Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Çin'in Uluslararası Politikası

2014

KARADENİZ TEKNİK ÜNİEVERSİTESİ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesİ Uluslararası İlişkiler Bölümü Çin’in Uluslararası Politikası (Orta Doğuyla bağlantısı: Türkiye, Mısır, Suriye, Filistin, İran ve Irak örneğinde) Ödevi hazırlayan: Umit SHABANOV +90 553 274 00 00 TRABZON 2014 Çin’in Uluslararası Politikası (Orta Doğuyla bağlantısı: Türkiye, Mısır, Suriye, Filistin, İran ve Irak örneğinde) İçindekiler: 1) Giriş. Çin Halk Cumhuriyeti a) Çin’in Dış Politikası b) Çin Dış Politikasından Arap Halk Ayaklanmalarına Bir Bakış c) Çin’in Dış İlişkilerin Geliştirilmesi d) Çin'in Başlıca Dışişleri Kuruluşları e) Çin'le Diplomatik İlişkisi Olan ülkelerin Listesi f) Cin’in Siyasi Sistemi 2) Çin’in Ortadoğu Politikası a) Çin’in Orta Doğu Halk Ayaklanmalarının Nedenlerine Bakışı Ve “Yasemin Devrimi” 3) Çin ve Türkiye İlişkileri: Çin’in Gözünde Türkiye a) Ticaret Dengesizliği b) Düşünce Kuruluşlarının İlişkileri c) Ekonomik İlişkileri d) Ekonomik-Ticaret Sorunları e) Siyasal İlişkiler Sorunu f) Türkiye’nin Şanghay işbirliği Örgütü Üyeliği 4) Çin ve Mısır İlişkileri a) Çin’in Mısır’a Desteği b) Çin’in Tutumu Üzerine Yorumlar c) Çin’in “Bekle ve Gör” Politikası d) Çin: Mısır Halkının Kararına Saygılıyız e) Muhammed Mursi'nin ziyareti f) Mısır ve Çin İlişkileri Derinleşiyor 5) Çin ve Filistin: Filistin Sorunu 6) Çin ve Suriye İlişkileri a) Çin’in Suriye Sorunu Üzerindeki Tutumu ve Nedeni 7) Çin ve İran İlişkileri a) İran Nükleer Sorunu b) Türkiye’nin Başarılı Girişimi ve Çin’in Tepkileri c) ABD’nin Yaptırım Taslağı ve Çin’in Tutumu d) Çin’in Türkiye Üzerindeki Düşünceleri 8) Çin ve Irak İlişkileri a) Irak'ın Ekonomisi b) Irak'taki Petrol Üretimi Patlaması Çin'e Yarıyor 9) Sonuç-Değerlendirmeler 10) Kaynakça ÇİN HALK CUMHURİYETİ Çinlilere göre, Çin, dünyanın merkezidir. Bu nedenle, Çincede Çin anlamına gelen Orta Krallık kelimesi kullanılmaktadır. Bu görüşe göre, dünyadaki bütün halklar ve krallıklar, ya da devletler, Göğün Oğlu Çin imparatoruna bağlıdır. Çinliler, kendilerinin dünyadaki en üstün medeniyet olduklarına inanır, diğer medeniyetleri ise kendilerine hizmet için var olduklarına kabul ederler. Ancak düşüncede bu kadar katı olmalarına rağmen, pratikte bir kez Çin imparatorunun hükümranlığını kabul ettikten sonra artık o kişi veya krallık Çin medeniyetinin bünyesine katılmış olur. Bu algılamanın aslında zorlayıcı bir yönü yok, yani imparatorun hükümranlığının kabul edilmesi aslında sembolik hatta dinsel bir ayin şeklindedir. Kabul etmeyenlere karşı sınırlı da olsa bazı yaptırımlar gelebilir; ancak bu da o dönemdeki Çin devletinin gücü ile doğru orantılıdır. Milenyum ile birlikte Çin, başta Şanghay İşbirliği Örgütü olmak üzere çeşitli basamakları kullanarak bölgesel güçten küresel güce terfi etti. 2002 yılında Komünist Parti’de yönetimin değişmesi ile Çin’in dünyaya bakışı Genel Sekreter Hu Jin Tao’nun milliyetçi yönünün daha ağır basması nedeniyle değişti. Yüzyıllar boyunca Batı dünyası Çin’in dünyayı algılama mantığını çözmek için olağanüstü çaba harcamıştır. Bu amaçla 1600′lü yıllardan itibaren misyonerler vasıtasıyla Çin hakkında yeterli olmasa da Batı dünyasında bilgiler belirmeye başlamıştır. Geleneksel olarak Çin’in dünya görüşü aslında binlerce yıl önceye gitmektedir. Geçen süre içerisinde bu düşünce hiçbir zaman geçerliliğini yitirmemiştir. Aslında Mao bu görüşe karşı çıkarak bir devrim gerçekleştirmiş ancak sonradan görmüş ki bu görüş gerçekte Çin’in ulusal kimliğini ve gücünü bir şekilde muhafaza etmiş ve Çin onurunu yükseltmiştir. 1950′lerden itibaren Mao, daha önce karşı çıktığı görüşe biraz daha yakınlaşmış. Komünist dönemde Çin Sovyetler Birliği’nin empoze ettiği Marksist-Leninist doktrin içerisine sıkıştırılmaya çalışılmış, fakat uygulanmaya çalışılan kalıp Çin’e uymamış, sonuçta tam tersi olmuş Çin, Markisizimi ve Leninizmi kendi bünyesi içerisine almış. Kuşkusuz bu Çin tarzı sosyalizmin gelişmesinde önemli bir faktör olmuş. Sovyetler Birliğine karşı aslında Çin medeniyetinin üstün gücü galip gelmiş ve Çin kendi yoluna gitmiştir. Bu bağlamda, Kültür Devrimi aslında devrim karşıtı güçlerle ya da kültür devriminin jargonuyla söylemek gerekirse halk düşmanlarıyla değil Çin’in dünya görüşüne karşı olan dinamiklerle de savaşmıştır. Esas, Çin’in bugünkü dünya görüşünü etkileyen sürecin başlangıcı Soğuk Savaşın bitimi olmuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD tarafından ilan edilen Yeni Dünya Düzeni, Çin tarafından benimsenmemiştir. Komünist Blokun çökmesiyle yalnız kalan Çin, ne tam manasıyla komünist bir ülke olmuş, ne de tam manasıyla kapitalist bir ülke olmuş. Sonuçta, Çin, 1990′ların ortalarından itibaren kendisini ve uluslararası sistemdeki yerini yeniden tanımlamaya gitmiştir. 1997′de yaşanan Asya finansal krizinden yara almadan kurtulmuştur. Japonya başta olmak üzere Güney Kore, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerin ekonomilerinin oldukça hasar gördüğü bu kriz en iyi Çin’e yaramıştır. Yabancı yatırımcılar bölgede tek istikrarlı ekonomi olarak gördükleri Çin’e yönelmişler, bu da Çin ekonomisinin büyümesine neden olmuştur. 1990′lardaki kendini yeniden tanımlama sürecinde Çin, ilk defa Doğu Asya’da büyük güç statüsüne talip oldu. 1950′lerden beri bu statü ABD’nin desteğiyle fiili olarak Japonya’nın elindeydi, fakat ekonomik krizin sarstığı Japonya’nın daha fazla bu statüyü devam ettirmesi zor gözüküyordu. Çin, ise yeni dönemde bu statünün takipçisi olacağının mesajını verdi. Bölge ülkeleri de beklenilen tepkileri verdi. Çin, binlerce yıldan beri bölgeye Çin’in hâkim olduğunu hatırlatarak, Büyük Güç Statüsünün Çin’in tarihten gelen bir hakkı ve mirası olduğunu her fırsatta vurgulamaktan da geri kalmadı. Çin’in dış Politikası   Çin Halk Cumhuriyeti, barışa yönelik bağımsız ve kendi başlattığı bir politika izlemektedir. Halk Cumhuriyetinin kurulmasını izleyen yıllarda geçici anayasa işlevi gören ÇHSDK Ortak Programı, şu hükmü içermektedir: "Çin Halk Cumhuriyeti'nin dış politikasının temelini oluşturan ilkeler şöyledir: bağımsızlık, özgürlük, vatanın bütünlüğü ve ülkenin egemenliğinin korunması, kalıcı uluslararası barış ve bütün ülkelerin halkları arasında dostane işbirliğinin desteklenmesi ve emperyalist saldırganlık ve savaş politikasına karşı çıkma." 1954'te hazırlanan ilk Anayasa, şu ilkeleri teyit etmiştir: "Uluslararası ilişkilerdeki kararlı ve tutarlı politikamız, soylu dünya barışı davası ve insanlığın ilerlemesi için çaba harcamaktır." 1982'de Beşinci Ulusal Halk Kongresi Beşinci Toplantısında kabul edilen Çin Halk Cumhuriyeti'nin değişiklik yapılmış Anayasası, açıkça şu hükümleri içermektedir: "Çin, öteki ülkelerle diplomatik ilişkiler ve ekonomik ve kültürel değişimlerin geliştirilmesinde bağımsız bir dış politika yanı sıra egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, karşılıklı saldırmazlık, birbirlerinin içişlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı yarar ve barış içinde birlikte yaşama şeklindeki beş ilkeye bağlı kalmaktadır; Çin, sürekli olarak emperyalizme, hegemonyacı lığa ve sömürgeciliğe karşı çıkmakta, öteki ülkelerin halkları ile birliği güçlendirmek için çalışmakta, ezilen ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeleri ulusal bağımsızlıklarını kazanma ve muhafaza etme ve kendi ulusal ekonomilerini geliştirmeye yönelik haklı mücadelelerinde desteklemekte ve dünya barışını korumak ve insanlığın ilerlemesini desteklemek için çaba harcamaktadır." Bu dış politika, sadece kağıt üzerinde kalmamakta, Çin'in uluslararası ilişkilerinde kararlılıkla uygulanmaktadır. 40 yılı aşkın bir süredir Çin, bu politikaya bağlı kalarak bağımsızlığını, egemenliğini ve şerefini korumuş, daha fazla dost kazanmış ve uluslararası itibarını artırmıştır. Bu şekilde öteki ülkelerle dostça ilişkiler geliştirilmesine ve insanlığın ilerlemesi davasının desteklenmesine katkıda bulunmuştur. Çin, bağımsız ve barışçı dış politikasını şaşmadan izliyor. Bu politikanın temel hedefi ülkenin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğünü korumak, reform ve dışa açılma uygulamaları ile modernizasyon inşası için elverişli uluslararası ortam yaratmak, dünya barışını korumak ve ortak gelişmeyi ilerletmektir. Bu politika esas olarak şu noktaları kapsıyor:   - Her zaman bağımsızlık ilkesini izlemek, herhangi bir büyük ülke ya da devletler topluluğuyla ittifak kurmamak, askeri blok kurmamak, silahlanma yarışına katılmamak ve askeri yayılmacılık peşinde koşmamak.   - Hegemonyacılığa karşı çıkarak dünya barışını korumak. Büyük ya da küçük, güçlü ya da zayıf, yoksul ya da zengin olsun, her ülke uluslararası toplumun eşit bir üyesidir. Ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar istişare yoluyla barışçı bir şekilde çözülmeli. Kuvvete başvurmamak ya da kuvvetle tehdide bulunmamak, herhangi bir bahaneyle başka ülkelerin içişlerine karışmamak b u politikanın unsurudur.    - Adil ve haklı yeni uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin kurulmasını aktif olarak ilerletmek. Barış içinde bir arada yaşamanın beş ilkesi ve diğer genel kabul gören uluslararası kurallar yeni uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin temeli olmalı.   - Egemenliğe ve toprak bütünlüğe karşılıklı saygı göstermek, karşılıklı saldırmazlık, birbirinin içişlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı yarar, barış içinde bir arada yaşamanın beş ilkesi temelinde tüm ülkelerle dostluk ve işbirliği ilişkileri kurmaya ve geliştirmeye hazır olmak.   - Çok yönlü dışa açılma politikası uygulamak, eşitlik ve karşılıklı yarar ilkesi temelinde dünya ülkeleri ve bölgeleriyle geniş ticari temasları, ekonomik ve teknolojik işbirliğini, bilimsel ve kültürel temasları geliştirmeye ve ortak refahı ilerletmeye hazır olmak.  - Çok taraflı diplomatik faaliyetlere aktif katılmak, dünya barışı ve bölgenin istikrarını koruyan önemli bir güç olmak. Bu ilkeler ilk defa Çin Başbakanı Cov Enlay tarafından Hindistan ile Tibet üzerine görüşmeler yapılırken ortaya atılmış; ama bu ilkeler 1962 yılında Çin ile Hindistan arasında sınır savaşının patlak vermesine engel olamamıştır. Çin dış politikası bölgesel olmaktan çok küresel bir etkiye yönelik oluşturulmuştur. Bu bağlamda Çin Dışişleri Bakanlığı hemen hemen dünyanın her bölgesi ile ilgili uzmanlardan oluşan bölümlerden oluşmaktadır. Çin, dış temsilciliklerine genelde o ülkenin dilini bilen büyükelçiler atar. Eğer mevcut değilse mutlaka o ülkenin dilini iyi bir şekilde bilen diplomatları Büyükelçinin emrine verir. Genelde Çin Dışişleri Bakanlığı’nın her ülkede mutlaka o ülkenin üniversitelerinde eğitim almış personeli bulunmaktadır.(Çin’in bir önceki Ankara Büyükelçisi Ankara Üniversitesi mezunudur) Çin Dışişleri Bakanlığı son zamanlarda büyük bir değişime tanıklık etmiştir. Merkezi hükümet dışişleri bakanlığını daha etkin kılmak için bir takım düzenlemelere gitmiştir. Bunun ilk sonucu da yeni Çin Dışişleri Bakanında görülmüştür. Çin tarihinde ilk defa meslekten gelen yani Çin Dışişleri Bakanlığı bünyesinde görev yapan birisi Çin Dışişleri Bakanlığına atandı. 27 Nisan 2007′de Yang Jiechi, Çin’in yeni dışişleri bakanı oldu. İlginç bir özgeçmişi var. 1975 yılında London School of Economics’ten mezun olmuş ve o dönemden 2007 yılına kadar Çin Dışişleri Bakanlığında çeşitli kademelerde çalışmış ve Batı’yı oldukça iyi biliyor. Görüldüğü gibi Çin’in dünyaya bakışında ideolojinin ötesinde pragmatik faydalar ve ulusal çıkarlar rol oynamakta ve bu yönde Çin’de kendisini revize etmektedir. Yeni atanan dışişleri bakanının ÇKP geçmişi pek fazla yok, yani o bir siyasetçi değil, aksine bir teknokrat. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana geçen 50 yıl içinde içeriği zenginleştirilen, düzeltilen ve geliştirilen Çin’in dış politikası daha da mükemmel hale gelerek, Çin’e özgü özellikler taşıyor. Gelecekte, dünyanın çok kutuplaşması ve ekonominin küreselleşmesi devam edecek. Uluslararası ilişkilerde büyük düzenlemeler yaşanmaktadır. Barış istemek, işbirliği yapmak ve gelişmeyi hızlandırmak tüm ülkelerin halklarının ortak arzusudur. Yeni yüzyılda, Çin’in diplomasisi hem fırsatlar hem de meydan okumalarla karşı karşıya bulunmaktadır. Her zaman uyanık olmak, gelecekte karşılaşılacak güçlükleri yenmek için hazırlıklar yapmak ve güvenlik bilinci ile müdahale bilincini güçlendirmek gerekiyor. Çin, uluslararası durumun değişme eğilimine göre, ülkenin uluslararası arenadaki konumunu doğru bir şekilde anlayıp, fırsatlardan yararlanarak ve meydan okumaları göğüsleyerek zarardan kaçınmaya ve yarar elde etmeye çalışacaktır. Çin, Deng Xiaoping’in diplomatik düşüncesini öğrenmeyi sürdürerek, genel sekreteri Hu Jintao olan Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin liderliğinde, bağımsız ve barışçı dış politikayı ciddiyetle izleyecektir, diplomatik çalışmaların yeni sayfalarını sürekli açacaktır ve sosyalist modernizasyon inşası için elverişli uluslararası barışçı ortamın yaratılması ve dünyanın barışı ve gelişmesi için katkı yapacaktır. Çin’in önemli bir küresel aktör olarak ortaya çıkmasındaki temel itici güç şüphesiz gerçekleştirmiş olduğu ekonomik atılımdır. OECD’de yapılan analizler, halen satın alma gücü paritesine göre dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan bu ülkenin 2020’ye kadar «yeni ekonomik süper güç» olabileceğini ortaya koymaktadır. Goldman Sachs’ın bir çalışmasında, çok ciddi bir siyasi-ekonomik bunalım, ya da doğal felaket çıkmaması ve büyümesini sürdürülebilir kılması durumunda, Çin’in 2050’de $44 trilyonluk GSMH büyüklüğüne ulaşacağını ve ABD’yi geride bırakacağını öngörülmektedir. Yönetim şekli tek partili sistem olan Çin, Komünist Parti’nin egemen olduğu bir Sosyalist Cumhuriyet’tir. Yerel yönetim bağlamında Çin Halk Cumhuriyeti, eyaletlere ve otonom bölgelere ayrılmıştır. Otonom bölgelerden özellikle ülkenin batısında bulunan Tibet ve Sincan Uygur Özerk bölgeleri, zaman zaman patlak veren iç karışıklıklar nedeniyle sorunlu bölgelerdir. Sonuç olarak, Çin, kendine has bir üslupla dünyayı okumaktadır. Bu okumadan çıkan sonuçlar ise belki de Yeni Dünya Düzenine alternatifi bir düzen olarak karşımıza çıkacak. Bu yeni düzen bir dayatma değil, aksine elbirliği ile gelişmeye açık bir ortak düzen olacaktır. Çin Dış Politikasından Arap Halk Ayaklanmalarına Bir Bakış Çin’in mevcut dış politikasındaki en büyük önceliklerinden ekonomik gelişimini devam ettirebilmesi için enerji güvenliğini sağlamaktır. Bu yüzden, Çin’in Arap halk ayaklanmalarına yaklaşımı, fazla risk almadan, kaosa fazla angaje olmadan aynı zamanda “sorumlu güç” imajına zarar vermeme üzerinedir. Çin’in Orta Doğu ayaklanmalarına yaklaşımında bir ikilemden bahsetmek mümkündür. Çin’in Arap halk ayaklanmalarına yaklaşımındaki ikilemlerin ortaya çıkmasındaki nedenler Çin’in büyük güç paradoksu, egemenlik anlayışı, prensip pragmatizmdir. Ortaya çıkan bu ikilemler Deng Xiaoping döneminde belirlenen “28 Karakter Stratejisi” ile de yakından ilgilidir. İlki 1800’lerin sonunda Arapların politik ve kültürel Rönesans’ının doğuşu ve modern dünyaya dâhil olmak için Hıristiyan Arap entelektüeller önderliğinde Osmanlı Devleti’ne karşı başlattıkları isyan hareketidir. İkincisi 1950’lerde Mısır’da Cemal Abdulnasır, Tunus’ta Habib Burgiba ve Suriye’de ve Irak’ta ilk nesil Baas liderlerinin başlatmış oldukları Arap milliyetçisi hareketlerdir. Üçüncü olarak da küresel çağda Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin bireysel olarak başlatmış olduğu halk tabanlı isyan hareketidir. Fuoad Ajami’nin üçüncü büyük ayaklanma olarak tanımladığı bu hareket diğer ikisinden farklı olarak, üstten aşağıya doğru değil, geniş halk kitlelerinin daha özgür bir yaşama sahip olmak için üst-yapıyı zorlamaktadırlar. Ayrıca devam etmekte olan Arap halk ayaklanmaları hem diğerlerinden daha geniş halk kitlelerine yayılmış olmaları ve demokrasi gibi daha meşru zeminde ilerlemeleri nedeniyle diğer ilk iki hareketten farklılık arz etmektedir. Aynı zamanda mevcut Arap Halk ayaklanmaları Ajami’nin tanımladığı ilk iki ayaklanmalarının sonuçlarının ortaya çıkardığı yapılara karşı yapılmaktadır. Diğer bir ifade ile son Arap halk ayaklanması ilk iki ayaklanmaya karşı yapılmaktadır. Bu çalışmada, iki yıldan fazla bir süredir devam etmekte olan ve zincirleme bir şekilde Mısır’a, Libya’ya, Yemen’e, Suriye’ye yayılan, diğer Orta Doğu ülkelerini de tehdit eden Orta Doğu’da bir istikrarsızlığa, köklü bir sosyo-kültürel eğişime dönüşüme neden olan halk ayaklanmalarına Çin’in yaklaşımı ve yaklaşımında etkili olan faktörler analiz edilmeye çalışılacaktır. Ayrıca, Orta Doğu’daki isyanların Çin için ne anlama geldiği, Çin’in yaklaşımının nasıl olduğu, nasıl algıladığı ve nasıl bir politika belirlediği bu çalışmanın cevap aradığı diğer sorulardır. Orta Doğu’da devam etmekte olan ayaklanmalar, Çin’in BMGK daimi beş üyesinden birisi olması, Orta Doğu ülkeleri ile yakın ticari ve enerji ilişkileri olması ve bu ayaklanmaların Çin’de de “Yasemin Devrimi” adı altında nüvelerinin görülmesi nedeniyle Çin’i yakından ilgilendirmektedir. Çin’in Orta Doğu’daki halk ayaklanmalarına yaklaşımında, tarihsel merkezlilik algısı, tarihi tecrübeler ve 1978’den itibaren Deng Xiaoping ile belirlenmeye başlanan büyük güç olma stratejisi gibi nedenlerden çeşitli paradoksların yaşandığı gözlenmektedir. Şanghay Fudan Üniversitesi, uluslararası ilişkiler profesörlerinden Wu Xinbo’nun “Çin Dış Politikasını Sınırlayan Dört Çelişki” isimli makalesinde Çin’in dış politikasında birinci çelişki olarak büyük güç paradoksu, ikinci olarak “açık kapı” politikası ile egemenlik endişesi, üçüncü olarak belirlediği prensipler ile izlediği dış politika pragmatizminin uyuşmaması ve dördüncü olarak da çok taraflılık ve tek taraflılık arasında yaşadığı ikilemdir. Çin Dış İlişkilerinin Geliştirilmesi Çin hükümeti, l Ekim 1949'da Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunun ilanı sırasında şu açıklamayı yapmıştır: "Bu hükümet, Çin Halk Cumhuriyeti halkını temsil eden tek meşru hükümettir. Eşitlik, karşılıklı yarar ve birbirlerinin toprak bütünlüğü ve egemenliği ilkelerine uymaya hazır olan bütün yabancı hükümetlerle diplomatik ilişki kurmayı arzulamaktadır". Tek bir Çin bulunmaktadır. Tayvan Eyaleti, Çin Halk Cumhuriyeti topraklarının ayrılmaz bir parçasıdır. Çin'le diplomatik ilişki kurmak isteyen her ülke, Tayvan makamları ile diplomatik ilişkilerini kesmeye ve Çin'in tek meşru hükümeti olarak Çin Halk Cumhuriyeti hükümetini tanımaya hazır olduğunu göstermelidir. Çin hükümeti, "iki Çin" veya "bir Çin, bir Tayvan" oluşturmayı planlayan hiç bir ülkeye veya Çin'le resmi diplomatik ilişkileri olan ülkelerin Tayvan makamları ile Çin Cumhurbaşkanı Jiang Zemin, 8-22 Mayıs 1996'da Afrika'daki Kenya, Etiyopya, Mısır, Mali, Namibya ve Zimbabwe ülkelerini ziyaret etti. Herhangi bir şekilde resmi ilişki kurmaya yönelik girişimlerine hoşgörü göstermeyecektir. Bu ilkelere uygun olarak hareket eden Çin, Ekim 1949 ve Mayıs 1951 tarihleri arasındaki 19 ay içinde 19 ülke ile diplomatik ilişki kurdu. 1950'lerin ikinci yarısı ile 1960'ların sonları arasındaki dönemde çok sayıda yeni bağımsızlığını kazanan ülke Çin'le diplomatik ilişki kurdu. 1969'in sonuna gelindiğinde Çin'le diplomatik ilişki kurmuş olan ülkelerin sayısı 50'ye çıkmıştı. 1970'lerde Çin ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine imkan veren kapı açıldı ve Çin'in Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi'ndeki meşru üyeliği iade edildi. Bu gelişmeler, Çin'in diplomatik ilişkilerinin yeni bir aşamaya girmesini sağladı. Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi gelişmiş ülkeler, Çin'le diplomatik ilişki kuran çok sayıda üçüncü Dünya ülkesine katıldılar. Böylece Çin'le diplomatik ilişki kuran ülkelerin sayısı 1979''a kadar 121'e yükseldi. 1980'lerde Asya, Afrika, Latin Amerika ve Okyanusya'daki başka ülkeler de Çin'le diplomatik ilişki kurdular. 1990'larin başından bu yana Çin, başka ülkeler yanı sıra eski Sovyetler Birliği’nden ortaya çıkan yeni bağımsızlılarını kazanan cumhuriyetlerle diplomatik ilişki kurmuştur. Ağustos 1996'ya gelindiğinde 159 ülke Çin'le diplomatik ilişki kurmuş bulunuyordu (ekteki listeye bakiniz). Çin'in Başlıca Dışişleri Kuruluşları Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. Bu hükümet birimi, öteki ülkelerle ilişkiler ve konsolosluk işlerinden sorumludur. Her eyalette, özerk bölgede, doğrudan Merkezi Hükümetin idaresindeki belediyede Dışişleri Bakanlığının idaresinde çalışan dışişleri daireleri bulunmaktadır. Çin Halk Yabancı ülkelerle Dostluk Derneği Mayıs 1954'te kurulan bu örgütün yegane amacı, Çin halkı ile bütün dünyadaki halklar arasındaki dostluk ve karşılıklı anlayışın geliştirilmesidir. Çin halkını temsil ederek bütün dünyadaki dost örgütler ve halklarla temaslar kurmakta ve mübadelede bulunmaktadır. Bu çalışmalar, Çin halkı ile bütün dünyadaki halklar arasındaki dostça ilişkilerde bir köprü işlevi görmesini sağlamaktadır. Dernek, bir çok eyalet, özerk bölge ve belediye ile doğrudan eyalet hükümetlerinin idaresinde bulunan kentlerde şube açmıştır. Çin Halk Dışişleri Enstitüsü Aralık 1949'da kurulan bu örgüt, uluslararası mübadeleler gerçekleştirilmesi ve halkın diplomatik faaliyetlerinin genişletilmesi yoluyla Çin halkı ile öteki ulusların halkları arasındaki karşılıklı anlayış ve dostluğun güçlendirilmesi, Çin'in uluslararası ilişkilerinin gelişiminin desteklenmesi ve dünya barışına katkıda bulunulması için uluslararası ilişkiler ve dış politika araştırmaları konusunda faaliyet göstermektedir. Enstitü, öteki ülkelerdeki siyasi eylemciler, diplomatlar ve başka önde gelen kişiler yanı sıra uluslararası konularda araştırma yapan örgütler ve akademisyenlerle temas kurmaktadır. Akademik konularda çeşitli halk konferansları ve sempozyumlar ile uluslararası ilişkilerin araştırılması ve fikir alışverişine yönelik başka faaliyetleri düzenlemekte ve katılmaktadır. Çin'le Diplomatik İlişkisi Olan ülkelerin Listesi Ülke Diplomatik İlişki kurma tarihi: Rusya 3 Ekim 1949 Laos 25 Nisan 1961 Bulgaristan 4 Ekim 1949 Uganda 18 Ekim 1962 Romanya 5 Ekim 1949 Kenya 14 Aralık 1963 Macaristan 6 Ekim 1949 Burundi 21 Aralık 1963 Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti 6 Ekim 1949 Fransa 27 Ocak 1964 Polonya 7 Ekim 1949 Kongo 22 Şubat 1964 Moğolistan 16 Ekim 1949 Tanzanya 26 Nisan 1964 Arnavutluk 23 Kasım 1949 Zambiya 29 Ekim 1964 Vietnam 18 Ocak 1950 Benin 12 Kasım 1964 Hindistan 1 Nisan 1950 Moritanya 19 Temmuz 1965 Endonezya 13 Nisan 1950 Kanada 13 Ekim 1970 İsveç 9 Mayıs 1950 Ekvator Gine’si 15 Ekim 1970 İtalya 6 Kasım 1970 Danimarka 11 Mayıs 1950 Etiyopya 24 Kasım 1970 Myanmar 8 Haziran 1950 Şili 15 Aralık 1970 İsviçre 14 Eylül 1950 Nijerya 10 Şubat 1971 Lihtenştayn 14 Eylül 1950 Kuveyt 22 Mart 1971 Finlandiya 28 Ekim 1950 Kamerun 26 Mart 1971 Pakistan 21 Mayıs 1951 San Marino 6 Mayıs 1971 Norveç 5 Ekim 1954 Avusturya 28 Mayıs 1971 Yugoslavya 2 Ocak 1955 Sierra Leone 29 Temmuz 1971 Afganistan 20 Ocak 1955 Türkiye 4 Ağustos 1 971 / Ekim 2010 Nepal 1 Ağustos 1955 Iran 16 Ağustos 1971 Mısır 30 Mayıs 1956 Belçika 25 Ekim 1971 Suriye 1 Ağustos 1956 Peru 2 Kasım 1971 Yemen 24 Eylül 1956 Lübnan 9 Kasım 1971 Sri Lanka 7 Şubat 1957 Ruanda 12 Kasım 1971 Kamboçya 19 Temmuz 1958 İzlanda 8 Aralık 1971 Irak 25 Ağustos 1958 Kıbrıs 14 Aralık 1971 Fas 1 Kasım 1958 Malta 31 Ocak 1972 Cezayir 20 Aralık 1958 Meksika 14 Şubat 1972 Sudan 4 Şubat 1959 Arjantin 19 Şubat 1972 Gine 4 Ekim 1959 İngiltere 13 Mart 1972 Gana 5 Temmuz 1960 Moritanya 15 Nisan 1972 Küba 28 Eylül 1960 Hollanda 18 Mayıs 1972 Mali 25 Ekim 1960 Yunanistan 5 Haziran 1 972 Somali 14 Aralık 1960 Guyana 27 Haziran 1972 Zaire 20 Şubat 1961 Togo 19 Eylül 1972 Çin’in siyasi sistemi Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasından bu yana 1954, 1975, 1978 ve 1982 yıllarında dört anayasa yürürlüğe konmuştur. Bugün Çin halkının katıldığı tartışmalardan sonra hazırlanan bugünkü anayasa, 4 Aralık 1982'de Besinci Ulusal Halk Kongresi Besinci Toplantısında onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiştir. Bu anayasa, 1954 yılındaki ilk anayasada yer alan temel ilkeleri sürdürürken mevcut, gerçekleri ye daha fazla kalkınma imkanlarını dikkate alarak Çin'in çalışma sürecinde elde edilen deneyimleri etkin bir şekilde ve öteki etkilerin ilgili deneyimlerini benimsemektedir. Bir nedenle, başlatılan yeni reform ve dışa açılma döneminde ülkenin siyasi ekonomik ve kültürel olarak daha ileri düzeye çıkarılmasına Çin'in kendi özelliklerini yansıtan bir anayasadır. Anayasa, devletin, temel görevinin bütün çabaları sosyalist modernleşmenin uygulanması üzerinde odaklaştırılması olduğunu açıkça belirtmekte, Dört Temel İlkenin (sosyalist yola bağlılık, halkın demokratik diktatörlüğüne bağlılık, (SPK’nın önderliğine bağlılık ve Marksizm-Leninizm ve Mao Zedong Öğretisine bağlılık) ülkenin temeli olduğunu vurgulamakta, reform ve dışa açılmanın, ulusal refaha ulaşma yolu olduğunun göstergesidir, bu nedenle, Çin halkının uyacağı açık bir çizgi vardır. Anayasaya ayrıca Çin'in siyasi yapısı ve kurumlarını, devlet organlarının teşkilatlanması ve bunların birbirleri ile ilişkilerini sistematik olarak açıklamaktadır. Anayasada öngörülen demokrasi ve özgürlükler ve haklar, var olma hakkı, gerçek kişi hakları ve siyasi haklardan ekonomik, kültürel ve sosyal haklara kadar uzanmaktadır. Mart 1993’te Sekizinci Ulusal Halk Kongresi Birinci Toplantısı, Anayasa’nın değişiklik yapılmış metnini onaylamıştır. Özellikle eklenen önemli ifade ve fikirler arasında "Çin'in hala sosyalizmin ilk aşamasında bulunduğu", "reform ve dış dünyaya açılmaya bağlılık", "çok partili işbirliği ve siyasi danışma", "devlet tarafından bir sosyalist pazar ekonomisi oluşturulması", "gelirin üretime bağlandığı köy ailesi sözleşme sistemi" bulunmaktadır. Uygulamada kanıtlanmış ve halk tarafından yaygın olarak benimsenen bu politikaların yasal biçimde teyidi ve uzun dönemli politikalar olarak kabul edilmeleri, Çin'in gelecekteki kalkınması için büyük önem taşımaktadır. Anayasa, giriş bölümüne ilave olarak dört bölüme ayrılmıştır: Genel İlkeler; Temel Haklar ve Vatandaşların Görevleri, Devletin Yapısı ve Ulusal Bayrak, Ulusal Sembol ve Başkent. Bunlar da 138 maddeyi içermektedir. Anayasa, seçme ve seçilme, ifade, basın, toplantı, dernek kurma, gösteri ve inanç özgürlükleri dahil olmak üzere her vatandasın temel haklarını garanti altına almaktadır. Vatandaşların kişi özgürlüğü yanı sıra kişisel şereflerinin ve evlerinin mukaddesiyetinin haksız müdahalelere karşı korunma hakları ihlal edilemez. Haberleşme özgürlüğü ve mahremiyeti yasa ile korunmaktadır. Vatandaşlar, herhangi bir devlet organı veya görevlisini eleştirme veya tavsiyede bulunma hakkına ve bunları denetleme hakkına sahiptir. Vatandaşlara çalışma ve dinlenme hakkı ve yaşlı, hasta veya özürlü olmaları halinde devlet ve toplumdan maddi yardım alma hakkı tanınmıştır. Vatandaşlar, eğitim görme hakkına ve bilimsel araştırma, edebi ve sanatsal faaliyetler ve öteki kültürel faaliyetlerle uğraşma özgürlüğüne sahiptir. Devletin Niteliği Anayasa, "Çin Halk Cumhuriyeti'nin işçi sınıfın önderliğindeki halkın demokratik diktatörlüğü altında yönetilen ve işçiler ve köylülerin ittifakına dayalı bir sosyalist devlet olduğunu" belirtmektedir. Bu, devletin özelliğini ve devlet sistemini tanımlamaktadır. Halkın demokratik diktatörlüğünün iki özelliği bulunmaktadır: demokrasi halkın içinde uygulanmaktadır; diktatörlük ise halkın düşmanlarına karşı uygulanmaktadır. Bu iki özellik, birbirleri ile yakından bağlantılıdır ve birlikte önemli bir bütün oluşturmaktadırlar. Halkın demokratik diktatörlüğü, proletaryanın Çin özelliklerini taşıyan diktatörlüğüdür. Çin'in özel koşulları üzerinde yükselen bu kurum, Yeni Çin'in siyasi iktidarının işçiler, köylüler ve ulusal burjuvazi tarafından ÇPK önderliğindeki yeni demokratik devrimle oluşturulan halkın siyasi iktidarı olduğunu yansıtmaktadır. Bu siyasi iktidarın geniş bir sınıf tabanına sahip olduğunu ve halkın, ülkenin efendisi olduğunu belirtmektedir. Yukarıda belirtilen temel haklara ilave olarak, kitleler, farklı düzeylerdeki halk kongrelerine gönderdikleri temsilcileri ve öteki çeşitli kanallarla yönetime ve devlet işlerinin denetimine katılmaktadır. Temel birimlerin demokratik biçimde yönetilmesi ve kitlelerin kendi kendilerini yönetmesi de Anayasa'da tanımlanmaktadır. Bu, halkın, ekonomik, kültürel ve toplumsal işleri doğrudan yönetmesine imkan vermektedir. Örneğin, devlete ait işletmeler ve kolektif ekonomik birimler, işçiler ve personelin veya bunların kongrelerinin toplantıları yoluyla demokratik yönetim uygulamaktadır. Kentlerde ve kırsal kesimde yaşayanların oluşturduğu kentliler komiteleri ve köylüler komiteleri, kendi kendilerini yöneten kitle örgütleridir. Bunlar, kendi bölgelerindeki kamu işlerini ve sosyal hizmetleri idare ederler ve bölgede oturanların görüşlerini, isteklerini ve önerilerini halk hükümetine iletirler. Devlet, sadece çok az sayıda vatan haini, karşı devrimci ve öteki azılı suçlulara karşı çoğunluğun demokratik haklarının sağlanması ve sosyalist yapılanmanın pürüzsüz bir şekilde ilerlemesi için diktatörlük uygulamaktadır. Halkın korunması ve düşmanın bastırılmasına ilave olarak devlet erkinin temel görevi, Çin'in güçlü, müreffeh, demokratik ve çok uygar bir sosyalist ülke haline getirilmesi için ekonomik ve kültürel yapılanmayı örgütlemek ve öncülük etmektir. Çin’in Ortadoğu Politikası: Filistin ve İsrail Barış Görüşmeleri Üzerine Filistin-İsrail Yeniden Barış Görüşmeleri ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin yürüttüğü arabuluculuk çalışmaları sonrası İsrail ve Filistin heyetleri görüşmelere yeniden başlamak için ilkesel anlaşmaya varmıştır. Bakan John Kerry 6 ay içerisinde 6 defa gerçekleştirdiği Ortadoğu ziyareti sonucunda İsrail-Filistin doğrudan nihai statü müzakerelerini 29 Temmuz akşam saatlerinde Washington’da başlatması planlanmıştır. İsrail’in yasadışı yerleşim bölgeleri nedeniyle doğrudan barış görüşmeleri 2010 yılında kopmuş ve yaklaşık 3 yıl aradan sonra yeniden başlatılacak olmasının Ortadoğu barışına katkılarda bulunacağı konusunda temkinli bakılmaktadır. Çin tarafı, 20 Temmuz’da Filistin-İsrail barış görüşmelerinin yeniden başlamasını memnuniyetle karşılandığını beyan etmiş ve ilgili tarafların çabalarını takdir ettiğini bildirmişti. Filistin-İsrail karşılaştığı zorlukların üstesinden gelerek somut sonuçları elde etmesini ummaktadır. Çin tarafı kendisinin de Ortadoğu barışında katkılarında bulunduğunu dile getirerek, “bu yıldan itibaren, Çin tarafı Filistinli ve İsrailli liderleri Çin’e davet ederek Filistin-İsrail barış görüşmesi ilgili uluslararası konferansı düzenlemekle aktif bir şekilde barış görüşmelerini teşvik etmiştir. Başkan Xi Jinping de Filistin sorunlara yönelik dört maddelik önerini ortaya koymuştu. Çin tarafı uluslararası toplum ile birlikte Filistin sorunlarının kapsamlı ve adil çözülmesi için aktif ve yapıcı rolünü icra edecektir” açıklamasını yapmıştır. 