Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
------------------------------------MODERN ORTADOĞU TARİHİ - TAR310U (BAHAR- 0 1) ------------------------------------Ö ETLER (01-08) SORULARLA ÖĞRENELİM (01-08) ONU SONU SORULARI (01-08) ALIŞTIRMA SORULARI (01-08) I MIŞ İ E ve FİNAL SORULARI ( 018- 019) ----------------------------Ha la an https://istanbul.academia.edu/mustafaisik 1 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 1: Ortadoğu Tarihine Giriş Dış Dinamikler: Bölge İslam'dan önce iki büyük İmparatorluğun etkisi altındaydı: Ortadoğu Tarihine Giriş Ortadoğu tanımı coğrafi bir tanım olmayıp siyasi bir tanımdır. Ortadoğu kavramı din olarak Müslüman kuşağı, etnik olarak da çoğunlukla Arap, Fars ve Türk nüfusunun yaşadığı bölgeleri ifade etmektedir. Elbette bu etnik kimlikler arasında Berberî, Kürt, Çerkez vs. gibi guruplar da bulunmaktadır. Bu coğrafyada Müslüman olmayan kuşağı temsil eden ülke İsrail iken farklı etnik kökeni temsil eden ülke ise Pakistan’dır. Bölge jeopolitik açıdan da ayrı bir öneme sahiptir. Jeopolitik; coğrafya ve tarihin belirlediği ilişkilerdir. Devletlerin dış politika davranışlarını, ülkelerin coğrafi konumu, fiziki çevresi, sahip olduğu kaynaklar, geçiş yolları vs. ile ilişkilendiren yaklaşımdır. Kısaca bir bölgenin coğrafyası ve orada gelişen tarih, o bölgenin jeopolitiğini belirleyen dinamiklerdir. Bu kavram ilk defa İsveçli Kjellen (1864-1922) tarafından kullanıldı ve Halford MacKinder (1860-1947) tarafından geliştirildi. Yahudilik, Hristiyanlık, İslamiyet gibi semavi dinlerin doğduğu yer olması, bu dinlerin kutsal mekanlarının burada bulunması, şehirleşmenin ilk defa bu coğrafyada ortaya çıkmış olması, kara, deniz ve hava yolu olarak birçok bölgeyi birbirine bağlıyor olması bu önemi arttırmaktadır. Bölge de tek başına Arap dünyası, dünya enerji kaynağının %60'tan fazlasına sahipken, İslam dünyası ele alındığında bu oran %75'i geçmektedir. Bu durum Ortadoğu'nun önemini arttırmakla beraber bölgeyi bir çatışma haline de çevirmektedir. Ortadoğu’yu anlayabilmek bulunmaktadır: • • için iki önemli husus İç Dinamikler Dış Dinamikler İç Dinamikler: Arap yarımadası ve Suriye çöllerinde yaşayan halk, kuraklıktan dolayı oldukça zor bir hayata mecburdu ve insanlar göçebe (bedevi) bir hayat sürmek zorundaydılar. Elverişli vahaların bulunduğu Uman, Orta ve Doğu Arabistan'da ise yerleşik (Hazari) hayatın gelişmesi mümkündü. Bedevi: Çöllerde hayatlarını göçebe olarak geçiren guruplardır. En temel bağları kan (aile/akraba) bağıdır. Ailelerin oluşturduğu kabile en üst siyasi yapılarıdır. Basit bir hayat sürerler, fakat katı geleneksel kurallara sahiptirler. İhtiyaç duymadıkça meskûn mahallere gelmezler. Yerleşik hayata ve ziraata karşıdırlar. Mümkün olduğunca, bağlı bulundukları devletin kontrolünden uzak yaşamayı tercih ederler. Hazari: Bedevilerin aksine çöllerdeki vahalarda yerleşik hayatı benimsemiş guruplardır. Kan bağı ve kabile bağları konusunda bedeviler gibi olmakla birlikte bunlar ziraat ve ticaret ile uğraşırlar. En büyük sorunları bedevilerin yaptıkları yağmalardır. Bu yağmadan kurtulabilmek için bedevilere "ihave" adıyla bir "kardeşlik vergisi" öderler. • • Roma ve Sasani İmparatorluğu. Ancak bu güçler bölgenin geleceği üzerinde etkide bulunabilecek güçte değillerdi. İslamiyet'in kabul edilmesi, Hz. Muhammet'in önderliği, halife dönemi bölgenin şekillenmesinde önemli bir yere sahiptir. Hz. Osman döneminde başlayan iç karışıklıklar Hz. Ali döneminde de devam etmiş ve bölgede başka bir dönemin başlangıcı olmuştur. Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanan çekişmeler sırasında en net davranışı hariciler sergilemiştir. Hariciler; Hz. Ali ve Muaviye arasında çıkan ihtilafta, iki tarafın hakeme başvurmasını reddeden guruplara verilen isimdir. Zamanla bir inanç biçimine dönüştü. Hz. Peygamber soyuna (Seyyidlere) bağlılıkları olmakla birlikte Şiilikten farklı bir doktrin geliştirdiler. Özellikle Kuzey Afrika'da İslamın yayılmasında etkili oldular. Bugün daha ziyade Uman ve kısmen Libya'da (Cebel Nefusa'da) varlıklarını İbadilik adı altında sürdürmektedirler. Bölgede devlet merkezini Şam'a taşıyan Emeviler ardından merkezi Bağdat'a taşıyan Abbasiler ortaya çıkmış ve bölgenin kaderi üzerinde söz hakkına sahip olmuşlardır. Ortadoğu Tarihinde Türkler ve Osmanlı Barışı Selçuklular ve Memlüklüler Emevilerin son dönemlerinde, Abbasî ihtilalinde etkin olan Türkler Ortadoğu'da varlıklarını hissettirmeye başladılar. Selçuklular ve Memlüklüler coğrafyada kendilerini göstererek bölge tarihinde Türklerin yerini, İslam’ın gücünü göstermiştir. Osmanlı Barışı(Pax Ottomana) İstanbul'un fethinden sonra Müslüman dünyasının güç merkezi konusunda rekabet başlamış ve merkez İstanbul olmuştur. Osmanlı Devleti batıda doğal sınırlarına ulaştıktan sonra doğuya yöneldi. Osmanlı Devleti giderek Arap coğrafyasında hakimiyetini genişletti ve sonuçta 17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı Barışı egemen oldu. 18. yüzyıldan itibaren yerel gelirlerin bu idarenin aynen sürdürülmesine yetmemesi idareye mahalli güçlerin karıştırılmasına yol açtı. Bu durum merkezden kopuşları beraberinde getirdi. Bu süreç bölge halkının Avrupai düşünce ile tanışmasına yol açtı. Batı'dan yükselen etnik ve dini milliyetçilikler Osmanlıya karşı hoşnutsuzluğa yol açtı. Yirminci yüzyılın başında Balkanlardan geri çekilmek zorunda kalan Osmanlı Devleti buna rağmen dünyanın en büyük güçlerinden biriydi. Jeopolitik konumu, petrol yataklarına sahip olması da diğer emperyalist ülkelerin Osmanlı devleti üzerinde plan yapmalarına neden oluyordu. Birinci dünya savaşı öncesinde ülkenin Arap coğrafyasını kapsayan güney bölümünün bir kısmı fiilen işgal altında olsa bile, büyük bölümü hala Osmanlı egemenliğindeydi. Ortadoğu kavramını ve bugünkü Ortadoğu’yu meydana getiren süreç birinci dünya savaşıdır. Savaş Avrupalı Devletler arasındaki rekabete dayalı gibi olsa da hedef Osmanlı egemenliğindeki topraklardı. İngilizler ve Fransızlar arasındaki Sykes-Picot Antlaşması ile bu toprakları aralarında paylaştılar. Bu paylaşım İngiliz sınırlarında yer alan Filistin bölgesinde yeni bir siyasi alan oluşturdu. Burada bulunan kutsal mekanlar göz önüne alınarak Filistin'in uluslararası bölge olması kararlaştırıldı. Filistin de "Yahudi Yurdu"nun kurulması vaadi bugün de yaşanan Arap-İsrail sorununa yol açtı. Manda Yönetimleri Birinci dünya savaşı sonrasında değişen güç dengeleri sonucunda Osmanlı Devletinden koparılan Arap halklarının galip devletlerin mandası altına girmesi benimsendi. Bu durum İngilizler ve Fransızlar ile Amerikalıları karşı karşıya getirdi. Bu süreçteki tartışmalar manda himayesini resmileştiren San-Remo Konferansının alt yapısını oluşturdu. Suriye ve Lübnan Fransız, Irak ve Filistin İngiliz mandasına bırakıldı. Türkiye'nin durumu Sevr ile çizilecekti ancak Milli Mücadele bu anlaşmayı boşa çıkardı. Etnik-Dinî Yapı ve Çatışma Alanları Etnik Yapı Ortadoğu coğrafyası zengin etnik çeşitliliğe sahiptir. İslam'ın bu coğrafyadaki gücü Arapça ile yayılmış olması burada yaşayan halklar arasında bir bağın kurulmasını sağlamıştır. Bölgede Arapçadan sonra en çok konuşulan dil Türkçedir. Ayrıca bölgede Farsça ve Kürtçe de konuşulmaktadır. Farklı etnik kimliklerin birbiri ile olan yakınlaşmaları din üzerinden şekillenmektedir. Bu nedenle azınlık tanımı batılıların tanımına uymamaktadır. Soğuk Savaş: Başını ABD’nin çektiği Batı Bloğu ile Sovyetler Birliği’nin çektiği Doğu Bloğu arasında, 1947 ile 1991 yılları arasında süren uluslar arası siyasi, ideolojik ve askeri gerilim dönemi. Azınlık: Bir ülkeden çoğunluğun içinde yaşayan ve etnik kökeni, dili, kültürü ve dini bakımından büyük kesimden ayrılan daha küçük gruplara verilen isimdir. Bölgede bulunan etnik gruplar; 1. 2. 3. 4. 5. Türkler, Kürtler, Çerkezler, Farslar ve Araplardır. Dinî Çeşitlilik Gerek semavi gerekse semavi olmayan dinler bu coğrafyada ortaya çıktı ve günümüze kadar ulaştı, bu nedenle dini çeşitlilik oldukça fazladır. Bölgede çoğunluğun bağlı olduğu din İslam'dır. Daha sonra ise Hıristiyanlık ve Yahudilik gelmektedir. Bölgede çeşitli dinlerden hareketle yeni inanç şekli olarak heteredoks gruplar da ortaya çıkmıştır. Bu gruplar arasında; • • • Yezidilik, Zerdüştlük/Zoroastrianizm ve Sabiilik vardır. Yezidilik: Kökü Emeviler zamanına kadar indirilen ve İslam ile putperest inançların karışımından meydana gelen bir dindir. Melek Taus diye isimlendirdikleri Şeytan'a tapmaları ile tanınmışlardır. Suriye'de ortaya çıkmasına rağmen Kuzeybatı Irak'ta Sincar dağlarında Kürtler arasında gelişmiştir. Bugün ağırlıklı olarak Irak'ta yaşamakta olup yeni Irak anayasasında da kabul edilen etno-dini bir gruptur. Zerdüştlük/Zoroastrianizm: Monoteist bir inanç biçimi olup Zerdüşt'ün öğretilerini içermektedir. Sasaniler döneminde etkin olan bu inanç sistemi bugün İran'da Yezd ve Kirman bölgesi ile Gabariler arasında yaşamaktadır. Pek çoğu Hindistan'a göç ederek Parsi topluluğunu oluşturdular. Kutsal kitapları Zend Avesta'dır. Sabiilik: Aydınlık ile karanlık arasındaki dualizme dayandırdıkları inanç sistemlerinde, maddi evrenin dolayısıyla bedenin de kötü olduğuna inanırlar. Ruhun beden hapishanesinde olduğunu kabul ederler. Genellikle İran'ın Ahvaz ve Hurremşehr bölgesi ile Irak'ta Ammara, Bağdat ve Basra gibi bölgelerde yaşamaktadırlar. Mandiler olarak da tanınırlar. Diğer Sorunlar ve Çatışma Alanları Bölge Jeopolitik önemi ve sahip olduğu petrol kaynakları açısından tarih boyunca güç savaşlarının ve çatışmaların merkezi konumunda olmuştur. Sınırlar: Birinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan yeni devletler ve sınırlar yapay özellik taşımaktadır. Bugün Yemen-Suudi Arabistan, Irak-Kuveyt, Irak-İran, Kuzey-Güney Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri-İran, Cezayir-Fas gibi ülkeler arasında çözüm bekleyen bir dizi sınır problemleri bulunmaktadır. Milliyetçilik: Arapça konuşan ve kendini Arap hisseden grupların birleştirilmesi milliyetçilerin temel isteğidir. Bölgede kurumsal olarak panarabizmi (bütün Arapları birleştirme fikri) temsil eden Arap Birliği Teşkilatı, Bölgesel Birliği temsil eden Mağrıb Birliği (içinde Arap olmayan üyeler de var) zengin Körfez Ülkelerini temsil eden Körfez İşbirliği Teşkilatı gibi kuruluşlar kuruldu. Bu kuruluşlar arasındaki fikir ayrılıklar çatışmalara neden oldu. Bölgede giderek artan mezhep çatışmaları da yeni sorunların ortaya çıkmasına neden oldu. Filistin Sorunu ve Arap-İsrail Çatışması: Ortadoğunun en canlı sorunudur. Dünya barışını da yakından ilgilendirmektedir. Arap-İsrail Çatışmasının Kronolojisi şöyle sıralanabilir: • • • • • • • • • • • • • • • 1882 Filistin'e düzenli Yahudi göçlerinin başlaması 1885 Siyonizm kavramının ortaya çıkışı 1896 Theodor Herzl "Yahudi Devleti" kitabını yayımladı. 1897 Birinci Siyonizm Kongresi 1917 İsrail Devleti'nin kuruluşunu hazırlayan Balfour Deklarasyonu 1920 Filistin'de İngiliz mandasının kurulması 1936-39 Siyonist göçlere ve İngiliz mandasına karşı Arap ayaklanmaları 1937-38 İngiliz komisyonunun Filistin'i ikiye bölme önerilerinin ortaya çıkması 1939-45 II. Dünya Savaşı ve Yahudilerin Avrupa'da katliama uğramaları 1946 Kudüs'te Yahudi militanlarının 91 kişinin ölümü ile sonuçlanan terör eylemi 1947 Filistin meselesinin İngilizler tarafından BM'ye taşınması ve taksim planı 1948 İsrail Devletinin ilan edilmesi 1949 İsrail'in BM üyesi olması 1964 Filistin Kurtuluş Örgütü'nün kuruluşu 1967 Altı Gün Savaşları: İsrail'in Doğu Kudüs, Batı Şeria, Golan Tepeleri ve Gazze'yi işgal etmesi Kaynakların Kullanımı: Bölgenin petrol bakımından zengin olması bazı çekişmelere yol açmaktadır. Gelir kaynaklarının büyük bir bölümü silahlanmaya harcanmaktadır. Su kaynakları bakımından fakir olması bu coğrafyanın diğer bir sorunudur. Türkiye, Suriye ve Irak arasında Dicle ve Fırat nehirlerinin suyunun kullanımı ile ilgili tartışmalar yaşanırken, İsrail önemli nehir kaynaklarına (Batı Şeria ve Golan) ve yeraltı sularına sahip olduğu için avantajlı durumdadır. Arap Baharı: 2010 yılında Tunus'ta başlamış olup Yemen, Mısır, Libya ve Suriye'yi etkilemiş olan halk hareketidir. Ekonomik adaletsizlik, baskı ve sosyal adaletsizliklere karşı doğmuştur. Ortadoğu Tarihine Giriş ORTADOĞU TARİHİNE GİRİŞ Coğrafya ve Jeopolitik Ortadoğu tanımı coğrafi bir terim değildir. Siyasi bir tanımdır. Bu yüzden anlamı konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Zira “doğu” herkes nazarında bir yönü ifade ederken “orta” kelimesi “neyin veya nerenin ortası” sorusunu da beraberinde getirmektedir. Yerkürenin hiçbir yeri başka bir yer için orta değildir. İlk defa 1850’lerde İngilizlerin Hindistan’daki Sömürge idaresi tarafından iç yazışmalarında kullanılmakla birlikte; gerçekte bir kavram olarak literatürde kullanılması Amerikan tarihçi Alfred Mahan (1840-1914) ile başlamıştır. Mahan, 1902 yılında kaleme aldığı bir makalesinde bu kavram ile doğu-batı ekseninde Basra Körfezi ve etrafını “orta” olarak tasvir ediyordu. Nitekim bu kavram 20. Yüzyılın başında literatüre bu anlamı ile girdi. A. Mahan’ın bu tanımını doğu üzerine yazılar yazan Valentino Chirol hararetle destekledi ve o, bu kavramı sınırlarını belirterek yeniden tanımladı. Resim 1.1 Sudan’ın Bölünmesinden Önceki Kuzey Afrika ve Ortadoğu Haritası Kaynak: Alain Gresh, Dominique Vidal, Ortadoğu, İstanbul, 1991. 4 Modern Ortadoğu Tarihi Fakat bu ilk kullanımı ile Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kullanımı aynı anlamı taşımıyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiltere’nin Mezopotamya’daki askeri faaliyet alanı “Ortadoğu”, Mısır’daki askeri faaliyet alanı da “Yakındoğu” olarak tanımlanıyordu. Bu kullanımın içinde daha çok Güneybatı Asya’da yer alan Arap Yarımadası, Mezopotamya, Basra Körfezi ve ayrıca İran yer almaktaydı. Savaştan sonra bu iki farklı kavram yeni bir jeopolitik yaklaşım ile Ortadoğu başlığı altında birleştirildi. Zira bölgedeki egemen güç olan Osmanlı Devleti yıkıldı, yerine Avrupalı güçlerin yeni manda idareleri ve nüfuz alanları kuruldu. Kavram artık İngiliz emperyalizminin doğuda uzandığı noktaların ortasını işaret ediyordu. Aslında bu kavram Avrupa güçleri arasındaki rekabeti de yansıttığından kolay benimsenmedi. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar Ortadoğu’yu içine alan bölgeler hâlâ Yakındoğu (the Near East) kavramı ile tanımlanıyordu. Uzakdoğu’ya nispetle kullanılan bu kavram coğrafi bir yön olarak doğru olsa bile, stratejisyenlere göre Anadolu, Akdeniz’in doğusu ve Mısır ile birlikte Balkanları da içine aldığından siyasî anlatıma uygun değildi. Ortadoğu tarihi artık günümüzde bu ayrıntılar düşünülmeden yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu durumda Dean Smith’in şu sorusunu tekrar etmek yerinde olacaktır. Neyin ortası ve nerenin doğusu veya bu kavram nereleri içine almaktadır? (Smith: 2006, 8). Yaygın kullanımına rağmen bu sorunun cevabı da oldukça değişkendir. Zira tanımı belirleyen coğrafya değil, kullanıldığı tarihlerdeki politik yaklaşımlardır. Bu yüzden Ortadoğu’ya siyasi gelişmelere paralel olarak daralan veya genişleyen bir anlam verilmektedir. Dar anlamı ile Ortadoğu, Güneybatı Asya devletlerini (Arap Yarımadası, Basra Körfezi, Irak ve Suriye’yi içine alan bölge) içermektedir. Daha geniş anlamıyla da Güneybatı Asya’dan Kuzey Afrika’nın en batısı olan Fas (Mağrıb) ile doğuda Afganistan ve Pakistan’ı da içine alan bölgeye verilen isimdir. Ancak siyasal bir terim olarak bir takım değişkenlere bağlı olması hasebiyle bu tanımların da yeterli olmadığı durumlar vardır. Örneğin Türkiye hangi bölgede yer alacaktır veya daha açık bir ifade ile Türkiye bir Ortadoğu ülkesi midir? Türkiye bu tasnife göre bir Ortadoğu ülkesidir. Oysa Türkiye’nin Avrupa kısmı coğrafi olarak bu tanımın dışında iken siyasî olarak, Türkiye bu tanımın içindedir. İşte bu basit yaklaşım bile kavramın siyasî bir anlatım olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Amerika, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge politikalarında etkin olmaya başlaması ile Ortadoğu’yu “Atina’dan Tahran’a, Ankara’dan Kahire’ye” diye yeniden tanımladı. Ancak bu gün yine Amerikan politikaları çerçevesinde gelişen siyasi olaylara bağlı olarak bu kavram “Büyük Ortadoğu” şeklinde daha da genişletildi. Buna göre Ortadoğu, Nil vadisinden (Sudan dahil) Orta Asya’nın Müslüman ülkelerine, Güneydoğu Avrupa’dan Türkiye ve Kıbrıs dahil olmak üzere Arap Denizi ve çevresine kadar uzanan geniş bölgeyi içine almaktadır. Başka bir yaklaşımla Avrupa-Asya ve Afrika’nın ortasında kalan bölgedir. Aslında daralan ve genişleyen Avrupa merkezli hareketli bu haritayı belirleyen başka önemli bir kıstas daha bulunmaktadır. Buna göre Ortadoğu kavramı din olarak yerküredeki Müslüman kuşağı, etnik olarak da çoğunlukla Arap, Fars ve Türk nüfusunun yaşadığı bölgeleri ifade etmektedir. Elbette bu etnik kimlikler arasında Berberî, Kürt, Çerkez vs. gibi guruplar da bulunmaktadır. Ama bu gurupların da diğerleri ile ortak özellikleri tamamının Müslüman olmalarıdır. Bu geniş coğrafyada bu kaideyi yani Müslüman olmayan kuşağı temsil eden yegâne ülke İsrail iken farklı etnik kökeni temsil eden ülke ise Pakistan’dır. Bu kitapta, her ne kadar Ortadoğu kimliği ile ilişkilendirilse de Orta Asya, Balkanlar ve Afganistan, Pakistan gibi mekânlar dışarıda tutularak, daha çok Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika eksenindeki ülkeler ele alınacaktır. 5 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş Resim 1.2 Modern Ortadoğu ve Kuzey Afrika Kaynak: Google Maps Ortadoğu kavramının ortaya çıktığı yıllarda daha çok dar anlamını içeren bölgeler için kullanılıyordu. Bu bölgenin sahip olduğu mekânsal özellikler, nüfus çeşitliliği ve doğal kaynaklar da ona özel bir tanımın yapılmasında etkili oldu. Bu bölge insanlık tarihi açısından da ayrı bir öneme haizdir. Tarihte insanların ilk defa bir araya gelerek guruplar halinde yaşamaya başladıkları, şehirleşmenin yaklaşık dört bin yıl önce ilk defa ortaya çıktığı coğrafyadır. Üç büyük semavî din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in de doğduğu yerdir. Bu dinlerin kutsal mekânlarının da buralarda yer alması insanlık nazarında ayrı bir cazibe oluşturmaktadır. Tarih boyunca ancak bu bölgelere hakim olabilen devletlerin büyük imparatorluklar kurabildiği de unutulmamalıdır. Coğrafyasının belirlediği jeopolitik önem bunlar ile de sınırlı değildir. Ortadoğu, Afrika-Avrasya kara kitlelerinin doğal kavşak noktasıdır. En önemli geçiş yollarının üstündedir. Bölgenin bir adı da “Yedi Deniz Ülkesi”dir. Ortadoğu Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi yoluyla Güneydoğu Ukrayna’dan Akdeniz’e uzanan suyoluna yaslanmaktadır. Tarih boyunca Nil Deltası ve Sina Yarımadası kullanılarak karadan Akdeniz ile Kızıldeniz birbirine bağlanırken bu gün aynı işlevi Süveyş kanalı yapmaktadır. Coğrafi güçlüklere rağmen Anadolu ile İran arasında tarih boyunca geçişin ve yolların sürekli mevcudiyeti bütün coğrafyanın birbiri ile ne denli irtibatlı olduğunu göstermektedir. (Goldschmidt, A.-Davidson L., 2007:29). Aslında günümüzde gelişen hava taşımacılığında kullanılan hava yolu koridorları için de durum aynıdır. Ortadoğu hava koridoru nerede ise bütün kıtaları birbirine bağlamaktadır. Bölgenin jeopolitiğini belirleyen en önemli faktörlerden bir tanesi de kuşkusuz dünyanın istisnasız bağımlı olduğu enerji kaynaklarıdır. Tek başına Arap dünyası, dünya enerji kaynaklarının % 60’tan fazlasına sahip iken bütün İslam dünyası ele alındığında bu rakam % 75’i geçmektedir. Bu özellikleri ile tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Ortadoğu dünyanın en önemli cazibe merkezi ve aynı zamanda en büyük çatışma alanıdır. Jeopolitik: Coğrafya ve tarihin belirlediği ilişkilerdir. Devletlerin dış politika davranışlarını, ülkelerin coğrafi konumu, fiziki çevresi, sahip olduğu kaynaklar, geçiş yolları vs. ile ilişkilendiren yaklaşımdır. Kısaca bir bölgenin coğrafyası ve orada gelişen tarih, o bölgenin jeopolitiğini (coğrafyadan kaynaklanan siyasi önemini) belirleyen dinamiklerdir. Bu kavram ilk defa İsveçli Kjellen (1864-1922) tarafından kullanıldı ve Halford MacKinder (1860-1947) tarafından geliştirildi. 6 Modern Ortadoğu Tarihi Tarihin Belirleyici Rolü Ortadoğu’yu anlayabilmek için iki önemli hususun algılanması gerekmektedir. Birincisi, tarih boyunca bu coğrafyayı şekillendiren kendi iç dinamikleri, ikincisi de uluslararası sistemin geliştirdiği dış dinamikleridir. İç Dinamikler: Konumuzu ilgilendiren ve iki kıtaya yayılmış olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika tarihine genel bir bakış yapıldığında önemli bir detay daima gözden kaçmaktadır. Tarih içinde bu coğrafyanın geleneksel idari yapısı nasıldır ve uzun dönemli istikrar veya idare hangi yöntem(ler)le sağlanmıştır? İnsanlığın en eski tarihi, ayrıca birlikte yaşama veya çatışma kültürünün de kaynağı olan semavi dinlerin menşei bu bölgeler olduğu tespiti yukarıda yapılmıştı. Diğer taraftan coğrafyanın genişliğine nispetle tarih boyunca oldukça sınırlı ve dağınık bir nüfus yapısına da ev sahipliği yapan bu coğrafya, birbiri ile uyumlu fakat öteki ile rekabet ve çekişme halinde olan “basit siyasal yapıları” da daima besledi. Bunda coğrafi yapının büyük rolünün olduğu kabul edilebilir. Nitekim özellikle Arap yarımadası ve kuzeyinde kalan Suriye çöllerinde (Beriyyetü’şŞam) bölgenin ahalisi, kuraklıktan dolayı hep zor ve marjinal bir hayata mecburdu ve coğrafya asırlarca insanları göçebe (bedevî) hayata mahkûm etti. Nispeten Uman, Orta ve Doğu Arabistan’da tarıma elverişli vahalar bulunuyordu ve yerleşik (hazarî) hayatın gelişmesine imkân tanıyordu. Diğer taraftan Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Akdeniz sahillerine uzanan bölgelerde şehircilik ve ticaret gelişti. Ancak genel olarak coğrafi zorunluluklar tarih boyunca Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da karmaşık yapıyı gerektiren siyasi teşkilatlanmalara pek izin vermemekteydi. Burada sözü edilen basit siyasal yapı, en eski devirlerden günümüze kadar önemini yitirmeden varlığını hissettiren kabilevî toplum yapısıdır. Bu yapı geniş ve zorlu coğrafyada birlikte yaşayabilme, barınma ve savunma ihtiyaçlarını pratik bir şekilde karşılayabilmekteydi. Ayrıca bu yapı modern zamanların demokrasisinin savunduğu ilkelerden çok da uzakta değildi. Kabile toplumlarında mutlaka gücünü gelenekten alan bir kabile önderi şeyh/emir bulunmaktaydı. Kabilesinin fertlerine eşit mesafede olmak ve meclisinde (şeyh/emir meclisi) onların fikirlerini alarak idaresini yürütmek zorundaydı. Şeyhlik/emirlik, kayd-i hayat şartıyla üstlenilmekteydi. Fakat kabile veya toplumuna karşı idarî zaafının görülmesi ya da herhangi bir nedenden dolayı yükümlülüklerini yerine getirememesi durumunda şeyh/emir meşruluğunu kaybediyordu. Ancak ölüm dışında şeyhin değişimi çoğunlukla zorla veya şeyhin bir şekilde aynı asalete mensup kişi veya kişiler tarafından ortadan kaldırılması ile sağlanabiliyordu. Hangi isimle olursa olsun Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, modern dönemlerde kurulan sistemlerde/rejimlerde bile -istisnalar olmakla birlikle- lider değişimi de hep böyle olageldi. Bu kapalı sistem, kabilenin -modern zamanlarda toplumun- birlikteliğini ve kendi içindeki homojen yapısını korurken, savunma saikı ile de kendi dışındakine yabancılaşmakta, hatta düşman olabilmektedir. İslam’dan önce Arap kabileleri arasındaki çatışmaların sembolü olan ve “Eyyamul Arap” diye bilinen tarihi çekişmeler bunun örnekleri ile doludur. Çeşitli dönemlerde federatif, konfederatif veya başka isimlerle gerçekleşen birliktelikler de oldukça zayıftır. Herhangi bir problem karşısında herkes kendi kabuğuna çekilmekte ve fırsat bulunca karşı atağa geçebilmektedir. Bu da daima çatışmalara zemin hazırlamaktaydı. Hangi şartlarda yaşarsa yaşasın kabile toplumlarının kendilerine ait olduğunu kabul ettikleri bir mekânları (dira) bulunmaktaydı. Asırlar içinde geleneksel olarak kendisine ait olduğu kabul edilen topraklar (çölde diralar veya şehirler) üzerinde 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş 7 pek çok bağımsız idari birlikler (bedevî veya hazarî) veya modern deyimle devletler hayata geçirilmiştir. Başka bir deyişle tarih içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika çoğunlukla istikrarsızlığı temsil eden irili-ufaklı siyasi birliklerin doğup büyüdüğü ve tabii olarak tarihe karıştığı bir saha olmuştur. Söz gelimi eskiçağlarda Güney Arabistan’da Himyeriler büyük bir medeniyet geliştirmelerine rağmen, toparlayıcı bir rol üstlenemediler. Himyeri Devleti, Habeşli kabilevî güçler elinde yıprandı. Sonra da Acemler tarafından ortadan kaldırıldı. Aynı şekilde Orta Arabistan’da kurulan Kende devleti de yine çevresindeki kabilevî güçlerin elinde tarih oldu. Kuzey Arabistan’da (Ürdün’de Petra’da) Nebatî devleti ile Palmira’daki (Suriye) krallık da uzun sürmedi ve Romalılar tarafından ortadan kaldırıldı. Dolayısıyla Ortadoğu’nun en önemli unsuru olan Araplar için modern anlamda devletsizliğin normal olduğu kanaati hakikatten uzak olmamakla birlikte; Arapların, kendilerini devletsiz de idare edebildikleri sonucunu çıkarmak mümkündür. Bundan dolayı milattan önce yaklaşık olarak 1000li yıllardan itibaren kendilerinden söz edilmesine ve zor şartlarda yaşayabilme becerilerine rağmen Araplar, İslam’ın doğuşuna kadar hiçbir zaman ne fetih ne de büyük çaplı siyasi organizasyonlar yapan milletler olamadılar. Tabii olarak onlar ile birlikte aynı coğrafyayı paylaşan diğer etnik unsurlar da aynı tarzı benimsediler. Bedevî: Çöllerde hayatlarını göçebe olarak geçiren guruplardır. En temel bağları kan (aile/akraba) bağıdır. Ailelerin oluşturduğu kabile en üst siyasi yapılarıdır. Basit bir hayat sürerler, fakat katı geleneksel kurallara sahiptirler. İhtiyaç duymadıkça meskün mahallere gelmezler. Yerleşik hayata ve ziraata karşıdırlar. Mümkün olduğunca, bağlı oldukları devletin kontrolünden uzak yaşamayı tercih ederler. Resim 1.3 Bedeviler Kaynak: Zekeriya Kurşun Koleksiyonu Dış Dinamikler: Bölge tarihinde normal devlet hayatını ve istikrarı sağlayan süreçler de eksik değildir. Ancak bu süreçlerde iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin etkili olduğu müşahede edilmektedir. Merkezi gücünü etkin bir şekilde hissettirmeyen fakat parçalı siyasi yapılara şemsiye vazifesi görebilen, gerektiğinde de askeri güç kullanabilen hegemonik/başat güçler, imparatorluklar zaman zaman bölge tarihinde istikrarın kaynağı olmuşlardır. Bölgede modern dönemlere kadar defalarca tekrarlanacak olan bu durum, modern siyaset teorisindeki başat güç (dominant power) teorisi ile yakınlık arz etmekle birlikte bütünüyle aynı değildir. Nitekim İslam’dan önce Arap Yarımadası (Suriye dahil) ve Kuzey Afrika’ya baktığımızda bu coğrafyanın iki büyük başat gücün şemsiyesinde olduğu görülür: Roma (daha sonra Bizans) ve Sasani İmparatorlukları. Her ikisi de güçlü imparatorluklar olmakla birlikte, merkezleri bölgeden oldukça uzaktadır. Askeri güç gösterisi yete- Hazarî: Bedevilerin aksine çöllerdeki vahalarda yerleşik hayatı benimsemiş guruplardır. Kan bağı ve kabile bağları konusunda bedevîler gibi olmakla birlikte bunlar ziraat ve ticaret ile uğraşırlar. En büyük sorunları bedevîlerin yaptıkları yağmalardır. Bu yağmadan kurtulabilmek için bedevîlere “ihave” adıyla bir “kardeşlik vergisi” öderler. 