaf Mahkemesi reisi Dâniş ve Defter-i Hakani Nezareti Celilesi Takdir Komisyonu reisi Baha Bey ve Şura-yı mezkure Mülkiye Dairesi azasından Yorkiyadis Efendi hazeratından mürekkeb bir komisyon teşkili hakkında…”, 29 Ocak 1908 (25 Z 1325), İ. HUS, nr. 162/1325 Z–52. 136 Diğer taraftan İstimlâk Kanunu’nda mütekabiliyet hukukunun göz ardı edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. İstimlâk Kanunu yabancılara tanımış olduğu emlak ve arazi edinme hakkına mukabil kendi yurttaşlarının, İstimlâk Kanunu ve ek protokolü imza eden devletlerin ülkelerinde taşınmaz mal edinebileceklerine dair bir hüküm içermez. Oysa kapitülasyonlarda mütekabiliyet şartı imtiyazları bahşederken zikredilen bir husus olarak karşımıza çıkmaktaydı. 1867 Tarihli İstimlâk Kanunu ve Ek Protokolüne İmza Koyan Devletler41 Devletin adı 41 İmza Tarihi Fransa 09 Haziran 1868 İsveç 13 Haziran 1868 Belçika 14 Temmuz 1868 İngiltere 28 Temmuz 1868 Avusturya 05 Kasım 1868 Danimarka 10 Mayıs 1869 Prusya 07 Haziran 1869 İspanya 05 Ekim 1870 Yunanistan 24 Şubat 1873 Rusya 20 Mart 1873 İtalya 23 Mart 1873 Felemenk 06 Ağustos 1873 Amerika 11 Ağustos 1874 Portekiz 20 Ocak 1883 İsviçre 23 Ekim 1884 İ. MMS, nr. 73/3349. 137 Erken Cumhuriyet’te Kültür ve Sanat Prof. Dr. Selçuk Mülayim [*] Sayın başkan, enstitü müdürümüz, yöneticiler ve genç meslektaşlar. Birkaç dakikadır farklı yönleriyle Osmanlı modernitesi anlatılmakta, 19. yüzyıl hayatının çeşitli yönlerine yansıyan bu girişimler ve ileriye doğru atılan adımlar devlet reformları bağlamında tartışılmaktadır. Söz konusu yüzyılın hemen ardından Cumhuriyet’in ilk yıllarına geçerken, konunun daha az değinilen bir boyutunu gündeme getirmek üzere, Osmanlı yönetimini şahsında temsil eden kişilere de değinmek gerekiyor. Reformlar tarihinde, yenilikçiliğin öncüsü sayılan Sultan III. Selim (1789-1807), askerlik başta olmak üzere her şeye yeni bir nizam getirmeye çaba gösterdi. İstanbul’daki en büyük nizam-ı cedid kışlası hâlâ onun adıyla anılır. 18 yıllık çalkantılı saltanatına, tahttan indirilerek son verildi, sonra da sarayında katledildi. “İlhamî” mahlası ile şiirler yazan ve musikide Sûzidilâra makamını ihdas eden bu ince ruhlu sultan, Osmanlı ülkesinin antik eserlerine karşı aynı duyarlılığı göstermedi. Arkeolojik yağmanın büyük bir kısmı onun zamanında yaşandı. * Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. [ ] 139 Lord Elgin, Atina akropolünde araştırmalar yapmak üzere izin istemiş, sonuç olarak Partenon tapınağının metoplarını sökerek İngiltere’ye taşımıştı. Toplumsal kargaşa ve bunalım dönemlerini değerlendiren Avrupalılar bundan sonraki yıllarda da, arkeoloji ve eski eser bağlamında “elginizm” tanımına uyan fırsatçılıklarını sürdürdüler. Sultan IV. Mustafa’nın (1807-1808) çok kısa süren saltanatından sonra, hatırı sayılır bir kargaşanın içinde erken yaşta tahta çıkan Sultan II. Mahmud (1808-1839), portre resmi demek olan tasvir-i hümayun’unu resmi kuruluşlara astırabilecek derecede duruma hakim olmuştu. “Adlî” mahlasıyla şiirler yazan, tanbur ve ney çalan, dönemin ustalarından hat dersleri alan bu sultan, kavuktan fes’e geçmekle ciddi bir devrimi başarmıştı. Getirdiği yenilikler dolayısıyla bazı çevrelerin, kendisine “gâvur padişah” demekten çekinmedikleri II. Mahmud’tan, yaklaşık yüzyıl sonra yeni Türk Cumhuriyeti bir başka kıyafet inkılabını öngörecek, bu kez fes tarihe karışacaktır. Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmış, buna bağlı pek çok kuruluş ömrünü tamamlamış, ortam bir ölçüde Batı’ya açılan yeniliklerle değişmişti. Sultan Abdülmecid (1839-1861) bir hayli Avrupalıydı. Rical ve şehzadeleriyle birlikte Beyoğlu’ndaki Naum Tiyatrosu’nda opera ve sahne eserleri izlemekle kalmadı, doğum günü (veladet-i şahane) ve yılbaşı kutlamaları onun zamanında yerleşti. Maskeli balolara katılan sultan, Osmanlı tarihinde alışılmadığı üzere, yabancı devletler tarafından verilen nişan ve madalyaları kabul etti. Fes artık yerleşmişti, duruma herkes alıştığından hiç kimse ona “gâvur padişah” demedi. Çarlık Rusyası’nın baskıları arttığından Avrupa devletlerine daha çok yaklaştı, saltanatını tehdit eden kargaşalar atlatıldı, 31 yıla yakın saltanat sürdükten sonra eceliyle öldü. Basık ve yayvan fesiyle tanıdığımız pehlivan sultan, İstanbul’un ilk metrosu olan “tünel”i armağan eden Abdülaziz (1861-1876)’dir. 140 Sultan olduğu için değil, usta bir ressam olduğu için onun adı yeni bir sanat türü olan pentürle birlikte anılır. Kendisinden önce başlayan ve döneminde devam eden bir mimari eser, Osmanlı ülkesindeki ilk laik üniversiteye ev sahipliği yapacaktı. Ayasofya Camisi’ne yakın bir yerde inşa edilmeye başlanan Dârülfünun binası, tutucu kesimler tarafından itirazla karşılanıyordu. Gayrimüslime ile meşhun bir büyük mektebin Ayasofya Camisi karşısında kurulmasının uygun olmayacağı, selefi ve kardeşi Abdülmecid’e de bildirilmişti. Yeni sultanın tahta çıktığı yıl tamamlanan 217 odalı muhteşem bina asla Dârülfünun’a verilmedi. Önce Maliye Nezareti’ne, sonra Adliye’ye verilen bina, Fransız Hastahanesi bile oldu. 1933’te yanarak ortadan kalkan Dârülfünun binası eğer kalabilseydi Suriçi’nin en büyük sivil binası olacaktı. Bu yapının ortadan kalkmasıyla Dârülfünun projesi tekrar küçüldü, kurum farklı binalara sürüklendi ve köre-köşe yerlerde sönümlendi. 15 yıla yakın saltanat sürdükten sonra tahtından indirilen Abdülaziz’in hayatı intihara benzer bir olayla noktalandı. Üç ay üç gün tahtta kaldıktan sonra Çırağan’a naklolunan V. Murad (30 Mayıs-31 Ağustos 1876), yeni-eski konusundaki bütün birikimleri ağabeyi Abdülhamid’e devretmek durumunda kaldı. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909), saltanat çevresinde oluşmaya başlayan etkin güçleri fark etmiş, onlara “meşrutiyet” vaat ederek tahta çıkmıştı. Saltanatının ilk yıllarından itibaren görkemli sahil sarayı Dolmabahçe’yi terk ederek, Beşiktaş vadisinin kuzeydoğu sırtlarında Yıldız adı verilen bölgedeki saraya yerleşmesiyle yeni bir dönem başladı. Meclisli bir yönetimi o günün koşullarında gerçekçi bulmadığından, rakiplerini sırayla tasfiye ederek, içte bir monarşi, dışta Alman Kayzeri’nin dostluğuna dayalı yeni bir politika geliştirdi. Giderek güçlenen İttihat ve Terakki fırkasına uzun süre dayanabildi. Sinema ve tiyatroyu severdi. İtiraf etmeli ki, Osmanlıdaki Âsar-ı Atika Müzesi ve Sanayi-i Nefise Mektebi onun zamanında kurumlaştı, yaşıtı olan Osman Hamdi 141 Bey’in bütün girişimlerini destekledi. 33 yıllık saltanatı sonunda tahttan uzaklaştırılınca, önce sürgün gönderildiği Selanik’te, daha sonra da kapatıldığı Beylerbeyi Sarayı’nda marangozluk hobisini sürdürdü. 27 Nisan 1909’da, yaşlı ve hasta olduğu halde kardeşi Reşad tahta oturtuldu. Neredeyse önüne uzatılan her yazıyı imzalayan, dirayetsiz bir sultan olan Reşad, sinemayı ve gül yetiştirmeyi seven bir Mevlevî idi. Gerçek şu ki, artık saltanat trafiğini gizli bir el yönetiyordu. Gelişmeler, iç gaile çerçevesini aşmış, dünya ölçeğindeki bir hesaplaşma Osmanlı Devleti’ni de köşeye sıkıştırmış, emperyalizm ile Anadolu’da başlayan Millî Mücadele arasında kalan VI. Mehmed Vahideddin bir İngiliz zırhlısıyla ülkeyi terk etmiştir. Yukarıdan beri çok kısa çizgilerle tekrar hatırlamaya çalıştığımız sultanların hiçbiri Fatih veya Yavuz’a benzememektedir. III. Selim’den Vahdeddin’e kadar uzanan sultanlar arasında çok iyi yetişmiş, zeki, kurnaz olanları da vardı. Ama sonuçta kendileri, sadrazamlar ve müşirler, değişmekte olan dünyayı kavrayamadılar. Bu insanlar, yükseliş ve fetihler şöyle dursun, her dakika kolu-bacağı koparılan bir büyük devletin çöküşünü durduramayan biçare yöneticilerdi. 19. yüzyıl boyunca Dârülfünun fikri hep ertelendi, eski eser politikası Osman Hamdi Bey gibi bir tek adamın sırtına yüklendi, plastik sanatlarda Şeker Ahmet Paşa ve benzerleriyle temsil edilen, İstanbul ile sınırlı kimliksiz çıkışlar gözlendi. Dönemin resim sanatı oldukça sığ, taklitçi, kartpostal boyamacılığına dayanan, toplumun hiçbir yönüyle bağlantı kuramayan samimiyetsiz bir sanattı. Bu bağlamda edebiyatçılar birkaç adım öndeydi. Şeker Ahmet Paşa ve Hüseyin Zekai Paşa’nın sessiz, ıssız fakat iyi boyanmış resimlerine göre, Osman Hamdi Bey resim sanatındaki bazı sağlam noktaları yakalamayı başarmıştı. Büyüttüğü figürler artık minyatürden kopmuştu. “Mimozalı Kadın” ve 142 “Cami Önünde Hocalar” da yağlıboya tadı güçlü bir şekilde fark edilir. Sanatçı, aynı zamanda bir müzeci olduğundan eski eserleri, etnografik malzemeyi yakından tanımakta, “Silah Taciri” ve “Kaplumbağa Terbiyecisi” konularını işlerken mankenlerini bu birikime uygun olarak giydirmektedir. O bir oryantalist değil, bir Neoklasik’tir. Etrafında dönen hayat olaylarını ve çalkantıları durultmanın bir yolu olarak bu yolu seçmiştir. Hem bir kaçış hem de bir sağlamcılık arayışı içindedir. Yenilik olarak eskiyi seçmiştir. Onun resimlerine bakarken 16. yüzyılın renkli fotoğraflarını algılarız. Ama bunlar kendi döneminin hayatı hakkında sağlam bilgi vermezler. F. Zonaro’da, güncel ve siyasal olan şeyler hiç değilse belgelenmiştir. Osmanlı resminde, kendini gerçekleştiren insan çabası, düşünceleri açıklayan, dışa vuran samimi mesajlar aramak boşunadır. İnsan zekâsı ve düşüncesi, çevresinde görüp izlediği şeyleri yetersiz bulduğu için kendisine daha farklı pencereler açmış, dans etmiş, mimariye başvurmuş, müzik ve resim yapmış veya bunlardan bazılarını yapamamıştır. III. Selim’den II. Meşrutiyet’e kadar gelen süreçte, özellikle yapılamayanlar dikkat çekicidir. Osmanlı’da, kavuktan fes’e geçilmiş, fakat heykel yapılmamıştır. Değişimler, o andaki toplumsal ideal, zeitgeist veya hâlet-i ruhiye’nin gerektirdiği çerçevelerde yürümüş, kültür ve sanat, bu değişimleri bir ölçüde yansıtabilmiştir. Şurası bir gerçek ki, hızlı ve şiddetli değişimler karşısında insanlar hep tedirgin olmuşlardır. 1914’ten başlayarak yükselen tehlike, bu kez Sırbistan veya Karadağ isyancılarından gelmiyor; dünyanın en gözü dönmüş istilacıları birleşerek, önce payitaht İstanbul’u sonra da Anadolu’nun bütününü tehdit ediyorlardı. Kanlı savaşlardan sonra anti-emperyalist mücadeleyi kazanan Ankara merkezli kadro, yeni bir güç odağı oluştururken, farklı bir toplum düzeni de kurmak zorundaydı. Eski Osmanlı ülkesi ve toplumu, ciddi bir kriz ve bunalım noktasını aştıktan sonra, bütünüyle sivil ve laik bir kadro, mevcut değerlerden 143 bir kısmını da değiştirmek gereğini duymuştu. Bu reform, Osmanlı aydınlarının neye mensup oldukları konusunda kararsızlığa düştükleri bir süreçte hukuki bir şekil almaktaydı. Time dergisi 3 Mart 1923 tarihli sayısının kapağına Mustafa Kemal Paşa’nın kalpaklı bir portresini koyarak onu dünyaya tanıtıyordu. Derginin içindeki kısa tanıtım yazısını A. Toynbee kaleme almıştı. Aradan geçen on yıl sonunda büyük bir yıldönümü kutlaması yapılmış ve bestelenen marşın şu sözleriyle artık kendisini fark eden bir ulusun sesi dünyaya duyurulmuştu: “Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.” Yeni bir kimlik inşa edilirken kültür ve sanat ürünlerinde toplumsal ideallerin değiştiği yeni göstergelerle ortaya konacak; en azından, ayvalı natürmortlar ya da eski Osmanlı kıyafetlerine bürünmüş mankenlerle bir yere varılamayacağı anlaşılacaktır. Şehirler, özellikle yeni başkent Ankara’nın fiziki yapısı buna göre belirlendi. Şehrin kuzeyindeki bir dörtyol ağzı Millet Meydanı (sonraki Ulus) buna göre düzenlendi, bu meydanı Sıhhiye’ye bağlayan ana caddenin iki yanına önemli devlet binaları yapıldı. Bu caddeye Bankalar Caddesi adı verildi. Bu yol üzerindeki bir yamaca inşa edilen Halkevi Binası, Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden çizgiler taşıyan anlamlı bir eserdi. 23 Nisan 1930’da törenle açılan binanın mimarı A. Hikmet Koyunoğlu’dur. 1932’de Birinci Türk Tarih Kurultayı’na ev sahipliği yapan bina daha sonra da birçok toplantı ve sahne eserlerinin sergilendiği bir yerdir. 1926’da Cumhuriyet’in ilk müze binası olarak inşa edilen Etnografya Müzesi’nin önündeki atlı Atatürk heykeli 1933’te P. Canonica tarafından yapılmış, Onuncu Yıl kutlamaları sırasında Ankara’ya gelen izcilerden bir kısmı bu heykelin kaidesi önünde fotoğraf çektirmişlerdi. Bu coşkulu izci topluluğu içinde babam İbrahim Enis de bulunmaktadır. 144 Heykel sanatı Cumhuriyet’le birlikte ileri adımlar atabilmiş, büyük önderin heykelleri dışında önemli kavramlar, hatta olaylar anıtlarla simgelenmişti. Cumhuriyet tarihinin en iğrenç olaylarından biri, Menemen Olayı’nın gelecekte de unutulmaması için 1931’de Kubilay Anıtı gerçekleştirildi. Bu kez bir Türk heykeltıraşı Ratip Aşir Acudoğu’nun düşüncesinden somutlaşan anıt, dinamik bir mimari arka plan ile bunun önündeki genç bir atletle ilginç bir tasarımdı. 1926’da, H. Krippel’in tasarımı olan üniformalı Atatürk, daha eski ve tamamlanmamış bir anıtın üzerine konarak, kaidede Neoklasik çizgilerin hakim olduğu bütün, Konya’nın önemli anıtlarından biri doğmuş oldu. Şeref Akdik’in 1930’dan sonra yaptığı iki resim, “Telgraf Başında” ve “Millet Mektebi”, adlarından da anlaşılacağı üzere, konularını bütünüyle büyük önder ve yurt insanından alan, okumayazma seferberliğini ve ülke sorunlarına duyarlıklı bir önderi anlatan güçlü mesajlarla doludur. İnce fırça işçiliği ve ayrıntılı gözleme dayanan, fakat, insan konusunu asla politik bir bilinçle ele almayan Osmanlı ressamların büsbütün ayrılan yeni resim, halkla olan ilişkileri açısından bir sanat dalı olarak yine de sallantıdadır. Ahmet Haşim, 1921’deki bir yazısında şunları belirtiyordu: “Halkın adem-i rağbeti umumî terbiyedeki inhitatı değil; sanatla hayat arasında açılan uçurumun genişliğini gösterir feci bir işarettir.” (Akşam, Nr. 988). Reform, inkılâp ya da modernite, ne dersek diyelim, hepsi de bir bakıma aynı kapıya çıkan dönüşümlerin getirdiği çelişkileri de barındırıyor. Yeniliğin, hangi bütün içinde değerlendirileceği sorusu, baştan beri sorunları da beraberinde getirmekteydi. Bunu, görsel sanatlarda gördüğümüz gibi, mimari ve şehircilik anlayışında da fark ediyoruz. Ressam Nazmi Ziya (Güran) daha 1913’te şehircilik anlayışını şu dizelerle eleştirmişti: “İtiraf olun145 malıdır ki biz bir daire-i fâside içinde dönüp duruyoruz.” (Şehbal, S. 87, s. 298-99, 14 Aralık 1914). Özet ve sonuç olarak, modernite bağlamında bugün Cumhuriyet’in yanında olmak, onu savunmak, düne göre daha kolaydır. Bugünün aydını, 1920’lerde yaşıyor olsaydı, hangi safta yer alacağı konusunda karar vermesi, şu andaki kadar kolay olmayacaktı. Yaşadığımız şu günlerin anlamı bile herkesçe aynı şekilde algılanmıyor. Çünkü modernitenin ve reformların yakın tarihimizdeki yeri, içinde bulunduğumuz kültürel çevre ve politik bilincimize göre anlam kazanıyor. Olaylar, kurumlar, kişiler ve etkinlikler bu doğrultuda zihnimizdeki listeye ekleniyor. 146 II. Mahmud’un Sanat Çevresi Öğr. Gör. Talip Mert [*] Bildiri konusuna geçmeden önce Osmanlı tarihinin en çok tartışılan devirlerinden biri olan II. Mahmud devri (1808-1839) ile ilgili bir takım kısa bilgiler vermeyi uygun buluyorum. Bu kısa bilgiler, II. Mahmud’un siyasî çevresinin bir hayli karışık olmasına rağmen sanat çevresinin ne kadar şa’şaalı olduğunu göz önüne serecektir. Kaldı ki bu tezle o devrin sanatkârlarından sadece hattat ve bestekârlar bir nebze de olsa tanıtılmaya çalışılacaktır. II. Mahmud döneminde yapılan kültürel değişmeler, yeniden kurulan müesseseler (maarif, idare, mülkiye, maliye, sağlık ve gazete...) gibi sosyal alanda gerçekleştirilen yenilik hareketleri de oldukça iyi neticeler vermiştir. Bütün bu inkılablar aşağıda tek tek sayılacak engellere, batılıların bitip tükenmeyen baskı ve entrikalarına rağmen gerçekleşti. II. Mahmud’a inkılapların neticesini görmek nasip olmadı. Her ne kadar II. Mahmud’un ölümüyle yaptığı köklü değişmeler terk edilmedi ise de onun kadar azimli ve iradeli bir şekilde devam da edemedi. * Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi [ ] Bölümü Öğretim Görevlisi. 147 Çünkü ne Sultan Abdülmecid’de ne de diğer ricalde onunki gibi istikrar, basiret ve enerji kâmil manada yoktu. Osmanlı Devleti’nin 100 sene daha fazla yaşaması büyük çapta II. Mahmud’un bitip tükenmeyen azmi, iradesi, atılganlığı ve cesareti sayesinde olmuştur demek ona iltifat değil, mutlak bir hakikatin ifadesidir. II. Mahmud’un padişah olduğu günlerde Vehhabî gâilesi sebebiyle hac yolu bir-kaç yıl kapanmış, hacca gidenler yollardan geri dönmek mecburiyetinde kalmışlardı.1 Yine o günlerde Sırp isyanı ve 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı gibi iki büyük buhranla iç içe idi. Yeni Padişah IV. Mustafa da tam manasıyla çâresizdi. Bu sırada Ruslarla yapılan 8 aylık bir ateşkes anlaşması II. Mahmud’un tahta çıkması için iyi bir fırsat oldu. Napolyon’un Rusya aleyhtarı tutumu Rusları bu ateşkese mecbur etmişti. Bu buhranlı durumdan devleti kurtarmak isteyen Ruscuk Yâranı’ndan birkaç kişi gizlice İstanbul’a gelip Alemdar’ın İstanbul’a davet edilmesini sağladılar. Bunun için çok başarılı ve ustaca bir siyaset güderek asıl niyetlerini gizlemeyi de başardılar. Ama Alemdar’ın bazı hataları onların bu çabalarını boşa çıkardı. 1808’de devlet bu büyük buhranlara ek olarak “a’yan” adıyle bilinen bir sürü derebeyi ve mütegallibeye de âdeta esirdi. II. Mahmud henüz saltanatının ilk günlerinde bunlarla Sened-i İttifak’ı imzalamak ihtiyacını duymuştu (Ekim 1808). 15 Kasım 1808’de patlak veren Alemdar Mustafa Paşa olayları ile devlet yeni baştan büyük bir fitne ile daha yüz yüze geldi.2 1 2 Münir Atalar, Surre-i Hümayun ve Surre Alayları, Ankara 1991, s. 148149. O. A. Millî Emlak’tan devr alınan defterler 11 / 57. Selh Şaban 1217’den 1224’e kadar III. Selim, IV. Mustafa ve II. Mahmud ruznamesidir. Bu defter Uzunçarşılı tarafından yazılan “Nizam-ı Cedid Ricalinden Kadı Abdurrahman Paşa” adlı makalenin de esas kaynaklarından birisidir. (Belleten XXXV/138. Nisan 1971.) 148 Alemdar Paşa ile Refik Efendi öldürüldü. Tahsin ve Behic Efendiler kaçarak kurtulabildiler. Devlet yine zorbalara teslim oldu. Bu tarihten 1826’ya kadar Sultan Mahmud’un saltanatı bu zorba ocağın gölgesinde bu cephenin tahakkümü altında geçti. Boşa giden bu 18 sene belki de devletin tarih boyunca kaybettiği en büyük fırsatlardan birisi oldu. II. Mahmud’un 31 sene süren saltanatının kâr ve zararları birer cümle ile şöyledir: Bu 31 senenin kazançları: Vehhabi isyanının bastırılması, Osmanlı- Rus Savaşı’nın oldukça az sayılabilecek kayıplarla bitmesi, Osmanlı denizciliğinde önemli bir yeri olan Mahmudiye Kalyonu’nun inşası, Sırpların Lideri Kara Yorgi’nin mağlubiyeti, Babıâli Tercüme Odası’nın kurulması, Taallüm-i Sıbyan fermanının yayınlanması. İlk günlerde pek farkedilmese de müteakib yıllarda bu ferman Osmanlı Devleti’nde çok hayırlı gelişmelerin müjdecisi olmuştur. 15 Haziran 1826’da “Vak’a-i Hayriye” adıyla tarihe geçen Yeniçeri Ocağı kaldırıldı. Yeniçerilikle beraber Mehterhane’de de kaldırılıp yerine Mûsika-i Hümayun kuruldu. Yine bu yıl Evkaf Nezareti’nin kurulmasıyla vakıflar yeni bir düzene sokuldu.3 1827’de Tıphane-i Amire, bir-iki yıl sonra da Cerrahhane-i Ma’mure adıyla iki tıp mektebi açıldı.4 Tıp mesleği diploma şartına bağlandı. 3 4 Mehmet İbşirli, “II. Mahmud Döneminde Vakıfların İdaresi” Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri, Bildiriler (28-30 Haziran 1989), İstanbul 1990, s. 49-58. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 1994 s. 127. 149 Müsaderat ve Mahlulat Dâiresi kaldırıldı. Osmanlı Devleti’nde su-i istimallere çok açık olan bu kurumun lağvı genel olarak iyi karşılanmıştır. Devlet tarafından Sür’at adlı ilk buharlı vapur (buğu gemisi) satın alındı.5 Feshane, İplikhane, Dikimhane6 ve Şeker fabrikası7 gibi bazı, o vakte gore büyük çaplı, sanayi tesisleri kuruldu. Küçük işletme anlayışından büyük işletme, büyük şirket anlayışına geçildi ki bu tür bir iktisadi faaliyet bu dönemin en takdire şâyan taraflarındandır. 1829’da kılık-kıyafet kanunuyla şalvar, sarık ve kavuk kaldırılıp yerine pes, pantolon ve ceket giyme mecburiryeti getirildi. Buna bir de padişahın resimlerini, tasvir-i hümayunlarını devlet dâirelerine astırması eklenince II. Mahmud Han “gâvur padişah” sıfatını almış oldu.8 Ama Mahmud Han-ı sâni yolundan dönmedi. II. Mahmud tasvir-i hümayunlarını birçok yabancı hükümdarlara da hediye etti. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden kalan timar sistemini kaldırdı.9 1830 yılının Temmuz ayından başlayarak ülkede nüfus sayımı yapıldı.10 1831’de Takvim-i Vekayi’ Türkçe ve Fransızca olarak yayıma başladı.11 1834’de Avrupa’da ilk dâimî ikamet elçilikleri açıldı. 5 6 7 8 9 10 11 Ahmed Lütfü Efendi, Tarih-i Ahmed Lütfü, Dersaadet 1291, s. 276. HAT 48352, 50805, 50913. HAT 35678, 37521. Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, İstanbul 1986, I/498-499. Lewis, a.g.e, s. 91-94. Lewis a.g.e, s. 91. Niyazi Berkes, a.g.e, s. 177. 150 Yine bu yıl Mekteb-i Fünun-u Harbiye te’sis edildi. Bu mektebin bir grup talebesi Viyana, Paris ve Londra’ya tahsile gönderildi. Eski menzilhanelerin (kirahane) yerine yeni baştan posta teşkilatı kuruldu 1834.12 1835’de Tahaffuzhane adıyla ilk Karantina Müdürlüğü (Dâru’letıbbâ) ihdas edildi. 1831-1833 yıllarında Hindistan’dan başlayarak Avrupa’ya oradan da tâ Amerika’ya kadar yayılan kolera salgını hem Avrupa’da hem de Osmanlı Devleti’nde böyle bir kurumu zaruri kılmıştı. Amerikalı Dr. Dekey 1831 yılında İstanbul’da bu hastalığı tedavi için sirke ve sair bazı maddeler kullanıldığı halde Avrupa’da kolera bir bulunan evin kapı ve pencereleri örülmek suretiyle hastanın ölüme terk edildiğini yazar. Dr. Dekey, ayrıca Québec’te toplanan hekimler kongresinde Türkler’in bu davranışını takdirle anar.13 II. Mahmud devrinde pasaport kullanma usulü benimsendi. İlk tahsil mecburî hale getirildi. 1839’da rüşdiyelerlerin yanında Mekteb-i Maarif-i Adliye ile Mekteb-i Ulûm-i Edebiye adlı mektepler kuruldu. Avrupa usulü nezaretler kuruldu. Nazırlardan birinin başvekil unvanıyla sadrazamın yerini alması öngörüldü. Padişahın mutlak vekili sadrazam yerine yetkileri azaltılmış başvekalet usulü benimsendi. Ticaret ve ziraatın geliştirilmesi, iltizamın kaldırılması, yed-i vâhid usulünün terki gibi bazı iktisadî teşebbüslere hız verildi. II. Mahmud, Anadolu ve Rumeli’ye yaptığı ziyaretlerle ülkesini yakından tanıma imkânı bulmuştur. Bu seyahatinde padişah 12 13 Ahmed Lütfü, a.g.e, IV / 161. Niyazi Berkes, a.g.e, s. 166. 151 her dinden teb’asına ihsanlarda bulunmuş, yeni kıyafetiyle halkı selamlamış, bando konserleri verdirtmiş, gittiği yerlerde tebdil gezmeyi de ihmal etmemiştir. Bu 31 senenin kayıpları: Tepedelenli Ali Paşa isyanı (1820-1822). Mora İsyanı 12 Şubat 1821 -1829. Bu isyanın önce İngiltere, daha sonra Fransa ve Rusya tarafından desteklenmesi 1823. Osmanlı Devleti bu isyanda yer yer başarılar elde ettiyse de sonunda Navarin baskını, Yunanistan’ın istiklali ve yeni bir Osmanlı-Rus Savaşı gibi üç ağır kayıba katlanmak mecburiyetinde kaldı. Bu isyan sırasında Mısırlı İbrahim Paşa’ya gönderilen fermanlar arasında “Mora’da bulunan âsar-ı atikanın” korunması talimatı da vardı. Osmanlı Devleti’nin bu husustaki hassasiyetini, eski eser mefhumuna hiç de yabancı ve ilgisiz olmadığını göstermesi bakımından çok mühimdir. Bu konuda bir başka mühim olay ise bugün Londra Britisch Museum’u süsleyen eski Yunan eserlerinin bu devirde oraya taşınmış olmasıdır. Avrupa’nın hâlâ da bitmeyen “Şark Mes’elesi” de bugünlerde başladı. Son Osmanlı-İran Savaşı (1821-1823). Navarin Vak’asından sonra Osmanlı Devleti’nin za’fından istifade etmek isteyen Rusya, 26 Nisan 1828’de Osmanlı Devleti’ne harb ilan etti. 12 Haziran 1830’da Fransızlar Cezayir’i işgal etti. 1831’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanı başladı. II. Mahmud’un ilk günlerinden saltanatının sonuna kadar onu en çok mağdur eden, elini kolunu bağlayan bu isyandır. II. Mahmud’u mağdur eden olaylar zincirinin son halkasıdır. Öncekiler ise; Yeniçeri tehdidi, Mora İsyanı ve 1829 Osmanlı-Rus Savaşı’dır. 152 1838’de Türk – İngiliz Ticaret Antlaşması imzalandı. II. Mahmud devrinin en çok tartışılan ekonomik faaliyeti her halde bu antlaşmadır. 14 Bu antlaşma da Hünkâr İskelesi Antlaşması gibi büyük çapta Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın gücünü kırmak için yapıldı. II. Mahmud, 31 yıllık saltanatı boyunca her türlü talihsizliğe katlanmış, her felakete büyük bir soğuk kanlılıkla göğüs germiş ama bunların hiçbirinden yılmamış, her zaman atak, her şartta faaldir. Fakat bulunduğu tarih dilimi ona pek şans tanımamış, tali’i de pek yaver gitmemiştir. Buna rağmen o hiç korkuya kapılmamış, hiçbir şekilde fütura da düşmemiştir. II. Mahmud, genel olarak yaşamış olduğu siyasî, askerî, iktisadî buhranlara katlanmış, bunlara direnmiş bir devlet liderdir. Sultan II. Mahmud, 1 Temmuz 1839’da veremden vefat etti. Ömrü 53 sene 11 ay 12 gündür. Saltanat müddeti ise 31 sene 8 gündür. II. Mahmud’un Sanat Çevresi II. Mahmud, Osmanlı padişahları içinde en üstün meziyetlere sahip olanlardan birisi belki de birincisidir. Siyasî olarak ıslahatçı, yenilikçi, kültürel yönden şair, hattat ve bestekârdır. Ayrıca çok değerli de bir münşi’dir, nâsirdir. Yazdığı hatt-ı hümayunlardaki kusursuz ifade tarzı onun bu yönünü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Onun hatt-ı hümayunları birkaç kelimelik cümlelerden ibaret olmayıp uzunca ve çok başarılı ifadelerle doludur. Bu hatt-ı hümayunlarda görülen ve ciddi ciddi fark edilen diğer bir husus ise dilde sâdeleşmeyi ön plana almasıdır. Bu konuda da II. Mahmud ilk adımı atan kişidir. II. Mahmud devri hat ve musikı sanatlarıı bakımından oldukça parlak bir devirdir. Bunun belli başlı birkaç sebebinin başında II. 14 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1987, s. 47. 153 Mahmud’un bizzat bu sanatlarla meşgul olması gelir. II. Mahmud hattat olarak zamanının kıymetli hattatları Kebeci-zade Mehmed Vasfi ve Mustafa Râkım’dan meşk etmiş, bu sahada bir çok esere de imza atmış bir sanatkârdır. II. Mahmud’un bugüne kadar görülen yazıları büyük çoğunlukla celî sülüs, daha az sayıda da sülüstür. Celî sülüste çağdaşı ve meşk hocası Mustafa Râkım’ın büyük tesirinde kaldığı anlaşılan II. Mahmud, hocasının yazdığı bir çok yazıya kendi imzasını atmaktan da geri kalmamıştır. Kendi yazdığı yazılar, her ne kadar güzel ise de Râkım gibi hat tarihinde efsane olmuş bir insanın yazıları yanında bir hayli sönük kalmaktadır. II. Mahmud padişah ve halife olması hasebiyle yazıları pek çok mabed, tekke, türbeye asılmış, devrinin şeyhlerine, ulemâsına da bir çok eserini hediye etmiştir. 1814 (1229) senesinde yenilenen Ka’be örtüsünün yazıları ile15 1815 (1230)’da yenilenen Ravza-i Mutahhara’nın yazıları da yine II. Mahmud’un hattıyladır.16 II. Mahmud Devri Hattatları Abdülkadir Bey, Emin Bey-zâde (1785-1846): Eski Sadrazamlardan Yağlıkçı-zade Mehmed Emin Paşa’nın torunu, iyi bir ta’lik hattatı olan Kadıasker Emin Bey’in de oğludur 1215 (1800) yılında başladığı memuriyete Eyyüb kadılığı, Harameyn müfettişliği, Mekke-i Mükerreme kadılığı, 18291830’da Rusya ile yapılan barış antlaşmasında II. murahhas, 1830’da başlayan nüfus sayımında Viranşehir nüfus memurluğu, Anadolu kadıaskerliği ve Meclis-i Vâla müftülüğü gibi görevlerde bulunmuştur. 15 16 BOA, HAT. 19699 A. BOA, HAT. 19699 C. 154 Abdurrahman Efendi (?-1845): Tosyalı Dülger-zade ailesine mensup olan bu zatın hayatı ve eserleri hakkında başkaca bir bilgi yoktur. İstanbul’da müsafireten bulunduğu bir zamanda vefat etmiştir. Ahmed Bedii Efendi: Hayatı mechul hattatlardandır. Görülen bir yazısından anlaşıldığına göre de Mustafa Râkım’ın talebelerindendir. 1252 (1836) senesinde hayatta olduğu anlaşılan bu zat, bilinen tek yazısına göre de güçlü bir hattatmış.17 Ali Mısrî Efendi (?-1828): Fatih Camii’nde hadis-i şerif tedrisi ile meşğul olurdu. Afif damadı Osman Efendi’den meşk etti. Ali Vasfî Efendi (?-1837): Ali Vasfi Efendi Lâz namıyla maruf Ömer Vasfi Efendi şâkirtlerinden değerli bir hattattır. Galatasaray’ın yazı hocası idi.18 Esma İbret Hanım (1780-?): Esma İbret Hanım, Serhasekiyan-ı hassa Ahmet Ağa’nın kızıdır. Topkapı Sarayı müzesindeki Hilye-i Şerife’sinin arkasındaki kayda göre 1194 (1780) sene-i hicriyesinde doğduğu tahmin olunabilir. Vefatına dair hiçbir kayıt bulunamadı. Hüseyin Rıza Efendi (?-1831) Arşiv belgelerinde ismine rastlanan hattatlardandır. İbrahim Sükûtî Efendi (?-1834) Hat ve Hattatan’da beyan olunduğuna göre Esma Sultan Sarayı’nın bekçisi idi. Hattatlık vadisine sülûk ile nâmdar ve sahib-i iştihar oldu. Mahmud Celaleddin Efendi (1750?-1829) Mahmud Celaleddin Efendi Dağıstanlı Şeyh Muhammed Nakşibendî El-Muradî’nin oğludur. Dağıstan’dan ne vakit geldiği malum değildir. Ak Molla Ömer Efendi’den ve diğer rivayete nazaran Abdüllatif Efendi’den temeşşuk etti. Yamak-zade Salih Efendi’den meşk 17 18 Şevket Rado, Türk Hattatları, Tifdruk Matbaası, İstanbul (1984), s. 203. İnal, a.g.e, s, 43. 155 isteyip alamamış, ondan sonra başvurduğu Ebubekir Raşid Efendi “iyi yazmak hoş yazmağa mütevekkıftır” diyerek baştan savmıştır. Kemal-i azm ve gayret ile yazıda tekemmül ve hattatlar arasında teşehhür etti. Vâdi-i mahsus sahibi oldu. Yazısı diğer hattatların yazısına benzemez.19 Mehmed Tahir, Salih ve Hüseyin Efendiler gibi çıraklar yetiştirmiştir.20 Mehmed Ataullah Efendi, Şânî-zade (?-1825): Şanî-zade El-Hac Mehmed Sadık Efendi’nin oğludur. İstanbul’da doğdu. 1200 (1786)’de yapılan bir imtihanla tedris ruusu verildi. 1231 (1816’de) Havass-ı Refia Kazası (Eyyub Sultan), 1232 (1817)’de Evkaf Müfettişliği, Vak’anüvis Ahmed Âsım Efendi’nin taundan vefatı üzerine vakânüvislik, Şanî-zade’nin bu hidmeti 1241 (1825)’e kadar devam etti. Şanî-zade Ataullah Efendi’ye 9 Muharrem 1237 (06.10.1821)’de ise Mekke-i Mükerreme pâyesi tevcih olundu.21 Şanî-zade’nin, hat sanatını ise İsmail Zühdü ve Mehmed Es’ad Yesârî’den öğrendi. İsmail Zühdü Efendi ile olan münasebetini kendisi “... Hâlâ Mevâliden Râkım Efendi’nin biraderi olup hatt-ı sülüste üstad-ı muharrir-i hakir olan zamanın Şeyhülhattatîni İsmail Zühdü Efendi...”22 sözleriyle anlatıyor. Yeniçeriliğin kaldırıldığı sırada Bektaşîlik isnadıyla Tire’ye sürgün edildi ve orada vefat etti. Mehmet Haşim Efendi (?-1846): Mehmed Haşim Efendi Çerkestir. Mustafa Râkım Efendi’nin kölesi ve veled-i ma’nevisi olan değerli bir şakirdidir. Yazıda terakki ederek sikke-i hümayun 19 20 21 22 İnal, a.g.e, 183-189. Rado, a.g.e, s. 200-201. Ahmed Es’ad Efendi, a.g.e, s. 19. Tarih-i Şâni-zade, Dersaadet 1291, II / 194-195. 156 ressamlığına ta’yin ve hâcegânlık rütbesi tevcih olundu. Bilahare Darbhane-i Âmire sersikke-zeni oldu.23 Mehmed Haşim Efendi, arkadaşı Sikke-zen Mustafa Efendi’yle beraber 28 S. 1251 (25.06.1835) tarihinde birer adet rütbe-i rabia nişanına nail olmuşlar.24 Ravza-i Mutahhara’nın tecdid olunan kisve-i şerifesini 1253 (1837)’de İstanbul’dan hareketle -mahall-i âlisine- isal eyledi. 1254 (1838)’de avdet etti. II. Mahmud Türbesi’nin yazılarını tersim ve tahrir eyledi. 15 Şaban 1256 (12.10.1840)’da Sultan Abdülmecid’in huzuruyla türbe açıldığında müstevfa atıyye ihsan olundu. Mehmed Nazif Efendi (1760?-1825): Hayatı hakkında hiçbir bilgi olmayan ancak arşiv sayesinde keşfedilen talik hatattlarındandır. İbnülemin’in koleksiyonunda bulunan 1235 tarihli bir yazısının imzasından hareketle keşfedilmiştir. Mezkur yazıda Mehmed Nazif Efendi’nin Tophane Nazırı olduğunu yazıyor.25 Nazif Efendi’nin bu vazifeye atanmadan önce 1819’da da Tersane Emini imiş.26 Sahaflar Şeyhi-zade Mehmed Es’âd Efendi, Ta’liknüvis Nazif Efendi hakkında epeyce bilgi vermektedir. Hacı Nazif Efendi 1239 (1823)’te İznikmid’e Kereste Emini ta’yin. kılındı.”27 Mehmed Sadullah Efendi, Arab-zade (1767-1843): Mehmed Sa’dullah Efendi Şeyhülislam Arab-zade Arif Efendi’nin büyük oğludur. Hoca Neş’et Efendi’den Farisî ve Yesârî Es’ad Efendi’den ta’lik taallüm etti, me’zun oldu. Müderris 1225 (1810), İzmir 1233 23 24 25 26 27 İnal, a.g.e, s. 125. BOA, Darbhane Defterleri 1056 / numarasız. İnal, a.g.e, s. 590. BOA, HH. 23121. BOA, Kepeci, a.g.e, 59, 102, 256. 157 (1817), Bursa, 1235(1819) ve Mekke mollası bilahere İstanbul Kadısı oldu.28 İstanbul kadısı olarak yaptığı hizmetler beğenilen Sa’dullah Efendi’ye bu def’a da Anadolu Kadıaskerliği verilerek taltif edildi. 1822 (1238). 1243 (1827)’de Rumeli kadıaskerliği pâyesini hâiz oldu. 1248 (1832)’de bitecek vazifesi üç ay uzatıldı. Arab-zade 1252 (1836)’de pırlanta nişân ile taltif edildi.29 İki defa bilfiil Rumeli kadıaskeri ve reisü’l-ulemâ unvanına nail oldu. Bir seneden beri hasta olduğu halde 5 Ramazan 1259 (29 Eylül 1843)’da vefat etti. Tefsir-i şerif, Câmi-i Sağir ve sair kütüb yazmıştır. Bunlardan maada kıt’a ve levhaları, meşk ve talimleri sahife-i âlemde yâdigardır deniliyor. Sa’dullah Efendi, Sadi mahlasıyla şiirler de yazmıştır.30 Mehmed Salih Efendi, Çemşir Hâfız (?-1820): Kalemindeki metanet ve süratten dolayı Hâfız Çemşir, Çemşir Hâfız namıyla iştihar etmiştir. Hattat Ak Molla Ömer Efendi’den yazdı. Enderun-ı Hümayun yazı hocalarındandır. Âşinaları vaktiyle irtikab eylediği a’mal ile kıyamet günü ne yapacağını ve huzur-ı Bâri’de ne cevap vereceğini sormuşlar o da cevaben: “-Âsârımı bir torbaya koyup omuzlayarak divan-ı hesaba çıkarım,” demiş. 