23 Temmuz’da, Çin’in BM Daimi Temsilci Yardımcısı Wang Min, BM Güvenlik Konseyi’nde Çin’in Ortadoğu durumu hakkındaki tutumunu izah etmişti. Wang Min’e göre, “Çin tarafı Filistin halkının meşru milli haklarına sahip olma mücadelesine her zaman desteklemiştir, daima Ortadoğu barış sürecini ilerletmesi için çabalamıştır”. Çin tarafı söz konusu sorunların Filistin-İsrail arasında barış görüşmeleri yoluyla çözüleceğini, 1967 yılı sınırına dayalı, Başkenti Doğu Kudüs olan ve tam egemenli bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını destekleyeceğini ve bu şekilde Filistin-İsrail iki ülkenin barış içinde yaşaması ve Ortadoğu’da barış ve istikrarın sağlanacağı inancındadır. Çin Hükümeti bu görüşmelerine eski görüşlerini tekrarlayarak temkinli yaklaşmaktadır. Çin’in Ortadoğu sorunu özel elçisi Wu Sike, Filistin-İsrail barış görüşme fırsatının doğru yakalanmalı derken, Çin uzmanları ise görüşmelerinin gerçekleşmesi nispeten kolay olmasına rağmen sorunların çözülmesi konusunda birçok zorlukları olduğunu kanaatindedirler. Çinli yorumcular söz konusu görüşmeleri “tanışma partisi” olarak nitelemektedir. Çin uzmanları, Ortadoğu’da yaşanan son olayları bölgedeki güçlerin Filistin sorunlara karışacak kapasitesinin zayıf kaldığı için Filistin-İsrail barış görüşmesinin ortamını yaratmış olduğunu ve ABD’de bu fırsatı yakalayıp görüşmeleri sürdürmeye karar vermiş olduğu görüşündedir. Çinli uzmanlar söz konusu görüşmeleri sadece ABD’nin gözetiminde Filistin-İsrail arasındaki görüşmelerle sonuca varamayacağını ve daha çok ilgili güçlerle birlikte sürdürmesi gerektiğini dile getirmektedir. Çin’in eski Ortadoğu sorunu özel elçisi Liu Baolai de ABD’nin barış görüşmeleri vesilesiyle Ortadoğu işlerinde liderlik konumunu sürdürmeye çalıştığı görüşündedir. Soğuk Savaş Öncesi Çin’in İsrail-Filistin Sorunu Politikası İsrail devleti, 14 Mayıs 1948’de bağımsızlığını ilan ettikten sonra dönemindeki Milliyetçi Çin Hükümeti 1 Mart 1949’da bu ülkeyi tanımıştı. Fakat Milliyetçi Çin Hükümeti, Çin Komünist Partisi’ne karşı iç savaşta kaybedince kıta Çin’i terk ederek Tayvan adasına yerleşirken, Çin Komünist Partisi, 1 Ekim 1949’da, Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan etmişti. Türkiye dâhil birçok Ortadoğu ülkeleri bu yeni ülkeyi tanımazken, İsrail ise 9 Ocak 1950’de Çin Komünist Partisi hâkimiyetini tanımıştı. Böylece İsrail Ortadoğu ülkeleri arasında Çin’i tanıyan ilk ülke olmuştu. Ortadoğu ülkeleri, 1956 yılında Mısır’ın Çin ile diplomasi ilişkileri kurmasının ardından Çin’i tanımaya başlamıştı. Özellikle 1971’de Çin’in BM üyeliği için Arap ülkeleri ciddi destek vermiş ve İsrail de olumlu oy kullanmıştı. Devamındaki yıllarında Çin de Mısır ve Sudan gibi anti Sovyetler Ortadoğu ülkelerine destek vermişti. Haziran 1950’de, Çin-İsrail iki ülke diplomasi ilişkilerini kurmak için görüşmeleri başlatmıştı. Ancak Kore Savaşı’nın başlaması (25 Haziran 1950-27 Temmuz 1953) ile Moskova’da devam eden iki ülke arasındaki diplomatik görüşmeler konjonktürel değişim nedeniyle askıya alınmıştı. Bu süreç ile beraber Çin Halk Cumhuriyeti müttefiki Sovyetleri Birliği’nin 17 Mayıs 1948’de İsrail’i tanımasına rağmen Filistinlileri destek vermeye başlamıştır. Çin, Yahudi halkının çektiği çileleri anladığını ve duygularını paylaştığını ifade etmekle İsrail’in emperyalist cephesinde yer almasına karşı çıkmaktaydı. Çin, Filistin halkının İsrail’e karşı çıkmalarını ve devlet kurmalarının haklı mücadelesi olarak tanımlamıştı. Çin’in Ortadoğu politikası bu gelişmeler çerçevesinde olgunlaşmanın başlangıcı olmuştur. Ekim 1977’de, Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın İsrail ziyareti Arap dünyasında büyük tepki almıştı, ancak Çin basını ise Arap-İsrail barışını desteklemiş ve siyasi yol ile Ortadoğu sorununa çözüm getirilmesi gerektiği ifadesini kullanmıştı. Bu şekilde dolaylı olarak İsrail’i de desteklemiş olacaktır. Çin, İsrail-Filistin sorunu üzerinde daha esnek politika sürdürmeye başlamıştır. Özelikle İsrail’in Çin’in BM üyeliğinde olumlu oy kullanması ikili ilişkileri yumuşatma işareti olarak algılanmış ve Çin’in İsrail eleştirmeleri ölçülü olmaya başlamıştır. 10 Nisan 1974’te, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Özel Oturumuna iştirak eden Çin heyeti başkanı Deng Xiaoping, “Arap ülkeleri ve Filistin halkları Dördüncü Ortadoğu Savaşı’nda, iki süper gücün kontrolü ve hem savaşmama hem de barışmama durumunu bozguna uğratmıştır, saldırgan İsrail’e karşı büyük başarı kazanmıştır” diye konuşmuştu. Deng Xiaoping aynı zamanda Arap petrol üreten ülkelerin İsrail ve onun Batı destekçilerine karşı ortak hareketini bir ilk olarak övgü ile söz etmişti. 25 Mart 1976’da, İsrail’in işgal altındaki Kudüs ve Batı Şeria bölgelerindeki Filistin halkına yapılan acımasız baskıdan dolayı Çinli yetkililer BM Güvenlik Konseyi tartışmasında olayın sebebini İsrail’in Filistin ve Arap topraklarını yasadışı olarak işgal etmesine bağlamıştı. Çin Başbakan Yardımcısı Geng Biao (1909-2000), 1978’da, ilk defa İsrail-Filistin politikasını ortaya koymuştu. Çin Hükümetine göre İsrail 1967 yılından buyana işgal ettiği bütün Arap topraklarından geri çekilecektir; kendi milli kaderini tayin hakkı ve ülkelerine dönebilmeleri ile devlet kurma dâhil Filistin halkının meşru ulusal hakları geri verilecektir; İsrail yönetiminin saldırgan ve genişleme politikasını devam ettirmesi ve Filistin halkının haklarını tanımayı reddetmesi halinde, Çin halkı kararlı bir şekilde Filistin halkının haklı mücadelesine desteğini son zaferi kazanıncaya kadar vermeye devam edecektir. Temmuz 1980’de, Çin Dışişleri Bakanı He Ying, Çin’in Filistin sorunu çözümü için üç ilkeyi ortaya koymuştu. Bu ilkelerin üçüncüsü ise, “Ortadoğu ülkelerinin umumiyetle bağımsız ve yaşama hakları vardır” idi. Bu ibareden İsrail’in de egemenliği tanımış olarak yorumlanmaktadır. 3 Aralık 1981’de, Çin’in BM daimi temsilcisi Ling Qing, BM Genel Kurulu Filistin sorunu üzerindeki tartışmasında Çin Hükümeti’nin Mart 1976’deki tutumunu tekrarlamış ve Ortadoğu ülkelerinin bağımsız ve yaşama hakları olduğunu yenilemiştir. Çin, İsrail’in Golan Tepeleri ilhak etmesi sonrası 16 Aralık 1981’de, BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i saldırganlık yapmak ile suçlamış ve İsrail’in Golan Tepelerin konumunu yasadışı bir şekilde değiştirmesine karşı çıktığını de ifade etmiştir. Ayrıca Suriye halkı, Filistin halkı ve Arap halkının ulusal haklarının iade edilmesi ve kaybettiği toprakları geri alması için yapılan haklı mücadelesine destek vermeye devam edeceğinin altını çizmiştir. Bununla birlikte Batı’nın İsrail yanlısı ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanımama politikasını da eleştirmiştir. Eylül 1988’de Çin Dışişleri Bakanı Qian Qichen Çin’in Ortadoğu sorunu çözümü için beş maddeli tutumunu beyan etmişti: Ortadoğu sorunu siyasî yollarla çözülmelidir; İşgal altındaki Arap toprakları iade edilmelidir; Filistin halkının meşru hakları geri verilmelidir, İsrail’in güvenliği de garanti altına alınmalıdır; BM Güvenlik Konseyi üye ülkeleri dâhil uluslararası Ortadoğu barış konferansına destek verilecektir; Ortadoğu taraflarının çeşitli şekildeki diyalogunu ve Filistin-İsrail iki tarafın karşılıklı birbirini tanınmalarına destek verilecektir. Burada İsrail’in güvenliği ve karşılıklı birbirini tanıması ilk defa ifade edilmiştir. 21 Kasım 1989’da, Çin vekilleri BM Genel 44. Kurulu Özel Siyasi Komitesi’ndeki konuşmasında Bakan Qian Qichen’in ortaya koyduğu politikasını tekrarlamıştı. Yine 1989 yılında, Çin Hükümeti, İsrail vatandaşı artık Hong Kong aktarmalı değil direk İsrail pasaportu ile Çin’i ziyaret edebileceği de ilan etmişti. Soğuk Savaş Sonrası Çin’in İsrail-Filistin Sorunu Politikası Çin lideri Mao Zedong’un ölümünden sonra Çin’in İsrail-Filistin sorunu üzerindeki ideolojik ve tek taraflı katı tutumu değişmeye başlamıştı. İki ülke diplomasi ilişkilerin tesis edinceye kadar Çin Hükümeti İsrail’i Siyonist varlık olarak tanımlamaktaydı. Ancak bu tutum Eylül 1988’de Çin Dışişleri Bakanı Qian Qichen’in beş maddeli tutumundan sonra yumuşamaya başlamıştır. Çin artık İsrail ile diplomasi ilişkileri tesis etmeni yollarını aramaya başlamıştı. Çin’i İsrail ile diplomasi ilişkiye güden bazı nedenleri vardı. İlk olarak, Soğuk Savaşın sona ermesiyle ideolojik savaş ta anlamsız kalmıştır. Çin’in ideolojik açından Filistin soruna yaklaşması pek de anlamlı olmadığı gibi uluslararasında destek araması da zorlaşmıştır. Üstelik İsrail’i tanımadan Ortadoğu barışına kapsamlı iştirak etme veya müdahale etmesinin gerekçesi sorgulanabilirdi. İkinci olarak, Çin, 1987’de yürürlüğüne koyan üç aşamalı kalkınma stratejisini gerçekleştirmenin peşine girmiştir. Çin’in dışa açılma politikasının 90’li yılların başından itibaren ilk başarısını elde etmişler ve ekonomi-ticaret menfaatlerini küresel çapında sürdürme niyetindeydi. Çin’in hayati çıkarları ile fazla ilişkileri olmayan bazı uluslararası sorunlara karşı tek taraflı politikasını yumuşatmaya karar vermişlerdi. Üstelik Çin, ulusal güvenliği ve kalkınması için yurtiçi ve yurtdışında istikrar ve barış ortamını yaratmaya çalışmaktaydı. Neticede, çatışmalar bütün ekonomi-ticaret faaliyetlere zarar vermekte idi. Bu bakımdan Çin, çatışmaların hepsinde diyalog yoluyla siyasî zeminde çözülmesi üzerinde sıkıca durmakta idi. Bu gelişmeler İsrail-Filistin sorunu üzerinde de yansımıştır. Üçüncü olarak, Çin’in kalkınması için dış sermaye ile teknolojiye ihtiyaç duymaktaydı ve İsrail ise tarımsal teknoloji ile askerî teknolojisiyle Çin’in malum ihtiyacını karşılamaktaydı. Dördüncü olarak, Çin artık kısa zamanda, İsrail-Filistin sorunun çözülmeyeceğini de anlamıştı. Beşinci olarak ise, ABD’deki Yahudi lobisidir ki, söz konusu lobi İsrail-Çin ilişkilerini geliştirilmesi için yaptığı çabaları ile birlikte ABD-Çin ilişkilerinin pekiştirmesinde önemli rol oynamıştır. Çin Başbakanı Li Peng’in “Dış İlişkileri Hatırası” (2008:693) kitabında yer alan bilgilere göre, 5 Ekim 1989 günü sabahında Halk Kongresi salonunda Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat (1929-2004) ile ziyafetle bir görüşme yapılmıştı. Bu görüşmede, Yaser Arafat Gazze halkının mücadelesini bir yıl daha sürdürülebilir ise, Filistin halkının mücadelesi kapsamlı bir zafere kavuşturulabilir diye konuşulmuştu. Çin lideri Li Peng ise, Arafat’ın bu sözüne şüphe etmiş ve iyimser tahminin biraz ileri gidildiği kanaatini getirmiştir. Li Peng de, Arafat’a Çin’in geleneksel beş maddeli Ortadoğu politikasını aktardıktan sonra, Arap ulusu ile Yahudi halkı bir arada barışçı yaşaması gerektiğini ilave etmişti. Çin bu maceradan çıkmak istiyordu. Çin’in İsrail ile diplomasi ilişkisini tesis etmek için ilk olarak Filistinleri ikna etmesi gerekmekteydi. Başbakan Li Peng’in Dış İlişkileri Hatırasına (2008:694) göre, 20 Aralık 1991’de Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat Çin’i ziyaret etmiş ve Başbakan Li Peng ile görüşmüştü. Li Peng, Çin’in (30 Ekim 1991’de İspanya’nın başkenti Madrid’de başlanan) Ortadoğu Barış Konferansı üçüncü aşamasına iştirak edeceğini ve Ortadoğu sorununun biran önce adil ve makul siyasî çözüme kavuşmasını istediğini anlatarak, Çin’in İsrail ile diplomasi ilişki kurma planını ifşa etmişti. Li Peng’e göre Arafat’ı ikna çabası sonuç almıştır. Çin İsrail’i tanımadan söz konusu konferansa katılması zor olacaktı. Arafat, kendisinin Çin’in kararına müdahale etme niyetinin olmadığını ancak İsrail bunun için bedel ödemesi gerektiğini belirtmişti. Yani Çin’in İsrail ile diplomasi ilişki kurmasının İsrail’in Filistin ve Arap ülkelere taviz vermesinin şartı olmalıdır. Li Peng, Çin ile İsrail arasında diplomasi ilişkileri kurduktan sonra da Filistin’i destekleme politikası değişmeyeceğinin altını çizmişti. Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Yang Fuchang Aralık 1991’de, İsrail’i ziyaret etmesi ve İsrail Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı David Levy’in Ocak 1992’de Çin’i ziyaret etmesiyle 24 Ocak 1992’de iki ülke arasında büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişkisi resmen kurulmuştur. Çin ve İsrail diplomatik ilişkilerin kurulmasına dair Ortak Bildiri ’sinde fazla konu yazılmamış ve İsrail Hükümeti, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Çin’in tek meşru hükümeti olarak tanıyacağı ve Tayvan’ın Çin toprağının ayrılmaz bir parçası olduğu yazılmaktadır. Ayrıca iki hükümet, uluslararası toplum tarafından kabul egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, karşılıklı saldırmazlık, iç işlerine karışmamak, eşitlik ve karşılıklı kârlı olmak ve bir arada barışçı yaşama ilkeleri üzerinde iki ülke ve iki halk arasındaki dostça işbirliği ilişkilerinin geliştirilmesi cümlesi yer almış, İsrail-Filistin sorununa hiç değinilmemiştir. Çin’in İsrail ile diplomatik ilişkilerini tesis etmesiyle Ortadoğu’daki bütün ülkelerle diplomatik ilişkilerinin tamamlanması gerçekleşmiş anlamına gelmektedir. Bu durum Çin’in İsrail-Filistin sorunu ile ilgili bütün sürece iştirak edebileceğini de göstermektedir. Bir anlamda birçok ülkeleri ilgilendiren Ortadoğu barış sürecinde diplomasi manevrasını daha rahat oynayabilmektedir. Buna rağmen Çin’in Filistin’i destekleme politikası söz konusu süreçte belirgin bir katkıda bulunmamıştır. Aralık 1997’de, Çin’in dışişlerinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Qian Qichen beş Ortadoğu ülkesini kapsayan bir geziye çıkmıştı ve Çin’in beş maddeli Ortadoğu sorunu ile ilişkin politikasını açıklamıştı: ilgili BM kararları temelinde “barışa karşı toprak” prensibine uymakla Ortadoğu barış sürecini sürdürmelidir; Anlaşmaya varılmış her türlü anlaşmaları özenle yerine getirmelidir; Her türlü terör ve şiddet faaliyetlere karşıdır; Bölgesel ekonomik ilişkileri ve işbirliği güçlendirilmelidir, Arap-İsrail arasında kademeli olarak karşılıklı güven inşa etmeli ve müşterek kalkınma ile refahı gerçekleştirmelidir; Uluslararası toplum, Ortadoğu’da kapsamlı, adil ve kalıcı barış çabalarının gerçekleşmesi için sorumluluğu vardır, Çin de bu sorumluluğu için kendine düşen katkıları yapacaktır. Bu da, 1988 yılından sonra Çin’in yeni İsrail-Filistin politik belgesidir. 30 Aralık 2004’te, İsrail ve Filistin’i ziyaret eden Çin dışişlerinden sorumlu Devlet Konsey üyesi Tang Jiaxuan, Ortadoğu sorunu için dört maddeli tutumunu beyan etmiştir: karşılıklı güven inşası ve barış görüşmeleri devam etmelidir; “Yol haritası” planı yeniden başlatılmalı ve bağımsız bir Filistin devleti kurulmalıdır; Ortadoğu’da kapsamlı ve kalıcı bir barış elde etmek için aktif arayış içinde olmalıdır; Uluslararası toplum barışı desteklemek için çabalarını artırmalıdır. Ancak Çin’in İsrail-Filistin politikası yaşanan bütün olumsuz gelişmelere karşı etkisiz kalmıştır. 2004’te Ortadoğu barış süreci ciddi bir yara almıştır. İsrail’in “Tek taraflı eylemleri” ilerletmesi, Filistinlileri ayıran İsrail duvarının inşası ve Arafat’ın ölümü sonrası gelişmelerine Çin’in müdahale kapasitesinin zayıf olduğu gözlemlenmektedir. 27 Kasım 2007’de Ortadoğu sorunu için düzenlenen Annapolis Konferansı’na iştirak eden Çin Dışişleri Bakanı beş maddeli tutumunu beyan etmiştir: Tarih gerçeklerine saygılı olmalı, her iki tarafın çıkarları gözetilmeli ve barış görüşmeleri yönlendirmelidir; Şiddetten vazgeçmeli, engeller kaldırılmalı ve barış görüşmeleri güveni sağlamlaştırmalıdır; Kapsamlı ilerleme ve dengeli kalkınmalı, barış görüşme atmosferi oluşturmalıdır; Kalkınmaya önem verilmeli, işbirliğini güçlendirmeli ve barış görüşme temelini sıkıştırmalıdır; Fikir birliği sağlanmalı, yatırım artırılmalı ve barış görüşmelerinin korunması güçlendirilmelidir. Çin’in Yeni Girişimleri Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in davetiyle Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas resmi bir ziyaret ile 5-7 Mayıs 2013 tarihlerinde Çin’i ziyaret etmişti. Çin Başbakanı Li Keqiang’in davetlisi olarak İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu da 6-10 Mayıs 2013 tarihlerinde Çin’i ziyaret etmişti. Filistin ile İsrail liderlerinin farklı düzeyde karşılamasıyla birlikte her iki liderin örtüşen tarihlerde Çin’i ziyaret etmesi uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Filistin ile İsrail liderlerinin Çin’de görüşebilirler mi sorusu ve Çin’in İsrail-Filistin sorunu çözümünde aktif bir role üstlendi mi sorusu ilgi çekmiştir. Filistin ve İsrail liderleri Çin’in davetini kabul ederek aynı dönemde Çin’i ziyaret etmesi bu iki ülkenin mevcut sorunların çözümünde Çin’in de dâhil olmasını istediğini göstermektedir, aynı şekilde ilgili tarafların Çin’in Ortadoğu barış süreci için harcadığı çabalarını takdir edeceğinde şüphe yoktur. Bu da Çin’in Ortadoğu sorunu üzerindeki etkisini yaratacağı gibi sorunun çözümünde ağırlığını da koyabilmenin fırsatını yaratmaktadır. Bu anlamda Filistin ve İsrail liderlerin Çin ziyareti Pekin vasıtasıyla dolaylı görüşmeler yapıldığı izlenimi bırakmaktadır. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hua Chunying’in 3 Mayıs 2013’teki basın toplantısında, bir soru üzerine Filistin ve İsrail liderleri eğer Çin’de görüşme niyetleri olursa, Çin tarafı gerekli yardımı sağlamak için hazır olduğunu beyan etmişti. Hua Chunying’in 6 Mayıs’taki basın toplantısında aynı cevabı vererek ayrıntı için şimdilik beyan edecek haber olmadığını ifade ederek gizemliliğini devam ettirmiştir. Biranda Pekin’de Camp David havası esmeye başlamıştı. Ancak Filistin ve İsrail liderleri arasında bir görüşme gerçekleşmemiştir. Çin kendi diplomasi stiliyle İsrail-Filistin soruna çözüm getirmeye çalışmaktadır. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hua Chunying’in 7 Mayıs 2013’teki basın toplantısında söz konusu iki liderin görüşmesinin gerçekleşmediğine göre Çin Ortadoğu barışı için nasıl bir yol izleyeceği sorusuna şu şekilde cevap vermiştir: “Çin, Ortadoğu barış sürecine önem vermektedir ve sürdürmesi konusunda kararlıdır, her zaman barış görüşmelerini teşvik etmeye çalışıyor. Çin’in Ortadoğu özel temsilcisi Büyükelçi Wu Sike, yakın zaman önce Filistin ve İsrail’i ziyaret etmiştir, şimdi Filistin ve İsrail liderlerini karşılamaktayız, dün ise Çin tarafı Filistin sorununun çözümü dair dört maddelik öneri ortaya koymuştur. Bütün bunlar Çin’in Ortadoğu barış görüşmelerinin biran önce başlatılması ve üzerinde somut ilerlemelerin sağlanması için gösterdiği önemli çabalarıdır. Çin, Ortadoğu barış sürecini kendi yöntemi ile aktif ve yapıcı rolünü icra etmeye devam edecektir”. Pekin, Ortadoğu sorununu ilgilendiren taraflarla birlikte barış sürecini sağlamasının yerine kendisi ve kendi yöntemlerle çözüm getirmenin izlenimi yaratmaktadır. Çin uzmanları da Çin’in Ortadoğu sorununa yönelik geliştirdiği bu tür politikasını batılıların anlaması gerektiğini belirtmektedir. Çin Sosyal Bilimler Akademisi Batı Asya-Kuzey Afrika Enstitüsü araştırmacısı He Wenping bu görüşü ileri sürerek Çin’in İsrail-Filistin sorununa çözüm girişimi için pozitif enerji yaratığı görüşündedir. Ortadoğu sorunu için Çin’in çabaları barış sürecine pozitif enerji yaratığı ifadesini daha önce Çin’in Ortadoğu özel temsilcisi Wu Sike de kullanmıştı. Başkan Xi Jinping’in liderliğindeki Çin yönetimi daha öncede olduğu gibi yeni yönetimin yeni Ortadoğu politikasını da ortaya koymuştur. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Filistin Devlet Başkanı Abbas ile görüşmesi esnasında Filistin sorunun çözümü için dört maddeli önerisini açıklamıştır: 1. Filistin’in bağımsız olması ve Filistin-İsrail barış içinde birlikte yaşaması için doğru yol üzerinde kararlarını sürdürmelidir. 1967 yılındaki sınırlar temelinde Başkenti Doğu Kudüs’te olan ve tam egemenlik bağımsız bir devletin kurulması Filistin halkının vazgeçilmez haklarıdır, bu da aynı zamanda Filistin sorununun çözüm anahtardır. Bununlar birlikte İsrail’in var olma haklarına ve yasal güvenlik kaygılarına tam saygı gösterilmelidir. 2. İsrail-Filistin barışı için tek yol ise görüşme olarak bilinmelidir. Filistin ve İsrail tarihin trendi takip etmeliler, barış görüşmeleri yolunda kararlı olmalıdır, karşılıklı anlayış ve çatışmasız hareket etmelidir. Şu anda acil olan yerleşim birimlerinin bina inşasının durdurulmasıdır. Masum sivillere karşı şiddetin durdurulması, Gazze Şeridi’nin ablukasının kaldırılması, Filistinli mahkûmlar sorununun makul çözümü için uygun önlemler alınmalı ve bunların barış görüşmelerinin yeniden başlatılması için gerekli koşulların yaratılmasıdır. Filistin’in iç barışının kapsamlı sağlanması ise barış görüşmelerinin yeniden başlatması için yardımcı olacaktır ve sürecin ilerlemesi için yararlı olacaktır. 3. “Toprağa karşı barış” prensipleri üzerinde kararlı durmalıdır. İlgili taraflar “toprağa karşı barış” prensibi, ilgili BM kararları ve Arap Barış Girişimi gibi hazır sonuçları üzerinde Ortadoğu barış sürecini kapsamlı ilerlemesini desteklemelidir. 4. Uluslararası toplumun barış sürecinin devam etmesi için önemli güvence sağlamalıdır. Uluslararası toplumun tarafları mevcut sorunlar üzerin sorumluluğu arttırmalı ve acile olmalılar, objektif ve tarafsız duruşu ile barış görüşmeleri aktif teşvik etmelidir, ayrıca Filistin insan kaynakları yetiştirme ve ekonomik kalkınma gibi diğer konularda çabaları artırmalıdır. Çin-Ortadoğu Diplomasi İlişkileri Tarihi 1 30 Mayıs 1956 Mısır 2 1 Ağustos 1956 Suriye 3 24 Eylül 1956 Yemen 4 25 Ağustos 1958 Irak 5 1 Kasım 1958 Fas 6 20 Aralık 1958 Cezayir 7 4 Şubat 1959 Sudan 8 10 Ocak 1964 Tunus 9 19 Temmuz 1965 Moritanya 10 22 Mart 1971 Kuveyt 11 9 Kasım 1971 Lübnan 12 7 Nisan 1977 Ürdün 13 25 Mayıs 1978 Umman 14 9 Ağustos 1978 Libya 15 4 Ağustos 1971 Türkiye 16 16 Ağustos 1971 İran 17 22 Mart 1971 Kıbrıs 18 1 Kasım 1984 Birleşik Arap Emirlikleri 19 9 Temmuz 1988 Katar 20 20 Kasım 1988 Filistin 21 18 Nisan 1989 Bahreyn 22 21 Temmuz 1990 Suudi Arabistan 23 24 Ocak 1992 İsrail Çin’in Orta Doğu Halk Ayaklanmalarının Nedenlerine Bakışı Ve “Yasemin Devrimi” Orta Doğu’daki halk ayaklanmaları ilk defa Tunus ve Mısır’da çıkmaya aşladığında, Çin’in neredeyse bütün Orta Doğu’yu saracak ve sarsacak olan bu hareketlenmeyi oldukça basit ve sıradan algıladığı görülmektedir. Çin medyası Mısır’da yapılan gösterileri ilk başlarda kanundışı, sıradan, etkisiz ve basit olduğu yönünde yayın yapmaktaydı. Fakat Şubat 2011 tarihinde Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali’nin ve Mısır’da da Hüsnü Mübarek’in iktidardan düşüşleri Çin’in Orta Doğu’da diktatör rejimler aleyhine esen bu “özgürlük” rüzgârlarına karşı daha temkinli davranmasına yol açmıştır. Özellikle Çin’de de “Yasemin Devrimi” adı altında internetteki çeşitli hareketlenmeler Çinli yöneticileri Orta Doğu’dakine benzer bir hareketin Çin’de de başlayabileceği endişesine yol açmış ve buna karşıda internet kısıtlamaları gibi çeşitli tedbirler alınmıştır. Bazı Çinli uzmanlara göre Çin’de Orta Doğu’dakine benzer bir ayaklanmanın çıkma ihtimali yoktur ve bu Batı medyasının bu yöndeki yayınlarından ibarettir. Çinli uzmanlara göre Orta Doğu’da ayaklanmaların çıkmasına neden olan faktörler Çin’de yoktur ve kısa dönemde de oluşması muhtemel görülmemektedir. Yine Çinli uzmanlara göre, Orta Doğu’daki ayaklanmaların kaynağı uzun zamandır var olan sosyo-ekonomik sorunlardır. Orta Doğu’daki düşük oranlı ekonomik büyüme, işsizliğin yüksek seviyelerde olması, yaygın olan yoksulluk, yüksek doğum oranı ve eğitimsizlik gibi faktörlerin bir araya gelmesi bölgede isyanın patlak vermesine neden olmuştur. Ayrıca Orta Doğu’daki gelir dağılımındaki adaletsizliğin her geçen gün daha da fazla artması özellikle genç nüfusu öfkelendirmektedir. Yukarıda sayılan ekonomik temelli faktörlerin yanı sıra bölgedeki anti-demokratik siyasi sistemler, siyasi sistemin seküler ya da dini olması fark etmeksizin siyasi katılımı engellemektedir. Ayrıca seçimlerin yapıldığı bazı Arap ülkelerinde dahi Baas Partisi gibi bazı partilerin ayrıcalıklı bir yerinin olması halkın kendi meşru yöneticilerini seçmelerinin önünde engel olarak durmaktadır. Bunlara ek olarak Orta Doğu Arap yöneticilerin kendi iktidarlarını devam ettirmek için Filistin sorunu gibi bölge insanının hassas olduğu sorunları iç politikada kullanmaları ve İsrail’e özellikle BMGK’de her zaman destek olan ABD ile yakın ilişkiler içeri sinde olmaları da yöneticilerin meşruiyetinin daha fazla sorgulanmasına neden olmaktadır. Bölgede var olan ekonomik ve siyasi sorunların dünya ekonomik krizi ve küreselleşme ile dünyadaki etkileşiminin hızlanması sonucunda bölgede birikmiş olan potansiyel enerji kinetik enerjiye dönüşmüş ve isyanlara yol açmıştır. Çinli uzmanlar yukarıda bahsedilen sorunların Çin’de mevcut olmadığını öne sürmektedirler. Çünkü Çin’de her 10 senede bir devlet başkanı değişmektedir. Çin’de Batı tarzı bir demokrasiden bahsedilemezse de, 90 milyon üyeye sahip Çin Komünist Partisi’nde parti içi demokrasiden ve istişare kurullarından bahsetmenin mümkün olduğunu savunmaktadırlar. Ayrıca Orta Doğu ülkeleri reform yapmakta direnmekte ve Soğuk Savaş döneminden kalma yapılarını korumakta oldukça ısrarcı olmalarına rağmen, Çin 1978’den itibaren ekonomik ve siyasi reformlar yapmak suretiyle bir dönüşüm içerisindedir. Diğer yandan Çin’de işçi ücretlerinin düşük olmasına rağmen, Çin her yıl çektiği doğrudan yabancı yatırımlar ve Çinli şirketlerin yaptığı yatırımlarla devasa iş sahaları açmaktadır. Her ne kadar Çin’de büyük sorunlara açacak işsizlik olmasa da düşük işçi ücretleri Çinli uzmanlara göre kısa ve orta vadede soruna yol açabilmesi muhtemel gözükmektedir. Diğer yandan Çin’in uluslararası arenada hızla yükselmesi ve büyük bir güç olarak ortaya çıkması Çinlilerin ülkelerinin başarılarıyla gurur duymalarına ve milli kimliklerinin güçlenmesi de Çinlilerin duygularını Orta Doğu halklarının duygularından farklılaştırmaktadır. 