8 Modern Ortadoğu Tarihi neğine sahip olan bu imparatorluklar Arap coğrafyasında ve Kuzey Afrika’da itaati ve istikrarı sağlayabiliyordu. Ancak bu güçler bölgede geleceği şekillendirecek herhangi bir değişiklik yapma yeteneğinden uzakta idiler. Elbette imparatorluk kültürü ve hatta dini de bu bölgelerde yayılmaktaydı fakat bunlar da yerel bir kimliğe bürünmekteydi. Tarih içinde bundan sonra da dış dinamiklerin olumlu veya olumsuz etkisi müteaddit defalar ortaya çıkacaktır. İslam ve Siyasî Bütünleşme: Bilinen yazılı kaynaklara göre 1600 yıl boyunca varlıklarını yukarıda anlatılan tarzda sürdüren Araplarda en büyük değişim, hatta toplumsal devrim 610’lu yıllardan sonra İslam ile başlamıştır. Arapların ruhlarında ve hayatlarında meydana getirdiği değişim ile o miskin toplum birden fatih bir topluma dönüşmüştür. Bu dönüşüm, Arap dünyasındaki siyasi algıyı da kısa zamanda şekillendirmiştir. Özellikle ciddi dinî ve siyasi baskıların sonucunda 622 yılında Mekke’den Medine’ye gerçekleşen zorunlu hicretten sonra Hz. Muhammed’in terbiyesinde başkalarıyla yaşayabilme becerisi geliştiren bu anlayış, onlara aynı zamanda yeni bir devlet geleneği de sunacaktır. Hz. Muhammed İslamiyet ile birlikte Müslümanların diğerlerinden farklı ama kendi içinde bütünlüğü olan bir “ümmet” olduklarını benimsetirken; “Medine sözleşmesi” ile de “öteki” kabul edilen unsurlar ile aynı siyasal çatı altında yaşanabileceğini öğretti. Aslında bu başlangıç, tarihinde ilk defa Arap coğrafyası merkezli ve uzaklara hatta dünyaya hitap eden yeni bir siyasal yapının işaretlerini veriyordu. Nitekim bu uygulamanın ilk örneklerini bizzat Hz. Muhammed’in kendisi vefatına kadar verecektir. O, geleneklerin aksine yakın çevresi ile bir dizi anlaşmalar yaparken etraftaki büyük güçlere de hem İslam’ı tebliğ etmenin ve hem de diplomatik ilişkiler tesis etmenin yollarını aramıştır. Hz. Muhammed’in hayatında iken yaptığı uygulamalar esasında peygamberlik görevi dışındaki yeni modelin de bir laboratuarı olmuştu. Gerçekten bütünüyle hayata geçirilişi kendisinden sonraki dört halife devrinde olacaktır. Bu yüzden de İslam tarihçileri, Hz. Muhammed’in devrine asr-i saadet (mutluluk çağı) dört halife devrine de hulefâ-yi raşidin (doğru yolun takipçileri halifeler) devri adını vermişlerdir. Bu devir bir anlamda birleşme (kabilelerin konsolidasyonu) ve çevreye yayılma devri olmuştur. Nitekim dört halife döneminde Müslümanların Medine merkezli devleti Arabistan, Suriye, Irak, Mısır ve Batı İran’ı da içine alacak büyüklüğe ulaşmıştı ki, tarihte ilk defa Hicaz (Medine) merkezli böyle bir devlet ortaya çıkacaktı. Bir dizi siyasal örneklere öncülük edecek çeşitliliğe sahne olan bu dönem fazla uzun sürmedi. Nitekim daha Hz. Osman zamanında başlayan iç karışıklıklar Hz. Ali döneminde devam ederek, yeni bir dönemin başlamasına sebep oldu. Tarihçiler her iki dönemi olumlayarak bu dönemlerin Hz. Ali ile bittiğine inanma eğiHariciler: Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan limindedirler. Ancak bu ilk tecrübeler “biat almak ve adaleti sağlamak” koşuluyla ihtilafta, iki tarafın hakeme insan tabiatına ve dönemine uygun siyasal rejimlerin her zaman adapte edilebilebaşvurmasını reddeden guruplara verilen isimdir. ceğinin örnekleri olduklarından bir sonraki devirlerin de ilham kaynağı oldular. Zamanla bir inanç biçimine Hz. Ali ile Muaviye arasındaki çekişmelerde hem eski kabilevî anlayışlara ve dönüştü. Hz. Peygamber soyuna (Seyyidlere) hem de o günkü dini algıya uygun en net davranışı sergileyenler Hariciler olmuşbağlılıkları olmakla birlikte tur. Hz. Ali’nin siyasi bir arayış olarak Muaviye ile anlaşma yolunu seçmesinin Şiilikten farklı bir doktrin geliştirdiler. Özellikle Kuzey onlar tarafından reddedilmesi, eski Arap geleneğini hatırlatmaktadır. Onlara göre Afrika’da İslamin yayılmasında Halifelik Ali taraftarlarının iddia ettiği gibi sadece peygamber soyuna hasredileetkili oldular. Bu gün daha mez, zira bu makam bütün Müslümanların hakkıdır. Ancak Muaviye’nin yaptığına ziyade Uman ve kısmen Libya’da (Cebel Nefusa’da) da olumlu bakmadıklarından ona da karşıdırlar. Buna karşılık bu gurup marjinalvarlıklarını İbadilik adı altında leşmiş ve bütünden kopmuştur. Bu örnek göstermektedir ki; Hz. Ali’den sonra besürdürmektedirler. 9 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş nimsenen yani “biati ve anlaşmayı” esas alan metot genel kabul gördü. Yani ilk iki dönemin uygulamalarının bir devamı olarak algılandı. Hz. Ali taraftarlığı ile ortaya çıkan ve İslam’ın, İmamı (devlet başkanını) “nas” ile tayin ettiğini iddia eden siyasi görüş (Şia) de birincisi gibi hep marjinal kalacak ve İslam Ümmeti’nin ötekisini oluşturacaktır. Daha sonrakiler tarafından milliyetçilikle ve halifelik yerine hanedanlığı tesis etmekle suçlanan Emeviler, oldukça rasyonel siyasi kararlar alabilmişlerdir. Muaviye’nin muhalefetinin çıkış yeri olması hasebi ile devletin merkezini Şam’a taşıyan Emeviler, aslında bu yeni merkez sayesinde de geniş fetihler yapabildiler. Sekizinci yüzyılın yarısına ulaşıldığında Suriye merkezli devletleri (tarihte ilk defa bu merkezli bir devlet olmuştur) yine tıpkı eskileri gibi “halifelik” adı altında Orta Asya’dan Kuzeydoğu Hindistan’a; oradan Mağrib’e (Kuzey Afrika’nın tamamı), güney ve merkezi İspanya’ya kadar hükmedecektir. Dine saygısız, milliyetçi ve hatta despotluk ile anılan Emeviler, bir taraftan Müslümanları siyasi bir birlik altında tuttukları gibi, diğer taraftan Müslüman olmayanlara da verdikleri garantiler ile (zimmî statüsü) bir dünya devleti kurabilmişlerdi. Müslüman Arapların bir dünya devleti ve gerçek bir imparatorluk kurma yolunda attıkları bu büyük adım aslında bir kere daha tekrarlanmayacaktır. Emeviler zamanında ulaşılan coğrafya bu günkü Ortadoğu tanımına giren coğrafyayı içine aldığı da göz ardı edilmemelidir. Bir asrı tamamlayamadan Emevileri ortadan kaldıran Abbasiler (daha heterojen bir kimliği temsil ederler) aynı yolda yürüyememişlerdir. Onların ortaya çıkışı, -tarihçiler tarafından haklı bulunan gerekçeleri de olsa- bir başkaldırı hareketi olup Arap fatihlerinin “kabuğa çekilme” sonucunu doğurdu. Ancak ne olursa olsun bu hareket, Müslüman dünyasında dinginliği de beraberinde getirerek; ilim ve kültür hayatının gelişmesine katkı sağlayacaktır. Yani Emeviler fetihler ile İslam coğrafyasını genişletirken, Abbasiler kültür ve medeniyet ile İslam dünyasını canlı tuttular. Devlet merkezini Şam’dan Bağdat’a taşıyan Abbasiler devrim sırasında karşı oldukları hanedan/hilafet sistemini de aynen tatbik ettiler. Ancak onlar askeri gücü kullanma becerisi yerine, “hükümet” ile “hikmet” arasındaki bağlantıyı yani siyaseti keşfederek; bu sayede daha uzun ömürlü olabildiler. Onların döneminde İslami bilimler (hadis, tefsir, fıkıh), dil, felsefe hatta tarih bir hayli gelişme gösterdiği gibi; aslında asırlarca Müslümanlar arasında tartışılacak ilk İslami siyaset teorileri de bu devirde gündeme geldi. Ancak bu teorilerin birçoğunda eski Sasani geleneğinin etkili olduğu görülmektedir. Bütün bu gelişmeler, hatta yeni inşa edilen hükümet merkezi Bağdat’a barış kelimesinin sıfat olması (Medinetü’s-Selam=Barış Şehri) bile yeni başkaldırıların çıkmasını önleyememiştir. 1000’li yıllara gelindiğinde artık dünyevileşen hilafet bölünmüş; Abbasî hilafeti gibi Endülüs Emevî hilafeti ve Kahire’de ümmetin ötekini temsil eden Şiî Fatımî hilafeti ortaya çıkmıştır. Bu yeni durum aslında İslam siyasetinin önerdiği “ittihat/birlik” fikrine aykırı fakat Araplarda mevcut kabilevî kültüre uygun düşmekteydi. Dolayısıyla din ile gelenek arasında sıkışan dönemin egemeni Müslüman Araplar bir çare üretmek yerine; dışarıdan gelecek bir “dinamiğe” muhtaç idiler. Zaten Sünnî Abbasi hilafeti askeri bir güç olarak kullandığı Şiî Büveyhiler üzerindeki etkisini de kaybederek, meşruluğu tartışılır olmuştu. Size göre Ortadoğu kavramını belirleyen temel etkenler nelerdir? 1 10 Modern Ortadoğu Tarihi ORTADOĞU TARİHİNDE TÜRKLER VE OSMANLI BARIŞI Selçuklular ve Memlükler Emevilerin son dönemlerinden itibaren varlıkları hissedilen hatta Abbasi ihtilalinde etkin olan Türk unsurlar da bugün Ortadoğu diye nitelenen coğrafyanın tarihinde etkin bir şekilde devreye girdi. Başka bir ifade ile bölge tarihine bir dış dinamik olarak dahil oldu. 1055’te Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdat’ta bir kurtarıcı olarak karşılandı. Zira dönemin bölgeyi dönüştürebilecek hegemonik/başat gücü Selçuklulardı. Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah dönemlerinde Abbasi hilafeti ayakta tutulabilmiş ama bu sefer de “bölünmüş bir iktidar tipi” ortaya çıkmıştır. Abbasiler hilafetin dinî yönünü temsil ederken; Selçuklular dünyevî iktidarı temsil ediyorlardı. Aslında bu durum geçici bir istikrarı sağlamakla birlikte, Abbasilerde sürekli dünyevî iktidarı tekrar ele geçirme hevesini de canlı tuttu. Nitekim Abbasi halifeleri zaman zaman Selçuklu sultanlarının zaafından istifade ederek maddi iktidarı da kullanmaya çalıştılar. Ancak haçlı seferleri hem Selçukluları ve hem de Arapları yordu ve nihayet başka bir güç devreye girdi. Moğollar 1258’de Bağdat’ı işgal ederek son halifeyi de öldürdüklerinde bu hanedanın sonunun geldiği kabul edilmişti. Ancak hanedanın kurtulan bir üyesi 1261’de Kahire’de bölgesel güç olmak isteyen Memluk Sultanı tarafından Abbasi halifesi olarak ilan edilince; hanedan Selçuklular zamanında olduğu gibi devam etme imkânı buldu. İslam coğrafyasında başat güç olma rolünü Türk ve Çerkez kökenli Memlükler üstlenince; İslam devletinin merkezi yeniden yer değiştirmiş oldu. Abbasi hilafetini himayelerine almakla; Memlükler, Haçlılar ve Moğollar karşısında İslam’ın yeni gücü olarak ortaya çıktılar. Coğrafi avantajlarından dolayı Anadolu üzerinden gelen haçlı tehlikesinden fazla etkilenmeyen Memlükler, Arap/Müslüman dünyasında 250 yılı aşkın bir sürede koruyucu şemsiye rolünü üstlendiler. Müslüman olmalarına rağmen Memlüklerin üstlendikleri rol, İslam’dan önce Arabistan ve Kuzey Afrika’da Roma’nın (Pax Romana) veya Sasanilerin rolünden fazla olmamıştır. Hiç şüphesiz Kahire dışında Şam gibi şehirlerde İslami kurumların gelişmesine katkı sağlamakla birlikte; genel olarak dış tehditlere karşı savundukları çevreye, merkezin sadece şefkat gücünü göstermek ve iktisadi desteğini sağlamadan öteye geçememişlerdir. Geçmişe göre daha fazla teşkilatlanmış, devlet görünümündeki farklı farklı yapıdaki kabile emirlikleri ve Hicaz’daki Haşimî emirliği bu şemsiye altında bağımsızlıklarını son raddesine kadar kullanabiliyorlardı. Ancak buna rağmen -farklı bir ırk eliyle de olsa- içerden Müslüman dünyasında istikrarın sağlandığı uzun ömürlü bir yapı olmuştur. Osmanlı Barışı (Pax Ottomana) Osmanlıların sahneye çıkışı ve özellikle İstanbul’un fethi akabinde Müslüman dünyasında güç merkezinin neresi olacağı rekabetinin baş gösterdiği muhakkaktır. Bu konuda, Osmanlı Devleti Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren Müslümanlar üzerinde daha ziyade manevi/psikolojik otorite kurmak ile yetindiler. Ancak özellikle 1500lerde Portekizlilerin Hindistan’a yerleşip, Hürmüz Boğazı üzerinden Babü’lMendeb’e kadar etkin olmaları ve onlar karşısında Memlüklerin aciz kalmaları Osmanlı Devletini harekete geçirecektir. Nitekim önce Çaldıran’da Safevilere karşı alınan zaferle doğuda kendini güven altına alan Yavuz Sultan Selim, 1516’da, önce Suriye’ye ertesi yıl da Mısır’a yaptığı sefer ile İslam dünyasının güç merkezini 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş İstanbul’a taşıyacaktır. Burada Osmanlı Devleti’nin “güç merkezi” mi “hegemonik güç” mü olduğu tartışması yapılabilir. Ancak her halükarda, bu değişimin bugünkü Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasına en uzun süreli istikrarı ve barışı getirdiği muhakkaktır. Osmanlı Devleti’nin batıdaki doğal sınırlarına ulaşmasından sonra İslâm ülkelerine yönelmesi tesadüfî değildir. 16. yüzyılın başlarında büyük bir güce ulaşan ve “nizâm-ı âlem” tasavvuruna, yani dünyaya düzen verme iddiasına sahip olan Osmanlı Devleti, Batı’da olduğu kadar Doğu’da ve Güney’de de kendisini kanıtlamak zorundaydı. Üstelik Batı’da mücadele ettiği güçler, güneyde de İslâm dünyasını ve dolayısıyla da Osmanlı Devleti’ni tehdit etmekteydi. Esasında bu mücadele 16. yüzyıldan önce başlar. Osmanlıların İstanbul’u fethi ve batıda boy göstermeleri, güneydeki Müslümanlara karşı kutsal ittifakların doğması ile neticelenir. Nitekim, bu dönemde önemli bir deniz gücüne sahip olan Portekizliler, 1458 yılında V. Alfonso öncülüğünde Fas’taki Muvaridlere karşı savaş açmış; yıllarca sürdürülen bu akınlar sonucunda 1468’de Kazablanka’yı tahrip etmiş ve 1471’de de Fas’ın batı taraflarını tamamen ellerine geçirmişlerdi. Başka bir ifade ile Avrupa tehdidi Osmanlı sınırlarına yaklaşmaktaydı. Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Kuzey Afrika’da Arapların yaşadığı geniş coğrafyada ciddi bir Portekiz ve İspanyol tehdidi baş gösterdi. Sultan II. Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra “Fatih” unvanı alması gibi, 1495-1521 yılları arasında Hindistan’da kurduğu devleti merkez edinerek Arap sahillerine yönelen Portekiz Kral’ı I. Manuel’in de “Fetihlerin Efendisi” olarak anılmaya başlanması ilginçtir. Portekiz ve İspanyolların 16. yüzyılın başlarına kadar bu geniş coğrafyanın denize açık kısımlarında hâkimiyetlerini fiilen tesis ettikleri açıktır. Hürmüz’den Bahreyn’e kadar bütün İran ve Arap emirleri Portekizlere tabi olmuşlardı. Müslüman dünyasında uzun süre istikrarı sağlayan Memlûklerin idaresinde bulunan Mısır ve Suriye kısmen bunun dışında kalmakla birlikte yine de tehdit altındaydı. Memlûk idaresinin bu güçler tarafından yıkılması, Arap coğrafyasının tamamının esarete düşmesi ve güney sınırlarının tehdit altına girmesi anlamına geldiği için, Osmanlı Devleti’nin, Hint okyanusundan Basra körfezine, Anadolu sınırlarına ve Kuzey Afrika’ya kadar olan bölgelere hâkim olması stratejik bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Osmanlı Devleti, aynı bölgelerde istikrarı sarsan diğer bir rakip güç olan Safevileri bertaraf edip doğu sınırının güvenliğini sağladıktan sonra, Suriye, Mısır, Hicaz, Basra körfezi, Trablusgarp, Cezayir, Tunus ve Yemen’i hâkimiyeti altına aldı. 16. yüzyıl boyunca savaş, davet, ikna gibi değişik yöntemlerle bu bölgelerin Osmanlı egemenliğine girmesi ve her bölgenin özelliğine, âdet ve geleneklerine göre bir yönetim biçimi kurulması için gayret edildi. 1517-1571 yılları arasındaki elli yılı aşkın bir sürede Osmanlı devleti Yemen’den Fas’a kadar (Fas hariç) olan coğrafyaya bütün teşkilatıyla yerleşti. Osmanlı Devleti ile birlikte İslam dünyasında sağlanan istikrar sadece siyasi bir istikrar veya bölgenin dış tehditlerden himayesi değildi. Bir noktada, İslam’in ilk yıllarından itibaren gelişmeye başlayan, Abbasiler ile olgunlaşan, Selçuklular ile güçlenen İslam kültürünün son aldığı şekli ile tekrar geri dönerek Arap dünyasında bir restorasyon yapma hareketi idi. Bu restorasyon ilan edilmemiş olsa bile hem Müslüman dünyasında birlikteliği (ittihadı) sürdürmenin araçlarını keşfetme ve hem de dünya ile bütünleşmeyi amaçlıyordu. Bu yüzden söz konusu coğrafyada Osmanlı uygulamaları geçmişteki egemen güçlerden farklı olacaktır. Osmanlı Devleti, bütün Arap dünyasına hâkim oldu. Fiilen hâkimiyet altına alınmayan veya bir şekilde Osmanlı Devleti’nin ilgisi dışında kalan Uman (Maskat) ve Fas gibi böl- 11 12 Modern Ortadoğu Tarihi geler ise İslâm dünyasının en güçlü devletinin padişahı ve Müslümanların halifesi olması hasebiyle ya Osmanlı sultanlarına bağlılıklarını sunmuş ya da ileri düzeyde ilişkiler kurmuş olduklarından dolayı o bölgelerin de bir dereceye kadar Osmanlı nüfuz alanına girdiği düşünülebilir. Ayrıca Orta Asya Müslüman hanlıkları üzerindeki nüfuzu da dikkate alındığında Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasındaki etkin ve yapıcı rolü daha iyi anlaşılacaktır. 