1236 (1820)’da Kur’an-ı Kerim yazarken vefat eylediği mervidir. Muhsin-zade Abdullah Bey 454 rakamı ile yazdığı Kelam-ı Kadim’i gördüğünü söyledi. Yenibahçe’de ve Etmeydanı’nda iki çeşmenin kitabesi onun yazısıdır. Ellerde sülüs ve nesih kıt’aları vardır.31 28 29 30 31 İnal, a.g.e, s. 609. BOA, Darbhane Defterleri, 1056 / sny. İnal, a.g.e, s. 609 – 611. İnal, a.g.e, s. 352, Rado, a.g.e, s. 195. 158 Mehmed Şâkir Efendi (?-1834): Laz Ömer diye tanınan Hattat Ömer Vasfi Efendi’nin talabesidir. Daha çok Baltacı Hâfız diye tanınırdı. Birinci sınıf hattatlardan hatta Laz Ömer derecesinde olduğu kaydediliyor. 1834’te Hicaz’da vefat etmiştir.32 Mehmet Tâhir Efendi (?-1845): Mahmut Celaleddin Efendi’nin en ileri gelen tilmizidir. Sultan Abdülmecid’in de yazı hocasıdır. 1262 (1845)’de vefat etti. Üsküdar’da Harem İskelesi’nde Defterdar Camii ile Galata’da Kapıiçi Camii hututu ol merhumun âsârıdır. Sağlığında talebesi Sultan Abdülmecid’den Çamlıca’da bir ev ihsanına nail olan Mehmed Tâhir Efendi’nin33 vefatından sonra çocukları Mehmed Kemal ve Remzi Efendiler de aynı şekilde padişahın yakın ilgisine mazhar olmuşlar. Mehmet Vasfi Efendi, Kebeci-zade (?-1232 ): Kebecizade El-Hac Hâfız Mehmed Vasfi Efendi ibn-i Süleyman zamanının en değerli hattatlarındandır. Galatasaray gılmanının hat muallim-i sânisiydi. Hat ve Hattâtan’a göre ise “Sultan Mahmud-ı Sâni vaktinde ser halka-i hoş nüvisan idi.” Sultan-ı müşarunileyhin hidmet-i hatlarında evvela o, ve ba’dehu Râkım Efendi bulunmuştur. 1248’de vefat etti. Üsküdar’da Karacaahmed civarında medfundur. Kabrinin taşını Hacı Tâhir Efendi yazmıştır. Sicill-i Osmanî’de “Kâtib-i Sultanî olup 1247 muharreminde fevt oldu.” deniliyor. 18 Şaban 1247 (22.01.1832) tarihli Takvim-i Vekâyi’de de vefatı haber verilmiştir.34 Yesârî-zade Mustafa İzzet Efendi (1770?-1849): ElHac Mustafa İzzet Efendi, Yesârî Mehmet Es’at Efendi’nin oğ32 33 34 İnal, a.g.e, s. 377 – 378. Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, İstanbul, 2001, s. 123. (Yayına hazırlayan: Ali Şükrü Çoruk), Kitabevi Yayınları. Takvim-i Vekayi’, sayı 12/58. 159 ludur. Yesârî-zade nâmıyla ma’rufdur. Ta’liki babasından yazıp mezun oldu. Babasının şakird-i mümtazı olan Mehmet Emin Paşa-zâde Emin Bey’den 1202 (1788)’de, Hırka-i Şerif şeyhi Osmanu’l-Üveysi Efendi’den de 1203’de icazetname aldı. Aynı yıl I. Abdülhamid’e sunduğu bir ta’lik levha sebebiyle rüusa nail olarak müderris oldu. 1206 (1792)’de babası ile III. Selim’in huzuruna çıkıp beş keselik bir ihsana nail olduğu ve babasıyla hacca gittiği anlaşılıyor.35 Yasârî-zade’nin Nusretiye Cami-i Şerifi Muvakkithanesi yazılarıyla ilgili belge şöyledir: “… İzzet Molla’nın inşad eylediği tarihler selis ve güzeldir. Tezkirende beyan ve istizan eylediğin vechile Yasârî-zade Efendi’ye ihale olunarak mahalli bilmuayane şimdiden tahririne ibtidar olunsun.”36 1241 (1826) Cuma günü Nusretiye Cami-i Şerifi’ni ibadete açmak içün II. Mahmud selamlık resmini burada icra etmiş ve Yasârî-zade’ye 1000 guruş ihsanda bulunmuştur.37 Bazı emsali gibi lafzan müderris ve molla oldu. 1826 (1242)’da Mekke, 1245 (1829)’de İstanbul kadılığı [payesine] sahib oldu.38 Bu paye tevcine dâir Meşihat arzı ile onun cevabı olan Sadaret buyruldusu: “Ma’ruz-u dâi-i Devlet-i Aliyyeleri’dir ki, İşbu 1245 senesi zilkadeti’ş-şerifenin 23. gününden zabt etmek üzere… Yasârîzâde Hattat Mustafa İzzet Efendi dâilerine İstanbul pâyesi tevcih ve ihsan buyurulmak mercudur. El-emru limen lehü’l-emr. 21 Zilkade 45 (14.05.1830)…”39 35 36 37 38 39 V. Sema Arıkan, III. Selim Ruznamesi, Ankara 1993, s. 62. BOA, İbnülemin tasnifi HAT. 599. Es’ad Efendi Tarihi, s. 535 – 536. İnal, a.g.e, s. 562. BOA, Cevdet Adliye, 3803. 160 1832’de inşa edilen Boğaziçi Akıntıburnu Tevfikıyye Cami-i Şerifi’nin kitabesi Mustafa İzzet Efendi’ye yazdırılmıştı. Bu yılın 29 Ekim günü cami-i şerifi resmen açmağa gelen II. Mahmud Yesarîzade’ye bu hizmetinden dolayı 3000 kuruş ihsan etmiştir.40 1837’de Anadolu Kadıaskerliği pâyesini ihraz eyledi. Mustafa İzzet Efendi, Anadolu pâyesini aldığı günlerde bir de nişana nail oldu. 1262 (1846)’de bilfiil Rumeli kadıaskerliğine tayin oldu. 2 Ş. 1265 (23.06.1849)’de vefat etti. Babasının yanına defnedildi. Mustafa Râkım Efendi (1757-1826): Osmanlı devrinde fevkalade bir gelişme gösteren hat sanatının gerçek dâhilerinden birisi de Mustafa Râkım Efendi’dir. O kadar ki Râkım’a kadar hat câmiasında Şeyh Hamdullah, Hâfız Osman isimleri dillerde dolaşırken Râkım’ın gelişi ile bu efsaneler bitip, onların yerini sadece Râkım almıştır. Ve 200 yıldır da hat camiasında Rakım adı dillerden düşmemektedir. Onun bu sanattaki mevkıini ve dehasını çok güzel tavsif eden bir kaside var ki bu kasidenin ilk altı beyti şöyledir: Mustafa Râkım idi âgah, ilm ü hikmete, Malik etmiş anı Hak, enva-ı zib ü ziynete. Şair-i nükte-şinas, tuğrakeş ü ressam idi, Sikke değiştirtdi ol Sultan Mahmud-u haslete. Yaptığı resmin Selim-i Salis canlı sanup, Görse Behzad-ı şehir, mutlak düşerdi hayrete… Mustafa Râkım hakkında çalışma yapan zevattan merhum Ahmet Süheyl Ünver’in onun hakkındaki görüşü şöyle: “...Sülüs, nesih ve ta’lik ve bilhassa celîde muazzam bir üstaddır. Râkım’ın yazılarını anlayabilmek için eserlerini yerlerinde 40 BOA, İ. E HH. 612. 161 hemen her gün görmelidir. Yazı hiçbir hattatın elinde Râkım’daki kadar teşahhus edememiştir…”41 Hat sanatı tarihi ile alakadar olduğu gibi kendisi de iyi bir ta’lik hattatı olan Ali Alparslan’ın görüşleri: “... Celi sülüs Mustafa Râkım... Tarafından olğunluğa kavuşturuldu. Harflerde duruş güzelliğini ve yazının bütününde istif denen kompozisyonu o temin etti. Onun sanat dehasını anlamak için Fatih’te... Nakşıdil türbesindeki ve Nusretiye Camii’ndeki yazılarına bakmak kâfidir...”42 Yine Ali Alparslan’ın İ. Hakkı Baltacıoğlu’ndan aktardıığı şu tesbit Râkım maddesi için gerçekten tam bir “hıtamuhu misk” olacak değerde olup taşı da gediğine oturtmaktadır. “... Sinan Türk mimarlığında, Michel Ancelo heykeltıraşlıkta ne yapmışsa daha ziyadesini Mustafa Râkım yazıda yapmıştır.”43 İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Mustafa Râkım’ın sanatına duyduğu hayranlığı şu kıt’ayla dile getiriyor: Mustafa Râkım’a dense lâyık Muhteşem hatt-ı celi sultanı, Tek yaratmış onu Rabb-i Kadir Gelmemiş, gelmeyecek akranı.44 Uğur Derman hat sanatının her dalıyla uğraşıp değerli eserler verdiği gibi Mustafa Râkım ile de epeyce hemhal olmuş bulunmaktadır. Bu konuda çok geniş araştırma ve incelemeler yapmış birçok da makaleler yazmıştır. Onlarda birisinde Râkım’ı şöyle anlatıyor: 41 42 43 44 Süheyl Ünver, Türk Yazı Çeşitleri ve Faideli Bazı Bilgiler, İstanbul 1953, s. 9 – 10. Ali Alparslan, “Mimarî Yapıların Yazı Sanatı Bakımından Önemi” Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Vols 4 – 5 (1976 – 1977). Ali Alparslan, a.g.e, s. 95. İnal, a.g.e, s. 282. 162 “Mustafa Râkım sülüs ve nesih yazılarında olduğu gibi celi sülüste de gerek harf gerekse istif mükemmeliyeti ile gelmiş-geçmiş bütün hat üsluplarının zirvesine çıktı. Hafız Osman anlayışını sülüsten celiye aktarmasını bildi. Mustafa Râkım padişah tuğralarını da ıslah ederek güzelliğin son noktasına getirip bırakmıştır. Bu sebeple Osmanlılarda celi sülüs hattını ve tuğrayı Râkım öncesi-Râkım sonrası şeklinde sınıflandırmak yerinde olur.”45 Devlet hizmetine müderrislikle başlayan Râkım çeşitli ilmî pâyeler, rütbeler almış en son olarak da Anadolu kadıaskerliğine kadar da yükselmiştir. Birçok hayır hasenat yaptığı da anlaşılan Mustafa Râkım’ın kurduğu bir vakfın vakfiyesi günümüze gelmiştir. Vefatına yakın bir zamanda bir de vasiyetname tanzim edip mahkemeye tescil ettirmiş, vefatından sonra da muhallefatı mahkemece yazılmıştır. 1757’de Ünye’de doğan Mustafa Râkım Efendi 1826’da İstanbul’da vefat etmiştir. Mezarı Fatih Atikali Cami-i Şerif’i bahçesindedir. Ömer Vasfi Efendi, Laz Ömer: Ö. Vasfi Efendi Trabzonludur. Evvela Hâfız Yusuf’tan, sonra Yamak-zade Salih Efendi’den sülüs ve nesih yazdı. Enderun yazı hocalığına tayin kılındı. Enderun ve birunda değerli bir çok hattat yetişitirdi... Kasım Paşa kışlası derunundaki cami ile yine o civarda bulunan Hasan Paşa çeşmesi ve Anadolufeneri’nde Sultan Mahmud’un yaptırdığı çeşmenin yazıları onundur. 1240 (1825)’da vefat etti. Karacaahmed’de Şeyh merhumun yanına defn olundu. 45 Uğur Derman, Türk Hat Sanatı, Sabancı Koleksiyonu, Anabasım A.Ş., İstanbul 1990, s. 29. 163 Şerife Aişe Hanım (1792?- ?) ve Ablası Ş. Fatma Hanım (1790?-1847): Hırka-i Şerife şeyhlerinden Osman Efendi’nin kızdan torunlarıdır. Babaları İbrahim Edhem isminde ilmiyeden bir zattır. Aişe Hanım, Şeyhülislam Zeynelâbidin Efendi’den 1227’de icazet almıştır.46 Bu icazetname, Arapça çok güzel bir mâil ta’lik kıta olup hat sanatında gerçekten behresi olan bir hanım olduğunu isbata kâfidir. Fatma Hanım’ın icazeti konusunda net bir bilgi yoktur. Son zamanlarda piyasada Fatma Hanım’ın bir hilyesi görülmüş, onun da gerçekten iyi bir ta’lik hattatı olduğu ortaya çıkmıştır. Bir de Karacaahmed mezarlığında bulunan bir mezarı da bu kısımda zikr etmek gerekiyor. Karacaahmed’de bulunan altı satırlık celi sülüs mezar taşının ibaresi şöyle: Bulmayıp derdine şifa bu civan / Gençliğine doymadan gitti heman. Sâbık Tire voyvodası / İsmail Ağa’nın kerimesi merhume Ve mağfure Hattat Şerife / Aişe Sıddıka Hanım ruhuna el- Fâtiha 13 ZA. 1241 (19.06.1826) Bu mezar taşındaki bilgiye göre Şerife Aişe Sıddîka adlı iki hanım hattat olduğu kesin bir şekilde ortaya çıkıyor. II. Mahmud Devri Bestekârları Abdullah Ağa, Şehlevendim (?-1826): II. Mahmud devri bestekârlarındandır. Enderun’da yetişti, hâfız oldu. Gayet güzel bir sese sahipti. II. Mahmud zamanının değerli bir hânendesi ve bestekarıdır. Şevkâver makamını bu bestekarımızın bulduğu kuvvetle sanılmaktadır. Fizikî yapısının ve yüzünün güzelliği sebebiyle şehlevendim lakabıyla anılır.47 46 47 İnal, a.g.e, s. 621. Sadun Aksüt, Türk Musikısinin 100 Bestakârı, İstanbul 1993, s. 96-97. 164 Abdülbâki Nâsır Dede (1765-1821 ): Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Kütahyalı Ebubekir Efendi’nin oğludur. 1765 (1179 H )’de mevlevîhane civarındaki bir evde doğdu. Dergahtaki hücresine çekilerek Arabî, Farisî ve edebiyat tahsiline başladı. Milas müftüsüzâde Halil Efendi’den ulûm-u arabiyye ve dergahtaki musiki erbabından musiki teallüm etti. Kardeşi Ali Nutkî Dede Efendi’nin meşihati esnasında dergâhın neyzenbaşısı oldu. 1794 (1209)’ de evlendi. 1219 (1804)’da şeyh, 1813 (1229)’de Yenikapı dergâhının tevliyeti de ona tevcih edildi. Abdülbâki Nâsır Dede’nin ibda’ ettiği terkipler –kendi ifadesine göre- şunlardır: Dilâviz, Ruhefzâ, Gülruh, Dildar, Hisarkürdî. Şirin adlı bir de ika’ meydana getirmiş, bir de nota ihtirâ’ etmiştir. Şâirliği de bulunan Abdülbâki Dede’nin bir gazelini İbnülemin Hoş Sada’da örnek olmak üzere kaydetmiştir.48 Bestekâr olarak Abdülbâkı Nâsır Dede’den bugüne Acembuselik ve Isfahan makamlarından iki âyin-i şerif kalmıştır.49 Abdürrahim Künhî Dede (1769-1830): XIX. asrın ilk yarısında yetişen maruf musikışinaslarındandır. Bu da Ebubekir Dede’nin oğludur. Genç yaşında musikıye heves etti. Müessir ve güzel bir sese malikti. Az zaman zarfında terakkı ederek dergâhın kudümzenbaşılığına yükseldi. Ağabey’i Nâsır Abdülbâkı Dede’nin oğlu Receb Hüseyin Dede’nin 1245 (1830)’de vefatı üzerine Yenikapı Mevlevîhanesi’ne şeyh tayin edildi. İki yıl şeyhlikten sonra 1247 (1830)’de vefat etti. Yenikapı Mevlevîhanesi haziresine defn edildi. Abdürrahim Dede Künhî mahlasıyla mahdud bazı şiirler de kaleme almıştır. Fakat onun asıl kıymeti musikı sahasındadır. Hicaz ayini Klasik Türk Musikisi’nin en güzel eserleri arasında gösterilebilir. Abdürrahim Künhî Dede’nin bugün elde olan bir de Nühüft makamından bir başka âyini daha vardır. 48 49 İnal, a.g.e, s. 24 – 26, tyy. Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Musikısi Antolojisi, İstanbul, 1942, II / 724. 165 Abdürrahim Dede Anberefşan isimli bir de makam terkib etmiştir. 50 Ahmed Ağa, Çilingir-zâde (?-1849): Ahmed Ağa küçük yaşta Enderun’a alınarak burada yetişti. Düzenli bir şekilde terfi’ ederek 1829 yılında Şakir Ağa’nın ayrılması üzerine müezzinbaşılığa getirildi. Çok kudretli bir hânende olan Ahmed Ağa’nın orta oyununa da çıkıyordu. Çilingir-zâde’nin asıl önemi tarafı Dede Efendi’nin başarılı bir öğrencisi olması, hocasından öğrendiği eski eserleri ve kendi eserlerini daha sonra gelen musikişinaslara aktarmasındadır. Ahmed Ağa’nın bestekâr olarak Ferahnak makamından iki, Nişaburek makamından ise bir eseri biliniyor. 51 Çilingir-zâde 1233 Ramazan (Temmuz 1818)’nında sekiz arkadaşı ile Çavuş mülazımlığından çavuşluğa terfi’ etmiştir. Hızır İlyas Efendi Ahmed Ağa’nın 1829’da müezzinbaşı oluşunu uzun uzun anlatır. 52 Bu olay Letaif-i Enderun’da 18 Şa’ban olarak kayıtlıdır. Abdülhak Molla’nın Tarih-i Liva adlı günlüğünde ise 21 Şaban’dır (26 Şubat). 53 İş bu günlük II. Mahmud’un Râmi Kışlası’nda bulunduğu günlere aittir. Bazı belgelerde adı geçen Sermüezzin-i Hassa Ahmed Sa’dullah kesin olarak Çilingir-zâde Ahmed Efendi’dir. 54 14 Za. 1247 (16.04.1832) tarihli ve hassa müezzinlerini ele alan bir belge var. Bu belge on-on beş müezzinden bahsettiği halde hiç birisinin adı yoktur. Beş yaşlı müezzinin emekli olup on yeni müezzinin özlük haklarının yeniden tanzimi ile ilgili bu 50 51 52 53 54 Ergun, a.g.e, I / 420 – 422, II / 724 – 725. M. Nazmi Özalp, Türk Musikisi Tarihi, İstanbul 2000, I / 552 – 553. İlyas Efendi, a.g.e, s. 455. Fatih M. Dervişoğlu, Abdülhak Molla’nın Tarih-i Liva adlı Eseri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya 1996, s. 60 – 61. BOA, MAD.d, 9406 / 51, MB 65 / 40. 166 belgeye göre yeni bir başmüezzinden söz ediliyor. Ama isim tasrih edilmiyor.55 Hafız Mustafa Efendi, Kömürcü-zâde (?-1835?) Kömürcüzade Hâfız Efendi Letaif-i Enderun ve Atâ Tarihi’nin kayıtlarına göre bilinen ama kimliği hakkında maalesef ciddî bir bilgiye sahip olmadığımız II. Mahmud devri bestekârlarındandır. Musahibler arasında adının geçmesi onun musikide çok mütebahhir bir kimse olduğunu isbata kâfidir. Hâfız Efendi’nin musahiblik unvanı 1227 (1812)’den önce olduğundan yaşının da takriben 40 civarında olduğu kaba bir tahminle söylenebilir. Çünkü bu sene musahiblik unvanına nail olan Hammamî-zade İsmail Dede Efendi 34 yaşında bulunuyordu. Kaldı ki Kömürcü-zâde Efendi’nin Hüzzam makamından bestelediği “Aldım hayal-i perçemin ey mah dideme” güftesiyle başlayan ve İsmail Dede Efendi ile ortaklaşa yaptıkları Hüzzam Faslının bestesi onu bu sahada ölümsüz kılacak azamet ve nefasette bir eser, musikımizin gerçek bir şaheseridir. Kömürcü-zâde’nin gerek hat ve gerekse musiki camiasında çokca anlatılmakta olan Kadıasker Mustafa İzzet Efendi ile ilgili bir hâdisesi var ki, bunu hâdiseyi Tayyar-zâde Atâ Bey yazıyor. Bu hâdise Mustafa İzzet Efendi’nin saraydan ayrılıp 1831’de Kömürcü-zâde ile hacca gitmesi, dönüşte de saraya uğramayıp dervişane bir hayata sülukü ile alakalıdır. İzzet Efendi bu halde iken ve saraydan ayrıldıktan tahminen üç-dört sene sonra bir Ramazan ayında Bayezid Cami-i Şerifi’nde bir ikindi namazında ürkek bir tavırla müezzinlik eder. Ürkekliğinin sebebi ise o anda padişahın camiye gelebileceği endişesidir. Orada bulunan zevat buğün padişahın buralara gelmiyeceğini temin ederek ona bu görevi yaptırırlar. İzzet Efendi kamete başaldığı sırada II. Mahmud da camiye gelir. Ama Mustafa İzzet Efendi bunu farketmez. Padişah İzzet Efendi’yi sesinden tanır ve namaz sonunda yaveri Mirliva Ali 55 BOA, Cevdet Saray. 5728. 167 Aşkar Paşa’yı gönderip kamet getirenin kim olduğunu sordurur. Bundan sonrasını Tayyar-zâde Ahmed Atâ Bey anlatıyor: “... Aşkar Paşa memuren mahfile çıkıp müezzinbaşıya: -Şevketlu Efendimiz sual buyuruyorlar, ikamet eden kimdir? deyu istifsar eyledikte müezzinbaşı işaretle müşaurn ileyhi gösterip: -Dede Efendi ikamet eyledi, haberini verdikte her ne kadar Paşa-yı müşarun ileyh kapu yoldaşlarından ise de [Aşkar Paşa da Enderun’dan çıkmadır] Ramazan haliyle ve iktiza-yı kisve Efendi’yi tanımayarak bir Özbek derviş olduğunu arz ettikte: -Mustafa Efendi’nin sadasını ben bilmez miyim? Özbektir deyu beni mi aldatıyorsunuz? deyu tekrar bir adam daha gönderilip: -Mahfilde kaç kişi var ise birer birer aşağı insinler! Ferman-ı şahanesini beyan etmesi üzerine mevcud bulunanlar birer birer inmekte olup nısf olur-olmaz Özbek deyu haber verilen görünmediğinden üçüncü def’a olarak bir adam daha irsal ve Dede Efendi’yi aşağı isal eylediğinde hanelerine azimet etmek üzere sağ canibe teveccüh etmişler ise de padişah-ı meâl-i iktinah... Efendi-i müşarun ileyhi ol kıyafetle gördüklerinde: -Mustafa Efendi olduğunu ben bilmez miyim? Nutk-ı hümayununu müteakip müşarun ileyh hakkındaki teveccühat-ı sâbıka-i şahane ilcasıyla hıdmet-i hümayunu terk ettiğine ziyade infial ârız olarak müşarun ileyhin derhal imhasını irade ve parmağıyla şiddetlu işaret eylediklerinde Hüsrev Paşa: -Ferman efendimizin demiş ise de hayırhâhan-ı asrının ser bülendi ve kâffe-i ecr u hayırda cihanın ercümendi ve tealluk-u enzar-ı mehasin pesendi olan Musahib Said Efendi Hüsrev Paşaya hitaben: -Paşa hazretleri sen çocuk musun? Ne yapıyorsun ? İtirazıyla eteğinden çektikde, 168 -Sus! Cevabını verip ol esnada şehinşah-ı merahım penah hazretleri kemal-i hiddetlerinden doğruca Dolmabağçe’...ye teşrif buyurmuşlardır. O gece salat-ı teravihi bade’l-eda musahiban-ı şehriyariden hanende meşhur Rifat Bey merhumun pederi Şehlevendim Hâfız Abdullah Ağa merhumun biraderi Kömürcü-zade Hâfız Efendi’ye hitaben: -Senin hac refikına ne dersin... ? -Hayrola Efendim! Cevabına mukabil: -Özbek kıyafetiyle Bayezid Cami-i Şerifi mahfiline çıkıp: -Ey cemaat-ı müslimin işte beni gördünüz mü? Padişah-ı zamane sinin-i vafire hıdmet eyledim emeğim şu kıyafette karar verdi diyerek halka teşhir ediyor. Bunun içün ifnası hakkındaki fermanıma Musahib Said Efendi’nin ilhahıyla Hüsrev Paşa’nın istid’ası afvı müsaadesi nefyini netice verdi, sözleriyle içeri teşrif buyurmuş olduklarının ferdası günü efendi-i müşarun ileyh Bayezid Muvakkithanesi pişgâhında mumâ ileyh Hacı Hâfız Efendi’ye bittesadüf Hâfız Efendi müşarunileyhi bir kenara çekip: -Akşam şevketmeab efendimize Özbek kıyafetiyle görünmüş olduğuna infial buyurdular. Tebdil-i câme ile başına fes giy, deyu tenbih ettiğine cevaben: -Sikkeyi başka kisveye tebdil edemem, demesi üzerine: -Öyleyse bir daha nazar-ı şâhane taalluk edecek yerlerde bulunma, zira hakkında mazarrat memuldür, dediklerini kabul ve görünmemeğe azim ve niyetle hanelerine avd ü kuful ederek mütehallık oldukları haslet ve tevekküle istinad üzere olmuşlar idi. Ertesi gece yine eda-yı teravih-i şeriften sonra şehinşah-ı huld âşiyan..mumâ ileyh Hâfız Efendi’yi ihzar ile: -Gerçi nefyden de affettim. Ama şu kıyafetle Mustafa Efendi’nin beni ilan edişine pek canım sıkıldı buyurduklarında Hâfız Efendi: 169 -Kulunuz bugün Sultan Bayezid Muvakkithanesi önünde gördüm. Tekdir âmiz pek çok sözler söyledim, cevabında: -Bir bende veli-nimetine halini arz eder mi, etmez mi...? -Evet eder, -Bu hey’eti ihtiyarım veli-nimet efendimize vesile-i arz-ı ahval olur mütalaa ve emeline münhasır idi. Hal-i acz iştimalimi anlatamadığımdan pek me’yus oldum dedi ve ağlayarak döndü gitti. Sözünü “deruğ-u maslahat âmiz be-ez rast fitne engiz” mealiyle arz eyledikte şehriyar-ı şefkat istinas hazretleri önüne bakıp bir söz söylemeksizin odalarını teşrif ve yine ferdası gece teravihten sonra: -Hâfız Efendi ne dedi idi? sözünü tekrar buyurduklarında evvelki cevabı arz ve bayan eyledikte ol vakit meşhud-u cihan olan lütuf ve merhamet-i hazret-i padişâhi te’sir-i hüsn-ü ifadeye mukabil: -Benim ona darğınlığım yoktur, ancak hüner ve kadrini zayi’ etmek sevdalarında gördüğümden canım sıkılıyor, deyu sadır olan iltifat-ı şahaneyi müteakip huzur-u hümayunlarında mevcut bendegânnın cümlesi yek dil ve yek lisan olarak müşarun ileyhin senasıyla hâk-i pây-i şahaneye ruhsar ire arz-ı şükraniyet etmişler idi.56 II. Mahmud’un İzzet Efendi ile bu şekilde karşılaşması 12.02.1832 (10. N.1247) tarihinde vuku’ bulmuştur.57 Kömürcü-zâde ile ilgili ilk sahih bilgiler Şer’î Siciller Arşivi’nde çıkan bir belge sayesinde oldu. Bu belgede onun adının Mehmed değil Mustafa, eşinin adının Hatice ( ? –1840) ve bu tarihte henüz çocuk olan oğlunun adının ise Mehmed Ârif olduğu açığa çıkıyor. Tayyar-zâde’nin kaydına göre yine kendisi gibi güçlü bir besta56 57 Ahmed Atâ Bey, Tarih-i Atâ ( Tarih-i Enderun), Dersaadet 1291, s. 18 20 Takvim-i Vekayi’ sayı 15. 170 kar ve hanende olan Şehlevendim Abdullah Ağa’nın kardeşi ve bu zatın oğlu Hanende Rifat Bey’in de amcasıdır.58 Hamparsum Limoncuyan (1768-1839): Hamparsum Notası adıyla tanınan notanın bulucusu olarak üzere meşhurdur. Harputlu Serkis’in oğludur. 1800 tarihlerinde Kuruçeşme’de yalıları bulunan musiki meraklısı Düzyan ailesi ile tanıştı. Düzyan Hamparsum’u himayesine aldı. Kilise musikisini de iyi bilen Hamparsum zamanının musiki konservatuvarı mahiyetinde olan Mevlevîhanelere de devam ederek Düzyan’ın yalısında başladığı Türk Musikısi nazariyat ve ameliyatını genişletiyordu. Bu esnada Beşiktaş Mevlevîhanesinde kudümzenbaşı bulunan meşhur Hamami-zâde İsmail Dede ile görüşmek ve onun tükenmez musikı kaynağından faydalanmak istiyordu. Dede onu derslerine kabul edip bir çok kıymetli eserler meşk etti. Hamparsum Beşiktaş Mevlevîhanesi’nin müdavimleri arasına girdi. Hamparsum’un bir hayli eseri vardır. Rast ve Bayatiaraban makamlarındaki eserleriyle bir çok kilise ilâhileri meşhurdur. Hamparsum biraz tanbur ile de meşğul oldu. Altı çocuğu olan Hamparsum’un Zenop adlı oğlu zamanının tanınmış neyzenlerinden idi. Türkçe olarak yazdığı kuvvetle rivayet edilen hal tercümesini bulmak kabil olmadı.59 İsmail Dede Efendi, Hammamî-zâde (1778-1846): “XII. Asr-ı hicrîde Türkler arasında yetişen musikı-şinasların şüphesiz en muktediri olup Dede Efendi namıyla iştihar eden esbak Sermüezzin-i şehriyari Hammamî-zâde İsmail Dede Efendi 10 Zilhıcce 1191 günü Şehzadebaşı civarında bir hanede doğmuştur. Pederi olan Süleyman Ağa’nın mevlidi ise eski Manastır Vilayetimizin Görice Sancağı muzafatından Kesriye Kasabası imiş. Küçük İsmail henüz üç-dört yaşlarında iken babası Acemoğlu Hamamı’nı satmış ve Altımermer’de Kurusebil Mahallesi’nde 58 59 ŞSA. Kıs.As. 1472 / 79a. İnal, Hoş Sada, s. 185. 171 Çavuş Hamamı ile civarında bir de hane alarak o mahalleye nakl-i mekan etmiştir. İsmail sekiz yaşına gelince Hekimoğlu Ali Paşa Cami-i Şerif’i ittisalindeki Çamaşırcı Mekteb-i İbtidâisi’ne devama başlamış ve tahsilini orada ikmal etmiştir. Mektebin civarında konağı bulunan Uncu-zâde Seyyid Mehmed Emin Efendi çocuklarından birinin Çamaşırcı Mektebi’ne başlaması münasebetiyle İsmailin meftur olduğu fevkalade istidad-ı musikiyi bilhassa takdir ederek Hammamî-zâdeyi halka-i talimine almış ve şakird-i güzinine bir çok nefais-i âsar mekş etmiştir. Uncu-zâde, İsmail 14 yaşına gelince onu Başmuhasebe kalemine çerağ olmasına delalet etmiştir. İsmail yedi sene kadar hem bu kaleme, hem Uncu-zâde’nin derslerine devam etti. Yenikapı Mevlevîhanesi’ne de müdavemetle Ali Nutkî Dede’den fenn-i musikinin dekayıkını tallüm ettiği cihetle az vakitte pek çok ilerlemiş idi. İsmail Efendi 18 Zilhıcce 1212 (03.06.1798) tarihine müsadif Cumartesi günü 21 yaşında olduğu halde Matbah-ı Mevlana hidmetine dahil olur. Derviş İsmail matbahda çile çıkarır iken sema’zenliği de temeşşuk etmiş ve sene-i merkume 14 Teşrin-i evvel 1212 (26/28.10.1798) Perşembe günü ilk defa semahane-i feyz ü i’tilada tennure-küşa olmuştur. 1215 senesi Ramazan (16 Ocak-15 Şubat 1801) ’ına müsadiftir ki, İsmail 1001 günden ibaret çile müddetini ikmal etmesiyle D e d e60 unvanını almıştır. Sermüezzin olduktan sonra 1216 (1802) senesi evahırında Dede Efendi teehhül etmiştir. İsmail Dede’nin şeyhi Ali Nutkî Dede ile üç yaşındaki oğlu Salih, 1223’te de annesi Rukıyye Hanım, 1225’te ise ikinci oğlu altı yaşındaki Mustafa vefat etti. 60 Mevlevîlikte ki 1001 günlük çileyi Dede Efendi 974 günde tamamlamış oluyor. (T.M) 172 Dede Efendi’nin bunlardan sonra muhtelif tarihlerde üç kızı dünyaya gelmiştir. Büyük kızı Hatice Hanım, ortanca kızı Fatma Hanım ve en küçük Ayşe Hanım’dır. Temmuz 1826’da bir Perşembe günü Yenikapı Mevlevîhanesi’ne gelen II. Mahmud o günün mukabelesinde Neva âyininin okunduğuna şahid olur. İlk defa dinlediği bu âyini çok beğenir ve İsmail Dede’ye büyük iltifatta bulunur. Hızır İlyas Efendi’nin verdiği bu bilginin ışığında İsmail Dede Efendi’ye musahiblik unvanının verilişi arşiv kayıtlarına göre 7 Şevval 1227 (14.10.1812)’de vaki’ olmuştur. Bu tarihte teşrifat defterine şu kayıt düşülmüş: “İki nefer musahiban-ı hazret-i şehriyarilik [için ilbas olunan kubur sincap kürk 2 sevb.]”61 Bestekârlık vadisinde muazzam adımlarla ilerleyen Hammamîzade İsmail Dede Efendi 1832 (1248) senesinde ölmez eserlerinden biri olan Bestenigâr Âyin-i Şerifini, 1834’de Bûselik / Pûselik makamından üç eser besteledi. Yenikapı Mevlevihanesi âyin mecmuasında bu eserin mukayyed bulunduğu sahifeye Dede Efendi şöyle bir not düşmüş: İsmail Dede Efendi’nin vefatıyla ilgili mevcut esas belgeler ise o yılın 9 Zilhiccesinden (28 Kasım) yani arafe gününden başlıyor. Bu belgelerin ilki o yılın surre emini 62 Derviş Ali Ağa’nın imzasını taşıyor. Hammamî-zâde İsmail Dede Efendi ile ilgili gelen ilk acı haber şu anda mevcut belgelere göre Şam Valisi ve Hac Emiri Musa Safvetî Paşa’nın Gurre S. 1263 (18.01.1847) tarihli iki arzıdır. Bu arza gore, Sermüezzin-i Hazret-i şehriyârî Derviş İsmail Efendi ve Kuşadalı İbrahim Efendi ve huccacdan dahi gayr-i ez-urban 1000-2000 arasi hacı vefat eylemiştir. Ğurre S. 63 (18.01.1847).63 61 62 63 BEO Sadaret (Teşrifat) Defterleri 358 / 98. BOA, A.MKT, 46/ 52 BOA, İ. DH, 6977 / 1. 173 Mehmet Bey, Eyyûbî (1804-1851): Şahin Bey-zâde demekle tanınan Mehmed Bey 1219 (1804)’da Eyyüb’de doğmuştur. 1240 (1824)’da Harbiye Nezareti Mektubi Kalemine girmiş, on beş seneden fazla hizmeti müteakıp istifa etmiş ve kendini tamamen musikıye vermiştir. On iki yaşında Hammamî-zâde İsmail Dede’den meşke başlayan Mehmed Bey, Hacı Arif Bey ve Zekai Dede gibi değerli talebeler yetiştirmiştir.64 Hâfızasındaki eserlerin çokluğu ve sağlamlığı ile tanınmış olan Mehmed Bey hoca olarak musikimize büyük hizmetleri olmuştur. Behlül Efendi, Rifat Bey gibi büyük bestekarlar Mehmed Bey’in öğrencileri idi.65 Numan Ağa (1750-1834): Babasının adı Mehmed Arif’tir. III. Selim ve II. Mahmud devirlerinin ünlü tanburîsi ve bestekârıdır. Hem saz eserleri hem de sözlü eserler bestelemiştir. Enderun’da yetişti. Burada tanbur öğrenip yine burada tanbur hocalığı yaptı. Enderun’da çavuş pâyesi olan Numan Ağa daha sonra padişah musahibi de olmuştur. Şevkefza ve Bestenigâr peşrevlerinden üstün bu makamlarda başka eser yoktur.66 Osmanlı arşiv kayıtlarına göre Numan Ağa’ya musahiblik unvanı 1232 (1817)’de verilmiştir.67 “Mahruse-i Galata’ya muzafa Kasaba-i Beşiktaş’da Sinan Paşa Mahallesi’nde fevt olan Musahib-i… es-Seyyid Numan Ağa ibn-i Mehmed Arif’in zeyl-i defteridir.” Bu deftere göre Numan Ağa’nın Mustafa Vahid, Mehmed Arif ve Şerife Aişe adlı üç çocuğu kalmıştır. Bu veraset ilamına göre Numan Ağa’nın Zeki Mehmed Ağa ile herhangi bir yakınlığı yoktur. 64 65 66 67 Mahmud Kemal İnal, a.g.e, s. 179. Sadun Aksüt, a.g.e, s. 133. Aksüt, a.g.e, s. 103. BEO Sadaret (teşrifat) defterleri, 453 / 37. 174 Mehmet Said Efendi, Musahib (1770-855): Tarihimiz boyunca rast geldiğimiz nükteleri, şakaları ve hazır cevapları ile her zaman aramızda yaşayan, bu yönleri ile meşhur olmuş kişilerden birisi Musahib Said Efendi’dir. Said Efendi, aynı zamanda bizde Avrupa usûlü resim yapan ilk ressamlarımızdandır. Said Efendi, iyi bir hânende, giriftzen, neyzen, bestekâr, keskin nişancı ve Karagözcüdür. Tabii hepsinden daha çok bir söz eri, hoş sohbet ve devrinin ifadesiyle nekregû, bezlegû ve mîr-i kelâmdır. M. Said Efendi, en çok da bu yönüyle meşhur olmuştur. Said Efendi tahminen 1775-1780’lerde Eyyüb Sultan’da doğmuştur. III. Selim devrinde aldığı musahiblik unvanı II. Mahmud’un saltanatının ilk günlerinde kaldırıldı. Bir buçuk sene sonra ise musahibliği iade edildi. Bir ara Halet Efendi vak’asından dolayı 1822’de Adana’ya sürüldü. 1834’te musahiblik unvanı tamamen kaldırılınca Said Efendi’ye önce kapıcıbaşılık unvanı verilmiş, daha sonra da emekli olmuştur. Vefatı 1856’dır. Eyyüb Sultan’da aile kabrine defnedilen Said Efendi’nin iki eşi ile üç çocuğu olduğu görülüyor. Eşleri Cemile (?-1847) ve Ferahnak Hanımlar çocukları ise, Ahmet Şekip Bey ile Fatma ve Nefise Hanımlardır. Said Efendi’nin ayna karşısında kendi eliyle yaptığı meşhur resmi torunu olan Hattat Abdurrauf Bey’in elinde imiş.68 Bu tablo şimdi Musahib Said Efendi’nin torunun torunu Sinan Dumlu Bey’dedir. Bestekârlık yönü de olan Mehmed Said Efendi’nin günümüze ancak dört eseri gelebilmiştir.69 Şakir Efendi, Şakir Ağa (1777-1837): Hammami-zâde Dede Efendi’nin çağdaşı, meslekdaşı olan Mehmed Şakir Ağa’nın hayat hikâyesini Hızır İlyas Efendi Letaif-i Enderun’da anlatmıştır. İlyas Efendi’nin yazdıklarının dışında yazılanların hemen ta68 69 İnal, Son Hattatlar, İstanbul 1955, s. 321-325. Yılmaz Öztuna, Türk Musikisi Ansklopedisi, İstanbul, 1976, II / 198. 175 mamı yanlıştır. Bu kayda göre Şakir Efendi 1819’da başmüezzin olmuş, 1829’de ise bu görevden ayrılmıştır. Şakir Ağa ile ilgili en yanlış iddia Musahib-zâde Celal (18681959)’in iddiasıdır. Celal Bey, kendisinin Şakir Efendi’nin soyundan geldiği iddiasındadır. Osmanlı toplum hayatını dâima tahkir ve tezyif mahiyetinde yazdığı tiyatro eserleriyle meşhur Musahibzâde’nin bu iddiası tamamen asılsızdır. Çünkü Şakir Ağa’nın Rifat isminde bir tek oğlu vardır o da sekiz yaşında ölmüştür. Naile ismindeki kızı ise yine çocuk yaşta ve Rifat’tan birkaç ay sonra ölmüştür.70 Zeki Mehmed Ağa (?-1846): 1776 yılında İstanbul Ortaköy’de doğdu. Baba adı Ahmed’dir.71 Enderun’a girdi. Kısa zamanda büyük başarı gösterdi. III. Selim zamanında sarayın ünlü tanburîleri arasında bulunuyordu. Önceleri Çavuş unvanına sahipti II. Mahmud zamanında musahib-i şehriyari oldu. Tanburîliği ile birlikte bestekârlıkta da şöhreti arttı. Özellikle saz eserleri besteciliğinde büyük başarı elde etti. Klasik üslubda olan eserlerinde melodilerin seyri büyük bir hareketlilik gösterir. Saz eserlerinin yanısıra bazı şarkılar da bestelemiştir. Oğlu Tanburî Büyük Osman Bey de babası gibi değerli bir tanburî ve babasından da büyük bir saz eserleri bestekârıdır.72 Zeki Mehmed Ağa da İsmail Dede ile aynı sene gittiği hacdan dönememiş ve Dede ile beraber Mina’da vefat etmiştir. Bu ölümle ilgili tek arşiv vesikası vardır.73 Şer’î Siciller Arşivi’nde “Gedikpaşa kurbünde Divanîali Mahallesi’nde sâkine iken bundan akdem vefat eden Hatice Hatun’un veraseti zevc-i metrukü Zeki Mehmed Ağa ile babası mezbur 1213 (1799)”74 kaydında geçen zatının kimliği henüz belirsizdir. 70 71 72 73 74 ŞSA, Kıs. As. 1421 – 68. ŞSA, Beşiktaş Mahkemesi 153 / 23 a. Aksüt, a.g.e, s. 127. BOA, İ. DH 7253. ŞSA, Kıs. As 710 – 50. 176 Türk Modernleşmesi Üzerine: Sanatçı Kadınlar Yrd. Doç. Dr. H. Banu Konyar [*] Avrupa’nın yaşadığı modernizm serüveninin Osmanlı İmparatorluğu’nu etkilemesi, temelde ekonomik ve askeri nedenlere dayanır. Ülkede var olan ekonomik sıkıntıların üstesinden gelinebilmesi için gerekli modernist adımların atılması Tanzimat Dönemi ile birlikte Osmanlı gündemine girmiş gözükmektedir. Avrupa bu modernitenin temelde eğitimle ilintili olduğunun farkında olarak sınıflar arasındaki “düzey” farklılıklarını ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Modernleşmenin eğitimden geçtiği gerçeği Osmanlı için ne kadar bilinçli seçilmiş bir yoldur tartışılabilir belki. Bir başka deyişle “Batıcı” denilen aydınların ayrımına vardıkları eğitim, diğer zümreler, Osmanlı’nın aristokratları ya da zenginleri için ayırt edilmiş bir durum mudur? Ancak Osmanlı’yı bugün yeniden okuma denemesi yaptığımızda, Osmanlı modernleşmesi denilebilecek ve Tanzimat ile başlatılacak süreç, eğitim alanında büyük yol katedilen ve dolayısıyla modernleşilen dönem olarak değerlendirilebilir. Bu alanda toplumun “ikincil” üyeleri kadınlar için yapılanlara göz atmak ve bu dolaşmada kadın ve sanat üzerine yapılanları incelemek bu bildirinin amacıdır. * Maltepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi, İstanbul. [ ] 177 Batıda süregelen gelişmeler karşısında özellikle Tanzimat Dönemi ile birlikte Osmanlı’da da olumlu adımların atıldığı görülür. Eğitim alanında yaşanan en çarpıcı gelişme Fransa’da her köye bir kız okulunun kurulmasını şart koşan Duruy Kanunu’ndan (1867) etkilenerek hazırlanan 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’dir. Osmanlı devletinde kızlar için öğretmen okulu açılması, rüşdiye sayısının arttırılması kararı alınır. Bu nizamnameden sonra ilköğretim mecburiyeti ilk kez Kanun-i Esasi (1876)’de yer aldı. Bu konunun Avrupa ülkeleri anayasalarında da bu yıllarda yer alması dikkat çekicidir. Osmanlı kadını Batı dünyasında ve özellikle Fransa’da ilerici kadın hareketlerinden çoğu zaman basın yoluyla haberdar olmuştur. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı, Osmanlı toplumunda kadınların sosyal statü ve hak kazanmaya başlamalarının başlangıcı sayılabilir “Batılılaşma Dönemi” olarak da adlandırılan bu dönemde özellikle edebiyat alanında o güne değin mahrem sayılabilecek birçok konu tartışmaya açılmış hatta bazen bu konular yazarlar arasında bir fikir savaşına dönüşebilmiştir. Tanzimat’ı izleyen I. Meşrutiyet (1876) ile kadının toplum içindeki statüsünün arttırılmasına dönük çalışmalar yoğunlaşmış fakat en büyük gelişmeler II. Meşrutiyet’in (1908) ilanından sonra olmuştur. Kadınlarla ilgili tartışmalar hız kazanmış, kadının sosyal hayattaki yeri belirginleşmiştir. Din ile devlet işlerini kısmen ayırmak isteğinin etkisi ile laikleşme eğilimleri kadın konusunu da ön plana çıkarmıştır. Bu aşamada kadının mirastan pay almasının sağlanması, cariyeliğin kaldırılması önemli gelişmelerden birkaçıdır. Kızlar için 1913-1914 yıllarında liseler açıldı. İstanbul İnas Sultanisi, Erenköy, Çamlıca ve Kandilli kız liseleri bugün hala eğitim veren dönem okullarıdır. 178 II. Meşrutiyet’in kadınlar için en büyük önemi, yüksek öğrenim hakkını vermiş olmasıdır. 1914’te Darülfünun’da kızlara yönelik derslere başlanmış, 1915’te ise müstakil bir İnas Darülfünunu kurulmuştur. 1920’de İstanbul Darülfünunu ile birleştirilmiştir. Ayrıca bu dönemde 1914 yılında kızlara güzel sanatlar eğitimi vermek üzere İnas Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi kurulmuş ve kızlar Darülelhan’a kabul edilmeye başlanmıştır. Yine bu dönemde ilk defa yurtdışına kız öğrenci gönderilmiştir. Bu eğitim seferberliğinin yanında kadınlar hemcinslerini kültürel açıdan yetiştirmek için dernekler kurmuşlardır. Bunlardan biri de, ünlü yazar Halide Edip (Adıvar) ve arkadaşları tarafından kurulan “Teali-i Nisvan Cemiyeti’dir. 1918 yılında ise bir kaç genç kız Darülbedayi’ye girmiştir. Fakat bunların içinden sadece Afife Hanım 1920’de Jale takma ismi ile sahneye çıkma cesaretini göstererek bir ilke imzasını atmıştır. Aynı dönemde kadınlar kendi seslerini duyurmak amacıyla siyasi partilere katıldılar. Cevdet Paşa’nın kızı Emine Semiye Hanım, Osmanlı Demokrat Fırkası’nda, Şerif Paşa’nın eşi Prenses Emine Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Fırkası’nın aktif birer üyesi oldular. Ayıca İttihat ve Terakki Partisi’ne bağlı olarak açılmış kadın kolları, kadınların yetişmesinde ve siyasallaşmasında büyük rol oynamışlardır. Bu çerçevede olgunlaşmaya başlayan kadın siyasi hareketleri sonucunda, 15 Haziran 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası” isimli, başkanlığını Nezihe Muhiddin’in yaptığı bir siyasi parti kurulabilmiştir. Ancak yasal niteliği bulunmayan hareket daha sonra “Türk Kadınlar Birliği” adını alan bir derneğe dönüşmüş Cumhuriyet’in ilanından sonra da politikaya atılan kadınların yetiştiği önemli bir okul olmuştur. Beyaz Konferanslar bu dönemde Osmanlı kadın hareketinin bilinçlenme yolundaki en önemli girişimidir. Konferanslar, kadınların başkaldırı, özgürlük talepleri ve yeni bir dünya yaratma isteklerinin dile getirildiği önemli bir platform olmuştur. Aynı 179 düşünceler ile 1913’te kurulmuş “Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti” kadının toplumsal yaşamla bütünleşmesi, çalışma yaşamına katılması için çalışmıştır. Kadın-erkek eşitsizliğine, hukuksuzluğa ve eğitimsizliğe karşı güçlü bir savaş verilmiştir. Derneğin feminist çizgisine bağlı olarak yayınlanan “Kadınlar Dünyası” adlı dergi 1913’ten 1921’e kadar yayınlanmıştır. Dergide, önemli sosyal olaylar, kadın hakları, müzik, tiyatro ile ilgili yazılar, röportajlar ve tercümeler yer almıştır. Dönemin gazete ve dergilerinde artık daha önceden farklı olarak moda haberlerinin yanı sıra kadın hakları, Avrupa’daki kadın hareketlerden haberler verilmeye başlanmıştır. Tanzimat döneminde 13 yayından 2’si kadınlar tarafından çıkarılmış iken bu dönemde 22 yayından 4’ünü kadınlar çıkarmış, ayrıca 4 yayında da müdür veya başyazar olarak görev yapmışlardır1. Ancak Osmanlı toplumu içerisinde yaşanan bu değişimi tüm ülkeye mal etmekte pek doğru olmaz. Tanzimat ile başlayan kadın konusunu tartışan savunan veya karşısında duran aydınların konusu olan kadın kent kadınıdır. Bunda İstanbul’daki azınlık ve levantenlerin etkisini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Buna karşın Anadolu kadınının dertleri ile pek ilgilenen yoktur. I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemde kadının sosyal statüsünde ve aile yaşantısında bazı değişiklikler olmuştur. Erkeklerin askere alınmaları, kadınların işçi veya memur olarak çok düşük ücretlerle olsa dahi işe alınmalarının yolunu açtı. Ayrıca kadınlar geri hizmetinde kullanılmak üzere orduya alındılar. Bazı dernekler ve özellikle İslam Kadınlarını Çalıştırma Cemiyeti, kadınlara iş bulma konusunda İstanbul’da önemli faaliyetlerde bulundular. Bu dönemde esnaf ve tüccar hanımlar da görülmeye başlar. İstanbul’da kadın berberler çoğalmış, kadınlardan oluşan bir 1 Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923), M. E.B. yay., İstanbul, 1992, s. 134. 180 Kadın Tüccarlar Pazarı açılmış2, Babıali’de bir Osmanlı Kadın Ticarethanesi kurulmuş, Naciye Hanım, Hanımlar Fotoğrafçısı Naciye adıyla önce Yıldız’da, sonra Bayezit’te kadınlara mahsus bir fotoğrafçı açmış, aynı zamanda kadınlara fotoğrafçılık dersleri de vermiştir3. Yerli malını teşvik amacıyla 1913 yılında Melek Hanım tarafından “Ma’mulat-ı Dahiliyye İstihlakı Kadınlar Cemiyet-i Hayriyyesi” isimli bir dernek kurulmuş olması da son derece ilgi çekicidir. 1916’da da Naciye Sultan’ın himayesinde erkekler tarafından kadınlara istihdam alanı açmak ve meslek kazandırmak için çeşitli kurslar düzenlemek amacıyla Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyyesi adı ile bir dernek kurulmuştur. Osmanlı’nın Tanzimat ile başlayan yenilikler çerçevesinde değişen toplumun yeni beğenilerinin göstergesi olarak resim ve belki heykel ön plana çıkmaya başlar. Perspektifli resim, tuval resmi, batı tarzı resim gibi adlandırmalarla ayırt edilen bu sanat dallarındaki ilk örnekler pek de sanat yapmak amacını gütmemektedir. Darüşşafakalılar, Asker ressamlarla başlayan sürecin en önemli ayağını Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi’nin kurulması oluşturur. Birkaç sonuçsuz teşebbüsün ardından 1883’te Osman Hamdi Bey’in müdürlüğü altında açılan okul, Türk resim tarihi içerisinde eğitimli neslin yolunu açmıştır. Ancak bu okul sadece erkek öğrenciler içindi. 1914 Kuşağı ya da Çallı Kuşağı olarak adlandırılan dönem belki de Türk resim tarihinde en iyi bilinen kuşağın çağıdır. Sanayi-i Nefise Mektebi varlığını ispatlamış, sanatçılar Osmanlı Ressamlar Cemiyeti adı ile bir çatı altında toplanmışlardır. Cemiyetin düzenlediği Galatasaray Sergileri ile de halka açılmaya başlamışlardır. Fakat 19 ve 20. yüzyılın başlarında levanten ve yabancı kadınların 2 3 Zafer Toprak, Türkiye’de “Milli İktisat” (1908-1918), Yurt Yay., Ankara, 1982, s. 317 Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Kadın Araştırmaları, İstanbul 1994, s. 297. 181 İstanbul sergilerindeki eserleri övgü toplamasına rağmen Osmanlı kadınları henüz ortaya çıkamamışlardır. İsimlerini bildiğimiz birkaç Türk kadın ressam var ise de henüz haklarında detaylı bilgi edinmemizi sağlayacak kadar gündeme gelmemişlerdir. Yine de Vildan Gizer, Naciye Tahsin Güneş, Müfide Kadri ve Celile Hikmet gibi isimleri tanıyoruz. Mihri Müşfik veya Mihri Rasim Hanım bu ressamlar arasında gerek ressamlığı ve gerekse girişimciliğiyle ön plana çıkar. Mihri Hanım aristokrat bir ailenin kızı olarak 1886’da dünyaya gelmiştir. Batılı anlamda bir eğitim almış ve yaptığı resimlerle Zonaro’nun dikkatini çekmiştir. Ondan aldığı derslerle ufku açılan sanatçı sahte bir pasaportla Roma’ya daha sonra da Paris’e geçmiş ve eğitimine devam etmiştir. Daha sonra İstanbul’a dönen sanatçı Darülmuallimat’ta resim öğretmenliğine başlamıştır. Fakat yakın dostluk kurduğu İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin takibata uğraması ve kendisinin de gözetim altında tutulması nedeni ile tekrar Roma’ya dönmüştür. Daha sonra Paris’e geçen sanatçı yaşamının son yıllarını da Amerika’da geçirmiştir. Amerika’da pek çok üniversitede resim hocalığı yapmış ve 1928’de New York’ta kişisel sergi açmıştır. Ne yazık ki bu değerli sanatçı Amerika’da yoksulluk ve yalnızlık içinde ölmüş ve Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüştür. Mihri hanımın bizim için ikinci önemli yanı ise İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulmasında oynadığı aktif roldür. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi, 1 Kasım 1914’te bugün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi binasının bulunduğu yerde olan Zeynep Hanım Konağı’nın birkaç odasında eğitime başlar. Bu binanın yetersizliği nedeniyle daha sonra Bezm-i Alem Kız Sultanisi’ne (bugün Cağaloğlu Anadolu Lisesi) oradan Gedikpaşa’da şu an kullanılmayan bir ilkokul binasına taşınmıştır. Sanayi-i Nefise Mektebi Cağaloğlu Hukuk ve Lisan Mektebi’nde (bugünkü Anadolu Kız Meslek Lisesi) iken kız ve erkek öğrenciler bazı dersleri 182 birlikte almaya başladıklarından bu binayı da okulun eğitim verdiği binalar arasında saymak gereklidir. Fakat Cağaloğlu’ndaki binanın yetersizliği nedeniyle Gedikpaşa’daki ilkokul binası da terk edilmemiş ve iki okulda eğitim verilmiştir. Okulun öğrenci kayıtları Sanayi-i Nefise Mektebi’nde yapılmış ve ilk yıl altısı azınlık olmak üzere toplam 33 öğrenci alınmıştır. Okulun öğrencilerinden Belkıs Mustafa’ya ait not defteri bu 33 öğrencinin 11’inin ikinci sınıfa devam ettiğini gösterir. Okulda başlangıçta sadece resim atölyeleri kurulmuş 1920’lerden itibaren ise heykel atölyesi açılmıştır kurulmuştur. İlk müdür Darülfünun emini matematikçi Salih Zeki beydir. Daha sonra Mihri Hanım müdürlüğe getirilmiş ve onun yurttan ayrılması nedeniyle boşalan makama Ömer Adil atanmıştır. 1919 yılında ise Feyhaman Duran okula tayin edilmiştir. Hocalığının yanı sıra müdürlüğü de üstlenen Feyhaman Duran okulun son yöneticisi olmuştur. Kuruluşundan itibaren okulda iki resim atölyesi mevcuttu. Ali Sami Boyar ve Mihri Hanım atölye hocalığını üstlenmişlerdi. Ali Sami Boyar 1915 yılında görevinden ayrılmıştır. Bu atölyenin hocalığına bir yıl süre ile Aznif Hanım getirilmiştir. Heykel atölyesinin hocası ise İhsan Özsoy’dur. 1920 yılında okula giren Nermin Faruki ve Sabiha Ziya Bengütaş İhsan Özsoy’un modelaj dersinde yapılan natüralist ve dekoratif modellerle yetinmemiş ve antik heykellerden kopyalar yapmaya başlamışlardır. İhsan Özsoy’da çamurdan yapılan bu heykelleri kalıba dökmüş ve tekniğini de öğretmiştir. Diğer derslere; anatomi için Ali Nurettin Berkol, sanat tarihi ve estetik için Vahit bey ve sonra Ahmet Haşim ve perspektif için Ahmet Ziya Akbulut ve sonraları Feyhaman Duran atanmıştır. Sabahları atölye derslerinin ardından öğleden sonra ise bir yıl süre ile Darülfünun’da teorik derslere devam edilmiştir. Daha sonra bu dersler için yukarıda adı geçen hocalar atanmıştır. 183 Öğrencilerin model ve açık hava çalışmalarında sorunlar olmasına karşın hocalar konusunda şansları büyüktür. Kadronun dönemin ünlü ve usta ressamlarından oluştuğu görülür. Okulda eğitim veren tüm hocaların Klasizm ile Empresyonizm arasında bir gelişim izledikleri bilinmektedir. Bu onların eğitimlerine de yansımıştır şüphesiz. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin öğrencileri sağlam desen bilgisinin yanı sıra renk ve ışığı kullanmayı ve açık havada doğanın sunduklarından faydalanmayı öğrenmişlerdir. İlk yıllarda ağırlıklı olarak natürmortlar yapılmıştır. Yaz aylarında Hoca Ali Rıza ve Mihri Hanımla Gülhane Parkı, Üsküdar, Topkapı Sarayı ve Köprüaltı’nda açık hava çalışmaları düzenlemişlerdir. Burada model sorununu göz önünde tutmak gerekir. 1917’de ülkeye gelen Rus göçmenler ile bu sorun tamamen ortadan kalkmıştır. Ancak erkek model büyük bir problemdi. Hayalden erkek figürü çalışan öğrenciler sürekli kadın modelden çalışmaktan dolayı bu figürlere feminen bir ifade vermekteydiler. Bunun üzerine Mihri Hanım Arkeoloji Müzesi’ndeki torsların kalıplarını aldırarak okula getirtmiştir. Daha sonraları ise cansız modelden renkli figür çalışılamadığı için okula mümkün olduğunca yaşlı, sakat ve giyinik olmak koşuluyla erkek model getirilmesine izin verilmiştir. Ünlü Zaro Ağa bu sayede okula model olmuştur. Zaro Ağa’nın kadınlara modellik yapmayı benimseyememesi üzerine, okulun kapıcısı Ali Efendi okul kapanana kadar öğrencilerin modeli olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda düzenli olarak açılan tek sergi olan Galatasaray Sergileri’ne kadın sanatçılar da ilgi göstermişlerdir. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nden önce resimleri sergilenmiş olan Müfide Kadri’den sonra okulun kurulmasıyla karma sergiler başlamıştır. Okulda Mihri Müşfikin öğrencileri teşvik amacıyla yarışmalar düzenlemiş ve dereceye giren eserleri atölye duvarlarında sergilemiştir. 184 Dönemin dergilerinde erkeklere göre çok daha kısa da olsa bu sergiler sayesinde kadın ressamlar hakkında eleştiri yazıları çıkmış ve halk bu ressamlarla tanışmıştır. Pek çoğu Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin üyesi olan kadın ressamlar derneğin etkinliği olan Galatasaray Sergileri’nden sonra, Cumhuriyet döneminde her yıl düzenlenen Devlet Resim Heykel Sergileri’ne katılmışlardır. II. Meşrutiyet ile sayıları ve nitelikleri artan kadın dergilerinin bu okula ilgi göstermemiş olmaları ilginçtir. Dergilerde İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin açılışı ve eğitimine dair bir bilgiye rastlanmaz. Türk resim sanatı tarihine kadın sanatçıları kazandıran okulun ne zaman kapandığı konusunda günümüz araştırmacıları oldukça farklı tarihler vermektedirler. Bunu biraz da iki sanayi-i nefise mektebinin bir süre bazı dersleri ortak yapmasına bağlamak mümkündür. Çünkü bu durum, araştırmacıları yanılgıya düşürmüştür. Ünlü karikatürist Cemil Cem, Sanayi-i Nefise Mektebi müdürü olduğu zaman bu iki okulun birleştirilmesine çalışmış fakat bina yetersizliği nedeniyle başarılı olamamıştır. 1926 yılında Namık İsmail’in müdürlüğü sırasında, Sanayi-i Nefise Mektebi Fındıklı’da Cemile ve Münire Sultan Sarayları’na taşınmıştır. Mekân darlığından kurtulan okulda artık kız ve erkek öğrencileri ayırmak için bir neden kalmamış ve böylece İnas Sanayi-i Nefise Mektebi görevini tamamlamıştır. Okuldan yetişmiş ressamlardan Belkıs Mustafa İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nden sonra Maarif Nezaretince Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ne gönderilmiş ve buradan diploma alan ilk Türk kızı olmuştur. 1912’de yurda dönmüş ve 1924 yılında Kara Çocuk adlı tablosunun çok beğenilmesi üzerine Milli Eğitim Bakanlığınca yeniden Almanya’ya gönderilmiştir. Fahrünnisa Zeid ise eserleri Paris Modern Sanat Müzesi, New York, Cincinnati, Edinbourg ve Pittsburg müzelerinde bulunan ayrıca İtalya Ri185 voli ödülü, Fransa Commedeur des Lettres et des Arts ve Ürdün Kraliyet Nişanı sahibi önemli kadın ressamlardandır. Okulun 24 numaralı öğrencisi olan Nazlı Ecevit Güzel Sanatlar Birliği’nin uzun yıllar yönetiminde çalışmış ve başkanlığını yapmıştır. 1916 yılında Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ne giden ve 1924 yılında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Feyhaman Duran ile çalışan Hale Asaf Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nin kurucu üyelerindendir. Eserlerinde akademik izler görülen kadın ressamlar dönemin empresyonist anlayışına yakınlık duymuşlardır. Mihri hanımın akademik çizgisini gören ve Feyhaman Duran’la Empresyonizmi tanıyan sanatçılar o dönemin yaygın anlayışı olan akademikleşmiş empresyonizm çizgisinde eserler vermişlerdir. Zamanla resim anlayışlarını değiştiren sanatçılar arasında Kübizm ve soyut resme yönelenler de olmuştur. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ne üye olan ve diğer sanatçılarla dostluklar kuran, tartışmalarda hazır bulunan kadınlar Galatasaray Sergileri’ne katılarak eserlerini sanat çevresine sunmuşlardır. Kadın sanatçılar kendi tarzlarını değil, dönemin üslubunu benimsemişlerdir. Uzun bir birikime ve farklı kültürel geleneklere sahip Avrupa’da dahi kadın hakları ve sosyal statü gelişimini erkene çekme şansı yoktur. Ayrı iki kültür olduğunun ayırdında olarak yapabileceğimiz bir karşılaştırmada Osmanlı İmparatorluğu’nun katettiği yolu takdire şayan olarak değerlendirmek doğru olur. 1839 ile başlayan ve 1914’te son noktaya ulaşan eğitim ivmesi 75 yıla yayılır ancak asıl gelişmeyi II. Meşrutiyet’e yüklemek yerinde olur. İlginç olan ve / veya üzerinde durulması gereken, kadınların yüksek öğrenim hakkını elde ettikleri yılda güzel sanatlar alanında da eğitim almaya başlamış olmalarıdır. Unutulmamalıdır ki, kadın hakları Osmanlı için ne kadar yeni bir konuysa resim ve heykel de o denli yenidir. Tartışmalı olmakla birlikte tasvir yasağı halk 186 arasında kabul gören bir gelenektir. Bu noktadan resim ve heykele gelinmiş olması ve bu iki yeni alanın kadınlara da yani ikinci tabuya da açılmış olması son derece önemlidir. Her yenilik gibi tastamam özümsenmiş, kabullenilmiş olduğunu düşünmek iddialı bir tez olur. Bu eğitimi alan kadınların dahi tamamının resim ve heykeli ya da güzel sanatları yaşam biçimi olarak kabul ettikleri söylenemez. Ancak yine de İnas Sanayi-i Nefise Mektebi Alisi’nin kurulmuş olması, bu çabanın bir kadından gelmesi tüm olumsuzlukları örter. Osmanlı yaşantısı için ilki oluşturan bu kadınların içinden Fahrünnisa Zeid, Belkıs Mustafa, Hale Asaf gibi usta fırçaların çıkması, sanatlarını tüm dünyanın kabul etmesi çabanın boşa gitmediğini kanıtlar. Bugün gelinen noktada Osmanlı’nın bu aydın kadınları hiç şüphesiz ki köşe taşlarıdır. Öncü olmanın tüm zorluklarına rağmen hemcinsleri için açtıkları yol tartışmasızdır. Kaynakça ALTINDAL, M.; Osmanlı’da Kadın, İstanbul, 1994. ATAGÖK, T.; “Plastikte Kadın Sanatçılar”, Hürriyet Gösteri, C.III, S. 32, İstanbul, 1983, 89-91. ATAGÖK, T.; Cumhuriyetten Günümüze Kadın Sanatçılar, İstanbul, 1993. BERK, N.- A. Turani; Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, İstanbul, 1981. BEYKAL, C.; “Yeni Kadın ve İnas Sanayi-i Nefise Mektebi”, Boyut Plastik Sanatlar, 16, Ankara, 1983, 6-13. BUDAK, A.; “Osmanlı Toplumuna Çağdaş Kadın Hakları Düşüncesinin Girişi”, Kadın Çalışmalarında Disiplinlerarası Buluşma 1-4 Mart 2004 Sempozyum Bildiri Metinleri, C.III, İstanbul, 2004 213-221. CEZAR, M.; Sanatta Batıya Açılış ve Osman Hamdi Bey, İstanbul, 1971. 187 ÇAKIR, S.; 1994 Osmanlı Kadın Hareketi, İstanbul. ÇAKIR, S.; 1994 “Osmanlı Kadını Bilinçlenme Yolunda: Beyaz Konferanslar”, Tarih ve Toplum, S. 123, İstanbul, 28-31. DOĞRAMACI, E.; 1989 Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü, Ankara. GİRAY, K.; 1993 “Görsel Sanatlarda Kadın Sanatçılar ve Sorunları”, Türkiye’de Sanat, S. 10, İstanbul, 40-47. GÖKSOY, C.; 1985 İnas Sanayi-i Nefise Mektebinde Yetişen Kadın Ressamlarımız, MSGSÜ yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul. Halil Edhem; 1970 Elvah-ı Nakşiye Koleksiyonu, İstanbul HASBORA, H.; 1994 Başlangıcından Günümüze Türk Kadın Ressamları, MSGSÜ yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul. İNANKUR, Z.; 2001 “The Changing Image of Women in the 19th Century Otoman Painting”, EJOS, IV (ed. M. Kiel, N. Landman, H. Theunissen, Proceedings of the 11th International Congress of Turkish Art, Utrecht- The Netherlands, August 23-28, 1999), No.23: 1-21 KAPLAN, L.; 1998 Cemiyetlerde ve Siyasi Teşkilatlarda Türk Kadını (1908-1960), Ankara. KOÇER, H.A.; 1974 Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, İstanbul KURNAZ, Ş.; 1992 Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923), İstanbul. MUTLU, A.; 1985 “Belkıs Mustafa”, Sanat Dünyamız, S. 33, İstanbul, 40-45. MUTLU, A.; 1987 “Ressam Belkıs Mustafa’nın Yaşamı ve Onun Desenleri ile Yakın Çevresinden Bir Kesit”, Sanat Çevresi, S. 101, İstanbul, 10-13. ÖZSEZGİN, K.; 1976 “Türk Plastik Sanatında Kadın Sanatçılar”, Kültür ve Sanat, S. 4, Ankara, 138-157. PAŞALIOĞLU, H. B.; 1996 İnas Sanayi-i Nefise Mektebi ve Mezunları, M.Ü. yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul. 188 KONYAR, H.B.; 2002 İnas Sanayi-i Nefise Mektebi”, Toplumsal Tarih, S. 99, İstanbul, 41-45. KONYAR, H.B.; 2002 “Türk Resminde Kadının Yeri: İnas Sanayi-i Nefise Mektebi”, Türk Kültür ve Sanatından Kesitler, İstanbul, 75-84. KONYAR, H.B.; 2007 “Osmanlı’da Kadın Hareketi”, Türk Dünyası Kültür Atlası, C.V, İstanbul, 372-389. KONYAR, H.B.; 2008 “Osmanlı’da Kadın Hareketi:Değişen Kadın İmgesi Ve Mihri Hanım”, Muhibbe Darga’ya Armağan, (ed.. T.Tarhan – A. Tibet – E. Konyar), İstanbul, 301-310. TOPRAK, Z.; 1982 Türkiye’de “Milli İktisat” (1908-1918), Ankara. TOROS, T.; 1988 İlk Kadın Ressamlarımız, İstanbul ZİLFİ, M.C.(ya.haz.); 2000 Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (çev. N. Alpay), İstanbul. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi öğrencileri atölye çalışması 189 Oyunun Modernizmi Modernizmin Oyunu: Ahmet Hamdi Tanpınar Yrd. Doç. Dr. Seval Şahin [*] Ahmet Hamdi Tanpınar, 1901 yılında dünyaya gelir. Hayatının 13 yaşına kadar olan sürecini babasının görevi nedeniyle geniş imparatorluk coğrafyasının çeşitli yerlerinde dolaşarak geçirir. 14 yaşında, Tanpınar belki de hayatının en önemli acılarından birini yaşar: Annesi ölür. Çocukluğunun çeşitli Anadolu vilayetlerinde oradan oraya dolaşarak geçmesi, Musul’da annesinin ölümü ve Kerkük izlenimleri, Tanpınar’ı belki de hayatı boyunca etkilemiş ve bu yüzden onu bir yolculuklar yazarı yapmıştır. O, yazdıklarına bile bir tür yolculuk adını verir. Mehmet Kaplan’a yazdığı mektupta, “Mahur Beste adlı bir yolculuğa çıktık”1 diyecektir. Yıllar sonra ise hatıra defterine şunları yazacaktır: “Yeni romanla eski roman -Mahur Beste- arasında bocalıyorum. Galiba tek bir mevzuum var: O da kendim. Fakat ne dışarıdan bakmasını biliyorum ne de ol* Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. Zeynep Kerman, Tanpınar’ın Mektupları (3. baskı), Dergâh Yay., İstanbul, 2001, s. 214. [ ] 1 191 duğu gibi görmesi elimden geliyor.”2 Yolculuk, Tanpınar’ı anlatmak için en uygun kavramlardan biri belki de. Hep aramak, ama sadece aramak, bulduğu zaman bile kaybetmek ve yine peşine düşerek aramak peşinde olan bir yazar için yolculuk, hem kimliği hem de estetiği açısından önemlidir. Amin Maalof, Ölümcül Kimlikler adlı eserinde, bir insanı oluşturan kimliğin tek bir unsurdan meydana gelmediğini, değişen zaman dilimi ile beraber toplumsal ve siyasal olayların da o kişinin kimliğini oluşturmada önemli olduğunu söyler. Bu, herkes için geçerli bir olgudur. Tanpınar için de öyle. Tanpınar, 1901 yılında Osmanlı Devleti sınırları içinde doğmuştu. Artık son günlerini yaşamakta olan Osmanlı Devleti’ne mensuptu. 14 yaşında, annesini kaybettiği 1915 yılında, I. Dünya Savaşı başlamıştı. Artık Tanpınar, sadece yıkılmakta olan, hatta toprakları paylaşılmış zayıf bir devletin mensubu idi. “Herkesin hayatında kesif yaşanmış, bu şahsiyetin uyanmasına yarayan, onu çabuklaştıran bir devir vardır. Benim hayatımda 1916 Martı’ndan Birinciteşrini’ne kadar olan devir çok mühimdir: Sonradan üzerinde düşününce insan talihi ile ilk defa bu aylarda karşılaştığımı anladım.”3 1919 yılında İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ne girdiği zaman ise Millî Mücadele başlamak üzereydi. “ Bu hâl, bizim neslimizde büsbütün kuvvetli oldu. Çocukluğumun hangi devresine baksam, etrafımda ve kendi içimde bu vatan endişesini gördüm. İşte mütarekenin eşiğinde bu endişe beni büsbütün kaplamıştı.”4 1921’de, Yahya Kemal’in ve çevresindekilerin meydana getirdiği Dergâh dergisinde yavaş yavaş kendini bir şair gibi hissetmeye başlamıştı. Millî Mücadele’nin hızla devam ettiği bu yıllarda Tan2 3 4 Güler Güven, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Son Romanı”, Journal of Turkish Studies, Vol: 3, 1979, s. 136. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergâh Yay., ( 3. baskı) İstanbul, 2000, s. 301. Aynı eser, s. 304. 192 pınar, dönemindeki birçok insan gibi, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemekteydi. İlk önce felsefe bölümünde okumaya niyet etmesi, ardından Yahya Kemal dolayısıyla edebiyat bölümünde okumaya karar vermesiyle devam eden bu öğrencilik yılları, yavaş yavaş onun estet kişiliğini oluşturmaktaydı. Yahya Kemal ile birlikte adım adım dolaştığı İstanbul ise zamanla onun için Yahya Kemal gibi yüce bir şahsiyet hâlini alacaktı. Üniversiteden mezun olduktan sonra, Anadolu’ya öğretmenlik yapmaya giden Tanpınar, Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen sonrasında başlatılan devrimlerin ve Mustafa Kemal’in takipçisi genç bir öğretmendi. Erzurum, Konya ve Ankara’da geçen öğretmenlik yılları onun kişiliğinin oluşumunda da etkili olmuştu. Öğretmenlik yaptığı yıllarda Anadolu’yu daha yakından tanımış, burada gördüğü manzaralar ve insanlar onda unutamayacağı hatıralar bırakmıştır. 1933 yılında Ahmet Haşim’in ölümüyle boşalan Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi derslerini okutmaya başlayan Tanpınar, bir akademi hocası ve plastik sanatlara meraklı bir insandı. Burada tanıdığı Nuri İyem, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu gibi ressamların hayatı boyunca destekçisi olacaktı. 1939’da İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi’nde Yeni Türk edebiyatı profesörü olduktan sonraki Tanpınar ise, bir konudan diğerine atlayarak dersler anlatan bir hocaydı. Bu arada şiirler yazıyor, hikâyeler ve makaleler kaleme alıyordu. Bunların içinde geriye dönüp baktığında kendisi için en çok gurur duyduğu işlerinden biri daha 1935 yılında Abdullah Efendi’nin Rüyaları hikâyesini yazmış olmaktı. Şimdi o, bir şair, hikâyeci, romancı ve bir üniversite hocası idi. Birçok kimliği içinde barındıran Tanpınar, bu yıllarda ve belki hayatı boyunca parasızlıktan dert yanacaktı. Bu nedenle arkadaşı Cevat Dursunoğlu’ndan milletvekili olabilmek için yardım ister. Böylece edebiyat çalışmalarına daha çok ağırlık verebilecektir. Tek parti döneminin milletvekillerinden biri olarak 1943 yılında, 193 bu sayede meclise girer. 1946’da milletvekilliği sona erip yeniden Edebiyat Fakültesi’ndeki kürsüsüne döndüğünde, aynı zamanda eski Maraş mebusu Hamdi idi. Hayatında hiç görmediği bir şehrin temsilcisi olarak Meclise girmiş ve bilindiği kadarıyla ne bu şehir ne de başka bir şey için Mecliste mebus sıfatıyla herhangi bir girişimde bulunmayan pasif bir politikacı olmuştu. Sonra da politikayı sevmediğini söyleyecekti. Ancak 1960 askerî darbesinden sonra yazdığı ve Demokrat Parti’yi neredeyse yerin dibine batıran yazılarında belki de İsmet İnönü liderliğinde kurulacak yeni hükümete girmeye hazırlanıyordu.5 Bu zamana kadar Tanpınar birçok kimliğe sahip olmuştu ama kendisi için bunların arasında en önemli olanı şair kimliği idi. Şiir onun için sanatlar arasında en üstün olanıydı ve o, galiba hep bir şair olarak hatırlanmak istedi. Bu isteği gerçekleşmedi. İnsanlar bugün onu, önce şair olarak değil, hikâyeci, romancı ve bir düşünce adamı olarak hatırlıyorlar. En çok hatırlanmak istediği kimliği bugün belki de en son hatırlanan kimliği. Yolculuk... Tekrar Tanpınar ve yolculuğa dönersek, kimlikten kimliğe geçiş yapan birçok insan gibi Tanpınar da şartların ve kendi durumunun olanaklarına göre kendisine yeni kimlikler yaratmış, bir kimlikten diğerine yolculuklar gerçekleştirmiştir. Fakat o, aslında bu yolculuğu, onun için karşılığını aramakta bulan yolculuğunu biraz da kendini bulmak için yapmıştır. Şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında ama özellikle hikâye ve romanlarında sadece ikiye bölünmekle kalmamış neredeyse parça parça olmuş kahramanlar ve bunların benlikleri, bellekleri vardır. 5 Orhan Okay, “Politika Batağında Derbeder Bir Şair Ahmet Hamdi Tanpınar”, Hece, Hayat-Edebiyat-Siyaset Özel Sayısı, S: 90-91-92, Haziran, Temmuz, Ağustos 2004, s. 504. Tanpınar’ın söz konusu yazıları için bakınız, “Suçüstü”, “Yakın Tarihimiz Üzerinde Dikkatler”, “İçtimaî Cürüm ve İnsan Adaleti”, Mücevherlerin Sırrı, Yapı ve Kredi Yay., İstanbul, 2002, s. 104-122. 194 Tanpınar hakkında yazanların da bu bölünmüşlüğü devam ettirmeleri ilginç bir tesadüf, ama Tanpınar’a yakışan bir tesadüf. Bu bölünmede bir yandan Yahya Kemal’i, millî edebiyatı öven ve Halid Ziya’yı millî olmadığı için eleştiren bir Tanpınar’ı gören ve bu nedenle onu daha çok muhafazakâr çizgiye yakın bulanlar; James Joyce’dan, sanatın her şeyin üstünde olması nedeniyle, tabiat sanatı taklit ederden bahseden bir diğer Tanpınar ve bu özelliklerinden dolayı onu modernizme yakın bulanlar. Fakat bunların her ikisi de Tanpınar. Bir yandan Halid Ziya’yı millî olmadığı için eleştiren bir Tanpınar var, diğer yandan da tabiatın sanatı taklit ettiğine inanan bir Tanpınar var. Yukarıda da belirttiğim gibi insan siyasal, toplumsal şartlara ve kendi koşullarına göre birden çok kimlik oluşturabiliyor. Ancak Tanpınar söz konusu olduğunda üzerinde durulması gereken önemli unsurların başında parçalanma ve bölünme geliyor. Bu meseleye geçmeden önce biraz da Tanpınar’ın döneminden bahsetmek gerekiyor. Tanpınar’ın kuşağı, bir geçiş dönemi kuşağıdır. O, çocukluğunda anneannesinden ve başka yakınlarından masallar dinlemiş, Musul gibi acıların ve ölümün yoğun duygularla yaşandığı bir ortamda büyülü zannettiği birtakım olaylara şahit olmuş, öbür taraftan tiyatro ile yakından ilgilenmiş, hatta Paris’e gittiğinde Ionesco, Brecht gibi yazarların absürd ve çağdaş tiyatro örneklerini izlemiştir. Eskiye ve yeniye bizzat şahit olmuş, her ikisini de kitaplardan okuyarak değil, yaşayarak, izleyerek öğrenmiştir. Hem eskiye hem de yeniye aynı zamanda şahitlik yapan bu kuşak sadece kültürel unsurlara değil, acılara ve trajedilere de şahitlik etmiştir. Tanpınar’ın yaşadığı, 1901 ve 1962 yılları arasında neler olmuştur? II. Meşrutiyet’in ilânı, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Millî Mücadele, yeni bir rejim, Cumhuriyet, bu yeni rejim etrafında oluşan yeni bir insan hayatı ve toplum yapısı, II. Dünya Savaşı, 1950’de çok partili rejime geçiş, bir de 1960 askerî darbesi. 195 Toplumun sürekli değiştiği, yeni yaraların açıldığı bir zaman dilimi. Sürekli değişen bu zaman dilimi içinde Tanpınar, önce Dergâh çevresinde yer almıştır. Bundan böyle, Ziya Gökalp’in Durkheimcılığına karşı Bergsoncular var olacaktır. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya ve döneminin birçok önemli kişisi Bergson’un “dureé” fikri üzerinde duracak, özellikle Mustafa Şekip, Bergson’dan birçok çeviri yapacaktır. Bu yıllarda Bergson’un bütün zamanları birleştiren tek bir zaman üzerinde durması, her şeyin zihinde meydana geldiği düşüncesi ve Freud’un bilinçaltına yönelik çalışmaları insanları etkilemiştir. Öncelikle bu, her şeyin “tek bir ân”dan meydana geldiği fikri, insanlar için bir kaçış yolu gibidir. Zaman, bu kadar hızla değişirken zamanın bugünden geçmişe ve oradan da geleceğe yönelik, ancak kesintisiz bir hâlde bulunduğu düşüncesi, o dönemde Bergson’u öne çıkaran insanlardan biri olarak Tanpınar için de belirli anlamlarda bir kaçış olmuştur. Çünkü zaman, bir türlü bir sonraki gibi olmamakta, hızlı bir şekilde ama en çok da insanı yabancılaştırarak akmaktadır. Yaşadığı topluma yabancılaşmak, kendine de yabancılaşmaktır. O hâlde Tanpınar’ın temel sorularından biri olan “kendini yapmak” nasıl gerçekleşecektir? Pratik olarak bunun bir karşılığı yoktur. Pratik olarak zaman, geçmiş, şimdi ve gelecekle birleşemez. O hâlde bunun düşünsel boyutu önem kazanacak, bu da insanı rahatlatacaktır. Sürekli geriye bakmanın, hep bir arama içinde olmanın, ama sadece aramanın bir diğer karşılığı da aslında hiçbir şey bulmak istememektir. Eğer bulursa, arayış sona erecek ve bir şey teklif etmek zorunda kalacaktır. Tanpınar, zaman zaman tekliflerde bulunmamış değildir. Örneğin İbrahim Paşa Sarayı meselesinde, ülkenin kültürel ve sanatsal ortamında neler yapılabileceği ya da yapılması gerektiği üzerine makaleler kaleme alır. Hatta hayatının son döneminde Demokrat Parti ve partinin önde gelenleri için neler yapılması gerektiği konusunda 196 da teklifleri olacak, burada çok zalim bir tavır da takınabilecektir. Ancak zaman, devir ve eser söz konusu olduğunda bir teklifle karşılaşmıyoruz. Mahur Beste’nin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kahramanı, yaşadığı devirden memnun olduğunu ifade edecektir. Fakat bunu ifade ettiği eserlerinde, kendisinin olmasa bile kahramanlarının bir geçmiş devre özlem, en azından bu devirlerden bahsetmesinde bir özlem vardır. Mahur Beste’de “bulunduğum devirden memnunun” derken, Behçet Bey’in kurduğu eskiye dair hulyaların ya da II. Abdülhamid’in son dönemlerini anlatmanın abesliğinden değil Kırım Savaşı’na kadar gitmenin abesliğinden bahseder. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Şeyh Ahmet Zamanî, Hayri İrdal tarafından farkında olmadan kendisine en uygun dönemde, IV. Mehmed döneminde yaşamış gibi gösterilir. Aydaki Kadın’da romancı Selim, 18. asır fantezisi ve bunu anlatan bir roman peşindedir. Huzur’da Mümtaz, Şeyh Galib’in hayatını anlatan bir roman yazmak ister. Beş Şehir’de, şehirlerin içinde bulundukları dönemden çok eskiden oradan yaşayanlar ve onlara dair anlatılanlar vardır. Her şeye rağmen mazi, Tanpınar’da her zaman mevcuttur. Bergson, şimdi, geçmiş ve geleceği birleştirmekten bahsederken Tanpınar da bunu biraz bu şekilde anlamış ve zaman konusunda art zamanlı anlatımları tercih ettiği gibi bizzat geçmişi de anlatmıştır. Geçmiş, bir başka şekilde daha hayat bulmuştur. İlki, Bergson’un zaman düşüncesindeydi, ikincisi ise Freud’un bilinçaltında. Zaman sürekli değişirken insan bu sefer de belleğinde, çoktan unuttuğu ama hatırlaması gereken bilinçaltına odaklanmalıdır. Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Evin Sahibi, Yaz Yağmuru biraz da bu doğrultuda bilinçaltının anlatısıdır. Döneminde birçok insanın çeşitli meselelerde bir teklifi olması ve kendilerine buna göre bir dünya kurmalarına karşılık, Tanpınar gibi bir aydının ârâfta kalmış olması, biraz da Bergson ve Freud’un etkisinde kalmasından olsa gerek. O, parçalanmayı, 197 zerreleşmeyi, billurlaşmayı tercih etmiştir. Bu durum, dönemindeki aydınlardan Peyami Safa, Nazım Hikmet ya da Necip Fazıl’dan onun farkını gösterir. Döneminin bu üç örneği birer teklifte bulunmuşlar ve etraflarında yığınlar oluşturmuşlardır. Peyami Safa da bir ikilikten bahsetmiştir, ama Fatih-Harbiye derken sonunda kararını Fatih’ten yana kullanmıştır. Nazım Hikmet, sosyalizmi savunmuş ve arkasından kitleleri sürüklemiştir. Necip Fazıl, sonradan mistik bir dünyaya girmiş ve inanç zaviyesinden sanatını kurmuştur. Peki ya Tanpınar? Tanpınar, ne Fatih’i, ne sosyalizmi tercih edebilmiş, ne de inanç zaviyesinden bir sanat eseri ortaya koyabilmiştir. Etrafında insanlar yok değildir, vardır. Hem de döneminin kalburüstü insanlarıdır bunlar. Fakat o, alkışlanmak ister, gittiği yerlerde başlar ona çevrilsin, parmaklar onu işaret etsin diler. Her sanatçı, takdir görmek ister, o da istemiştir, insanlar eserlerinden bahsetsin, ona dair bir şeyler yazsın diye beklemiştir. Tahsin Yücel, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile ilgili bir yazı yazacağını söylediğinde, odasından hemen nasıl kitap getirip onu kendisine verdiğini anlatır.6 Çevresinde ressamlar, şairler, felsefeciler, tiyatrocular ve çevirmenlerden kurulu entelektüel bir dünyanın içindedir. O, her zaman bir entelektüel dünyanın içinde olmuştur. Bu, konuşulup sohbetlerin yapıldığı, ülkeye ve sanata dair görüş alış verişlerinin olduğu bir dünyadır. Konuşma mekânları ise genellikle kahvelerdir. Küllük vb. kahveler, insanların toplanıp konuştukları, vakit geçirdikleri yerlerdir. Bu dönemin kahveleri bir akademi gibidir, hatta bunlardan birine Yahya Kemal “akademi” adını vermiştir. Aydınlar, kahvelerde oturup oradan dünyaya bakmakta ve sanatı, politikayı konuşmaktadırlar. Bir de bu kahveler, o dö6 Bu yazı için bakınız, Tahsin Yücel, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, (Haz. Abdullah Uçman-Handan İnci) Kitabevi Yay., İstanbul, 2002, s. 124-127. 198 nemin aydınları için birer eğlence mekânıdır. Burada birbirleriyle şakalaşır, kendi dünyalarının dışına çıkarak bu azınlıkta hayalî bir atmosfer oluştururlar. Ancak kahveler, aynı zamanda bir aydınlanma mekânıdır. Orada yalnızca kendileri, hayata ve sanata dair düşünceleri ve dostlukları vardır; zamanın önemli insanlarıyla tanışır, dost olurlar. Tanpınar da onların arasında sıcak bir dost olarak yerini alır. Fakat bu, parçalanmış bir dosttur. Bir nevi “akademi” olan bu kahvelerden birinde, Tanpınar’ın etrafındakileri, “Profesörler Kurulunu ve onların cumartesi toplantılarının” yapıldığı Nisuaz’ı Salah Birsel anlatacaktır. Bu kurulun içinde kimler vardır: “İşte en önde badi badi yürüyüşüyle kahve kurtaran aslan: Sabri Esat Siyavuşgil. Onun arkasında her konuda yazı yazan Hilmi Ziya Ülken. Onun arkasında Nisuaz Edebiyat Fakültesi Dekanı Mustafa Şekip Tunç. Onun arkasında yere basmadan yürüyen Vehbi Eralp. Onun arkasında yüreğine odlar düşmüş bayan Selmin. Onun arkasında Kırtipil adıyla ün salmış Ahmet Hamdi Tanpınar. Onun arkasında ayakta ve hep birlikte alkışlayalım, tarihçiler tarihçisi Emin Ali Çavlı. Onun arkasında 1933 yılında İstanbul Üniversitesinin yenileştirilmesinde hidrojen gibi açığa çıkan İktisat Profesörü Münir Serim.”7 Bu insanlar arasında Tanpınar, sürekli konuşacak bir şeyler bulmasıyla dikkati çeker: “(...) Ahmet Hamdi Tanpınar her vakit anlatacak bir şeyler bulur. Bir gün onunla Samim Kocagöz’ün de beraber bulunduğu bir sırada Abdülhak Hâmid’in Eşber’i filme alınabilir mi, alınamaz mı yolunda bir tartışma çıkmış ve de dört saat sürmüştür. Sonunda konuşulanlar şu yargıya bağlanır: -Eğer Amerikalılar iyi bir senaryo yapabilirlerse, alınabilir.” 7 8 8 Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sander Yay., İstanbul, 1976, s. 105. Aynı eser, s. 110. 199 Mustafa Şekip’in gecelikle, Hilmi Ziya’nın elinde bir sürü çantayla, Mükrimin Halil’in yanında taşıdığı terlikleriyle geldiği, Orhan Veli’nin ününü artırmak için spekülatif haberler çıkardığı bir devrin aydınıdır hepsi. Bu insanların savaşlarla dolu ömürlerini eğlenceye çevirmek istemeleri de yanlış anlaşılacak bir durum değildir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir şaka ortamı gibi anlatılan kahveler, gerek Tanpınar’ın gerekse o dönem aydınlarının neredeyse ikinci kişililiği gibidir. İşte bu ikinci kişilik, Tanpınar’da parçalanmışlığın kendisidir. Tanpınar’ın eserlerine hâkim olan parçalanmışlık, kendi yaşamında da vardır. Başta da belirttiğim gibi hem Halid Ziya’yı millî olmadığı için eleştiren bir Tanpınar, hem de tabiat sanatı taklit eder diyen Tanpınar. O, sadece parçalanmış ve her şeyi bu parçalanmışlıkta bırakmıştır. Bu da Bergson’un zaman düşüncesi ve Freud’un bilinçaltının pratikte var olmaması gibidir. Onda parçalar, bir bütün oluşturmazlar, oluşturamazlar. Sadece oluşturmaya çalışır, bunun için bütünlüğe yönelik arayışlara, yolculuklara yönelirler. Bir yolculuğun izlenmesi. Tanpınar, bir izleyicidir, kahramanları da öyle. Ancak “müdahale disipliniyle yetişmiş olmayı” çok ister, fakat yapamaz. Huzur’da Mümtaz, Sahnenin Dışındakiler’de Cemal, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri İrdal, Aydaki Kadın’da Selim... eserler yazarlar ama müdahale disiplininden uzaktırlar. Hepsinde bir halk vardır, ama hepsinin de ulaşmaya çalışmalarına rağmen ulaşmadıkları, içine dahil olmadıkları bir halk. Hem halka hem de kendi içlerine yaptıkları yolculuklar. Parçalanmışlığın bir diğer boyutu da kendini burada gösterir. Modern edebiyat, bireyin parçalanmasıyla başlamıştır. Bu parçalanmışlık, bireyin modern hayat karşısında yabancılaşması, yabancılaşmanın insanda yarattığı sıkıntı ve bütünlüğe ulaşmaya çalışma şeklinde dallanıp budaklanmıştır. “Değerler üzerindeki bu 200 yeni baştan durma, bu huzursuzluk, asıl moderni yapar.”9 Kafka, neredeyse bir karabasana benzeyen dünyasını ilk defa anlatmaya başladığında birçok eleştirmen, onun için, fantastikten bahsediyor, dünya böyle değil demişti. Bir süre sonra Kafka’nın dünyasının modernleşme sonrasındaki birçok toplumun dünyası olduğu anlaşıldı. “Virginia Wolf ‘Aralık 1910’da veya civarında insan karakteri değişti’ derken bir dönüşüme tarih düşmekten ve daha çok Avrupa ve Amerika’da özellikle aydınlar arasında başlayarak, yaşamın geleneksel idame şekillerinde ortaya çıkan derin değişikliklere işaret etmektedir.”10 Bu hızlı değişim, başta da belirttiğim gibi sadece Tanpınar’ı değil diğer aydınları da zaman üzerinde düşünmeye yöneltir, bu da onları Bergson felsefesine götürür. Hıza ayak uyduramasalar da onun üzerinde düşünmeye çalışırlar. Tanpınar’ın belki de bütün hayatı bu hızı anlamak ve ona bir yer vermekle geçmiştir. Kahramanlarının hepsi hayatın akışı içinde geçmişleriyle bağlantılı olarak kendilerine bir yer bulmaya çalışırlar. Bu yüzden parçalanmışlardır ve bu nedenle onlar için oyun ciddi bir kavramdır. Bu ârâf kuşağını bir araya getiren toplumsal mekânların başında kahvelerin olduğundan yukarıda bahsettim. Bu kahvelerde insanlar, sadece bir şeyler öğrenmekle, birbirlerini tanımakla kalmazlar aynı zamanda birbirlerini eğlendirirler. Bu kuşağın hatıralarında ilginç ve mizahî kişiliklerin bulunması ve yaptıklarının insanda bir tebessüm uyandırmasının temelinde de oyun vardır. Başta da belirttiğim gibi üst üste siyasal ve toplumsal olayları yaşayan bu devrin aydınları bir arayış içindeydiler. Kendilerini anlatmak için bu ârâfta kalmışlığın izlerini sürmüşlerdi. Yeni bir dille, yeni bir edebiyat meydana getirilecekti. Bu noktada kahvelerde, 9 10 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s. 297. Nazım İrem, “Muhafazakâr Modernlik, ‘Diğer Batı’ ve Türkiye’de Bergsonculuk”, Toplum ve Bilim, S: 82, Güz 1999, s. 154. 201 içinde bulundukları değişimin hızından biraz da kendilerini korumak istercesine eğlenceli bir dünyaya sığınan bu insanlar, kendi sanatlarında da bir arayışa girmişlerdi. Etraflarında birbirlerini eğlendirirken kendi sanatlarında bu arayış, özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, başta dil olmak üzere, sonrasında kurgu ve yapıya da aksedecek bir şekilde oyuna yöneltti. Onu bu arayışın götürdüğü oyun olgusu, döneminden ve ârâfta kalmışlığından da bağımsız değildi. Bu nedenle oyun tanımımızda ve sınıflandırmamızda yazarın malzemesi ve dönemini göz önünde bulundurduk. Bu konuda matematik, iktisat, felsefe, antrolopoloji ve edebiyat alanlarında yapılmış birçok çalışma bulunmaktadır. Biz tanımımızda, daha önceleri oyunu çoğunlukla antropoloji ve folklor çalışmalarında kültür tarihiyle bağlantılı olarak inceleyen Johan Huizinga11 ve Roger Caillois12 gibi bilim adamlarının çalışmalarından, psikolojide oyun konusu üzerinde duran Sigmund Freud13 ve D.W. Winnicott14un çalışmalarından yararlandığımız gibi Jacques Ehr11 12 13 14 Bu konuda ayrıntılı bilgi içiniz bk, Johan Huizinga, Homo Ludens, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1995. Huizinga bu çalışmasına oyun kavramının her dildeki karşılığını araştırarak başlar ve sonunda oyun ve kültürü eş anlamlı bir hâle getirir. Roger Caillois de Huzinga’nın bu tanımından yola çıkarak kültür ve oyun ilişkisine değinir ve o da Huizinga gibi oyun ve kültürü birbiriyle eş anlamlı hâle getirir, ancak yaptığı sınıflandırma ile onun tanımını sınırlandırır. Roger Caillois, Man, Play and Games, Universty of Illinois Press, Urbano and Chicago, 2001. Freud’a göre oyun, çocuğun sosyalleşmesinin bir parçasıdır ve çocuktaki gerçeklik ilkesinin oluşumunda önemli bir etkiye sahiptir. Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, İstanbul, 2001, s. 23. “Oyun sözcüğün hiçbir kullanımıyla içeride sayılamaz (iç sözcüğünün psikanalitik tartışmalarda çok fazla ve çok çeşitli anlamlarda kullanıldığı maalesef doğrudur). Ama dışarıda da değildir, yani bireyin (ne tür güçlüklerle, hatta acılarla da olsa dışsal bir şey olarak görmeye karar verdiği, büyüsel denetimin dışında olan reddedilen dünyanın, ben olmayanın bir parçası değildir. İnsanın dışarıda olanları denetleyebilmesi için 202 mann15, Mihai Spariousu16, Brian Edwards17 gibi daha çok metin üzerinden yola çıkılarak ortaya konulmuş doğrudan edebiyattaki oyun konusunu ele alan çalışmalardan da faydalandık. Fakat bizim oyunu tanımlayışımızda her ne kadar bu çalışmalardan faydalanmış olsak da asıl hareket noktamız Tanpınar’ın eserleri ve dönemi oldu. Yazarın malzemesi ve dönemini esas alarak ve bu konuda yapılmış belli başlı çalışmalardan da faydalanarak oyunu şu şekilde tanımladık: Oyun, sınırlı bir zaman ve mekân içinde, 15 16 17 düşünmek ya da istemekle kalmayıp bir şeyler yapması gerekir ve bir şeyler yapmak zaman alır. Oyun oynamak yapmaktır.” Oyun ve Gerçeklik, Metis Yay., İstanbul, 1998, s. 61. Oyunun tanımında gerçeklik konusu çok tartışılmış, gerçeklik ve oyun kavramları arasındaki ilişkide, özellikle daha sonra Jacques Ehrmann tarafından eleştirilen Huizinga’nın tanımında, oyunu kültür ile eş anlamlı tutmasına rağmen, oyunun gerçeklikten kaçış olarak değerlendirilmesinden dolayı, kültürün de bir gerçeklik olmadığı şeklindeki eleştirisi ortaya çıkmıştır. Jacques Ehrmann(ed), Game, Play, Literature, Boston: Beacon P, 1968. Fakat Ehrmann’ın tavrı da oyunu tanımlamanın gerçekliği ve kültürü tanımlamak ile eş değer olduğu yönündedir. Ancak Ehrmann yazısının sonunda bir edebiyat eleştirmeninin, edebî metinde oyunu ne şekilde kullanacağını belirtmeyi ihmal etmez. Bu konuda önemli çalışmalar yapan Mihai Spariousu için ise oyun, kültür tarihindeki yeri açısından önemi vurgulanarak araştırılmıştır. O, antik Yunan ile ilgili çalışmalarında özellikle İlyada ve Odissea’daki oyunlardan yola çıkarak bunların toplumsal yaşama etkileri ve kültür ile arasındaki bağlantıları kurmuştur. Mihai Spariousu, Dionysos Reborn: Play and Aesthetic Dimension in Modern Philosophical and Scientific Discourse, Ithaca: Conell UP, 1989. Türkiye’de, bu konudaki çalışmaların başında Metin And gelir. And, çoğunlukla Huizinga’ya bağlı olarak yürüttüğü çalışmasında kültür ve oyunu biribirine benzer kavramlar olarak ele almıştır. Metin And, Oyun ve Bügü, Yapı ve Kredi Yay., İstanbul, 2003. Brian Edwards’ın çalışması daha çok postmodern metinler üzerinde odaklanır ve Theories of Play and Postmodern Fiction adlı eserinde Jacques Derrida’nın postyapısalcı teorisinden yola çıkarak oyunu tanımlar. 203 kuralları belirlenmiş, fakat kendi hakikatini kendisi yaratan ancak bunu yaparken gerçek hayatı art alan olarak kullanan, aynı zamanda tüm bu sınırlılığı yadsıma yapısını da içinde barındırarak kendi kurallarını ihlal edebilme gücünü taşıyan bir kurguya sahiptir. Yani kendisini hem parçalayabilen hem dışarı atabilen, buna rağmen bu parçalanmışlıklardan istediği zaman bir tamlık yaratabilen, hem belirli bir zaman ve mekân içerisinde bulunabiliyorken hem de bunları istediği şekilde sonsuzlaştırma ve yok etme yetisine sahip, bu göstergeleri istediği zaman ortaya çıkarma özgürlüğünden yararlanabilen, haz verici, kendine dönük bir bütünlük sistemidir. Ama oyunun temelinde biraz da var olan gerçeklikle baş etme vardır. Tanpınar ve kuşağı düşünüldüğünde oyunun bu onarıcı ve baş edici yanı özellikle öne çıkmaktadır. Oyun, bu arayışın yansımasıdır ve bu yansımanın Türk modernleşmesinde artık neredeyse her seferinde adı zikredilen Tanpınar’ın eserlerinde ne şekilde ortaya çıktığı da hem bir geçiş dönemi aydını olması hem de modernleşme, özellikle modern Türk hikâye ve romanında modernleşme söz konusu olduğunda önemlidir. Bu baş etme ve onarma sürecinin ne şekilde gerçekleştiği de öyle. Bu nedenle çalışmamızda oyun konusuna bu bakış açısından yaklaştık ve sınıflandırmamızda da Tanpınar’ın temel problemlerinden olan kültür, bellek, zaman, gerçeklik ve mizahı göz önünde bulundurarak, alt başlıkları da oyunla ilişkili olan bu unsurlara göre belirledik. Çünkü tüm bu unsurlar, oyunun “bir şeyle baş etme” özelliğine destek verir bir şekilde, oyunun hemen yanı başında yer almaktaydılar. Ahmet Hamdi Tanpınar için oyun oldukça ciddi bir meseledir. Onun kahramanları hayat karşısında kendilerine bir yer bulmak için oynarlar. Oyun, onların hem yaratıcılığı hem de trajedileridir. Trajedileridir, çünkü onlar bir çocuğun tecrübesizlikleriyle yaşama tutunmaya çalışırlar. Okumalarına, izlemelerine rağmen 204 her şey neredeyse büyük bir tiyatro sahnesinde ve Tanpınar’ın Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı mektubunda söylediği gibi “kukla gibi insanların var olduğu, kuklaları gerçek insanların canlandırdığı bir sahnede”dir. Bu sahnenin içindeki oyun ise Tanpınar’da aramak ve paylaşmak olarak ortaya çıkar. Aramak söz konusu olduğunda oyun nasıl paylaşılabilir bir şey olmaktadır? Bu paylaşılabilirlik meselesinde, mesele diyoruz, çünkü Tanpınar için bu bir meseledir, onda zaman düşüncesi temel olmak üzere kültür, bellek, gerçeklik ve mizahın önemli bir yeri vardır. Oyun-kültür ilişkisinde oyunun söz konusu paylaşılabilirliğe katkısı özellikle ön plâna çıkar. Arayış, hem eski kültürü hem de modern kültürü içinde barındıran bir unsur olarak özellikle Karagöz ve Hacivat örneğinde, dönemin koşulları içinde bir nevi kültürün bilinçaltı hâline gelmiştir. Fakat burada kültürün bilinçaltı, Karagöz ile Hacivat’ı dönüştürerek kahramanın iç sesi olarak karşımıza çıkar. Yaz Yağmuru’nda Sabri’nin kafasındaki hortlaklar, ona musallat olmuş hâtıralar, bugünden hatırlandığında sadece onu rahatsız ediyor, üstelik hatırlarken de onları değiştiriyor. Karagöz ile Hacivat artık hayal perdesini değil, onun zihnini yansıtır bir hâl almış durumda. Bunun bir başka boyutu ise Huzur’da görülür. Mümtaz, bir çeviri kahraman olarak ortaya çıkıp, aslında romanın bütün huzursuzluğu gibi görünen Suad ile karşılaştıktan sonra yüzünde bir tebessümle evine döner. Bu tebessüm, bu rahatlama, aslında Tanpınar’ın ilk yayımlanan hikâyesi Erzurumlu Tahsin’de de var. Orada da anlatıcı, bir nevi dervişe benzettiği Erzurumlu Tahsin’den ayrıldıktan sonra evine gidip uyumaktan başka bir şey düşünmez. Tahsin’in varlığı anlatıcıyı huzursuz etmez, fakat Suad’ın ölmeden önceki varlığı Mümtaz’ı rahatsız eder; çünkü Suad, Tanpınar’ın kendi duruşundaki, en azından bir hikâyeci ve romancı olarak duruşundaki yerde önemli bir yere sahiptir: Tüm çeviri kahraman özelliklerine rağmen romanın sonunda gökyüzüne asılmış bir güneş 205 gibi parlayan Mümtaz değil Suad olur. Üstelik, Mümtaz’a “dün geceden beri bütün ölüler sokakta” der. Burada bahsettiği ölüler, Huzur’da sürekli kahramanların kafalarında yaşamaya devam eden ölülerdir ve asıl onlar kendilerine bir yer bulamadıkları için sokaklarda dolaşırlar. O kadar geleneğin dışında yer alan, en azından Huzur’da bütün konuşmaları ve davranışlarıyla romanın estet özelliklerine karşı çıkan Suad, burada aslında ölümün, kendilerine bir yer, mezar bulamamış insanların varlıklarının bu estet kimliğe engel olduğunu söylemek istemektedir. Karagöz ile Hacivat’ın gelenek içinde değil, bir hayal perdesinden ama Sabri’nin zihninin hayal perdesinden seslenirler. Bakhtin’in Dostoyevski’nin eserlerindeki karnavalın ortaya çıkışına dair tespitinin bir başka boyutu Tanpınar’da da mevcuttur. Karnavalın, her ne kadar gelenek içinde de olsa, bir nevi “tersine çevrilmiş teoloji” gibi alaşağı etme girişimi ve sonrasında Dostoyevski’nin kahramanlarının kendi seslerini yazarlarına rağmen yaratabilmelerinin, Tanpınar’ın bütün eserlerinde olmasa da en azından Sahnenin Dışındakiler’de görülür Karnavalın tüm sınıfları kaldırarak her şeyi alaşağı ettiği, kendi içinde bir dünya sahnesi yarattığı ve sahnedeki herkesin roller sayesinde başka birine dönüşebilme olgusu da Tanpınar’ın eserlerinde vardır. Bu yüzden Sabri’nin, Cemal’in ve Hayri İrdal’ın birer Karagöz takımları var. Onlarla hayatlarının ileriki aşamalarında oynamaya devam etmelerinin sebebi, kendi kafalarında onları bir oyun nesnesi hâline dönüştürmeleri biraz da bu karnavalla, Hayri İrdal’ın Tükiye’nin “yerli Faust”u olmasıyla bağlantılı ya da Suad’ın Huzur’da “ipi kopmuş bir Karagöz gibi” olmasının nedeni de bu. Artık onlar değişmiş ve dönüşmüş bir hâldeler. Aydaki Kadın’da, Leyla’nın verdiği davette Selim’e göz kırpan Karagöz de sanki bir “karnaval”ı izlemektedir. Karnaval, Tanpınar’ın eserlerinde bir kıyamet ortamı yaratır. Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda, Geçmiş Zaman Elbiseleri’nde, Huzur’da, Bu Her Akşam Böyledir’de bir 206 nevi kıyamete benzeyen ortamlar var. Her kıyamet yeni bir doğuşu simgeliyor. Sokaklardaki ölüler, meydanda birbirini öldüren insanlar ya da kendi ölümünü dans ederek ilân eden yaşlı bir adam ve insanların duyarsızlığı. Arayışın bir başka yönü de burası. Ateşin her şeyi yenilemesi, temizlemesi ve yeni bir dünyayı müjdelemesi. Huzur ile ilgili olarak yapılan röportajda Tanpınar, Mümtaz’ın başka bir insan olarak yeniden doğacağını söyler. Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda diğer benlik olan Abdullah da önce kendini, suyla oynayan bir çocuğun olduğu odadaki benliğini, yok etmek ister; fakat başarılı olamaz. Çocuk sürahiyi fırlattığında yine kendisi olduğunu görür. Asıl susuzluğu, bir başka hayata susamasıdır. Kendini geriye dönerek yeniden inşa etmek ister. Bu yüzden “bir başka hayata doğmak” önemlidir. Ancak bu oda karanlıktır, güneş doğduğunda ise kendisini yine eskisi gibi bulmuştur. Mümtaz ise sabah, gün ağarırken büyük bir güneş olarak Suad’ı görür. Güneşin doğduğu yerde, insanoğlu dışarı fırlatılmış, içinde bulunduğu kabuktan çıkmıştır. Aydaki Kadın’da Selim, buna özellikle vurgu yapar. Bir başka hayata doğmak, yeniden ama hep yeniden başlayabilmek, yenilenebilmek önemlidir. Arayış, biraz da bunun arayışı, bunun ancak bu şekilde gerçekleşebileceği vurgusu, bu arayışın getirdiği çaba. Bu noktada Tanpınar’ın imkânsızı görebilmiş olması önemli. Arayış ile tereddüdün arasında dolaşması da öyle. Aramak ve yenilenebilmek ihtiyacı diğer taraftan Orhan Pamuk’un belirttiği gibi cemaatten, “biz olmak”tan bahsetmenin arasındaki tereddüt ve bunun getirdiği bölünme, parçalanma.18 Baştan beri söylediğimiz gibi Tanpınar’ı dönemi içinde ilginç kılan figürlerden biri de bu. Özellikle hikâye ve roman anlamında, onu modern Türk edebiyatının başlangıcı olarak görmemizin nedeni de bu; çünkü modernizm, bu tereddüdün kendisidir. 18 “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernleşmesi,” Bir Gül Bu Karanlıklarda, s. 446-460. 207 Eski ve yeninin, kültüre ait unsurların bir iç ses olarak ortaya çıkmasından sonra bu değişmiş gelenek özellikle Huzur’da antikacı dükkânı örneğinde ortaya çıkar. Antikacı dükkânındaki nesnelerin birbirlerine aynı mesafede fakat karışmadan bulundukları tespiti, bizi bu değişim ve dönüşümün özellikle kültür söz konusu olduğunda bir ayrışmayı da beraberinde getirdiği sonucuna götürür. Bunun da yazarın ârâfta kalmasıyla paralelliğine rağmen bir nevi kendisine ve dönemine yönelik bir parodi oluşturur. Baştan beri vurguladığım gibi Tanpınar için aramak kadar yarım kalmış olmak da önemlidir. Onun hiçbir eseri tamamlanmamıştır. Dahası eserlerindeki yazar-kahramanların eserleri de tamamlanmaz. Bununla birlikte en tamamlanmış görünen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün arkasından bile bir mektup bırakmayı ihmal etmez. Bu tamamlanmamışlık, onu okur ile paylaşabileceği bir oyun düzlemine getirmiştir. Sonuçta tamamlanmayan bir şey hep bir merak unsuru olacak, fakat onu her okuyan bir yandan da nasıl tamamlanabileceği sorusunu kendi kendisine soracak, ona kendi sonlarını ekleyecektir. Böylece bir eser aslında hiç sonlanmayacak ve her zaman okur bu noktaya geldiğinde onu bir başka zamana taşıyacaktır. Evin Sahibi ile başlayan ve Sahnenin Dışındakiler romanında doruk noktasına ulaşan, türlerin özellikle tiyatro ve hâtıranın ve bunun bir üst boyutu olarak romanın birbiriyle ilişki hâlinde ve bu ilişkinin romanın anlatım tekniğinin oluşumunu da belirleyen bir vurgudur. Karagöz ve Hacivat’ın iç ses olması durumu nasıl Huzur’da ayrışmaya dönüşmüşse, bunun bir ara evre olarak Sahnenin Dışındakiler’de edebî türlerin de ayrışmasına, fakat bu ayrışmaya rağmen karnavaldakine benzer bir şekilde bir roman bütünlüğüne sahiptir. Nitekim “Sükût suikasti” burada sona erer. Yaşadığı dönemde o kadar yakındığı “sükût suikasti”, her ne kadar burada kendisi lafını tamamlamamış bir yazar olarak görünse de, kendi sükûtu okurun konuşmasına izin vermiş, 208 onun eserlerinde hep aramak ve bulmak, kaybetmek şeklinde gerçekleşen alma-verme, böylece okuru da içine katan bir arama, bulma, kaybetme oyununa dönmüştür. Tanpınar, hâtıralarında, rüyalarında gizlenen ve en önemli sorunlarından biri zaman olan kahramanlar gibi lafını sonlandırmayarak her şeyi bir saklambaç oyununa dönüştürmüştür. Onun ne şekilde ortaya çıkacağı tamamen okurun tecrübesi ve hayal gücüyle bağlantılıdır. Bu, aslında onun “sanatımın estetiği” dediği dilde rüya hâli kurmanın da devamıdır. Böylece her eser ve yazarı bir rüya olarak kalacaktır. Zaten Tanpınar’ı en çok meşgul eden de bu rüya hâlinin devamı değil midir? Oyun-gerçeklik ilişkisinde, rüyâ hâli öncelikle kurguda, yapıyı etkiler bir şekilde art zamanlı ve birbiri içine geçmiş anlatım teknikleriyle desteklenir. Özellikle yanılsama, gerçeklik aslında yanılsama ve bir kurgu boyutundadır ve rüyanın devam etmesinin art zamanlı anlatımını hem mümkün hem de mecburî kılmıştır, özellikle Mahur Beste’den sonra yazılan mektup Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne uzanan çizgide başlayan ve aslında bir teknik olarak ortaya çıkan bir poetik sorgulamaya dönüşür. Arama-bulma oyununun bir başka yönü kendisini, yoklukta gösterir. Fakat dilde rüya hâlini kurmak gibi bu yokluk da bedensel bir yokluğun bütün bir hayatı doldurmasıdır. Yaz Yağmuru’nda, Evin Sahibi’nde, Huzur’da kahramanların etrafında ne kadar çok ölü vardır. Bedenleri yok olmuş ama kendileri bir türlü yok olmayan, aslında bir türlü düşüncelerde ölemedikleri için kahramanları yalnız bırakmayan bu ölüler, Nurdan Gürbilek’in “Kurumuş Pınar, Kör Ayna, Kayıp Şark Ophelia, Su ve Rüyalar” makalesinde Tanpınar’da işaret ettiği son bakış ve Orpheus ile bağlantılıdır. Orpheus’un son bakışta kaybettiği karısı, Tanpınar’ın kahramanlarının son bakışta kaybettikleri, geri döndüremeyeceklerini bildikleri hâlde bir türlü onları yanında bulamadıkları, uzaktan onları rahatsız eden, hattâ bir nevi hortlak 209 olan, bir bakışı hapsedip onu orada tutmak istemelerine rağmen, bakışın yok olduğu ama kendilerinin bir türlü yok olmadığı kahramanlar. Yokluğun bu türlüsü ve onu aslında nasıl arayacağını bilememek de bu arayış içindeki oyunun bir başka trajik tarafı. Bu trajik yanda baştan beri sözünü ettiğimiz “bir şeyle baş etme” tarafı özellikle ön plâna çıkar. Oyun-ironi ilişkisinde Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki roman kişileri bu baş etmeye dayalı olarak komikleştirilir. Bu komikleştirme, rüya hâlinden çıkıp bir yabancılaşmaya dönüşür ve art arda gelen olaylarla kendisini en iyi şekilde gösteren oyun malzemesi sözcüklerle temellenir, bu temellenmenin de kaynağı “bir şeyle baş etme” ile ilgilidir. Tanpınar’ın eserlerinin oyun ile bağlantısının bir başka yönü kendisini modernizmde gösterir. Saat, makine, beden... Oyun unsuru olarak kullanılan bu üç nesne de modernizm ile birlikte değişen toplum yaşamının bir yönünü oluşturmuştur. Tanpınar “Türk Edebiyatında Cereyanlar” adlı makalesinin alt başlığı olarak “Modern Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar.” der. Peki nedir bu medeniyet krizi? Tanpınar için bu krizin temeli değişimdir. Art arda yaşanan toplumsal değişiklikler, bunların ortaya koyduğu yeni hayat şekli ve sonucunda gerçekleşen kriz. Ancak bu değişimler içinde krize neden olan en büyük unsur, ona göre dil değişikliğidir. Türk edebiyatında İslâmlaşma döneminden itibaren başlayan bu dil meselesi gerçek bir krizdir. Fakat burada Tanpınar, Cumhuriyet ile birlikte başlayan harf inkılâbı ve sonrasındaki Dil Devrimi’ne değinmez. Oysa kahramanlarının hep arayış içinde olmaları ve kendilerini onarmak için oyunu kullanmalarının bir nedeni de anlatamamak, daha doğrusu nasıl anlatacağını bilememektir. Çünkü artık hiçbir şey eskiden olduğu gibi değildir. Yeni bir alfabeyle yeni bir dil kullanmak gerekmektedir. Öztürkçeciliğin geliştirilmeye, eski kelimelere yeni karşılıklar bulunmaya çalışıldığı bu dönemde birçok yazar gibi o da mutlaka nasıl anlatacağım derdine düşmüştür. Hayri İrdal’ın en önemli 210 meselelerinden biri sadece zaman değil, dildir. Değişen dönem ile birlikte değişen bir sözlük. Her yeni sözlük ile kendini yeniden inşa etmenin zorluğu ve yaşanan süreç. Bu süreçteki Tanpınar’ın oyuncu kahramanları, birer çocuk gibidirler. Bu çocuk gibi olma ise bizi onların hep imge döneminde kalan ama simge dönemine bir türlü geçemeyen, yaşadıkları toplumun tamamen dışında, imgede kalmış kahramanlar olması sonucuna götürüyor. Burada her bölümde sadece kurguyu değil anlatım tekniklerini de ortaya çıkaran bir şekilde yarım kalmışlığın aslında teknik bir oyunla, romanlarında sadece kendisinin değil, kahramanlarının da yarım bıraktıkları eserlerle, yaratıcı aşamanın temeli olan imge döneminde kalmanın neredeyse bir tercih hâlini aldığı görülür. Oyun-gerçeklik ve oyun-bellek ilişkilerinde geçmişe dair izlenimler ile bugüne dair hayatın hayal ya da kurgusal bir şekil alması da bu imge dönemine işaret eder. Tanpınar’da imgeselleşmeyi destekleyen bir başka unsur da yazar ile kahramanın zamanının birleşmesi. Örneğin Sahnenin Dışındakiler’de Cemal, evinin kapısından içeri girip simgeselleşmek yerine orada roman zamanını durdurarak geçmişe, bir anlamda imgeye döner. Tanpınar, Mahur Beste’den başlayarak neredeyse bütün hikâye ve romanlarında bu imgeselleşmeyi bir tercih olarak kullanır. Bunun uç örneği olarak Huzur’da ortaya çıkan Dostoyevski oyunu da bu imgeselleşmeye destek verip onu poetik bir mesele hâline getirir. Tanpınar’da parçalanmanın bir başka boyutu da imkânsızlıktır. Peşinde olduğu kozmik zaman ve bu zamanı oluştururken billurlaşma ve külçeleşmeyi de içinde barındıran unsurlarda, Gürbilek’in çok yerinde tespitiyle Narsis’in suya baktığında orada kendi aksine ulaşmasının imkânsızlığıdır bu. Ancak bu da yine Tanpınar’ın aramayı ön plana çıkarmasında etkilidir. İmkânsız da olsa önemli olan aramak, bu tecrübeyi gerçekleştirebilmektir. Bütün bu tespitler bize Tanpınar’ın eserlerinde tecrübe derken biraz da oyunun 211 bu baş edici özelliğine yaptığı göndermeye işaret eder. Onun kahramanları bir rüya hâlinde yaşarken ve simgeselliğe geçemezken, gerek anlatım tekniği gerekse kurgu olarak bir başlangıca ve aslında hiç tamamlanmayan bir başlangıca işaret ederler. Oğuz Atay, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan ve Orhan Pamuk gibi yazarların bu başlangıca yaslanarak kurdukları bir dünyanın kapılarını bu yazarlara açan Ahmet Hamdi Tanpınar olur. Nurdan Gürbilek, Tanpınar’da su olgusunun çokluğuna ve bu olgunun zaman ve bellek ile ilişkisine değindiği yazısında19 Tanpınar’ın Yahya Kemal’i de su unsurundan ve Bachelard’dan yola çıkarak incelediğine dikkat çekerken bir yandan da aslında bu imge dönemine işaret etmektedir. Her ne kadar edebî eserlerde şahsî meselelerin psikolojik boyutlarını incelemenin her zaman edebiyat araştırmasında işe yaramadığı ve sağlıklı sonuçlar elde edilmesine yol açmadığı düşünülse de özellikle oyun ve imge dönemi göz önünde bulundurulduğunda, Tanpınar’da suyun hafızayı, gözü ve geriye dönük bu son bakışı simgelemesinde şahsî hayatının bir parçası olan annesinin, adı Bahriye olan annesinin, en azından bilinçaltında da olsa etkisi sanırız vardır. Bu konu ayrıca incelenmeye değer. Fakat bizim konumuz bu olmadığından burada sadece bunu da işaret etmekle yetindik. Bütün bu eserlerde imgede kalmış kahramanlar gibi tamamlanamayan eserleriyle kendisi de bu imgeye, tamamlanmamışlık imgesine işaret eden bir yazar vardır. Bu şekilde su, hafıza ve bakış ilişkisi onun eserlerine doğrudan girer. Tanpınar yukarıda belirttiğim gibi okura da bu geriye bakışla, okuduğu zaman ve sonrasında eseri nasıl sonuçlandırabileceğini, şimdiden geçmişe, şimdiden geleceğe uzanan bir çizgide şimdi, geçmiş ve geleceği bir ânda birleştirerek gösterir. Tamamlanmamışlık, imgenin simgeye 19 “ Kurumuş Pınar, Kör Ayna, Kayıp Şark Ophelia, Su ve Rüyalar”, Kör Ayna Kayıp Şark, Metis Yay., İstanbul, 2004, s. 97-138. 212 dönüşememesi, okurun bunu kendisinin gerçekleştirmesi, oyunun yaratıcı halkası olarak okurun düşüncelerinin ve sesinin de buna dahil olması Tanpınar için yadırgatıcı şeyler değildir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Sahnenin Dışındakiler’de, Mahur Beste’den sonra yazdığı Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup’ta aslında hep aynı zamanda, -aziz okuyucum, yukarıda belirttiğim gibi, ilerde ne olacağını okur görecek- ifadeleriyle okuruna doğrudan seslenen, onu metnine ortak eden bir yazar vardır. Yazdığı eserlerin çoğunda kahramanların hâtıra formunu kullanması da bununla paraleldir. Hep hatırlanmak isteyen bir yazarın hâtıra formunda kaleme aldığı eserler, okurun da içinde bulunduğu ama her okunuşunda yeniden, tıpkı kumar masasında hep yeniden başlanabilen ve ne olacağının her zaman değişebileceği bir oyun yaratmıştır. Okur tamamlayacak ama yazarın aslında nasıl bitirebileceğini hiç bilmeyecek, sadece tahmin edebilecek. Gerçekte ne olacağının hiçbir zaman bilinemeyecek olması, gerçekliğin hakikat veya mutlak boyutuna getirilememesi de Tanpınar estetiğinin diğer bir görünümü olan ve bu tamamlanmamışlığı oluşturan sisli görüntülerdir. Sis, Tanpınar’ın sanatının temel estetiğidir. Sis, sahip olduğu belirsiz çizgiyle gerçekliği kişiden kişiye değişebilir hâle getirmiştir. Onun sayesinde insan, hayal gücünü de işin içine katabilmekte, böylece yakınında bile olsa nesnelerin mesafesini tam olarak algılayamamakta, onları sanki uzaktan bakıyormuş gibi görmelerine sebep olmaktadır. Bunda çok sevdiği empresyonistlerin de bir payı vardır. Yaz Yağmuru’nun, Evin Sahibi’nin, Geçmiş Zaman Elbiseleri’nin, Huzur’un, Sahnenin Dışındakiler’in tamamında olan bu değil midir? Çok yakın ama aynı zamanda bir o kadar da uzak. Mesafenin bir türlü belirlenememesi ve ardından gelen uyumsuzluk. İç ve dış arasında bir türlü sağlanamayan paralellik ve bu uyumsuzluğun ortaya koyduğu orantısızlık. Bunun en güzel örneği ise Acıbadem’deki Köşk hikâyesinde 213 yer alan bina ile Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki Enstitü’de görülür. İlkinde dışarıdan, sıradan bir ev görüntüsüne sahip olan Sani Dayı’nın evi, içine girildiğinde büyülü bir dünyayı andırır. İkincisi ise hem içeriden hem dışarıdan sıradanın ötesindedir. Orantı, dışarıyı ve içeriyi eşitlemekle gerçekleşecektir, ancak bu eşitleme Tanpınar’da hiçbir zaman gerçekleşmez. Her şey sisin ayırt edilemeyen orantısızlığı gibidir. Ayırt edilebiliyor olsalar, oyuna ait herhangi bir unsur da bırakmayacaklardı, ama dil de buna yardımcı olmamıştır. Medeniyet krizinin en son noktası olarak dil değişikliğini gören Tanpınar için her şeyin imgede kalması, daha önce de işaret ettiğimiz gibi biraz da bu dil meselesindedir. Plastik sanatlarda bunun etkisi çok fazla görülmez. Ressam içindeki parçalanmışlığı renklerle, figürle gösterebilir. Musikide aynı şey notalarla yapılabilir. Ancak bir yazar bunu sadece dil ile anlatabilir, onun malzemesi dildir. Değişen bir dilde ise bunu nasıl anlatacaktır? Tanpınar’da oyunun temelde bir arayışla birleşmesinin nedenlerinden biri de budur. Rüyalarla, hayallerle... hikâye ve romanlarındaki kahramanlar, her türlü unsuru kullanarak kendilerini anlatmak isterler. Kendilerini anlatmak için türlü yolları denerler ve her deneyişte başka bir unsuru, belleği, zamanı, kültürü, gerçekliği oyun hâline getirirler. Çünkü sonuçta asıl meseleleri bunlardır. Oynayarak kendilerini yapmak, onarmak isterler. D. W. Winnicott, oyun oynama konusunda “geçiş nesnelerinden” söz eder. Bu, “iç ile dış gerçeklik arasında bir yerdir”.20 Bu geçiş nesneleri sayesinde birey, simgesel döneme ilk adımını atar. Tanpınar’ın kahramanları için de bu sürece geçiş, kendisini örneğin Behçet Bey’de saatler ve kitaplar şeklinde göstermiş, fakat bu simgeselleşme tamamlanamamıştır. Bu da bizi yeniden Tanpınar’ın tamamlanamayan eserlerine götürür. 