1978’den itibaren hızlı bir şekilde dünyaya açılan Çin çok başarılı ekonomik reformlar yapmasına rağmen aynı reform isteği ve hızı siyasi alanda görülmemektedir. Özellikle Çinli Nobel Barış ödülü sahibi Liu Xiaobo’nun “Tanrı’nın Çin’e bir hediyesi” olarak nitelediği internetin her tarafa ulaşıyor olması Çin’in ve Çinlilerin dünya ile etkileşimini kaçınılmaz kılmaktadır. Ayaklanma çıkma olasılığı sadece ekonomik nedenlerden dolayı olmayabilir. Çin’in dünya ile etkileşiminin artması her kesimden Çinlilerin daha fazla liberal politikalar talep etmesine neden olacağı aşikârdır. Yukarıda tartışılan noktalar ve Arap Halk ayaklanmalarının Suriye’de olduğu gibi çıkmaza girmesi beraber ele alındığında Çin’de bir “yasemin devriminin” gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimal dâhilindedir. Çin ve Türkiye İlişkileri: Çin’in Gözünde Türkiye Çinliler, Türkiye’yi Göktürkler, Kore Savaşı, güçlü ordu, Asya ile Avrupa köprüsü gibi sözcüklerle tanımaktaydı. Ayrıca Türkiye, Doğu Türkistan bağımsızlık hareketine destek veren bir ülke olarak da belirtilmektedir, özellikle 5 Temmuz Urumçi olayları sonrası bu kanıt daha da güçlenmiştir. Son yıllarda Türkler oynadıkları futbolla da tanınmıştı, 2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde dünya üçüncüsü olan Türkiye, grubun son maçında Çin’i 3-0 yenmişti. Benzer durum 8 yıl sonra da yaşanmış ve 2 Eylül 2010’da FİBA 2010 Dünya kupası karşılaşmalarında Türkiye-Çin basketbol maçı 87-40 olarak sonuçlanmıştı. Çin basınında bu maç, Çin’in utancı olarak tanımlanmıştı. Bunun yanında Türkiye’nin ekonomisinin yükselişi ve izlediği bölgesel politika, Çinlilerin nezdinde Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğunu ortaya koymuştu. Bazıları bunu Türklerin ihtirasa olan hevesi olarak nitelemektedir. Bazı Çinli gazeteciler, Çinlilerin İstanbul’un restoranlarında kandırıldığını ve taksiciler tarafından enayi gibi dolandırdığını Çin basınına yansıtmaktadır. Fakat Çinliler Türkiye’yi tanıdıkça, Türkiye hakkındaki yorumları ve araştırmaları da çoğalmaya başlamıştır. Türkiye: Yükselmekte Olan Güç Çinlilerin gözünde Türkiye de yükselmekte olan güçlerin arasındadır. Türkiye’nin nüfus yapısı ve küresel ekonomik krize direnebilen ekonomik gücü, Çinlilerin ilgisini çekmektedir. CIVETS grubunda yer alan Türkiye, ekonomik büyümesi ve istikrarı sağlamış borsası nedeniyle yatırıma uygun bir ülke olarak değerlendirilmektedir. Çin’in 173 bin tirajıyla bilinen Qingnian Cankao gazetesinin baş yazarı Sun Lizhou, kaleme aldığı “CIVETS Altısı’nın Başı Türkiye Yön Değiştiriyor Mu?” yazısında, Türkiye’nin İslamî geleneğine geri dönüş yaptığını ileri sürmüştür. Çinli yazar, HSBC CEO’su Michael Geoghegan’ın Nisan 2010’da ortaya attığı CIVETS kavramına değinmiş ve Türkiye dâhil Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır ve Güney Afrika’dan oluşan CIVETS grubunun gelecek 10 yılda BRIC ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ekonomik büyümede gösterdiği başarıyı yakalayacağını belirtmiştir. Türkiye’nin ise her türlü ekonomik ve sosyal verileriyle CIVETS grubunun başına geçtiğini ve yakın dönemde meydana gelen dış politika ayarlamasının sermayesi olduğunu ileri sürmektedir. Sun Lizhou’nun, Türkiye’yi yakından takip eden bir yazar olarak Türkiye Ermeni Tasarısına Kızdı, ABD Hükümeti Yangını Söndürdü (9 Mart 2010), Darbe Teşebbüs Balyozu Türkiye Siyasetini Altüst Etti (27 Şubat 2010) ve Türkiye Başbakanı Erdoğan Her Zaman Aşırıdır (21 Temmuz 2009) gibi yorum yazıları vardır. Misk kedisi anlamına gelen CIVETS, Türkiye dâhil Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır ve Güney Afrika ülkelerinin adlarının ilk harflerinden oluşan ve yükselmekte olan yeni güçlere verilmiş bir kavramdır. Söz konusu kavram ilk defa 26 Kasım 2009’da yayımlanan The Economist dergisinde yer almıştır. Nisan 2010’da HSBC CEO’su ve ekonomist Michael Geoghegan, Hong Kong’da Amerikan Ticaret Odası’nda yaptığı konuşmada CIVETS kavramını resmen tanımlamıştır ve Michael Geoghegan’a göre, BRIC ülkelerinin son on yılda gösterdikleri dinamik büyümenin ardından, CIVETS olarak anılan ve Türkiye’nin de dâhil olduğu altı ülkenin gelecek 10 yılda yakından izlenmesi gerekmektedir. Michael Geoghegan’ın araştırmasına göre, CIVETS grubunda yer alan ülkelerin her birinin çok parlak birer geleceği vardır. Hepsi de büyük, genç ve artan nüfusa sahiptir. Her biri çeşitlilik arz eden dinamik ekonomilere sahiptir. Ayrıca her biri nispeten siyasi olarak istikrarlıdır. En önemlisi söz konusu yükselen yeni güçlerin başarısı nedeniyle Avrupa ve ABD gibi geleneksel ekonomi merkezlerinin mevcut etki ve konumları değişebilir. Bazı uzmanlar, CIVETS grubunun yükselme ihtimalinin mevcut olduğunu ve Türkiye’nin ekonomik anlamda büyümesinin yollarını da göstermektedir. Michael Geoghegan’ın ortaya koyduğu CIVETS kavramı ilgi çekmeye devam etmektedir ve söz konusu kavramı anlamak için yapılan yorumlar ve araştırmalar da mevcuttur. Batı kaynaklı analizlerde CIVETS grubunun, dünyanın geleceğini etkileyeceği ileri sürülürken, bazı Çinli uzmanlara göre, CIVETS kavramı tamamen ABD’nin ve BRIC ülkelerinin etkisini kırmak için ortaya atılmıştır; bu da ABD’nin ekonomik yayılmacılığının hedef alınacağını göstermektedir. Çinli uzmanlar CIVETS kavramını, spekülasyon güdüsünün ürünü olarak tanımlamaktadır. Baş yazar Sun Lizhou, Türkiye’nin CIVETS grubundaki liderlik konumunu da değerlendirmiştir. Türkiye, 76,8 milyon nüfusuyla dünya on yedincisidir, CIVETS grubunda Endonezya’dan hemen sonra ikinci sıradadır; diğer ekonomik ve sosyal göstergeleri de Türkiye’nin CIVETS grubundaki liderlik durumunu göstermektedir. Dünya Bankası ve IMF’nin döviz kuruyla yaptığı hesaplamalarda, Türkiye’nin gayri safi yurtiçi hâsılası (GSYİH) uluslararası sıralamada on yedincidir (Çin ikinci sıradadır), CIVETS grubunda ise birinci sıradadır. Satın alma gücü paritesi hesaplamasına göre Türkiye’nin GSYİH, IMF’nin sıralamasında on altıncı, Dünya Bankası’nın sıralamasında on beşincidir (Çin birincidir), yani Türkiye, CIVETS grubunda da birincidir. Ayrıca Türkiye’nin kişi başına GSYİH da CIVETS grubunda birincidir ve askerî harcamaları dünyanın on altıncısı olup yine CIVETS grubunda birinci olarak yerini almıştır. 15 Ağustos’ta yayımlanan Newsweek dergisinde yer alan Dünyanın En İyi 100 Ülkesi listesinde Türkiye 52, Güney Afrika 82, Kolombiya 62, Endonezya 73, Vietnam 81 ve Mısır 74. sırada yer almıştır. Newsweek dergisinin ekonomi, siyaset, sağlık ve hayat kalitesi gibi kriterleri dikkate alarak yaptığı sıralamada Çin, 59. sıradadır. Sun Lizhou’ya göre, Türkiye’nin hizmet sektörü GSYİH’nın %61’i, sanayi sektörü %25,6’sı ve tarım sektörü ancak % 9,3’ünü oluşturmaktadır. Bu rakamlara göre Türkiye, gelişmiş ülkelerin oranına yakındır. Türkiye’nin nüfusunun %99,8’i Müslüman’dır ve NATO’nun tek Müslüman üyesidir. Batı ile Müslüman dünyası arasında köprü rolünü üstlenmiş olan Türkiye’nin uluslararası konumu, CIVETS grubunun diğer beş ülkesiyle kıyaslanamayacak avantaja sahiptir. Ancak başyazar Sun Lizhou, Türkiye’nin önemli bir güç olmasında bazı engeller olduğuna dikkat çekmektedir. Türkiye yüz ölçümü olarak ancak dünyanın 37. sırasındadır, bu da Türkiye’nin bölgesel büyük güç olma hırsı ile uyuşmamaktadır. Türkiye’nin ekonomisi geleneksel tarım karışımı ile modern sanayi ve ticaretin karışımıdır; işgücünün %30’u tarım işleri ile meşguldür. Türkiye’nin en büyük sanayi sektörü tekstil ve konfeksiyondur ve uluslararası pazarlarda ciddi rekabet ile karşı karşıyadır. Diğer sektörleri, özellikle otomotiv ve elektronik sanayisi hızlı bir gelişme sergilemektedir ve ihracat payı tekstili geçmiş durumdadır. Ancak endüstri işgücünün 1/3’i hala tekstil sektöründedir. Genel olarak, endüstriyel yapısı itibarıyla Türkiye geridedir, özellikle yüksek teknoloji alanında kayda değer bir şey yoktur. 2008 yılının rakamına göre, Türkiye’de nüfusun %17.11’i hâlâ yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Son yirmi yıldan beri Türkiye’nin ekonomik büyümesi %6’nın üzerindedir, ancak 1994, 1999, 2001 ve 2009 yıllarında negatif büyümeler yaşanmıştır. 2009 yılı ekonomik büyüme oranı -5.6%, sanayi büyüme hızı % -11.8 ve ticaret açığı 25 milyar dolardır. Sun Lizhou’ya göre, Türkiye’nin bölgesel büyük güç olmasının önündeki eksikler sadece bunlardan ibaret değildir, aynı zamanda sınır anlaşmazlıkları ve etnik sorunlar da söz konusudur. Ege Bölgesinde, Türkiye ile Yunanistan arasında toprak, karasuları ve hava sahası alanında anlaşmazlıklar vardır. Türkiye’nin desteklediği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hiçbir devlet tarafından tanınmamıştır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır hâlâ kapalıdır. Suriye ve Irak, Türkiye’nin, Fırat Nehri’nin yukarısında baraj inşa etmesinden memnun değillerdir. CIA’nin 2008 yılındaki tahminlerine göre Türkiye’deki Kürt nüfusu % 18’dir, Türk ordusu ile PKK militanları arasındaki savaşlar yıllardır devam etmekte, bu da Türk ordusunun ABD’den sonra NATO’da ikinci sırada olmasını sağlamaktadır. CIA’nin 2005 yılındaki tahminine göre, Türkiye’nin askerî harcamaları GSYİH’nın % 5,3 payını oluşturmaktadır, bu oran NATO üye ülkeleri arasında en yükseklerden biri olarak gösterilmektedir. Çinlilerin gözünde Türkiye de yükselmekte olan güçlerin arasındadır. Türkiye’nin nüfus yapısı ve küresel ekonomik krize direnebilen ekonomik gücü, Çinlilerin ilgisini çekmektedir. CIVETS grubunda yer alan Türkiye, ekonomik büyümesi ve istikrarı sağlamış borsası nedeniyle yatırıma uygun bir ülke olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’nin Dış Politika Stratejisi Değişiyor Baş yazar Sun Lizhou’ya göre, Türkiye, 1950’li yıllarında NATO’ya üye olmuş, sonra önemli dış politika konuları da ABD ile uyumlu olarak devam etmiştir. Ancak son iki yıldan beri Türkiye, Ortadoğu meselelerinde giderek bağımsızlık politika izlemeye başlamıştır. Yani Türkiye, kendi konumunu yeniden düşünmektedir. Sun Lizhou, The Economist dergisindeki 10 Haziran 2010 tarihli bir yazıya dayanarak, Türkiye’nin İsrail ve İran üzerindeki tutumundan dolayı dış politikasının Batı ile ayrışma yoluna gittiğini belirtmektedir. Yani Türkiye aslında uluslararası sistemdeki yerini tekrar düşünmektedir. Sun Lizhou, Türkiye’nin dış politika ayarlamasını, Türkiye’nin milli konumunu yeniden düşünmesinin yansıması olarak değerlendirmiştir. Uzun yıldan beri kimlik sorunu Türk milletini sıkıntıya sokmaktadır. Bir yanda, Türkler kendilerinin Avrupa ile Asya’yı bağlayan coğrafi konumundan gurur duymaktadır, diğer yandan, milli tarih temelindeki sorunları, yani eski bir göçmen halkından kurulmuş ülkesi olarak Türk halkı, Ege medeniyeti ile Orta Asya bozkır medeniyeti arasında gidip gelmektedir; toplumsal düşünce bakımından ise İslâmî gelenekleri ile laiklik ve modernleşme arasında duraksama yaşanmaktadır. Son yıllarda İslâmî kökeni olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) nin iktidara gelmesiyle, bu tür duraksamalar yerini dinî geleneklerine bırakmaktadır. Yani Türkiye’nin dış politikasındaki değişiklikler, iktidara gelen AK Parti ile ilgilidir. Türkiye, hızlı ekonomik büyümesi, Rusya ile Ortadoğu pazarlarına girmesi ve büyük yatırım çekmesi ile birlikte siyasî ve dış politikada yaşadığı değişiklikleri en çok Batılılar hissetmiştir. Bazıları, Türkiye’deki bu değişiklikleri radikal dönüşüm olarak nitelemeye çalışmaktadır. Çinli uzmanlar da bu değişiklikleri gözlemlemektedir. Bazı gazeteciler, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gerginleşmesini inceleyerek, Türkiye dış politikasının yön değiştirdiğini ileri sürmektedir. Çinli uzmanlara göre, Türkiye’nin yüksek sesle Ortadoğu işlerine karışması zaten bölgenin karmaşık durumunu daha da belirsiz hale getirmektedir. İran, Suriye ve Hamas gibi oyuncularla yakın ilişkileri ve İsrail’e karşı sergilenen düşmanca tutum, Türkiye-ABD ilişkilerini etkilemektedir. Türkiye eskiden ABD ile dosttu, şimdi ise bu ilişkiler düşmanlığa dönüşmektedir. Çin tarafı, Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasındaki ticaret miktarının nispeten azaldığını ve Doğu ülkeleriyle ticaret ilişkilerinin arttığını gözlemlenmiştir. Türkiye’nin son yıllarda Doğu’ya yönelik siyasî ve ekonomik ilişkilerini arttırması, Batı ülkelerinin endişelenmesine sebep olmaktadır. Aslında Çin de Türkiye’nin dış politikasının Batı’dan Doğu’ya dönüşünden endişelidir, ancak sebebi Batılılar gibi değildir. Çin, öteden beri Türkiye’nin Asya-Pasifik bölgesine ve Orta Asya’ya girmesini istememektedir, bu nedenle Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmasına da sıcak bakmamaktadır. Bunun nedeni de, Türkiye’nin Orta Asya ve Asya-Pasifik’e dönmesiyle birlikte Çin’in bölgesel jeopolitik çıkarlarını ve güvenliğini etkileme olasılığıdır; özellikle Doğu Türkistan meselesinin arkasında Türkiye’nin bulunduğu görüşünün hâkim olduğu Çin’de, Türkiye’nin Asya’ya dönüşü endişe verici olarak algılanmaktadır. Buna yönelik Çin, daima Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemişti. Türkiye’nin, kendine özel jeostratejik konumundan dolayı, çevre bölgelerindeki siyasal, ekonomi ve güvenlik dengelerinin değişmesi ile ulusal çıkarları etkileneceği gibi, söz konusu alanlardaki değişiklikler de çevre ülkelerin ulusal çıkarlarına tesir edecektir. Çin’in Türkiye Çıkartması Türkiye-Çin diplomasi ilişkileri 40. yılına yaklaşmaktadır, ancak siyasî, ekonomi ve uluslararası ile bölgesel işbirliği ilişkileri beklendiği düzeye ulaşamamıştır. Özellikle 5 Temmuz Urumçi olayları, ikili ilişkileri dönemsel olarak olumsuz etkilenmiştir. Türkiye’nin Uygurlar üzerindeki tutumu Çin’de şok etkisi yaratmıştı. Ancak 5 Temmuz Urumçi olayları sonrası her iki ülkenin diplomatik yetkililer, gerginleşen ikili ilişkilerini düzeltmek için büyük gayret sarf etmişler ve ilişkiler normalleşmeye başlamıştır. Urumçi olayları sonrası Pekin Hükümeti Uygurlara yönelik ekonomik açılım projesini hazırlamış ve Mayıs 2010’da proje uygulama aşamasına girmiştir. Çin Hükümeti bu ekonomi açılımını Xingjiang’ın (Doğu Türkistan) 2020 yılına kadar kalkınma hamlesi ve uzun vadeli istikrarını sağlama olarak nitelemiştir. Çin Hükümeti’nin hedefi, iki aşamalı olarak 2015 yılına kadar Doğu Türkistan’ın kişi başına düşen GSYİH’sını ulusal ortalamasına ulaştırmaktır, kentsel ve kırsal sakinlerin geliri ve kişi başına kamu hizmetlerinin kapasitesini Çin’in batı bölgelerinin ortalama seviyesine çıkarmaktır. 2020 yılına kadar Çin, geliri ile paralel olarak orta refahlı toplumu inşa etmektedir. Şu anda Doğu Türkistan’ın kalkınması için Çin’in gelişmiş 19 eyaleti, sermaye ve teknik bakımından destek vermeye başlamıştır. Ancak bu hedefi tuturabilmesi için Doğu Türkistan’ın ekonomik büyümesi yüksek oranda olmalıdır. Doğu Türkistan ya da Uygur sorunu sadece iktisadi kalkınmaya bağlı değildir, beraberinde toplumsal ve siyasal reform da gerekmektedir. Pekin Hükümeti’nin Urumçi olayları ile beraberinde geliştirdiği Doğu Türkistan’a yönelik ekonomik açılımının amacı, bölge halkının merkezi hükümete olan tepkisini azaltmak ve yurtdışındaki Doğu Türkistan teşkilatlarının uluslararasındaki etkisini kırmaktır. Böylece Çin, mevcut ulusal kalkınmayı korumak ve kalkınmanın zemini olan güvenlik ve istikrarını sağlamaya çalışmaktadır. Dışa yönelik ise Türkiye gibi Uygur meselesi ile ilgilenen ülkelerin tepkisini azaltmaktır. Bu bağlamda Çin’in Türkiye politikası da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. Urumçi olayları sonrası Çin’in diplomatik çabaları belli düzeyde sonuç vermiştir, Türkiye’nin de ikili ilişkileri düzeltme gayretleri bu sonuca varılmasına katkıda bulunmuştur. Bunun yanı sıra Çin’i daha iyi anlayabilmesi için China Today dergisinin Türkçe versiyonu Eylül 2010’da Türkiye piyasasına sürülmüştür. Ayrıca Çin’i Tanıma: Türkiye (Experience China) faaliyetleri Ekim 2010’da Ankara, İstanbul ve Kayseri olmak üzere üç şehirde başlatılacaktır. Bu faaliyet siyaset forumu, ekonomi forumu, Çin azınlıklarının dans ve şarkıları, Çin film haftası, Çin TV haftası, Türk gazetecilerin Çin ziyaretleri, Çin gazetecilerin Türkiye ziyaretleri, yazarların diyalogları, kitap bağışları ve Çin yemek festivalleri gibi on alanda gerçekleşecektir. Çin’in Türkiye’ye yönelik çıkartmalarının; Çin’in Türkiye’deki imajını düzeltmek, ikili ilişkileri güçlendirmek ve Türkiye’deki Doğu Türkistan etkisini azaltmak gibi amaçları olduğu açıktır. Yükselmekte olan Çin’in Türkiye’deki geleceğe yönelik yatırımlarının bunlarla kalmayacağı aşikârdır. Çin’in Avrasya politikası olan Yeni İpek Yolu Köprüsü Projesi’nin gerçekleşmesi, yani Avrasya bölgesinde siyasî, ekonomi ve güvenlik alanlarındaki çıkarlarını sağlayabilmesi için Doğu-Batı enerji boru hatları, demir yolları, kara yolları ve hatta hava yollarını bağlaması gerekmektedir. Bu amaca ulaşabilmede, Türkiye’nin işbirliği olmadan olmazdır; Çin-Türkiye arasındaki bölgelerde işbirliğini kurabilecek en iyi aday Türkiye’dir, yani Çin, Orta Asya ve Ortadoğu’daki çıkarlarının sağlanması konusunda Türkiye’ye ihtiyaç duymaktadır. Diğer bir önemli çıkar ise Doğu Türkistan’ın istikrarıdır, yani bölgenin kalkınması ve istikrarı için Türkiye’nin yapıcı desteğine ihtiyaç vardır. Çin’in en hassas ve yumuşak karnı olan ve yeraltı ile yerüstü zenginlikleri ile bilinen Doğu Türkistan bölgesinin istikrarı, Çin’in kalkınma ve güvenlik gibi ulusal çıkarlarını ilgilendirmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin Doğu Türkistan üzerinde etkisi olduğunu algılayan Çin Hükümeti, daha cesur kararlar alarak Doğu Türkistan’ın Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirmek için ekonomi politikası uygulamaya başlamıştır. Türkiye-Çin İlişkileri: Tanımak ve Anlamak Çin Ticaret Bakanı Chen Deming’in 6-17 Ocak 2009 tarihleri arasında Türkiye, Suudi Arabistan, Etiyopya, Mozambik ve Tanzanya kapsayan turunun, 7-9 Ocak tarihleri arası Türkiye’ye ayrılmıştır. Bakan Chen Deming, Türkiye’yi ziyareti sırasında birkaç ilke imza atmıştır. İlk olarak Bakan Chen Deming Türkiye’ye gelmeden önce aynı anda iki Türk gazetesinde kendi imzasını taşıyan bir makale yayınlamıştır. “Çin-Türkiye Ekonomi-ticaret İlişkilerinin Geleceği Parlaktır” başlıklı söz konusu yazının Türkçesinde bazı tercüme hataları bulunmakla birlikte, bazı paragraflar da tercüme edilmemiştir. Bakan Chen Deming bu yöntemle Türk kamuoyunda olumlu bir atmosfer yaratmayı ve Çin-Türkiye arasındaki ticaret ilişkileri bağlamında da bazı mesajlar vermeyi hedeflemiş olmalıdır. Çin Ticaret Bakanı Chen Deming, Türkiye ziyaretinin amacını yazısında açıklamıştır: “Çin-Türkiye ikili ekonomi-ticaret işbirliği ilişkilerini genişletme gayesiyle ve iki ülkenin dostluk ilişkilerini sağlamlaştırmaya ve ilerletmeye dönük iyi niyetle, Çin Hükümeti Ekonomi ve Ticaret Heyeti ile birlikte yüzden fazla iş adamından oluşan Çin Ticaret-Yatırımı Geliştirme Heyeti ile birlikteTürkiye’ye ziyarette bulunacaktır.” Çin Ticaret Bakanı Chen Deming, Çin-Türkiye ilişkilerinin bin yıl önce İpek yolu vasıtasıyla, kökleri iki eski uygarlığa dayalı ülkeyi birbirine bağladığını dile getirmiş, örnek olarak Topkapı Sarayı Müzesi’nde saklanan on binlerce Çin porselenini göstermiştir. Yeni yüzyılla birlikte Çin-Türkiye ikili ekonomik-ticari işbirliği ilişkileri hız kazanmış ve 2000 yılında ikili ticaret hacmi 1 milyar dolara, 2008 yılında ise 12,57 milyar dolara ulaşarak, 8 yılın içinde 12 kat artış olmuştur. Çin, üç yıldan beri Türkiye’nin dördüncü ticaret ortağı konumunu sürdürmektedir. Çin ve Türkiye karşılıklı yatırım ilişkileri de gelişmiştir. Eylül 2009’a kadar Çin’in Türkiye’ye yönelik yatırımının toplam miktarı 313 milyon dolara ulaşmış ve Ekim 2009’a kadar Türkiye’nin Çin’e yönelik yatırımının toplamı 100 milyon doları aşmıştır. Çinli girişimciler Türkiye’de ulaşım, deniz nakliyatı, enerji, telekomünikasyon, madencilik, motosiklet montajı ve turizm sektörlerine yatırım yaparken, Türk girişimciler ise ürün imalatı ve işlemesinden, finans, perakende, otel ve müteahhitlik gibi hizmet sektörlerinde yatırım yapmaktadır. Ticaret Dengesizliği Çinli Bakan Chen Deming, makul maliyet, üstün kalite ve uygun finansman koşullarına sahip Çin şirketlerinin, Türkiye’de telekomünikasyon ve ulaşım gibi altyapı inşasına olumlu katkılarda bulunduğunu ifade ederek, ikili ticaret ilişkilerinin birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olduğu tespitinde bulunmuştur. Bu gelişmelerin her iki ülkenin ortak çıkarına uygun olduğunu ileri süren Bakan Chen Deming, mevcut ikili ekonomi-ticaret ilişkileri daha ileri götürmek için dört maddelik teklif sunmuştur: 1. Çin-Türkiye ticaret dengesinin eşit gelişimi sağlanmalıdır. Bakan Chen Deming’e göre, Çin-Türkiye arasındaki ticaret dengesizliğini gidermek için Çin tarafı 2007’den itibaren dört kez satın alma grubunu Türkiye’ye göndermiş ve toplam 800 milyon doları aşan mal almıştır. Ayrıca, Türk mallarının Urumçi Dış Ekonomi ve Ticaret Fuarı’nda sergilemesine de imkân verilmiştir. Bakan Chen Deming, Çin tarafının bu yönde alınan tedbirlerle, Türkiye’nin Çin’e yönelik ihracatının olumlu yönde ivme kazandığını belirtmektedir. 2. Sürekli ikili işbirliği alanı genişletmelidir. Bakan Chen Deming’e göre, her iki tarafa bağlı sektörlerin karşılıklı yatırım faaliyetlerinin arttırılmasına ve teşvikine devam edilmelidir. Ulaşım, telekomünikasyon ve elektrik santrali inşası alanlarındaki işbirliğinin güçlendirilmesi ve rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi ve nükleer enerji gibi diğer yeni enerji alanlarına yönelik işbirliği çerçevesinde, fizibilite çalışmaları yapılmalıdır. Çin ve Türkiye bankaları, iki tarafa bağlı sektörlerin işbirliğini daha iyi finansal hizmetlerle desteklemelidir. Bakan Chen Deming’in vurguladığı diğer bir konu ise, Türkiye’nin stratejik konumundan istifade ederek, iki ülke sektörlerinin ortaklaşa üçüncü bir pazara yönelik işbirliğine destek verilmesidir. 3. Türk işletmelerinin Çin’in Batı Bölgelerini Kalkındırma Projesi’ne aktif iştirak etmesi memnuniyetle karşılanacaktır. 10 yıl önce başlatılan bu stratejik kalkınma projesinin dışa açık olduğunu vurgulayan Bakan Chen Deming, tarihte İpekyolu’nun, Çin’in kuzeybatısındaki Xinjiang (Doğu Türkistan), Gan-su ve Shan-xi gibi özerk bölgelerini ve eyaletlerini Orta Asya ile Batı Asya’yı sıkıca bağlamış olduğunu dile getirerek, Xinjiang gibi özek bölgelerin ve eyaletlerin sınır ötesi bölgelere açılmasını, sınır ötesi ülkeleri ve hatta Batı Asya ülkeleri ile ekonomik-ticari işbirliğini desteklendiğinin altını çizmiştir. Proje ile hedeflenen; tarihî İpekyolu’nun tekrar canlandırılmasıdır. Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın Eylül 2009’da Urumçi Dış Ekonomi ve Ticaret Fuarı’na iştirak etmesini örnek veren Bakan Chen Deming, sayıları artan Türk sektörlerin, Xinjiang gibi Çin’in batı bölgelerinde yer alan eyaletlerinde yatırım ve ticaret yapmasını memnuniyetle karşıladıklarını ifade etmiştir. 4. Her iki ülke çok taraflı işbirliği alanındaki koordinasyonu güçlendirmelidir. Bakan Chen Deming’e göre, Çin ve Türkiye gelişmekte olan büyük ülkelerdir ve G20’nin üyeleridir, bu nedenle iki ülkenin yeni uluslararası konjonktürde ortak çıkarları ve ilgi duyduğu konular gidererek artmaktadır. Düşünce Kuruluşlarının İlişkileri Çin’in Urumçi olayları sonrası gerginleşen Çin-Türkiye ilişkilerini düzeltmek ve Türkiye’de zedelenmiş imajını yeniden oluşturmak amacıyla “Türkiye’de Çin’i Yaşayın” etkinlikleri düzenlenmektedir. Söz konusu etkinliklerin bir bölümü olan Türk düşünce kuruluşlarındaki uzmanların Çin düşünce kuruluşlarını ziyaret etmesi ve aynı şekilde Çinli uzmanların Türk düşünce kuruluşlarını ziyaret etmesiyle birlikte, iki ülke ilişkilerini güçlendirecek toplantıların düzenlenmesi planlanmaktadır. Çin’in düşünce kuruluşları, 1950’li yıllarında kurulmaya başlamıştır ve bine yakın kuruluşun çoğu da devlete bağlı biçimde faaliyetlerini yürütmektedir. Soğuk Savaş boyunca Çin’in dış politikasında önemli rolleri üstlenen Çin düşünce kuruluşları, Soğuk Savaş sonrasında da dünya çapında araştırma ve fikir üretmeye devam etmektedir. Türkiye’ye nispeten güçlü konumda olan Çin düşünce kuruluşlarında çalışan uzmanların arasında Türkiye uzmanları çok azdır. Mevcut 5-6 Türkiye uzmanının yalnızca birkaçı Türkiye’deki gelişmeleri Türkçe olarak ve diğerleri de İngilizce ve Rusçadan takip etmektedir. Türk-Çin resmi düşünce kuruluşları ve uzmanların karşılıklı ziyaretleri, her iki ülkenin Dışişleri Bakanlıklarına bağlı stratejik merkezleri arasında gerçekleşiyordu. Sivil düşünce kuruluşları arasındaki ilişkiler ilk defa 2000-2005 yılları arasında ASAM’da (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) ve Çin’in Dışişleri Bakanlığı ile Çin Genelkurmaylığı’na bağlı düşünce kuruluşları tarafından gerçekleştirilmişti. Türk-Çin düşünce kuruluşları ve uzmanları arasındaki toplantılar, daha çok kendi ülkelerinin küresel ve bölgesel sorunları veya bazı konular üzerinde görüş beyanıyla sınırlı kalmış, Türk-Çin ilişkileri konusu yoğun bir şekilde işlenmemiştir. Bunun nedeni uluslararası siyaset, ekonomik arka planlar ve her iki ülkenin dış politika önceliklerinin farklı olmasıdır, bir diğer mesele de ikili ilişkileri olumsuz etkileyerek Türkiye aleyhine gelişen ikili ticaret ilişkileri ve Doğu Türkistan sorunudur. ASAM’ın çöküşüyle Türk-Çin düşünce kuruluşları arasındaki karşılıklı ziyaretler ve ilgilenilen konular üzerinde toplantılar düzenlemek gibi faaliyetler azalmıştır. Urumçi olayları Çin yönetiminin hem Doğu Türkistan meselesi hem de Türkiye politikasını yeniden düşünmesine sebep olmuştu. Bunu üzerine Pekin Hükümeti Mayıs 2010’da “Uygur açılımı” politikasını uygulamaya başlamış ve Türkiye’ye yönelik “Türkiye’de Çin’i Yaşayın” projesini başlatmıştır. Bu çerçevede Çin düşünce kuruluşları USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) ve TÜRKSAM (Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi) gibi Türk düşünce kuruluşlarını ziyaret etmek ve birlikte ikili ilişkileri ilgilendiren konularda görüşmeler gerçekleştirilmesini planlamıştır. Çin düşünce kuruluşlarının USAK’ı tercih etmesinin nedeni, USAK’ın Türk dış politikasında etkili olması ve TÜRKSAM’ı tercih etmesi ise, TÜRKSAM’ın Doğu Türkistan meselesi ile ilgilenmesidir. Bu bağlamda 18 Ekim 2010 tarihinde Çin düşünce kuruluşlarının uzmanları TÜRKSAM ile Türkiye-Çin İkili İlişkileri ve Orta Doğu Barış Görüşmeleri konulu ve USAK ile de, Uluslararası Sistemin Yeniden Yapılandığı Bir Ortamda Türkiye-Çin İlişkileri konulu konferansları gerçekleştirmiştir. Bundan önce USAK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Kamer Kasım’ın başkanlığında ve bazı Türk düşünce kuruluşlarının uzmanlarından oluşan bir heyet Doğu Türkistan dâhil Çin’i ziyaret etmişti. Çin düşünce kuruluşlarının Türk düşünce kuruluşları ile ilişkilerini arttırmasının nedeni ve hedefini ise, Çin Halk Cumhuriyeti Basın Ofisi Başkan Yardımcısı Wang Zhongwei, 18 Ekim 2010’da USAK’ı ziyaret ederken ifade etmiştir. Wang Zhongwei, iki ülkenin düşünce kuruluşları arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin önemine dikkat çekmiştir. Bu bağlamda USAK’ın Türk dış politikasında önemli rolünü önemsediğini ifade eden Wang Zhongwei, hedeflerini de ortaya koymuştur: 1. Karşılıklı strateji aklının geliştirilmesi, 2. İki ülke arasında gerçekçi işbirliği mekanizmaları hakkında araştırmaların yapılması, 3. Kültürel değişimin geliştirilmesi konusunda araştırmaların yapılması, 4. Bölgesel ve küresel sorunların çözümü bağlamında araştırmaların yapılması. Söz konusu hedefler doğrultusunda geliştirilebilecek stratejilere de konuşmasında yer veren Wang Zhongwei, taraflar arasında doküman değişimi, ortak sorunların çözümü bağlamında araştırma yapılması, Çin’in Türkiye Büyükelçiliği’nin sürece katkılarıyla aktif bir şekilde dâhil olması ve benzer kuruluşlar arasında uzman değişiminin yapılmasının önemine vurgu yapmıştır. Ekonomik İlişkileri Çin ile Türkiye arasındaki dostça temaslar uzun geçmişe dayanıyor. İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasından bu yana geçen 42 yıl içinde ikili ilişkiler hızla gelişti. Özellikle son yıllarda iki ülke arasında üst düzey karşılıklı ziyaretler gerçekleştirildi, karşılıklı siyasi güven giderek güçlendirildi. 