17. Yüzyılın ikinci yarısında Arap coğrafyası Osmanlılar tarafından on dört merkezden (eyalet) idare ediliyordu. Şehirleşme artmış; göçebe unsurlar daha fazla istikrara kavuşmuştu. Zaman zaman değişmekle beraber, genel olarak 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Arap coğrafyası, Şam, Trablus-ı Şam, Halep, Musul, Bağdat, Basra, Lahsa (Ahsa), Yemen, Mısır, Habeş, Tunus, Trablusgarp, Cezayir-i Garp ve Mekke-i Mükerreme eyaletlerinden oluştu. Neticede, 17. ve 18. yüzyıllarda Arap coğrafyasında tam bir “Osmanlı Barışı” egemen oldu Genel olarak Osmanlı’nın bölgedeki varlığının sebebi olan Avrupa askerî tehdidinin ortadan kalkması ayrıca 18. yüzyıldan itibaren yerel gelirlerin bu idareyi aynen sürdürmeye yetmemesi, bir kısım değişikliklere gidilmesini ve eski mahalli güçlere idarede daha fazla yer verilmesi sonucunu doğurdu. Bu durum bir taraftan değişik etkenler ile (Vehhabî hareketi gibi) merkezden kopuşları, daha bağımsız hareket etmeyi beraberinde getirirken, bir taraftan da merkezin modernleşme gayretlerini arttırarak yeni bir toplumsal ve siyasî düzen arayışlarını hızlandırdı. Aynı süreç bölge halklarının (bugünkü “Ortadoğu halklarının”) Avrupaî düşünce ile tanışmasını da beraberinde getirdi. Özellikle batının ilham ettiği etnik ve dinî milliyetçilikler Osmanlı yönetimine karşı hoşnutsuzluğu doğurdu. Avrupa’dan gelen ayrılıkçı fikirler ve Protestan misyonerlerin faaliyetleri yönetime karşı tavır almayı öğretiyordu. Bu fikirleri besleyen gazete, dergi ve kitaplar elden ele dolaşmaktaydı. Resim 1.4 Osmanlı Dönemi Halep Hükümet Konağı ve Valinin Göreve Başlama Töreni Kaynak: Servet-i Fünûn Buna rağmen 20. Yüzyıla ulaşıldığında Güneybatı Asya’da Araplar ile meskün alanların tamamı; Kuzey Afrika’nın büyük çoğunluğu Osmanlı egemenliğindedir. 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş Osmanlı Devleti, idaresini bir taraftan yerleşik nüfusa dayandırırken diğer taraftan da göçebe unsuru yerleşik hayata geçmeye teşvik ediyordu. Bu konuda nispi bir başarı da sağlayabildi. Göçebe unsurun tamamen yerleşik hayata geçirilmesi sağlanamadı. Bu durum, aslında bir ikilemi de beraberinde getirdi. Bir tarafta yeni siyaset ve devlet algısına sahip yerleşik nüfus yer alırken; diğer tarafta geleneksel algıyı sürdüren göçebe (bedevî) unsur yer alıyordu. Ondokuzuncu yüzyıla girerken Osmanlı Devleti’nin bu günkü Ortadoğu bölgesi ve Kuzey Afrika’da tesis ettiği barış Fransızların 1798’de Mısır’ı işgali ile birlikte bozuldu. Her ne kadar işgal kısa zamanda kaldırıldı ise de başlattığı süreç yüzyıl boyunca devam edecek ve gittikçe Avrupa Emperyalizmi’nin bölgede kök salmasına neden olacaktır. 19. Yüzyıl boyunca devam eden uluslararası rekabetin yanı sıra Almanya’nın Avrupa’da ön plana çıkarak diğer yayılmacı devletler gibi bir dünya politikası (weltpolitik) geliştirmesi, Birinci Dünya Savaşı’na giden yolu daha da kısalttı. Savaştan önce Avrupa devletleri arasında defalarca kurulup bozulan ittifaklar ve bloklaşmalar meydana gelirken, Osmanlı Devleti, daha çok iç işlerinde yoğunlaştı. Bu süreçte özellikle Almanya’nın Osmanlı topraklarında elde ettiği iktisadî imtiyazlar, daha önce bu topraklarda nüfuz alanları oluşturmuş olan İngiltere ve Fransa gibi diğer Avrupalı güçleri ciddi biçimde rahatsız etti ve bu coğrafyada sürdürdükleri rekabeti daha da hararetlendirdi. Öte yandan, yirminci yüzyılın başında özellikle Balkanlardan geri çekilmek zorunda kalan ve sınırları Meriç nehrine kadar gerileyen Osmanlı Devleti, bütün kayıp ve zaaflarına rağmen fiziki alan itibariyle hâlâ dünyanın en büyük imparatorluklarından birisiydi. Jeopolitiği ve yeni keşfedilen petrol kaynaklarıyla da emperyalist güçlerin iştahını kabartıyordu. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce ülkenin güney bölümünü oluşturan Arap coğrafyasının bir kısmı fiili olarak işgal altında olsa bile, büyük bir bölümü fiilen ve hukuken hâlâ Osmanlı egemenliğindeydi. Nitekim 1914’te, Hicaz, Yemen, Basra, Bağdat, Musul, Halep, Suriye, Beyrut, Trablusgarp (burası her ne kadar 1912 Oushy anlaşması ile İtalyanlara bırakılsa da, İtalyanların fiili idaresi sahil kesiminden içeri geçemedi), Mısır (1882’de İngilizler tarafından işgal edilir; ancak, bu, resmen tanınmadığı için fiilen işgal altında olsa bile hukukî bakımından Osmanlı’ya aitti), Tunus (1881’de Fransızlar tarafından işgal edilir; aynı şekilde bu fiili durum karşısında Osmanlı Devleti’nin hukuku saklıydı) eyaletleriyle Kudüs, Bingazi ve Cebel-i Lübnan Mümtaz Mutasarrıflıkları gibi çok geniş bir Arap coğrafyası kısmen fiilen kısmen de hukukî olarak Osmanlı hâkimiyetinde bulunuyordu. Bu coğrafya, günümüzdeki Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail, Irak, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Yemen ve Kuzey Afrika’da Mısır (Sudan ile birlikte), Libya ve Tunus devletlerini içine almaktaydı. Ortadoğu kavramını ve bugünkü Ortadoğu’yu (dar ve geniş anlamlarıyla) meydana getiren süreç Birinci Dünya Savaşı’dır. Savaş he ne kadar Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki rekabetten dolayı Avrupa’da başlamış olsa da hemen tamamının hedefindeki coğrafya Osmanlı egemenliğinde ve onun hinterlandındaki alanlar idi. Osmanlı Devleti İngilizler ile savaştan sadece bir yıl önce (1913 Osmanlı-İngiliz Anlaşması) Basra Körfezi, bir kaç ay önce de (1914 Osmanlı-İngiliz Anlaşması) Güney Arabistan’da Osmanlı-İngiliz nüfuz alanlarının belirleyen bir anlaşma yaptı. Anlaşma Osmanlı aleyhinde birçok maddeyi içermesine rağmen, Osmanlıların kendi coğrafyalarındaki uluslararası rekabetin hızını kesmeyi amaçlıyorlardı. Ancak savaş belirtileri ortaya çıkınca bu anlaşmaları ilk ihlal eden İngiltere oldu. Bu süreçte Fransızlar ile yakınlaşma arayışları da boşa çıktı. Zira Almanya hariç büyük devletler kararlarını çoktan vermişlerdi. Osmanlı Devleti’nin savaşta Almanya’nın 13 14 Modern Ortadoğu Tarihi yanında yer alması beklenen hatta arzu edilen bir durumdu. Osmanlı idarecilerinin o sırada farklı bir davranış sergileyememesi de savaşı kısa zamanda Avrupa cephesinden bu coğrafyaya taşıdı. Aslında bu kaçınılmaz bir durumdu. Savaş başladığında Osmanlı Devleti iki önemli noktada İngiltere için tehdit oluşturuyordu. Birincisi İngilizlerin Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan asker ve mühimmat getirdikleri Süveyş Kanalı idi. İkinci bölge ise savaş gemilerinin yakıt kaynağı olmaya başlayan petrolün bulunduğu Basra Körfezi idi. Bağdat ve Basra’da bulunan Osmanlı ordusu İngiliz petrol işletmelerinin bulunduğu İran sınırındaki Abadan’a oldukça yakındı. Diğer taraftan cihad çağrısı Hindistan ve Afrika Müslümanlarını asker olarak kullanacak olan Fransa ve İngiltere için bir engel olarak görülmekteydi. Osmanlı Devleti’nin Çanakkale’deki güçlü istihkamatı ise İtilaf Devletleri’nin boğazları aşarak Karadeniz’e inip Rusya ile bütünleşmelerine engel idi. Birinci Dünya Savaşı yıllarında cephe dışında bugünkü Ortadoğu’nun şekillenmesine etki eden iki önemli gelişme yaşandı. Birincisi 1916 yılında İngilizler ile Fransızlar arasında yapılan Sykes-Picot anlaşmasıdır. Özellikle Çanakkale cephesinde umduklarının bulamayan İngiliz ve Fransızlar, bu anlaşma ile adeta ittifaklarını yenileyerek Ortadoğu topraklarını aralarında paylaştılar. Bu anlaşma aslında Fransız ve İngilizlerin kendi aralarındaki rekabeti de gösteriyordu. Anlaşmaya göre Fransızlar Akka limanının kuzeyinde kalan Akdeniz sahillerine sahip olacaktı. İngiltere ise petrol kaynaklarının yoğunlaştığı Mezopotamya (sınırı belirlenmeyen) ve Hayfa çevresindeki alanlara yerleşiyordu. Diğer Arap toprakları ise iki tarafın himayesinde kalacaktı. Özellikle İngilizlere tahsis edilen alanların sınırının çok net olmaması onların bölgede daha rahat hareket etmelerine imkân tanıyacaktı. Diğer taraftan, bu taksim ikinci gelişmenin de habercisi idi. İngiliz sınırlarının içinde yer alan “Filistin” bölgesinde yeni bir siyasi alan meydana getirildi. Kudüs bu coğrafyanın merkezindeydi. Oradaki kutsal mekânlar üzerinde Katoliklerin ve Protestanların da hak iddiaları dikkate alınarak Filistin’in uluslararası bir bölge olması kararlaştırıldı. İşte bu gelişmelerin ışığında İngilizlerin attığı adım ile ikinci gelişme de 1917 yılında yaşandı. İngiltere dışişleri bakanı Balfour’un Filistin’de bir “Yahudi Yurdu”nun kurulmasına imkan tanınabileceğini vaat eden deklarasyonu, adeta Ortadoğu’nun kaderini belirledi. Zira daha sonra yaşanacak gelişmeler bölgede İsrail Devleti’nin doğuşuna ve bugün de Filistin üzerinden devam eden Arap-İsrail sorununa ön ayak oldu. Aslında İngiltere’nin o günlerde Avrupa’da çokça dillendirilen siyonizme sempati ile baksa bile asıl amacı savaşta ortağı olan Fransızlar ile kendilerinin kontrol ettiği Hindistan yolu (o sırada Mısır İngiliz kontrolündedir) arasında bir tampon bölge oluşturmak ve Fransızları Süveyş kanalından uzak tutmaktı. Türkler Ortadoğu tarihinde siyasi olarak nasıl bir temel rol üstlenmiştir? 2 Manda Yönetimleri Birinci dünya savaşı akabinde büyük güçler burada başat güç rolünü üstlenen Osmanlı devletini bertaraf edince dengeler yeniden şekillendi. Savaş sonunda 18 Ocak 1919’da Paris’te toplanan “Barış Konferansı” çözümden ziyade yeni problemler yarattı. Osmanlı Devleti’nden koparılan Arap halklarının kendi ayakları üstünde duruncaya kadar galip devletlerin mandası altına alınması benimsendi. Bu arada yerel halkların kendi mandalarını seçebilmesi de önerildi. Oldukça aşağılayıcı olan bu teklif İngiliz ve Fransızlar ile barışta düzenleyici rol oynamak isteyen Amerikalı temsilcileri karşı karşıya getirdi. Zira, özellikle Fransızlar Sykes-Picot 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş anlaşması ile elde ettikleri kazanımlarını ve savaştan önce işgal ettikleri Fas gibi bölgeler üzerindeki hakimiyet haklarını korumak arzusu gösterdi. Bu görüşmelerin bir tarafında Arap krallığı talebinde bulunan Şerif Hüsyin’in oğlu Faysal’ın, bir tarafında da Filistin’de devlet kurmak isteyen Siyonistlerin yer alması görüşmeleri daha da karmaşık hale getirdi. Ancak bu süreçte yapılan tartışmalar, oluşturulan komisyonların raporları bölgede manda sistemini resmileştiren San-Remo Konferansının (19-26 Nisan 1920) alt yapısını hazırladı. Buna göre Suriye ve Lübnan Fransız mandası, Irak ve Filistin’in (bugünkü Ürdün dahil) de İngiliz mandası altına alınması kararlaştırıldı. Her iki devletin savaş öncesi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da işgal veya anlaşmalar yoluyla elde ettiği sonuçlar hiç tartışılmadı. Yani o bölgelerin geleceği de tıpkı manda altındakiler gibi Avrupalı emperyalist güçlerin eline bırakıldı. Türkiye’nin kaderi ise Sevr anlaşmasında çizilecekti. Anadolu’da başlayana Millî Mücadele bu anlaşmayı ortadan kaldırdı. Oysa San Remo’nun ağır şartları Ortadoğu’da uzun yıllar etkili olmaya devam etti. Dünya’da 19 ve 20. Yüzyılların modern devlet algısı İmparatorluklardan ulus devlete kaymıştı. Batı kendi şartları içinde bunda başarılı da olmuştu. Gerek savaştan önce ve gerekse sonrasında mandasına aldığı bölgelerde de bu tarz devletlerin ortaya çıkmasını menfaatlerine uygun buluyorlardı. Ama bu iş hiç de kolay değildi. Bunu için bütün etnik ve etno-dini guruplar iyice kristalize edilecek ve bu esas üzerine yeni devletler oluşturulacaktı. Ancak bunun pratikte asla imkânı yoktu. Bu sefer yapılacak şey çizilecek sınırlar içinde yeni uluslar yaratmaktı. Nitekim bu yöntemle tarihte hiç olmayan yeni devletler ortaya çıktı. Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan vs.. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da manda sistemleri kurulurken; bu yeni devletler başlangıçta eski Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan yönetici sınıflar ile oluşturuldu. Ancak bu geçici ve zorunlu bir uygulama idi. Bu sınıflar kök salmamaları için ya sürekli değiştirildiler ya da ihtilallere ve suikastlara maruz kaldılar. Zira bu sınıfların sonsuza kadar yapay bir ulus kimliği ile varlıklarını sürdürmeleri beklenemezdi. İki dünya savaşı arasında mandacılar tarafından bir taraftan bu durum muhafaza edilirken; bir kısım eski şehirliler de yavaş yavaş devre dışı bırakılmış ve yerine göçebe kökenli unsurların yer almasına imkân tanınmıştır. Bugünkü Arap devletlerine bakılacak olursa hemen hepsinde aslında hâlâ kabilevî kimliği taşıyan unsurların egemen olduğunu görmek mümkündür. Söz gelimi; Suriye yönetiminden eski yerleşik kültürü temsil edenler uzaklaştırılmıştır. Aynı şey Irak’ta geçerli olduğu gibi, farklı şartlarda ama İngilizlerin de desteğinde gelişen Suudi Arabistan için bile geçerlidir. Çeşitli vesileler veya devrimler ile iktidara gelenler de farklı değildir. Mısır devrimini sağlayan ve Arap Milliyetçiliği’ne öncülük eden Nasır’ın bir “fellah/çiftçi” olması hep ön plana çıkarıldı. Uzun yıllar Libya’nın tarihinde rol oynayan Muammer Kaddafi’nin de bir çadırda doğduğu unutulmamalıdır. Bu durum ilk bakışta ihmal edilmiş veya geri kalmış bir sınıfın öne geçmesi olarak yorumlanabilir. Fakat hakikat bu değildir. Bu yeni tarz yönetimlerin, en eski devirlerdeki Arapların devletsiz kabilevî kimliklerini temsil ettikleri hatırlanmalıdır. Dolayısıyla yirminci yüzyılda İslam’ın doğuşundan itibaren devlet adına edinilen birikim ve tecrübe tamamen bu coğrafyada devre dışı kalmıştır. Bunda bir kastın olmadığı ve sosyolojik bir gelişim olduğu iddiası kabul edilemez. Zira birinci dünya savaşından önce batılıların eline geçmiş olan Müslüman topraklarında uygulanan baskıcı politikalar ortadadır. Örneğin Fransa 1830’da işgal ettiği Cezayir’de ne yerleşik ne de bedevi kültüre hayat hakkı tanımadığı gibi, tam aksine pek çok yerleşik unsur baskılardan korunmak için göçebe hayatı tercih etmiştir. Aynı örneği İtalyanlar Libya’da vermişlerdir. 