20 Oyun ve Gerçeklik, Metis Yay., İstanbul, 1998. 214 Bu çalışmaya başlarken Tanpınar’ın bir geçiş dönemi yazarı olduğunu söylemiş, art arda yaşanan siyasal ve toplumsal değişimlere tanık olan bir neslin çocuğu olduğundan bahsetmiştim. İşte, onda oyunun bir arayış temelli olmasının nedeni de budur. “Modernleşme, Batılı olmayan toplumların ‘geleneksel toplum”dan “modern topluma” geçişteki değişim sürecini ifade eder. Bu değişim süreci, esas olarak üç aşamalıdır. ‘Geleneksel toplum’, ‘geçiş toplumu’ ve ‘modern toplum.” Tanpınar, burada geçiş sürecini yaşayan bir toplumun ferdi olarak yer alır, ancak onun eserlerine yansıyan görüntü, başta da ifade ettiğimiz gibi, kendisini özellikle Sanayi Devrimi sonrasında bulan yeni hayat şekli ve insanın kendi icatlarının hayatını bir köle hâline getirmesi, modernizmin insanda yarattığı bu parçalanmışlık ve yabancılaşma nedeniyle daha çok modernist çizgidedir. Bir hikâyeci ve romancı olarak Tanpınar, bunu yaparken tabiî ki gelenekten bağımsız değildir ya da Orhan Pamuk’un modernizm tanımı ve Huzur’un bir bölümünden yola çıkarak yaptığı saptamada olduğu gibi, cemaati devam ettirerek geleneği reddetmemiştir. Gelenek, onun bütün kahramanlarının belleğinde, hâtıralarında, bugünün bir izdüşümü gibi yansır. Fakat bu artık tahrip edilmiş, geriye gelmesi mümkün olmayan bir gelenektir. Bu nedenle Huzur, yaşayanlardan çok ölülerin romanıdır. Her ne kadar hatırlansalar da bütün o musikişinaslar, âlimler... hepsi birer ölüdür. Artık Emirgân’da Akşam Saati hikâyesinde Sabri, tüm hatırladıkları için “hortlaklarım” diye boşuna demiyordur. Neden hortlak? Ya da Suad, Huzur’un son sahnesinde büyük bir güneş olarak neden Mümtaz’ın karşısına çıkıyor? Bu noktada postmodern edebiyatın oyunlarına da bir eleştiri getirmek gerekiyor. Postmodern edebiyatın oyunlarında, bu tereddüt yoktur, sadece kendisini duyuran bir teknik vardır. Oyun, içi boşaltılmış, tüm trajik ögelerinden soyutlanmış, kelimelerle örülen bir unsur gibi anlatılmıştır. Fakat modernizmin ve Kafka’nın 215 en önemli eserlerinden biri olan Dava romanını düşünelim. Bu hikâyenin kahramanı Joseph K. adliye koridorlarında oradan oraya koşuştururken ve kendisini yargılayan hâkimlerin bir oyun havası içinde onu ölüme mahkûm etmelerini izlerken, tüm o karabasana ve aslında tüm olanların abesliğine değil, gerçekliğine vurgu yaparken her şeyi bir oyunmuş gibi anlatırken, teknikten öte insanın bir şeyle baş etmesinden bahsetmektedir. Oyun bir baş etme şeklidir: Var olan gerçeklikle, yaşamın insana verdikleriyle ve bu süreçle baş etmek. Tanpınar için de oyun, karşılığını bu baş etmede ve onarmada bulur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde insanlar kahkahalarla gülmektedirler, fakat bir yandan da bu Enstitü’ye hizmet etmektedirler. Bu, içinde bulundukları gerçeklikle baş etmenin bir sembolüdür. Mahur Beste’de Behçet Bey, karısı Atiye’nin düğün gecelerinde attığı kahkahayı hiçbir zaman unutmaz. O, hep bu kahkahanın ardından kitaplara ve saatlere sarılmıştır. Neredeyse bütün hikâye ve romanlarında var olan taklit olgusu da karşılığını bir şeyle baş etmede bulur. Biri diğerini taklit ederken hem arayışın bir yönünü oluşturmakta hem de var olan gerçeklikle baş etmeye çalışmaktadır. Peki o hâlde bu kahramanlar için oyunun ne anlamı var? Oyun bir taraftan onların kendilerini ifade etmenin bir yolu, bir taraftan da kendilerini onarmanın. Hayri İrdal’ın Şehzadebaşı’ndaki kumpanyalarda, Sabiha’nın insanlarla ilişkilerinde, Zeynep’in Temizlik Revüsü’nde, Behçet Bey’in tavan arasında, Sani Dayı’nın banyosunda bir nevi oyun odası hâline gelen bu yerlerde kahramanlar sürekli kendilerini onarmak peşindeler. Bunu ellerinde olduğu en iyi şeyi kullanarak, onu kendi lehlerine çevirerek yapmak isterler. Bu nedenle oyun unsuru olarak kullandıkları nesneler önemli. Behçet Bey’in saatleri, Sani Dayı’nın banyosu ve yapmaya çalıştığı araba, Sabiha, Zeynep ve Hayri İrdal’ın kendi bedenleri. Hepsi bir şekilde sonsuzluğa ulaşmak peşindeler. Saatler, banyo, araba ve kişinin kendi bedeni ya da düşünceleri. Bunların bir oyun unsuru 216 olmasının sebeplerinden biri de her birinin “tadil ve ıslah” edilebilmesi. Bu da arayışın bir başka yönü. Arayışın bu kadar önemli olduğu Tanpınar’da, kahramanları kendilerini onarmaya yönelik girişimlerinde kullandıkları oyun unsurlarının arayışı içinde barındırıyor olabilmesi ilgi çekicidir. Aramak, “tüm kapıları çalmak”, baş etmek ve onarmak... İşte Tanpınar’da oyun, karşılığını bunlarda bulur. 217 Osmanlı Sağlık Modernleşmesinde 1893-94 ve 1895 İstanbul Kolera Salgınlarının Etkisi Doç. Dr. Mesut Ayar [*] Kolera, epidemi ve pandemi halini alabilen, bulantısız kusma, şiddetli ishal, kısa zamanda su ve elektrolit kaybına bağlı olarak gelişen oldukça öldürücü bir enfeksiyon hastalığıdır1. Çeşitli yollarla yayılabilen kolera mikrobu, düşük sıcaklıklarda yaşayabildiği gibi, ılık ve nemli ortamları daha çok sever ve bu şartlarda kolayca çoğalır. Kolera en rahat suyla yayılır; ancak illetin bulaşması, genellikle dolaylı yollardan yani, kıyafet, yiyecek, banyo ve özellikle de tuvalet aracılığıyla gerçekleşir2. Basit bir ifadeyle, kolera bir pislik hastalığıdır ve bu nedenle ondan korunmada en önemli etken kişisel hijyendir. XIX. yüzyılın adı ölümle birlikte anılan karakteristik hastalığı olan koleranın kaynağı Hindistan’dır3. Bu yüzyılda dünyanın birçok * Kırklareli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. “Kolera”, Büyük Larousse, C. III, İstanbul 1985, s. 13. 2 Richard J. Evans, Death in Hamburg, Society and Politics in the Cholera Years 1830-1910, Oxford 1987, s. 227. 3 Akil Muhtar - Besim Ömer, Kolera Hastalığında İttihazı Lazım Gelen Tedabir ve Etıbbaya Rehber, İstanbul 1327, s. 7. [ ] 1 219 farklı bölgesinde salgın halini alan kolera, etkilediği toplumlarda dehşet verici oranda insan kaybına yol açmıştır. Osmanlı topraklarında ilk kez 1822 yılında zuhur eden kolera , İstanbul’da ise ilk olarak 1831 yılında görülerek yaklaşık 6.000 kişinin ölümüne yol açtı5. Aynı yüzyıl boyunca birçok kez koleranın tahribatıyla sarsılan Osmanlı başkenti, 1893-1895 yıllarında aralıklarla yaklaşık iki sene bu illet ile birlikte yaşamak zorunda kaldı. Bu dönem zarfında birbiri ardına meydana gelen iki salgın oldu. İstilalardan ilki, Ağustos 1893’ten Nisan 1894’e kadar süren salgındır. Bu dönemde alınıp uygulanan ciddi önlemler, salgının söndürülmesinden sonra da yürürlükte kalmış; bundan dolayı da 1894 yılının sıcak günlerinde İstanbul’da koleralı hastaya rastlanmamıştır. Koleranın ikinci istilası ise 1895 Ocağı’nda başlayarak yaklaşık üç buçuk ay boyunca hüküm sürmüştür. 4 1893-94 İstanbul kolera salgınında 2683 kişi koleraya yakalanırken, bunun 1537’si hayatını kaybedip, 1146’sı hastalığı yendi. Bu netice ile hastalığa yakalananların % 57’si yaşamını yitirirken, % 43’ü iyileşmiş oldu. Salgının devam ettiği 246 günün ortalama vukuat sayısı yaklaşık 11, günlük ortalama ölüm sayısı da 6’nın biraz üzerinde gerçekleşti6. 1895 salgınında ise siviller arasında 324 kişi koleraya yakalandı. Bunlardan 130’u iyileşirken, geriye kalan 194 kişi yaşamını 4 5 6 Şükri Kâmil, “Kolera İstilaları”, Maarif, C. V, nr. 124 (28 Ca 1311/07.12.1893), s. 309; Gülden Sarıyıldız, “XIX Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolera Salgını”, Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Afetler ve Deprem Semineri, İstanbul 2002, s. 310. Şükri Kâmil, a.g.e., s. 310; Nuran Yıldırım, “Kolera Salgınları”, İstanbul Ansiklopedisi, C. V, s. 45. İstanbul’daki kolera salgınları için ayrıca bk. Kâmil, Koleradan Can Kurtaran, İstanbul 1326, s. 5-6. Sabah, 1500, s. 1 (8.R.1311/18.10.1893). 220 yitirdi7. Askerler arasından illete yakalananların sayısı 50’nin biraz üzerinde oldu ki bu netice, 1895 salgınının bir önceki salgına göre çok daha hafif atlatıldığını göstermektedir. Osmanlı Sağlık Modernleşmesinde 1893-94 ve 1895 İstanbul Kolera Salgınlarının Etkisi XIX. yüzyılda Avrupa’daki kolera salgınları tam anlamıyla Büyük Sağlık Uyanışı’na yol açmış, sokakların genişletilmesi, ölülerin şehir dışına defnedilmesi, geceleri çöplerin toplanması, hastane, hapishane gibi kalabalık mevcutlu yerlerin düzenli olarak havalandırılması ve kanalizasyon sistemlerinin geliştirilmesine çalışılmıştır8. Osmanlı Devleti için ise 1893’e kadar bu sayılanlardan bahsetmek zordur. Ancak belirtilmelidir ki bilhassa 1893-95 yılları arasında yaşanan İstanbul salgınlarının, sağlık bilincinin artmasına ve önemli reformlara girişilmesine yönelik kesinlikle olumlu bir etkisi olmuştur. Öyle ki bu salgınlar, kamu sağlığı alanındaki ilerleme ve İstanbul’un altyapı eksikliklerinin tamamlanması yönünde devrin yöneticilerini adeta zorlamıştır. Korunma, hastalıklara başlangıcında müdahale edebilmek için, risk faktörlerinin etkin erken teşhisi olarak tanımlanır. İstanbul kolera salgınları sırasında Osmanlı otoritelerinin, sağlık eğitimi de denebilecek çapta hastalık hakkında bilgilendirme; yani, erken tanı için şüpheli durumların bildirilmesi hakkındaki halka yapılan ikazlar ve bunları teşhisle görevli birçok yeni doktorun atanması; beslenme alışkanlıkları ve bunlar arasında kaçınılması gereken tutumların ahaliye izahı kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri arasında gösterilebilir. Bunlar dışında kalan, fizik 7 8 Sabah, 2071, s. 1 (18.Za.1312/13.05.1895). Salgının sona erişiyle ilgili olarak ayrıca bk. BOA, Y.MTV. 120/62. Nikiforuk, Andrew, Mahşerin Dördüncü Atlısı- Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi, Çev. Selahattin Erkanlı, İstanbul 2001, s. 182. 221 çevrenin olumsuz etkileri, yani temiz ve yeterli içme ve kullanma suyu ihtiyacının karşılanması, atık ve çöplerin imhası, ahalinin ikamet ettiği bir kısım yerlerin sağlıklılığının temini ise, çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri uygulamaları arasındadır. İşte bu sayılanların kararlaştırılıp uygulanabilmesi için, her şeyden evvel özel bir yönetim mekanizmasına ihtiyaç vardı. Bu eksiklik, şehirde koleraya karşı mücadele verilirken en önemli karar alma ve uygulama mercii olacak olan Hıfzıssıhha-i Umumi Komisyonu (Tedabir-i Sıhhiye Komisyonu)’nun şehremininin başkanlığında kurulmasıyla giderildi9. Bu komisyonun gayretli çalışmaları, İstanbul’da koleranın hafif surette atlatılmasının en başta gelen etkeni olmuştur. Osmanlı modernleşmesinin belirgin niteliklerinden olan, teknik konularda Avrupa yardımına başvurulması durumu da kolerayla mücadele edilirken Avrupa’dan getirtilen uzmanlarla karşımıza çıkmaktadır. Fransız Dr. Chantemesse ile başlayan bu süreç, tamamen Osmanlı idaresinin isteğiyle meydana gelmiş ve herhangi bir Batı empozesi vuku bulmamıştır. Fakat gönderilen uzmanların burada ülkelerinin nüfuzunu temsil ettiğini ve her vesile ile bunu arttırmaya çalıştığını da düşünmek gerekmektedir10. Bundan farklı olarak, karantina usülünün genişletilip geliştirilmesi için gösterilen çabalarda, Karantina Meclisi’nin kendi hüviyetinden de kaynaklanan açık bir Batı etkisi görülmektedir. 9 10 BOA, Y.A-HUS. 279/82. Bu komisyon, daha sonraları kurulacak olan belediye sağlık işleri müdürlüğünün temelini teşkil etmiştir. 1894 yılında Nicolle İstanbul’dan ayrılacağını söylediğinde Pastör’ün gösterdiği tavır, Osmanlı Devleti üzerine olan Fransız nüfuzunun zedelenmemesi için bu doktorların burada kalmasının gerekliliğini işaret eder. Nicolle’ün Osmanlı başkentinden ayrılacak olması durumunda, o sıralar İstanbul’da bulunan Avusturyalı Karlinski’nin onun yerini alacak olması, Pastör tarafından Fransız nüfuzu için bir başarısızlık olarak değerlendirilmiştir. bk. Ekrem Kadri Unat, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bakteriyoloji ve Viroloji, İstanbul 1970, s. 38-39. 222 1893-94 ve 1895 salgınlarında Avrupa’dan getirtilen doktorlar arasında Fransız Chantemesse, Nicolle ve Margeri görevleri ve etkileriyle İstanbul’da büyük izler bırakmıştır. Bunun dışında, Avusturyalı Karlinski’nin bu sayılanlara nispetle daha sıradan bir konumu olmuş; en son gelen Alman Emmerich ise çok daha kısa müddet bulunduğu İstanbul’da kayda değer çalışmalar yaparak takdir görmüştür. Avrupalı doktorların koleraya dair olan fikirleri ve şehirdeki hastalığın söndürülmesi için gerekli gördükleri tedbirler, başka bir açıdan, İstanbul’un modernleşmesinde de oldukça etkili ve çığır açıcı olmuştur. Geliştirilen önlemlerin odağında genellikle altyapı sorunlarıyla, bu topluma has sıhhi olmayan yanlış uygulama ve alışkanlıkların değiştirilmesi gayretleri bulunmuştur. Salgının başlamasından birkaç hafta sonra, dünya çapında bir bilim adamı olan Pastör’den önerileri rica edilerek şehirdeki koleranın yok edilmesi için yardım istendi. Bunun üzerine Pastör’ün görevlendirdiği iki doktor, bir rapor hazırlayıp bunu Osmanlı’nın Paris Sefareti aracılığıyla İstanbul’a gönderdiler11. Koleranın şehirde yayılmasının ardından Pastör, eğer gerekiyorsa yardımcılarından Dr. Chantemesse’i İstanbul’a gönderebileceğini belirtince de bu, Osmanlı Hükümeti’nce memnuniyetle kabul edildi12. Fransız doktorun İstanbul’a gelişinden sonra, Hıfzısıhha-i Umumi Komisyonu’nun önemli gündem maddeleriyle toplanacağı günlerde, Chantemesse de müzakerelere katılmıştır13. Her akşam, gün içindeki teftişlerine dayanarak hazırladığı raporlardan bir nüshasını Mabeyn’e, bir nüshasını Sadrazama veren Fransız doktorun söylediği her şey çok önemli olarak kabul edilip, işaret 11 12 13 BOA, İ.HUS. S-1311/170; BEO.NGG., nr. 689, 326 (28 S 1311). BOA, İ.HUS. S-1311/168. BOA, İ.HUS. Ra.-1311/121; BEO.NGG., nr. 689, 498 (19 Ra 1311). 223 ettiği aksaklıkların giderilmesi için elden gelen tüm gayret Osmanlı makamlarınca sarfedilmiştir14. Chantemesse 6 Ekim 1893 tarihli raporunda; İstanbul’un sıhhi durumunun ıslahı için, içme suları, lağımlar ve evlerin havasının temizlenmesinin en önde gelen meseleler olduğunu belirtmiştir. İlk iki sorunun giderilmesi büyük meblağlara ihtiyaç duyduğundan Fransız doktor layihasında özellikle bu üçüncü husus ve bununla bağlantılı olarak tebhir işleminden söz etmekteydi. Chantemesse’in işaret ettiği bu ve diğer maddeler cidden oldukça önemli olup, bundan sonraki uygulamalar için mihenk taşı niteliğinde olmuştur. Sıhhî Temizlikle İlgili Tedbir ve Uygulamalar 1893-1895 döneminde, salgından önceki uygulamaların devamı olarak, başta dere yataklarıyla lağımlar olmak üzere, şehirde sağlıksız koşullar içeren mahallerle, kolera görülen yerlerin dezenfeksiyonu yapıldı. Bu şekilde hastalığın hayat bulmasına yardımcı etkenlerin giderilmesine çalışıldı. Şehrin gerçek manada temizlenebilmesi ve koleraya yataklık edebilecek bir yapıdan kurtulması için gereken sıhhi mühendislik çalışmaları ise Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde içinde bulunduğu mali sıkıntılar göz önüne alındığında ve bu çalışmaların uzun süreli planlama ve ciddi finans gerektiren projelere muhtaç olması hasebiyle, gerçekleşmesi hemen hemen imkânsızdı. Fakat bu tip mahzurlu yerlerin devletin malî durumu elverdiği ölçüde temizlenmesine çalışılarak, kolera mikrobunun yaşayıp çoğalabileceği yerlerin ortadan kaldırılmasına gayret edildi15. 14 15 BOA, İ.HUS. Ra.-1311/132. Mesela, Boğaz tarafındaki Tarabya, Sarıyer ve diğer dereler için bir temizleme (tarak) gemisi tahsis edilerek, derelerin denizle birleştiği yerlerde iş bununla yürütülmeye çalışıldı. bk. BOA, Y.MTV. 82/56. 224 Tebhirhanelerin (Dezenfeksiyon İstasyonları) Kurulması: Koruyucu sağlık hizmetlerinin en tesirli yöntemlerinden olan dezenfeksiyon usülünün Osmanlı Devleti’nde tam olarak uygulanmaya başlaması tebhirhanelerle olmuştur. Bulaşıcı hastalıklardan birisine yakalanan kişilerin eşya ve giysilerinin basınçlı su buharı ile, yine bu hastalıkların görüldüğü ev, işyeri ve bunun gibi mekanları kimyasal maddelerle dezenfekte etmekle görevli kurumlara tebhirhane denir. Bu dönemde Üsküdar, Gedikpaşa ve Tophane’de üç tesis hizmete girmiş16 ve bunlar salgınlar sırasında ve sonrasında çok önemli hizmetler görmüştür. Sosyo-Ekonomik Durumu Zayıf Ahali Hakkında Alınan Tedbirler Yalnız İstanbul için değil, dünyanın çoğu büyük şehrinde göçmenler, salgın hastalıkların görüldüğü zamanlarda mikropların en kolay ulaşabildikleri kurbanlar olagelmiştir. Siyasi, dini ve ekonomik sebeplerle yapılan göçlerden sonra, temizlik ve sağlık şartlarının elverişli olup olmamasına bakılmaksızın ikamet edilen yerler, hastalıkların salgın halini almasını kolaylaştırmıştır. O sıralar İstanbul’da özellikle Rusya’dan gelen Musevi muhacirlerin durumu acil görülerek, bunların Balat, Kuzguncuk, Hasköy ve Ortaköy’de bulunan barakalarında, pislik ve sefalet içindeki hallerine müdahale edilmiştir. Bu insanların, barakaları yıkıldıktan sonra kiraları devlet tarafından karşılanan evlere yerleşmeleri sağlanmıştır17. İstanbul’da kolera salgını devam ederken alınan önemli tedbirlerden birisi de şehirdeki kalabalık mekânların ve daha sonra 16 17 BOA, Y.A-HUS. 286/70; MV. 77/111. BOA, BEO.NGG., nr. 685, 205 (20 Ra 1311), 21533 (24 Ra 1311) 517 (23 Ca 1311). 225 da şehrin izdihamının azaltılması çalışmaları olmuştur. Daha önceki İstanbul salgınlarında da denenen bu usül, koleranın söndürülmesinde oldukça etkili olmuştur18. Muhacir, amele ve bekâr takımının şehirden gönderilmesi de bu dönemde rastlanan uygulamalardandır. Genellikle inşaat mevsimi dışındaki vakitlerde şehirde boş boş dolaşan bu tip insanların salgının uzamasındaki rolü bilindiğinden, şehirden gönderilmeleri gerekli görülmüştür. Bunlardan bir kısmı memleketlerine ücretsiz olarak taşınmış, yolculukları esnasındaki ihtiyaçları da yine devlet tarafından karşılanmıştır. Kolera Salgınlarının Bakteriyoloji Biliminin Gelişmesindeki Rolü Osmanlı Devleti’nde Bakteriyoloji hakkında, XIX. yüzyıl boyunca tercümeler yapılarak ve Avrupa’ya gönderilen doktorlar vasıtasıyla, kayda değer bir gelişme sağlanmıştı. 1891’de tıp mekteplerinde ve 1893’de de baytar mekteplerinde Bakteriyoloji öğretimine başlanmıştı19. Osmanlı Devleti’nde ilk Bakteriyoloji müessesesi, 1887 yılında Muallim Dr. Zoeros Paşa tarafından kurulan Daülkelp Ameliyathanesi idi20. Ancak 1893’te Bakteriyoloji için burası yeterli durumda değildi. Bilhassa kolera mikrobunun teşhisinde yararlanılmak üzere, ilk olarak Chantemesse tarafından yapımına lüzum gösterilen ve sonra inşasına başlanılan Bakteriyolojihane, Nicolle’ün gelişinden sonra Nisan 1894’te, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin bahçesindeki yerinde tamamlandı. O sıralar henüz yeni bir uğraş alanı olup, özellikle Fransızlarla Almanların tıp alanındaki rekabeti içinde geliştirilmeye çalışılan 18 19 20 BOA, BEO. Ayniyât Defteri, nr. 1686 ve s. 288, h. 2. Ekrem Kadri Unat, a.g.e., s. 16. Ekrem Kadri Unat, a.g.e., s. 37. 226 modern Bakteriyoloji biliminin, Osmanlı Devleti’ne girişi bu yolla gerçekleşmiştir21. İstanbul’un Altyapısına Dair Modernizasyon Çalışmaları Yukarıda da belirtildiği üzere, kolera mikrobunun yayılmasında en mühim etken kirli su kaynakları olmuştur. Bunun dışında, kolera epidemilerinin gelişmesinde önemli olan bir nokta da yerleşim birimlerindeki alt yapının iyi olmamasıdır. Bu gerçeğin farkında olan Osmanlı hükümeti, İstanbul’un içme suyu kaynaklarının kontrol ve ıslahı ile ilgili, salgının başlarından itibaren bir uyanıklık hali sergilemiştir. Örneğin, İstanbul salgını sürerken, Belgrat köyüyle çevresindeki su bentlerinin sağlık şartlarına uygun bir halde bulunmadığı fark edilmişti. Gerçekten, bu civarda her türlü denetimden uzak bir şekilde yaşayan köylülerle muhacirler, çamaşırlarını bentlerde yıkıyor ve çöplerini de buralara atıyorlardı. Eylül 1893’de bu davranışların engellenmesi için bölgede bir heyet görevlendirildi22. Bentler civarındaki çalışmalardan birisi de bentleri kirleten köylerin istimlâki olmuştur. Bahçeköy, Belgrat ve Kömürcü köylerinde yaşayanlarla ilgili bu uygulamaya23 dair Ekim 1893’te karar alınmışsa da köylerden bir kısmı ancak Kasım 1894’te kaldırılabilmiştir. İçme suyu kaynaklarıyla ilgili tamirat ve inşaat faaliyetleri de salgın zamanındaki çalışmalar arasında mühim bir yere sahiptir. Bu hususta ilk olarak Ekim 1893 sonlarında, Büyükbent’in 21 22 23 Anne Marie Moulin, “Kentte Koruyucu Hekimlik: Pasteur Çağında Osmanlı Tıbbı, 1887-1908”, Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri, Çev. Ali Berktay, İstanbul 1999, s. 170. BOA, BEO.NGG., nr. 689, 334 (Gurre-i Ra 1311); Y.A-HUS. 280/30. BOA, MV. 70/40; Y.A-HUS. 283/1. 227 2 metre kadar yükseltilmesi çalışmalarına başlandı Aynı sırada bendin gereken yerleri ve çevresindeki yoların da tamiri gerçekleştirilecektir. Bu şekilde, suyun çevresel faktörlerden dolayı kirlenmesi önleneceği gibi, İstanbul’a daha çok su isale edilmesi sağlanacaktı24. Salgın İstanbul’da devam ederken koleranın içme sularından kaynaklanan bir sebeple söndürülemediğine inanılmaktaydı. Özellikle Bimarhane, Selimiye Kışlası, Yıldız mevkisi ve Taşkışla’daki vakalar bunu doğrular mahiyetteydi. Bundan ötürü bir komisyon oluşturuldu ve çalışmalara hız verildi25. Mart 1894’ten itibaren Büyükbent’in duvarlarının yükseltilmesine başlanıldı26. 1894 yazında bentler civarındaki tamirat hala devam ederken27, Bahçeköy bentlerinin tamiratı, nihayet aynı günlerde bitirildi28. Ancak bölgedeki tamirat ve inşaatların bitirilmesi salgından sonraki aylara kadar uzadı. Eylül 1893’te, şehir içine kadar olan su yollarındaki su bacalarının ve taksimlerin, Su Nezareti kâtibi ve Şehremaneti doktorlarıyla düzenli olarak muayene edilmesine dair padişah iradesi çıkmıştır29. Aynı günlerde Tedabir-i Sıhhiye Komisyonu’nun uyarısıyla Evkaf-ı Hümayun ve Su Nezaretleri tarafından temizlikle ilgili bazı tedbirler alınıp uygulanmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda İstanbul’a akan suların musluk içleri badana ettirilip, zemine yakın olan musluklar sel suyuyla diğer pisliklerden korunmak amacıyla yükseltilmiştir. Ayrıca, suların taksim ve tayin edildiği mahaller keten ile tıkanarak, bütün su yolarıyla yan24 25 26 27 28 29 BOA, MV. 77/52. BOA, İ.HUS. Ş-1311/117; BEO.NGG., nr. 685, 692 ve 793 (25 Ş 1311). BOA, Y.A-HUS. 292/63. BOA, Y.A-HUS. 301/52. Sabah, 1801, s. 1 (14 S. 1311/16.08.1894). BOA, BEO.NGG., nr. 689, 416 (10 Ra 1311). 228 gın havuzları talaş ve benzeri pisliklerden temizlenmiştir30. Bu ve benzer uygulamalar o döneme kadar önemsenmeyen, belki de yanlışlıkları dahi bilinmeyen eksikliklerin artık farkına varılmışlığını işaret etmektedir. Salgın sırasında meydana gelen kayda değer bir gelişme de içme sularının arıtılmasına yarayan Avrupa’dan getirtilen süzgeçlerin kullanılmaya başlanması olmuştur. İçme ve kullanma sularının mikroplardan korunması için ilk olarak, salgının başlarında Göksu Bendine Paris’ten getirtilen kum filtreli süzgeç takılmıştır31. Aynı şekilde Belgrat’taki bentlere de süzgeçler konması kararlaştırılmışken, bundan 1894 baharına kadar vazgeçilmiştir32. Aynı günlerde Terkos suyunu işleten şirket, göl ile Karadeniz arasındaki kumlukta inşa ettiği süzgeçli seti kullanarak suyunu şehre ulaştırmaya başlamıştır 33. Lağım, Yol ve Kaldırımların Tamiriyle Yeniden İnşası: İstanbul’un temizliğini bozan unsurlardan birisi, eskiden beri şehrin birçok mahallinde açıktan akan derelerdi. Eyüp, Topkapı, Yenibahçe, Tarabya ve Büyükdere gibi mahallerdeki lağım suları, dere yataklarına bırakılmaktaydı. Ev ve işyerleri için ahali tarafından açılan muntazam olmayan çukurlar da önemli pislik ve mikrop kaynaklarıydı. Bunlar yanında, çamur içindeki yol ve kaldırımlar da benzer mahzurlara sahipti. Daha 1892 yılında bu gibi sıhhi şartlara uygun olmayan yerlerin zararlarının giderilmesi düşünülmüş, ancak bunların çoğu Şehremaneti’nin mali sıkışıklığından dolayı halledilememişti34. Hastalığın İstanbul’a yaklaştığı günlerde 30 31 32 33 34 BOA, Y.PRK.ASK. 95/32; Sabah, 1472, s. 1 (10.Ra.1311/20.09.1893). Nuran Yıldırım, “1893’te İstanbul’da Kolera Salgını”, Tarih ve Toplum, S. 129 (Eylül 1994), s. 20. BOA, İ.HUS. R-1311/50 ve 51; BEO.NGG., nr. 689, 1825 (9 L 1311); BEO. Ayniyât Defteri, nr. 1687, s. 33. BOA, Y.A-HUS. 299/100. BOA, Y.PRK.ŞH. 4/66, lef 4. 229 bu konuyla ilgili yapılacak girişimler için çok geç kalınmıştı. Fakat salgın sürerken, mesele giderilmedikçe yapılacak her çalışmanın boşuna olacağı fark edildiğinden, çevreye en çok zarar verenlerden başlanılıp ıslaha girişilmesinin gerekliliği anlaşıldı35. Eylül 1893’te İstanbul, Kadıköy, Beşiktaş ve diğer bazı taraflardaki kaldırım ve lağımların tamir ve yeniden inşasının gündeme gelişi36, bu tip düzenlemelerle ilgili salgın esnasında rastlanan ilk gelişmedir. Daha sonraları, 1893 son günlerinde İstanbul’da yayınlanan Monitör Gazetesi, Avrupalı sermayedarlardan müteşekkil bir heyetin Osmanlı başkentinin kaldırımlarının Avrupai bir şekilde yeniden inşası hakkında Şehremaneti’ne bir layiha vereceğini yazdı37. Aynı günlerde tramvay hattının geçtiği sokakların şoseleriyle kaldırımların yeniden inşası tekrar gündeme geldi38 ve 1894’ün ilk günlerinde Galata ve Tophane taraflarındaki bazı yol ve kaldırımların tamir ve inşaatına başlandı39. Böylece çoğu semtin sokaklarının birer çamur deryasına dönüşmesi engellenecek; hastalığın çoğalma imkânı bulabileceği bazı mikrop yataklarından şehrin kurtulması sağlanacaktır. Kapalı lağımların tamir edilerek temizlenmesi, salgının tekrar canlanmasına meydan verir korkusuyla, bir ara Hıfzıssıhha-i Umumi Komisyonu kararıyla yasaklandı; ama komisyon, açık durumdaki lağımların temizlenmesinde beis görmüyordu40. Bu yaklaşım o sıralarda lağımlarla ilgili bahsedilen işlemlerin yapılmakta olduğunu işaret etmektedir. 1894 Şubatı’nda komisyon tarafından, tamir ve yeniden inşası gereken lağım ve kaldı35 36 37 38 39 40 BOA, Y.PRK.ŞH. 4/66, lef 4. BOA, BEO.NGG., nr. 685, 163, 419 (2 Ca 1311) ve 442 (6 Ca 1311). Sabah, 1574, s. 1 (22.C.1311/31.12.1893). BOA, BEO.NGG., nr. 685, 638 ve 666 (26 C 1311). BOA, BEO.NGG., nr. 685, 646 (5 B 1311). BOA, İ.ŞE. B-1311/8. 230 rımların mevki ve adedini gösteren bir defter düzenlenip saraya sunuldu41. Ancak yine mali zorluklar nedeniyle, sonraki seneki Şehremaneti bütçesinden karşılanmak üzere, mesele bir süre askıya alınmak zorunda kalındı42. 1894 Nisanı’nda yol ve kaldırımlar ile lağım ve mecraların tamir ve yeniden inşasında sarf edilecek paranın kaynağı da tedarik edildi ve çalışmalar hızlandırıldı43. 1893-94 Salgını’nın söndüğü günlerde, bu husustaki tamir ve inşaatlar sürmekteydi44. 1895 Salgını başladıktan kısa bir süre sonra İstanbul’un ana lağımı olmayan taraflarında yeni lağımlar inşası ve mevcut olan lağımların da tamiri hakkında karar vermek üzere, Hıfzıssıhha-i Umumi Komisyonu’nun nezareti altında yeni bir komisyon kurulmasına dair padişah iradesi çıktı. Yeni salgının başlama nedeni bulunamayınca, bütün meselenin şehrin altyapı sorunlarından kaynaklandığı anlaşılmıştı. Bu heyet, mahzurları oranında öncelikli ve önemli bulunan mahaller hakkında keşif işlemleri yapacaktı. Komisyon ayrıca bozuk yol ve kaldırımların düzenlenmesiyle ilgili de çalışacaktı45. Komisyonun teşkilinden kısa bir zaman sonra inşaatlara başlandı46. 1895 Salgını’nın söndürüldüğü günlerde de meselenin tekrar gündeme gelmesiyle, bazı gelişmeler sağlanabildi. En azından konuyla ilgili çalışmak üzere yeni bir fen heyeti kurulmasına karar verilebildi. Bu heyet şehirde yapılması tasarlanan inşaatlar için keşif defterleri, rapor ve haritalar hazırlayacaktı47. Bundan sonra, 41 42 43 44 45 46 47 BOA, BEO.NGG., nr. 685, 676 ve 722 (B 1311). BOA, BEO. Ayniyât Defteri, nr. 1686, s. 490, h. 2; MV. 78/58. BOA, İ.ŞE. L-1311/2; BEO. Ayniyât Defteri, nr. 1687, s. 39; nr. 1687, s. 64, h. 2. BOA, BEO.NGG., nr. 689, 30082 (9 Za 1311). Sabah, 1972, s. 1 (8.Ş.1312/3.02.0895); 1976, s. 1 (12.Ş.1312/07.02.1895). BOA, BEO.NGG., nr. 689, 43140 (15 Ş 1312). BOA, MV. 84/122. 231 maddi durum elverdiği ölçüde yavaş yavaş çalışmalara başlanılıp, şehrin sıhhi durumunu ihlal eden bu lağım, yol ve kaldırımlardan bazıları, olması gereken duruma getirilebilmiştir. Anlaşıldığı gibi, salgınlar sırasındaki Osmanlı idaresinin bu illete karşı olan tutumunun sonucu olarak kolera, önemli sağlık reformlarına girişilmesine doğrudan etkide bulunmuştur. Başka bir ifade ile, kamu sağlığı alanında ve İstanbul’un mevcut altyapı eksikliklerinin tamamlanması yönünde, bir an evvel harekete geçilmesi gerektiğini belirten en ciddi uyarıcı, yine bu kolera salgınları olmuştur. Kaynakça Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) Babıâli Evrak Odası Tasnifi (BEO),-Ayniyât Defterleri;-Gelen Giden Defterleri (NGG) İrade Tasnifi, - Hususi (İ.HUS); - Şehremaneti (İ.ŞE) Yıldız Tasnifi, - Sadaret Hususi Maruzat Evrakı (Y.A-HUS); - Mütenevvi Maruzat Evrakı (Y.MTV); - Perakende Evrakı Askeri Maruzat (Y.PRK.ASK); - Perakende Evrakı Şehremaneti Maruzatı (Y.PRK.ŞH) Meclis-i Vükela Mazbataları (MV) Gazete Sabah, İstanbul (1310-1312) Basılı Eserler Akil Muhtar - Besim Ömer, Kolera Hastalığında İttihazı Lazım Gelen Tedabir ve Etıbbaya Rehber, İstanbul 1327. Evans, Richard J., Death in Hamburg, Society and Politics in the Cholera Years 1830-1910, Oxford 1987. Kâmil (Dr.), Koleradan Can Kurtaran, İstanbul 1326. “Kolera”, Büyük Larousse, C. III, İstanbul 1985, s. 13. 232 Moulin, Anne Marie, “Kentte Koruyucu Hekimlik: Pasteur Çağında Osmanlı Tıbbı, 1887-1908”, Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri, Çev. Ali Berktay, İstanbul 1999, s. 169-193. Nikiforuk, Andrew, Mahşerin Dördüncü Atlısı- Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi, Çev. Selahattin Erkanlı, İstanbul 2001. Sarıyıldız, Gülden, “XIX Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolera Salgını”, Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Afetler ve Deprem Semineri, İstanbul 2002, s. 309-318. Şükrî Kâmil, “Kolera İstilaları”, Maarif, C. V, nr. 124 (28 Ca 1311/07.12.1893). Unat, Ekrem Kadri, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bakteriyoloji ve Viroloji, İstanbul 1970. Yıldırım, Nuran, “Kolera Salgınları”, İstanbul Ansiklopedisi, C. V, s. 45-47. ____, “1893’te İstanbul’da Kolera Salgını”, Tarih ve Toplum, S. 129 (Eylül 1994). 