2011 yılında Çin ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 40'ıncı yıldönümü kutlandı. Çin‘in Temel Ekonomik Verileri GSYİH - DÜNYA SIRALAMASI 5,7 trilyon ABD $ (2010) 2. Büyük Ekonomi NÜFUS 1,3 milyar kişi KİŞİ BAŞINA GSYİH (Satın alma gücü paritesine göre) 9.926 ABD $ (2009) GSYİH BÜYÜME HIZI % 9,9 (2012) İHRACAT 1,7 trilyon ABD $ (TÜRKİYE’nin Payı %1,75) İTHALAT 1,03 trilyon ABD $ (TÜRKİYE’nin Payı %0,15) 2005-2010 Yılları Arasındaki Çin & G20 Ülkeleri Arasında İkili Ticaret Büyüme Oranı Sıralama G20 Büyüme Oranı % (2005-10) 1 Brezilya 33.4% 2 Güney Afrika 28.7% 3 Hindistan 27.0% 4 Avustralya 26.3% 5 Meksika 26.0% 6 Türkiye 25.3% 7 Suudi Arabistan 21.8% 8 Endonezya 20.6% 9 Arjantin 20.3% 10 İtalya 19.4% Çin’in Başlıca Ticaret Ortakları Sıralama Bölgeler/Ülkeler Çin’in İhracatı Çin’in İthalatı Toplam Ticaret (milyar dolar) (milyar dolar) (milyar dolar) 1 ABD 283,3 102 385,3 2 Japonya 121,1 176,7 297,8 3 Hong Kong 218,3 12,2 230,5 4 Kore 68,8 138,4 207,2 5 Latin Amerika 91,8 91 182,8 6 Tayvan 29,6 115,6 145,2 7 Almanya 68 74,3 142,3 8 Afrika 59,9 66,8 126,7 9 Avustralya 27,2 60,3 87,5 10 Malezya 23,8 50,3 74,1 35 Türkiye 2,2 17,1 19,3 Çin’e İhracatımızda Başlıca Ürünler ve İhracatımızda Payı (2010) Çin’den İthalatımızda Başlıca Ürünler ve İthalatımızda Payı (2010) Türkiye-Çin Ticaretinin Gelişimi ve Ticaret Hedefi 2015: 50 Milyar $ 2050: 100 Milyar $ Türkiye-Çin Ticaretinin Lojistik Altyapısı grafik5 Yeni İpekyolu: Türkiye ile Çin arasında “Tarihi İpek Yolu”nun yeniden canlandırılmasına yönelik en önemli siyasi irade beyanı, 8 Ekim 2010 tarihinde, Çin Başbakanı Sayın Wen Jiabao’ın ülkemizi ziyareti sırasında imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İle Çin Halk Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı Arasında Yeni İpekyolu Bağlantısı Ortak Çalışma Grubu Kurulmasına İlişkin Mutabakat Zaptı” oluşturmaktadır. Türkiye ile Çin arasında var olan eski demiryolunun yeni ve standart ray sistemleri ile değiştirilmesi, Türk ve Çinli müteahhitlerin işbirliği ile üçüncü ülkelerde gerçekleştirilecek en büyük projelerden birini oluşturmaktadır. Hâlihazırda Çin’e ihracatımızın %90’ın üzerindeki bir bölümü denizyolu ile ulaştırılmaktadır. Çin’den ithalatımızda ise denizyolu taşımacılığı %64, karayolu taşımacılığı % 20 ve havayolu taşımacılığı % 16 paya sahiptir. Ülkelerimiz arasındaki ihraç ve ithal taşımalarında demiryolları şu anda kullanılamamaktadır. Denizyolu taşımacılığında taşıma maliyetleri, makul bir düzeyde olmakla birlikte, taşıma süresi 35 güne kadar çıkmaktadır. Buna karşılık, iki ülke arasında tesis edilecek doğrudan bir demiryolu hattı ile bu süre 12-15 güne kadar düşürülebilecektir. Halihazırda ağırlıklı olarak karayolu taşımacılığının kullanıldığı Orta Asya ülkelerine yönelik ihraç taşımalarımızın bir bölümünün de bu hat üzerinden gerçekleştirilmesi suretiyle ihracat maliyetleri azaltılacak ve rekabet gücümüzün artırılmasına katkı sağlanacaktır. Hattın güzergâhının tespitinde, Kars-Tiflis-Bakü Demiryolu projesine bağlantının mutlak surette kurulması, ayrıca, Kazakistan ve Türkmenistan başta olmak üzere, Orta Asya geçişli olmasının temini önem arz etmektedir. Ayrıca, Hazar Denizi geçişinin de hızlı ve kesintisiz bir şekilde yapılabilmesi için, yapılacak çalışma kapsamında ve mümkün olması halinde, Hazar Denizi’nde ortak işletilebilecek bir tren feri hattının tesisi gerekli görülmektedir. Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti mevcut ilişkilerinde son durum 2010 Yılının Değerlendirilmesi - 2010 Yılı: 17 milyar dolar dış ticaret hacmi - Türkiye’nin ihracatı ilk kez 2 milyar dolar - ÇHC Başbakanının Ziyareti - ÇHC Ticaret Bakanının Ocak ve Ekim 2010 tarihli Türkiye ziyaretleri - Toplam 8 Anlaşma (4 Anlaşma DTM sorumluluğu altında) - Ortak Çalışma Grupları (Ekonomik İşbirliği+İpekyolu +Müteahhitlik Hizmetleri) Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti ticaretinde açılım sağlanan konular - Gıda Güvenliği Anlaşması - Türk Tütününün Çin’e İhracatının Sağlanması - Sivil Havacılık Alanında İşbrliği - Vize İşlemlerinin Kolaylaştırılması Önümüzdeki Dönemde Gerçekleştirilmesi Öngörülen Faaliyetler - Çin’in Önemli Zincir Mağazaların Alım Müdürlerinin ve Basın Mensuplarının Ülkemize Davet Edilmesi - Ülkemizin Önemli Alternatif Sanayi ve Ticaret Merkezlerinin Tanıtımı (Örn: Gaziantep, Kayseri, Adana) - Tanıtım gruplarının faaliyetlerinin artırılması Önümüzdeki Dönemde Sincan Uygur Özerk Bölgesi’de Gerçekleştirilmesi Öngörülen Faaliyetler - Sincan-Uygur Özerk Bölgesinde “Türk Sanayi Bölgesi” Kurulması Projesi - OÇG Kurulması için Mutabakat Zaptı Nisan 2011 ayında imzalanmıştır. - “Türk Sanayi Bölgesi” için 2 adet uygun alan tespit edilmiştir. - İşadamlarına ve potansiyel yatırımcılara eyaleti ve potansiyel sektörleri tanıtım faaliyetleri sürdürülecektir. Ekonomik-Ticaret Sorunları Çin’in Türkiye çıkartması olarak tanımlanabilecek “Türkiye’de Çin’i Yaşayın” etkinliklerine Çin’in Pekin Üniversitesi Milli Kalkınma Enstitüsü Başkan Yardımcısı Prof. Yao Yang, Pekin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü uzmanı Prof. Zhang Haibin, Çin Sosyal Bilimler Akademisi Uluslararası Ekonomik ve Politik Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Zhang Yuyan ve Nan Kai Üniversitesi Uluslararası Ekonomik Araştırmaları Enstitüsü uzmanı Prof. Ge Shunqi gibi önemli isimler de katılmıştır. Çin uzmanları USAK ve TÜRKSAM ile ikili ticaret ve ekonomik işbirliği arayışında bulunulması dışında, 19 Ekim 2010’da Türkiye-Çin Ekonomi ve Ticaret Forumu çerçevesinde İstanbul’da düzenlenen “Çin’in Gelişmesi ve Türkiye-Çin İşbirliğindeki Fırsatlar” konulu toplantıya da iştirak etmiştir. 1999 yılından bu yana Çin liderleri, Türkiye ziyaretleri sırasında ekseriyetle olarak İstanbul’da Türk işadamlarıyla buluşarak Çin-Türkiye ticaret ve ekonomik ilişkilerini değerlendirir ve Türkiye aleyhine gelişen ticaret dengesizliği için bazı çare ve tedbirleri anlatırdı. Bu sefer farklı olarak, Çin bilim adamları söz konusu probleme çözümü bulmak için Türk işadamlarıyla buluşmuştur. Pekin Üniversitesi Milli Kalkınma Enstitüsü Başkan Yardımcısı Prof. Yao Yang ise, ikili ekonomik ilişkilerindeki problemler için Çin örneğini vererek, Çin’in ihracatının hızla artmasının nedenlerini ve Türkiye’nin de Çin’in ihracat alanındaki tecrübelerinden istifade edebileceğini ortaya koymaktadır. Prof. Yao Yang, Türkiye’nin öncelikle ihracata uygun ortam yaratması, örneğin altyapı inşasının güçlendirilmesi, imalat sektörünün gücünün arttırılması gibi öneriler sunmuştur. Çinli uzmanlar, TÜRKSAM’daki beyin fırtınası ve USAK’ın ev sahipliğindeki “Türkiye’de Çin’i Yaşayın Politik Platformu”nda somut öneriler sunmaya çalışmıştır. Prof. Zhang Yuyan, küreselleşme ile birlikte dünyada tüm ülkelerin bir dönüşüm sürecine girdiklerini ve birbirlerine birçok konuda daha fazla bağlandıklarını, stratejik konumu önemli olan Türkiye’nin böyle bir ortamda Çin ile daha çok işbirliği yapabileceğini, örnek olarak gelişmekte olan Çin ve Türkiye’nin G-20 zemininde ayrıca işbirliği yapabileceğini ifade etmiştir. Prof. Zhang Yuyan, TÜRKSAM’daki etkinlikte, G-20’de 9 gelişmiş ülke ile 11 gelişmekte olan ülkenin bulunduğunu, Çin ve Türkiye’nin ise söz konusu 11 ülkeyle birlikte istikrarlı ekonomik-ticaret işbirliği yapabileceğini belirtmişti. Ayrıca iki ülkenin G-20 ortamında oy kullanma haklarını en iyi şekilde değerlendirerek, etkin bir rol oynaması gerektiğini belirtmiştir. Prof. Zhang Haibin, TÜRKSAM ve USAK’taki konuşmasında G-20 zemininde iki ülkenin birlikte küresel yönetişim alanında işbirliğinin artırmasının önemli olduğunu, iklim değişikliği ve yeni enerji (yenilenebilir enerji) alanında birlikte bilimsel araştırma yapabileceğini önermektedir. Aynı zamanda iki ülke arasında sivil ilişkilerini arttırmakla aralarındaki işbirliğini pekiştirebileceği tespitini de ortaya koymaktadır. Çinli uzmanlar konuşmalarında, Türkiye ile stratejik işbirliği ilişkilerinin arttırılmasının, ikili ilişkilerin gelişimi ve ikili ticaret-ekonomik ilişkilere katkıda bulunacağı kanaatindedirler. Prof. Ge Shunqi, TÜRKSAM’daki konuşmasında daha somut önerileri savunmaktadır: Çin gelişmekte olan bir ülke olmasına rağmen aynı zamanda dışa yönelik yatırım yapmaya önem veren bir ülkedir, Türkiye Çin yatırımlarını çekmek için daha çok çalışmalıdır. Böylece iki ülke arasındaki ticaret dengesizliği azaltılabilecektir. Turgut Özal Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Ramazan Taş ise konuşmasında yoğun bir küreselleşme döneminde olduğumuzu belirterek, çok kutuplu dünya düzeninde Türkiye-Çin ilişkilerinin geliştirilmesi için gerekli adımların atılması gerektiğini vurguladı. Bu adımları ise; Türkiye-Çin arasındaki mevcut ekonomik dengesizliği giderici adımların atılması, kamu ihalelerinde karşılıklı avantaj sağlanması, serbest ticaret anlaşmalarının yapılması, (çünkü Avrupa Birliği ile yapılan ticari anlaşmalardan Türkiye yeterince yararlanamamaktadır) Modern İpek Yolu’nun oluşumu için çalışmalara başlanması olarak belirtti. 1980’li yılların ortasından itibaren Türkiye-Çin ticaret ilişkilerinde Türkiye’nin aleyhine gelişen bir denge oluşmaya başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Türkiye ve Çin’in her ikisinin de kalkınmakta olan ülkeler olarak ürettiği ürünler arasında benzerlikler ve hedeflenen pazarların da aynı olması, bununla birlikte Türkiye’nin Çin’e karşı rekabette zayıf kalmasıdır. Ayrıca Türkiye tarafı Çin’e yönelik bazı kotalar koymasına rağmen Çin’in ucuz mallarına karşı doğan cazibesi bağlamında Çin’den daha fazla ürün satın alması ve Türkiye’nin Çin’e ihraç ettiği ürünlerin büyük bir kısmının ham maddelerden oluşmasıdır. Yani ekonomide yapısal sorun ortaya çıkmaktadır. Bu sorun Çin’in ekonomik yapısal değişimi, yani üretimde teknoloji katmanı ve diğerlerin artmasıyla giderilebilir, ancak Türkiye de bu düzeye gelebilir ve Türk-Çin ekonomik ve ticaret ilişkileri yeni düzeyde yine eski sorunları yaşayabilir. Türk-Çin ekonomik ve ticaret ilişkileri, ABD (teknoloji ve sermaye) ile Çin (üretim) arasında olduğu gibi değildir, şu ana kadar birbirini tamamlayıcı bir ilişkiyi tesis edememiştir. Buna rağmen, Çin Devlet Konseyi Basın Ofisi Başkan Yardımcısı Wang Zhongwei, İstanbul’da düzenlenen “Çin’in Gelişmesi ve Türkiye-Çin İşbirliğindeki Fırsatlar” toplantısında, iki ülkenin ekonomik ilişkisinin güçlü bir şekilde birbirini tamamlayıcı nitelikte olduğunu ileri sürmektedir. Mevcut Türk-Çin ekonomik ve ticaret ilişkilerinin düzeltilmesi için Çin’in siyasal imtiyazına ihtiyaç vardır. Siyasal İlişkiler Sorunu Çin düşünce kuruluşlarının uzmanları, USAK ve TÜRSAM ile düzenlenen konferanslarda Türk-Çin siyasî ilişkilerine de çözüm aranmıştır. USAK Asya-Pasifik Araştırmaları Merkezi Başkanı Doç Dr. Selçuk Çolakoğlu, 1971’den bu yana Türk-Çin ilişkilerinin genel bir seyrini çizmekle, ikili ilişkilerin dört aşamalı dönem geçirdiğine dair bir tespitte bulunmuştur. USAK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Kamer Kasım, “Türkiye ve Çin ilişkileri uluslararası dengenin kilididir” diyerek Soğuk Savaş sonrası globalleşmeyle birlikte ilişkilerin hız kazandığına dikkat çekmiştir. Bununla birlikte, iki kutuplu sistemden sonra Çin’in bölgesel ve küresel bir güç olarak ortaya çıktığını vurgulayarak, uluslararası alanda söz sahibi olma çabasını dile getirmiştir. Prof. Dr. Kamer Kasım ayrıca iki ülke arasındaki güvenlik alanında işbirliğinin önemine de vurgu yapmıştır. Türk uzmanları daha çok ikili ilişkilerinin durum tespitini yaparken, Şanghay Uluslararası Araştırmaları Merkezi Başkanı ve Şanghay İşbirliği Örgütü Araştırmaları Merkezi Başkanı Pan Guang ise, ikili ilişkileri geliştirme dışında bazı bölgesel konularda da işbirliği yapılabileceğini ortaya koymuştur. Pan Guang’a göre, Çin ve Türkiye Orta Asya’da siyasî, ekonomik ve enerji alanlarında işbirliği yapma imkânları olduğunu ileri sürerek, Rusya’dan geçmeden Orta Asya`ya ulaşacak, stratejik bir önem arz eden yeni bir İpek Yolu’nun oluşturulması gerektiğinin altını çizmiştir. Şangay İşbirliği Örgütü’nün tarihte bir örneğin olmadığa vurgu yapan Pan Guang, söz konusu örgüt zemininde Türkiye ile Çin ilişkilerin ikili ilişkilerden çok taraflı ilişkilere dönüştürülebileceğini ifade etmiştir. Pan Guang TÜRKSAM’daki konuşmasında, Çin tarafının Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci üyeliğine karşı çıkmadığını ve söz kunusu üyelik sorununun daha çok süreçte yaşanan prosedürden kaynaklandığını, geleceğe yönelik olarak da, Şangay İşbirliği Örgütü gözlemci ülkelerinin resmi üyeliğe seçilebileceği ve gözlemci statüsüne başvuranların kabulünün kolaylaşacağı, özellikle Şanghay İşbirliği Örgütü+3 (ABD, Japonya, AB) formülünün düşünüldüğünü, Türkiye için de gözlemci üyeliğin söz konusu olduğunu beyan etmiştir. Bundan önce Çin tarafı, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye (resmi ya da gözlemci) olma teklifinden endişe duymuştu ve Türkiye’ye güveni yoktu. Türkiye’nin aksine, aynı dönemde örgüte başvuran İran’a örgütün gözlemci üye statüsü verilmişti. Çinli uzman Pan Guang’nın, sıkça Çinli liderlerle birlikte Orta Asya ve Ortadoğu’ya ziyarette bulunan biri olarak, bu ifadelerinden Çin’in Türkiye’nin söz konusu örgüte üye (resmi ya da gözlemci) olmasına karşı olmadığı anlaşılmaktadır. Çin’in Türkiye’ye yönelik bu olumlu değişimi, Türkiye’nin jeostratejik konumu ve potansiyel bölgesel başat gücü olmasından ve Çin’in Avrasya stratejisi (Yeni İpek Yolu Projesi) adımlarının Türkiye’ye kadar uzanmasından dolayı meydana gelmiştir. Yükselmekte olan Çin’in ihtiyaç duyduğu stratejik ham maddeler ve büyük pazarı Avrasya kıtasındadır ve bu kıtada başarılı olabilmek için Türkiye’nin ortaklığı ve desteği önemlidir. Diğer yandan Urumçi olaylarından sonra Türkiye’nin Doğu Türkistan sorununu bir koz olarak kullanabileceğini algılayan Çin, yakın çıkar bölgesi olan Orta Asya ve sınır bölgesi olan Doğu Türkistan’ın istikrarı ve güvenliği açısından özel etkisi olan Türkiye ile işbirliği yapılmasından karlı çıkacağı düşüncesi yatmaktadır. Çin ve Türkiye kendi bölgesinde yükseldikçe ikili siyasî ilişkilerinin artacağını da tahmin etmek mümkündür; Çin’in Türkiye’nin İran politikası ve Mavi Marmara faciasına yönelik verdiği destek sadece Çin’in geleneksel dış politikası ile uyum sağladığı içindir, ancak ikili ilişkiler yoğunlaştıkça iki ülke ileride küresel ve bölgesel düzeyde işbirliği yapılması için gereken imkân ve zemini de sağlayabilir. Fakat bu konular Türk-Çin düşünce kuruluşları arasında düzenlenen konferanslarda tartışılmamıştır. Türk-Çin ilişkileri arasında en hassas ve Çin açısından ikili ilişkilerin gelişimini engelleyen en önemli konu olan Doğu Türkistan meselesi, TÜRKSAM’da heyetler arasında tartışılmıştır. Şanghay İşbirliği Örgütü Araştırmaları Merkezi Başkanı Pan Guang, Urumçi olayları sırasında gerginleşen Çin-Türkiye ilişkilerinin, iki ay sonra Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın Başbakan Özel Temsilcisi olarak Çin’e yaptığı ziyaret sırasında Çin’in üst düzey liderleriyle görüşmesinden sonra düzelmeye başladığını, Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun Ekim 2010’daki Türkiye ziyareti sırasında Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile görüşmesi sonrası, Doğu Türkistan sorununun artık ikili ilişkileri etkileyemeyeceği konusunda anlaştığını ileri sürerek, her iki ülkede ayrılıkçı faaliyetlerin bulunduğunu ve iki ülkenin ayrılıkçı faaliyetlere karşı birbirlerini karşılıklı olarak destekleyeceğini belirtmişti. Pan Guang, USAK’ın ev sahipliğinde düzenlenen toplantıda da terör ve ayrılıkçılıkla mücadelede iki ülkenin ciddi bir işbirliği içinde olduklarını belirtmiştir. TÜRKSAM Başkanı Sinan Oğan’ın, bazen iki ülke arasındaki sorunların işbirliğine dönüştürülmesi, yani Tataristan’ın Türkiye-Rusya arasında olduğu gibi Doğu Türkistan sorununun da ikili ilişkilerin gelişimine katkıda bulunacağı görüşüne karşı, Çin Sosyal Bilimler Akademisi Uluslararası Ekonomik ve Politik Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Zhang Yuyan, “stratejik rakipler stratejik işbirliği yapabildiğine göre, bu görüşü ilgili makamlara ileteceğini” ifade etmiştir. Pan Guang ise, Doğu Türkistan sorununun işbirliğine dönüştürülmesinin önünde birçok zorluk olduğunun altını çizmiştir. Türk-Çin diplomasi ilişkilerinin tesis ettiği 1971 yılından bu yana, Doğu Türkistan sorunu kaynaklı ve ilk defa ikili ilişkileri en ciddi etkileyen konu Urumçi olayları olmuştur. Söz konusu olaylardan sonra her iki ülke zedelenmiş olan ikili ilişkileri restore etmeye çalışmıştır. Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ve Türkiye’nin Pekin Büyükelçisi Murat Salim Esenli ikili ilişkilerin düzelmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Ocak 2010’da Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi’nin İstanbul’da düzenlenen Türkiye-Afganistan-Pakistan Üçlü Zirve Toplantısı’na iştirak etmek üzere Türk liderlerle görüşmelerde bulunması ve aynı ayda Çin Ticaret Bakanı Chen Deming’in Türkiye ziyareti sonrası, ikili ilişkiler normale dönmeye başlamıştır. Nisan’da Çin Komünist Partisi Politbüro üyesi Li Changchun’un Türkiye ziyareti, Haziran’da Devlet Konseyi üyesi Dai Bingguo’nun İstanbul’da düzenlenen Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı (AİGK/CICA) toplantısına katılması ve üst düzey Türk liderlerle görüşmeler sonrası artık Doğu Türkistan meselesinin yarattığı gerginlik giderilmiş gibi gözüküyor. Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun böyle bir ortamda, Ekim’in başında Türkiye ziyaretini gerçekleşmiştir. Fakat Doğu Türkistan meselesi basına yansımamıştır. Doğu Türkistan meselesi Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun ziyaretinde kamuoyuna yansımadığı gibi, USAK’ın ev sahipliğindeki konferansta da hiç bahsedilmemiştir. TÜRKSAM’da düzenlenen konferansta TÜRKSAM Başkanı Sinan Oğan’ın konuyu gündeme getirmesiyle karşılıklı görüşler ifade edilmiştir. Ancak Çinli uzmanlar Doğu Türkistan meselesi üzerinde derin tartışmalara girmemiştir. Bir gözlem olarak belirtmek gerekirse, her iki taraf Doğu Türkistan meselesinin ikili ilişkilere zarar vermemesi için konuyu karantinaya almış durumdadır. Doğu Türkistan meselesi Türkiye’nin meselesi değildir, ancak Çin tarafı meseleyi yaratanı Türkiye olarak algılamaktadır. Ayrıca Türkiye, insan hakları ve akrabalık ilişkileri noktasında sadece Uygur meselesi ile ilgilenmekte ve Doğu Türkistan meselesiyle ilgilenmemektedir, fakat Çin tarafı, Uygurlar bağımsız istediği için, Türkiye’nin Uygurlarla ilgilenmesini aynı zamanda Doğu Türkistan meselesiyle ilgilenmesi olarak algılamaktadır. Türkiye her fırsatta Çin’in toprak bütünlüğü ve egemenliğine saygı gösterdiğini ve Uygurların mevcut durumunun düzelmesinin Türkleri memnun edeceğini vurgulamasına rağmen, Çin tarafının yanlış algılamasından dolayı Doğu Türkistan meselesi aslında ikili ilişkileri etkileyen bir sorun olmaya devam etmektedir. Doğu Türkistan meselesi konusunda, Türkiye’nin seçenekleri ise şöyle sıralanabilir: 1. Türkiye’deki Doğu Türkistan kökenlilerin faaliyetlerini tamamen yasaklamak, 2. Meseleyi karantinaya almak, 3. Uygurların ikili ilişkilerde köprü rolünü üstlenmesiyle ikili ilişkileri güçlendirmek. Şu andaki duruma göre daha çok ikinci seçenek tercih edilmiştir. Bu da, gelecekte Doğu Türkistan meselesinin tekrar ikili ilişkileri etkileyebileceği anlamına gelmektedir. Genel olarak Çinli uzmanlar, iki ülke arasında işbirliği yapılabileceği görüşündedir ve yeni işbirliği alanlarının aranması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Ancak gündeme getirilen tekliflerin çoğu Ocak 2010’da Çin Ticaret Bakanı Chen Deming’in İstanbul’da Türk iş adamlarıyla buluştuğundaki ifadeler ve Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun Ekim 2010’da Türkiye ziyareti sırasında ikili ekonomik-ticaret ilişkileri hakkındaki konuşması kapsamındadır. Bu da, Çinli uzmanların Türk-Çin ilişkileri üzerindeki fikirlerinin henüz Çin hükümeti politikasını izah etmekle yetindiği anlamına gelmektedir. Ayrıca Çinli heyetin çoğu, ekonomi uzmanlarından olup, Türkiye uzmanlarının hiçbiri etkinliklere katılmamıştır. Bu da, Çin tarafında Türkiye ile daha çok ekonomik-ticaret alanlarında işbirliği yapma düşüncesinin hâkim olduğunu göstermektedir. Çinli uzmanların ortaya koyduğu, küreselleşme ortamında, çok kutuplu dünya düzeninde, G-20 zemininde ve Orta Asya bölgesinde işbirliği görüşleri, Türkiye’nin genel dış politikasını ilgilendirmektedir ve tartışmaya açılmamıştır. Bunun dışında, iki ülke arasında yeniden oluşturulan Türk-Çin Stratejik İşbirliği İlişkileri ve içeriği hakkında da, Türk ve Çin uzmanları arasında müzakere yapılmamıştır. Yükselmekte olan Çin’in ekonomik gücü, askerî kapasitesi ve bölgesel ile küresel düzeydeki nispi etkisi, mevcut uluslararası sistemi değiştirebilecek durumdadır. Bu durumda Çin, Türkiye’nin bölgesel ve küresel çıkarlarını etkileyebileceği gibi siyasî, ekonomik ve güvenlik alanlarındaki menfaatlerini de ilgilendirmektedir. Uluslararası sistemin geleceği bağlamında Çin’i yüzeysel bir şekilde tanımak ve anlamak, Türkiye’nin gelecekteki çıkarlarına olumsuz anlamda tesir edebilir. Bu bağlamda Türkiye’nin düşünce kuruluşlarının sadece görünen Çin’i değil, daha derin olan Çin’i araştırmasıyla gerçek işbirliğine gidilebilir, nitekim şeytan ayrıntıda gizlidir. Türkiye’nin Şanghay işbirliği Örgütü Üyeliği Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 6-7 Haziran 2012’de düzenlenecek olan 12. Dönem liderler zirvesinden önce, 11 Mayıs 2012 tarihinde Örgüt üye ülkeleri Dışişleri Bakanları Toplantısını Pekin’de gerçekleşmiştir. Toplantıda açıklanan Şanghay İşbirliği Örgütü Dışişleri Bakanları’nın sonuç bildirgesinde, Haziran başında yapılacak Şanghay İşbirliği Örgütü üye ülkeleri liderler zirvesinde Türkiye’ye “diyalog ortağı” statüsünün verilmesi konusunun ele alınacağı belirtilmişti. Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Cheng Guoping 23 Mayıs’ta yaptığı açıklamasında, yapılması beklenen Şanghay İşbirliği Örgütü’nün zirve toplantısında, Afganistan’ın gözlemci statüsü ile Türkiye’nin diyalog ortağı statüsünün müzakere edileceğini beyan etmiştir. 6 Haziran’da başlayan zirve toplantısında Çin dışında Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan Devlet Başkanları katılacaktır. Gözlemci ülkeler olarak İran, Moğolistan, Pakistan ve Hindistan gibi ülkelerinin üst düzey temsilcileri ile Çin’in özel davet ettiği misafirler olarak Afganistan ve Türkmenistan Devlet Başkanı veya temsilcisi de iştirak edecektir. Birleşmiş Milletler, Bağımsız Devletler Topluluğu, Avrasya Ekonomik Topluluğu ve Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü yetkililer zirveye katılacaktır. Bu zirvede en çok ilgi gören konu ise Afganistan’ın gözlemci statüsü ve Türkiye’nin diyalog ortağı statüsünün müzakere edilecek olmasıdır. Diğer önemli konular ise Örgütü’n geleceğe yönelik orta vadeli strateji planlaması ve Üç Güce karşı 2013-2015 işbirliği programı ile ilişkin karar verilecek olmasıdır. Yani güvenlik işbirliği, ekonomik işbirliği ve üyeliğin genişlemesi gibi konular ilgi uyandırmaktadır. CIIS Vakfı Başkanı ve Çin-Orta Asya Dostluk Derneği Başkanı Zhang Deguang’ın ifadesiyle, Şanghay İşbirliği Örgütü Pekin zirvesi bir kilometre taşı olarak önem taşımaktadır ve Öğüt’ün gelişmesi için önemli tarihî etkisi vardır. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Büyümesi Şanghay İşbirliği Örgütü, Nisan 1996’da Çin ile komşu olan Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan ülkeleri arasında sınır anlaşmazlıklarını çözmek ve sınır güvenliği inşa etmek amacıyla kurulan Şanghay Beşlisi adı verilen bir platformdan gelmektedir. Bu müzakerelerde önce eski Sovyetler ülkeleri ile Çin olarak iki taraflı devam etmiş ve sonradan Çin’in ilgili ülkeler ile tek tek müzakere etmesi ile Çarlık Rusya ile Sovyetler döneminden kalma sınır sorunlarının çözüme kavuşturulmasında muvaffak olmuştu. Çin, sınır anlaşmazlıkları ve sınır güvenliğini, 1999 yılına doğru belli ölçüde çözüme kavuşturmuştur. Bu neticeye karşı Çin, Şanghay Beşlisi’nin 1999 yılındaki zirvesinde söz konusu platformunun bölgesel güvenlik ve ekonomik işbirliği örgütüne dönüştürme niyetini ortaya koymuştu. Bir dizi hazırlıklardan sonra Çin ile sınırdaş olmayan Özbekistan’ın katılımıyla Haziran 2001’de, Şanghay Beşlisi, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dönüştürülmüştü. Şanghay İşbirliği Örgütü, Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra kurulan ve ilk defa Çin kenti ile adlandıran uluslararası bir örgüttür. Şanghay Beşlisi ve Şanghay İşbirliği Örgütü, ikici kuşak Çin lideri Deng Xiaoping’in 1978 yılında ortaya koyduğu ve 1987’de uygulamaya başladığı Üç Aşamalı Kalkınma Stratejik Planı için talep edilen yurtiçi ve yurtdışı güvenlik ortamını inşa etme politikasının bir parçası idi. 2030-2050 yıllarında tamamlanması öngörülen bu stratejinin bir ayağı olan Çin’in Batı Bölgeleri Kalkınma planı da vardı ve Çin’in kuzeybatı bölgelerinin ham maddeleri ile petrol ve doğalgaz gibi enerjilerin, kalkınmış olan doğu ve güneydoğu bölgelerine aktarılması politikası da söz konusudur. Aynı şekilde, Çin’in bir pazarı olan Orta Asya’daki hammadde ve enerjilerin de Doğu Türkistan üzerinden Çin’in kalkınmış bölgelerine aktarılması planlanmıştır. İran’ın, gözlemci ülke statüsü ile kabul edilmesinden sonra enerji işbirliği alanı da genişlemiştir. Afganistan, Pakistan ve Hindistan’ın gözlemci ülke statüsünü kazanması ile Güney Asya bölgesi örgütün kapsamına girdiği gibi bölgesel problemler de Örgütte dâhil olmuştu. Pekin bu gelişmelere karşı Doğu Türkistan’ı Orta Asya ve Güney Asya’nın çekim merkezi yapma politikasını ortaya koymuştur. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün genişlemesiyle birlikte örgütün coğrafi kapsama alanı Doğu Asya, Orta Asya, Batı Asya ve Güney Asya’ya açılmış ve Asya bölgesini geniş temsil etme özelliğini taşımaktadır. Coğrafya yakınlığı olan örgüt üye ülkelerinin kapsadığı alan 37 milyon km² olup Avrasya’nın % 74’ünü teşkil etmektedir. Nüfusu 2,7 milyar olup dünya nüfusunun % 40’ını oluşturmaktadır. Örgüt genişlemeden önce altı ülkenin kapsadığı alan 30 milyon km² olup Avrasya’nın 3/5’i, nüfusu 1.45 miyar olup dünya nüfusunun ¼’ini oluşturmaktaydı. Örgütte, BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinden ikisi, yani Çin ve Rusya yer almaktadır; Dünyada stratejik nükleer silaha sahip olan ülkelerin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İran) yarısı bu örgütte yer almaktadır; Örgüt dünyanın en büyük ordusuna sahiptir; Zengin yeraltı ve yer üstü kaynaklarına, belli düzeyde teknolojiye ve nitelikli insan kaynağına sahip olmakla birlikte ekonomik özellikle enerji alanında birbirini tamamlayıcı ilişkilere sahiptir. Örgüt üye ülkelerinin 2010 yılındaki GSYİH toplamı 7.67 trilyon Dolar olup toplam dünya ekonomisinin 1/8’i teşkil etmektedir. Aynı zamanda, dünyanın en büyük pazarına sahip olduğu gibi, en büyük enerji üretim ülkesi ile dünyanın en çok enerji tüketim ülkeleri bulunmaktadır. 