15 16 Modern Ortadoğu Tarihi Tarihte ilk defa belki de 2010’dan sonra Arap toplumlarında nispeten “orta sınıf ”ı temsil eden muhalefet ortaya çıktı ve “Arap Baharı” diye tanımlanan, ancak geleceği şimdilik belirsiz görülen bir hareket doğdu. Bunun sonucunda manda yönetimleri sonrası oluşan ve “Soğuk Savaş”ın da desteklediği yapılar tek tek devrilmeye başladı. 3 Sizce Arap dünyasında Osmanlı Devleti ile Avrupalıların yönetimlerindeki temel fark nedir? ETNİK-DİNÎ YAPI VE ÇATIŞMA ALANLARI Etnik Yapı Soğuk Savaş: Başını ABD’nin çektiği Batı Bloğu ile Sovyetler Birliği’nin çektiği Doğu Bloğu arasında, 1947 ile 1991 yılları arasında süren uluslar arası siyasi, ideolojik ve askeri gerilim dönemi. Azınlık: Bir ülkede çoğunluğun içinde yaşayan ve etnik kökeni, dili, kültürü ve dini bakımından büyük kesimden ayrılan daha küçük guruplara verilen isimdir. Ortadoğu coğrafyası eskiden beri zengin bir etnik çeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitlilik hem coğrafyanın yerli halklarından ve hem de tarih boyunca bölgede yaşanan göçlerden beslendi. Güçlü aile/kabile bağları olsa da bu geniş coğrafyada etnik yapıyı net bir şekilde belirleyen güçlü anlayışlar hiçbir zaman oluşmadı. Özellikle İslam’ın coğrafyadaki etkinliği ve bu dinin Arapça ile yayılmış olması Arapça konuşan Ortadoğu halkları arasında müşterek bir bağın kurulmasına imkân verdi. Başka bir ifade ile etnik kimliğin beslediği ve yarattığı “ulus” kavramı burada batılıların anladığı anlamı kazanmadı. Her zaman din ve onun oluşturduğu kültür “ulus” kavramının önünde durdu. İlginçtir ki; bu coğrafyada yaşayan gayr-i Müslimler bile Arapçanın etkisi ile kendilerini Müslümanların kültür dairesinde hissetti. Bir taraftan bu görüntü geniş coğrafyada büyük etnik çekişmeleri önlemiş gibi görünse de aslında daha küçük bazda kabilevî ve bölgesel nitelikli çekişmelerin sürmesini önleyemedi. Bölgede en çok konuşulan dil farklı aksanlarla da olsa Arapçadır. Ondan sonra Türkçe gelmektedir. Türkçe Türkiye’den başka İran Azerbaycan’ı; Suriye-Lübnan, Irak gibi ülkelerde yaygın bir şekilde konuşulmaktadır. Farsça ise daha ziyade İran’da konuşulur. Ayrıca Basra Körfezi ve Güneybatı Arabistan taraflarında sınırlı da olsa konuşulmaktadır. Başta Kürtçe olmak üzere civarındaki bazı dilleri de etkilemiştir. Yukarıda Arapça için anlatılan durum Farsça ve Türkçeyi ortak dil olarak kullanan bölgeler için de geçerlidir. Her iki dili kullananlar arasında kültürel hatta siyasî ortaklıklar meydana geldi ancak bu durum daha alt düzeydeki kimliklerin de varlıklarını sürdürmelerini engellemedi. Zira farklı etnik kimlikler arasındaki yakınlaşma daima bir üst kimlik olan din üzerinden sağlandı. Bu yüzden Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da azınlık tanımı da batılıların anladığı anlamda değildir. Örneğin Kürtler Türkiye’de; Çerkezler Ürdün ve Suriye’de azınlık olarak kabul edilmemektedirler. Buna mukabil örneğin Ortodoks Rumlar; hem Türkiye’de ve hem de Suriye’de azınlık statüsündedirler. Türkler: Bu coğrafyanın en önemli etnik gurubudur. Türkiye’nin dışında Ortadoğu’nun pek çok yerinde varlıklarını sürdürmektedirler. Türkler İran, Suriye, Irak’ta yoğun bir şekilde yaşarken, birçok yerde de dağınık bir biçimde hayat sürmektedirler. Türklerin Kuzey Afrika’dan Babu’l Mendeb’e kadar tarih içinde varlık göstermeleri yerli halklar ile kaynaşmalarına ve akrabalık tesis etmelerine de imkân tanıdı. Bu yüzden bu coğrafyada Türkçe konuşmasalar bile kan bağı yolu ile Türk asıllı olan büyük kitleler bulunmaktadır. Suriye’de (ağırlıklı olarak Halep ve civarı) ve Irak’ta yaşayan Türkler “Türkmen” olarak anılmaktadırlar. Hatta son Irak anayasasında “Türkmenler” Irak’ı oluşturan diğer halklar arasında sayılmıştır. Farklı ülkelerdeki Türk/Türkmenlerin nüfusu maalesef sağlam istatistiklere dayandırılamamaktadır. Ancak milyonlara ulaşan bu sayı yoğunluk olarak İran, Irak ve Suriye Türk/Türkmenleri sırasıyla verilebilir. Türkiye Türkleri’nin çoğu, Suriye Türkmenleri Sünnî iken; İran ve Irak Türklerinin de tamamına yakını Şiîdir. 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş Kürtler: Türkiye’nin Güney ve Doğu Anadolu taraflarında Irak’ın kuzey kısımlarında, İran sınırlarında ve Suriye’de yaşamaktadırlar. İran’da Kürdistan bölgesi ile Horasan, Mazandaran, Farsistan, Azerbaycan, Gilan, Belucistan, Loristan bölgelerinde oturmaktadırlar. Tarih içinde göçebe ve kırsal kesimlerde; aşiret birliktelikleri halinde yaşayan Kürtler, 19. Yüzyıldan itibaren başlayan bir süreçte hızla yerleşik hayata geçtiler. Konuşulan Kürtçe dili çok sayıda lehçe, şive ve ağıza sahiptir. Bu yüzden ağırlıklı olarak Kurmanci, Sorani, Zazaki, Kirmanşahi gibi farklı lehçeler konuşan Kürt gurupları bazen birbirini de anlayamamaktadırlar. Kürtlerin çoğunluğu Sünni olmakla birlikte aralarında Şii/Alevî, Yezidî ayrıca kısmen Hıristiyan ve Yahudi olanları da vardır. Çerkezler: Kafkas halklarından olan Çerkezler ağırlıklı olarak Osmanlı Devleti’nin Kafkaslardan çekilip bölgede Rusların baskılarının başlaması ile yaşanan göçlerle Ortadoğu’ya doğru gelmişlerdir. Çoğunluğu Osmanlı Devletinin iskân ettiği yerlerde yaşamaktadırlar. Türkiye’de Anadolu’da, Ürdün, Suriye, hatta kısmen İsrail’de Çerkez bulunmaktadır. Bulundukları ülkeye asimile olmadan uyum gösterebilen ve farklı şiveleri olan Çerkezler kendi dillerini de koruyabilmişlerdir. Hemen tamamı Sünnî Müslümanlardır. Farslar: Tarihi Perslerden geldiği kabul edilen ve Farsça konuşan topluluklardır. Ağırlıklı olarak İran’da yaşamakla birlikte köken itibarı ile Kuzey Kafkasya üzerinden gelerek bölgeye yerleştikleri kabul edilmektedir. Bugün İran’da çoğunluğu teşkil eden bir ırk olarak görülen Farslar esas itibari ile bir ırktan ziyade kökleri itibari ile çeşitli ırkların karışımından meydana gelmişlerdir. Tatlar, Talışlar, Gilekler, Mazandaranîler (Teberiler), Lekler Farslar’ın alt guruplarını oluşturmaktadırlar. İran’da Pehlevî Devleti’nin kuruluşuna kadar (1925) bu halklar birbirinden bağımsız gevşek bir federatif yapı ile yaşamışlardır. Bu anlamda Farslar ilk defa Pehlevî hanedanlığı ve İran İslam Cumhuriyeti zamanlarında merkezî bir otorite altına girmişlerdir. Çoğunluğu Şiî (İmamiye Şiası) ayrıca Alevî olmakla birlikte, Sünnî Farsiler de vardır. Az da olsa Hıristiyan ve Musevîleri olduğu gibi eski İran dini (Zerdüşt-Mecusî) mensupları da bulunmaktadır. Araplar: Sami ırkının bugün yaşayan gurubu Araplardır. Başka bir ifade ile anayurtları ağırlıklı olarak Arap Yarımadası olan halklardır. Arap kelimesine farklı anlamlar yüklenmekle birlikte kabul gören en yaygın anlamı “çöl veya çölde yaşayan kimse”dir ki, Arapların “göçebe” kimlikleri ile uyuşmaktadır. Ancak Araplar tanımlanırken de yaşadıkları yerlere, kökenlerine göre bazı sınıflandırmalar yapılmaktadır. a) Arab-i bâide (Kaybolan Araplar): Bu guruptakiler, tarihin eski devirlerinde yaşamış olup daha sonra çeşitli sebeplerle yok olmuşlardır. Kur’an’da ve eski Arap şiirinde sözü edilen Âd, Semûd, Medyen, Tasm, Amâlika, Câsim, Abdi Dahm, Ubeyl, Hadûra, Cedîs ve Birinci Cürhüm kavimleri Arab-ı bâidedendir. Eski çağlarda bunlar Arabistan’da çeşitli devletler kurarak Suriye ve Mısır’a kadar yayılmışlardır. b) Arab-ı bakiye (Kalan Araplar): Bu gün varlıkları devam eden Araplara verilen isimdir. Bunlar da iki kısma ayrılmaktadırlar. 1) Arab-ı âribe: Arap kabilelerinin iki büyük kolundan biri olan Kahtanîlere mensup olan Araplardır. Anavatanları Yemen’dir. Kendi aralarında da guruplara ayrılmaktadırlar. Zaman içinde Yemen’den Orta Arabistan’a ve oradan Basra Körfezi’ne yayıldılar. 2) Arab-ı Müsta’ribe: Köken olarak Arap olmayıp, Araplar ile karışarak Araplaşanlara verilen isimdir. Bu gurup, Adnanîler, İsmaililer, Meaddîler ve Nizariler’den oluşmaktadır. Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen Hz. Muhammed büyük Arap kabilelerinin ikinci kolu Adnanîlere mensuptur. Adnanîler zamanla anayurtları olan Mekke’den çeşitli yerlere dağıldılar. Kahtânîler’le Adnânîler arasında sosyal hayat, lehçe, din, ahlâk ve 17 18 Modern Ortadoğu Tarihi gelenek bakımından farklılıklar mevcuttu. Her iki ana gurup zaman içinde birbiri ile kaynaşmakla birlikte; her biri daima mensup oldukları kökleri ile iftihar etmeyi hatta çeşitli vesileler ile birbirleri ile mücadele etmeyi de sürdürdü. Arab-i Müsta’ribeler İslami fatihler ile birikte Arap Yarımadası’nın dışında yaptıkları fetihler ile çok geniş bir sahaya yayılma imkânı buldular. Hatta gittikleri Suriye ve Kuzey Afrika’da Arap olmayan unsurları da İslam sayesinde Araplaştırdılar. Bunların başında Kuzey Afrika’da Araplar ile birlikte yaşayan Berberîler gelmektedir. Berberi kelimesi, genellikle antik Yunandan beri şehirlerin dışında yaşayan kabile toplulukları olarak tanımlanmaktadır. Bu yüzden dünyanın her tarafında benzer topluluklar olmakla birlikte, günümüzde özel olarak Kuzey Afrika’da yaşayan ve Berberice konuşan Müslüman topluluklarına verilen isimdir. Kendi aralarında da çeşitli kabilelere bölünen bu guruplar, Tunus, Cezayir ve Fas toplumunda öne çıkmaktadırlar. Bu berberilerin Alman kökenli olanları ile karıştırılmaması gerekmektedir. Bunlar çoğunlukla Araplar ile kaynaşarak melez bir kimlik kazananan topluluklardır ve pek çoğu kendi dilinden ziyade Arapça konuşmaktadırlar. Dinî Çeşitlilik Ortadoğu’nun en önemli özelliklerinden bir tanesi kuşkusuz dinî çeşitliliktir. Tarih içinde gerek semavî (vahye dayalı) ve gerekse semavî olmayan bütün din, inanç ve anlayışlar bu coğrafyada yeşerdi ve nerdeyse hepsinin -farklılaşarak da olsa- günümüze kadar ulaşan müntesipleri oldu. Ancak en sonuncusu olmasına rağmen günümüzde bu coğrafyaya asıl rengini veren ve çoğunluğun bağlı olduğu din İslam’dır. Ardından Hıristiyanlık ve Yahudilik gelmektedir. Ayrıca her üç dine mensup mezhepler ve çeşitli dinlerden hareketle yeni bir inanç şekli olarak ortaya çıkan heterodoks guruplar da tarihten günümüze daima var olagelmişlerdir. Örneğin Yezidilik bunlardan bir tanesidir. Bağlılarının sayıları az da olsa İran’ın eski dini olan Zerdüştlük/Zoroastrianizm ve Kur’an’da da ismi geçen Sabiilik de hâlâ varlıklarını sürdürebilmektedir. Din, semavi olsun veya olmasın Ortadoğu tarihinde daima belirleyici bir rol oynadı. Zerdüştlük/ Zoroastrianizm: Monoteist İslam: M.S. 7. Yüzyılda Hz. Muhammed’e vahiy edilen bu din önce Mekke’de, bir inanç biçimi olup ardından Medine ve Arap yarımadasında yayıldı. Hz. Muhammed’e 610 yılından Zerdüşt’ün öğretilerini içermektedir. Sasaniler itibaren gelen vahyin neticesinde nazil olan Kur’an’ın hükümlerini benimseyendöneminde etkin olan bu lere mümin ve Müslüman denilmektedir. İslam ilk halifeler devrinde yapılan feinanç sistemi bu gün İran’da Yezd ve Kirman bölgesi tihler ile Arap Yarımadası’ndan Bizans sınırlarına ve Kuzey Afrika’ya kadar yaile Gabariler arasında yıldı. Emeviler zamanında daha da genişleyerek bir taraftan Asya’da Çin’e, diğer yaşamaktadır. Pek çoğu taraftan Avrupa’da İspanya’nın ortalarına kadar ulaştı. Ulaştığı her yerde taraftar Hindistan’a göç ederek orada Parsi topluluğunu buldu ve bu dinin esasları çerçevesinde siyasî idareler ve devletler kuruldu. Hz. oluşturdular. Kutsal kitapları Muhammed’in vefatından sonra, gerek siyasi nedenler (özellikle devlet başkanıZend Avesta’dır. nın kim olacağı konusunda) ve gerekse Kur’an ve onu açıklayan Hadisler’in yoSabiilik: Aydınlık ile rumunda ihtilafa düşüldüğünden pek çok siyasî ve amelî mezhepler ortaya çıktı. karanlık arasındaki dualizme dayandırdıkları inanç Bu mezheplerin bir bölümü Müslümanları kendi etrafında bütünleştirirken, diğer sistemlerinde, maddî evrenin guruplardan ise farklılaştırarak uzaklaştırdı. Bu ihtilaflar tarih boyunca Müslüdolayısıyla bedenin de kötü olduğuna inanırlar. Ruhun manlar arasında çekişmelere neden oldu ve olmaya devam etmektedir. Siyasî anbeden hapishanesinde layışlarına göre Müslümanlar dördüncü halife Hz. Ali’den itibaren genel olarak Şiî olduğunu kabul ederler. ve Sünnî olarak ikiye ayrıldılar. Genellikle İran’ın Ahvaz ve Hurremşehr bölgesi ile Irak’ta Her iki gurup da kendilerini Hz. Muhammed’in yolunun gerçek takipçileri olAmmara, Bağdat ve Basra gibi duklarını söylemektedirler. Siyasî olarak Sünnîler, Hz. Muhammed’den sonra devlet bölgelerde yaşamaktadırlar. Mandiler olarak da tanınırlar. başkanlığını ve halifeliği Hz. Ebu Bekir’in üstlenmesinin hem peygamberin işareti ve hem de ümmetin seçimi ile gerçekleştiğini, dolayısıyla tartışma kabul etme- Yezidilik: Kökü Emeviler zamanına kadar indirilen ve İslam ile putperest inançların karışımından meydana gelen bir dindir. Melek Taus diye isimlendirdikleri Şeytan’a tapmaları ile tanınmışlardır. Suriye’de ortaya çıkmasına rağmen Kuzeybatı Irak’ta Sincar dağlarında Kürtler arasında gelişmiştir. Bu gün ağırlıklı olarak Irak’ta yaşamakta olup yeni Irak anayasasında da kabul edilen etno-dinî bir guruptur. 