233 Azerbaycan’da Ekonomik Gelişmenin Toplumun Modernleşme Sürecine Etkisi: Tagiyev Örneği Doç. Dr. Okan Yeşilot [*] Azerbaycan Türkü bir petrol zengini olan Hacı1 Zeynelabidin Tagiyev’in doğum tarihi tartışmalıdır.2 Tagiyev’in yaşadığı * Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 1 Tagiyev hacca zengin olduktan sonra gitti ve “Milyoner Hacı” olarak ta[ ] 2 nınmaya başlandı. N.Keykurun, Azerbaycan İstiklal Mücadelesinden Hatıralar (1905-1920), (Ankara 1998), s. 179. Çalışmamızın temel kaynaklarından biri 1900’de Tagiyev hayatta iken Neriman Nerimanov tarafından yazılan Hacı Zeynelebidin Tagiyev’in 50. Yıllığı adlı eserinde Ocak 1838 tarihinde doğduğu belirtilmiştir (s. 22). Ana kaynaklarımızın biri olan, 1903 yılında kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen Servet ve Sehavette Meşhur H.Z. Tagiyev’in Tercüme-i Ahvali adlı kitapta da 1838 tarihi kaydedilmiştir. Mahmut İsmail ve Marat İbrahimov’un yazdığı El Atası adlı eserinde Tagiyev’in 1823 tarihinde doğduğuna dair, Azerbaycan Devlet arşivinde bulunan 12 Ekim 1899 tarihli Kafkasya ötesi Şeyhülislamı A. Ahundzade imzalı belgenin fotokopisi ve tercümesi verilmiştir. (s. 8) Redaktörlüğünü Vasif Guliyev’in yaptığı Hacı Zeynelabidin Tagiyev adlı kitapta doğum tarihi 1840’dır. Kazan dergisindeki (s. 17) “Azerbaycan’da petrol ve H.Z Tagiyev” adlı makalede ve Nadir Devlet’in yukarıda zikrettiğimiz kitabında doğum tarihi 1840 olarak verilmiştir. Tagiyev’in torunu olan Suna Özdaş ta- 235 dönemde yazılan eserlerde verilen tarih Ocak 1838’dir. Babasının adı Muhammed Tagiyev, annesinin adı Ümmi Hanım’dır.3 Babası Bakû’de ayakkabıcılık yaparak, geçimini güçlükle sağlayan bir kişidir. Annesini küçük yaşta kaybetti, babası tekrar evlendi ve bu evlilikten beş kız kardeşi oldu. Tagiyev’in kız kardeşlerinden isimleri bilinenler Aligül, Hatice ve Ümmülbanu’dur. İlk evliliğini Zeynep hanımla yapan Tagiyev’in bu evlilikten iki oğlu bir kızı oldu. Büyük oğlu İsmail (1865-1930) üvey annesinin kız kardeşiyle evlendi, Moskova, Peterburg ve Tifliste bulundu ve II. Duma’ya üye seçildi. Diğer oğlu Sadık (1868-1937) Mirza Fethali Ahundov’un torunu Melek Nisa ile evlendi. Mühendislik ve hukuk tahsili yapan Sadık 1839 yılında Bolşevikler tarafından tutuklandı ve kurşuna dizildi. Kızı Hanım (1871-?) avukat M. Bey Hanlarov’la evlendi ve 1920’de İran’a göç etti.4 Birinci eşi Zeynep hanımın ölümünden sonra uzun süre evlenmeyen Tagiyev 1896 yılında Sona (Suna) Eberlinski5 (1881- 3 4 5 rafından yazılan “Büyük dedem Hacı Zeynel Abidin Tağiyev veya Tağizade” (GA, sayı 3 (Nisan 1997), s. 7) adlı makalede 1823 yılı doğum tarihi olarak belirtilmiştir. Tagiyev’in annesinin adı Bilkehli Ana Hanım olarak geçmektedir. M. Süleymanov, Hacı Zeynelabidin Tagıyev, Gençlik Neşriyatı, (Bakı 1996), s. 3. Buradaki bilgiler ve yapılan secere Tagiyev’in torunları Prof. Resmi Asadoğlu Abdullahyev ve Fatıma İsmail kızı Tagiyeva tarafından hazırlanmıştır. M. Süleymanov, Neft Milyoncusu, Azerbaycan Neşriyatı, (Bakı 1996), s. 151. M. İsmail-İbrahimov’un, El Atası (Bakı 1994) kitabında Sona hanımın asıl adının Sona hanım Arablinskaya, bazı çevrelerde de Sofiya Vladimirovna olarak tanındığını kaydedilmiştir. Sona hanım, Tagiyev’in ölümünden sonra ellerinde kalan son mallarınada el konulmasından sonra ruhi bunalım geçirmiş ve Bakû’de ki bu günkü adıyla İstiklal Caddesi’nde dilencilik yaparken vefat etmiştir. Z. Büniyadov, “Allah sene Rahmet etsin, Hacı!”, Edebiyat Gezeti, (14 Nisan 1995), s. 2. 236 1932) ile evlendi. Sona hanımın babası meşhur General Balakişi Eberlinski’dir. Rus ordusunun bir çok savaşına katılan Balakişi 1898’de emekli olup Derbend’e geldi ve ömrünün sonuna kadar Çar tarafından kendisine hediye edilen topraklarda yaşadı. Tagiyev’in Sona hanımla olan evliliğinden üç kızı iki oğlu oldu. Kızları Leyla hanım (1898-?), Sara (1899-1991), Süreyya (19041975), oğulları Mehmet(1900-1918), İlyas (1905-1931)’dır. Tagiyev, ailesinin fakirliğinden dolayı 10 yaşında duvarcı ustasının yanında çırak olarak çalışmaya başladı ve kazandığını babasına verip aile bütçesine katkıda bulunuyordu. 12 yaşında taş yontmaya başlayan Tagiyev, 15 yaşında duvarcı ustası olmuş ancak bununla yetinmeyip inşaatını yaptığı binaların projelerini de çizmeye başladı.6 Kazandığı paralarla 1870’de iki kazanlı gaz yağı fabrikasının sahibi oldu. Tagiyev 1877’de ikinci sınıf bir tüccar iken 1882 yılında birinci sınıf tüccar zümresine kabul edildi. 1880’de baba yadigârı evinden zenginlerin yaşadığı Tezepir Mescidi’nin yanındaki eve taşındı. Burada bütün hayatı boyunca fikirlerini önemli ölçüde etkileyecek olan Hasan Melikzade Zerdabi ile tanıştı. Bu dostluk, Tagiyev’in özellikle eğitim alanındaki faaliyetlerinde kendini gösterdi. 1877’de Bakû Şehir Duma’sının seçimleri yapıldı. Duma’nın çok fazla yetkileri olmasa da şehir hayatını düzenlemede ve insanlar üzerinde belirli bir ağırlığı vardı. Yapılan seçimler sonucunda Tagiyev de Duma’ya girdi.7 1884 yılında petrol işletmeleri tara6 7 N. Nerimanov, Hacı Zeynelabidin Tagiyev’in..., s. 22-23. Vergileri toplamak, şehrin sokak ve kaldırımlarını düzeltmek, pazarlar kurmak, yangınlara karşı tedbirler almak gibi işler dumanın görevlerinden bazılarıdır. Duma, Polis İdaresi’nin rızasını almadan işleri yürütemezdi. Duma’ya seçilen diğer Müslüman üyelerden bazılarının adları; Hasan Melikzade Zerdabi, Ali Merdan Tobçıbaşı, Şemsi Asadullayev, Musa Nagıyev, İsa Bey Hacınski, Ağabala Guliyev’dir. G. İlkin, Bakı ve Bakılılar, Zaman neşriyat, (Bakû 1998), s. 160. 237 fından “Sovyet Siyezdi” denilen petrolle ilgili bütün meseleleri görüşülüp karara bağlandığı bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyet Neftyonoye Delo dergisini çıkarmış, işçiler için az sayıda kütüphane, hastane, eczane ve okul açmıştı. E. Nobel altı yıl dernek başkanlığı yaptı. Tagiyev’de bu derneğe fahri başkan seçildi. Tagiyev, kızları Sara ve Leyla’nın Peterburg’da Smolni Kız Enstitüsünde okumasını istiyordu. Ancak okul bey, han veya yüksek rütbeli bir subayın kızları olmadıkları gerekçesiyle çocukları kabul etmedi. Fakat daha sonra annelerinin babasının General Eberlinski olması onların bu okula kabul edilmelerini sağladı. 15 Ağustos 1906 tarihinde N. Nerimanov’un girişimiyle Bakû’de “Kafkas Müslüman Muallimleri I. Kurultayı” toplandı. Toplantıda okullarda ana dille eğitim yaptırmaya karşı çıkan Livitski’nin şikâyet edilmesi ve Kafkasya bölge yönetimine dilekçe yazılmasına karar verildi. Fakat dilekçe yazılırken Zerdabi ile Nerimanov tartıştı ve Zerdabi toplantıyı terk etti. Olaydan haberdar olan Tagiyev bir sonraki gün yapılan toplantıya katıldı ve o da Nerimanov’la tartıştı. Bu kurultayda, yazılan şikayet dilekçesinin sonuna Zerdabi “arz ederiz” yazılsın derken, Nerimanov itiraz ederek “talep ederiz” yazılmasını istemişti. Tagiyev, toplantıya katılıp Zerdabi’yi desteklemiş, Nerimanov’u da kendi verdiği parayla okuyan ve ileriyi göremeyen birisi olarak suçlamıştı. Karşılıklı suçlamalar sırasında Nerimanov’un “para verdiniz diye sizin gibi düşünmek zorunda değilim” demesi dikkat çekicidir. Sovyet devriminden sonra Bakû’de karışıklıklar arttı ve idareye Bakû Sovyeti el koydu. Bakû’de komünistler, Ermeniler ve Menşevikler silahlı birlikler oluşturdular. Müslümanlar da gönüllülerden “Dikaya Divizya” (Vahşi Tümen) adlı silahlı bir birlik oluşturdular. Tagiyev’in 18 yaşındaki oğlu Muhammed Lenkaran’daki bu birliğe gönüllü olarak katıldı. Bir kaza neticesinde Lenkeran’da ölen Muhammed’in cenazesi Bakû’ye 48 asker tarafından getirildi. Ermeniler bu askerlerin silahlarını teslim etmelerini istedi. 238 Askerler direndiyse de Müsavat Partisinin yöneticilerinin ısrarıyla Ermenilerin bu talebi kabul edildi.8 Tagiyev, Azerbaycan Cumhuriyeti döneminde daha çok hayır işlerine ağırlık veriyor ve bir danışman (aksakal) olarak görülüyordu. Azerbaycan, Sovyet hâkimiyetine girdikten sonra bütün malları devletleştirilerek, Merdekan’daki bağ evinde yaşamasına izin verildi. Büyük kızı Leyla, İran’a kaçtı. Kendisine kaçması için birçok teklif geldiyse de, o vatanından ayrılmayacağını söyledi.9 Tagiyev mallarının devletleştirilmesinden sonra adlarının da değiştirilmesine çok üzüldü ve Nerimanov’a giderek bunların tekrar eski durumuna getirilmesini istediği sırada hapsedildi. Tagiyev’in dokuma fabrikasının ismi Bolşevikler tarafından “Lenin bez fabrikası” olarak değiştirildiğinde Tagiyev, Nerimanov’a giderek: ”Neriman, kendi paramla yaptırdığım tiyatroyu halkımıza hibe ettim. Takizade adını değiştirip Dadaş Bünyatzade koydunuz. Buna itirazım yoktur, çünkü o da bir Türktür. Fakat kendi paramla yaptırdığım kumaş fabrikasını elimden aldınız, buna da bir itirazım yok, çünkü milletimiz için çalışacaktır diyorsunuz. Yalnız itirazım adını değiştirip Lenin adını koymanızadır. Ben Lenin’e fabrika satmadım. Eğer fabrikamın adını Neriman koysaydınız, ona da hiçbir itirazım olmazdı” demiştir Bunun üzerine işçiler ayaklanarak Tagiyev’in serbest bırakılmasını ve bundan sonra Hacı’yı kendi yevmiyeleri ile yaşatacaklarını söylediler. Tagiyev kısa bir süre sonra serbest bırakıldı.10 1 Eylül 1924 tarihinde Merdekan’daki bağ evinde vefat eden Tagiyev vasiyeti üzerine Merdekan’daki din alimi Ahund Hacı Turab’ın türbesinin yanına gömüldü. Tagiyev okuma-yazma bilmeyen, biraz Rusça ve Farsça konuşabilen bir Azerbaycan Türkü 8 9 10 Yakın Tarihimizden, AT, sayı 5 (Nisan 1928), s. 9. M. İsmail-M. İbrahimov, El Atası, s. 10. N. Keykurun, a.g.e., s. 187-188. 239 idi. Danışmanlarına Rusya, İran, Osmanlı, Hindistan ve Mısır’da çıkan gazeteleri okutup, önemli konularda müzakerelerde bulunuyor, Rusya’da ve İslam aleminde neler olup-bittiğini yakından takip ediyordu.11 Tagiyev’in 1906-1920 yılları arasında yaptığı hizmetlere ait belgelerin birçoğu tahrif edilmiş, yaptığı çalışmalar başkalarının adına kaydedilmiştir.12 Çarlık Rusyası, Azerbaycan Cumhuriyeti ve Sovyet Hâkimiyeti dönemlerinde yaşayan Tagiyev’in hayatı J.D.Henry’nin dediği gibi tam bir maceradır.13 Müslüman Kız Okulu (Aleksandryevski Kız Okulu) ve Azerbaycan Eğitim Tarihindeki Önemi XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Azerbaycan eğitim ve kültür alanında pek çok gelişmeye sahne oldu. Medreselerin dışında yeni tip okullar açılmaya başlandı. Azerbaycan’da eğitimin gelişmesinde S. A. Şirvani, M. T. Sıtkı, H. Zerdabi, H. B. Vezirov ve S. M. Ganizade’nin önemli gayretleri oldu. Özellikle eğitim kadrolarının hazırlanmasında Gori Seminariyası’nda Azerbaycan şubesinin açılması çok önemli bir rol oynadı. Daha sonraki yıllarda Azerbaycan eğitim ve kültür hayatı için önemli hizmetleri olan N. Nerimanov, R. Efendiyev, C. Mehmed Kulizade, H. Mahmudbeyov, F. Köçerli bu okuldan yetişmişlerdi.14 Bu dönemin en önemli gelişmelerden birisi de Azerbaycan’da “Usul-i Cedid” okullarının açılmasıydı. Açılan bu ilkokulların yanında Rus-Tatar okulları da yaygınlaşmaya başladı. 1900 yılında Azerbaycan’da bulunan 172 ilkokulda eğitim gören 14.410 çocuktan 2646’sı, Bakû ve Zagatala’daki sanat okulunda okuyan 198 11 12 13 14 N. Nerimanov, a.g.e., s. 38-39. Hacı Zeynelabidin Tagiyev, Azerbaycan neşriyatı, (Bakû 1993), s. 8. J.D. Henry, Baku: An Eventful History, London, s. 97. Azerbaycan Tarihi, (Bakû 1994), s. 617. 240 öğrenciden de sadece dokuzu Türktü.15 Azerbaycan Türkleri’nin büyük çoğunluğunun eğitimsiz olduğu bu dönemde Tagiyev servetini halkının eğitilmesi için harcamayı düşünüyordu. Onun eğitim faaliyetlerinde Zerdabi’nin rolü büyüktür. Azerbaycan’da ilk defa Müslüman kızlar için okul açmak fikri Zerdabi ve eşi Hanife hanıma aittir. 1896 yılında Tiflis’te Şeyhülislam ve müftünün desteğiyle açılması düşünülen kız okulu projesi başarıya ulaşamadı. Yine aynı yıl Zerdabi Bakû’de bir kız okulu açmak için valilikten izin istedi ise de bu istek kabul edilmedi.16 Zerdabi’den sonra Tagiyev Çar III. Aleksandr’a kız okulu açmak için müracaat ettiyse de bu istek de reddedildi. III. Aleksandr öldükten sonra Tagiyev, Çarın eşi Aleksandra Fyodorovna’ya kıymetli hediyeler göndererek okul açma isteğini yineledi ve eğer izin verilecek olursa açılacak okula Onun adının verileceğini bildirdi. Tagiyev, 24 Nisan 1896 tarihinde Kafkas Tahsil Dairesi Başkanı Senatör Yanovski’ye yazdığı mektupta Rus-Müslüman Okulu açmak istediğini ve kendisine bu hususta izin verilmesini istedi. Mektubunda; bu okulda Azerbaycanlı kızların okuyacağını, eğitim müddetinin dört yıl olacağını, Rusça, Azerbaycan Türkçesi, el ve ev işlerinin öğretileceğini yazdı. Bu mektuptan kısa bir süre sonra M. Şahtahtinski’ye de aynı konuyla ilgili bir mektup yazdı: “Yonovski Müslüman kadınların halini bilemez. Müslüman kadınların vaziyetlerini düzeltmelerinin yegâne çıkış yolu 15 16 1914 yılında ise 942 ilkokul ve 332 ortaokulda toplam 72.400 öğrenci vardır. Bu öğrencilerden 22.161’ini Türk öğrenciler meydana getirmekteydi. Azerbaycan’da Halk Maarifinin İnkisaf Yolu, Azerneşr, (Bakû 1945), s. 7.; E. Tagiyev, Azerbaycan’da Mektep Tarihi, Maarif Neşriyatı, (Bakû 1993), s. 69. Göyçay kaza reisinin valiliğe gönderdiği mektup bu isteğin kabul edilmeme sebebi olarak gösterilir. Mektupta Zerdabi için “siyasi cihetten itibarsız ve devlet için tehlikeli” yazılmıştır. H. Ahmetov, XIX Asır Azerbaycan Mektebi, s. 218. 241 eğitimdir. Biz bu okulları açmalıyız ki, Müslüman halk bize güvenerek hiç bir şüphe duymadan kızlarını okula göndersin. Okulda çalışanların tamamı kadın olmalı ve burada her şey Azerbaycan’a ait olmalıdır.”17 Tagiyev, 29 Nisan 1896 tarihinde Bakû Şehir İdaresi’ne izin için müracaatta bulundu. Bu dilekçede okul binasını yaptırmak için 25 bin manat, okulu korumak için ise 125 bin manat ana sermaye koyacağını ve 20 kişilik pansiyon yaptıracağını bildirdi. 24 Nisan 1896 tarihinde Kafkas Tahsil Dairesi’ne gönderdiği dilekçeye daire müfettişi Zavodski müspet cevap verdi. Tagiyev Kafkas Tahsil Dairesi Başkanlığı’na yazdığı dilekçenin sonunda, yatırdığı 150 bin manatı eğer okul kendi isteği dışında faaliyet göstermeye başlarsa geri alacağını belirtti.18 Tagiyev çevresinde bulunan kızlara Çarın hanımı Aleksandra Fyodorovna’ya mektup yazarak, okulun açılması için izin istemelerini ve açılacak bu okula Onun adının verileceğini bildirmelerini istedi. Çarın hanımı da kızlara gönderdiği telgrafta, açılması düşünülen okulda iyi okumaları, vatana ve cemiyete faydalı olmalarını istedi.19 Okulun açılış hazırlıklarına nizamnamesinin yazılmasıyla başlandı. Bu konuda Tagiyev’e en büyük yardımı Zerdabi yapıyordu. Ayrıca Rus okul müdürleriyle görüşen Tagiyev onlardan da yardım aldı. Okul, Kafkasya Tahsil Dairesi’nin kanunlarına göre yönetilecekti. Böylece okulun Tagiyev’in parasıyla yapıldığı ve Müslüman kızlara eğitim vermek amacı taşıdığı tasdik edilmiş oldu. Okul Kafkasya Tahsil Dairesi nezdinde ve aynı zamanda Halk Okulları Müdürlüğü’ne bağlıydı. Buraya yedi yaşından büyük 17 18 19 M. İsmail-M. İbrahimov, El Atası, s. 21. a.g.e., s. 22-23. M. Süleymanov, H.Z. Tagiyev, s. 19., Kız Okulunun açılış izninin II. Nikola’nın taç giyme töreninde Tagiyev tarafından alındığı belirtilmektedir. H. Baykara, Azerbaycan’da Yenileşme Hareketleri, s. 146. 242 Müslüman kızlar kabul edilecekti. Programı ise Kafkasya Ders Dairesi’nin ilkokul programına uygun olarak hazırlandı. Okulda Müslüman ailelerin isteği üzerine ev ve el işleri dersleri de kondu. Eğitim dört yıl olacak, son yıl ilave sınıf kabul edilecekti. Okulda eğitimin devamı Tagiyev’in yatırdığı 150 bin manatın faizi ve okula devam edenlerden alınan harç ile sağlanacaktı.20 Nizamnameden sonra yönetim kurulu seçildi. Yönetim kurulu başkanlığına Tagiyev, yardımcılığına ise Tagiyevin isteği üzerine Zerdabi getirildi. Diğer üyeler; Tagiyev’in eşi Sona Hanım, Vali, Belediye Başkanı, Bakû Kız lisesinin Müdiresi, Erkek lisesinin Müdürü ve A. Topçubaşov’dan oluşuyordu. Okulun hayır işlerinden Sona Hanım sorumlu tutuldu.21 Okul binasının yapımı 183.533 manata mal oldu. Burada 35 fakir öğrenci ücretsiz okuyacak ve yurtta kalacaktı. 15 öğrenci de yıllık 100 manat harç verecekti.22 Eylül 1901’de her şey hazır olmasına rağmen yeterli öğrenci kayıt olmadığı için okul açılamadı. Bunun üzerine Tagiyev, halkı Tezepir Mescidi’nde topladı ve onlardan kızlarını okula göndermelerini istedi. Aynı zamanda Zerdabi’nin de içinde bulunduğu yakınlarını diğer şehirlere öğrenci bulmaları için gönderdi. Okul kısa bir süre sonra 7 Ekim 1901’de eğitime başladı. İlk yıl 50 öğrenciye eğitim vermesi düşünüldü ise de bu sayı daha sonra 58’e çıktı.23 20 21 22 23 M. İsmail-M. İbrahimov, a.g.e., s. 25-26, Okulun ilk üç yılında dini eğitim son yılında da (4. yılında) Rusça ve el işi dersleri veriliyordu, N. Nerimanov, a.g.e., s. 31. M. Süleymanov, a.g.e., s. 21. Ş. Mehdiyev, “Bir Daha İlk kız Kız Mektebi Hakkında”, Edebiyat ve İncesenet, S. 5,(16 Aralık 1988), s. 3. M. İsmail-M. İbrahimov, a.g.e., s. 26-27, H. Ahmetov’un kitabında okulun 34 öğrenciyle açıldığı daha sonra bu sayının 58 olduğunu yazmaktadır. 1902 yılında ise bu sayı 71’i bulmuştur; H. Ahmetov, a.g.e., s. 221; Başka bir kız okulu ancak 1909 yılında Gence’de Askerağa Adıgüzelov adına 2 sınıflı olarak açılabilmişti. Bu okulun muallimelerinden birisi de 243 Bu ilk Müslüman Kız Okulunun Müdiresi Zerdabi’nin eşi Hanife Hanım Melik(ova),24 Rusça ve matematik öğretmeni Mariya Mustafayevna, Azerbaycan Türkçesi ve Din Eğitimi öğretmeni Esma Hanım Hafız Mehmed Emin Efendi Kızı’ydı.25 Bu öğretmenlerden başka Türk dilini bilen öğretmenlere de ihtiyaç vardı. Tagiyev merkezlerde çıkan gazetelere ilan verdi ve Müslüman muallimeleri Bakû’ye davet etti. Bu davete Tatar Rahile Hanım Teregulova, Litvanya’da yaşayan Tatar Meryem hanım olumlu cevap vererek Bakû’ye geldiler.26 Okulun binası çok görkemli yapıldı.27 Birinci katta; derslikler, kabul salonları, kütüphane ve okuma salonu vardı. Yemekhane, mutfak, yatakhane, müdirenin ve muallimlerin odaları, doktor odası ve mescit ikinci kattaydı. Hamam, çamaşırhane ve ambar için başka bir bina yapıldı.28 Okuldaki çocuklar genellikle sekiz-dokuz yaşlarındaydı. Öğrenciler Kafkasya’nın her bölgesinden çoğunlukla da Şuşa ve TifKamer hanım idi. S. Şükürov, Gence Mekteplerinin Tarihinden, Maarif Neşriyatı, (Bakû 1990), s. 42-43. 24 25 26 27 28 Hanife Hanım, Zerdabi’nin eşidir. 1837 yılından itibaren Bakû ve Zerdab’ta muallimelik yaptı. Bütün ömrünü eğitime adayan Hanife hanımın Azerbaycan kadınları üzerinde büyük tesiri vardı. Türk kızların eğitilmesi yönünde kendisinin maddî ve manevî büyük yardımları oldu. Azerbaycan‘da Halk Maarifinin İnsişaf Yolu, s. 125. H. Ahmedov, a.g.e., s. 220. Daha sonra okula, Adile Hanım, Şahtahtinskaya, Mina Hanım Aslanova, Sakine hanım Ahundzade, Gülbahar hanım, Ahriyeova, Şehrebanı Hanım Şabanova, Şefika Hanım Efendizade, Gevher Hanım Tagiyeva, Habat Hanım Nerimanova’nın eğitim konusunda yardımları olmuştur. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 27. 7 Aralık 1918 tarihinde Azerbaycan parlementosu ilk toplantısını bu binada yaptı. G. İlkin, Bakı ve Bakılılar, s. 372. Bu okulun binası şu anda Azerbaycan İlimler Akademisinin El Yazmaları Enstitüsü olarak kullanılmaktadır. 244 lis şehrinden gelmişlerdi. Burada toplam sekiz personel çalışıyordu ve bunların tamamı kadındı. Okul son derece disiplinliydi ve öğrenciler tek tip elbise giyiyordu. Bina içerisine öğrencilerin çok yakınları olan erkekler dahi alınmazdı. Öğrencilere haftada bir gün izin verilirdi.29 Okulun kütüphanesi o dönem göz önüne alındığında çok zengindi. Kütüphanede Nizami, Puşkin, Shiller, Molier, Volter, Seyid Azim, Tevfik Fikret ve Namık Kemal’in eserleri vardı. Bunun dışında kütüphanede birçok ilmi eser ve çeşitli dergiler bulunuyordu. Ayrıca okulda tiyatro, edebiyat, dans, el işleri gibi dernekler kurulmuştu.30 Tagiyev kız okulunu açarken izin alınması, öğrenci ve öğretmen bulunması v.b. konularda büyük zorluklarla karşılaştı. Fakat Tagiyev’i en fazla uğraştıran ve mücadele gerektiren problem mollaların kız okuluna karşı tutumlarıydı. Devrin mollalarının bir kısmına göre kızların okuması caiz değildi. Mollalar bu fikirlerini halka da anlatarak onlardan kızlarını okula göndermemelerini istiyorlardı. Tagiyev bu dönemde mollaların halk üzerindeki tesirini bildiği için onları evine davet edip ikna etme yolunu seçti. Bu sohbetlerde onlara kızların okumasının İslamiyet’e aykırı olmadığını, geleceğin annelerinin mutlaka eğitilmesi gerektiğini söyledi. Tagiyev bu ziyafetlerden sonra mollalara hediyeler dağıttı. Fakat mollalar ikna olmadıkları gibi daha da hiddetlendiler. Yalnız Ahund Ebu Turab, Gazi Ağa Mir Muhammed Kerim ve Ahund Molla Ruhullah Tagiyev’e destek oldular ve kızların okumasının İslamiyete aykırı olmadığını söylediler.31 Tagiyev, mollaları bu şekilde ikna edemeyeceğini anlayınca en güvendiği insanları Müslümanlar tarafından Mekke, Medine, 29 30 31 M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 27. M. Süleymanov, a.g.e., s. 24-26. M.Süleymanov, a.g.e., s. 23-24. 245 Kerbela, Horasan, Kahire, İstanbul, Tahran gibi mukaddes sayılan yerlere göndererek oralardaki din alimlerinden kızların okumasının İslam’a aykırı olmadığının fetvasını almalarını istedi. Fetva almak için gönderdiği kişiler dönünce mollaları evinde tekrar topladı. Burada Mir Muhammed Kerim Ağa, Ağa Ahund Ruhullah ve Ahund Ebu Turab kızların okumasının İslam’a aykırı olmadığını ayet ve hadisler okuyarak müdafaa ettiler. Fakat mollalar ikna olmuyordu. Tagiyev gelen fetvaları eline alarak, tek tek bütün mollalara İslam dünyasında hangi alime itibar ettiklerini sordu. Aldığı cevaba göre gelen imzalı fetvaları gösterdi. Şaşıran mollalar bu fetvalar karşısında suskun kaldılar. Tagiyev ziyafetten sonra yine mollalara hediyeler dağıttı.32 Mollalar kız okulunun açılmasına karşı olmalarının yanında taraftar olanları da tehdit ediyorlardı. İki kızını bu okula göndererek Tagiyev’i destekleyen Molla Ruhullah evinde namaz kılarken öldürüldü.33 Kız okulunun eğitim süresi 1903 yılında beş yıl, daha sonra da altı yıl oldu.34 1913 yılında Tagiyev bu okulu Öğretmen okuluna çevirmek istedi. Bunun için 100 bin manat yatırdı. Buradan mezun olan öğretmenler Rus-Tatar okullarında da görev yapacaklardı. Hazırlıklar tamamlanıncaya kadar iki yıllık pedagoji kursu düzenlendi. Bu kursta İslami ilimlerin yanında Rusça, matematik, Azerbaycan Türkçesi, pedagoji, tabiat, fizik, tarih, coğrafya, konuşma, el ve ev işleri dersleri vardı. Müslüman Kız Okulu dönemin karışıklıklarından dolayı 1918 yılında kapandı.35 Bu okulda eğitim alan öğrenciler sosyal alanlarda Sona hanımın başkanlığında başarılı faaliyetlerde bulundular. Özellikle 32 33 34 35 M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 24. M. Süleymanov, a.g.e., s. 21. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 35. a.g.e., s. 36.Azerbaycan 1877-1920 yılları arasında toplam 262 öğretmen yetişmiştir. Bu sayı bütün Azerbaycan göz önüne alındığında azdır. S. Şükürov, a.g.e., s. 55. 246 tiyatro ve elişi sergileriyle kendilerinden söz ettirdiler. Tagiyev mezunlara çeşitli hediyelerin yanında Azerbaycan Türkçesine tercüme edilmiş Kur’an-ı Kerim, Sadi, Tolstoy, Puşkin, Gogol ve Lermantov’un eserlerini veriyordu.36 Sona Hanım Ahundzade, Ümmise Nusabeyova, Doktor S. Ahundova, İ. Mecitova, D. Seferova, A. Sultanova, İ. Aliyova ve F. Melikova bu okuldan mezun olan önemli kişilerden bazılarıdır.37 Okulun açılışına şehrin bütün ileri gelenleri ve aydınlar katıldı. Bakû şehir hakimi Lilibibov, General Amilahvari, General Arablinski, Amiral Fonark, Bakû Belediye Başkanı Ahund Alizade, Okul müdürleri, Hristiyan ve Müslüman din adamları törende hazır bulundu. Aydınlardan Zerdabi, Ahmet Ağayev, Rıza Vekilov, Fetullabey Rüstenbeyov, Adilhan Bakıhanov, Necefbey Vezirov, Alibey Nevruzov’da açılışa katıldı. Törene birçok bölgeden tebrik telgrafları geldi. Petersburg’dan senatör Yanovski, Kafkasya ötesi Şeyhülislamı Ahundzade, Kafkasya ötesi müftüsü Gayibov, Moskova Müslümanları adına Molla Alimov, Bahçesaray’dan İsmail Gaspıralı, Kazan Müslümanları, Mısır medreseleri Müdürü tebrik telgrafı gönderenlerden bir kaçıydı. Ayrıca Orenburg, Ufa, Saratov, Kazan, Tahran, İsfehan, Şamahı, Şeki ve daha birçok bölgeden gelen telgraflar açılışta okundu.38 36 37 38 M. Süleymanov, a.g.e., s. 22. M. İsmail-M. İbrahimov, a.g.e., s. 35. Bunların dışında Şefige hanım Efendizade, Rehile hanım Hacıbababeyova, Sara hanım Vezirova, Nigar hanım Aslanova, Gövher hanım Gaziyeva, Hediyye hanım Mehmedzade, Nazlı hanım Tahirova, Hatice hanım Ağayeva, Habat ve Kumru Nerimanova gibi tanınmış Türk kadın eğitimciler bu okuldan mezun oldular. S. Genceli, Işıklı Ömürler Kövrek Taleler, Bakû 1991, s. 6. Ş. Mehdiyev, a.g.m., s. 3. 247 Türk Gençlerinin Eğitimi İçin Verdiği Burslar Tagiyev’in eğitim faaliyetleri sadece açtığı Kız Mektebi ve Bağcılık Okulu ile sınırlı değildi. Birçok okula maddi yardımın dışında Türk gençlerin özellikle yetim ve zeki öğrencilerin iyi yetişmesi için maddi ve manevi yardımlar yaptı. 1888 yılında Bakû’de açılan Orta-Teknik Okulunun 1897 yılında fahri himayecisi seçildi. Tagiyev bu okula her yıl maddi yardımda bulunarak kimya laboratuarını bizzat kendisi yaptırdı.39 Tagiyev, 1900 yılında açılan Bakû Kommersiya (Ticaret) Okulu’nun yapılması için arazisini bağışladı ve okul yapılırken de 50 bin manat vererek yardım etti.40 Bakû’deki Kutsal Nina Kız Okulu’na 564 manat, Ermeni yetimler için açılan yetimhaneye üç bin manat bağışta bulundu. 1910 yılında bu okulun fahri himayecisi seçildi. Tagiyev, Bakû’nün II. Realni (Fen) Okulu’na 30 bin manat vererek bu okulda Türk öğrencilerin okuyacakları bir sınıf açtırdı. Çernikov şehrinin Kafkasya Ders Dairesi müdürü K. P. Yonovski’nin adına yapılan okula 1000 manat gönderdi. 1896 yılında Gence’de yapılan Usul-i Cedid Okulu’na 1000 manat, 1913 yılında da 1000 manat daha verdi. 1897 yılında Gazi Hacı Muhammed Efendi’nin Şamahı’da açtığı okula 1000 manat, Nahçıvan’da Meşedi Tagi Efendiyev’in açtığı usul-i cedid okuluna 1896 yılında 1000 manat gönderdi. Tagiyev 1906 yılında Tiflis’te açılan bir kız okuluna 25 bin manat sermaye koydu. Bu paranın faiziyle okulun yıllık ihtiyaçları karşılanıyordu. 1919 yılında Bakû Devlet Üniversitesi’nin açılması için çalışmalar yapan Meclis başkan yardımcısı M. Ganiyev ve Profesör Lopatinski Tagiyev’e müracaatta bulunarak üniversitenin açılması için gereken maddi yardımı aldılar.41 Üniversite’nin açılışına davet edilen Tagiyev bu39 40 41 M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 36. Servet ve Sehavetle Meşhur…, s. 20. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 37-39. 248 rada bir konuşma yaparak kendine ait olan “Hacı Zeynelabidin Pasajı’nı” üniversiteye bağışladığını söyledi.42 Tagiyev kabiliyetli ve zeki Türk gençlerini yurt dışına eğitim amacıyla göndererek, onların bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılıyordu.43 Mesela bir seferinde 10 kişi İngiltere’ye, 23 kişi İtalya’ya, 45 kişi Fransa’ya dokuz kişi Türkiye’ye, 13 kişi Almanya ve Rusya’ya gönderdi.44 Tagiyev her yıl ortalama 10 kişiyi dış ülkelere yüksek eğitim almaları için gönderiyor ve bu öğrenciler için üç bin manattan fazla para harcıyordu.45 Eğitim için gönderilen bu gençlerin geleceğin güçlü kadrolarını oluşturacağına inanan Tagiyev diğer yandan yetim çocukların eğitilmesine özel bir önem veriyordu. Onları kendi himayesine alarak, okutmakta ve bizzat terbiyeleriyle ilgilenmekteydi. Ayrıca yıllık ihtiyaçları için üç bin manat, okudukları okullara da her yıl iki bin manat yardım ediyordu.46 Yayınlanmasını Sağladığı Kitaplar XIX. yüzyılın ortalarında Bakû’de üç, Şamahı’da ise iki matbaa vardı ve bunların büyük bir kısmı dini otoritenin elindeydi. 1884’de Bakû’de beş, Gence’de ise üç matbaa faaliyet gösteriyordu. Bunlardan bir bölümü özel şahıslara ait matbaalardı. Bu dönemde yayınlanan eserlerin ekseriyetini dini kitaplar teşkil 42 43 44 45 46 N. Keykurun, a.g.e., s. 186-187. Tagiyev Azerbaycan’ın siyasi ve kültür hayatına etkisi olan birçok genci yurt dışına eğitim için gönderdi. Bunlardan bazıları; Ali Merdan Tobçubaşov, Nesib Bey Yusufbeyli, Fethali Han Hoyski, Aslan Bey Sefikurdski, Halil Bey Hasmehmedov, İsmail Bey Ziyadhanov, Neriman Nerimanov, Hasan Bey Ağayev, Sultan Mecit Genizade, Abdullah Şaik, Hanife Hanım Melikova, Şerife Hanım Efendiyeva’dır. G. İlkin, Bakı ve Bakılılar, s. 280. N. Keykurun, a.g.e., s. 40. M. Süleymanov. Neft Milyoncusu, s. 132. N. Nerimanov, a.g.e., s. 25-26. 249 ediyordu. XIX. yüzyılın sonuna doğru edebi, sosyal içerikli kitaplar ve şiir kitaplarının yanı sıra ders kitapları ile Rus edebiyatından tercüme eserler de yayınlanmaya başladı.47 Tagiyev, Molla Abdüsselam Ahundzade’nin Tarih-i Mukaddes, Sultan Geniyev’in Şarabçı ve Allah Divanı, Seyid Azim Şirvani’nin Eşari, N. Nerimanov’un Nadir Şah48 adlı eserlerini bastırdı.49 Tagiyev bütün masraflarını kendisi karşılayarak, Molla Abdul-Selam Ahundzade’nin Nehy-i Muskirat, Mirza Hasan el Gadari ed Dağıstani’nin Asar-ı Dağıstan, Ahund Yusuf Talipzade’nin Türk Dilinin Sarf-Nahvında Tahsil-ul Gavaid Kitapça, Terbiyet-i Nisvan, Hediyeye-i Nisvan, Mirza İlyas Beyin Mukalime, İsmail Bey’in Kabir-Nebir, Ağa Seyid Azim Şirvani’nin Pend ve Nasihat Gazaliyatı kitaplarını neşrettirdi.50 Ayrıca Tagiyev Azerbaycan için çok önemli bir hizmet olan Kur’an-ı Kerim’i Ahund Muhammed Kerim Ağa’ya Azerbaycan Türkçesine tercüme ettirerek, bastırdı ve ücretsiz dağıtılması sağladı.51 Tagiyev’e ait Kaspi matbaasında M. P. Vagif’ın şiirleri, S. Ganizade’nin ve A. Caferzade’nin Kilidli Edebiyyat, M. Mahmutbeyov’un ve A. Sahhat’ın Yeni Mektep, Abdulla Şaik’in Yahşi Arha, Tık-tık Hanım, Tilki ile Horuz eserlerini bastırdı.52 Tagiyev Arapça, Farsça ve Rusça kitapları Azerbaycan Türkçesine tercüme ettirdi. Gürcü Zeydan’ın Armatusatul Mısır, Kerbela Yangısı, On Yedi Ramazan adlı eserlerini Gazi Mir Muhammed Kerim’e tercüme ettirdi.53 47 48 49 50 51 52 53 H. Hasanov, Azerbaycan Kitabının İnkişaf Merheleleri, (Bakû 1989), s. 36-37. Bu eser Tagiyev tarafından Farsça’ya da tercüme ettirilip, bastırıldı. N. Nerimanov, a.g.e., s. 33. Servet ve Sehavetle Meşhur ..., s. 19. M. İbrahim- M.İsmailov, a.g.e., s. 47. H. Hasanov, a.g.e., s. 48-49. M. Süleymanov, a.g.e., s. 133. 250 Sahibi Olduğu Gazeteler Azerbaycan Türklerinin millî, medenî ve fikrî uyanışında en büyük vazifeyi yapan gazete ve dergiler oldu. Gazete ve dergiler Azerbaycan’da edebiyat ve sanatın gelişmesinde önemli rol oynayarak Azerbaycan Türkçesini Farsça’nın tesirinden kurtarıp, sade ve anlaşılır bir dilinin doğmasına yardımcı oldular.54 Gazeteler, Rus hâkimiyeti altındaki Türk bölgelerinde diğer bölgelere nazaran daha geç yayınlandı. Buna Rus hükümetinin Türkçe neşriyata izin vermeyerek uyguladığı baskı politikası sebep oluyordu. Azerbaycan’da hür ve millî basın faaliyetleri ancak 1905’ten sonra başladı. Çarlık Rusyasının baskı politikası uyguladığı 1905 ihtilaline kadar olan dönemde bütün Rusya’da Türkçe olarak 12 gazete ve dergi çıktı. Bunların altı tanesi Azerbaycan Türkleri tarafından neşredildi.55 Azerbaycan’da ilk defa Azerbaycan Türkçesiyle gazete çıkartan Hasan Melikzade Zerdabi oldu. Zerdabi, 1875 yılında İstanbul’dan satın aldığı matbaa harfleriyle Ekinci gazetesini çıkardı. 1877 yılına kadar 56 sayı çıkan Ekinci Azerbaycan matbuatı içinde önemli bir yer tutar.56 Zerdabi yazılarında ilk defa hürriyet, demokrasi ve kadın hakları gibi konulara değinmişti. Ekinci birkaç kez Çarlık tarafından kapatıldıktan sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı lehine haberler çıkınca tamamen kapatıldı.57 54 55 56 57 A. Bennigsen- L. C. Quelquejay, Stepte Ezan Sesleri, Çev. N. Uzel, İrfan Yayımcılık, İstanbul 1994, s. 73. 1905 yılından önce Azerbaycan Türkleri dışında diğer Türk boylarının Rusya’da çıkardıkları gazete ve dergiler şunlardır; Türkistan Vilayetinin Gazeti, Taşkent 1870., Tonguç, Bahçesaray 1881., Tercüman, Bahçesaray 1883., Dala Vilayeti, Omsk 1888., Mirat, Petersburg 1902., Nur, Petersburg 1904. İ. Yüksel, Azerbaycanda Fikir Hayatı ve Basın, Acar Yayınları, (İstanbul 1988), s. 92-93. N. Devlet, a.g.e., s. 22; H. Hasanov, a.g.e., s. 39-40; S. A. Zenkovsky, a.g.e., s. 82. Y. Akpınar, Azeri Edebiyatı Araştırmaları, (İstanbul 1996), s. 90. 251 Tagiyev 187058 yılında 57 bin manata satın aldığı ve Rusça çıkan Kaspi gazetenin sahibiydi.59 Rusça çıkan bu gazeteye Tagiyev “Çirağ” adlı Türkçe bir sayfa ilave etmeyi düşündü, fakat Rus hükümeti tarafından buna müsaade edilmedi.60 Kaspi, Mart 1919 yılına kadar 10.065 sayı çıktı. İlk 28 sayısı haftada iki defa, 1881’den sonra haftada üç defa, 1884 yılından sonra ise günlük yayınlandı. 1895 yılına kadar gazetenin redaktörlüğünü Sokolof (Skolonski) yaptı. Bu tarihten itibaren de Ali Merdan Topçubaşov bu vazifeyi üslendi. Gazetede Zerdabi ve Hüseyinzade Ali’nin de önemli görevleri vardı. Kaspi’de, Celil Mehmet Kuluzade, M. Mahmudbeyov, F. Köçerli, M. A. Şahtahtlı’nın yazıları yayınlandı. Özellikle eğitim ve kadın hakları gibi konulara ilgi gösteren gazete genellikle bu konuda kaleme alınan makaleleri yayınlıyordu.61 Kaspi gazetesi özellikle 1905 yılına kadar Azerbaycan ve Kafkasya’daki yenileşme hareketlerini, fikir akımlarını, hürriyet ve demokrasi mücadelesini temsil etme bakımından büyük bir değere sahiptir. Türkçe yayınlanmış olmasa da Kaspi, Azerbaycan’ın millî gazetesi olma vasfını 1905’ten sonra da kaybetmedi.62 1918’de meydana gelen Türk-Ermeni çatışmaları sırasında Kaspi matbaası da yağmalandı ve gazete kapandı.63 Rusların 1905 yılında Japonlara yenilmesiyle Rusya’da ihtilal hareketleri başladı ve Çarlık hükümeti meydana gelen olaylar karşısında meşruti idareyi kabul etmek zorunda kaldı. Bu du58 59 60 61 62 63 Kaspi gazetesinin Tagiyev tarafından alınış tarihi Y. Akpınar’ın eserinde 1897 olarak belirtilmiştir. Y. Akpınar, a.g.e., s. 92 N. Devlet, a.g.e., s. 206; H. Hasanov, a.g.e., s. 4; N. Nerimanov, a.g.e., s. 34; Servet ve Sehavetle Meşhur…, s. 18. H. Baykara, “1905 ve 1917 Rus İnkılapları Arasında Azerbaycanda Basın”, TK, sayı 18 (1964), s. 114. “Kaspi”, ASE, c. V, (1981), s. 290-291. Y. Akpınar, a.g.e., s. 92. İ. Yüksel, a.g.e., s. 95-96. 