2010 yılının rakamına göre Şanghay İşbirliği Örgütü üye ülkelerin dış ticaretin toplam hacmi 3 trilyon 176 milyar dolara ulaşmıştır. Çin’in Örgüt ’ün beş üyesi arasındaki ticaret hacmi 2001 yılındaki 12.22 milyar dolardan 2012 yılının 84,7 milyar dolara yükselmiştir. Yıllık büyümesi ortalama % 30’u bulmuştur. Çin-Rusya ticaret hacmi 2001 yılındaki 5.596 milyar dolardan 2010 yılının 59.34 milyar dolara yükselmiş ve Rusya’nın en büyük ticaret ortağı olmuştur. Çin-Kazakistan ticaret hacmi 2001 yılındaki 1.29 milyar dolardan 2010 yılının 20.43 milyar dolara yükselerek 2009 yılından itibaren Kazakistan’ın en büyük ikinci ticaret ortağı olmuştur. Çin aynı zamanda Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın ikinci büyük ticaret ortağı durumundadır. Pekin’in Örgüte üye ülkeler arasında serbest ticaret alanı oluşturmak ve ekonomik entegrasyon projesi vardır. Bu proje gerçekleştiği takdirde 2020 yılında örgütün gayri safi yurtiçi hâsılası dünyanın %30’unu teşkil edecektir. Yani dünyanın en büyük güvenlik ve ekonomik örgütü olmaya adaydır. Ancak, örgüt aynı zamanda Asya’nın birçok bölgesel hassas sorunları da içermektedir ve örgütün işlevini engellediği gibi icraatını da yavaşlatabilir. Şanghay İşbirliği Örgütü, Aralık 2004’te, BM’nin gözlemci statüsüne kabul edilmiştir. Nisan 2005’te söz konusu örgüt, Rusya’nın önderliğinde olan Bağımsız Devletler Topluluğu ve Güneydoğu Asya’daki on ülkeden oluşan ve ekonomik birlik olan ASEAN ile işbirliği ilişkilerini tesis etmiştir. Ayrıca örgüt, Rusya’nın inisiyatifinde olan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (CSTO) ile bölgesel güvenlik işbirliği ilişkisi de tesis etmiştir. Örgüt etki gücünü arttırdığı gibi çekim gücünü de yükseltmeye çalışmaktadır. Belarusya, Sri Lanka ve Türkiye gibi ülkeleri örgüte üye olma istekleri de bulunmaktadır. Geleceğe yönelik örgütün Asya’nın en büyük ekonomik ve güvenlik işbirliği teşkilatına dönüşmesi söz konusu olacaktır. Bütün bu nedenlerle bazı yorumcular Şanghay İşbirliği Örgütü’nü NATO’ya benzeterek onu Doğu’nun NATO’su olarak tanımlamaktadır. Ancak örgüt içi siyasî, ekonomi ve güvenlik alanında entegrasyon sorunu, Çin-Rusya bölgesel rekabet sorunu ve bölgesel sorunları (terör, Doğu Türkistan, Afganistan, Keşmir v.s.) kapasitesini ve siyasal manevrasını engellemektedir. Türkiye’nin Üye Olma Serüveni Başbakan Tayyip Erdoğan, Ocak 2005’teki Rusya ziyaretinde Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olma isteğini Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e iletmişti. Başkan Putin de bu isteği Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev ile paylaşmış ve olumlu cevap almıştı. Başkan Putin’e göre, Türkiye’nin dile getirdiği bu ilgi önemli bir pozitif sinyal olarak algılanmalıdır; Kazakistan lideri Nazarbayev, Putin’in bu sözleri üzerine Türkiye’yi her zaman aralarında görmekten mutluluk duyacaklarını belirtmiştir. Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün Şubat 2005’te Çin’e yaptığı ziyaret sırasında Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olma isteğini Çin Başbakanı Wen Jiabao’ya iletmişti. Dışişleri Bakanı Gül, iki tarafın da uluslararası örgütlerde işbirliğini geliştirmeyi amaçladığını belirterek, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmaya ilgi gösterdiğini ifade etmiştir. Ancak, Türkiye’nin müracaatı kabul edilmezken aynı dönemde başvuran İran gözlemci statüsüyle Şanghay İşbirliği Örgütü’ne kabul edilmişti. Temmuz 2005’te, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Liu Jianchao yaptığı basın toplantısında, Türkiye’nin neden Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğine alınmadı sorusuna Türkiye’nin başvurup vurmadığı hakkında bilgisinin olmadığını beyan etmişti. Bu açıklama Çin’in Türkiye’nin üyeliğini istemediğini göstermektedir. Çinli uzmanlar da Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğine karşıdır. Aslında, Çin Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktığı için Rusya ve Kazakistan’ın çabaları da etkisiz kalmıştır. Ancak, Rusya Türkiye’nin üyeliğine olumlu bakmaktadır. Çin Türkiye’nin yalnızca Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmasını istememekle kalmamakta aynı zamanda Asya Pasifik bölgelerindeki çok taraflı işbirliği örgütlere üye olmasını da istememektedir. Şubat 2005’te, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Çin Ticaret Bakanı Bo Xilai ile görüşmesi esnasında, Çinli yetkililer Türkiye’nin hem AB hem de Asya Birliği’ne üye olmasını bir Çince deyimle (ayakları iki teknede=nihayetinde boş dönecek) eleştirmişti. Fakat Türkiye’nin AB üyeliğine Çin tam destek vermektedir. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcülerinin ifadesine göre, Türkiye’nin AB üyeliği Çin-Türkiye ilişkilerinin güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Çin uzmanları, AB üyesi olan bir Türkiye’nin Orta Asya’ya yönlenmeyeceğini ve Çin’in bölgedeki çıkarlarına zarar vermeyeceği gibi, Doğu Türkistan sorunu ile fazla ilgilenemeyeceğini düşünmektedir. 2005 yılından buyana Rusya ve Kazakistan gibi ülkelerin Türkiye’nin Örgüt’e iştirak etmesini desteklemesine rağmen, hatta son yıllarda düzenli yapılan Şanghay İşbirliği Örgütü sempozyumlarında, Rus uzmanlarının aynı yöndeki bilimsel teklifleri Çin tarafından uygun görülmemiştir. Çin tarafının karşı çıkmasının gerekçesi ise Örgüt’ün genişlemesi için henüz uygun fırsat ve zeminin bulunmamasıdır. Bütün bunlar Türkiye ve Çin arasında siyasî güvenin eksik olduğunu göstermektedir. Nisan 2011’de (bazı haberde 21 Ekim 2011) Ankara’nın Örgüt’ün diyalog ortağı statüsü ile ilgili resmi başvurusunu Şanghay İşbirliği Örgütü Genel Sekreterliği’ne yapmıştı. Bu başvuru 14-15 Haziran 2011 tarihlerinde Örgüt’ün Devlet Başkanları Astana (Kazakistan) zirvesinde ele alınmış olmasına rağmen usul sorunlarının henüz çözülmediği sebebi ile sonuç alınmamıştı. İlk olumlu cevap 7 Kasım 2011’de Rusya’nın St. Petersburg şehrinde yapılacak Şanghay İşbirliği Örgütü üye ülkeleri Hükümet Liderleri zirvesinden önce gelmiştir. İnterfaks’a konuşan Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev'in Şanghay İşbirliği Örgütü Özel Temsilcisi Kirill Barski de Türkiye’nin daha önce sunduğu dilekçeyi gözden geçirdiklerini belirtmişti. Türkiye Dışişleri Bakanlığı kaynaklarına göre, Rusya, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü içinde yer almasını istemektedir. Söz konusu kaynağa göre, “Ankara Şanghay İşbirliği Örgütü içinde yer almak için uzun süredir çalışmaları sürdürüyor. Şanghay İşbirliği Örgütü, bir bölgesel işbirliği örgütüdür. Ankara, dış politika açısından bölgesel örgütlerle yoğun işbirliği içinde olmayı önemsiyor”. Türkiye’nin diyalog ortağı statüsünü Haziran 2012’deki Örgüt zirvesinde ilan edilmesi beklenmektedir. Haziran 2002’deki zirvede kabul edilen Şanghay İşbirliği Örgütü Şartnamesinin 14. maddesinde diyalog ortağı statüsü ile ilgili tanımlar bulunmaktadır: Şanghay İşbirliği Örgütü diğer ülkeler ve uluslararası kuruluşlarla diyalog ilişkileri tesis edebilir; Şanghay İşbirliği Örgütü’ne ilgi duyan ülkeler ve uluslararası kuruluşlara da diyalog ortağı veya gözlemci statüsü tanıyabilir. Bu statüyü belirleyen yönetmelik ve prosedürler, üye ülkeler arasında özel istişareden sonra hüküm verilir. Ancak, bu statüdeki ülke ya da uluslararası kuruluşların Örgüt içinde yetkisi sınırlıdır ve sadece bazı teklifleri sunabilir ve örgüt platformunda işbirliği yapma imkânları elde edebileceklerdir. Yani Örgütün Türkiye’ye tanıdığı diyalog ortağı statüsü, Örgüt’ün karar alma mekanizmasından uzaktır. Bu durumda Türkiye’nin Örgüt’te etkili olabilmesi için önce gözlemci sonra üyelik statüsüne sahip olması gerekmektedir. Türkiye’nin bu amacına ulaşıp ulaşamaması, Türkiye-Çin ilişkilerinin stratejik düzeye yükselmesine bağlıdır. Türkiye Üyeliğinin Zorlukları Rusya’nın Sesi’nin bir yorumunda Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üzerindeki menfaatlerini tespit etmiştir: 1. Türkiye resmen Rusya ve Çin gibi devletlerin tercih edilen siyasi ortağı olacaktır; 2. Şanghay İşbirliği Örgütü ile işbirliği sayesinde Ankara SSCB sonrası topraklarında doğrudan faaliyette bulunma ile ilgili meşru fırsatı bulmuş olacaktır; 3. Şanghay İşbirliği Örgütü Türkiye’ye sadece kocaman bölgedeki bütün süreçleri dışarıdan gözlemekle kalmayıp gelecek bölgesel güvenlik sisteminin oluşturulmasına artan etkisini yaratabilen aktif oyuncu olma imkânını sağlayacaktır; 4. Türkiye arkası Doğu’da sağlamken Batı ile ilişkileri başka bir şekilde kurabilecek. Nihayet, Türkiye Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Asya bölgesinde planladığı geniş çaplı enerji projelerinin gerçekleştirilmesine katılma ve Avrupa ekonomisinin duraklama sürecine girmesi halinde kendi ürünleri için büyük bir satış pazarını elde etme fırsatını yakalamış olacaktır. Yani Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütüne katılması örgütün çalışma şeklini değiştirecek ve daha dinamik hale getirecektir. Bu gelişmeler sadece Şanghay İşbirliği Örgütü’nün üye ülkeleri değil işbirliği yaptığı bütün devletlerin çıkarları ile uyumludur. Rus siyasî analist Stanislav Tarasov, Örgüt’ün Türkiye’yi kabul etmesi gerçek bir atılım (real breakthrough) olduğu görüşünü belirterek, Türkiye’nin yıllardır AB üyeliği başarısız olmasından dolayı Doğu’ya yönlenme politikasını ortaya koyduğunu ve Örgüt’e iştirak etmesinin önemini vurgulamıştır. Türkiye’nin Orta Asya’daki jeopolitik çıkarları ve bölge halkıyla tarihsel, kültürel, dinî ve etnik bağlarından dolayı diyalog ortağı statüsüyle yetinmeyeceğini anlamak zor değildir. Ancak bazı zorluklar Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğini engelleyebilmektedir. Türkiye’nin Batı cephede görünmesi (örneğin AB üyeliği) ve NATO üyesi olması Batı ile siyasal ve güvenlik alanında pürüz yaşanan Çin ve Rusya’yı endişeye sevk etmektedir. Son dönemde Türkiye’nin çok yönlü dış politikası belli bir ölçüde bu tür endişeleri giderebiliyorsa da, farklı siyasal değerlere sahip olması ve bölgesel sorunlar üzerinde farklı tutumları (örneğin Ortadoğu’daki gelişmeler) daha ileri düzeyde Çin ve Rusya ile işbirliği yapmasını kuşkulu hale getirmektedir. Türkiye’nin üyeliği zaman zaman ABD’nin Örgüt’e üyeliği ile birlikte yorumlanmaktadır. Yani Türkiye’nin aslında ABD ile birlikte hareket ettiği yorumlanmaktadır. Türkiye’nin diyalog ortağı statüsüne kabul edilmesinin nedeni de Orta Asya’nın kalkınması ve terörle mücadele konularda büyük katkıları olacağı düşüncesi yatmaktadır. Giderek kendi menfaat alanlarında etkisini yaratan Türkiye, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün itibarını ve etkinliğini sağlayabilmektedir. Orta Asya’daki potansiyel etkiye sahip olan Türkiye gibi yeni yükselen güçleri Örgüt’ün çerçevesinde tutmak onun dışarıda kalarak bölgede olumsuz etki yaratmaktan daha karlı olacaktır. Çin-Rusya ne kadar stratejik işbirliği ortaklık ilişkileri oluşturmuş olsa bile, Orta Asya’daki enerji ve jeopolitik rekabeti yaşanmaktadır. Bazı yorumlara göre, yükselen Çin yalnızca kendi jeopolitika gücü ile bölge ülkeleri etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda parasıyla de bölgede etkin olma yolundadır. Çin’in diğer komşuları gibi Örgüte üye ülkeleri de Çin’in giderek artan etkisinden endişe duymaktadır. Rusya, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün esas üyesi olmasına rağmen, Avrasya’da etkin güvenlik rolünü icra etmek için kurulan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nde Çin’e yer vermemiştir. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün zirvesi sona ermesinin hemen ardından Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün zirvesinin başlamış olduğu durumlar gözlemlenmiştir. Çin, Pakistan’ın Örgüt üyeliğini teklif ederken, Rusya Hindistan’ın üyeliğini gündeme getirmektedir. Yani Rusya, Çin’in bölgedeki etkisini dengelemek için Hindistan’a daha fazla destek vermektedir. Rusya, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yeni üyeleri kabul ederek örgütün genişlemesini teşvik ederken, Çin ise Örgüt’ün yapısı ve fırsatların olgunlaşmadığı gerekçesi ile engellemeye çalışmaktadır. Rusya hatta Şanghay İşbirliği Örgütü’nün geleceği hakkında aktif rolleri üstlenmemiş olabilir, bu nedenle Çin liderleri Rusya’nın Şanghay İşbirliği Örgütü’nün gelecekteki kalkınma stratejisinin derinden düşünmesini teklif etmektedir, Örgüt üye ülkeleri arasındaki ekonomik işbirliğinin güçlendirilmesini talep etmektedir. Rusya lideri Vladimir Putin, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün bölgesel ekonomik ve güvenlik işbirliği etkisini gölgede bırakacak Avrasya Birliği planını Orta Asya ülkeleri teşvik etmektedir. Yani, Orta Asyalı Şanghay İşbirliği Örgütü üye ülkeleri ile birlikte hareket ederek siyasî, ekonomi-ticaret ve güvenlik alanında Çin’i dışlamaktadır. Şanghay İşbirliği Örgütü 2012 zirvesinden hemen sonra üye ülkeler arasında düzenlenecek Barış Misyonu 2012 askerî tatbikat 8 Haziran’da başlayacaktır. Fakat daha önceki askerî tatbikatlarla farklı olarak Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Orta Asya ülkeleri Rusya ile birlikte Çin ile düzenlenecektir, yani Rusya söz konusu askerî tatbikatı Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ile Çin arasındaki bir askerî faaliyete dönüştürmüştür. Bütün bu gelişmelere karşı Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğinde Rusya ile Çin arasında nasıl bir tercih söz konusu olacaktır? Çinli uzmanların çoğu Şanghay İşbirliği Örgütü’nün genişlemesine karşıdır ve dolayısıyla Türkiye tam üyeliğine da olumlu bakmamaktadır. CIIS Vakfı Başkan Yardımcısı Yü Zhenqi, Örgüt’ün genişlemesinin ön şartı üye ülkelerin Orta Asyalı Orta Asya bölgesinin komşuları olması gerektiği vurgulamaktadır. Bölgesel sınırlandırma olmadan üyeliğinin çoğalması Örgüt’ün icra kapasitesini zayıflatacağını ileri süren Yü Zhenqi, Şanghay İşbirliği Örgütü dışa açılmayı teşvik ettiğini ve bundan dolayı sadece bölgesel Örgüt dışı ülkelere kapısını açmakla kalmıyor, daha da önemlisi bölge dışı ülkeler ve kuruluşlarla işbirliği diyalog ilişkilerini tesis ettiğini belirterek, Örgüt’ün dışa açılma politikasını dar anlamda sadece üyeliğin çoğalması olarak okuması ve izah edilmesinin doğru olmadığı gibi faydasının da olmayacağı görüşünü beyan etmektedir. Rus uzmanları ise tan tersini savunmaktadır. Rusya Dışişleri Bakanlığı Diplomatik Akademisi Doğu Bilimi Araştırma Merkezi müdürü Andrey Volodin bu konuda şu şekilde açıklama yapmaktadır: “Şanghay İşbirliği Örgütü’nün adım adım genişlediğini görüyoruz. Umarım, hem Hindistan, hem Pakistan, hem İran, hem Afganistan, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün tam üyeleri olacaktır. Yani, pratik anlamda dünya siyasetin çoğu çelişkilerin düğümü olan hemen hemen tüm Merkezi Avrasya, sonuçta Örgüt ağı ile kaplanmış olacaktır.” Çin’in eski Ankara Büyükelçisi ve China Institute of International Studies (CIIS) kuruluşunun uzmanı Yao Kuangyi Türkiye’nin katılımıyla Avrasya bölgesinin güvenlik ve istikrarına katkıda bulunacağı görüşündedir. Büyükelçisi Yao’ya göre, Türkiye’nin Orta Asya bölgesi ile tarihsel ve kültürel bağlarına sahip ve bölgede kendi nüfuzunu genişletmek niyetindedir. Bazı Çin basınlarında yer alan yorumlara göre, NATO üyesi olan Türkiye’nin geçen yıldan beri bölgesel çatışmalarındaki rolü giderek önem kazanmıştır; üstelik Türkiye geleneksel Batı ülkesi değil, onun özel coğrafi konumu ve tarihsel deneyimleri Örgüt’ün kolay kabul etmesi için avantaj sağlamaktadır. CIIS kuruluşunun başkanı Qu Xing, Örgüt’ün genişlemesinin bazı sürtüşmeler yaşanabileceğini ve AB’nin genişlemesinden ders alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Qu Xing’e göre, yeni üyeleri kabul edilmeden önce mevcut üyeler arasında karşılıklı güven ve işbirliğinin derinleştirmesi gerekmektedir. Üyeliğinin artması ile birlikte Örgüt’ün icra kapasitesinin düşeceği, Örgüt için anlaşmazlıklar artacağı ve yaşanacak tartışmaların yoğunlaşacağını belirten CIIS kuruluşu Şanghay İşbirliği Örgütü Araştırmaları Masası Başkan Yardımcısı Li Ziguo, Örgüt’ün genişlemesinin hukukî belgelerindeki bazı problemler ve teknik meselelerle birlikte bölgesel sorunlar (Keşmir sorunu, Afganistan sorunu) ve yeni üye olan ülkelerin mevcut bir dizi çok taraflı anlaşmalara ne derecede uyum sağlayabileceği, bütçe dağılımının nasıl olacağı ve Örgüt dili olan Çince ve Rusçanın yeterli olup olmayacağı gibi sorunlara henüz cevap alınamadığını işaret etmektedir. Şangay İşbirliği Örgütü Yeni Üyelik Yönetmeliği’nin iki yıldan beri kabul edilmiş olmasına rağmen Örgüt içi tartışmalar hala devam etmektedir. Çin Hükümeti ve Çinli uzmanlarının üyeliğinin genişlemesine karşı tutumu Türkiye’nin tam üyeliğine ya da Türkiye’nin Örgüt üzerinde daha etkili olmasını zorlaştırmaktadır. Çin-Mısır İlişkileri Mısır, 1949’da kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıyan (30 Mayıs 1956) ilk Arap ülkesidir ve 1999 yılında Çin ile “stratejik işbirliği ilişkileri’ni tesis etmiştir. 2006 yılında söz konusu ilişkileri derinleştirmek için uygulama programına da imza atılmıştır ve iki ülkenin Dışişleri Bakanlığı arasında stratejik diyalog mekanizması oluşturulmuştur. 2007’de iki ülke arasında diplomasi ve vize alma konularında kolaylaştırıcı önlemler de alınmıştır. Mısır aynı zamanda Ortadoğu’nun bölgesel işlerinde, BM platformunda dile getirilen reform ve insan hakları eleştirilerine karşı Çin ile ortak tutum sergilemektedir. Mısır lideri Hüsnü Mübarek de Çin ile ilişkilerine önem vermiş ve 1980’li-1990’lı yıllarda Çin’i en çok ziyaret eden üç kişiden biri (diğer ikisi Yaser Arafat ve Kamboçya Prensi Norodom Sihanouk) olmuştur. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’ya göre, “Başkan Hüsnü Mübarek Çin halkının yakın dostudur, Çin liderleriyle kişisel ve köklü ilişkiler tesis etmiştir ve Çin-Mısır ilişkileri için büyük katkılarda bulunmuştur.” Çin basınına göre, Başkan Hüsnü Mübarek Çin halkının dostu olduğu gibi Çin’e de derin ve samimi duygular beslemektedir. Başkan Mübarek ise Mısır-Çin ilişkilerini, “Zorluk gün dostu, samimi bir arkadaş ve birbirine bağlı kardeş” olarak tespit etmektedir. Başkan Mübarek, Mısır ile Çin’in arasında birçok benzerlik bulunduğunu ifade etmektedir. Örneğin Nil ve Yangtze Nehri, Piramitler ve Çin Seddi, iki medeniyetin uzun ve köklü geçmişi, görkemli kültürleri ve çalışkan insanları benzer olarak gösterilmektedir. Kasım 2006’da Başkan Mübarek Çin ziyareti sırasında ikili ilişkileri derinleştirmek, Çin’in Arap ve Afrika ülkeleriyle verimli işbirliği yapabilmek için Mısır’ın desteğini vurgulayan ortak bildiriye imza atmıştı. Mısır’la Çin ile ticaret hacmi 5-6 milyar dolar arasındadır ve Mısır, Çin’in Afrika’daki beşinci büyük ticari ortağıdır. Mısır’da Çin’in en çok ihtiyaç duyduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarının yeterli olmamasına rağmen, iki ülke jeopolitik alanda önemli ortaklardır. Özellikle Çin’in enerji kaynağı temini ve malları için önemli bir pazar olan Afrika ve Ortadoğu ülkeleriyle stratejik işbirliği yapabilmesinde Mısır’ın büyük rolü olmuştur. Çin’in Ortadoğu Özel Temsilcisi Wu Sike’nin ifadesine göre, “Çin ile Ortadoğu ülkeleri siyasî alanda birbirlerine karşılıklı ve uzun süreli destek vermektedir, ekonomik alanda birbirini çok güçlü biçimde tamamlayıcı ilişkiler kurulmuş ve ortak menfaatler sağlanmıştır, enerji alanında ise karşılıklı kârı sağlayan işbirliği yapılmış ve büyük sonuçlar alınmıştır”. Çin’in Mısır’a Desteği Tunus’tan Mısır’a yayılan olaylar zarfında Çin Hükümeti olaylar üzerinde fazla yorum yapmamıştır. Mısır’da yaşanan olaydan üç gün sonra düzenlenen bir basın toplantısında Çin olaylara yönelik tutumunu açıklamıştır. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei 27 Ocak gününde düzenlenen basın toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtlarken, “Mısır, Çin’in dostu olan bir ülkedir. Çin tarafı Mısır’daki gelişmeleri yakından takip etmektedir ve Mısır’ın toplumsal istikrar ve normal düzene bir an önce dönmesini arzuluyoruz” biçiminde konuşmuştu. Aynı gün Mısır’ın Asya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Mohamed Higazy Çin ziyareti sırasında Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Zhang Zhijun ile görüşmüştür. Zhang Zhijun, Çin ile Mısır iki dost ülke ve iki iyi ortaktır. Çin, Mısır ile ilişkilerinin geliştirilmesine fevkalade önem vermekte ve bölgesel ile küresel arenada mevcut olan derin değişiklik ortamında, Mısır ile üst düzey ilişkilerin devamını, ikili siyasal güvenin derinleştirilmesini, ticari işbirliği kapasitesinin arttırılmasını ve bölgesel ile küresel meselelerde iletişim ve koordinasyonun güçlendirilmesiyle, ikili stratejik işbirliği ilişkilerinin derinleştirilmesine gayret göstereceğini ifade etmişti. Mohamed Higazy de Çin ile olan ilişkilerin gelişmesine önem verdiğini ve Çin ile her yönde işbirliği yapmakla ikili stratejik işbirliği ilişkilerini geliştirerek yeni sonuçlar elde etmeye çalışacağını belirtmişti. Mohamed Higazy, 26 Ocak gününde Çin Dışişleri Bakanı Yardımcısı Zhai Jun ile de görüşmüştü. Zhai Jun, Mısır’ın Çin’in Ortadoğu ve Afrika’daki önemli bir ortağı olduğunu, Mısır’ın egemenliğini koruması, toplumsal istikrarı ve halkın birliği üzerinde gösterdiği çabaları desteklediğini ve dış güçlerin Mısır’ın içişlerine karışmasına karşı olduğunu belirtmişti. Mohamed Higazy de Çin’in bu desteğine teşekkür ederek, Çin’in Filistin sorunu üzerindeki adil tutumunu takdir etmişti. 1 Şubat gününde, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei, kurulacak olan yeni Mısır Hükümeti hakkında Çin’in görüşlerinin ne olacağı sorusuna, “Mısır, Çin’in dostu olan bir ülkedir. Çin tarafı olarak Mısır’ın toplumsal istikrar ve normal düzene bir an önce dönmesini arzuluyoruz” şeklinde cevap vermiştir. Bu cevabın 27 Ocak tarihli basın toplantısındaki ifadelerden farklı bir yanı yoktur ancak Hong Lei’nin ifadesi Mısır’da kurulacak yeni yönetime yönelik bir cevap olduğuna göre, Çin Hükümeti herhangi bir Mısır yönetimiyle ilişkilerini devam ettireceğini ima etmektedir. Çin’in Tutumu Üzerine Yorumlar Kuzey Afrika ile Ortadoğu’da meydana gelen olayların Çin’in bu bölgelerdeki çıkarlara zarar vereceği aşikârdır. Bölgede yaşanan istikrarsızlıklar Çin’in bölgedeki enerji dâhil diğer ekonomik çıkarlarını etkilemektedir. Çin’in enerji bağımlılığı %50’nin üzerindedir ve enerji ithalatını en çok Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden yapmaktadır. ‘Dünyanın fabrikası’ lakabını taşıyan Çin’in Avrupa’ya yaptığı ithalat ve ihracat mallarının yaklaşık % 60’ı Süveyş Kanalı üzerinden sevk edilmektedir. Bu bağlamda Çin’in bölgede meydana gelebilecek herhangi bir olaya karşı duruşu ve duyduğu endişeler de aynı oranda ilgi çekmektedir. Bazı yorumcular Yasemin Devrimi ile başlayan bir dizi ayaklanmaların Çin’i etkileyerek yakın zamanda Çin’de de yaşanabileceğini iddia etmektedir. Benzer biçimde tek parti yönetim olan Çin’de yükselmeye başlayan enflasyona karşı toplumsal istikrarın sağlanmasının güç olduğu ileri sürülmektedir. Diğerleri, bu olayların demokratik bir talepten kaynaklanmadığını, aksine ülke içindeki güçlerin rekabetinin sonucu olduğunu ileri sürmektedir. Yani Çin’de bu tür olayların meydana gelmesinin zor olduğuna işaret edilmektedir. Bazıları, Çin yönetiminin Mao’dan sonraki liderlerinin en fazla iki dönem başkanlık yapabileceğini, iktisadî hayattaki gelişmelerden, eskisine nazaran Çin halkının nispeten memnun olduğunu ve askerî gücün Çin Komünist Partisi’nin elinde olduğunu belirterek, benzer olayların Çin’de yaşanmasının zor olduğu kanaatindedir. Bazı araştırmacılar ise Çin’in sadece ekonomik araçlarla söz konusu totaliter yönetimlerle yakın ilişkiler kurmasının oluşturduğu tehlikeye dikkat çekerek, daha sorumlu ve çeşitlik politikalar tasarlanması gerektiğini dile getirmektedirler. Bazıları, Afrika ve Ortadoğu’nun istikrarının Çin açısından önemli olduğu ve söz konusu despot hâkimiyetlerin kökten değişiminin değil, daha çok tedrici toplumsal değişiminin Çin’in lehine olacağı kanaatindedir. Bazı yorumculara göre, Mısır’da meydana gelen olaylar Çin açısından olumlu gelişmeler yaratabilir, yani Belarus, Kazakistan, Özbekistan, Suriye, Suudi Arabistan ve diğer Batı tarzı demokrasisi olmayan ülkelerde kriz kaynaklı endişeler, onları Çin’in yanında yer almaya sevk edecektir. Bazıları, Asya’ya geri dönüş yapmaya çalışan ABD’nin söz konusu bölgelerdeki olaylarla meşgul olmasının Çin için pek kötü bir gelişme olmadığını belirtmektedir. Çin’in “Bekle ve Gör” Politikası Çin yönetimi, Soğuk Savaşın sona ermesinden itibaren dünyanın değişik ülkelerinde hükümetlere karşı düzenlenen protesto ve ayaklanmalardan tecrübe kazanmaya çalışmıştır, Çin’de meydana gelebilecek muhtemel ayaklanmalara karşı bazı tedbirler alınmasının hazırlığı yapılmıştır. Özellikle Mart 2005 ile Nisan-Haziran 2010 Kırgızistan olaylarındaki Çin’in tutumunda bunu görmek mümkündür. Çin hükümetinin daha önce 1999’da Yugoslavya’nın dağılması ve 2002’de Doğu Timur’un Endonezya’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşma süreçlerinde gösterdiği tepkiler daha şiddetli olmuştu. Bugün yükselen Çin artık daha reel bir dış politika sürdürmeye çalışmaktadır, yani kendi ekonomik kalkınması ve “temel çıkarlarının” (core interest) korunması için yurtiçi ve yurtdışında istikrar ve güvenlik ortamını aramaktadır. Dünyada meydana gelen olaylar Çin’in bazı menfaatlerini etkiliyorsa da, Çin olaylar üzerine giderek gelişmeleri biçimlendirmeye çalışmamaktadır. Çin’in yükselen bir güç olarak belli düzeyde uluslararası siyasal ve ekonomik düzeni etkilemeye başlamasına rağmen, bundan doğan uluslararası sorumluluğunu tam anlamıyla henüz üstlenebilmiş değildir. Ancak bu, ileride söz konusu sorumluluğunu üstlenmeyeceği anlamına gelmemektedir ve Çin’in gücü arttıkça söz konusu olaylara müdahale etmesi zorunluluğu da ortaya çıkacaktır. Fakat şu anda dünyanın değişik bölgelerinde meydana gelen olaylar Çin’in çıkarlarına belli ölçüde zarar verebilir, buna karşın uluslararası sistemde ve düzende henüz etkin olmadığı bir dönemde Çin’in izlemesi gereken politikanın “bekle ve gör” olduğu izlemini oluşmaktadır. Bu tür politika Çin için yabancı değildir, siyasal kültüründe mevcut ve stratejik kültüründe etkili olan bu tür politika anlayışı, son dönem Çin dış politikasının bir parçasını oluşturmaktadır. “Bekle ve gör” politikası pasif anlamda beklemeyi değil, gelişme sürecinde uygun fırsatları kullanarak ‘ince ayar’ yapılmasını içermektedir. Deng Xiaoping’in ortaya koyduğu “Taoguang Yanghui”, yani ‘dış politikada sivrilmeden kaçınma’ öğretisi hâlâ geçerlidir. Üstelik dünyada meydana gelen olayları yatıştırmak için çabalayan ülkeler zaten vardır ve bu tür olaylar geçici olduğu için Çin’e olan etkisi de dönemseldir. Bu bağlamda diğer güçlerden farklı olarak Çin, Mısır olaylarına karşı temkinli bir ifade kullanmakta ve geri planda kaldığı izlenimini bırakmaktadır. Aslında edindiği birçok tecrübelerden dolayı Çin kendinden emin bir politika izlemektedir. Bunun nedenleri ise şöyle sıralanabilir: 1. Siyasî Alanda: Batılıların politikalarında rahatsızlık duyan ülkeler, özellikle müstebit yönetimler yükselen bir güç olan Çin’in dengeleyici bir güç olarak Batıya ya da ABD’ye karşı duracağı kanaatindedirler. Çin’in uzun yıldan beri izlediği İsrail’e karşı Filistin’i destekleyen politikası her zaman İslam ve Müslüman ülkelerin takdirini kazanmıştır. 2. Ekonomik Alanda: Yükselen Çin hem yatırım hem de en büyük pazar gücüdür, bu durumda kalkınmış veya kalkınmakta olan herhangi bir ülke Çin ile ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmeyi istemektedir. Son yıllarda Çin’in Afrika ve Ortadoğu’daki yatırımları giderek artmaktadır ve bölgesel çıkarlarını pekiştirmek için Pekin yönetimi bu bölgelerdeki jeopolitik girişimlerini de yoğunlaştırmaktadır. Enerjiye duyduğu ciddi taleplerden dolayı Çin’in söz konusu bölgelere yönelmesi zarurî olmuştur ve bölge ülkeleri de hem siyasî anlamda hem de ekonomik anlamda güvenilir bir Çin ile enerji alanında işbirliği yapmaya teşvik edilmektedir. 3.Tarihsel ve Kültürel Alanda: 9. yüzyıldan başlayarak Ortaçağ boyunca İslam kaynaklarında Çin imajı fevkalade olumludur; Çin için en zengin, en akıllı, en insanî, en becerikli ve en misafirperver sıfatları kullanılmıştır. Bu tarihsel bulgular bugünkü İslam ve Müslüman dünyasının Çin’e olan olumlu yaklaşımını etkilediği gibi ülke yöneticilerinin sempatisini de kazanmaktadır. Böyle bir durumda Çin’in olaylara fazla müdahale etmediği sürece Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin Çin’e olumlu bakışları devam edecektir. Çin açısından Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da meydana gelen olaylardan sonra iktidara kimin geldiği önemli değildir. Çin yeni yönetimler ile yine iyi ilişkiler geliştirebilir. Mısır olayları yatıştıktan sonra böyle bir sonuca varılması muhtemeldir. Ancak Çin’in mutlak bir güce sahip olacağı dönemlerde, Çin’in olumlu imajları da zedelenmeye başlayabilir. Bu durumu Çince bir tabirle ifade etmek gerekirse: “Yüksek yerler, soğuğa katlanır.” Çin: Mısır Halkının Kararına Saygılıyız 04 Temmuz 2013 Çin, Mısır'daki askeri darbeyle ilgili, Mısır halkının seçimine saygı gösterdiklerini bildirdi. Çin, Mısır'daki askeri darbeyle ilgili olarak, "Mısır halkının seçimine saygı gösteriyoruz." dedi. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hua Chunying, Pekin'de düzenlenen olağan basın toplantısında gazetecilerin konuyla ilgili sorularını cevaplarken, Mısır'da tüm tarafların şiddet eylemlerinden kaçınmasını, anlaşmazlıkları diyalog yoluyla çözmelerini, böylece toplumsal istikrara kavuşmalarını istediklerini söyledi. Mısır'da yaşanan karışıklığı yakından takip ettiklerini belirten Sözcü Hua, Çin ve Mısır'ın geleneksel dostluğunun sağlam bir zemine sahip olduğunu, "dolayısıyla durum hangi yönde gelişirse gelişsin, bu dostluk değişmeyecektir" ifadelerini kullandı. Pekin yönetimi, Mısır'daki Mübarek rejiminin devrilmesi sırasında Mübarek'e desteğiyle biliniyordu. Sözcü ayrıca, Kahire'deki Büyükelçilikleri vasıtasıyla vatandaşlarına geçici bir uyarı yaptıklarını ve Mısır'da bulunan Çin vatandaşlarının dikkatli olmalarını istediklerini ifade etti. ÇİN MEDYASI DARBEYİ BÖYLE GÖRDÜ Çin'in resmi haber ajansı Xinhua, uzmanların görüşlerine dayanarak Mısır'daki darbeyi yorumladı. Ajans, "Mursi'nin devrilmesi Mübarek'e göre daha hızlıydı ancak zordu" ifadelerini kullandı. Çin Uluslararası Radyosu da "Krizin her geçen gün tırmandığı Mısır'da korkulan oldu, ordu yönetime el koydu" başlığını kullandı ve gelişmeleri aktardı. Çin'de İngilizce yayımlanan China Daily gazetesi ise "Ordu Cumhurbaşkanını devirdi, değişimi açıkladı" başlıklı bir habere yer verdi. Gazete, Mısır'ın ilk kez seçimle iktidara gelen Mursi'nin "dramatik" gidişinin, Mübarek rejiminin devrilmesinden bu yana Arap dünyasının 84 milyon ile en kalabalık ülkesindeki kargaşada başka bir düğüme daha sebep olduğu yorumunda bulundu. Gazete, Mısır'daki darbeye ilişkin liderlerin açıklamalarına da yer verirken, Global Times gazetesi de "Ordu darbe gümbürtüsü arasında Mursi'yi indirdi" başlığıyla darbeyi sayfasına taşıdı. Devlet televizyonu CCTV de, Mısır'daki darbeyi izleyicilerine yorumsuz aktardı. Muhammed Mursi'nin Ziyareti Çin'in başkenti Pekin'e gelen Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin ziyareti kapsamında iki ülke arasında başta ekonomi olmak üzere birçok alanda işbirliği anlaşması imzalandı. Bunlar arasında bilim, sanayi, enformasyon, turizm, çevre, tarım ve bankacılık alanlarında işbirliği anlaşmaları bulunuyor. Uzmanlar, Mursi'nin Çin ziyaretiyle iki ülke ilişkilerinde "yeni bir sayfa açılacağını" belirtirken, Mursi'nin iktidara geldikten iki ay sonra Çin'e gelmesi, Kahire'nin Pekin ile ilişkilerinde temel oluşturacak şeklinde değerlendiriliyor. Ziyarette iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin öne çıktığı vurgulanırken, Mısır'ın, ekonomik istikrar garanti altına alındığında siyasi istikrarın da olacağının farkında olduğu ifade ediliyor. Uzmanlar, "uzun dönem Arap dünyasının önderliğini yapmış Mısır'ın" geçen yıl yaşanan olaylardan sonra seçimle iktidara gelen ilk Cumhurbaşkanı Mursi'nin, ülkesindeki durgun ekonomiyi canlandırmak niyetinde olduğunu belirtiyor. Mısır ve Çin İlişkileri Derinleştiriyor Mısır Dışişleri Bakanı Nebil Fehmi, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi'nin daveti üzerine 14–16 Aralık 2013 günleri arasında Çin'i ziyaret etti. Bakan Fehmi, Çin ziyaretinden önce Çin Uluslararası Radyosu mikrofonlarına açıklamada bulundu. Mısır ile Çin arasındaki ilişkilere değinen Fehmi, şunları söyledi: "Çin'in Mısır'la ilişkilerini geliştirmesini takdirle değerlendiriyorum. Daha önce, Çin Dışişleri Bakanı'yla defalarca temasta bulundum. Çin'in Mısır'da yaşanan çalkantılar ve bunun yol açtığı can kayıplarından endişe duyduğunu öğrendim. Çin, aynı zamanda diğer ülkelerin egemenliğine ve içişlerine saygı göstermenin yanında, başka ülkelerin içişlerine karışmama yönündeki tutumunu da ortaya koydu. Bunun yanı sıra Çin, Mısır'ın uluslararası ve bölgesel meselelerdeki rolünü en iyi şekilde üstlenmesini beklediğini açıkladı. Dolayısıyla, Çin ile Mısır arasındaki ilişkilerin iyi yönde geliştiği kanısındayım." "Mısır, yatırım ve seyahat için iyi bir seçenek" Mısır'daki farklı çevrelerin yeni anayasa tasarısının hazırlanması için büyük çaba gösterdiğini hatırlatan Bakan Fehmi, geçici cumhurbaşkanının, referandum günün yakın tarihte bildireceğine işaret etti. Mısır'da siyasi istikrara kavuşulurken, ekonominin de gelişmesini beklediklerini belirten Fehmi, ülkesinin turizm ve yatırım alanlarındaki avantajlarını şu sözlerle anlattı: "Bazı yatırımcılar, Mısır'ın potansiyelinin farkına vardı. Örneğin, ülkemiz 90 milyonluk nüfusa sahip. Bunun büyük bir bölümü gençlerden oluşuyor. Coğrafi açıdan Asya ve Avrupa'ya yakın olan Mısır, Arap dünyasında ve Afrika ülkelerinde önemli bir rol oynuyor. Bunlar, yatırım konusunda Mısır'ın avantajları. Tabii ki, Mısır halkına ait bir ülke inşa ediyoruz. Yabancı dostlarımıza Mısır'ın yatırım ve seyahat için iyi bir seçenek olduğunu söylemek istiyoruz." Görüşmelerin yelpazesi geniş olacak Mısır Dışişleri Bakanı Fehmi, görevine başladıktan kısa bir süre sonra Çin'e yaptığı ziyaretin, Beijing ile ilişkileri geliştirmeye verdikleri önemi gösterdiğini dile getirdi. İki ülkeden işbirliği alanlarını genişletmesini isteyen Bakan Fehmi, Mısır ile Çin'in, uluslararası ve bölgesel meselelerde teması derinleştirmesi gerektiğini vurguladı. Mısırlı bakan, sözlerine şöyle devam etti: "Çin tarafıyla BM reformundan dünya ticaretine, hukuki çalışmaların geliştirilmesinden silahsızlanmaya kadar farklı konuları görüşmek istiyorum. Bunun yanı sıra, Çin ve Mısır'ın, üçüncü ülkelerle birlikte yapacakları işbirliğinden de ümitliyim. Örneğin Çin ve Mısır ile Arap ülkeleri veya Afrika ülkeleri arasındaki işbirliği…" Çin ve Filistin: Filistin Sorunu FİLİSTİN SORUNU XIX. yüzyılın sonlarından itibaren dünyanın çeşitli ülkelerinden gelip Filistin'e yerleşen Si­yonistler tarafından kendi öz ülkelerinden zorla çıkarılmış ve göçmen olarak çeşitli ülkelerde zor şartlar altında yaşamak zorunda bırakılmış 4.5 milyon Filistinlinin ülkelerine dönme ve bağımsız bir devlet kurma mücadelelerinin oluşturduğu sorunlar bütünü. Bu sorun, çağımızın en Önemli uluslararası sorunlarından biri olup halen çözüme kavuşturulmuş değildir. Filistin Sorunu, Orta Doğu bölgesini ilgilendiren bir bölgesel sorun olarak ortaya çıkmakla birlikte, kısa zamanda uluslararası bir nitelik kazanmış ve özellikle uluslararası sisteme yön veren süper güçlerin yakından ilgilendikleri başlıca konulardan biri olmuştur. Filistin Sorununun geçmişine bir göz atmak yararlı olacaktır. Mısır'dan gelip buraya yerleşen Yahudiler M.S. I. yüzyıla kadar Filistin'de yaşadılar. Yahudilerden sonra Roma İmparatorluğu’nun eline geçen Filistin, daha sonra Bizans İmparatorluğu'nun sınırları İçerisinde kaldı ve ardından burası Perslerin hakimiyetine girdi. Erken dönemlerde bu bölge ile ilgilenen Müslümanlar, Halife Hz.Ebubekir zamanında Filistin'i İslam Devleti'nin sınırlarına kattılar (634). Hz.Ömer zamanında ise Kudüs'ün de alınması İle (638) bölge tamamen Müslümanların eline geçti. Kutsal yerleri ve Özellikle Hz.Ömer Kudüs şehrini Müslümanlardan kurtarmak amacı taşıyan Haçlı Seferleri sırasında bölge bir süre Haçlıların eline geçtiyse de, Selahaddin Eyyubî tarafından bura­da yeniden İslamın hakimiyeti tesis edildi (1187). Bir ara Memlûklulann elinde iken 1516 yılında tüm Arap Yarımadası İle birlikte Osmanlı Devleti'nin siyasî sınırlarına dahil oldu ve tam dört yüz yıl Osmanlıların elinde kaldı. I. Dünya Savaşı'nda Filistin cephesinde İngilizlerle çarpışan Osmanlı Devleti'nin yenilmesi üzerine bu bölge İngiltere’nin eline geçti. Savaş yıllarında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 1916'da imzalanan Sykes-Picot gizli Antlaşması'na göre tüm Orta Doğu bu ülkeler arasında paylaşıldıysa da, Rusya'nın yıkılması üzerine bölge İngiltere ile Fransa arasında bölüşüldü. Irak, Şarkü'l-Ürdün ve Filistin İngiltere'nin mandasına girdi. İngiltere işgal ettiği Filistin'de kurduğu askerî yönetimi 1920'de sivil yönetime dönüştürdü. I. Dünya Savaşı'nın sonundan 1948'e kadar Filistin'de devam eden İngiliz manda yönetimi döneminde Filistin Sorunu yönetimin Siyo­nizm lehine olan tutum ve uygulamaları ile ciddi boyutlar kazandı. Savaş yıllarında İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour 1917 yılında yayınladığı bir deklarasyonda, Filistin'de Yahudilere bir yurt temini için İngiliz hükümetinin çalışacağı belirtilmişti. Filistin Sorununun ortaya çıkmasında en önemli paya sahip olan Siyonizm'e yapılan desteklerin başında Balfour deklarasyonu gelmektedir. Bu deklarasyonla dönemin süper gücü olan İngiltere'nin desteğini kazanan Yahudiler, Filistin'e yeniden yerleşmek için dünyanın çeşitli yerlerinden göç ederek buraya gelmiş ve kısa zaman içerisinde bölgenin demografik ve sosyal yapısının Filistin halkının aleyhine değişmesine ve böylece de Filistin Sorunun'nun ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Yahudilerin bir millet olarak Filistin'e tekrar yerleşmek için gösterdikleri örgütlü gayretlerden doğan bir hareket olan Siyonizm, 1897 yılında toplanan Birinci Siyonistler Kongresi'nden İtibaren giderek güçlenmiş ve Yahudilerin Filistin'e göçü yönünde önemli çalışmalar yapılmıştır. Savaş yıllarında bölgeye çok az Yahudi göç etmişse de, savaştan hemen sonra İngiliz yöneticilerin müsamahaları ile göç hızlanmış ve manda yönetimi süresince 376.845 Yahudi buraya gelmiştir. Siyonist amaçlarla Filistin'e gelen Yahudiler, kurdukları kolonilerde yaşayarak bir devlet kurma amacına yönelik şekilde örgütlenmiş ve ortaya çıkan sorunlarını kurdukları Örgütler bünyesinde ve uluslararası alanda çözmeye gayret etmişlerdir. Dünya Siyonistler Kongresi, Yahudi Ajansı, Yahudi Gizli Ordusu, Yahudi İşçi Sendikaları Birliği vb. örgütler planlı ve bilinçli olarak Filistin'i kolonileştirmeye ve burada bağımsız bir devlet kurmaya yönelik çalışmalar yapmışlardır. Yahudilerin Filistin'e giderek artan göçleri yerli Arap halkı tedirgin etmiş ve bundan dolayı, manda yönetimi yıllarında çeşitli karışıklıklar çıkmıştır. 1920, 1921, 1929, 1936 ve 1939 yıllarında buradaki yerli halk ile dışarıdan gelen Yahudiler arasında ciddi çatışmalar ortaya çıkmış ve Filistinlilerin ayaklanmalarını manda yönetimi her defasında basit çözümlerle yatıştırmaya çalışmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında nispeten sakin geçen Filistin'deki gelişmeler savaş sonrasında kurulan yeni uluslararası sistemle birlikte yeni bir çehre kazanmakta geç kalmamıştır. Savaştan yenik çıkan İngiltere, Filistin kamburundan kurtulmak istiyordu ve bu amaçla sorunu 1947 Şubat'ında Birleşmiş Milletlere havale etti. 1939 yılında Filistin'e Yahudi göçü sınırlandırma kararını alan İngiltere, Siyonistlerin sert tepkileri ile karşılaşmış ve Yahudilerle İngiltere arasındaki ilişkiler giderek bozulmaya başlamıştı. Ayrıca savaş sırasında da 1942'den itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin de desteğini kazanmış olan Siyonistlerin bağımsızlık talepleri de ciddi şekilde ortaya çıkmıştı. 1945'de Siyonist örgüt tarafından İngiltere'ye iletilen istek tablosunun başında Filistin'de bir Yahudi Devleti'nin kurulması için acilen karar alınması talebi bulunuyordu. İngiltere'nin böyle bir talebe olumlu cevap vermesi, o günün konjonktürü içerisinde mümkün değildi; zira eski sömürgeleri olan Arap Devletlerini kaybedebilirdi. Bu İtibarla İngiltere sorunun çözümünü, BM’ye havale etmekte buldu. Birleşmiş Milletler, Filistin Sorunu İle ilgili olarak bir Özel komisyon (United Natİons Spe-cial Commİttee on Palestine: UNSCOP) kurdu ve bu komisyon tarafından hazırlanan ve Filistin'in Araplar ile Filistinliler arasında taksim edilmesini ve böylece bölgede iki ayrı bağımsız devlet kurulmasını ön gören bir plan hazırladı. Bu plan 29 Kasım 1947'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda oylandı ve 13 olumsuz oya karşı (Türkiye de olumsuz oy vermiştir.) 33 olumlu oyla kabul edildi. Kabul edilen Filistin'in paylaşılması ve iki ayrı devletin kurulması ile ilgili karar, Yahudi Devleti'ne 14.100 Km2 Arap Devleti'ne de 11.500 Km2 toprak ayırıyordu. Kudüs şehri ise Birleşmiş Milletler'in vesayetine veriliyordu. Böylece dünyada ilk kez belki de son kez dünya barışını korumak amacıyla kurulmuş olan bir uluslararası örgüt, sorunun taraftarı olan insanlara hiç bir şey sormadan ve sorunla hiçbir ilgisi bulunmayan ülkelerin oyları ile bir devlet kurmuş oluyordu. Filistinliler BM’nin "taksim" kararını şiddetle reddederken Siyonistler kararı olumlu buldular, fakat Kudüs için öngörülen statüyü benimsemediler. BM'de "taksim" kararının alınmasından hemen sonra Filistin'de çatışmalar başladı. Siyonistler sadece Filistinlilere karşı değil, İngilizlere de karşı koyuyorlardı. Nihayet İngiltere 14 Mayıs 1948'de birliklerini buradan çekti ve hemen aynı gün Siyonistler de İsrail Devleti'nin kurulduğunu ilan ettiler. ABD ve SSCB bu yeni devleti ilk tanıyan ülkeler oldular. İsrail Devleti'nin kurulması ile Filistin Sorunu yeni boyutlar kazandı. Arap ülkeleri bu karara sert tepki göstererek Arap Birliğine bağlı askeri birliklerle Siyonistler arasında şiddetli çatışmalar oldu. Ocak 1949'da bir ateşkes antlaşması imzalandı ve çatışmalara son verildi. İsrail, bu savaşta Filistin'in büyük bölümünü ele geçirirken, Ürdün de Batı Şeria'yı işgal etti. Mısır ise Gazze Şeridi'ni ele geçirdi. Kudüs'ün doğusuna Ürdün, batısına da İsrail el koydu. Böylece Filistin fiilen paylaşılmış oldu ve İsrail'in eline düşen topraklardaki Filistinliler yüzyıllardır yaşadıkları öz yurtlarından Siyonistler tarafından zorla çıkartılmağa, komşu ülkelere sürülmeğe başlandı. Binlerce Filistinli komşu Arap ülkelerine sığınmak zorunda kaldı. Filistin'deki İsrail Devleti kurulana kadar Filistin Sorunu, dünyanın değişik yerlerinden buraya göç ederek gelen Siyonistleri bölgeye sokmama, Siyonistlerin buraya yerleşmelerini engelleme, demografik yapının Siyonistlerin lehine gelişimine karşı durma ve kendi öz topraklarına sahip çıkma mücadelesi şeklinde belirirken İsrail devletinin kurulmasından sonra Filistinlilerin kendi öz ülkelerinden çıkarılmaları, komşu ülkelerde gayrı insanî şartlarda ve göçmen çadırlarında sığıntı olarak yaşamaya mecbur edilmeleri ve ülkelerinden çıkarılan milyonlarca Filistinlinin ülkelerine dönem ve bağımsız bir devlet kurma mücadelesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. İsrail Devleti'nin egemenliği altında yaşayan Filistinlilerin kimisi ülkelerinden göç ederek komşu Arap ülkelerine sığınırken, kimisi burada kaldılar ve İsrail'in acımasız ayrıma politikası altında yaşamaya devam ettiler. 1964 yılında Kudüs'te Filistin Kurtuluş örgütü (FKÖ) kurulana kadar, Filistin halkının haklı talepleri ve sesi, Arap ülkeleri tarafından dile getirilmeye çalışıldı. Fakat aslında Arap ülkeleri Filistin'de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını istemediklerinden, bu yöndeki taleplere pek de destek sağlamış değildirler. Ürdün 1949'da işgal ettiği Batı Şeria'yı 1950 Eylül'ünde ilhak ettiğini açıkladı İse de, bu karan sadece İngiltere ve Pakistan tanıdığını açıkladı. 1967 Arap-İsrail savaşı, Filistin Sorununun kronolojisinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu savaşta İsrail, Ürdün'ün elinde bulunan Batı Şeria'yı, Mısır'ın elindeki Gazze şeridini, Sina yarımadasını ve Suriye'nin elindeki Golan tepelerini işgal etti ve ülke topraklarını üç misline çıkardı. İsrail'in işgal ettiği bu bölgelerde yaşayan 1 milyondan çok Filistinlinin bir kısmı komşu Arap ülkelerine - özellikle de Ürdün'e, göç ederken, bir kısmı da İsrail'in egemenliği altında kaldılar. Ürdün'de gayri İnsanî şartlarda yaşayan ve Arap ülkelerinde ucuz el emeğini temsil eden Filistinliler çeşitli kuruluşların yadımlan ile hayatlarını sürdürmeye çalıştılar. 1970 yılında Ürdün yönetimi İle bu ülkede yaşayan Filistinliler arasında kanlı çatışmalar oldu ve Ürdün yönetimi duruma hakim olarak Filistinlileri ülkesinden çıkardı. Ürdün'den ayrılmak zorunda kalan Filistinliler Lübnan'a sığındılar. 1964'te Kudüs'te kurulan Filistin Kurtuluş örgütü (FKÖ), Filistin halkının haklarını savunmak ve bu hakları ele geçirmek için düzenli bir ordu kurmaya karar verdi ama 1967 Savaşı’nda Arapların yenilmeleri üzerine bu ordu çöktü. Bundan sonra mülteci kamplarında yetişen Filistinlilerin etkin oldukları ve çeşitli adlar altında örgütlenen direniş örgütleri tesirli olmaya başladılar. Bunlar arasından El-Fetih, Yaser Arafat, S.Halef, K.İ.Vezir, F.El--Kadimî gibi şahsiyetlerin liderliğinde kısa zamanda sivrilerek bağımsız bir politika İzlemeye başladı ve Filistin mücadelesine damgasını vurdu. 1955'ten itibaren İsrail'e karşı silahlı mücadeleye yönelen El-Fetih, 1968 yılında Filistin Milli Konseyi'ne girmeyi ve Arafat’ın Yürütme Kurulu Başkanlığına getirilmesini başardı, Y. Arafat, İsrail'le mücadelede yeni stratejilerin belirlenmesinde etken oldu. FKÖ, 1969 yılında Filistin'de "laik ve demokratik" bir devlet kurulması amacıyla çalışacağını açıkladı. FKÖ'nü ele geçiren el-Fetih, İsrail'le mücadelede bir üs olarak kutlandıkları Ürdün'den çıkarıldıktan sonra Lübnan'a yerleşerek buradan mücadeleyi yönlendirdi. 1973 Arap-İsrail savaşında da Arapların yenilmeleri ve İsrail'in işgal altında tuttuğu toprakları biraz daha genişletmesi Filistinlilerin geleceği üzerinde olumsuz etkide bulundu. FKÖ İsrail'le mücadelede tedhişe yöneldi ve uçak kaçırma, baskınlar düzenleme, adam kaçırma gibi eylemler gerçekleştirdi ve bu tür olaylarla sesini duyurmayı başardı, fakat dünya kamu oyundan şiddetli tepki aldı. 1974 yılındaki gelişmeler Filistin Sorunu için Önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. 1973 Savaşı'ndan sonra barış görüşmelerinde Filistin halkını kimin temsil edeceği sorunu ortaya çıkmıştı. İsrail'in varlığını kabul etmeyen daha soldaki örgütler barış görüşmelerine karşı çıkarak "ret cephesi" oluşturdular. FKÖ ise görüşmelerden yana tavır aldı ve 1974 yılında Önemli diplomatik başarılar kazandı. Önce Mısır ve Ürdün FKÖ'nü Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak kabul ettiler. İkinci İslam ülkeleri Zirve Konferansı, Afrika Birliği Teşkilâtı, Arap Birliği, UNESCO ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı, FKÖ'nün Filistinlilerin temsilcisi olduğunu tanıdı. Ayrıca BM, Filistinli göçmenlerin "ülkelerine geri dönme ve tazminat alma hakları" olduğunu da belirtti. Aynı yıl Arafat, Birleşmiş Milletler Genel Ku­rulunda Filistin halkının taleplerini dile getirdi. Bağlantısızlar hareketinin üyeliğine de kabul edilen FKÖ, Arap Birliğine tam üye olarak kabul edildi ve bu tarihten İtibaren dünyadaki bağımsız devletlerin çoğunluğu tarafından tanındı. Ayrıca pek çok ülkede diplomatik temsilcilikler açtı. FKÖ'nü etkisiz hale getirmek için Lübnan'daki mülteci kamplarına pek çok kez saldıran İsrail binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Mart 1978'de Filistinlileri etkisiz hale getirmek bahanesiyle Güney Lübnan'ı işgal eden İsrail, çeşitli kereler mülteci kamplarını bombaladı. 1979 Mart'ında Mısır ile İsrail arasında barış antlaşmasının imzalanmasını hem FKÖ, hem de diğer Arap devletleri şiddetle eleştirdiler ve Mısır'ın Arap Birliği, İslam Konferansı Teşkilâtı gibi bölgesel uluslararası kuruluşlardaki üyeliğini askıya aldılar. Camp David antlaşmaları İsrail'in Sina Yarımadasından çekilmesinin yanı sıra, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde Filistinlilere özerklik verilmesi için Ürdün, Mısır, İsrail ve Filistinlilerin temsilcileri arasında görüşmelerin sürdürülmesini öngörüyordu. Fakat ne doğru dürüst görüşmeler yapılabilmiş, ne de önerilen özerkliği Filistinliler kabul etmişlerdir. Temmuz 1980'de İsrail’in Doğu Kudüs'ü İlhak ederek Kudüs'ü İsrail'in bölünmez başkenti olarak ilân etmesi şiddetli tepkilere sebep olduysa da, her zaman olduğu gibi bir oldu bitti politikası sonunda istedikleri gayeye ulaştılar. Haziran 1982'de İsrail Lübnan'ı yeniden işgale yöneldi ve Filistinlilerin yaşadıkları mülteci kamplarını bombaladıktan sonra FKÖ karargahının bulunduğu Batı Beyrut'a ulaşan İsrail birlikleri Filistinlilerin Beyrut'u terk etmelerini sağladı. Beyrut'tan ayrılmayı kabul eden FKÖ yöneticileri ve savaşçıları uluslararası gücün denetimi altında Tunus'a taşındılar. Bazı Filistinliler ise Cezayir, Libya ve diğer Arap ülkelerine gittiler. FKÖ merkezini Tunus'a taşıdıktan sonra Suriye desteğindeki Filistinliler ile Arafat taraftarları arasında Trablus Şam’da şiddetli çarpışmalar oldu. El-Fetih'in gücü ve Arafat'ın prestiji iyice sarsıldı. İsrail askerlerinin müsaade etmeleri üzerine Filistinli göçmenlerin yaşadıkları Sabra ve Şatla kamplarına giren Hristiyan Falanjistler yüzlerce kişiyi çoluk çocuk demeden katlettiler. Bu katliam Arap ülkelerinde ve tüm dünyada büyük bir nefret uyandırdı. ABD, Filistin Sorununun çözümü amacıyla Eylül İ982'de Reagan Planı adıyla bir barış planı önerdi. Bu plana göre Orta Doğu barış görüşmelerinde Filistinlilerin Ürdün tarafından temsil edilmeleri ve Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde oluşturulacak özerk bir yönetimin Ürdün'e bağlanması savunuldu. Fakat plan Filistinlilerce reddedildi ve Arap ülkeleri Fez'de toplanan Arap Zirvesinde Fez Planı'nı ortaya atarak ABD planına karşı yeni öneriler getirdiler. FKÖ'nü Filistinlerin tek temsilcisi olarak bir kez daha belirten Fez Planı'nı ABD ve İsrail kabul etmedi. Ayrıca Arafat'a karşı olan direniş örgütleri de Fez Planına karşı çıktılar. Arafat, Lübnan'dan ayrıldıktan sonra diplomatik ve siyasî İlişkilere giderek daha fazla önem verdi ve bu alanda başarı sağladı. 1985'te Lübnan'a dönen Filistinliler ile buradaki Emel örgütü milisleri arasında şiddetli çatışmalar oldu. Emel örgütü milislerinin kuşatması altında bulunan Filistin kamplarında, yardım malzemesi ulaştırılamaması üzerine açlık ve hastalık yüzlerce kişinin ölümüne sebep oldu. Kamplar savaşı ancak Filistinlilerin Güney Lübnan'dan çekilmeleri üzerine son buldu. Nisan 1987'de Cezayir'de toplanan 18.dönem Filistin Millî Konseyi toplantısında FKÖ içerisinde ve Filistinliler arasında yeniden birlik sağlandı ve Y. Arafat FKÖ liderliği görevini korudu. Aralık 1987'dc işgal altındaki Filistin topraklarında Filistinlilerin ayaklanmaları başladı. Bu ayaklanmada (İntifada) ateşli silahlara baş vurulmaksızın sadece sapan, taş ve benzeri malzemeler kullanıldı. Genel grev, işe gitmeme, dükkanları açmama, vergi ödememe v.b. yöntemler İsrail yönetimini güç durumda bıraktı. İsrail ayaklanmayı bastırmak için şiddete ve teröre başvurdu, fakat ayaklanmada yüzlerce Filistinlinin ölmesi, millî bilincin gelişmesine ve ayaklanmanın ısrarla sürdürülmesine yol açtı. Nihayet Ürdün'ün 1988'de Batı Şeria ile her türlü hukuk bağını kopardığını açıklamasından sonra bağımsız bir Filistin devletinin kurulması yönünde çalışmalar hızlandırıldı. Kasım 1988'de olağanüstü olarak Cezayir'de toplanan Filistin Millî Konseyi, 15 Kasım 1988'de Birleşmiş Milletlerin 181 (II) sayılı kararı ile Filistinlilere bırakılan ve halen İsrail'in işgali altında olan topraklarda Bağımsız Filistin Devleti'nin kurulduğu açıklandı. Bu kararla birlikte Filistin Sorunu yeni bir döneme girmiş oldu. Bağımsız Filistin Devleti'nin kurulduğunun duyurulmasından sonra yüze yakın ülke bu devleti tanıdıklarını açıkladı. İsrail ve ABD karara sert şekilde karşı çıktı. ABD'nin Arafat'ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda konuşma yapması için ülkesine girişine vize vermemesi üzerine Arafat Cenevre'de Aralık 1988'de yapılan BM Genel Kurul toplantısına katılarak burada bir konuşma yaptı ve terörizmin her türlüsünün karşısında olduğunu açıkladı. Arafat'ın konuşmasından sonra ABD'nin FKÖ ile kurduğu temas halen sürdürülmektedir. Cezayir deklarasyonu ile BM’nin 181 ve 242 sayılı kararlarını kabul eden FKÖ, böylece İsrail'in varlığını da kabul etmiş oldu. FKÖ'nün İsrail'in varlığını kabul etmesi bazı direniş örgütleri tarafından şiddetli şekilde eleştirildiyse de, genel olarak Bağımsız Filistin Devleti, İsrail dışında hemen hemen bütün ülkelerce kabul edilmiştir. Şimdi İsrail işgali alımdaki Filistin topraklarında ayaklanma, ABD ile FKÖ arasındaki temas, Orta Doğu ve Filistin sorununa barışçı bir çözüm bulma gayretleri sürdürülmektedir. Türk dış politikası açısından Filistin sorunu önemli bir yer işgal etmektedir. Türkiye'nin bu sorun ile tanışması İlk defa 1947'de Filistin'in taksimi planının Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda görüşülmesi sırasında oldu. Bu tarihten önce manda yönetimi döneminde Türkiye Filistin sorunu ile ilgilenmemiş ise de, bu bölge Osmanlı Devleti elinde iken Yahudilerin siyonist amaçlarla buraya göç etmelerine izin verilmemiştir. Türkiye, Filistin'in taksimi ile ilgili 181 (II) sayılı karara olumsuz oy vermiş, ve bu kararın sorunun çözümünde olumlu etkisi olamayacağını belirtmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra dış politikada Batı'ya yönelen Türkiye'nin Orta Doğu'da sömürge yönelimleri kurmuş olan sömürgeci Batı ülkeleri ile birlik olması, ortak savunma sistemi içinde bir araya gelmesi, Arap ülkeleriyle ve Filistinlilerle yolları ayırmıştır. Türkiye'nin ellili yıllarda Bağdat Paktı'nda yer alması, Batı ülkelerinin çıkarlarına yönelik politika takip etmesi onu dış politika alanında yalnızlığa İtmiş ve 1964'lerde bu durumun ortaya çıkması, içeride kamuoyunun farklılaşması ve ülke çıkarına uygun dış politika izlenmesi gereğinin anlaşılması üzerine çok yönlü bir dış politika izlenmeğe başlanmıştır. Bu cümleden olarak hem Orta Doğu ülkeleriyle, hem de Doğu Bloku ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesine çalışıldı. Türkiye'nin İslam Konferansı Teşkilatı toplantılarına katılmasıyla ilişkiler daha da geliştirildi. 1976yılında İstanbul'da toplanan Yedinci İslam Dışişleri Bakanları Konferansı'nın hemen öncesinde Türkiye FKÖ'yü tanıdı ve Ankara'da temsilcilik açmasına İzin verildi. Filistin halkının vazgeçilmez haklarını, İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini ve Filistinlilere insanca yaşama hakkı vermesi gerektiğini her defasında dile getirdi. İslam Konferansı toplantıları sonunda açıklanan ortak bildirilerde ve Arap ülkeleriyle olan görüşmelerde alınan kararlara iştirak etti. İsrail'in her türlü saldırılarım kınadıysa da bu ülkenin bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden biri olma vasfını hiçbir zaman silemedi. Ancak 1980 askerî müdahalesinden sonra iş başına gelen askeri hükümetin İsrail'le İlişkileri maslahatgüzar seviyesine indirmesi İslam ve Arap dünyasında olumlu etki yaptı. Bu tarihten sonra hem Filistin sorunu, hem de Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerin daha ileriye götürülmesine çalışıldı. Birleşmiş Milletler’ deki görüşmelerde ve oylamalarda Türkiye devamlı Filistinlerin lehine oy kullandı. Orta Doğu ülkeleriyle İlişkileri geliştirmek amacında olan Türkiye, bunun yolunun Filistinlilerin yanında olmaktan geçtiğini biliyordu. 