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş diğine inanırlar. İslam dünyasında büyük çoğunluğu oluşturan bu kitle kendi aralarında çeşitli görüş farklılıklarına da sahiptir. Mezhep olarak ifade edilen görüş ayrılıkları siyasî olmadığı için ciddi sonuçlar doğurmamaktadır. Daha ziyade dinî pratiği ve sosyal hayatı düzenlemektedirler. Ancak bunlar arasında siyasî sonuçlar doğuran iki önemli hareket bulunmaktadır. Birincisi, dinin uygulanmasını anlatan fıkhı mezheplerin (Hanefilik, Malikilik, Şafiilik, Hanbelilik, Caferilik) kurallarını benimsemekle birlikte dine daha mistik bir anlam yükleyen, hatta sezgileri ön plana çıkaran, bazen de Kur’an ayetlerine zahirî (görünen) kelime anlamları dışında batınî (içsel) anlamlar yükleyen tasavvuf (Sufîlik) hareketleridir. Bu hareketler İslamiyet’in Arabistan Yarımadası dışında yayılması konusunda büyük katkıları oldu. Bununla birlikte değişik devirlerde de ya bağlı oldukları otorite ile anlaşmazlıklara düştüler, ya da doğrudan devletler kurdular. Kendi aralarında da bir rekabet olduğundan kimi bölgelerde karşı karşıya geldiler. Tarih içinde pek çok isimle ortaya çıkan bu gurupların en tanınmışları Kadirilik, Nakşîlik, Rufailik ve Bektaşilik oldu. Farklı isimler ile ortaya çıkan pek çok başka guruplar (Mevlevilik, Halidîlik vs. gibi) ya bunlardan türedi ya da bir şekilde bunlar ile irtibatlandırıldılar. Ticanilik, Senüsilik ve Mehdilik gibi tasavvuf hareketleri özellikle Afrika’da halkı organize ederek sömürgecilere karşı başkaldırdılar ve devletler kurdular. Örneğin Ticanilerden El Hac Ömer Batı Afrika’da Fransızlara karşı mücadele başlatıp Senegal’de bir devlet kurmayı başardı. Ancak Kadiriler ile de ciddi anlaşmazlıklar yaşadı. Bu gün bu tasavvufi hareketin Batı ve Kuzey Afrika’da bağlıları bulunmaktadır. Aynı şekilde Senüsilik de Cezayir, Mısır gibi yerlerde etkili olmakla birlikte Libya’da İtalyanlara karşı mücadele eden siyasi bir harekete dönüştü. Hareketin son önderi Kral İdris 1951-1969 yılları arasında Libya’yı idare etti. Mehdilik ise İngilizlerin Sudan’daki varlığına karşı koyan önemli bir siyasi hareket idi ve bu günkü Sudan’daki bazı siyasi akımlara ilham kaynağı oldu. Sünnîlik içinde istisna teşkil eden ikinci hareket ise Vehhabiliktir. 18. Yüzyılda Osmanlı topraklarında, Orta Arabistan’da Hanbeli mezhebinin yeni bir yorumu olarak ortaya çıkan bu hareket, diğer mezheplerin bazı yaklaşımlarını, tasavvufî gurupların ise bütün fikirlerini reddetmektedirler. İslamı doğduğu ilk saf şekliyle yaşama ve yaşatma iddiasında olan bu hareket, önce Osmanlı Devleti’nin otoritesine karşı gelerek siyasallaştı. Ardından Arap Yarımadası ve Basra körfezinde de fikirlerini güçle yayarak etkin bir fıkhî/siyasî hareket oldu. Bu gün Suudi Arabistan’ın resmi İslam yorumunu temsil etmektedir. Bu devletin yasaları da bu yoruma dayandırılmaktadır. Yorum ve uygulama farklılıklarından dolayı diğer geleneksel İslamî anlayışlar ile çatışmaktadır. Şiilik, Sünniliğin karşısında yer alarak İslam tarihinde siyasi tavır gösteren ilk harekettir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Halifeliğin onun akrabası ve damadı olan Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunan guruptur. Özellikle Hz. Ali’nin 661 tarihinde öldürülmesinden sonra organize olmuşlar ve Müslümanların önderi olan Emirülmüminin (İmamet) vasfının Hz. Ali’den sonra onun soyundan (Ehl-i Beyt’den) gelenlerde olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre bu sadece bir hak olmayıp aynı zamanda Kur’an’ın bir emridir. Bu yüzden temelde diğer İslamî anlayışlar ile büyük ayrılığa düştüler. Zira siyasî bir mesele olan devlet başkanlığının (İmametin) nas, yani Kur’an hükmü ile belirlendiğini kabul etmek bir inanç meselesi olarak görülmektedir. Sünnî çoğunluğun yanında azınlığı temsil etmelerine rağmen Müslümanların arasında ortaçağlardan günümüze ayrılığın ve zaman zaman çatışmaların kaynağı oldukları kabul edildi. Onlar da ya açıktan Sünnî otoriteye karşı çıktılar ya da inançlarını gizleme prensibini (takiyye) takip ederek, yine 19 20 Modern Ortadoğu Tarihi içsel olarak başkaldırıyı temsil ettiler. Ancak Kur’anı zahiri anlamdan ziyade batınî olarak yorumladıklarından kendi aralarında da ihtilafa düşerek önce üç ana sonra da bunlardan doğan pek çok guruplara ayrıldılar. İmametin Hz. Ali’den itibaren 12 imamda devam edip, on ikinci imamın kayıp imam (Mehdi el Muntazır/Beklenen Mehdi) olduğuna inanan İmamiye (İsnaaşeriye) Şiası en büyük gurubu temsil etmektedir. Irak, İran ve Basra Körfezinde etkin olan İmamiye, tarih boyunca Şeyhilik, Ahbarilik ve Bahailik gibi yorumlar ile değişik kollara ayrıldı. Anadolu’da, Balkanlar’da Suriye’de ve İran’da yaşayan Alevilik de İmamiye’den ayrıldı. Zamanla yaşadığı bölgelere göre şekillenen Alevilik felsefesinin temelinde de on iki imama ve Ehl-i Beyt’e bağlılık yatmaktadır. Şiilikten hayli uzaklaşan Alevilik, farklı uygulamaları ile Bektaşi kökenli Türk (Türk Aleviliği), Ehl-i Hak diye isimlendirilen İran (Kürt, Lek, Gorani vs.ler arasında) ve Nusayrilik diye bilinen Arap Aleviliği şeklinde birbirinden farklılaştı. Sayıları az da olsa Ürdün, Irak, Mısır, Yemen ve Pakistan’da Aleviler bulunmaktadır. Zeydilik Şiiliğin ikinci kolu olup Sünnîliğe en yakın anlayıştır. Onlar İmamiye’nin aksine Hz. Ali’nin soyundan gelen sadece ilk dört imamı benimsemekte ve dördüncü imamdan sonra İmamiye kolundan ayrılmaktadırlar. 9. yüzyılın sonlarında Kuzey Yemen taraflarını kontrol ederek devletleştiler. Osmanlı Devleti’nin bölgeyi kontrolünden sonra mümkün mertebe devlet otoritesinin ulaşmadığı yerlerde varlıklarını sürdürdüler. Yemen toplumunda Sünnî-Zeydî ayrımı ise zaman zaman çatışmaların da kaynağı oldu. Şiiliğin üçüncü ana kolu İsmailiyedir. Bunlar da on iki imamın sadece ilk yedisini kabul etmektedirler. Azınlık da olsalar geniş coğrafyaya yayılan en etkin gurup olmuşlardır. Ortaçağ’da Kuzey Afrika ve Hindistan’da varlık gösterdiler. İslam tarihinin en radikal gurubu olarak tanınan Karmatiler ile hem fatih hem de bilim ve sanatta üretici olmuş olan Fatımiler bu koldan gelmektedirler. Karmatiler Basra Körfezi’nde etkin oldukları gibi; bir ara Kâbe’den Hacerulesved’i çalarak Hasa’da yeni bir Kâbe kurmaya teşebbüs ettiler. Bugün artık müntesipleri olmamakla birlikte, kimi radikal hareketlerin kaynağı oldukları yorumları yapılmaktadır. Fatımiler Kuzey Afrika’da etkin oldular. Özellikle Kahire’yi inşa ettiler ve Selçukluların ortaya çıkışına kadar Abbasi hilafetine tehdit ederek Kuzey Afrika’da alternatif bir hilafet kurdular. Türkler tarafından siyasi varlıklarına son verilen bu kolun bir tarafını radikal bir gurup olan Haşhaşiler devam ettirdiler. Haşhaşiler tarihte kaldı fakat onlardan türeyen ve tamamen barışçı bir felsefesi olan Ağa Haniler hâlâ varlıklarını Hindistan ve Pakistan başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde sürdürmektedirler. Fatımilerden gelen başka bir anlayış da Muvahhidlerdir. Osmanlı Devleti zamanında genellikle devlet ile uyum içinde olan ve Dürzî olarak da tanınan bu gurup bugün Suriye, Lübnan ve İsrail sınırları içinde yaşamaktadırlar. Bunun dışında İsmailiyeden doğma başka guruplar (Behre, Süleymaniye.. gibi) da olmakla birlikte inananlarının sayıları oldukça sınırlıdır. Hırıstiyanlık: İslamdan sonra Ortadoğu’da en yaygın din Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlığın doğduğu ve geliştiği coğrafya olması hasebi ile tabii olarak bu dinin bütün mezhepleri ve hatta birçoğunun dini merkezleri de bu coğrafyadır. İstanbul merkezli olduğu kabul edilen Ortodoksluk, Roma kaynaklı Katolikliliğin yanı sıra Antakya ve İskenderiye Hıristiyanlığını temsil eden kiliseler hep var olagelmişlerdir. Bu mezhepler inanç ihtilaflarının dışında Kutsal mekânlar üzerindeki anlaşmazlıklarını da günümüze kadar taşıdılar. Kiliseler arasındaki itikadî ihtilaflar konumuz dışındadır. Ancak Ortodoksluk Doğu Kilisesini (İstanbul merkezli) temsil ederken, Katoliklik de Batı Kilisesini (Roma) temsil etmektedir. Oysa 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş daha çok doğu mistisizminden etkilenen Antakya (Yakubiler ve Süryaniler) ve İskenderiye kiliseleri (Kıptiler) ise doğu ve batıdan bağımsız olarak Hıristiyanlığın selefileri oldular. Ortadoğu’da bağımsız olarak gelişen kiliselerden biri de Ermeni (Gregoriyan) kilisesidir. Ayin dilini Ermenice yapan bu dinin mensupları zamanla kilise etrafında etno-dini bir cemaat oluşturdular. Türkiye dâhil Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinde ve ağırlıklı olarak Ermenistan’da yaşamaktadırlar. Suriye, İran, Irak ve kısmen Anadolu’da yaşayan Nesturiler veya başka bir isimlendirme ile Keldaniler de 431 tarihinde yapılan Efes Konsili’nden itibaren bağımsız bir kilise olarak var olageldiler. Bugün ağırlıklı olarak varlıklarını Lübnan’da sürdüren Marunîler de 680 yılındaki III. İstanbul Konsili’nden itibaren bütünden dışlanan başka bir doğu kilisesidir. Her ne kadar temel inanç alanlarında birbirinden kopuk olsalar da zaman zaman siyasi alanlarda yakınlaşmalar gösterdiler. Özellikle batı kilisesinin (Roma Katolik) siyasi emelleri de bu yakınlaşmalarda etkili oldu. Hatta bağımsız kilise cemaatlerinden bazıları da katolikleşti. Örneğin Katolik Ermeni, Rum Katolik, Suriye Katolik, Kıpti Katolik, Katolik Keldani vs. gurupları bu şekilde meydana geldi. Suriye’deki Yakubiler ile Nesturiler de bir araya gelerek “Birleşik Kiliseyi” meydana getirdiler. Avrupa’da geç dönemlerde birer tepki hareketi olarak ortaya çıkan Protestanlık, Yehova Şahitleri, Mormonlar, Metodistler vs. gibi gurupların da etkilediği yerli Hıristiyanlar bulunmaktadır. Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ya azınlık statüsünde ya da azınlık hukuku olmadan yaşayan bu gurupların gerek kendi aralarındaki çekişmeleri gerek dış dünya ve Müslümanlar ile olan ilişkileri Ortadoğu jeopolitiğinde önemli yer tutmaktadır. Her biri yaşadıkları bölgelerin siyasetinde etkili oldular ve olmaktadırlar. Bu yüzden geçmişte olduğu gibi bugün de bölge politikalarında önem arz etmektedirler. Musevilik/Yahudilik: Semavî dinlerin en eskisi olan Musevilik (Hz. Musa’ya mensup olma) Ortadoğu’da yaşayan dinlerden birisidir. Musevilik İsrail oğullarına gelen dindir. Ancak zaman içinde İsrail oğulları arasında meydana gelen ayrılıklar ve Babil’den yaşanan sürgünlerden (M.Ö.722) sonraki İsrail oğullarından kalanlar Yahudi olarak anıldılar. Nitekim Musevilik de M.Ö 8. Yüzyıldan itibaren “Yahudilik” olarak anılacak ve bir kavmin dini olacaktır. Sürgünden sonra Mezopotamya’ya dağılan Yahudiler pek çok yere yerleştiler. Ancak uzun yıllar sonra eski yurtlarına dönmelerine izin verildi. M.S. 70 li yıllarda Roma idaresine karşı isyan ettiklerinde tekrar sürüldüler ve bu sefer Avrupa ve Asya’nın çeşitli bölgelerine dağıldılar. Yahudiler genellikle kendi kültürlerini unutmadan yerleştikleri bölgelerin kültürünü de benimseyerek hayatlarını sürdürdüler. Örneğin Yemen’dekiler Yemen Yahudi’si, İran’dakiler İran Yahudi’si vs. oldu. Ancak zamanla herbirinin sinagogları (mabedleri) ve hahamları ayrı olan iki gurup altında tanındılar. İspanya kökenli Yahudilere Sefarad, diğer Avrupa Yahudilerine de Aşkenaz adı verildi. Yahudiler 1492’de İspanya’dan sürgüne tabi tutulduklarında Osmanlı Devleti onlara kapılarını açtı. Filistin dahil Osmanlı topraklarına göç başladı. Gerek yerli Yahudiler ve gerekse göçmen olarak gelen Yahudiler hiçbir zaman yerleştikleri yerde çoğunluğu sağlayamadı. Ancak 19. yüzyılda Rusya başta olmak üzere Yahudilere karşı Avrupa’da başlayan antisemitik (Yahudi karşıtlığı) davranışlar ve Yahudi fikir adamlarının geliştirdiği Siyonizm davası (Kudüs civarındaki Sion dağı etrafına dönüp devlet kurmak/vaat edilmiş kutsal topraklara dönmek) Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandırdı. Osmanlı Devleti’nin aldığı önlemlere rağmen 19. yüzyılın son çeyreğinde Filistin’e gelen Yahudi göçmenlerin sayısı geçmişe oranla belirgin bir şekilde arttı. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından istifade eden Ya- 21 22 Modern Ortadoğu Tarihi hudiler bölgede yerleşimlerini sürdürürken aslında bu güne taşınacak olan ArapYahudi (sonradan İsrail) çatışmalarına zemin hazırladı. Diğer Sorunlar ve Çatışma Alanları Arap- İsrail Çatışmasının Kronolojisi 1882 Filistin’e düzenli yahudi göçlerinin başlaması. 1885 Siyonizm kavramının ortaya çıkışı. 1896 Theodor Herzl “Yahudi Devleti” kitabını yayımladı. 1897 Birinci Siyonizm Kongresi. 1917 İsrail Devleti’nin kuruluşunu hazırlayan Balfour Deklerasyonu. 1920 Filistin’de İngiliz mandasının kurulması. 1936-39 Siyonist göçlere ve İngiliz mandasına karşı Arap ayaklanmaları. 1937-38 İngiliz komisyonunun Filistin’i ikiye bölme önerilerinin ortaya çıkması. 1939-45 II. Dünya Savaşı ve Yahudiler’in Avrupa’da katliama uğramaları. 1946 Kudüs’te Yahudi militanların 91 kişinin ölümü ile sonuçlanan terör eylemi. 1947 Filistin meselesinin İngilizler tarafından BM’ye taşınması ve taksım planı. 1948 İsrail Devletinin ilan edilmesi. 1949 İsrail’in BM üyesi olması. 1964 Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşu. 1967 Altı Gün Savaşları: İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria, Golan Tepeleri ve Gazze’yi işgal etmesi Kaynak: Smith, Dan, (2006). The State of the Mıddle East, An Atlas of the Conflict and Resolution, Berkeley-Los Angeles. Jeopolitik önemini detayları ile verdiğimiz bu coğrafya tarihin değişik devirlerinde çatışmalara sahne oldu. Çağımızda bölgede istikrardan çok çatışma hakimdir. Bu çatışmaların bir bölümü yukarıda zikredilen yerel özelliklerinden bir bölümü de dış dünyanın bölge üzerindeki rekabetinden kaynaklanmaktadır. Dünya petrol rezervlerinin en fazlası bu bölgededir. Petrolün gelişmiş ülkelere uygun fiyatla ve güvenli bir şekilde ulaştırılması sorunu bölgede uluslararası çatışmaların ana nedenidir. Bu konu ilgili bölümde ele alınacağından burada daha çok bölgesel çatışma alanlarına yer verilmiştir. Sınırlar: Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede menfaati olan Avrupalıların denetiminde ortaya çıkan devletler ve sınırların nerede ise tamamı yapay özellikler taşımaktadırlar. Geçmişte net bir şekilde çizilmiş sınırları olmayan Araplar bu sınırlar ile adeta kıskaç altına alındılar. Sınır çizimlerinde egemen olan anlayış Avrupalı emperyalistlerin menfaatleri idi. Fakat bu devletler bağımsızlıklarına kavuştukça kendi menfaatleri doğrultusunda arayışlara girdiler ve yeni çatışma alanları çıktı. Örneğin bugün Yemen-Suudi Arabistan, Irak-Kuveyt, Irakİran, Kuzey-Güney Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri-İran, Cezayir-Fas gibi ülkeler arasında çözüm bekleyen bir dizi sınır problemleri bulunmaktadır. Hatay meselesi hâlâ Suriye’nin gündeminde bulunmakta; Musul’un Irak’a bırakılmasının doğurduğu sorunlar da devam etmektedir. Milliyetçilik: Temel çatışma alanlarından bir tanesi Arap milliyetçiliğidir. Milliyetçiler Arapça konuşan ve kendini Arap kabul eden bütün toplulukların birleştirilmesi hususunda hem fikirdirler. Fakat muhtemel birlik fikri hangi rejimde ve nasıl uygulanacaktır? Bazıları devrimi desteklerken, bazıları ise karşılıklı anlaşma ve evrimden yana tavır almışlardır. Bazıları kısmî birlikteliklerin nihai birliğe doğru gitmesini önermektedir. Bir kısmı federasyon ya da konfederasyonu