252 rum bütün Rusya Türkleri arasında olduğu gibi Azerbaycan’da da nispî bir serbestlik meydana getirdi. Birçok alanda olduğu gibi basın hayatında da gözle görülür bir canlanma oldu. 1905 yılından sonra başta Tagiyev, M. Muhtarov ve Aşurbeyli kardeşler gibi zenginlerin destek ve himayeleri ile canlanan gazetecilik Azerbaycan Türklerinin fikri, millî ve kültürel gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Bu gazetelerin en önemlilerinden biri Tagiyev’in sahibi olduğu Hayat gazetesiydi. Gazetede A.M. Topçubaşı, Hüseyinzade Ali, Ahmet Ağayev ve Haşim Vezirov gibi tanınmış aydınlar görev alıyordu. İlk sayısında “İslamiyetsiz kurtuluş olmaz” diye yayın yapan Hayat demokratik bir karaktere sahip olup, kurtuluş fikrini yayıyordu.64 Gazete yazarlarından İstanbul’da eğitim görmüş Hüseyinzade Ali Bey’in kullandığı Osmanlı şivesi birçok aydın tarafından benimsendi. Hayat gazetesi gerek yazı kadrosu gerekse millî karakteri ile Azerbaycan Türkleri arasında büyük ilgi gördü ve 1906 yılı tirajı 2500’e ulaştı ki bu sayı o dönemde bir Müslüman yayın organı için büyük ve önemli bir rakamdı.65 Hayat gazetesinde N.Nerimanov’un makaleleri, M. A. Sabir’in şiirleri ve A. B. Hakverdiyev’in hikâyeleri de yayınlanmaktaydı.66 1905 yılının sonunda A.M. Topçubaşov ile A. Ağayev arasında anlaşmazlık çıktı. Ağayev, Topçubaşov’un gazetenin sahibi olan Tagiyev’i gazetenin yayın politikasını karıştırmakla suçladı ve gazeteden ayrıldı.67 Tagiyev’in sahibi olduğu diğer bir gazete Taze Hayat’tır. Nisan 1907 tarihinden itibaren Haşim Bey Vezirov idaresinde çıkan Taze Hayat gazetesi millîyetçi, muhafazakar, sosyalizme 64 65 66 67 N. Devlet, a.g.e., s. 296. İ. Yüksel, a.g.e., s. 101. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 108. A. Ağayev, Hayat’tan ayrıldıktan sonra İsa Aşurbeyli’nin yardımıyla önce haftalık, daha sonra günlük olarak yayınlanan İrşad gazetesini çıkardı; N. Devlet, a.g.e., s. 296-297; H. Baykara, a.g.m.,s. 115. 253 muhalif, günlük çıkan, edebî, ilmî ve siyasî bir gazeteydi. Gazetenin yazarları arasında Ağa Mirzazade Şirvani, Celal Yusufzade, Fethali İrani vardı. Gazetede Türkiye, İran ve Rusya Müslümanları ile ilgili çeşitli yazılar da yayınlanıyordu. Bir müddet sonra tirajı düşmeye başladı ve 440 sayı çıktıktan sonra İslamcılık fikirlerini yaymakla suçlanarak Ekim 1908’de kapatıldı.68 Tagiyev, Hayat gazetesinin kapanmasından sonra Hüseyinzade Ali yönetiminde 1 Kasım 1906 tarihinde Füyuzat adlı dergiyi çıkardı. Azerbaycan Türkçesiyle çıkan bu dergi Kasım 1907 tarihine kadar toplam 38 sayı çıktı. Açıkça sosyalizme karşı olan Füyuzat’ta Pantürkizm ve Panislamizm fikirleri işleniyordu.69 Hüseyinzade Ali yazılarıyla Türk aydınlarını şuurlandırmaya çalışırken, Sünnî-Şiî ihtilafının ortadan kalkması, Osmanlı-Türk medeniyetinin tanınması ve sevilmesi için de yazılar kaleme alıyordu. Hüseyinzade’nin yanında Hasan Sabri Ayvazov, Ahmet Faik, şair Muhammed Hadi, Füyuzat’ın fikir ve edebiyat dergisi olmasına yardımcı oldular.70 Dergide Tolstoy’un ve D. Mendeleyev’in yazıları da yayınlandı.71 Füyuzat dergisinin tirajı 1500’e kadar çıktı.72 Bakû’de İlk Türk Tiyatrosunun Açılışı Azerbaycan’da ilk tiyatro binasını yaptıran yine Tagiyev’dir. Bir gün Bakû Azeri Cemiyeti’nden bir grup Tagiyev’e gelerek:”Rusların ve Ermenilerin birer tiyatroları var, bizim ise yok. Tiyatro binasını bize canları isteyince veriyorlar. Biz bu sahada çok geri kalıyoruz” dediler. Tagiyev hemen Rusların ve Ermenilerin tiyatro binasından daha büyük bir tiyatro binası yapmak için girişimlerine 68 69 70 71 72 “Azeri Matbuatını Muhtasar Tarihçesi”, YK, sayı 9 (1926), s. 6. “Füyuzat”, ASE, c. X, (1987), s. 18. İ. Yüksel, a.g.e., s. 115-116. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 108. “Azeri Matbuatının…”, s. 5. 254 başladı. Bu binayı da Bakû Azeri Cemiyeti’ne verdi. 73 Bina 1883’de yapıldı ve ilk oyun 27 Ekim 1888 tarihinde oynandı.74 Bina yapımına 100 bin manat75 veren Tagiyev, 1900 yılında bu tiyatro binasına 100 bin manat daha harcayarak tamir ettirip, yeni düzenlemeler yaptırdı.76 1909 yılında yanan bina yeniden yapıldı ve 1910 yılında da büyük bir merasimle yeniden açılışı yapıldı. Üzeyir Hacıbeyov, Tagiyev adına yazdığı marşı bu törende okudu.77 Bu tiyatroda Cihangir Zeynelov, M. F. Ahundov, H. B. Vezirov, A. Nagverdiyev ve N. Nerimanov’un eserleri ile beraber daha sonraki yıllarda Rusya’daki ve Avrupa’daki tiyatrolarda oynanan piyesler de büyük bir başarı ile sahnelendi.78 Tagiyev kurduğu tiyatrodaki oyuncuların yetişmesi için maddî hiç bir yardımdan kaçınmadı79 Azerbaycan’da, tiyatronun başlamasına ve gelişmesine sebep olan bu hizmet, Hüseyinkulu Sarabski, Hüseyin Arablinski, Sıtkı Ruhullah gibi profesyonel aktörlerin80 yetişmesine vesile oldu. 1910 yılında yapılan büyük törenden sonra tiyatroda “Kaçaklar” ve “Er-Arvad” oyunları sergilendi. Sovyet hakimiyeti döneminde tiyatro binası tekrar tamir edildi ve Tagiyev açılışa davet edildi. S. Ruhullah, H. Sanabski, M. Aliyev Merdekan’a gidip Tagiyev’i açılışa getirdiler. Kendisine loca ayrılan Tagiyev burada, “Çok mutluyum, çünkü benim 73 74 75 76 77 78 79 80 S. Özdaş, “Büyük Dedem Hacı Zeynel Abidin Tagiyev veya Tağizade”, GA, sayı 3 (Nisan 1997), s. 7. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 41. Servet ve Sehavetle ..., s. 18. N. Nerimanov, a.g.e., s. 35. M. Süleymanov, a.g.e., s. 8. Azerbaycan Tarihi, (Bakû 1994), s. 620. A. L. Altstadt, The Azerbaijanı Turks, s. 34. Tagiyev birçok gençle beraber Fatma Muhtar(ova)’yı İtalya’ya, Şevket Mehmet(ova)’yı da Paris’e gönderdi. S. Özdaş, a.g.m., s. 7. 255 yaptırdığım tiyatroyu halk yeniden tamir ettirdi” diyerek hislerini ifade etti.81 Hayır Cemiyetlerinin Kurulmasındaki Rolü ve Cemiyetlerin Çalışmalarına Katkıları 1905 ihtilalinden sonra Azerbaycan’da artan basın-yayın ve kültür hizmetlerinin yanında eğitim ve sosyal alanlarda da bir değişim gözlenmeye başlandı. Bu değişimin öncüleri Azerbaycan aydınları ve onları destekleyen Azerî zenginlerdi. Azerbaycan’da eğitimin gelişmesi, halkın durumunun düzeltilmesi ve kültür seviyesinin yükseltilmesi için birçok hayır cemiyetleri kuruldu. Bunlardan birisi Tagiyev’in başkanı olduğu Müslüman Hayriye Cemiyeti’ydi. Sekreterliğine Ahmet Ağayev’in seçildiği cemiyetin üyeleri arasında M. Esadullayev, Ağabala Guliyev, İsabey Hacinski, Kamil bey Seferaliyev, İsrafil Hacıyev, Alibey Hüseyinzade, Hasan Bey Zerdabi, Ali Merdan Topçubaşov, Hacı Aslan Aşurov, Abdulhalık Ahundov, Mehmed Rıza Vekilov gibi Azerî zenginler ve aydınlar vardı. Müslüman Hayriye Cemiyetinin amacı; fakir Müslümanları himaye etmek, fakir çocukları sanat okullarında parasız okutmaktı. Tagiyev gazeteler vasıtasıyla Kafkasya’daki Türklere liseyi bitirmiş ve yüksek tahsil yapmak için maddi imkânı olmayanlara yardım edeceğini duyurdu.82 Birçok genç bu yolla yüksek tahsil yapma imkânı buldu. Birinci Dünya Savaşı sırasında çok faal olan cemiyet mültecilere yardım ederek onların her türlü ihtiyaçlarını karşıladı. Ayrıca Nar81 M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 41-42. 82 Bu ilanlarda; 1-Her öğrenciye tahsilinin devamı müddetince 50 ruble verilecektir. Yaz tatillerinde Kafkasya’ya geliş-gidiş masrafları da ayrıca ödenecektir. 2-Öğrenci yüksek tahsilini bitirdikten sonra mutlak surette memleketine dönecek ve milletine hizmet edecektir. 3- Öğrenciler gayri Türklerle evlenmeyecektir vb. şartlar öne sürülmüştür. N. Keykurun, a.g.e., s. 180. 256 gin adasında tutsak olan Türk askerlerine yiyecek ve giyecek yardımı yaptı.83 Tagiyev Petersburg’ta yapılan Müslüman Hayriye Cemiyeti binasının yapımı için para gönderdi.84 Petersburg’taki Müslüman Hayriye Cemiyeti üyeleri okul açmak ve yoksul Müslümanlara yardım etmek için Tagiyev’den yardım istemişlerdi. Tagiyev Petersburg Müslümanlarına 11 bin manat gönderdi.85 1918 yılında Bakû’de çıkan karışıklıklarda Müslüman Hayriye Cemiyeti’nin binası yakıldı.86 Bakû’de kurulmuş bir diğer hayır cemiyeti de Neşr-i Maarif Cemiyetidir. 1 Ağustos 1906 tarihinde nizamnamesi tasdik edilen cemiyetin başkanı Tagiyev olup, sekreteri ise A. İ. Caferov’du. Amacı; Bakû’deki Müslümanların eğitilmesine yardımcı olmak, okullara yardım etmek, yeni okul, kütüphane, kıraathane açmak, öğretmen yetiştirmek, yoksul ve yetim çocukları okutmaktı.87 Cemiyetin bir amacı da petrol sahasında çalışan işçilerin eğitilmesiydi. Cemiyet üyeleri arasında N. Nerimanov, M. Azizbeyov, H. Zerdabi gibi Türk aydınlar vardı.88 Neşr-i Maarif Cemiyeti, Balahani’de 30 kız öğrencisi olan bir okul açtı.89 1907 yılında Bakû’de bir sınıflı üç okul daha yaptı. 1911 yılında bu okullardan 275 öğrenci mezun oldu. Neşr-i Maarif Cemiyeti’nin bütün okulları ücretsizdi. Ancak bir dönem maddi sıkıntı çektiği için Emircan ve Buzovna’daki okullar kapandı.90 Cemiyet harcamalarını zenginlerden para toplamanın yanında bir 83 84 85 86 87 88 89 90 M. İsmail-M.İbrahimov, a.g.e., s. 46. a.g.e., s. 47. N. Nerimanov, a.g.e., s. 32-33. Azerbaycan Tarihi, (Bakû 1995), s. 10. E. Tagiyev, a.g.e., s. 93. “Neşri Maarif”, ASE, c. VII, (1983), s. 235. Azerbaycanda Halk Maarifinin İnkişaf Yolu, s. 126. E. Tagiyev, a.g.e., s. 94. 257 başka gelir kaynağı olarak ücretli müsamereler ve tiyatro oyunları sergileyerek karşılıyordu.91 1913 yılında Neşr-i Maarif Cemiyeti’nin 13 okulu ve 940 öğrencisi vardı. 1914 yılında ise 16 okulda 1200 öğrenci eğitim görüyordu. 1917’de okul sayısı 26’ya çıktı. Bunlar bir ve iki sınıflı okullardı. Okullara her yıl 32 bin manattan fazla para harcanıyordu. Fakir öğrencilerin okul malzemeleri temin ediliyor ve yüksek okullarda okuyan öğrencilere de burs veriliyordu.92 Tagiyev başkanı olduğu Müslüman Hayriye Cemiyeti ve Neşr-i Maarif Cemiyeti’nin dışında 1906’da Bakû’de açılan Necat (Nicat) Cemiyetini de maddî ve manevî olarak destekliyordu.93 Necat Cemiyeti, Neşr-i Maarif Cemiyeti ile birlikte faaliyet gösteriyordu.94 Necat Cemiyeti’nin nizamnamesi 22 Ağustos 1906 tarihinde kabul edildi. Nizamnameye göre cemiyetin amacı; 1- Müslümanlar arasında eğitim çalışmaları yapmak, Müslüman çocuklara ilk, orta ve yüksek okul tahsili yaptırmak. 2- Ana dilin ve edebiyatın gelişmesine yardımcı olmak, 3- Müslümanlardan zor durumda olanlara gerek maddi gerekse manevi yardımda bulunmaktı. Cemiyetin başkanları M. Muhtarov ve İ. Aşurbeyov, sekreteri ise M. B. Hacıbababeyov’du. Cemiyetin tiyatro, edebiyat ve pedagoji bölümleri vardı.95 Üyeleri arasında Üzeyir Hacıbeyov, Cihangir Zeynelov, Mirzağa Aliyev, Hüseyinkulu Sarabski, Mehmet Emin Resulzade, Hüseyin Arablinski ve Sıtkı Ruhullah gibi Türk aydınlar yer alıyordu.96 Cemiyet Bakû ve civarında kütüphane, okuma salonları, okullar açmak, Müslümanların yararına konserler düzenlemek, içtimai, 91 92 93 94 95 96 “Neşri Maarif”, s. 235. E. Tagiyev, a.g.e., s. 94. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 47. “Nicat”, ASE, c. VII, (1983), s. 272. E. Tagiyev, a.g.e., s. 91. M. İsmail- M. İbrahimov, a.g.e., s. 47. 258 siyasi ve ilmi sahalarda tartışmalar yapmak vb. faaliyetlerde bulunuyordu. I. Kafkas Muallimleri konferansının toplanmasında, Azerbaycan’da eğitim ve kültürün gelişmesinde, millî tiyatro geleneğinin oluşmasında Necat Cemiyeti’nin önemli rolü vardır. Necat Cemiyeti, fakir öğrencilerin okutulması, yüksek okul öğrencilerine burs verilmesinin yanında halk için akşam kursları da düzenledi. 1909’da bu kurslara katılanların sayısı 280 idi. Buraya sadece okuma yazma bilmeyenler değil, okuma bilenler de katılarak kendilerini geliştiriyordu.97 Necat Cemiyeti’nin teşebbüsü ile Gence, Şamahı, Şuşa, Lenkeran ve Ağdam’da çeşitli hayır cemiyetleri ve okullar açıldı.98 1904 yılında vali Genaral Fadeyev’in izniyle Bakû’de Hidayet cemiyeti kuruldu. Bu cemiyetin asıl amacı dini fanatizme karşı mücadele etmekti. Ayrıca sokaklarda kadınları rahatsız edenlerle, para için adam öldürenleri valiye bildiriyorlar ve ceza almalarını sağlıyorlardı. Cemiyetin idare heyeti on kişiden oluşuyordu. Tagiyev, İsa Bey Hacınski, Mir Muhammed Kerim, Molla Ruhullah, Ahmet Ağayev, Mustafa Bey Aliyev cemiyet yöneticilerinden bazılarıydı. Cemiyet batıl inanışların ve dini fanatizmin halkın üzerindeki tesirini azaltmak için uğraş veriyordu. Cemiyet üyeleri bu çalışmaları yaparken mollalarla mücadele ediyorlardı ve onlar tarafından tehdit ediliyorlardı. Bu tehditlerin sonucunda Molla Ruhullah öldürüldü99 ve Mir Muhammed Kerim’in evi yakıldı. 97 98 99 E. Tagiyev, a.g.e., s. 92. “Nicat”, s. 272. Cemiyet üyelerinin adlarını valiye bildirip ceza almalarını sağladıkları kişiler arasında Meşedi Hacıoğlu’da vardı. Bu zat Molla Ruhullah ile aynı köydendi. Hacıoğlu sürgün edilip, ceza almasının sebebi olarak Molla Ruhullah’ı görüyordu. Onu cezalandırmak için fırsat kolluyordu ve nihayet 16 Ocak 1912 tarihinde Molla Ruhullah’ı evinde namaz kılarken öldürdü. G. İlkin, Bakı ve Bakılılar, s. 218. 259 Tagiyev’in üye olduğu bir diğer cemiyet merkezi Tiflis’te bulunan Mukaddes Nina Cemiyeti’ydi. 1859’da Bakû şubesi açılan cemiyetin başkanı valinin eşi Katerina Staroselski, üyeleri ise Vali Dimitri Staroselski, Zeynelabidin Tagiyev, Çimnaz hanım Selimhanova, Hacı Mirzakulu, Hacı Hüseyinkulu, Sefer Alioğlu, M. Mehmet Aliyev, Ağa Hüseyin Tagiyev’di. Mukaddes Nina cemiyeti kadınlar için kurulmuş bir hayır cemiyetiydi ve aynı adla Bakû’de bir de okulları vardı.100 Sonuç XIX. yy. Azerbaycan ekonomisinde millî sermayenin gelişiminden bahsederken adeta bir sembol haline gelen Tagiyev’in adını zikretmemek mümkün değildir. Çarlık döneminde Azerbaycan’ın sosyal ve ekonomik hayatında son derece önemli bir rol üstlenen Tagiyev’in yaşadığı dönemde ve sonrasında da önemini koruduğu görülmektedir. Sovyetler Birliği döneminde “kapitalist ve milyoncu” olarak değerlendirilip hakkında çalışma yapılmasına izin verilmeyen Tagiyev her şeye rağmen unutulmamıştır. Azerbaycan bağımsızlık sürecine girdikten sonra millî değerlerin ön plana çıkartılması ile önce üstü kapalı daha sonra ise açıkça onun Azerbaycan tarihi için öneminden, sosyal ve kültürel hayatının gelişmesindeki katkılarından bahsedilmiştir. Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra Tagiyev’in yeni nesle tanıtılması hususu gündeme gelmiş ve ilim adamları onun şahsında bir dönem karanlıkta kalan tarihi araştırmaya başlamışlardır. Yayınlanan makaleler ve hatıratlarda karalanmaya çalışılan Tagiyev aklanıp kendisine olan minnet borcu ödenmeye çalışılmıştır. Ancak bu iade-i itibar çalışmaları dahi yeterli değildir, çünkü Tagiyev’le ilgili cevaplanması gereken birçok soru vardır. 100 a.g.e., s. 220. 260 Tagiyev’in yaptıklarını değerlendirebilmek için o dönemin şartlarının iyi bilinmesi gerekmektedir. Onun doğduğu dönem Kafkasya’daki en karışık dönemlerden birine rastlamaktadır. Bölgede İran ve Rusya’nın hâkimiyet mücadeleleri, hanlıklar dönemi ve onların Rusya tarafından işgali, Azerbaycan topraklarının ikiye bölünmesi hep bu dönemde olan olaylardır. Bölgede XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kısmen de olsa bir sükûnet sağlandı. İşte bu dönemde ekonomik ve ticari faaliyetler hız kazandı. Rusya’nın bölge halkı için aldığı kararlar –özellikle 1872 kanunnamesi- buralarda ekonomik ve ticari canlanmaya vesile oldu. 1872’deki iltizam sisteminin kalkmasından sonra satın aldığı topraklardan petrol çıkması Tagiyev’in hayatındaki dönüm noktası oldu. O bu sayede birden bire Bakû’nün en zenginlerinden birisi oldu. Tagiyev’in hayatı ibret verici olaylara sahne oldu. O çok fakir olarak başladığı hayata çok zengin olarak devam etmesine rağmen yine fakir olarak vefat etti. Tagiyev Çarlığın son dönemlerinde, Azerbaycan Cumhuriyeti’nde ve Sovyetler Birliği’nin ilk zamanlarında yaşanan olaylara şahit oldu. Petrol sahasındaki kazandığı para onu Azerbaycan’ın en önemli kişilerinden biri yaptı. Fakat Tagiyev, Neriman Nerimanov’un da ifade ettiği gibi fedakârca bir davranışla 20 milyon manat değerindeki mallarını beş milyon manata satarak, yaklaşık 3500 kişinin çalıştığı bir fabrika kurdu. Bu kadar kişiye iş sağlamanın yanında, Hazar’da sadece amatörce yapılan balıkçılığı büyük bir sanayi haline getirmesi, taşımacılığı büyük bir sektöre dönüştürmesi halkı için yaptığı çalışmalardan bir kısmıdır. Tagiyev iki şeye inanmaktaydı. Bunlardan birincisi halkının ekonomik olarak güçlü olması, diğeri ise mutlak surette eğitim seviyesinin yükseltilmesiydi. Onun eğitime verdiği önem günümüzde de örnek teşkil edebilecek düzeydedir. 1890’lı yıllarda ilmî usullerle bağcılık yapmak için okul açması, yetim çocukların eğitimiyle bizzat ilgilenmesi, çalıştırdığı işçilerin eğitim seviyelerinin 261 yükseltilmesi için yaptığı çalışmalar ve o dönemde çok zor olmasına rağmen kızların eğitilmesi için yaptığı mücadele ve harcadığı emek takdire şayandır. Onun milletinin geleceği olan gençleri eğitim almaları için yurt dışına göndermesi başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konudur. Ayrıca yayınlanmasını sağladığı kitaplar ve çıkardığı gazetelerin Azerbaycan’ın kültür, siyasî ve sosyal gelişmesi için ne kadar önemli olduğu bugün daha net anlaşılmaktadır. Tagiyev’in ilk Azerbaycan tiyatrosunun açılması için yaptığı yardımlar ve güzel sanatlara gösterdiği hassasiyet onun sadece ekonomi ve eğitim alanına değil, kültür ve sanata da verdiği önemin göstergesidir. Ayrıca Bakû’nün en ufak ayrıntısına kadar bir şehir planını yaptırması ve bunların gerçekleşmesi için de hiçbir maddî yardımdan kaçınmamış olması ondaki estetik ve daha iyi yaşama düşüncesinin bir kanıtıdır. Tagiyev’in Gaspıralı’ya, Edirne’deki camiye ve göçmenlere, Mısır’daki okullara, Petersburg’daki Müslümanlara, İran’daki eğitim kurumlarına ve yoksullara yaptığı yardım onun hayırseverliğinin ününün Azerbaycan sınırları dışına taştığını belgelemektedir. Ayrıca kurulmasına öncülük ettiği hayır cemiyetleriyle yardıma muhtaç kişilerin her zaman yanında olmaya çalışmıştır. Tagiyev Rusya, İran ve Buhara yönetimleriyle iyi ilişkiler kurdu ve siyasette de etkili oldu. Türk-Ermeni çatışmasında arabuluculuk yaptı ve bunda da başarılı oldu. Kısaca, Tagiyev ekonomi, ticaret, eğitim, kültür ve şehircilik alanlarında birçok başarılı çalışma yaptı. Ayrıca Azerbaycan Türklerinin kültür tarihi içinde birçok ilki gerçekleştirdi. Bugün, o günkü şartlarda aydınlanma karşıtı güçlere rağmen okuma-yazma bilmeyen, zengin ve dindar bir şahıs olan Tagiyev’in yaptıklarının çok yönlü değerlendirilmesinin önemini anlayabiliriz. 262 Türk Modernleşmesine Sergilerin Katkısı: 1909 Bursa Sergisi Örneği Yrd. Doç. Dr. Arif Kolay [*] Sergi, insanların görmesi için, sanat eserlerinin, topraktan ve hayvanlardan elde edilen ürünlerin ve sanayi mamullerinin teşhir edilmesidir. Fransızcada bu manada kullanılan kelime “exposition”dur. Sergiler, birden bire meydana gelmiş değildir. XVIII. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve daha sonraki dönemlerde de gelişerek daha mükemmel şekle ulaşan sergiler XX. yüzyılda gittikçe hem sıklaşmaya hem de daha umumileşmeye başlamıştır1. XIX. yüzyılda Avrupalı devletlerin tarım, sanayi, el sanatları ve güzel sanatlar alanlarında düzenledikleri ulusal ve uluslararası sergiler, ticaret ve sanayinin gelişmesi kadar milletlerarası ekonomik ve kültürel ilişkilerin artmasında da etkili oldu. Fransa ve İngiltere’nin öncülük ettiği bu sergiler, bu ülkelerin sömürgelerinden gelen hammaddelerin ve bunlardan üretilen sanayi ürünlerinin pazarlanmasına yönelik olarak düzenlenmekteydi. İlk ulusal nitelikli sergi 1789’da Fransa’da düzenlendi ve 1849’a kadar bu ül* Dumlupınar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi. 1 “Sergiler Nasıl Meydana Geldi?”, Bursa Sergisi, nr. 1 (1 Temmuz 1325), s. 7. [ ] 263 kede on iki ulusal sergi tertip edildi. Bunları müteakip Avrupa’da XIX. yüzyıl boyunca çok sayıda sergi takip etti. Açılan sergilere milyonlarca insan ziyaret etti. Buralarda tanıtılan ürünlerin pazarlanması açısından sergilerin önemli etkileri olduğu görüldü. Sergilerde tarım ve sanayi ürünlerinin yanında, katılan ülkelerin el sanatları ve güzel sanatlar alanındaki etkinliklerine de yer verilmesi, farklı ülke insanlarının birbirlerinin kültürlerinden haberdar olmasını sağladı. Sergi açılışları sadece Avrupa ile sınırlı kalmayarak, zamanla diğer kıtalara da yayıldı2. Osmanlı Devleti’nde ise çeşitli ürünlerin pazarlandığı ve eğlence niteliği taşıyan geleneksel panayırlar eskiden beri vardı. Ancak, 1851 yılına kadar Osmanlıların uluslar arası sergiler hakkında bilgisi yoktu. Ülke topraklarının verimliliğini, tarım ve sanayi alanında yapılan çalışma ve gelişmeleri Batılı devletlere göstermek ve ekonomik çözümler bulmak isteyen Osmanlı Hükümeti, 1851 yılından itibaren bu sergilere katılmaya başladı3 ve bu amaçla katıldığı ilk sergi 1851 ‘de İngiltere’de düzenlenen Londra sergisi, ikincisi de 1855’te Fransa’da düzenlenen Paris sergisi oldu. Babıâli, tarım ve sanayi ürünlerinin yanında güzel sanatlar ürünlerinin de teşhir edildiği Paris sergisine iki bin parça eşya ile katıldı4. Bundan sonra da Osmanlı Devleti, çeşitli tarihlerde hem Avrupa’nın değişik ülkelerinde hem de Amerika gibi diğer coğrafyalarda açılan pek çok sergiye iştirak etti ve ürünlerini tanıtma fırsatı buldu. Sultan Abdülaziz’in tahta geçişinden sonra ekonomiyi canlandırmak maksadıyla sanayi konusunda ıslahatlar yapılmaya 2 3 4 Ufuk Gülsoy-Bayram Nazır, Türkiye’de Ticaretin Öncü Kuruluşu Dersaadet Ticaret Odası 1882-1923, İstanbul 2009, s. 160. Tuğba Erzincan, Cumhuriyetin Kuruluşundan 1950’ye Sergiler ve Müzeler İlişkisi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007, s. 5. Gülsoy-Nazır, a.g.e., s. 161. 264 başlanmış ve bunun için dört önemli tedbire başvurulması kararlaştırılmıştı. Bunlardan ilki gümrük vergisinin azaltılması, ikincisi çeşitli sergiler düzenlemekle sanayi erbabının teşvik edilmesi, üçüncüsü memlekette sanayi mekteplerinin açılması ve dördüncüsü de şirketler teşkil edilmesi idi5. 1863 yılında Babıâli, Osmanlı ekonomisine rekabet gücü kazandırmak, ülkede üretilen malların çeşitlerini, kalitelerini ve fiyatlarını görmek, üreticilerle ilgili sıkıntıları tespit etmek ve başarılı çalışmalar yapanları ödüllendirmek üzere İstanbul’da bir sergi düzenledi. “Sergi-i Umûmi-i Osmânî6” adını alan ve Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen bu sergi 28 Şubat 1863 tarihinde Sultan Abdülaziz tarafından açıldı7. Başlangıçta sergide sadece yerli ürünlerin teshiri düşünülmüş, ancak daha sonra yabancı ürünlere de yer verilmiştir. Tarım ve orman ürünlerinden sanayi ve el sanatlarına, toprak ve cam ürünlerinden dokuma sanayine kadar farklı sektörlerden ürünlerin teşhir edildiği sergi, ülkede olduğu kadar yurtdışında da ilgi uyandırmış ve beş ay kadar açık kaldıktan sonra kapanmıştır8. Sergi ile ilgili Avrupa gazetelerinde olumlu değerlendirmeler yapılmıştır. Serginin en önemli faydası da Islah-ı Sanayi Komisyonu ile şirketler teşkili fikrini vermiş ol5 6 7 8 O.Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediyye II, İstanbul 1995, s. 692. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sultan Abdülaziz’in teşvikiyle düzenlenen ve ilk kapsamlı ulusal sergi olma özelliğini taşıyan Sergi-i Umûmi-i Osmânî ile ilgili dönemim Osmanlı basınında kapsamlı haberler yapılıp bilgiler verilmiştir. Sergi hakkında önemli bilgiler veren gazetelerden birisi de aylık olarak yayımlanan, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye adına Münif Efendi’nin çıkardığı Mir’at Gazetesi’dir. Gazetede haber ve duyuruların yanında sergiyle alakalı gravürler de yayımlanmıştır. Bkz. Aytaç Işıklı, Burkay Durak, Hakan Arca, Osmanlı ve Avrupalı Yazarların Gözüyle 19. Yüzyıl Fuarlarında Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul 2008, s. 7. Gülsoy-Nazır, a.g.e., s. 162. Tuğba Erzincan, a.g.t., s. 5. 265 masıdır9. Bundan sonra çeşitli tarihlerde ve ülkenin değişik bölgelerinde sergi düzenlemeleri devam etmiştir. Daha çok mahalli idarecilerin hususi gayretleriyle gerçekleştirilen bu sergilerden biri de 1909 yılında, Bursa’da10, Meşrutiyet’in ilanının yıldönümünde düzenlenen “Bursa sergisi” idi. Dönemin Bursa yöneticilerince, yıldönümü kutlamaları için, bir abide, bir çeşme ya da bir hayır kurumu yapmak gibi çeşitli fikirler ortaya atıldı. Yapılan müzakereler neticesinde, bir sergi düzenlenmesinin daha önemli ve faydalı bir iş olacağı kanaatine varıldı11. 9 10 O. Nuri Ergin, a.g.e., s. 710. Bursa, Osmanlı hâkimiyeti döneminde Anadolu eyaletine bağlı olan ve Hüdâvendigâr adını taşıyan sancağın merkezi idi. XVI. yüzyılda Hüdâvendigâr sancağının merkez kazası Bursa’dan başka otuz kadar kazası daha vardı. Bunlar arasında İnegöl, Yarhisar, Domaniç, Yenişehir, Söğüt, Taraklu, Geyve, Akyazı, Akhisar, Göynük, Beypazarı, Mihaiiç, Kite, Gönen, Gölpazarı, Bergama önemli idarî birimleri teşkil ediyordu. Ayrıca Seferihisar, Ermenipazarı, Atranos, Kepsut, Mihalıççık, Edincik, Kızıîcatuzla, Tarhala ve Fesleke kazaları da buraya bağlı idi. Bu idarî durum ufak tefek değişikliklerle XIX. yüzyıla kadar sürdü. 1832’de müstakil mutasarrıflık olan Bursa, Karahisar, Kütahya, Bilecik, Erdek, Biga mutasarrıflıkları ile birlikte yeni teşkil edilen Hüdâvendigâr eyaletine bağlandı ve bu eyaletin merkezi oldu. 1856-1857’de Hüdâvendigâr eyaleti Bursa, Kocaeli, Kütahya, Karahisar, Erdek, Biga, Karesi, Ayvalık livalarından müteşekkildi. Bu sırada Bursa livasına bağlı yirmi dört nahiye bulunuyordu. 1865’te Hüdâvendigâr eyaletine Bursa, Karesi, Koca-ili, Kütahya, Karahisar livaları bağlı olup vali Bursa’da oturuyordu. 1908’de ise eyâlet, Bursa, Ertuğrul (Bilecik), Kütahya, Karahisar ve Karesi sancaklarından meydana geliyordu. Bursa sancağı altı kaza, beş nahiye ve 664 11 köye sahip bulunuyordu. Bursa Cumhuriyet döneminde müstakil il haline getirildi. Bkz. “Bursa”, DİA, cilt VI. Aytaç Işıklı, Mümin Balkan, Türk Fuarcılık Tarihi, İstanbul 2007, s. 133. 266 Sergi İçin Yapılan Hazırlıklar Serginin düzenlenmesinde Hüdavendigar Vilayeti Valisi Azmi Bey12’in çok önemli gayretleri oldu. Açılış için Temmuz ayının yani, Meşrutiyetin ilanının birinci yıldönümü tarihine denk getirilmesi için özellikle gayret sarf edildi. Bu amaçla hazırlıkları dört ay kadar önceden başladı. Sergi için izin alındıktan sonra, Vali Azmi Bey başkanlığında bir komisyon kuruldu. Sergi binası olarak mevcut belediye binası seçildi13. Komisyon serginin desteklenmesi için hükümetten bazı taleplerde bulundu. Sergi masrafına karşılık olmak üzere nezaretin “tahsisât-ı zirâiyesi”nden 50.000 kuruş yardım talebi bunlardan birisiydi. İmkânların sınırlı olmasından dolayı bu kadar meblağ yardımın yapılamayacağı vilayete bildirilmişti. Ancak serginin önemi ve özellikle de ziraatın gelişmesine katkı sağlayacağı dikkate alınarak, Orman Maadin ve Ziraat Nezareti’nce, 5.000 kuruş kadar yardım yapılacağı ifade edilerek, nakdi yardım talebine olumlu cevap verildi14. Sergi Komisyonu ve Diğer Görevliler Başkan Vilayet Valisi Azmi Bey idi. Üyeler, Maarif Müdürü Hilmi Bey15, Umur-ı Ecnebiyye Müdürü Temolyon Efendi, 12 13 14 15 Meclis-i Mebusan azalarından olan Azmi Bey Hüdavendigar Vilayeti valiliğine Ocak 1909’da tayin edilmişti. Tayiniyle ilgili irade de 14 Ocak 1909’da sadır olmuştu. Bkz. BOA, İ.DH.1472/1326-Z-63. İki katlı olan belediye binasının sergi için en uygun yer olduğu kanaatine varılmış ve sergiden dolayı belediye geçici olarak kendi binasından taşınmıştır. Hüseyin Mevsim, “Sofya Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1909 Bursa Sergisi Raporu”, Osmanlı Modernleşmesi ve Bursa Sempozyumu, Bursa Osmangazi Belediyesi Yayınları, Bursa 2009, s. 50. BOA, DH.MKT. 2842/54. Hilmi Bey aynı zamanda Sergi müdürlüğü görevini yürütecekti. 267 Doyçe Orient Bank Şubesi Direktörü Saffet Bey16, Vilayet Nafıa Başmühendisi Süleyman Sırrı Bey, Nafıa Muhasebe Memuru Halim Bey, Vilayet Maarif Muhasebecisi Reşad Bey17, Vilayet İdare Meclisi azasından Saropyan Efendi, Vilayet İdare Meclisi azasından Nikolaki Efendi, Memleket eşrafından Hacı Beşezade Rıza Bey, Belediye Reisi İstepan Saadetyan Efendi’den oluşuyordu. Serginin kâtipliğini, Vilayet Mektubi Kalemi mümeyyizi Ahmed Münir Bey yapmaktaydı. Sergi Müdür Muavinleri olarak Josef Bey ve Ojen Bey görevlendirilirken, Sergi Muhasebe Memuru olarak Necip Efendi, yardımcılıklarına da Cafer Efendi, İsmail Efendi ve Sedat Bey getirildi. Sergi Pota Şubesi Memuru olarak da Ziraat mütehassıslarından Rumi Efendi görevlendirildi. Bunlardan başka iki bilet memuru, bir turnike memuru, bir gazino kontrol memuru, bir sergi makinisti, 19 satış memuru, bir sandık emini, bir kapıcı, 14 hademe ve bir bahçıvan da görevlendirilmiştir18. Yine padişahın himayesi altında Bursa’da açılması kararlaştırılan sergiyle ilgili olarak, sergi komisyonu tarafından sanayi ve ticaret erbabına yazılacak mektupların resmi yazışma addedilerek bunlardan ücret alınmaması talep edildi19. Bu talep de değerlendirilerek, Bursa’daki sergiye katılacak olan Sanayi ve Ticaret erbabına gönderilecek mektupların Posta Telgraf Nezareti’nce ücretsiz olarak taşınması uygun görüldü20. Komisyon ayrıca, sergi süresince sınırlı olmak üzere “Bursa Sergisi 10 Temmuz 1325” adlı bir mecmua neşretmek için izin ta16 17 18 19 20 Başlangıçta sergi müdürü olarak görev yapmıştır. Daha sonra işlerinin yoğunluğu sebebiyle müdürlük görevinden istifa etmiştir. Nafıa Muhasebe Memuru Halim Bey, Vilayet Maarif Muhasebecisi Reşad Bey, serginin hesap muamelelerinin teftişi için görevlendirilmişlerdir. Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 19. BOA, DH.MKT.2831/82. BOA, DH.MKT.2842/71 ve BOA, BEO, 3568/267549. 268 lep etti. Hüdavendigar Vilayeti’nin nezareti altında ve geçici süreyle neşredileceğinden resmi ruhsatname alınmasına gerek olmadığı belirtilerek, mecmuanın çıkarılmasına izin verildi21. Komisyon, hem yurtiçi hem de yurtdışından pek çok kişi, gazete sahipleri ile muhabirler ve çeşitli kurumlara sergi için davet mektubu gönderdi. Bunlardan olumlu cevaplar da alındı. Yurt içinden ve yurtdışından katılımlar oldu. Mesela Bulgaristan’dan bir grubun “Bursa Sanayi sergisini ziyaret etmek istedikleri, bunların müşterek pasaportlarının meccanen vize edilerek ticaretin geliştirilmesi istikametinde kendilerine kolaylık sağlanması” konusundaki talepleri olumlu karşılanmıştı22. Komisyonun davetine olumlu cevap verenlerden bir kesim de İtalyalı iş adamları idi. Roma Ticaret Odası vasıtasıyla, 14 Temmuz 1909’da Osmanlı Hükümeti’ne başvurulmuş ve İtalya’dan getirilerek Bursa’da sergilenecek ürünler için, gümrük vergisinin alınıp alınmayacağı ya da ne kadar alınacağı hakkında bilgi talep edilmişti. 20 Temmuz 1909 tarihli Şurâ-yı Devlet mazbatasında, İtalya’dan getirilen ürünlerden Mudanya Gümrüğü’nde geçici olmak üzere bir vergi alınacağı, teşhir işlemi bittikten sonra, ürünlerden herhangi bir satış yapılmamışsa geçici olarak verilen verginin iade edileceği ifade edilmişti. Eğer getirilen ürünler satılmışsa ödenen gümrük vergisinin devlette kalacağı da beyan edilmişti23. Orman, Maadin ve Ziraat Nazırı Aristidi Paşa Açılış İçin Bursa’da Sadaretten gelen telgrafa göre 1 Temmuz 1325 (23 Temmuz 1909) Meşrutiyetin ilanının yıldönümü münasebetiyle Bursa’da yapılacak sergi açılışına katılarak kabine namına konuşma yapmak 21 22 23 BOA, DH.MKT.2848/43. BOA, DH.MKT. 2877/8 BEO, 3607/270481. 269 üzere, Orman, Maadin ve Ziraat Nazırı Aristidi Paşa’nın Bursa’ya geleceği Meclis-i Mahsus-ı Vükela tarafından kararlaştırılmış ve bunun üzerine irade de sadır olmuştu24. Bu da serginin Hükümetin dikkatini çektiği anlamına gelmekteydi. Sergi süresince çıkarılan Bursa Sergisi Mecmuası’nda, resmi açılışta hazır bulunmak üzere civar kasaba ve köylerden gelenlerin, hükümetin sergi için hususi temsilci ve memur göndermesinden dolayı çok memnun olacakları belirtiliyordu25. Serginin açılışı için bir program hazırlandı. Buna göre, Cuma günü saat birde hükümet dairesinde icra edilecek resm-i kabul ve tebriki müteakip Cuma namazı eda edilecekti. Daha sonra saat 6.30’da serginin resmi açılışı yapılacak ve aynı günün gecesinde Mütesellim Köşkü’nde ziyafet verilecekti26. Neticede, üç-dört aydan beri hazırlıkları yapılan Bursa sergisi Meşrutiyeti’n yıldönümüne denk getirilerek 23 Temmuz 1909 Cuma günü resmen açıldı. Daha önce neşredilen program üzere sabah saat birde hükümet dairesinde başlayan resm-i kabul işi yapıldıktan ve askeri daire ile İttihat ve Terakki, ilmi ve askeri kulüpler ziyaret edildikten sonra herkes serginin bahçe kapısı önüne toplanmaya başladı. Dışarıda toplanan insanlar sergiyi merak ediyor ve bir an önce açılmasını istiyorlardı. Serginin açılışı için hükümet tarafından görevlendirilen Orman, Maadin ve Ziraat Nazırı Aristidi Paşa ile vilayet valisi Azmi Bey ve diğer seçkin hükümet memurları, eşraf ve muteber kişiler gelip giriş bileti alarak turnikeden serginin bahçesine dâhil oldular27. Açılış Vali Azmi Bey’in konuşmasıyla başladı. Valinin konuşması şöyleydi: 24 25 26 27 BOA, İ.DH. 1475/1327-C-38; BEO, 3593/269471; Bursa Sergisi, nr. 1, (1 Temmuz 1325) s. 11. Bursa Sergisi, nr. 1, (1 Temmuz 1325) s. 11. Bursa Sergisi, nr. 1, (1 Temmuz 1325) s. 11. Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 2. 