15 Kasım 1988'de ilan edilen Bağımsız Filistin Devleti'ni ilk tanıyan ülkelerden birinin Türkiye olması Müslüman ülkelerde memnuniyet yaratırken, İsrail ve ABD'de şaşkınlığa neden oldu. Fakat Türkiye Filistinlilerin haklı davalarını desteklemekte ve Filistin sorununun ancak, dünyanın çeşitli yerlerinde göçmen olarak yaşayan Filistinlilerin kendi ülkelerine dönmeleri ve kendi devletlerine kavuşmaları İle çözümlenebileceğini savunmaktadır. Çin ve İran İlişkileri Çin ve İran ilişkileri son yıllarda büyük bir ilerleme kaydetti. Çin Cumhurbaşkanı Hu Jintao ile görüşen Mahmud Ahmedinejad, iki ülkenin birçok bölgesel ve uluslar arası meselelerde tek bir cephede yer aldığını ve çok yakın görüşlere sahip olduğunu belirtti. Görüşmede Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad “dostluk temeli üzerinde kurulan İran ve Çin ilişkileri son dönemde devamlı ilerledi özellikle son yıllarda büyük bir ilerleme kaydetti” dedi. İran ve Çin’in birçok bölgesel ve uluslararası konularda ortak bakış açısına sahip olduğuna işaret eden Ahmedinejad “ne yazık ki bazı ülkeler, aşırı isteklerde sınır tanımıyor ve kendi menfaatlerinin sağlanması doğrultusunda başka ülkelere zarar vermekten kaçınmıyor” dedi. İki ülke arasındaki iş birliğin tüm milletler için barış ve adalet doğrultusunda olduğuna değinen Ahmedinejad “İran Çin ile ilişkilerini geliştirmek için hiçbir sınırlama görmüyor” dedi. İki ülke arasında ticaret hacminin yıllık 200 milyar dolara yükselmesi yönündeki anlaşmaya değinen Mahmud Ahmedinejad “İran ve Çin arasındaki ticaret hacmi geçen yıl 45 milyar doları geçti ve bazı engellerin de kaldırılmasıyla 3-5 yıl içinde bu rakam 100 milyar dolarak çıkabilir” dedi. Görüşmede Çin Cumhurbaşkanı da iki ülke arasında son yıllarda gelişmekte olan ilişkilere değinerek “iki ülke arasındaki anlaşmaların adım adım uygulanması, bizi mutlu ediyor ve şu anki şartlarda çeşitli alanlarda iş birliğin geliştirilmesi ortak menfaatlerin kolaylaşmasına neden olur” dedi. Pekin’in İslam Cumhuriyetinin barışçıl nükleer hakkını desteklediğine işaret eden Hu Jintao “Çin İran’ın nükleer meselesinin tek çözüm yolunu diyalog olduğunu vurguluyor ve her türlü baskı ve yaptırıma karşı çıkıyor” dedi. İran Nükleer Sorunu: Türkiye ve Çin İran’ın nükleer programından kaynaklanan uranyum zenginleştirme sorununun çözümü için Türkiye ve Brezilya’nın girişimi sonucu, 17 Mayıs 2010 tarihinde anlaşmaya varılmıştı. Çin tarafı Türkiye’nin girişimlerini memnuniyetle karşılarken, bir gün sonra ABD tarafından hazırlanan ve ağır yaptırımlar içeren tasarıya destek vereceğini de beyan etmişti. İran ile yakın bağları olan Çin’in bu tavrı bağlamında, Türkiye ve Brezilya’nın çabaları ile gerçekleştirilen uranyum takas anlaşmasının görmezden gelindiği yorumları yapılmıştı. Aslında Çin’in bu ikili tutumu, onun sürdürdüğü “çift yollu strateji” ile ilişkilidir. Türkiye’nin Başarılı Girişimi ve Çin’in Tepkileri İran’ın nükleer programı konusunda BM Güvenlik Konseyi daimi beş üyesi ve Almanya’nın iştirakiyle oluşan görüşmeler, İran’a yönelik dördüncü yaptırım kararı üzerinde anlaşmaya varmaya çalışırken, Türkiye ve Brezilya’nın 18 saatlik pazarlık girişimiyle İran, uranyum zenginleştirme işleminin yurtdışında yapılmasını öngören anlaşmaya imza atmıştı. Anlaşmaya göre, düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kilogram uranyum 120 kilogram yakıtla değiştirilecek ve takas işlemi Türkiye’de yapılacaktır. Uranyum takas anlaşmasının İran nükleer sorununun çözümü için bir adım olabileceğini belirten Çin basını, takas yeri olarak Türkiye’nin tercih edilmesini de tahmin dışı olarak yorumlamıştı. Çin Sosyal Bilimler Akademisi Batı Asya-Afrika Araştırmalar Enstitüsü uzmanı Zhang Xiaodong’un konu ile ilgili açıklamasında, Türkiye’nin farklı konumu vurgulanmıştır. Zhang Xiaodong’a göre, “Türkiye hem bir İslâm devletidir, hem de Ortadoğu bölgesinin önemli bir ülkesidir, İran ile komşudur. İran’ın uranyum takasında üçüncü bir ülke olarak Türkiye’yi tercih etmesinin sebebi, herhalde, dinî ve coğrafi yakınlık sebebindendir. (Türkiye) daha güvenli olabilir. Türkiye aynı zamanda Batı cephesinde yer alan bir ülkedir; AB, NATO üyesi ülkeler ve ABD ile özel ilişkileri vardır, Türkiye her iki tarafın güvenini kazanabilecek bir konumdadır”. 18 Mayıs’ta Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ma Zhaoxü’ün basın toplantısında, Çin’in Brezilya ile Türkiye’nin İran nükleer sorunu üzerindeki girişimlerine, uranyum takasıyla ilgili varılan anlaşmaya önem verdiğini ve durumu memnuniyetle karşıladığını belirtmişti. Ma Zhaoxü’ye göre, “Çin tarafı (İran nükleer sorunu üzerinde) her zaman ‘çift yollu’ (dual-track) stratejisini uygulamaktadır, Brezilya ile Türkiye’nin girişimiyle Tahran araştırma reaktörü için yakıt temini meselesinde varılan anlaşmaya önem vermekte ve memnuniyet duymaktadır. Söz konusu anlaşmanın, İran nükleer sorununun diyalog ve müzakere yoluyla barışçı çözümlenmesi için katkıda bulunacağını umuyoruz. Çin tarafı her zaman inanmıştır ki, diyalog ve müzakereler İran nükleer sorununun çözümlenmesi için en ideal yoludur. Biz, Güvenlik Konseyi’nin eylemlerinin uluslararası nükleer silahsızlanma sistemini koruyacağını, Ortadoğu bölgesinin barış ve istikrarı için katkılarda bulunacağını ve İran nükleer sorununda uygun bir çözüme varılacağını umuyoruz”. Ancak sözcü, Türkiye ve Brezilya ile İran arasında varılan uranyum takas anlaşmasının BM Güvenlik Konseyi’nin İran nükleer sorununa yönelik alınacak yeni yaptırımları ne derecede etkileyeceği sorusuna cevap vermemişti. Çin’in öteden beri İran nükleer sorunu için sürdürdüğü diplomasinin özellikleri “çift yollu strateji” (dual-tracks strategy) olarak nitelenmektedir. Çin, İran ile diyalog yolunu sürdürmeyi umut etmekte, ancak bu çabalar başarısız kaldığı takdirde yaptırım seçeneğini destekleyeceğini açıklamaktadır. Çin, uluslararası toplumun İran’a yönelik baskı ve yaptırımlarının, tek başına, İran ile yaşanan nükleer programındaki çıkmaza çözüm getirebileceğine inanmamaktadır. Çin’in izlediği “çift yollu strateji” Pekin’in ABD ile pazarlık gücünü arttırmakta ve diplomasi manevrasının kabiliyetini güçlendirmektedir. Ancak “çift yollu strateji”, mesele ile ilgili görüşme sürecinde Çin’in nihayetinde hangi yolu tercih edeceğinin tespitini zorlaştırmaktadır. 17 Mayıs’ta Tunus ziyaretini sürdüren Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi, Tunus basınına verdiği demeçte, Çin tarafının ilgili haberi not almış olduğunu ve Türkiye ile Brezilya’nın İran nükleer sorununa uygun bir çözüm arayan diplomatik çabalarını memnuniyet ve takdirle karşıladıklarını belirtmişti. Bakan Yang Jiechi, Çin’in her zaman uluslararası nükleer silahsızlanma rejimini savunmuş olduğunu, İran nükleer sorununun diyalog ve müzakere yoluyla çözümlenmesi gerektiğini ve Çin tarafı olarak ilgili taraflarla birlikte İran nükleer sorununun çözüme kavuşması için yapıcı rol icra etme isteğinde olduklarını açıklamıştı. 18 Mayıs 2010 akşamı Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun telefon görüşmesine cevaben, Çin’in her zaman “çift yollu” (dual-track) stratejiyi sürdürdüğünü, Türkiye ile Brezilya’nın arabulucu iki ülke olarak çabalarını takdir ettiğini ve İran’ın Tahran araştırma reaktörü için yakıt temini meselesinde varılan anlaşmaya önem verdiklerini ve memnuniyet duyduklarını ifade etmişti. Bakan Yang Jiechi, söz konusu anlaşmanın, İran nükleer sorununun diyalog ve müzakere sürecinin barışçı çözümlenmesi için katkıda bulunacağını arzu ettiğini belirtmişti. Çin’in Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Li Baodong, 18 Mayıs’ta İran’ın uranyum takas anlaşmasının gerçekleşmesi nedeniyle Türkiye ile Brezilya’yı takdir etmiş ve anlaşmanın olumlu bir adım olarak doğru yönde geliştiğini ifade etmişti. Büyükelçi Li Baodong, Çin tarafı olarak, tarafların bunu bir fırsat bilmesi gerektiği ve diplomatik çabalarla İran’ın nükleer sorununa uygun çözüm bulunması gerektiğini beyan etmişti. Ayrıca Çinli diplomatlar Türkiye, Brezilya ve İran arasında varılan uranyum takas anlaşmasında Çin’in katkıları olduğunu ileri sürmektedir. Çinli diplomatlara göre, söz konusu anlaşmanın imzalanması, Çin’in İran nükleer sorununun çözümlenmesi için yapılan diplomasi çabalarına destek vermesinin ve Çin’in diplomasi çabaları için zaman ve zemin yaratmasının sonucudur. Bu nedenle Türkiye ile Brezilya vekilleri farklı ortam ve kanallar vasıtasıyla Çin’e teşekkürlerini bildirmiştir. Çinli diplomatlar, Tahran’ın da alınan sonucun Çin liderlerinin İran için yaptığı barış görüşmeleri çabasının sonucu olarak gördüğünü ileri sürmektedir. Ancak Çin tarafı bir yandan İran ile yaşanan nükleer anlaşmazlıklara diplomatik çözüm getirilmesine destek verirken, yani Türkiye’nin girişimlerini desteklerken, diğer yandan İran nükleer programı konusunda yürütülen 5+1 görüşmelerine iştirak etmekle alınan yaptırım kararını kollamaktadır. Yani “çift yollu” stratejisini uygulamaktadır. ABD’nin Yaptırım Taslağı ve Çin’in Tutumu ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 18 Mayıs 2010 tarihinde Senato Dış İlişkiler Komisyonu’ndaki konuşmasında Amerika, Rusya ve Çin’in, İran’a karşı dördüncü tur yaptırımlar uygulanmasını öngören bir karar tasarısı taslağı üzerinde anlaştıklarını açıklamıştı. Dışişleri Bakanı Clinton, söz konusu karar tasarısının BM Güvenlik Konseyi üyelerine dağıtılacağını da açıklamıştı. Dışişleri Bakanı Clinton, Türkiye ile Brezilya’nın çabaları sonucunda varılan uranyum takas anlaşmasını kastederek, Çin ile Rusya’nın da kabul ettiği bu kararı, “Tahran’da son birkaç gün içinde gösterilen çabalara verilen ikna edici bir cevap” olarak ifade etmişti. Bakan Clinton’a göre, uranyum takas anlaşması, birçok soruya inandırıcı cevap verememiştir, özellikle anlaşmada İran’ın kendi topraklarındaki uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durduracağına dair bir hüküm yoktur ve İran’ın yaptırım tehdidine karşı zaman kazanmayı amaçlamaktadır. Buna rağmen, Clinton, Türkiye ve Brezilya’ya bu konuda gösterdikleri samimi çabalardan dolayı teşekkür etmişti. Aslında Beyaz Saray sözcüsü Robert Gibbs, 17 Mayıs’ta uranyum takas anlaşmasından şüphe duyduğunu açıklamıştı ve Washington’un, İran’ın nükleer sorunu üzerinde hâlâ endişeleri olduğunu belirtmişti. ABD’nin bu tutumu Türkiye, Brezilya ve İran arasında varılan uranyum takas anlaşmasını kabul etmediğini göstermektedir. Yani uranyum takas anlaşmasını bir uzlaşma mesajı olarak algılanırken, ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un Senato’da yaptığı açıklamasında görüldüğü gibi, anlaşma İran’ın bir manevrası olarak kalacak ve bunun bir işe yaramadığı sinyali verilmiş olacaktı. Bu nedenle Çinli uzmanlar, İran’ın uranyum takas anlaşmasını Tahran’ın bir başarısı, ancak Çin ile Rusya’nın İran’a yönelik yeni yaptırımı onaylamasını ise bir yenilgi olarak tanımlamıştı. Çin de diğer dünya güçleriyle İran’a yönelik yaptırımların genişletilmesini amaçlayan BM Güvenlik Konseyi karar taslağı üzerinde anlaşmayı desteklemişti. ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan yeni yaptırım tasarı taslağı, doğrudan İran’ın nükleer programını ve silah sektörünü hedef almaktadır. 10 sayfadan oluşan taslakta önemli maddeler şunlardır: • İran’ın, uranyum madeni çıkarılması, zenginleştirilmesi, yeniden işlenmesi; nükleer malzeme ve teknoloji üretimi ve kullanımı; ağır su faaliyetleri ve nükleer silah taşıyabilen balistik füze teknolojisi konusunda yabancı yatırım yapması yasaklanacaktır. • İran’a, savaş tankı, savaş uçağı, füze sistemleri gibi sekiz kategoride ağır silahların satışına yasak getirilecektir. • Yabancı ülkelerin İran’a bu silahlar konusunda teknik eğitim vermesi, maddi destek sağlaması yasaklanacaktır. • İran’ın, nükleer silah taşıyabilen balistik füzelerle ilgili her türlü faaliyeti yasa dışı kabul edilecektir. • Yasaklı kargo taşıdığından şüphelenilen gemilerde arama yapılması istenecektir. • İran’ın nükleer faaliyetlerine katkıda bulunduğundan şüphelenilen mali işlemler bloke edilecektir. • İran Devrim Muhafızları’yla bağlantısı bulunan kişi ve kurumların maddi varlıkları dondurulacaktır. • İran gemileri denizde seyir halinde ya da limanda demirliyken şüphe halinde teftişe açılacaktır. Söz konusu taslakta Çin-İran arasında devam eden ekonomi-ticaret, özellikle enerji ilişkilerini engelleyen maddeler bulunmamaktadır. Yani Çin’in İran’a yönelik yaptırıma destek vermesi fazla zararlı olmamıştır. Bu nedenle Çin’in İran’a yönelik dördüncü yaptırım taslağını müzakere etmeyi kabul etmesi manidardır. Çinli diplomatlar Pekin’in bu taslağı kabulündeki nedenleri daha ayrıntılı olarak şu şekilde izah etmektedir: 1. Çin, uluslararası nükleer silahsızlanma sistemini korumaya çalışan ve İran’ın nükleer silahlara sahip olmasına karşı çıkan bir ülkedir. 2. Çin’in İran ile enerji, ekonomi-ticaret ve finansal alanında önemli ilişkileri vardır ve söz konusu yaptırım bu çıkarları karşılamıştır. 3. Yükselmekte olan Çin’in uluslararası sorumluluğu vardır ve dış politikasını büyük güçlerle birliktelik halinde sürdürmesi önemlidir. 4. Çin’in İran nükleer sorununa dair politikası, ilgili diğer ülkelerle olan ilişkilerini zedelememiştir. Aynı şekilde Çin-İran ilişkilerini de bozmamıştır. Yani söz konusu taslak, Çin’in İran nükleer sorunu üzerindeki tutumunu karşılamış, çıkarlarını korumuş, Çin’in uluslararasındaki imajını sağlamlaştırmış ve konu ile ilgili diğer ülkelerle olan ilişkileri bozulmamıştır. Buna rağmen Çin tarafı aynı zamanda İran ile yaşanan nükleer anlaşmazlıkların diplomatik çözüm yolunun henüz kapanmadığını da ifade etmektedir. Mevcut bilgilerin; Xinhua Ajansı’nın sitesinden derhal kaldırılması da Çin tarafının İran nükleer sorunu üzerinde sürdürülen “çift yollu” stratejisinin gizlenmesi gerektiği izlenimini vermektedir. Ayrıca, Çin Sosyal Bilimler Akademisi Batı Asya-Afrika Araştırmaları Enstitüsü uzmanı Yin Gang’ın belirttiğine göre, Arap ülkeleri de İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını istemedi ve Ortadoğu’da 22 ülkesi ile diplomasi ilişkileri olan Çin, İran’daki enerji menfaatini sürdürmek adına söz konusu ülkeleri karşısına almak istemiyordu. Bununla birlikte Çin’in ABD ile ilişkileri de Çin-İran ilişkilerinden daha önemlidir, yani İran’ın enerjisine ihtiyaç duymasına rağmen Çin, Batı pazarına daha çok ihtiyaç duymaktadır. Çin’in eski İran Büyükelçisi Hua Liming de, Çin-İran ilişkilerinin hassas dengesini belirtmişti ve ona göre, Çin’in çıkarlarına zarar vermediği halde 5+1 grubunun yaptırım kararını destekleyebileceğini, ancak silahlı güçle çözümlenmesine karşı olduğunu belirtmişti. Hua Liming, Çin’in İran’a yönelik yaptırımlara destek vermesinin doğal olarak Tahran’ı kızdırabileceği, ancak ikili ilişkileri fazla etkilemeyeceği kanaatindedir. Çin’in İran nükleer soruna yönelik sürdürdüğü bu tür ikili politikanın temelinde Çin’in kalkınmasını ilgilendiren ekonomik ve enerji çıkarlarının yattığı açıktır. Bu nedenle Çin, öteden beri İran’ın nükleer silahlara sahip olmasına karşı, Çin-İran ilişkilerinin zarar görmeyecek ve İran’ın nükleer sorunu nedeniyle dünya barışının bozulmasına karşı olunması gibi üç prensip üzerinde durmaktadır. Bu bağlamda Çin, İran nükleer sorunu için 2006, 2007 ve 2008’de BM’de kararlaştıran yaptırıma destek vermişti ve son yaptırıma destek vereceği yönünde daha önce de işaretler verilmişti. Çin’in Türkiye Üzerindeki Düşünceleri Batı ülkeleri, Türkiye’nin çabalarını İran nükleer sorununun çözümü için gösterilen barışçı bir yol olarak takdir ederken, bazıları ise Türkiye’nin kendi gücünü aşan bir girişimi olarak yorumlamaktadır. Çin basını da her iki görüşe yer vermiştir. Ancak Çin Hükümeti, Kuzey Kore nükleer sorunu üzerinde sürdürdüğü politikasına benzer biçimde, İran nükleer sorunu için de ikili politikasını uygulamaktadır. Çin’in bu ikili politikasından dolayı, bu ülkenin Türkiye’nin çabalarına tam destek verdiği şeklinde yorum yapılması zordur. Çinli uzmanlar, uranyum takas anlaşmasının Batılı ülkelerden olumlu tepki alamayacağını ileri sürmekte ve bunun sebebi olarak da: 1. Uranyum takas yerinin Türkiye olarak seçilmesi yeni bir anlam kazandırmamaktadır ve İran konusu ile ilgili ciddi bir adım atılmadığı; 2. Batı ülkelerinin İran uranyum takası meselesi üzerindeki sabırlarını kaybettiği ve İran’ın nükleer sorunu için yeni yaptırımın peşinde oldukları gösterilmektedir. Bu bağlamda uranyum anlaşmasının ne derece İran ile Batı ülkeleri arasındaki nükleer krizi ortadan kaldırma işe yarayacağına bakılmaktadır. Çinli uzmanlar, İran ile Batı ülkeleri arasında karşılıklı siyasî güvenin tesis edilemediği bir ortamda sorunun çözümlenmesinin kolay olmayacağı kanaatindedirler. Özellikle Brezilya’nın İran ile yakın ilişki kurması ve söz konusu nükleer sorunla ilgilenmesi ABD’yi rahatsız edecektir ve Batı ülkelerinin desteğini almak zorlaşacaktır. Çinli analizcilere göre, İran böyle bir zamanda Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul edip uranyum takas anlaşmasına varmakla, 5+1 grubunun hazırlanmaya çalıştığı yeni yaptırıma karşı yükselen tehdidi yumuşatma peşindedir. Söz konusu anlaşmanın, İran ile Batı ülkeleri arasındaki anlaşmazlıkları giderip gideremeyeceğine şüphe ile bakılmaktadır. Çinliler, İran’ın bu anlaşmaya varılmasını zaman kazanma ya da “ileri adım atmak için geri adım atmak” olarak tahmin etmektedir. Hatta İran’ın Türkiye ve Brezilya’nın, kendisinin nükleer programına verdiği desteği alarak, Batı ülkelerine kalkınmakta olan ülkelerin birlikte uluslararası sorunlara çözüm bulabileceğini göstermektedir. Ancak Batı ülkeleri İran’ın samimiyetine inanmadığı için 5+1 grubu, Türkiye ve Brezilya’nın arabuluculuğuyla imzalanan İran’ın nükleer yakıt takas anlaşmasından hemen sonra yeni yaptırım taslağını BM Güvenlik Konseyi’ne getirmekle, İran’a baskı yaparak, zaman kazanma planını ortadan kaldırmaya çalıştığı şeklinde tahminler ileri sürülmektedir. Yani uranyum takas anlaşmasının uygulanması kolay olmayacaktır. Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi’nin Türkiye’nin çabalarını desteklediğini beyan ederken aynı zamanda “çift yollu stratejisini” de vurgulaması bu sebepten kaynaklanıyor olabilir. Türkiye ile Brezilya’nın başarısına önem veren uzmanlar da vardır. Çin Uluslararası Sorunlar Araştırmalar Enstitüsü (CIIS) başkan yardımcısı ve diplomat olarak İran’da uzun yıllar çalışmış olan Guo Xiangang, Türkiye ile Brezilya’nın çabalarının yapıcı ve değerli olduğunu belirterek, İran nükleer sorununun çözümü için doğru yolda olduklarını ifade etmektedir. Ancak Çin Sosyal Bilimler Akademisi Batı Asya-Afrika Araştırmaları Enstitüsü uzmanı Yin Gang ise Türkiye’nin İran nükleer sorunu üzerindeki girişimlerinin aslında kendisinin ileride nükleer güce sahip olmak için zemin kazanmaya çalıştığını ileri sürmektedir. Yin Gang’a göre, Türkiye ile İran aynı şekilde şanlı tarihlere sahiptirler, her ikisi bir dönemde Ortadoğu’nun hegemonik gücü olmuştur ve büyük ülke olma peşindedir. İran nükleer sorunu eğer sorunsuz çözülebiliyorsa Türkiye de aynı şekilde kendisinin yükselişi için nükleer gücünü tesis etmeye çalışacaktır. Mesele Türkiye’nin bölgedeki yükselişinin, Çin’in bu bölgedeki çıkarlarını nasıl etkileyeceğine dönüşebilir. Dolaylı olarak Türkiye’nin de İran politikasını yeniden düşünmeye sevk edilmesi gerekebilir. Irak'ın Ekonomisi Dünya kanıtlamış ham petrol rezervlerinin yüzde sekizine sahip olan Irak’ın ekonomisi işgal ve iç savaşın ardından yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Ülkenin temel gelir kaynağı, petrol ve doğal gaz üretimi teşkil etmektedir. Tarım faaliyetlerinin GSYİH içindeki payının % 9 civarında olduğu hesaplanmaktadır. İmalat sanayi henüz yenilenme aşamasında bulunmakta, turizm faaliyetleri ise güvenlik koşulları nedeniyle dini mekanları ziyaretlerle sınırlı kalmaktadır. Özel sektör henüz yeterince gelişme kaydedemediğinden ekonomik faaliyetlerin büyük bir kısmı kamu sektörünün güdümündedir. Savaş ve uzun süren çatışmalar nedeniyle hasar gören altyapının yenilenmesi, toplu konut projeleri, elektrik üretim ve iletim kapasitesi inşası, Irak’ta en hareketli sektörler olarak ortaya çıkmaktadır. Irak’ın ihtiyaç duyduğu yeniden imar projelerini kendi kapasitesiyle tamamlaması hâlihazırda mümkün görünmemektedir. Bu nedenle, ülkemiz, İran ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Irak’a yakın coğrafya ülkelerinin yanı sıra, Güney Kore, Rusya, Almanya, Fransa, Çek Cumhuriyeti, Malezya gibi dünyanın diğer bölgelerinden şirketler de Irak’ta yoğun olarak faaliyet göstermektedir. 2009 yılı itibariyle 7,6 milyonluk bir iş gücüne sahip Irak’ta işsizlik oranının savaş zamanında tırmandığı % 28 seviyesinden 2010 yılı itibariyle % 16 civarına düştüğü tahmin edilmektedir. Irak'taki Petrol Üretimi Patlaması Çin'e Yarıyor Bağdat - 2003'te Amerika önderliğindeki işgalden bu yana, Irak dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri oldu. Çin'se şimdi onun en büyük müşterisi. Çin, Irak'ın ürettiği petrolün neredeyse yarısını satın alıyor ve bu da günde 1.5 milyon varil petrole denk ediyor. Petrol pastasından daha da büyük pay almaya çalışan Çin, Exxon Mobil'in sahip olduğu Irak'ın en büyük petrol havzalarından birinde hisse sahibi olmak için teklif verdi. Washington D.C'deki Ulusal Savunma Üniversitesi'nden Ortadoğu uzmanı Denise Natali, "Çin, Saddam sonrası Irak'ta oluşan bu petrol zenginliğinden en çok faydalanan ülke" diyor. Irak'a yılda 2 milyardan fazla para, yüzlerce de işçi gönderen devlet kontrolündeki Çin firmaları, yeni Irak hükümetinin kurallarına uyma konusunda istekli davrandı ve ihaleleri kazanmak için düşük kâr elde etmeyi kabul etti. Bush yönetimi sırasında Irak'ın petrol politikaları üzerinde çalışan eski ABD Savunma Bakanlığı yetkilisi Michael Makovsky, "Biz yarışı kaybettik. Çinlilerin savaşla hiçbir alakası yoktu ama ondan ekonomik açıdan faydalanıyorlar. Ayrıca Beşinci Filo'muz ve hava kuvvetlerimiz, Çin'e gönderilen petrolün güvenliğini sağlıyor" diyor. Çin, Irak'ın düşük kâr öneren koşullarını kabul ediyor çünkü kendi ekonomisine can verecek enerjiyi, petrol şirketlerini zengin eden kârdan daha çok önemsiyor. Çin'de şirketler hissedarlara hesap vermek, kâr payı dağıtmak, hatta kâr etmek zorunda da değiller. Geçen yılın sonlarında Çin Ulusal Petrol Şirketi, Batı Qurna I petrol arazisinin hisselerinin yüzde 60'ını satın almak üzere bir teklifte bulundu. Exxon Mobil ise satış baskısına direniyor ve Mart'ta Çinli petrol şirketi Amerikalılarla bir ortaklık kurmakla ilgilendiklerini açıkladı. Çoğunluğu Çinli işçilerce çıkarılan petrol üretimindeki artış sayesinde dünya ekonomisi, Batı ülkelerinin İran'a uyguladığı ambargo neticesinde petrol fiyatlarında görülebilecek hızlı yükselişten korunmuş oldu. Çin'in Irak'a olan ilgisi aynı zamanda büyüyen bir mezhep mücadelesine sahne olan ülkeyi istikrara kavuşturma konusunda da yardımcı olabilir. Obama'nın birinci döneminde uluslararası enerji ilişkilerinden sorumlu koordinatör olarak Dışişleri Bakanlığı'nda görev yapan David Goldwyn, "Jeopolitik açıdan, bu durum Çin ile Irak arasında yakın bağlar kuruyor; her ne kadar Çin bu işe politika için girmemiş olsa da" diyor ve ekliyor: "Şimdiyse oradalar ve yatırımlarını işe yarar hale getiren rejimin devamını sağlama konusunda büyük çıkarları var." Son dönemde dünyanın en büyük petrol ithalatçısı haline gelen Çin, dünyanın dört bir yanında petrol ve doğalgaz havzalarına yatırım yapıyor. ABD Enerji Bakanlığı'na göre bu rakam, 2011'de 12 milyar dolardı. Irak, önümüzdeki yıllarda öne çıkan enerji devlerinden biri olabilmek için petrol havzalarına, boru hatlarına ve rafinerilerine yılda 30 milyar dolar seviyesinde yatırım yapılması gerektiğini öngörüyor. Ancak yabancı şirketler, Irak'ın milliyetçi, çıkarlarına uymayan koşulları ya da işçilerinin can güvenliğini tehlikeye atabilecek istikrarsız ortamı yüzünden her zaman hevesli görünmüyor. Örneğin, Norveçli Statoil gibi bazı şirketler ya ülkeden ayrıldılar ya da faaliyetlerini azalttılar. BP ya da Türk Petrolleri gibi Avrupa menşeli şirketlerle sık sık ortaklık yapan Çinliler ise oluşan boşluğu doldurdu. Birleşik Arap Emirlikleri merkezli bağımsız petrol ve doğalgaz şirketi Crescent Petroleum'un yöneticisi Badhr Jafar, "Çok fazla sermaye koyuyorlar, hızla başlamak için çok istekliler ve risk iştahları çok yüksek" diyor. Ayrıca Irak'ın petrol üretimini arttırabilmek için Çinlilere ihtiyacı olduğunu da ekliyor: "İnsanları araziye çıkarıp çalıştırmak için zaman alan kuralları yerine getirmek zorunda değiller. Suriye ve Çin İlişkileri Suriye Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı Velid el-Muallim sabah saatlerinde; Suriye’deki krizin çözümü konusunda Çin Halk Cumhuriyeti ile yüksek düzeyli koordinasyonun yanında Çin’in uluslararası güvenlik konseyindeki rolü ve Suriye’nin istikrarına özenli desteği kapsamında Pekin’de Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi ile önemli temaslarda bulundu. Görüşmede Suriye’nin devlet ve halk olarak Çin Halk Cumhuriyetinin ilkeli ve sabit tutumuna takdirlerini ifade eden Muallim; bu tutumların uluslararası platformlarda dengenin kurulmasında umutları yeşerttiğine işaret etti. Dışişleri Bakanları Muallim ve Yang Suriye’deki son durumları ve gelişmeleri masaya yatırırlarken; Muallim sunduğu ayrıntılı bilgilerde Suriye’nin Cumhurbaşkanı Beşşar el-Esad’ın ilan ettiği kapsamlı reform adımlarını hayata geçirmede harcadığı çabalara ışık tuttu. Muallim aynı zamanda Suriye’nin BM Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın planına tam bir şekilde uymaya çalıştığı bir sırada terör gruplarının bu planı sürekli bir şekilde ihlal ettiklerini ve eylemlerini tırmandırdıklarını belirtti. Görüşmede Çin Dışişleri Bakanı Yang; Suriye’nin egemenlik-bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne, güvenlik ve istikrarına saygı duyulmasının gereğine dikkat çekti. Annan planına desteklerini ve bu planın başarılı olmasına özenlerini ifade eden Muallim ve Yang; şiddetin sona ermesi ve ulusal diyalogla siyasi sürecin başlatılması önemini ifade ettiler. İki dost ülke arasındaki ayrıcalıklı ilişkilerin masaya yatırıldığı görüşmede bu ilişkileri muhtelif alanlarda genişletme ve geliştirme olanakları ele alınarak ikili ticaret hacmini arttırma öneminin altı çizildi. Bu bağlamda Çin Dışişleri Bakanı Yang; bir kısım ülkeler tarafından Suriye’ye uygulanan ekonomik yaptırımları reddettiğini belirtti. İki bakan görüşmelerinin bitiminde iki taraf arasındaki koordinasyon ve görüş alışverişlinin sürdürülmesi üzerinde anlaştılar. Bu arada Çin Dışişleri Bakanı Yang görüşmenin başında; Muallim ile temasların önemine dikkat çekmiş Çin’in bu ziyarete oldukça büyük önem verdiğini belirtmişti. Muallim: Ateşkese Uymamız Terör Saldırılarına Yanıt Verme Hakkımızı Ortadan Kaldırmıyor. Diğer yandan Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı Muallim Çin Xınhua haber ajansının yayınladığı basın toplantısında, Çin Dışişleri Bakanı ile ikili ilişiler, Suriye’deki gelişmeler ve Annan misyonuna ilişkin yapıcı ve verimli görüşmeler düzenlediğini bildirdi. Muallim, iki tarafın görüşmelerde fikir birliğine vardıklarını belirterek Suriye halkı ve yönetiminin Çin’in uluslar arası platformlarda sergilediği BM ilkelerine dayalı Suriye’nin içişlerine müdahale edilmesini reddeden tutumları takdir ettiğini ile getirdi. Çin ve Rusya’nın güvenlik konseyinde Suriye krizine yönelik tutumlarına dikkat çeken Bakan Muallim, bu tutumun uluslar arası arenada dengeyi yeniden sağladığını ve Suriye’ye dış müdahaleyi engellediğini kaydetti. Suriye hükümetinin ateşkese uyduğunu, bir kısım tutukluyu serbest bıraktığını ve felaket bölgelerine insani yardımları ulaştırdığını belirten Muallim, Annan’ın misyonunu başarıya ulaştırmak için çalışmaların sürdürüleceğine dikkat çekti. Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı, uluslar arası gözlemciler heyetinin Suriye’ye gelmesinin Suriye’nin lehine olduğuna işaret ederek “çünkü hedefimiz Suriye halkının istikrar ve güvenliğini sağlamaktır” dedi. Silahlı terör gruplarının ateşkesi ihlal ettiklerine, Annan’a terör gruplarının bir gün içinde gerçekleştirdikleri 70 ihlalin bildirildiğini söyleyen Muallim, hükümetin ihlallere rağmen ateşkese uyacağını ve tüm tarafların da ateşkese uymasını umduklarını kaydetti. Bakan Muallim, “Ateşkese uymamız nefsi müdafaa ve silahlı terör gruplarının altyapı, sivil vatandaşlar, kamu ve özel mülklere yönelik saldırılarına uygun yollarla yanıt verme hakkımızı ortadan kaldırmıyor” diye belirtti. BM’nin Suriye özel temsilcisi Annan’ın 250 kişiden oluşan gözlemciler heyetinin yeterli olmadığı, denetleme sürecinde helikopter ve uçak kullanılması gerektiğine ilişkin açıklamasına değinen Muallim, “kanımızca 250 gözlemci yeterli bir sayı. Hava silahını neden kullanmak istediklerini anlamıyoruz. Buna rağmen buna ihtiyaç duyulması halinde Suriye hava silahını BM gözlemciler heyetinin hizmetine sunmaya hazır. Çünkü yaralıların hastaneye kaldırılması için battaniye ulaştırmak gerekiyor ve Suriye’nin bu görevi üstlenebilecek hava silahı ve donanımı mevcut” diye konuştu. Muallim: Mülteciler Sorunu Yapay Bir Sorundur. Suriyeli mülteciler konusunda ise Muallim, bu sorunun yapay olduğunu söyleyerek bu sorunun Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı güvenlik koridorları ve tampon bölgelerin kurulması ve askeri müdahaleye zemin hazırlamak için abartıldığının altını çizdi. Türkiye’nin birkaç ay önce kampları kurmasının ardından bazı ailelerin silahlı gruplar tarafından evlerini terk etmeye zorlandığına dikkat çeken Bakan Muallim, Suriye hükümetinin geçtiğimiz hafta mültecileri evlerine dönmeye çağıran bir bildiri yayınladığına işaret etti. Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı, Suriye yönetiminin doğal yaşamlarına dönebilmeleri amacıyla vatandaşların evlerini restore ettiğini ve gerekli ihtiyaçlarını karşıladığını bildirdi. Silahlı terör gruplarının düzenlediği saldırıların, bu gruplara para ve silah desteği verilmesinin Suriye ekonomisine büyük zararlar verdiğini belirten Muallim, hükümetin krizin çözümünden sonra daha önce var olan beş yıllık bir planı uygulamaya başlayacağını kaydetti. Silahlıların Annan planını ihlal etmeye devam etmesi ve savaş çıkması ihtimaline yönelik soruyu yanıtlayan Muallim, ABD’nin yönettiği ve Suriye’de aşamalı olarak uygulanan bir plana işaret etti. Muallim, “silahlıların saldırılarına yanıt vermek gerekiyor. Fakat ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bu plandaki son aşamaya intikal etmek istiyorsa eğer uluslar arası toplum düşünülen askeri müdahaleye karşı koymalı” dedi. Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı, ihlallerin Annan planını başarısızlığa uğratarak bu başarısızlığın sorumluluğunu Suriye hükümetine yüklemeyi ve Clinton’un açıkladığı askeri müdahale amacına ulaşmayı hedeflediğini söyledi. Medya’nın Suriye krizini ele alış şeklini eleştiren Muallim, 70 Arap ve dünya medya organının gerçekleri çarpıtmak üzere yönlendirildiğine, yandaş medyanın Suriye’nin maruz kaldığı komplonun bir parçasını oluşturduğuna vurgu yaptı. Muallim pek çok gazetecinin Suriye’deki olayları objektif şekilde ele almamasına karşın objektif medyanın da bulunduğunu kaydetti. Mustafa: Üst Düzeyde Görüş Birliği Kaydedildi Öte yandan Suriye’nin Pekin Büyükelçisi İmad Mustafa telefon bağlantısıyla Suriye televizyonuna yaptığı açıklamada; Muallim ve Yang arasında yapılan görüşmelerin iki ülkenin Suriye’nin tanık olduğu krizi aşmada ortak istek ve ciddi çabalara önemi ifade ettiğini belirtti. Mustafa görüşmede ele alınan en önemli konuların Suriye ve Çin’in Annan planına desteklerindeki ortak tutumları, uluslararası gözlemcilerin başarılı olmalarına gösterdikleri özen ve silahlı terör gruplarının Annan planını çökertmek için harcadıkları çabalardan ibaret olduğuna işaret etti. Suriye Büyükelçisi iki ülkenin; Suriye krizinin barışçıl siyasi yollarla çözülmesini yada Suriye’nin yeniden istikrarına kavuşmasını istemeyen tarafların bulunduğunu ve bu tarafların bu bağlamda çabalar harcadıklarını idrak ettiklerine dikkat çekti. İki taraf arasında yüksek derecede görüş birliğinin sağlandığına işaret eden Mustafa; Çin’in uluslararası gözlemciler komitesine katılmasının Muallim tarafından memnuniyetle karşılandığını söyledi. Mustafa Muallim’in bu konuda Suriye’nin Çin, Rusya, Güney Afrika, Hindistan ve Brezilya’yı dürüst ve objektif bir rol oynamalarının yanında ABD ve politikalarıyla bağlantıları olmayan ülkeler olarak gördüğüne işaret ettiğini ekledi. Suriye Büyükelçisi Mustafa iki dışişleri bakanı arasında yapılan görüşmelerin ciddiyet ve dostluk ortamı içinde geçtiğine işaret ederek, bir dizi olumlu sonuçlar doğurduğunu belirtti. Mustafa Muallim ve Yang’ın görüşmelerinde ayrıca iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler ve ikili ticaret hacmini arttırma konularını da masaya yatırdıklarını söyledi. Çin ve Suriye Dışişleri Bakanları Pekin’de görüştü Çin Dışişleri Bakanı Yang Cieçi ile Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim Pekin’de görüştü. Şinhua ajansının haberine göre, Çin Dışişleri Bakanı Cieçi, Çin tarafının Muallim’in ziyaretine büyük önem verdiğini vurguladı. “Bugün geniş ve kapsamlı bir şekilde Suriye’nin son durumu hakkında görüş alışverişinde bulunabiliriz” diyen Cieçi, ayrıca bölgeyle ve uluslararası hususlarla ilgili birçok konuda görüş alışverişinde bulunulacağını belirtti. Yang, bu ziyaretin olumlu sonuçlar getireceğine inandığını vurguladı. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Liu Veymin de, Çin’in “Suriye konusunda tarafsız ve objektif bir tutumu olduğunu” ifade etti. Çin’in Suriye hükümeti ve muhalifler ile hep kontak halinde olduğunu belirten Liu, Çin’in Suriye meselesinde müzakereler yoluyla uzlaşmayı gerçekleştirmek için aktif bir çaba içerisinde olduğunu yineledi. Liu, Muallim’in Çin’e davetinin de bu çabanın bir parçası olduğunu kaydetti ve yakın gelecekte Suriye’nin muhalif liderlerinin de Çin’i ziyaret edeceğini söyledi. Sözcü, Çin’in Suriye meselesinin barışçıl yollarla çözümünde aktif ve yapıcı bir rol oynamaya hazır olduğunu yineledi. Suriye Dışişleri Bakanı Muallim, Yang Cieçi tarafından yapılan resmi davet üzerine Çin’e çalışma ziyaretinde bulunuyor. Çin’in Suriye Sorunu Üzerindeki Tutumu ve Nedeni 21 Ağustos 2013 Suriye’nin başkenti Şam’ın Doğu Guta banliyösünde düzenlenen kimyasal silah saldırısı sonucunda 426’sı çocuk, 1.429 kişinin ölmesi ile Suriye sorunu seyrini değiştirmiştir. Olaylardan sonra uluslararası kamuoyu saldırıyı Beşşar Esed yönetimin yaptığını ileri sürerken, Suriye Hükümeti bu iddiayı ret etmiştir. Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed söz konusu saldırıyı kendi tarafından yapıldığı iddiasını kesin bir ifade ile ret ederek ABD’nin Suriye’ye yönelik savaşı durdurmasını istemiştir. Almanya istihbarat kaynaklarına göre, kimyasal saldırıyı Beşşar Esed’in emri olmadan Suriye ordusu kendi inisiyatifi ile gerçekleştirmiştir. Öteden beri Rusya’nın yanında yer alarak Suriye sorunu konusunda Batı ile farklı tutumda olan Çin de gelişmelere göre görüşlerini beyan etmektedir. 23 Ağustosta, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei yaşanan olaylara yönelik “kim olursa olsun Suriye’deki herhangi tarafın kimyasal silahları kullanmasına kesinlikle karşı olduğunu” açıklamıştır. Hong Lei’nin açıklamasına göre, “Çin tarafı Birleşmiş Milletler Sekreterliği tarafından ilgili BM kararlarına dayalı kimyasal silahlar kullanımı üzerinde bağımsız, objektif, tarafsız ve profesyonel araştırma yapmasına destek vermektedir. Gerçeklerin ortaya çıkmasından önce tarafların sonuçlara karşı önyargılardan kaçınmalıdır. Mevcut gelişmeler Suriye sorununun siyasal çözümün önemini ve acileyetini göstermektedir”. Hong Lei, taraflara en kısa zamanda ikinci Cenevre Konferansı’nın düzenlemesi için çağrıda bulunmuştur. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, Xinhua Ajansi’nin sorusuna cevap verirken, Sözcü Hong Lei’nin açıklamasına benzer bir görüşü beyan etmiş ve ilave olarak, Suriye sorununun yegâne çözüm yolunun siyasal müzakere olduğunu; dış askerî müdahalenin BM Sözleşmesi’nin ilkesi ve uluslararası ilişkilerin temel normlarına aykırı olduğunu ve Ortadoğu’da çalkantılı durumunun şiddetleneceğini; tarafların kontorllü ve soğukkanlı olması ve doğru olan siyasal çözüm yolunda kararlı ilerlemesini belirtmiştir. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, 30 Ağustos’ta Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirmiştir. Bakan Wang Yi, Çin’in yukarıdaki görüşünü aktarmış ve Suriye’de yaşanan olayların savaş ve barış gibi önemli konuları ilgilendirdiği için tarafların ihtiyatlı ve tarihî sorumlu bir tutumu benimsemelidir diye konuşmuştur. Bakan Laurent Fabius ise kimyasal silah kullanımına karşı gerekli reaksiyon göstermelidir ve BM soruşturmasına işaret ederek Suriye sorununun nihai çözüm yolunun siyasî olduğunu ifade etmiştir. Aynı günde BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ile yapılan bir telefon görüşmesinde BM’n ilkesi ve uluslararası ilişkiler normunun önemini vurgulamıştır. Bundan bir gün öncesi Bakan Wang Yi’nin Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nabil El Arabi ile telefon görüşmesinde aynı konular yer almıştır. 2 Eylül’de özcü Hong Lei, BM soruşturmasına destek verdiğini tekrarlamış ve ABD’nin başını çektiği askerî cezalandırma kararına ciddi endişe taşıdığını beyan etmiştir. Sözcüye göre, taraflar düzenleyen BM Sözleşmesi’nin amacı ve uluslararası ilişkilerin temel normlarına uygun davranması gerekmektedir; Suriye sorununun daha da karmaşık hale gelmesinden kaçınmalıdır; Ortadoğu’ya daha büyük felaketi getirmesini önlemelidir. Sözcü Hong Lei, kimyasal silahların Suriye Hükümeti tarafından kullanıldığı tespit edilirse Çin’in gerekli yaptırıma karşı nasıl bir tutumda bulunacağına dair bir soruya “Çin tarafı kimyasal silahları kullanan herhangi kimselere karşı” olduğu cevabı ile yetinmiştir. BM soruşturmasının sonucu uluslararası toplumun faaliyete geçmesinin ön şartı ve koşulu olacaktır diye vurgu yapmaktadır. Suriye Hükümeti tarafından kimyasal silahları kullandığına dair ABD’nin açıklamasına karşı, Sözcü Hong Lei’nin 3 Eylül’de yaptığı beyanında yine BM soruşturmasına atifde bulunarak kimyasal silahlar kullanıldı mı? Kullanıldı ise kimin tarafından kullanıldığı konusu uluslararası toplumun gelecekte faaliyete geçmesinin ön şartı ve koşulu olacaktır diye cevaplanmaktadır. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’nin “kimyasal silah kullanımının kanıtlanması durumunda, BM kararına rıza göstermeyi göz ardı etmeyeceğiz” ifadesine yönelik soruya sözcü Hong Lei’nin 4 Eylül’deki açıklamasında yine BM soruşturma raporunu işaret etmiştir. ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin Başkan Barack Obama’nın Suriye rejimine yönelik askerî güç kullanma yetkisine 90 gün ile sınırlandığı kararına yönelik Sözcü Hong Lei yine sorunun siyasal yol ile çözülmesini, BM Sözleşmesi’nin ilkesini ve uluslararası ilişkilerin temel normlarını işaret ederek Suriye sorunun daha da karmaşık ve Ortadoğu’da daha fazla felaket getirmesinden kaçınılmasını tekrarlamıştır. 5 Eylül’deki basın toplantısında sözcü Hong Lei aynı tutumunu yine tekrarlamıştır. Anlaşıldığı gibi, söz konusu kimyasal silah saldırısı kimin tarafından yapıldığına dair aydınlanmadan önce Suriye’ye yönelik bir askerî müdahaleye karşı olduğunu, kimyasal silahları kimin tarafından kullanılsa kullanılsın karşı çıkacağını beyan etmektedir. Ancak cezalandırma nitelikteki bir askerî müdahaleye destek verip vermemesine cevap vermekten kaçınmaktadır. 5 Eylül’de ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Samantha Power, Rusya’yı “Konseyi esir almakla” suçlamış ve Suriye meselesinde BM Güvenlik Konseyi’nin işbirliğini istemekten vazgeçeceğini belirtmişti. 2.5 yıldır Suriye sorununun çözümsüz bir süreçte olduğunu ifade eden Power, BM Güvenlik Konseyinin şu anda felçli bir durumdadır diye konuşmuştur. ABD’nin bu açıklamasına karşı sözcü Hong Lei’nin 6 Eylül’deki basın toplantısında, Konseyi’nin Suriye sorununun uygun bir çözümü için gösterdiği önemli rolüne destek verdiğini belirtmiştir. Sözcü Hong Lei, ilgili tarafların diyalog ve koordinasyonu sağlanmasının devam etmesini, derin istişare yapmalarını, ilgili sorunun barışcı ve uygun çözülmesi için arayışta bulunulmasını umduğunu belirtmiştri. Sözcü Hong Lei BM’nin ilkelerini ve rolünü işaret ederek BM çerçevesinde uluslararası toplum ortak görüşü oluşturmaya çabalaması gerektiğini de ifade etmiştir. 8 Eylül’de Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Orta Asya gezisine refakatta bulunan Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi Taşkent’te ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirmiştir. Sözcü Hong Lei’nin 9 Eylül’deki basın toplantısında bu görüşmenin içerini açıklmaıştı: Wang Yi’ye göre uluslararası ilişkilerin temel normlarını korumakta ve herhangi birinin kimyasal silah kullanımı eylemine karşı çıkma konusunda ısrarlı durmalıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için BM çerçevede ortak görüş ve uygun çözüm aranması gerekmektedir, bunun tersini yapmak değil. Çin ve ABD BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleridir ve bundan dolayı BM Sözleşmesi’nin ilkelerini başta koruması gerekmektedir, Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliğinin sağlanmasındaki rolünü icra etmelidir. Wang Yi, Çin tarafı uluslararası ilişkilerinde silah kuvvet kullanmasına karşı olduğunu ve ilgili ülkelerin eylem kararı alırken bundan sakınmasını ve tekrar bir kez düşünmesini tavsiye ettiğini belirtmiştir. Ancak ABD ve diğer ülkelerin Suriye’ye bir askerî operasyon düzenlemesinin gündeme geldiği ve ABD kuvvetlerin uçak gemileri ve savaş gemileri Suriye’yi kuşatma hazırlığını tamamladığı fakat Kongre’de siyasal karar almaya çalıştığı bir vakitte sürecin bir başka yöne yol almaya başlamıştır. 9 Eylül’de Rusya’nın Suriye sorunu için kimyasal silahları teslim etmekle savaşı durdurma teklifini ortaya koyması ve bunu Obama Hükümeti tarafından temkinli kabul etmesi sonucunda Suriye sorunu tekrar BM çerçevesinde çözüm getirme yolunu açmıştır. 10 Eylül’deki basın toplantısında Sözcü Hong Lei Rusya’nın teklifine destek verdiğini beyan etmiştir. Hong Lei’ye göre “Suriye’deki mevcut gerilimin yumuşatılmasına yardımcı olabiliyorsa, Suriye sorununa siyasal yol ile çözüm getirebiliyorsa, Suriye’nin ve bölgenin barışı ve istikrarın korunması için ortaya koyan teklifler varsa uluslararası toplumun yapıcı bir şekilde düşünecektir”. Beyaz Saray’ın Ulusal Güvenlik Danışması Susan Rice’nin Suriye’ye askerî müdahalesi konusunda Kongre’yi ikna etmek için sarf ettiği gibi, Suriye’nin vurulmasının bölgedeki müttefiki İran’a da nükleer faaliyetleri için mesaj gönderecektir ifadesine cevaben Çin’in daima uluslararası ilişkilerinde tehdit ve kuvvet kullanmasına karşı çıktığını beyan eden Hong Lei, “BM Güvenlik Konseyi atlayarak tek taraflı askeri müdahalede bulunmak uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerin temel normlarına aykırı olduğunu belirtmiştir. Bu tutum Suriye sorununun çözülmesi için yeni karmaşık faktörleri yaratacaktır, bölgesel istikrarsızlığı daha da şiddetlendirecektir” diye konuşmuştur. Hong Lei Çin’in çağrısını tekrarlayarak tüm tarafları sakin ve kontrollü olmaya çağırırken, Suriye sorununun siyasal çözüm yolunda kararlı kalınmalıdır demiştir. Hong Lei’ye göre Çin’in bu tutumunun uygulanması için 6 kişiden oluşan Suriye Ulusal Diyalog Forumu heyetini Çin’e davet ederek sorunun çözümü için katkıda bulunmaya çalışmıştır. Aslında birçok Batılı liderler sorunun BM ortamında çözüm getirilmesini istemekte ve kimyasal silahların kullanılmasına karşı bir tepki göstermesini kabul etmektedir, ancak nasıl bir reaksiyon göstermesinde farklı görüşlere sahiptirler. Ancak Almanya Başbakanı Angela Merkel’in dediği gibi Rusya ve Çin’in tutumları BM’nin konumunu zayıflaştırdığı için BM icraatını yapamamakta olduğu görüşündedirler. ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Samantha Power’in yukarıda dediği gibi Çin ve Rusya’nın engelinden dolayı BM 2.5 yıldır felç halindedir. Suriye’de hükümet ile muhalefet arasında yaşanan iç savaşta ölü sayısının 1300’ü geçtiği bir durumda iki tarafın bir zemine getirilmesi giderek zorlaşmaktadır. Suriye’deki çatışmaların arka perdesinde karmaşık tarafları görebiliriz: mezhep taraftarları, radikal ile seküler taraftarlarının, en önemlisi savaşanlar üzerinde Batı ile Rusya, Çin ve İran arasındaki çıkar çatışmaları bulunmaktadır. Çin’in BM zeminde çözüm getirme teklifi ve BM’i paypass ederek kuvvetle çözüm getirmesine karşı tutumu sorunu sürüncemede bırakması anlamına gelmektedir. Üstelik sorunun devam etmesi enerji fiyatlarını arttırmakta ve dış enerjisine bağımlılığı %50 üzerinde olan Çin için ekonomik külfet yaratmaktadır, Ortadoğu’daki istikrarsızlık Çin’in enerji güvenliğini tehdit etmektedir. Rusya’ya arka çıkmakla ikili stratejik işbirliği ortaklık ilişkisini pekiştirme politikası, Batı’nın Ortadoğu’daki etkisini kırması, ülke içinde ayrılıkçı sorunu olan Çin’in Batılıların siyasal ve toplumsal değeri olan insan hakları ve BM’nin kabul ettiği koruma sorumluluğu anlayışının içişlerine müdahale emesi tutumuna karşı çıkması Çin’in Batı ile uzlaşmasını zorlaştırmaktadır. Ancak Suriye sorunu sürüncemede kalması ve ABD’nin Ortadoğu sorunlarla angaje olması hatta Rusya ile kapışmaya devam etmesi ABD’nin Asya Pasifik’te Çin’i stratejik kuşatmasını hafifleştirecektir. 2009 yılının sonundan itibaren Obama Hükümeti ABD’nin geleceğine zarar verebilecek bir gücün Çin olabileceğini tespit etmiş ve 2020 yılına doğru güvenlik stratejisini oluşturmuştu. ABD’nin Asya Pasifik’teki siyasî ve güvenlik girişimleri bölgedeki güç dengeleri değiştirmeye başlamış ve yükselen Çin’in bazı bölge ülkelerin (Japonya, Vietnam, Filipinler, Hindistan v.s.) güvenlik endişelerini arttırmaktadır. ABD’nin Ortadoğu’da meşgul kalması aynı zamanda 2014 yılının sonunda NATO güçlerin Afganistan’dan çekilmesinden sonra ABD’nin Orta Asya ile daha fazla ilgilenemeyeceği anlamına gelmektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde Çin le Rusya bu sonuç için hazırlıklar yapmakta ve NATO güçlerinin çekilmesiyle bölgede yaratabilecek her türlü istikrarsızlık olaylarına karşı işbirliğini arttırmaktadır. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping 3-13 Eylül (5-6 Eylül G20 toplantısına katıldı) tarihleri arasında son yılların en kapsamlı Orta Asya ziyaretini sürdürmekte ve 13 Eylül’de Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 13. zirvesi yapılacaktır. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping G20 toplantısı esnasında Rusya Devlet Başkanı ile görüşmüş ve Suriye sorunundan çok stratejik güvenlik ve enerji işbirliği konuşulmuştur. Xi Jinping’in Orta Asya gezisinde de Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan ile enerji işbirliği konusu ön planı çıkmaktadır, Kırgızistan ile de enerji, ulaşım ve finasal alanında işbirliği vurgu yapılmıştır. Yani Ortadoğu’daki enerji tehdidine alternatif olarak Rusya ve Orta Asya üzerinde gidermeye çalışmaktadır. Çin’in Rusya’nın politik çıkışlarına destek vermekle kendisinin ikinci planda kalması ABD ile doğrudan çatışmasından kaçınmaktadır. Çin daha öncede de Yugoslavya’ya yönelik askerî müdahalede Rusya’nın peşinde bu tavrını sürdürmüştü. Irak savaşı öncesi de Fransa ve Rusya’nın arkasında desteğini vermiştir. Çin uzmanları ve uluslararası siyaset yorumcular Rusya Devlet Başkanı Putin’in Batı’ya karşı sert çıkışları takdir etmektedir, özellikle Suriye sorunu konusundaki duruşu övülmektedir: Batı’ya karşı Putin “Resmen” değildir; Güçlü adam Putin ABD’ye karşı nasıl hayır demektedir; Putin Sam Amca’ya hamle; Çin diplomatların gözünde Putin; Sert adam nasıl biçimlendi? Rusya’nın güçlü adam kompleksi gibi başlıklar kullanılmaktadır. Çin’in yükselişini sağlayan ve bugünkü gücüne erişmesini sağlayan 50 yıllık stratejik kalkınma planı henüz üçüncü aşamasında devam etmektedir ve hedefine erken ulaşabildiği için büyük ihtimale 2025 yılına kadar sürecektir. Çin’in söz konusu stratejik planı gereğiyle ekonomik kalkınmasını gerçekleştirebilmek için dış politikası yakın bölge ve küresel ortamında barış ve istikrarı sağlaması gerekmektedir. Küresel alanlarına yayılan ekonomik ve ticaret çıkarlarını sağlamak için askerî modernizasyonu gerçekleştirmelidir. Bundan dolayı bölgesel ve küresel sorunları Çin’in bu temel politikasına zarar vermediği sürece üzerine fazla gitmemektedir. Çin’in Suriye üzerinde kayda değer bir çıkarı yoktur, ancak Rusya’ya destek vermekle söz konusu çıkarları sağlamaya çalışmaktadır. Rusya ise bu desteğe ihtiyacı vardır ancak Çin-Japonya arasındaki adalar ihtilaflarından da uzak durmaktadır. Sonuç-Değerlendirmeler Ortadoğu bölgesi Çin’in uluslararası strateji ve enerji güveni için önemli yeri vardır. Söz konusu bölge Çin’in en önemli enerji tedarik alanıdır, önemli mal ile emek ihracat pazarı ve mühendislik sözleşme piyasasıdır. Dış politika stratejisi olarak Ortadoğu bölgesi Çin’in stratejik dayanağıdır, Çin’in uluslararası işlerinde Arap ve İslam dünyasının desteği ve işbirliğine ihtiyacı vardır. Aynı şekilde güvenlik açısından Çin’in Doğu Türkistan ayrılıkçı faaliyetleri durdurabilmek için Arap ve İslam dünyasının yardımına ihtiyaç duymaktadır. Bu bağlamda normal ve olgun bir Çin-İsrail ilişkileri Çin’in bu bölgedeki çıkarları sağlamasına yararlı olacaktır. Ancak Çin’in Ortadoğu soruna iştirak etmenin derinleşmesiyle birlikte bölgenin potansiyel sorunları Çin’in diplomasi kapasitesini zorladığı gibi yaşanan olumsuz sonuçları Çin’in Ortadoğu politikasını sekteye uğratabilmektedir. Bu durum Çin’in İsrail-Filistin sorunu üzerindeki politikasını zor duruma bırakacaktır. Çin ile İsrail arasında siyasal düzeni ve değerler farklılıklar mevcuttur, ikili ilişkilerinde bazen prensip ve ideolojik farklılıklardan dolayı sorunları yaratmaktadır. 24 Kasım 1999’da Çin Başbakanı Li Peng’ın İsrail ziyaretinden bir gün öncesi İsrail Meclis Başkanı Avraham Burg, Dalay Lama’yı Kabul etmişti. Çin Başbakanı bu durumdan rahatsızlık duyduğunu belirtmişti. Çin ile İsrail arasında İsrail-Filistin sorunu üzerindeki görüşleri de farklıdır. Çin, İsrail ile diplomatik ilişkileri tesis etmesi ve İsrail’in bazı çıkarlarına dikkat etmesine rağmen, zaman zaman İsrail’in Filistinlere karşı uygulamasını eleştirmektedir ve BM zemininde İsrail’in aleyhine oy kullanmaktadır. Mavi Marmara gemisinin 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye yakın uluslararası sularda İsrail Ordus tarafından saldırıya uğramasıyla Çin Hükümeti tarafından eleştirilmişti. Çin sadece ilk saatlerinde bu eleştirmeleri beyan etmekle kalmıyor aynı zamanda BM’de İsrail’i eleştiren metine imzasını atmaktadır. ABD faktörü de Çin-İsrail ilişkilerini etkilemektedir. Özellikle Çin’in İsrail’den ileri teknoloji silahların satın alma meselesinde daima ABD’nin engeline uğramaktadır. Örneğin 2000 yılında Çin’in İsrail’den Phalcon AWACS uçakları satın alma işlemleri devam ederken ABD’nin kendisinin çıkarlarına zarar vereceği gerekçesiyle satışı engellemişti. Çin tarafı İsrail’e kızmasına rağmen ABD-İsrail özel ilişkilerinin hassasiyeti ise göz ardı edilebilecek bir faktör değildir. Çin-İsrail ilişkileri dinamik ve engelleri aynı anda mevcut olup ikili ilişkileri normal seyri takip edemeyeceği açıktır, her an beklenmediği bir gelişmeler yaşanabilir. Çin’in Ortadoğu politikasında temel çıkarlarını koruma güdüsüyle hareket edeceğini dolayısıyla köklü bir değişime gitmeyeceğini beklemek gerekir. Bölge bugünkü haliyle içinde birçok fırsatlarda barındıran bir istikrarsızlık içindedir. Yeni aktörler ve akımların demokratik siyasette daha önce görülmemiş düzeyde etkili olmaları ve yeni bölgesel dengelerin halklarına hesap veren yönetimlerle çevriliyor olması bölgenin geleceği açısından umut vermektedir. Öte yandan etnik ve mezhep çatışmalarının artması da kaygı vericidir. Arap devrimleri süresince ABD’nin profilini görece düşük tutan Obama yönetimi, Amerikan hayati çıkarları tehdit edilmediği sürece çok öne çıkmamaya özen göstermiştir. Irak’tan çekilme takvimini başarıyla tamamlamayı ve yeni bir savaşa girmekten kaçınmayı önceleyen Obama, Arap devrimlerine retorik düzeyde destek olurken pratikte Amerikan çıkarlarının zarar görmemesini öncelemiştir. Romney çıkarların korunması noktasında benzer bir tavır sergileyecektir ancak Obama’dan daha dikte eden bir görüntü sergilemesi muhtemeldir. Aslında Obama’nın politikalarını büyük oranda devam ettirecek olan Romney’i, Netanyahu liderliğindeki İsrail ve kendi neo-con kadroları daha sert bir çizgiye getirecektir. Suriye konusunda her iki başkandan da daha aktif bir Amerikan politikası beklemek makul olacaktır. Hem Türkiye’nin talepleri hem de krizin giderek İran’a yarıyor olması, ABD’yi Suriye meselesini daha ciddi ele almasını sağlayacaktır. Suriye meselesinde temel çıkarlarını İsrail’in güvenliği, kimyasal silahların güvenliği, Amerikan müttefiki komşu ülkeler üzerindeki mülteci baskısının sınırlandırılması, ve şiddetin komşulara sıçramasını önlemek olarak tanımlayan ABD yönetimi, Türkiye’yle birlikte çalışma mesaisini artıracaktır. Ancak Obama’yla Romney arasında ciddi nüanslar doğacaktır ve bu farklar Türkiye’nin Suriye politikasını doğrudan etkileyecek nitelikte olabilir. Örneğin Romney İsrail’in tercihleri doğrultusunda İhvan’ı sınırlamaya kalkarsa bu konuda Türkiye’yle görüş ayrılıkları yaşanabilir. Çin’in Irak politikasında ciddi bir değişiklik olmayacaktır ancak ABD’nin İran politikasının dizaynında Irak’la ilişkiler önem kazanacaktır. Obama yeni bir risk alıp İran’la yeni bir açılım yapmayı dener mi tahmin etmek oldukça zor ancak İran’la diplomasinin sonuç vermesi için Romney’den çok daha fazla çaba göstereceğini söyleyebiliriz. Romney yönetiminde gerginliğin tırmanması ve muhtemel sınırlı bir askeri operasyona gidilmesi daha çabuk gerçekleşebilir. Bu durumda yine Türkiye’yle ilişkiler de gerginleşebilir. Türkiye Ortadoğu devrimleri sürecinde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da etkinliğini artırmış ve baskıcı rejimlere karşı halkların yanında yer almasının karşılığını özellikle Mısır, Tunus ve Libya ile iyi ilişkilerle almaya başlamıştır. Suriye meselesindeki çözümsüzlük Türkiye’nin opsiyonlarını azaltıp güvenlik sorunları yaşamasına ve İran gibi güçlerle anlaşmazlık yaşamasına neden olmuştur. Türkiye’nin Ortadoğu politikası Amerika’nın 2003 Irak işgali sonrasında Cumhuriyet tarihinin en aktif dönemini yaşamıştır. ABD’nin Ortadoğu politikaları bölgedeki bütün güçleri etkilediği gibi Türkiye’yi de etkilemiştir. Önümüzdeki dönemde Çin’in Ortadoğu politikasının Suriye, Irak, İran ve İsrail ekseninde nasıl belirleneceği ve uygulanacağı Türkiye’nin bölge politikası açısından da stratejik öneme sahiptir. Kaynakça 1) Hayati Aktaş, ‘İnsan hakları Açısından Çin’in Doğu Türkistan Politikası ve Türkiye-Çin ilişkileri’, KTÜ, Trabzon, 2001, 1.cilt 2) Ian O.Lesser, Graham E.Fuller, ‘Balkanlardan Batı Çin’e Türkiyenin Yeni Jeopolitik Konumu’, Alfa, 2000 3) “China spreads its wings: Chinese companies go global”, Accenture, 2007, http://www.accenture.com/SiteCollectionDocuments/PDF/6341_chn_spreads_wings_final8.pdf 4) R. Kutay Karaca, “Çin Halk Cumhuriyeti’ni Dış Politikasında Orta Asya”, M. Turgut Demirtepe, Güner Özkan (der.), Uluslararası Sistemde Orta Asya: Dış Politika ve Güvenlik, (Ankara: USAK Yayınları, 2013). 5) Tim Padgett, “A New Cold War in the Caribbean?”, Time World, 24 Temmuz 2008, http://www.time.com/time/world/article/0,8599,1826161,00.html 6) “China Rising: China’s Influence in Africa”, (Five Part Series), NPR Morning Edition, 28 Temmuz 2008 ve 29 Temmuz 2008, http://www.npr.org/series/92990229/china-rising-china-s-influence-in-africa 7) Atilla SANDIKLI, Geleceğin Süper Gücü Çin, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, 2009 8) Qimao Chen, “Çin’in Güvenlik Anlayışı ve Politikası”, Geleceğin Süper Gücü Çin, Editör: Atilla Sandıklı-İlhan Güllü, TASAM Yayınları, İstanbul, Mayıs 2005 9) Qimao CHEN, Çin’in Yeni Güvenlik Anlayışı ve Politikası, Stratejik Öngörü, Sayı 4, 2005 10) Mark BURLES, Chinese Policy Toward Russia and Central Asian Republics, RAND, Mr-1045-AF, 1999 11) http://www.yenidenergenekon.com/480-misirin-israil-politikasi/#sthash.2C6OckZj.dpuf 12) http://www.belgeler.com/blg/sq8/devrim-sonrasi-iran-dis-politikasi-iranian-foreign-policy-after-the-revolution 13) http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1242 14) http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=740 15) Nasır Kashef ASL “ İran İslam Cumhuriyeti Dış Politikasının Oluşumunu Etkileyen etmenler” Ortadoğu Siyasetinde İran. 16) Dr. Ünal Gündoğan “1979 İran İslam Devriminin Ortadoğu Devletlerine Etkisi” Ortadoğu analiz, cilt 3. 17) Mehmet Şahin-Türel Yılmaz “Ortadoğu Siyasetinde İran”. 18) Mustafa Kibaroğlu “ İran’ın Nükleer Güç Olma İddiası ve Batının tutumu; Şaha Destek, Mollalara Yasak” 19) Боровой, В. 11 сентября и политика Китая в Центральной Азии: новые приоритеты и акценты / В. Боровой // Белорус. журн. междунар. права и междунар. отношений. 2004 20) Нормативные документы. Правовое обеспечение противодействия экстремизму в ШОС [Электронный ресурс] // Региональная антитеррористическая структура Шанхайской организации сотрудничества (РАТС ШОС). Режим доступа: http://www.ecrats.com/ru/normative_documents/1556 02.06.2006 21) Сыроежкин, К. «Большая игра» в Центрально-Азиатском регионе / К. Сыроежкин [Электронный ресурс] // Институт экономических стратегий — Центральная Азия. Режим доступа: http://www.inesnet.kz/karkas/158-konstantin-syroezhkin-bolshaja-igra-v.html 22) Development and Progress in Xinjiang: Full Text [Electronic resource] // Xinhua News Agency. Mode of access: http://news.xinhuanet.com/english/2009-09/21/content_12090477_6.htm