270 Bir devletin büyüklüğü kudret-i maliyesinin derecesine tabidir. Geniş bir bütçe nasıl saâdet ve refah için gerekli ise dar ve sınırlı bir bütçe de o nispette şanssızlık ve felakettir. Hâlbuki bütçelerin gelirlerini oluşturan vergiler en ziyade arazi ve sanayiye mahsus olanlardır. Şu halde zirâat ve sanayi gelişmezse bunların mahsulü de artmayarak bilakis azalacağından bunlar üzerinden alınan vergiler de o oranda az olacaktır. Binaenaleyh vergiler az olunca da, genel denge açısından, devletin dayanakları zayıf olacaktır. Bu kısa mukaddimeden, mensup oldukları devletin tezâyüd-i şükuh ve satvetini (büyüklüğünün artması ve gücünün artması) arzu eden milletlerin ziraat ve sanayinin gelişmesine bilhassa gayret etmeleri lazım geleceği neticesi pek kolay anlaşılır. Fakat ziraat ve sanayinin terakkisini temin için ne yapmalıdır? Burasını etraflıca tetkik etmek gerekir. İlim ve fendeki gelişmesiyle bugün gözlerimizi kamaştıran Avrupa ve Amerika bu hususta bize birer örnek olabilir. Oralarda, şüphesiz ki, ziraat ve sanat erbâbı ilk devirlerde kendiliklerinden bir tarik-i terakki ve tekemmül bulamamıştır. Esasen halkın huzurunun temini ile sorumlu ve görevli olan hükümet ulviyetle haiz-i ehemmiyet olan bu meselelerde de öncü olmuştur. Çünkü bir kavmin gayreti ne kadar çok olursa olsun mutlaka teşvik ve tergîbe muhtaçtır. Ziraat, sanat, ticaret erbâbı behemehâl terakki ve tekâmül kanununa tâbîdir ve tâbî’ olacaktır. Terakkiyât avm-ı fünûnun tabii icabından olan ziraat ve sanayinin gelişmesi, ticaretin gerektirdiği gelişmeleri takip edemediklerinden dolayı zaruri olarak işten çekilmiş, başka maişet yollarına yönelmeye mecbur olmuş sanatkârlar, ziraat erbabı, tacirler az mıdır? Mesela Fransa bugün gayet iyi ve sağlam mamulât ve mahsulât yetiştiriyor. Bugünkü tekemmülün ilk rejimini mutlaka hükümetin parmağı altında buluruz. Fransa, meşhur inkılâptan sonra yaralarını sarmaya başladığı sırada, memleket bir enkaz yığınından başka bir halde değildi. 271 Bunu ihyâ ve tecdid-i ehem ve elzem olmağla beraber hükümet kendiliğinden bir şey yapamadı. O vakit yani 1798 tarihinde birkaç vatanperver harap olmuş Fransız sanayini ihyâya çare aramış ve ittihaz ettikleri tedbirlerden başka dâhili sergilerin esasını teşkil eden bir sergi açarak bunları her dört senede bir tekrarını kararlaştırmıştır. Bu mesai yarım asır zarfında o kadar faydalar temin etti ki, 1851 tarihinde açılan ilk Londra meşher-i umûmisinde felâketzede Fransa’nın yarım asırlık mahsulât ve mamulâtı genç ve güçlü milletlerinkine yükseldi. İşte bu yükseliş hala devam ediyor. Fransa’nın bu güzel hareketi bizim gibi mazisi muhavvef (korkutulmuş) ve karanlık vekâyi ve fecâyi ile geçen milletlere bir rehber-i mesai olmalıdır. Bizim memleketimiz esasen bir ziraat memleketidir. Bu meyanda bazı sanatlarımız ve bunlar arasındaki yalnız Şarka mahsus sanayimiz dahi vardır. Fakat bugün hiçbir hakikat gizlenemeyeceğinden, kemâl-i teessürle itiraf ederim, gerek ziraatımız gerek sanayimiz o kadar sönük kalmıştır ki, bu hal devam ederse pek az zaman sonra bizde bunların namından başka bir şey kalmayacak ve millet ve devlet bu gafletin acısını pek çok vakit kalbi sızlayarak hissedecektir. Ancak, hayır vatandaşlar, müeyyis (kederli) ve ümitsiz olmayalım. Keder ve ümitsizlikten daha büyük öldürücü, yıkıcı bir düşman tasavvur olunamaz. Azim ve metânet lazımdır. Fakat bundan daha evvel birlikte hareket etmek gerekir. Bugünkü asr-ı medeniyetimizde büyük sermayeler, büyük sanatlar daima küçüklerini yutuyor, yok ediyor. Bu mukaddes vatan ve memlekete muhabbet ve meftûniyetle bağlı ve alâkadar olanların kâffesi terakki ve tekemmüle hasr-ı mesâi, vakf-ı vücud etmelidir. Hamiyet, vatanperverlik bunu icap eder. Ben öteden beri sergilerin faydalarını kemâliyle kanâat getirenlerdenim. Konya’da faal bir valinin zaman-ı vilâyetinde ilk halı ve kilim sergisinin esasını kuran, burada maarif müdüriyetim sırasında yine ilk mamulât ve mahsulât-ı mahalliye sergisindeki mesâisini hiç olmazsa hak-şinas matbuâta tasdik 272 ettiren âcizileri -velev ki küçük mikyasda olsun- yine bir sergi küşâdını fâideden hâlî görmediğimden ciddi muavenetlerini diriğ etmeyen refikâ-yı muhterememin himem-i masrûfesiyle -Cenâb-ı Hakk’a hamd olsun- bu teşebbüste de muvaffak oldum. Bu sergi nasıl açıldı? Burası biraz uzundur. Elde avuçta beş para yok iken cesaretle, merkez ve vilâyete bağlı belediye daireleri gelirlerinden yalnız yüzde birler celb edildi. Bir de kanunun bahşettiği salahiyet dairesinde bir piyango tertip olundu… Velhasıl başlangıç masrafı için kemal-i cesaretle hareket olunarak komisyon azalarının gösterdikleri teminatla hariçten akçe bile istikraz edildi. Yardımını talep ettiğimiz bazı nezaretler adem-i imkan cevabını verdiler. Mamafih minnetallah Cenâb-ı Hakk bizi utandırmadı. Bizim ziraat ve ticaretimizle Avrupa’nın bu konudaki gelişimi arasındaki fark hepimizin mâlumu olduğu için bu sergide Avrupa sergilerindeki gelişmenin görülemeyeceğini şimdiden söylemek isterim. Fakat dikkat çeken bir nokta vardır ki, orasını da söylemeden geçmek haksızlık olur. O da sergiye iştirak edenlerin daha önce yapılan emsâlinden oldukça fazla olması ve ortaya konulan eşyanın 322 Bursa mamulât ve mahsulât sergisindeki eşyadan zarâfet ve nefasetçe daha iyi bulunmasıdır. Bu hal gösterir ki, sergilerin faydası ürün sahiplerince layıkıyla takdir olunmaya ve terakkiyâtın aşama-i evveli görünmeye başlamıştır. Binaenaleyh gelecek için ümitvar olabiliriz. Sergiye merkez vilayet ve vilayet çevresinden sanatkârlar adeta müsabaka edercesine iştirak etmişlerdir. Bunun derecesini izah için sergi binasının gelen eşyayı istiab edemediğini söylemek kâfi olacaktır. Bununla beraber sergi binasının küçüklüğüyle beraber vilayet haricinden gelen Osmanlı sanayi erbâbının mahsulâtını kabulden geri durmadık. Dışarıdan gelenlere öncelik tanıdık. Çünkü görgü en büyük vasıta-i terakki ve tekemmüldür. Elhasıl gerek hariçten gerek dâhilden gelen eşya, serginin ayrıldığı hususi şubelere çok dikkatli ve rehberler eşliğinde 273 yerleştirilmiş olduğu için zannederim ki tertip ve tanzim tarzı da takdire mazhar olacaktır. Sergi tertip ve tanzimi iyice müşkül bir iş olmakla beraber tertip ve tanzim işiyle uğraşanlar fedakârlıkla çalışmışlardır. Bidâyet-i teşebbüsle ve alelhusus eşyanın gelişiyle açılış zamanı arasında pek az bir zaman geçtiği nazar-ı dikkate alınırsa komisyonun harcadığı mesâi lâyıkıyla takdir olunacaktır. Binaenaleyh bu himmet ve gayretlerinden dolayı sergi komisyonu azalarına, görevli memurlara, alelumum sergiye iştirak eden sanatkârlara beyân-ı takdirât ve teşekkürâtı vazife-i kadir-şinâsiden addederim. Himâye-i hazret-i padişahîye mazhar olmakla bir kat daha iktisâb ve nebâhet eden serginin mazhar-ı rağbet olacağını ümit ederim. Gerek duhûliyeden (giriş ücreti) ve gerek satış vesaireden sergi idaresinde kalacak hâsılat masrafları temin ettikten sonra bâki kalırsa bankaya yatırılacak ve Cenâb-ı Hakk’ın tevfikât-ı samedânîyesine ve hükümet-i seniyyemizin bahşedeceği muâvenet-i nakdiyeye istinaden 1327 senesi Mayıs başında Bursa’nın Acemler Mevkii’nde umûmi ve beynelmilel bir sergi küşâdına tevessül olunacaktır. Sözümü ikmal etmezden evvel bu sitâyiş-i nâfîyi takdiren sâdır olan irade-i seniyye-i mülükâne veçhile serginin küşâdında bizzat hazır bulunmak üzere Bursa’mızı teşrif etmiş olan Orman, Maadin ve Ziraat Nazırı mebus-ı muhterem Aristidi Paşa hazretlerine mensup oldukları Heyet-i Vükela’ya beyân-ı şükran ve (10 Temmuz Bursa Sergisi) unvanıyla mübeccel olan sergimizin otuz üç seneden beri içinde pü-yân olduğumuz şeb-i yeldây-ı i’tisâfî bir sabah sa’d ü münevvere isâl ettiğimiz ân-ı mukaddesin ilk sene-i devriyesine müsadif olan bu şerefli günde umûma küşâd edildiğini ilan eylerim. Yaşasın vatan yaşasın ittihad. Yaşasın Sultan Mehmed Han-ı Hâmis”28. 28 Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 15-16; Valinin konuşması için ayrıca bkz. Servet-i Fünun, nr. 948, (23 Temmuz 1325), s. 186. 274 Konuşmasından sonra katılımcılar Vali Bey’i uzun süre alkışladılar. Özellikle sergi hâsılatının hiçbir yere harcanmayıp sonraki uluslararası Bursa sergisi düzenlenmesi için kullanılmak üzere bankada tutulacağını ifade ettiği sırada alkışlar daha da arttı. Bu durum halkın bu gibi sergilerin devam etmesini istediğini gösteriyordu. Validen sonra Aristidi Paşa söz aldı. Öncelikle sergilerin faydaları ve önemlerinden bahsederek bunların ne şekilde tesis edildiği, ne şekilde terakki ve tekemmül ettiğini izah ettikten sonra Bursa sergisi hakkında konuşmaya devam ederek başta vali olmak üzere emeği geçen herkese takdir ve teşekkürlerini bildirdi29. Aristidi Paşa konuşmasının devamında, Orman, Maadin ve Ziraat Nezaretinin bütçesinde bu tür işler için ödenek olmaması sebebiyle, nezaretin bu sergiye katkıda bulunamadığını açıkladı. Fakat bundan sonraki bu tür etkinliklerde katkı yapabilmek için gerekli çalışmaları da yapacağını ifade etti30. Nazır Aristidi Paşa konuşmasının sonunda, sergideki mütevazi eşya ile Avrupa’nın sergilerindeki eşyayı mukayese ederek bizdeki bu sönüklüğü bir ikbal devresinin takip edeceğini belirtti. Bütün bunlara rağmen eşyanın vücuda getirilmesinde gösterilen gayret ve fedakârlığı takdir etmek gerektiğini ifade ederek sergiyi tertip edenlere ve katılanlara teşekkür ettikten sonra konuşmasını bitirdi ve pek çok alkış aldı. Bu esnada heyetin çeşitli defalar fotoğrafları alındı. Konuşmalar tamamlandıktan sonra nazır, “Cenab-ı Hak bu gibi pek çok müessesât-ı nâfıa-i vatanperverâne küşâdına cümlemizi muvaffak buyursun” temennisiyle sergi kapısının iki kanadını birbirine bağlayan beyaz ve kırmızı kurdeleyi keserek sergiyi açtı. 29 30 Asaf Muammer, “Bursa Sergisi”, Servet-i Fünun, nr. 948, (23 Temmuz 1325), s. 184-187. Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 16. 275 Sergi, Vali Beyin konuşmasında belirttiği gibi Avrupa’daki sergilerdeki ürünler kadar zarif ve mükemmel eşyayı ihtiva etmese de bunlardan her birinin bizdeki imal derecesi düşünülürse insanlar bunların bu kadar güzel yapılmasından gurur duyduklarını belirtiyorlardı. Buradaki eşyanın hemen tamamı fabrika ve makine yapımı değildi. El yapımı olmalarına rağmen çok başarılı imal edilmiş ürünlerdi. Sergiyi gezenler onların el ile yapıldıklarına inanmakta zorlanıyorlardı. Nazır ile sergiyi gezen diğer yetkililer bu noktayı layıkıyla ayırıp ve takdir ederek bizde sanayinin öyle zannedildiği kadar düşkün olmadığına ve ufak bir teşvik ile derhal gelişeceğine inandıklarını belirttiler31. Teşhir edilen mamul ve mahsuller miktarca çok olduğundan, serginin ayrıldığı her şube adeta eşya istifi halindeydi. İlgili memurlardan birisi daha pek çok eşyanın yersizlik yüzünden teşhir edilemeyerek depolarda yığılı kaldığını söylemişti. Bu hal vilayet sakinlerinin serginin faydasını layıkıyla takdir etmiş ve ziraat ve sanat erbabının mahsul ve mamullerini teşhirde adeta yarışmış olduğunu ispat eder delillerdendi32. Hazırlıklar kısmında belirtildiği gibi, sergi komisyonu tarafından, sergi süresince yayımlanan “Bursa Sergisi” adıyla bir mecmua çıkartılmıştır. Her sayısı 12 sayfadan oluşan Bursa Sergisi Mecmuası, serginin devam ettiği on hafta boyunca on nüsha olarak yayımlanmıştır. Serginin hazırlıklarının başlamasından itibaren olmak üzere yaşanan gelişmeler, sergiden haberler, sektörler hakkında detaylı bilgiler, ziyaretçiler ve ziyaretçi sayıları, elde edilen hâsılat, ürünlerin tanıtımı, sergi ve Bursa ile ilgili fotoğraflar vs. bu mecmuada yayımlanmıştır. Ayrıca mecmuada yabancı sergilerle yerli sergilerin karşılaştırılması da yapılmıştır. 31 32 Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 17. Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 18. 276 Sergi Alanının Tanıtımı ve Sergilenen Ürünlerin Muhtevası Mecmuadan öğrenildiğine göre, sergi çok sayıda pavyondan (şube) oluşmaktaydı. Maarif Şubesi, Çinicilik Şubesi, Halıcılık Şubesi, Sanayi-i Nefise Şubesi, Eski Eserler Müzesi Şubesi, Müzik Şubesi, Toprak Mahsulleri Şubesi, Orman Şubesi, Maden Şubesi, Ziraat Alet ve Edevatları Şubesi, Reji İdaresi Pavyonu ve Duyun-ı Umumiye Pavyonu bunlardan bazılarıydı33. Mecmuada ayrıca, şubelerin sergi mahallinde bulundukları yerler ayrıntılı olarak tasvir edilmiş ve bazı ürünler hakkında da detaylı bilgi verilmiştir. Mecmuada, sergiye tahsis edilen dairenin sinema pavyonuna bakan kapısından girilince alt salonun sol tarafı, yukarı kata çıkılan merdiven ile cümle kapısının arasındaki mesafenin kapı bitişiğindeki kısmı Kütahya’dan gelen el yapımı çini mamullerinin teşhirine tahsis edildiği belirtildikten sonra çiniciliğin tarihi gelişimi hakkında bilgi verilmiştir34. 33 34 Aytaç Işıklı, Mümin Balkan, Fotoğraflarla Türk Fuarcılığı, İstanbul 2008, s. 83. Bursa Sergisi Mecmuası’nda çiniciliğin tarihi gelişimi hakkında verilen bilgiler şöyleydi: “Sanayi-i turabiyenin yani topraktan yapılan eşyaların en mühimlerinden biri hatta en değerlisi olan çiniciliğin hangi tarihte başladığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Çinicilik Mısır’da meydana gelmiş ve oradan başka bölgelere intikal etmiş denebilir. Bunlar, vaktiyle sanayinin gelişmesine öncülük etmiş olan Mısırlıların, Hazreti İsa’dan üç bin sene evvel hükümdar sülalelerinin bazılarının mezarlarında, çift süren, ekin biçen, harman dövüp savuran kişilerin, hayvanları ve eşyanın tasvirlerini gösteren resimlerin meydana çıkması çiniciliği Mısırlıların bulmasına delil olmaktadır. Bazı kaynaklara göre ise çinicilik, Buda Mezhebinin ortaya çıkışıyla birlikte Çin’de ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Buda mezhebi ortaya çıkınca büyük bir mabet yapma ihtiyacı doğmuş ve o zamanlar (Nankin) şehrinde yüz metre yüksekliğinde bir (porselen kalesi) yapıldı ve duvarları parlak materyallerle kaplandı. 277 Sergi binasının kapısından girilince sağ taraftaki ikinci odanın girişine kadar olan mesafeye bir uzun masa konmuştur. Burası Ancak bu tarih çiniciliğin ortaya çıkış tarihi değildir. Çünkü bazı başka kaynaklarda, daha önceki dönemlere ait bulunan bazı eserlerden yola çıkarak, çiniciliği çok daha eski dönemlerde Çin’de var olduğu ve hatta bundan önce başka yerlerde çini isminin bile bilinmediği belirtilmektedir. Zaten bizde kullanılan “çini” kelimesi de bu sanatın menşeinin Çin olduğunu açıkça ifade etmektedir. Burada açıklanması gereken bir husus vardır. Belirtildiği gibi Çin, çiniciliğin yani toprak kaplar üzerine bilinen tarzda nakış ve resim işlemeciliğinin menşeidir fakat toprak kap-kacak imalatının kâşifi değildir. Topraktan kapkacak yapımı ilk önce Mısırlılar tarafından keşfedilmiş sonra da Asurlulara, oradan Fenikelilere ve bunlar vasıtasıyla İranlılarla Yunanlılara ve Araplara intikal etmiş ve daha sonra da Çin’e geçmiştir. Çinliler işte o toprak kaplar üzerine çinicilik sanatını tatbik ettiler. Bu suretle tedricen geliştirilen toprak kaplar, doğduğu yer olan Şark’tan gittikçe uzaklaşarak Batı’ya atlamış ve gelişmiştir. Çinicilik sanatı bir ara Çin’den Japonya’ya atlamış, bir zaman da İran, Arabistan yoluyla Selçuklulara ve sonra da Osmanlılara intikal etmiştir. Osmanlılar çiniciliği daha da geliştirmişlerdir. (Osmanlılar döneminde yapılmış olan pek çok çini günümüze kadar gelmiştir.) Şu yakın dönemde (1909) çinicilik yalnız Kütahya’da yapılmaktadır. Fakat sadece üç imalathane vardır ve buralarda çalışanların sayısı da sınırlıdır. İşçiliğini birkaç kız yapmaktadır. Ocakları basit bir fırındır ve sermayesi birkaç yüz liradan ibarettir. Sergi sırasında Kütahya’daki çiniciliğin geliştirilmesi için müzakereler de yapılmıştır. Müzakereler neticesinde çiniciliği geliştirmek ve ihya etmek için bazı tedbirlerin alınmasına gerek duyulmuş ve vilayetten Kütahya mutasarrıflığına bu konuda bazı tebligat gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Ayrıca sadece çinicilikle iştigal etmek üzere bir anonim şirket kurulmasının mümkün olup olmadığının araştırılması ve mümkünse gerekli kolaylığın gösterileceği beyan edilmiştir. Vali Bey’in bu tür konulardaki duyarlılığı ve Kütahya Mutasarrıfı Hüsnü Bey’in gayretleriyle çinicilik konusunda önemli bir mesafe alınacağı ümit edilmektedir”. Bkz. Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 20-22. 278 Kütahya çinileriyle Çanakkale’nin topraktan mamul eşyalarına tahsis edilmiştir. Masanın üstü çini tabakları, kahve fincan ve tabakları, saksı, sürahi, iftar tabakları, döşeme çinileri, çini yazı takımları, küçüklü büyüklü vazolar, iskemle ve masalar üzerine konmaya mahsus çini levhalar gibi çeşitli ürünlerle Çanakkale’nin toprağından mamul ve üzerleri sırlı çanak, çömlek, saksı ve testi gibi şeyleriyle doldurulmuştur. Buradan ileriye doğru gidildiğinde sağ taraftan yukarı kata çıkan çifte merdivenin arasında bulunan bir yangın tulumbası dikkati çekmektedir. Tulumba, Bursalı Margos oğlu Unik tarafından imal edilmiştir. Bunun ilerisinde içleri samanla doldurulmuş ve biri ağaca tırmanıyor gibi, diğeri de ininden çıkıyor gibi bir vaziyet almış iki ayı vardır. Bunlar da Bilecik eşrafından Ayaslı Mustafa Paşa tarafından gönderilmiştir. Bunların arkasında Bursa ve Karahisar sanayi mektepleri mamulâtından zarif sigara iskemleleri, sade aynalı lavabolar, masalar, konsollar gibi bir takım ufak tefek eşya vardır. Sergi binası girişinin tam karşısında ve Orhan Camii’ne açılan kapının önünde bulunan Kütahyalı marangoz Mustafa ustanın yaptığı, cevizden mamul büyük bir aynalı dolap da görülmeye değerdir. Bunun iki tarafa açılan iki kapağının içi yekpare bir taş ayna ile örtüldüğü gibi örtülünce bu kapaklara temas edecek ve dolabın cephesini tamamen kaplayacak bir vaziyette üçüncü ve keza yekpare bir aynası daha vardır. Bu aynı öyle yerleştirilmiş ki, üst ve alt taraftan itilince derhal öne veya arkaya meyletmektedir. Öne doğru çekilirse hemen açılıyor ve bunun dolabın asıl kapağı olduğu anlaşılıyor. Bunun biraz ilerisindeki sergi muhasebe odasının yanında yerli mamul para kasaları vardır ve kasaların üst tarafına besmele-i şerif levhası yerleştirilmiştir. Şekercilik şubesi yanında da Bursa Sanayi Mektebi’nin mamulâtından ağaç karyola, yemek masası, sigara iskemlesi gibi bazı ufak tefek eşya da mevcuttur. Sergi binasının alt katında bazı 279 dahili mahsulatı ihtiva eden odalar mevcut olduğu gibi, bu katın salonunda öteye beriye gelişigüzel konmuş bazı mühim şeyler de vardır. Üst kata çıkan sağ merdivene bitişik odaya girilince, sol kabul duvarının önünde duran üç kademeli yeşil bir set dikkati çekmektedir. Bunun birinci üst kademesinde sırasıyla: iki ufak tahta kutu içinde konmuş meşhur Kütahya ağdası, küçük bir sandıkta Ayvalık’taki Kaldi Biraderler ve şürekâsının ve diğer iki sandıkta yine Ayvalık’ta E.P.Kaçakolu ve şürekâsının sabunları, bir küçük kavanozda Gemlik’in siyah zeytini, Hacı Ali Paşazade Fuad Bey’in ince, kalın ve karışık kepek numuneleri ve Kudüs-i Şerif Belediye Reisi Feyzah-el-ilmi Bey’in imal ettiği şeftali kompostosu bulunur. Bunun altındaki ikinci sette aynı şekilde sırasıyla, Keşiş kaşar peyniri, Bursa sanayi erbabından Telemak Efendi’nin kırk yedi şişe cibre, nane, limon, gül, menekşe, çilek iksirleri dizilmiştir. Alt kattaki cam kavanozlar ise Kütahya’nın Erik, Gediz’in vişne kurularından, Edremit’in adi ve sakız bademinden, Edremit’in Çekirdeksiz Sultaniye üzümünden, Edremit’in pekmezinden, Mudanya’nın zeytinlerinden, İznik’in zeytin turşusundan bazı numuneleri ihtiva ettiği gibi Bandırmalı Hacı Salim Ağazade Mehmed Efendinin gönderdiği halis şıradan mamul sirkesi de burada teşhir edilmiştir. Bitişikteki duvar da aynı şekilde üç kademeli diğer bir setle örtülmüştür. Her iki setin bitişiğindeki köşede Aydın’da Galağıçzâde Muharrem ve Ömer efendiler fabrikasında üretilmiş sabunları havi çerçeveli bir mahfaza bulunur. Bu ikinci setin üzeri de muhtelif eşya numuneleriyle doludur. En üstteki kademenin üzerinde hususi cam kaplar içinde Bursalı Hacı âli Paşazade Fuad Bey’in değirmeninde, sert ve yumuşak buğdaylardan öğütülmüş birinci ve ikinci sınıf un numuneleriyle sert buğdaydan öğütülmüş un numuneleri, bunların yanındaki kaplarda Ayvalık’ta Aleksandre Moraiteli şürekâsının halis zeytinyağları, yine Ayvalık’taki “Asya-yı Sağra” 280 kumpanyasının yağları, Edremit’te Yazıcızade İsmail Hakkı Bey’in fabrikasında son usul sıkma ile çıkarılmış zeytinyağları vardır. İkinci kademede üç torba ile bir cam kavanoz içinde Ayvalık’ta Nikolaidi Fabrikası’nın un numuneleri, bunların önünde eski Şekerciler Kethüdası Hacı Mahmud Efendinin büyük babasının keşfettiği usul ile yapılan portakal şurubu ve çeşitli yerlerden gelen zeytinyağlarından numuneler mevcuttur. Üçüncü kademede ise, Balıkesir eczacılarından E. Brother Midyas Efendinin imal ettiği limon, vişne ve nane iksirleri, Mudanya’nın zeytin turşusu, İznik’in bulaması ve siyah zeytin tanesi, Mudanya’nın adi ve çelebi, Edremit’te Evliyazade Ahmed Tevfik Efendi’nin, Erdek’te Dimitraki Pisateri Efendinin zeytinyağlarıyla Ayvalık’ta E. Gonata biraderlerin zeytinyağları teşhir edilmektedir. Alt kattaki kısımlardan birinde İstanbul’daki nektar fabrikası ürünleri de teşhir edilmiştir. Bu ürünler içinde olan biralar da bulunmaktadır ve bunların üzerinde biranın ihraç edildiği belirtilmektedir. Bunların önünde ise, çeşitli yerlerden getirilen, el ve leke sabunları, zeytinyağları, tarhanalar, sabuncu Hıristaki Efendinin imal ettiği domates, kabak, armut, elma vesair şekillerdeki sabunlar, İstanbul’daki Nikolaki Papadopulos’un fabrikasında imal ettiği zeytinyağı ve sabunları, Edremit’ten Papazoğlu Yani Efendinin imal ettiği rakı ve konyağı ile Afyonkarahisar’dan gönderilmiş bir şişe enfiye vardır. Bu odanın bitişiğindeki diğer odada ise çeşitli yerlerden getirilmiş, şarap, rakı, konyak ve çeşitli içeceklerin nektarını içeren numuneler bulunmaktadır. Bursa Sergisi’nde önemli pavyonlardan biri de Güzel Sanatlar Şubesidir. Bu pavyon diğer şubelerden farklı olarak, imparatorluğun her tarafından sanatçılara açık olarak düzenlenmiştir. Sergiye, dönemin ünlü Türk ressamlarından kabul edilen Müze-i Hümâyun Müdürü Hamdi Bey, Mekteb-i Harbiye-i Şahane’nin 281 resim öğretmenlerinden Halil Paşa ile Rıza Paşa eserleriyle iştirak etmişlerdir. Şubede, yağlıboya tabloları yanında, eskizler, akoral resimler, kara kalem ve kabartma resimler, yontular ve oyma yazılar da yer almıştır. Yağlıboya tablolar içinde Sultan Mehmed Reşad’ın bir portresi de bulunmaktadır. Bunlardan başka bazı alaturka müzik aletleri de bu pavyonda teşhir edilmiştir35. Sergi sırasında çeşitli eğlenceler de düzenlenmiştir. Ayrıca ilk kez bir Türk sergisinde, sergi münasebetiyle bir fotoğraf yarışması yapılmış ve yarışmada birinciliği Mehmed Reşad Bey kazanmıştır36. Ayrıca, sergide teşhir edilen mamullerden ödül verilecek ürünlerin belirlenmesi için bir jüri teşkil edilmiştir. Sergiyi ziyaret eden Ünlüler: Serginin açılışından itibaren Bursa’yı ziyarete gelenlerde çok artış olmuştur. İstanbul ile Mudanya arasındaki çalışan İdare-i Mahsusa vapurları gelen yolcuların tamamını alamadıkları için bazı günler ek vapur seferleri düzenlemek zorunda kalmışlardır. Şehrin han ve otelleri misafirler ile tamamen dolmuştur. Mudanya ile İstanbul arasında seyahat için gerekli olan mürur tezkiresi bu sergiden dolayı kaldırılmıştır. Bu da İstanbul’dan Bursa’ya pek çok kişinin gelmesine neden olmuştur. Sergiyi ziyaret edenler arasında meşhur kimseler de olmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır: Orman, Maadin ve Ziraat Nazırı Aristidi Paşa, İkinci Ordu Süvari Fırkası Kumandanı Ferik Prens Aziz Paşa, İdare-i Mahsusa Nazırı Halil Paşa, Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galip Bey, Bursa mebusları Hacı Ömer Efendi, Hafız Ahmed Efendi ve Sabri Bey, Karahisar mebusları Rıza Paşa ve Kamil Efendi, Istabl-ı Amire Müdürü Binbaşı Şerif Bey, Şura-yı Devlet Azası Azaryan 35 36 Aytaç Işıklı, Mümin Balkan, Türk Fuarcılık Tarihi, İstanbul 2007, s. 141. Işıklı-Balkan, aynı eser, s. 139. 282 Efendi, Manastır Mebusu Basri Bey, Düvel-i mütehâbbenin (birbirlerini dost sayan devletler) Bursa konsolosları, muharrir Ahmed Rasim Bey, Kaymakam Cemil Bey, Gemlik kaymakamı Rıfat Bey, Pazarköy kaymakamı Hamza Bey, Gökbuze Kaymakamı Faik Ali Bey, Mudanya kaymakamlığından Hasan ve Sufi Bey, Eskişehir, İnegöl, Balıkesir, Bandırma, Bilecik, Pazarköy, Karahisar, Gemlik, Kütahya ve Yenişehir mebus heyetleri, Mudanya-Bursa Demiryolu Şirketi idare meclisi üyesi Vandevur, Esbak Kütahya Muhasebecisi Şemsi Bey, Rüsumat Meclisi azasından Ali Bey, Dersaadet Eşya-yı Ayniye Müfettişi ve Mubâyaat Memuru Selahaddin Bey, Dersaadet Avusturya sefareti memurlarından Kont Pizati ile Londra’da yayımlanan Times gazetesi muhabiri Philip Garav, Manchester Guardian gazetesi muhabiri Kano, Servet-i Fünun sahibi Ahmed İhsan ve muhabiri Asaf Muammer ve diğer muhtelif gazetelerin muhabirleri bunlardan bazılarıdır37. Sultan Mehmed Reşad’ın Sergiyi Ziyareti Bunların yanında serginin en önemli ziyaretçisi doğal olarak Sultan Mehmed Reşad olmuştur. Serginin açılışından yaklaşık yedi hafta sonra Sultan Mehmed Reşad’ın sergiyi ziyaret etmesi büyük heyecan uyandırmıştır. Padişahın sergiyi ziyareti kesinleştikten sonra, İstanbul’dan çıkışından itibaren uygulanacak bir gidiş-geliş merasim programı hazırlanmıştır. Bu programa göre padişahın Bursa’ya hareketinde yapılacak olanlar şunlardır: 1- Vükelâ günlük elbiseleriyle, askeri erkân Cumalık elbise ile saray rıhtımında hazır bulunacaklardır. 2- Mevkilerden top atışı yapılacaktır. 3- Dolmabahçe Rıhtımı’nda, Sarayburnu’nda ve Selimiye’de askerler tarafından resmi tören yapılacaktır. 37 Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) s. 19; Bursa Sergisi, nr. 7, (21 Ağustos 1325) s. 82. 283 4- Limanda bulunan gemiler bayraklarla donatılacaktır. 5- Ertuğrul Vapur-ı Hümayununu takiben iki torpido refakat edeceklerdir. Sergi dönüşünde uygulanacak program ise şöyle olacaktır: 1- Vükelâ ve askeri erkân vapurla Adalara kadar giderek padişahı karşılayacaklardır. 2- Padişaha ait yat limana yaklaştığında top atışları yapılacaktır. 3- Dolmabahçe Rıhtımı’nda, Sarayburnu’nda ve Selimiye’de askerler tarafından resmi tören yapılacaktır. 4- Limanda bulunan gemiler bayraklarla donatılacaktır38. Söğüt halkının talebi doğrultusunda, Bursa mebus heyeti padişahın Bursa’ya geldikten sonra, söğüt kazasını da ziyaret etmesi için girişimde bulunmuşlardır. Mabeyn-i Hümâyun Başkitabet Dairesi’nden gönderilen cevapta, Bursa’ya gidildikten sonra şartlar uygun olursa, Sultan Mehmed Reşad Söğüt’e de ziyaret edebileceği ifade edilmiştir39. Padişahın sergiyi ziyaret edeceği duyulduktan sonra karşılamak için hazırlıklar yapılmıştır. Sergi şubeleri ve ürünler yeniden ve daha dikkatli bir şekilde tanzim edilmiştir. Diğer taraftan, padişahın, sergiyi Orhan Camii karşısındaki kapıdan girmesi kararlaştırıldığından, bu kapının açıldığı cadde süslenerek yeniden düzenlenmiştir. Girişe de halılar konmuştur40. Sultan Mehmed Reşad Bursa sergisini ziyaret etmek üzere önce Mudanya’ya uğramış sonra da Bursa’ya geçmiştir. Sultan Reşad’a veliahtlar Yusuf İzzeddin Efendi, Vahdettin Efendi ile Sadrazam ve Bahriye Nazırı da eşlik etmiştir. Sergiyi birkaç kez 38 39 40 BOA, İ.DH. 1477/1327-Ş-21. Ancak Söğüt’e ziyaret gerçekleşmemiştir. BOA, İ.HUS. 175/1327-R-54 Bursa Sergisi, nr. 7, (21 Ağustos 1325) s. 83. 284 gezen Sultan Reşad ayrıca alış veriş de yapmıştır. Sergiyi gezerken her şubeyi dikkatlice incelemiş ve ürünler hakkında bilgi almıştır. Sergiyi gezdiği sırada Bursa Valisi Azmi Bey ve sergi komisyonuna iltifatlar eden Sultan Reşad Bursa’dan memnun ayrılmıştır41. Daha sonra Sultan Mehmed Reşad’ın, Bursa ahalisinin kendisine gösterdiği muhabbet ve sadakatten duyduğu memnuniyeti dile getiren bir telgrafı Hüdavendigar Vilayeti’ne çekilmiştir42. Bunlardan başka, serginin, grup halinde 63 Bulgar ziyaretçisi de olmuştur. Hüseyin Mevsim’in Bulgar kaynaklarına dayanarak yaptığı araştırmasına göre, Bursa’da bir serginin düzenleneceğini haber alan Bulgaristan Ticaret ve Tarım Bakanlığı, hem Türk-Bulgar ilişkileri, hem de Bulgar tüccarları açısından faydalı olacağı ümidiyle İstanbul’u ve Bursa’yı kapsayan bir ticarî gezinin organize edilmesi fikrini ortaya atmıştı. Amaç, Osmanlı tüccarlarıyla tanışmak, pazarları araştırmak, İstanbul ve Bursa’da bulunan Ticaret ve Sanayi Odaları üyeleriyle yakın ilişkiler kurmak, TürkBulgar ekonomik ve ticarî ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamaktı43. Gezi haberi kamuoyuna duyurulduktan sonra büyük bir ilgi olduğu görülmüştür. Sofya ve Plovdiv ticaret odaları gezinin düzenlenmesini üstlenerek, özel bir tren tutmuşlardır. Hazırlıklar yapıldıktan sonra 9 Temmuz günü tren Sofya’dan İstanbul’a hareket etmiş ve heyet Edirne’de resmî törenlerle karşılanmıştır. Heyeti, İstanbul’da ise İstanbul Ticaret Odası sekreteri ve Bulgar ticarî ataşesi karşılamıştır. 12 Temmuz Pazar günü Haliç kıyısındaki Bulgar Aziz Stefan Kilisesi’nde düzenlenen ayinden sonra İstanbul’da yaşayan Bulgar tüccarlarla bir araya gelinmiş ve burada, İstanbul’da, başlıca amacı Osmanlı’yla ticarî ilişkilerin ge41 42 43 Işıklı-Balkan, a.g.e., s. 137. BOA, İ.HUS. 175/1327-R-50. Hüseyin Mevsim, “Sofya Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1909 Bursa Sergisi Raporu”, Osmanlı Modernleşmesi ve Bursa, Sempozyumu, Bursa Osmangazi Belediyesi Yayınları, Bursa 2009, s. 51. 285 nişletilmesi olacak bir Bulgar Ticaret Kurumu kurulması kararı alınmıştır. Ertesi gün İstanbul Ticaret Odası’na resmî bir ziyarette bulunulmuş, daha sonra da İstanbul borsası ve Hereke halıları satılan bir mağaza gezilmiştir44. 14 Temmuz günü 63 kişilik heyet İstanbul-Mudanya üzerinden Bursa’ya hareket etmiş ve heyet Bursa Garı’nda, resmî olarak Bursa Ticaret Odası başkanı, başkan yardımcısı, sekreteri ve birkaç üye, ayrıca valilik ve belediyeden birer temsilci tarafından karşılanmıştır. Aynı gün vali ve belediye, ertesi gün de Bursa Ticaret Odası ziyaret edilmiştir. Ziyaretler sırasında Osmanlı ile Bulgaristan arasında ekonomik zeminde karşılıklı anlaşmaların yapılması, bunun ötesinde dostluk ve yakınlaşmanın gerçekleştirilmesi ve Bulgaristan ile Bursa arasındaki ticaret bağlarının pekiştirilmesi için çeşitli görüşler dile getirilmiştir45. Bulgar heyetinin Bursa sergisi gezisi hem geziye katılan Bulgar gazeteciler hem de Sofya Ticaret ve Sanayi Odası yetkilileri tarafından dikkatlice takip edilmiştir. Gazeteciler sergi ile ilgili izlenimlerini gazetelerde okurlarıyla paylaşırken, Sofya Ticaret ve Sanayi Odası da konu ile ilgili ayrıntılı bir rapor hazırlamıştır46. Sergiyi Ziyaret Edenlerin Miktarı Sergiyi ziyaret edenlerin sayısı ve elde edilen hâsılatlar Bursa Sergisi Mecmuası’nda gün gün olarak ayrıntılı bir şekilde verilmiştir. Ulaşabildiğimiz nüshalardan iki haftalık ziyaretçi sayısı ve hâsılat miktarları şöyledir47: 44 45 46 47 Mevsim, a.g.m., s. 51-52. Mevsim, a.g.m., s. 52. Rapor ve gazete haberleri ile ilgili geniş bilgi için ayrıca bkz. Mevsim, a.g.m., s. 49-68. Bursa Sergisi, nr. 2, (17 Temmuz 1325) ve Bursa Sergisi, nr. 7, (21 Ağustos 1325). 286 Tarih Ziyaretçi Sayısı Açılış günü olan 10 Temmuz 1325 (23 Temmuz 1909) Cuma günü saat 7’den sonra ve gece 575 24 Temmuz Cumartesi 843 25 Temmuz Pazar 949 26 Temmuz Pazartesi 651 27 Temmuz Salı 694 28 Temmuz Çarşamba 1014 29 Temmuz Perşembe 769 İlk hafta toplamı 5495 İkinci hafta ziyaretçi sayısı 5914 Üçüncü hafta ziyaretçi sayısı 14 Ağustos Cuma 10.056 350 15 Ağustos Cumartesi 569 16 Ağustos Pazar 1102 17 Ağustos Pazartesi 556 18 Ağustos Salı 321 19 Ağustos Çarşamba 1190 20 Ağustos Perşembe 1306 Üçüncü hafta toplamı Dördüncü hafta sonunda toplam ziyaretçi sayısı 5394 26.859 Yukarıdaki tabloda verilen bilgilerden yola çıkarak on hafta boyunca sergiyi elli binin üzerinde ziyaretçi geldiği kabul edilebilir. Bununla birlikte, ilk hafta içinde giriş hâsılatı 10.432 kuruş ve diğer farklı kaynaklardan elde edilen 5132 kuruş olmak üzere toplam 15.564 kuruş gelir elde edilmiştir. Dördüncü haftada, giriş hâsılatı 7.021 kuruş ve diğer farklı kaynaklardan elde edilen 3.748 kuruş olmak üzere toplam 10.769 kuruş gelir elde edilmiştir. Önceki haftalarda elde edilenlerle birlikte dördüncü hafta sonundaki toplam hâsılat 60.252 kuruş olmuştur. 287 Yurtiçi ve yurtdışından da sergi için Bursa’ya gelen birçok gazeteci, sergi ile ilgili izlenimlerini gazetelerinde yayınlamışlar ve değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bu değerlendirmelerden anlaşıldığına göre Bulgarlar İstanbul ve Bursa’da Türk halkın ilgisinden, misafirperverliğinden memnun olmuşlardır. Fakat Bursa Sergisi gazetecilerin beklentisini karşılayamamış ve onları hayal kırıklığına uğratmıştır. Bursa sergisi ile Avrupa’daki diğer sergileri karşılaştırmaları bunda etkili olmuş ancak bir başlangıç olması ve ahali arasında bir ticari faaliyetlerin başlamasına ön ayak olması bakımlarından vali ve diğer yetkililerin bu teşebbüsü olumlu görülmüştür.48. Aynı şekilde Sofya Ticaret Odası da daha sonra Bursa Sergisi ile ilgili ayrıntılı bir rapor hazırlamıştır. Raporda sergiden övgüyle söz edilmiş ancak sergide görülen eksiklikler de dile getirilmiştir. Mesela, haklı olarak, okul, eğitim, ticaret ve nüfus hareketliliği, sağlık, ekonomik durum, hayvancılık, arıcılık, ormancılık, ulaşım araçları ve vilayetin yapısıyla ilgili birçok enstitü ve branşların sergide temsil edilmemesi bir eksiklik olarak görülmüştür49. Gazetecilerin eleştirileri haklı sebeplere dayanıyordu fakat sergiyi düzenleyen idareciler de bunun farkındaydı. Serginin üçdört ay içinde ve son derece kısıtlı imkânlarla hazırlandığı düşünülürse belki de bu kadar eleştiriyi hak etmeyecekti. 48 49 Bu gazetecilerin değerlendirmeleri ile ilgili yurtiçinden gazetecilere örnek için bkz. Asaf Muammer, “Bursa Sergisi”, Servet-i Fünun, nr. 948, (23 Temmuz 1325), s. 184-187; yurtdışında gazetecilere örnek için bkz. Sofya’da yayımlanan Akşam Postası Gazetesi muhabiri Petir Daskalov’un 1909 Temmuz ayı sonlarında yayımlanan “Anadolu’ya Bir Bakış” isimli makalesi. Mevsim, a.g.m., s. 48-57. Mevsim, a.g.m., s. 53. 288