tercih ederken, diğer bir kısmı üniter rejim ve tam entegrasyonu istemektedirler. Bazıları bütün üyelerin eşit olduğu bir birlik, diğerleri liderlik pozisyonunu savunmaktadırlar. Bazıları da ilk adımda askeri ve ekonomik çerçeveli anlaşmalar ile yetinmektedirler. Bütün bu farklı yaklaşımlar ideolojik olarak bölgesel milliyetçiliği ve bununla çelişen panarabizmi (bütün Arapları bütünleştirme fikri) doğurdu. Kurumsal olarak da panarabizmi temsil eden Arap Birliği Teşkilatını, Bölgesel Birliği Temsil eden Mağrıb Birliği (içinde Arap olmayan üyeler de var) zengin Körfez Ülkelerini temsil eden Körfez İşbirliği Teşkilatı gibi kuruluşlar kuruldu. Bu kuruluşlar arasındaki farklı yaklaşımlar siyasal çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Geçmişte daha alt düzeyde olan fakat bu gün yükselen mezhep çatışmaları da bir başka problemi temsil etmektedir. Mezhep çatışmaları bir taraftan Araplar arasında (örneğin Irak ve Bahreyn’de), diğer taraftan da Araplar ile İran arasında yeni çatışma alanları yarattı. Özellikle tırmandırılan Sünnî-Şiî çatışmasında taraflar sadece Araplar ile İran değil, aynı zamanda diğer Müslüman ülkelerdir. Bu da gelecekte bölgesel barışı tehdit edecek en önemli sorun olarak görülmektedir. Filistin Sorunu ve Arap-İsrail Çatışması: Ortadoğu’nun en canlı sorunudur. Sadece bölgesel barışı değil dünya barışını etkilemektedir. Filistin’de Yahudi Devleti kurmayı amaçlayan Siyonizm fikri ile başlayan sorunun bir tarafında İsrail diğer tarafında da Filistinliler bulunmaktadır. Ancak zamanla problem hem bölgesel ve hem de uluslar arası bir soruna dönüşmüştür. Araplar İsrail’i Filistinlilerin toprak- 23 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş larında işgalci olarak nitelerken aynı zamanda Arap Birliği’nin gerçekleşmesinin önünde de fiziki bir engel olarak görmektedirler. Buna rağmen Arap devletleri arasında Filistin konusunda da bir fikir birliği yoktur, İsrail’e karşı olan mücadeleyi zaman zaman iç sorunlarına yansıtan Araplar, Filistin meselesini de aralarındaki rekabette kullanmaktadırlar. Çözüm bekleyen en önemli sorunlardan birisi de İsrail’in kuruluşundan sonra Filistin’den çıkarak farklı Arap devletlerinde ve dünyada mülteci durumuna düşen milyonlarca insanın geleceğidir. Dolayısıyla bu sorun Ortadoğu’da çatışmaların temel zeminini oluşturmaktadır. Aslında bölgedeki devletlerin bu konuda etkisiz kalmalarında Batı, özellikle de ABD politikaları etkili olmaktadır. Zira pek çok Arap ülkesi ile müttefik olan ABD aynı zamanda İsrail’e geniş destekler sağlamaktadır. Bu desteğin ardında bir çok gerekçeler yatmaktadır. Şüphesiz ABD’deki Yahudi lobisinin etkisi büyük olmakla birlikte, esasında siyasetçilerin hemen tamamı da doğrudan İsrail’i desteklemenin ABD’nin menfaatlerine uygun olduğu görüşündedirler. Zira, Sovetler Birliği zamanında Batı Bloğu’nun en sadık müttefiki İsrail olduğu kadar; Körfez petrollerinin hemen yanı başında olması hasebi ile muhtemel tıkanmalarda ilk destek alınabilecek ülke olarak da İsrail görünmektedir. İsrail’in varlığı, gerek İsrail’den ve gerekse diğer Ortadoğu ülkelerinden gelecek talepler ile silah endüstrisinin desteklenmesine da imkan sağlanmaktadır. Bundan dolayı BM 1967 yılından itibaren İsrail aleyhinde aldığı hiçbir kararı uygulatamamıştır. Tabii olarak bu çelişkiler çatışmayı daha da çözümsüz hale getirmektedir. Kaynakların Kullanımı: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri doğal kaynaklar bakımından eşit imkânlara sahip değildir. Bir tarafta çoğunluğu yoksulluk düzeyinin altında yaşayan halklar diğer tarafta petrolden zengin olmuş devletler bulunmaktadır. Bu çelişki bölge ülkeleri arasında ciddi gizli çekişmelere neden olmaktadır. Diğer taraftan bölgenin gelir kaynaklarının büyük bir bölümü silahlanmaya harcanmaktadır ki; bu durum hem kaynakların verimsiz kullanımını ve hem de silahlanmayı haklı gösterecek yeni çatışma alanlarını meydana getirmektedir. Zengin ülkelere iş gücü transfer edilirken, fakir ülkeler bir taraftan bu iş gücünden yoksun kalmakta diğer taraftan da bu göçten reel olarak faydalanamamaktadır. Su kaynaklarının yetersizliği bölgedeki bir diğer sorundur. İsrail önemli nehir (Batı Şeria, Golan) ve yer altı su kaynaklarını kontrol ettiği için avantajlı konumdadır. Bu da çatışmaları sürekli kılmaktadır. Aynı şekilde Nil üzerindeki devletlerin de nehir suyunun paylaşımı konusunda sorunları bulunmaktadır. Diğer taraftan Türkiye, Suriye ve Irak arasında Dicle ve Fırat sularının paylaşımı ile ilgili ihtilaflar da hep gündemde tutulmaktadır. Arap Baharı: 2010 yılı itibari ile Tunus’ta başlayıp, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’yi de etkileyen halk hareketlerine verilen isimdir. Gittikçe diğer bölgelere de bir şekilde sirayet etmesi muhtemeldir. Daha ziyade ekonomik adaletsizliğin aşırı noktalara ulaşması, uzun süredir yönetimleri ellerinde bulunduran liderlerin halkın demokratik taleplerine kulak tıkaması ve en önemlisi de hızla meydana gelen demografik değişim bu yeni süreci hazırladı. Baskılara ve sosyal adaletsizliklere karşı müşterek hareket eden halk yığınları maalesef çözüm önerileri konusunda aynı fikirde olmamaları, bu süreci yaşamaya başlayan her ülkenin farklı şartları yeni çatışma alanları doğurdu. Ancak bu sürec toplumsal taleplere karşı direnmenin imkansızlığını ortaya koyması bakımından anlamlı ve ümit vericidir. Ortadoğu’daki yaşanan çatışmaları kaynakları bakımından nasıl isimlendirebilirsiniz? 4 24 Modern Ortadoğu Tarihi Özet 1 Ortadoğu kavramını açıklayabilme Ortadoğu tanımı coğrafi bir terim dağildir. Siyasi bir tanımdır. Bu yüzden anlamı konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Zira “doğu” herkes nazarında bir yönü ifade ederken “orta” kelimesi “neyin veya nerenin ortası” sorusunu da beraberinde getirmektedir. İlk defa 1850lerde İngilizler tarafından Hindistan’daki Sömürge idaresi tarafından iç yazışmalarında kullanılmakla birlikte; gerçekte bir kavram olarak literatürde kullanılması Amerikan tarihçisi Alfred Mahan (18401914) ile başlamıştır. A. Mahan’ın bu tanımını doğu üzerine yazılar yazan Valentino Chirol onu hararetle destekledi ve o bu kavramı sınırlarını belirterek yeniden tanımladı. Fakat bu ilk kullanımı ile Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kullanımı aynı anlamı taşımıyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiltere’nin Mezopotamya’daki askeri faaliyet alanı “Ortadoğu”, Mısır’daki askeri faaliyet alanı da “Yakındoğu” olarak tanımlanıyordu. Bu kullanımın içinde daha çok Güneybatı Asya’da yer alan Arap Yarımadası, Mezopotamya, Basra Körfezi ve ayrıca İran yer almaktaydı. Savaştan sonra bu iki farklı kavram yeni bir jeopolitik yaklaşım ile Ortadoğu başlığı altında birleştirildi. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar Ortadoğu’yu içine alan bölgeler hâlâ Yakındoğu (Near East) kavramı ile tanımlanıyordu. Dar anlamı ile Ortadoğu, Güneybatı Asya devletlerini (Arap Yarımadası, Basra Körfezi, Irak ve Suriye’yi içine alan bölge) içermektedir. Daha geniş anlamıyla da Güneybatı Asya’dan Kuzey Afrika’nın en batısı olan Fas (Mağrıb) ile doğuda Afganistan ve Pakistan’ı da içine alan bölgeye verilen isimdir. Ortadoğu’nun tarihinde etkili olan pek çok siyasi yapılanmalar olmuştur. Ancak en uzun ve istikrarlı dönem Türklerin egemenlik dönemleridir. Zaten bir siyasi coğrafya olarak Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışması ile ortaya çıkmıştır. 2 3 Ortadoğu’daki etnik yapıyı tanımlayabilme Ortadoğu coğrafyası eskiden beri zengin bir etnik çeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitlilik hem coğrafyanın yerli halklarından ve hem de tarih boyunca bölgede yaşanan göçlerden beslendi. Güçlü aile/kabile bağları olsa da bu geniş coğrafyada etnik yapıyı net bir şekilde belirleyen güçlü anlayışlar hiçbir zaman oluşmadı. Özellikle İslam’ın coğrafyadaki etkinliği ve bu dinin Arapça ile yayılmış olması Arapça konuşan Ortadoğu halkları arasında müşterek bir bağın kurulmasına imkân verdi. Başka bir ifade ile etnik kimliğin beslediği ve yarattığı “ulus” kavramı burada batılıların anladığı anlamı kazanmadı. Buna rağmen yine de Ortadoğu’nun tanımı bir noktada bazı etnik yapıların yaşadığı yer olarak algılandı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da nüfuz yoğunluğuna göre Araplar, Türkler ve Farslar yaşamaktadır. Kültürel olarak bu unsurlar ile bütünleşmiş, fakat farklı kimliklere sahip, Berberiler, Kürtler, Çerkezler de bu coğrafyanın temel etnik kimliklerindendir. Tamamını ortak yönü ise Müslüman olmalarıdır. Ortadoğu’da bu istisnai bozan gurup Yahudilerdir. Onlar da daha çok etno-dini özellikler taşımaktadır. Ortadoğu’daki dinî kimlikleri irdeleyebilme Ortadoğu’nun en önemli özelliklerinden bir tanesi kuşkusuz dinî çeşitliliktir. Tarih içinde gerek semavî (vahye dayalı) ve gerekse semavî olmayan bütün din, inanç ve anlayışlar bu coğrafyada yeşerdi ve nerdeyse hepsinin -farklılaşarak da olsa- günümüze kadar ulaşan müntesipleri oldu. Ancak en sonuncusu olmasına rağmen günümüzde bu coğrafyaya asıl rengini veren ve çoğunluğun bağlı olduğu din İslam’dır. Ardından Hıristiyanlık ve Yahudilik gelmektedir. Ayrıca her üç dine mensup mezhepler ve çeşitli dinlerden hareketle yeni bir inanç şekli olarak ortaya çıkan heterodoks guruplar da tarihten günümüze daima var olagelmişlerdir. Örneğin Yezidilik bunlardan bir tanesidir. Bağlılarının sayıları az da olsa İran’ın eski dini olan Zerdüştlük/Zoroastrianizm ve Kur’an’da da ismi geçen Sabiilik de hâlâ varlıklarını sürdürebilmektedir. Din, semavi olsun veya olmasın Ortadoğu tarihinde daima belirleyici bir rol oynadı. 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş 4 Ortadoğu’daki çatışma alanlarını algılayabilme Jeopolitik önemini detayları ile verdiğimiz bu coğrafya tarihin değişik devirlerinde ya istikrara ya da çatışmalara sahne oldu. Çağımızda bölgede istikrardan çok çatışmalar hakimdir. Bu çatışmaların bir bölümü Ortadoğu’ya rengini veren yerel özelliklerden kaynaklanırken bir bölümü de bölge üzerindeki uluslararası rekabetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Dünya petrol rezervlerinin en fazlasına sahip olan bu bölge daima uluslar arası çatışmalara sahne olmaktadır. Petrolun gelişmiş ülkelere güvenli bir şekilde ulaştırılması sorunu bölgede çatışmaların ana nedenidir. Ancak bunun dışında bölgesel çatışmalar da bulunmaktadır. Birici Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan yapay sınırlar, bölge halklarının tam olarak algılamadığı milliyetçi eğilimler, mezhep sorunlar da çatışmalara vesile olmaktadır. Filistin sonunu ve buna bağlı olarak mülteciler meselesi hem bölgesel ve hem de uluslar arası bir çatışma alnıdır. Bölge kaynaklarının yetersizliği veya yanlış kullanımı da bir diğer problemdir. 25 26 Modern Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Ortadoğu ülkesi tanımının dışında kalır? a. Türkiye b. Suriye c. Irak d. İran e. Somali 6. Sünnîlikle Şiilik arasındaki en temel ihtilaf aşağıdakilerden hangisidir? a. Halifelik hakkının kime ait olduğu b. Hz. Ali ile Muaviye’nin anlaşmazlığı c. İmamların sayısı d. Mezheplerin sayısı e. Devlet merkezinin yeri 2. Günümüzde Nil deltası ile Sina Yarımadasını bağlayan geçit aşağıdakilerden hangisidir? a. Basra Körfezi b. Cebel-i Tarık Boğazı c. Babu’l Mendeb Boğazı d. Süveyş Kanalı e. Aden Körfezi 7. Aşağıdakilerden hangisi bir Hıristiyan gurubu değildir? a. Protestan b. Mormon c. Yakubi d. Aşkenaz e. Süryanî 3. Kabile toplumunun önderi aşağıdakilerden hangisidir? a. Şef b. Melik c. Kral d. Emir e. Sultan 8. Tarihte Yahudilerin ikinci büyük sürgünü kimler tarafından yapılmıştır? a. İspanyollar b. Asurlular c. Romalılar d. Osmanlılar e. Araplar 4. Moğol istilasından sonra kurtulan son Abbasi halifesini kimler himaye etmiştir? a. Memlükler b. Selçuklular c. Osmanlılar d. Eyyubiler e. Zengiler 9. Aşağıdaki teşkilatlardan hangisi teorik olarak panarabizmi temsil etmektedir? a. Opec Teşkilatı b. Körfez Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı c. Arap Birliği Teşkilatı d. Mağrib Birliği Teşkilatı e. İslam İşbirliği Teşkilatı 5. Filistin’in “uluslar arası bir bölge” haline dönüştürülme kararı hangi anlaşmada alınmıştır? a. San Remo Anlaşması b. Sykes-Picot Anlaşması c. Paris Barış Anlaşması d. Londra Anlaşması e. Nöyyi Anlaşması 10. Filistin sorunuyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Sorunun tarafları Arapların tamamıdır b. Bu konuda Araplar Arasında fikir birliği yoktur c. Filistin sorununun en önemli yönlerinden birisi de mültecilerdir d. Arapların gözünde İsrail işgalci bir devlettir e. Filistin sorunu sadece bölgesel bir sorundur 1. Ünite - Ortadoğu Tarihine Giriş 27 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar 1. e Anderson, Ewan W., (2000). The Middle East Geography and Geopolitics, London-New York. Blaga, Rafael, (1997). İran Halkları El Kitabı, Baskı Yeri Yok. Choueiri, Youssef M. (2011). “Ortadoğu’da Milliyetçilik Akımları, Yeni Pan-Arabizm Olgusu”, Ortadoğu Tarihi (Hazırlayan: Youssef M. Choueiri), İstanbul. Cleveland, William L., (2008). Modern Ortadoğu Tarihi, (Tercüme: Mehmet Harmancı), İstanbul. Dan, Smith, (2006). The State of the Middle East, An Atlas of the Conflict and Resolution, BerkeleyLos Angeles. Davison Roderic H., (1960). “Where is the Middle East?” Foreign Affairs, Vol. 38 Nu 4 (Julay 1960), p. 665-675. Fraser, T.G.-Mango, Andrew,- Mcnamara, Robert, (2011). Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, (Tercüme: Füsün Doruker), İstabul. Fromkin, David, (1994). Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? 1914-1922, (çeviren: Mehmet Harmancı), İstanbul. Gleave, Robert, (2011). “Şiilik”, Ortadoğu Tarihi (Hazırlayan: Youssef M. Choueiri), İstanbul. Goldschmidt, Arthur - Davidson, Lawrence, (2008). Kısa Ortadoğu Tarihi, (Tercüme: Aydemir Güler) İstanbul. Kurşun, Zekeriya, (1998). Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti’nin Doğuşu, Ankara. Kürkçüoğlu, Ömer E., (1972). Türkiye’nin Ortadoğu Politikası (1945-1970), Ankara. Lewis, Bernard, (1996). Ortadoğu: Hristiyanlığın Doğuşundan Günümüze Ortadoğu’nun 2000 Yıllık Tarihi (Tercüme: Mehmet Harmancı), İstanbul. Lewis, Bernard, (2000). Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği, (Tercüme: Mehmet Harmancı), İstanbul. Mansfıeld, Peter, (1991). A History of the Middle East, USA. Perry, Glenn, E., (1983). The Middle East Fourteen Islamic Centuries, New Jersey. Storm, Lise, (2011). “Ortadoğu’da Etnik-Ulusal Azınlıklar: Berberiler, Kürtler ve Filistinliler. Ortadoğu Tarihi (Hazırlayan: Youssef M. Choueiri), İstanbul. Tilley, Virginia, (2005). The One State Solution, USA. 2. d 3. d 4. a 5. b 6. a 7. d 8. c 9. c 10. e Yanıtınız yanlış ise “Coğrafya ve Jeopolitik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Coğrafya ve Jeopolitik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Tarihin Belirleyici Rolü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Tarihin Belirleyici Rolü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Osmanlı Barışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Dinî Çeşitlilik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Dinî Çeşitlilik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Dinî Çeşitlilik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Çatışma Alanları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Çatışma Alanları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Coğrafya, Tarih, sahip olduğu kaynaklar ve barındırdığı etnik-dini yapı. Sıra Sizde 2 Türkler dağılma sürecine girmiş Ortadoğu Arap halkları üzerinde himayeci ve bütünleştirici bir rol üstlenmiştir. Asırlarca sürecek istikrarı sağlamışlardır. Sıra Sizde 3 Osmanlı devleti farklılıkları koruyarak coğrafyayı bir bütün olarak idare ederken Avrupalılar farklılıkları öne çıkararak parçalamayı ve ayrıştırmayı tercih ettiler. Sıra Sizde 4 Yerel özelliklerden, iç dinamiklerden ve uluslararası menfaat guruplarının rekabetinden kaynaklanan çatışmalar olarak tanımlanabilir. Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 1: Ortadoğu Tarihine Giriş Ortadoğu Tarihine Giriş 1. "Ortadoğu" kavramı literatürde ilk kez kim tarafından kullanılmıştır? Cevap: Ortadoğu tanımı coğrafi bir terim değil, siyasi bir tanımdır. Bu yüzden anlamı konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Zira "doğu" herkes nazarında bir yönü ifade ederken "orta" kelimesi "neyin veya nerenin ortası" sorusunu da beraberinde getirmektedir. Yerkürenin hiçbir yeri başka bir yer için orta değildir. İlk defa 1850’lerde İngilizlerin Hindistan’daki Sömürge idaresi tarafından iç yazışmalarında kullanılmakla birlikte; gerçekte bir kavram olarak literatürde kullanılması Amerikan tarihçi Alfred Mahan (1840-1914) ile başlamıştır. Mahan, 1902 yılında kaleme aldığı bir makalesinde bu kavram ile doğu-batı ekseninde Basra Körfezi ve etrafını "orta" olarak tasvir etmiş; nitekim bu kavram 20. yüzyılın başında literatüre bu anlamı ile girmiştir. 2. Dar anlamı ile Ortadoğu hangi bölgeyi içine almaktadır? Cevap: Dar anlamı ile Ortadoğu, Güneybatı Asya devletlerini yani Arap Yarımadası, Basra Körfezi, Irak ve Suriye’yi içine alan bölgeyi içermektedir. Daha geniş anlamıyla da Güneybatı Asya’dan Kuzey Afrika’nın en batısı olan Fas (Mağrıb) ile doğuda Afganistan ve Pakistan’ı da içine alan bölgeye verilen isimdir. 3. Ortadoğu bölgesinin başlıca jeopolitik özellikleri nelerdir? Cevap: Ortadoğu, Afrika-Avrasya kara kitlelerinin doğal kavşak noktasıdır. En önemli geçiş yollarının üstündedir. Bölgenin bir adı da "Yedi Deniz Ülkesi"dir. Ortadoğu Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi yoluyla Güneydoğu Ukrayna’dan Akdeniz’e uzanan suyoluna yaslanmaktadır. Tarih boyunca Nil Deltası ve Sina Yarımadası kullanılarak karadan Akdeniz ile Kızıldeniz birbirine bağlanırken bu gün aynı işlevi Süveyş kanalı yapmaktadır. Diğer yandan Ortadoğu hava koridoru neredeyse bütün kıtaları birbirine bağlamaktadır. Bölgenin jeopolitiğini belirleyen en önemli faktörlerden bir tanesi de dünyanın istisnasız bağımlı olduğu enerji kaynaklarıdır. Tek başına Arap dünyası, dünya enerji kaynaklarının %60’tan fazlasına sahip iken bütün İslam dünyası ele alındığında bu rakam %75’i geçmektedir. Bu özellikleri ile tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Ortadoğu dünyanın en önemli cazibe merkezi ve aynı zamanda en büyük çatışma alanıdır. 4. Jeopolitik kavramı neyi ifade eder? Cevap: Jeopolitik, coğrafya ve tarihin belirlediği ilişkilerdir. Devletlerin dış politika davranışlarını, ülkelerin coğrafi konumu, fiziki çevresi, sahip olduğu kaynaklar, geçiş yolları vs. ile ilişkilendiren yaklaşımdır. Kısaca bir bölgenin coğrafyası ve orada gelişen tarih, o bölgenin jeopolitiğini (coğrafyadan kaynaklanan siyasi önemini) belirleyen dinamiklerdir. Bu kavram ilk defa İsveçli Kjellen (18641922) tarafından kullanılmış ve Halford MacKinder (1860-1947) tarafından geliştirilmiştir. 5. Ortadoğu bölgesinde, çöllerdeki vahalarda yerleşik hayatı benimsemiş guruplar hangileridir? Cevap: Hazarîler, Bedevilerin aksine çöllerdeki vahalarda yerleşik hayatı benimsemiş guruplardır. Kan bağı ve kabile bağları konusunda bedevîler gibi olmakla birlikte bunlar ziraat ve ticaret ile uğraşırlar. En büyük sorunları bedevîlerin yaptıkları yağmalardır. Bu yağmadan kurtulabilmek için bedevîlere ihave adıyla bir kardeşlik vergisi öderler. 6. Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan ihtilafta, iki tarafın hakeme başvurmasını reddeden guruplara verilen isim nedir? Cevap: Hariciler, Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan ihtilafta, iki tarafın hakeme başvurmasını reddeden guruplara verilen isimdir. Zamanla bir inanç biçimine dönüştü. Hz. Peygamber soyuna (Seyyidlere) bağlılıkları olmakla birlikte Şiilikten farklı bir doktrin geliştirdiler. Özellikle Kuzey Afrika’da İslamin yayılmasında etkili oldular. Bu gün daha ziyade Uman ve kısmen Libya’da (Cebel Nefusa’da) varlıklarını İbadilik adı altında sürdürmektedirler. Ortadoğu Tarihinde Türkler ve Osmanlı Barışı 7. Arap coğrafyasında tam bir "Osmanlı Barışı"nın egemen olması hangi dönemde gerçekleşmiştir? Cevap: 17. yüzyılın ikinci yarısında Arap coğrafyası Osmanlılar tarafından on dört merkezden (eyaletten) idare ediliyordu. Şehirleşme artmış, göçebe unsurlar daha fazla istikrara kavuşmuştu. Genel olarak 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Arap coğrafyası, Şam, Trablus-ı Şam, Halep, Musul, Bağdat, Basra, Lahsa, Yemen, Mısır, Habeş, Tunus, Trablusgarp, Cezayir-i Garp ve Mekke-i Mükerreme eyaletlerinden oluştu. Sonuç, 17. ve 18. yüzyıllarda Arap coğrafyasında tam bir "Osmanlı Barışı" egemen oldu. Genel olarak Osmanlı’nın bölgedeki varlığının sebebi olan Avrupa askerî tehdidinin ortadan kalkması ayrıca 18. yüzyıldan itibaren yerel gelirlerin bu idareyi aynen sürdürmeye yetmemesi, bir kısım değişikliklere gidilmesini ve eski mahalli güçlere idarede daha fazla yer verilmesi sonucunu doğurdu. Bu durum bir taraftan Vehhabî hareketi gibi değişik etkenlerle merkezden kopuşları, daha bağımsız hareket etmeyi beraberinde getirirken, diğer taraftan merkezin modernleşme gayretlerini arttırarak yeni bir toplumsal ve siyasi düzen arayışlarını hızlandırdı. Aynı süreç bölge halklarının (bugünkü Ortadoğu halklarının) Avrupaî düşünce ile tanışmasını da beraberinde getirdi. Özellikle batının ilham ettiği etnik ve dinî milliyetçilikler Osmanlı yönetimine karşı hoşnutsuzluğu doğurdu. Avrupa’dan gelen ayrılıkçı fikirler ve Protestan misyonerlerin faaliyetleri yönetime karşı tavır almayı öğretiyordu. Bu fikirleri besleyen gazete, dergi ve kitaplar elden ele dolaşmaktaydı. 8. Tarihte hangi süreç Ortadoğu kavramını ve bugünkü Ortadoğu'yu meydana getirmiştir? Cevap: Ortadoğu kavramını ve bugünkü Ortadoğu’yu (dar ve geniş anlamlarıyla) meydana getiren süreç I. Dünya Savaşı’dır. Savaş he ne kadar Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki rekabetten dolayı Avrupa’da başlamış olsa da hemen tamamının hedefindeki coğrafya Osmanlı egemenliğinde ve onun hinterlandındaki alanlarıydı. Osmanlı Devleti İngilizler ile savaştan sadece bir yıl önce (1913 Osmanlıİngiliz Anlaşması) Basra Körfezi, birkaç ay önce de (1914 Osmanlı-İngiliz Anlaşması) Güney Arabistan’da Osmanlı-İngiliz nüfuz alanlarının belirleyen bir anlaşma yaptı. Anlaşma Osmanlı aleyhinde birçok maddeyi içermesine rağmen, Osmanlıların kendi coğrafyalarındaki uluslararası rekabetin hızını kesmeyi amaçlıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin savaşta Almanya’nın yanında yer alması beklenen ve istenilen bir durumdu. Osmanlı idarecilerinin o sırada farklı bir davranış sergileyememesi de savaşı kısa zamanda Avrupa cephesinden bu coğrafyaya taşıdı. Savaş başladığında Osmanlı Devleti iki önemli noktada İngiltere için tehdit oluşturuyordu. Birincisi İngilizlerin Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan asker ve mühimmat getirdikleri Süveyş Kanalı idi. İkinci bölge ise savaş gemilerinin yakıt kaynağı olmaya başlayan petrolün bulunduğu Basra Körfezi idi. Osmanlı Devleti’nin Çanakkale’deki güçlü istihkamatı ise İtilaf Devletleri’nin boğazları aşarak Karadeniz’e inip Rusya ile bütünleşmelerine engel idi. 9. I. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu bölgesinde manda sistemini resmileştiren olay nedir? Cevap: Bölgede manda sistemini resmileştiren San-Remo Konferansı'nın (19-26 Nisan 1920) alt yapısını hazırladı. Buna göre Suriye ve Lübnan Fransız mandası, Irak ve Filistin’in de İngiliz mandası altına alınması kararlaştırıldı. Her iki devletin savaş öncesi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da işgal veya anlaşmalar yoluyla elde ettiği sonuçlar hiç tartışılmadı. Yani o bölgelerin geleceği de tıpkı manda altındakiler gibi Avrupalı emperyalist güçlerin eline bırakıldı. Türkiye’nin kaderi ise Sevr anlaşmasında çizilecekti. Anadolu’da başlayana Millî Mücadele bu anlaşmayı ortadan kaldırdı. Oysa San Remo’nun ağır şartları Ortadoğu’da uzun yıllar etkili olmaya devam etti. Etnik-Dinî Yapı ve Çatışma Alanları 10. Çerkezlerin Ortadoğu bölgesine gelişi ne şekilde gerçekleşmiştir? Cevap: Kafkas halklarından olan Çerkezler ağırlıklı olarak Osmanlı Devleti’nin Kafkaslardan çekilip bölgede Rusların baskılarının başlaması ile yaşanan göçlerle Ortadoğu’ya doğru gelmişlerdir. Çoğunluğu Osmanlı Devletinin iskân ettiği yerlerde yaşamaktadırlar. Türkiye’de Anadolu’da, Ürdün, Suriye, hatta kısmen İsrail’de Çerkez bulunmaktadır. Bulundukları ülkeye asimile olmadan uyum gösterebilen ve farklı şiveleri olan Çerkezler kendi dillerini de koruyabilmişlerdir. Hemen tamamı Sünnî Müslümanlardır. 11. Farslar'ın merkezî bir otorite altına girmesi ilk kez hangi dönemde gerçekleşmiştir? Cevap: Tarihi Perslerden geldiği kabul edilen ve Farsça konuşan topluluklardır. Ağırlıklı olarak İran’da yaşamakla birlikte köken itibarı ile Kuzey Kafkasya üzerinden gelerek bölgeye yerleştikleri kabul edilmektedir. Bugün İran’da çoğunluğu teşkil eden bir ırk olarak görülen Farslar esas itibari ile bir ırktan ziyade kökleri itibari ile çeşitli ırkların karışımından meydana gelmişlerdir. Tatlar, Talışlar, Gilekler, Mazandaranîler, Lekler Farslar’ın alt guruplarını oluşturmaktadırlar. İran’da Pehlevî Devleti’nin kuruluşuna kadar (1925) bu halklar birbirinden bağımsız gevşek bir federatif yapı ile yaşamışlardır. Bu anlamda Farslar ilk defa Pehlevî hanedanlığı ve İran İslam Cumhuriyeti zamanlarında merkezî bir otorite altına girmişlerdir. Çoğunluğu Şiî ayrıca Alevî olmakla birlikte, Sünnî Farsiler de vardır. Az da olsa Hıristiyan ve Musevîleri olduğu gibi eski İran dini (Zerdüşt-Mecusî) mensupları da bulunmaktadır. 12. Mandiler olarak da bilinen ve mensuplarının genellikle İran’ın Ahvaz ve Hurremşehr bölgesi ile Irak’ta Ammara, Bağdat ve Basra bölgelerinde yaşayan dinin adı nedir? Cevap: Mandiler olarak da tanınan Sabiilik dinine mensup kişiler, aydınlık ile karanlık arasındaki dualizme dayandırdıkları inanç sistemlerinde, maddî evrenin dolayısıyla bedenin de kötü olduğuna inanırlar. Ruhun beden hapishanesinde olduğunu kabul ederler. Genellikle İran’ın Ahvaz ve Hurremşehr bölgesi ile Irak’ta Ammara, Bağdat ve Basra gibi bölgelerde yaşamaktadırlar. 13. Kökü Emeviler zamanına kadar indirilen ve İslam ile putperest inançların karışımından meydana gelen din hangisidir? Cevap: Yezidilik, kökü Emeviler zamanına kadar indirilen ve İslam ile putperest inançların karışımından meydana gelen bir dindir. Melek Taus diye isimlendirdikleri Şeytan’a tapmaları ile tanınmışlardır. Suriye’de ortaya çıkmasına rağmen Kuzeybatı Irak’ta Sincar dağlarında Kürtler arasında gelişmiştir. Bugün ağırlıklı olarak Irak’ta yaşamakta olup yeni Irak anayasasında da kabul edilen etno-dinî bir guruptur. 14. 18. yy.da Osmanlı topraklarında, Orta Arabistan’da Hanbeli mezhebinin yeni bir yorumu olarak ortaya çıkan ve İslamı doğduğu ilk saf şekliyle yaşatma iddiasında olan hareket hangisidir? Cevap: Sünnîlik içinde istisna teşkil eden ikinci hareket Vehhabiliktir. 18. Yüzyılda Osmanlı topraklarında, Orta Arabistan’da Hanbeli mezhebinin yeni bir yorumu olarak ortaya çıkan bu hareket, diğer mezheplerin bazı yaklaşımlarını, tasavvufî gurupların ise bütün fikirlerini reddetmektedirler. İslamı doğduğu ilk saf şekliyle yaşama ve yaşatma iddiasında olan bu hareket, önce Osmanlı Devleti’nin otoritesine karşı gelerek siyasallaştı. Ardından Arap Yarımadası ve Basra körfezinde de fikirlerini güçle yayarak etkin bir fıkhî/siyasî hareket oldu. Bu gün Suudi Arabistan’ın resmi İslam yorumunu temsil etmektedir. Bu devletin yasaları da bu yoruma dayandırılmaktadır. Yorum ve uygulama farklılıklarından dolayı diğer geleneksel İslamî anlayışlar ile çatışmaktadır. 15. Sünniliğin karşısında yer alarak İslam tarihinde siyasi tavır gösteren ilk hareket hangisidir? Cevap: Şiilik, Sünniliğin karşısında yer alarak İslam tarihinde siyasi tavır gösteren ilk harekettir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Halifeliğin onun akrabası ve damadı olan Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunan guruptur. Özellikle Hz. Ali’nin 661 tarihinde öldürülmesinden sonra organize olmuşlar ve Müslümanların önderi olan Emirülmüminin (İmamet) vasfının Hz. Ali’den sonra onun soyundan (Ehl-i Beyt’den) gelenlerde olduğunu savunmuşlardır. 16. Şiiliğin Sünnîliğe en yakın anlayışta olan kolu hangisidir? Cevap: Zeydilik Şiiliğin ikinci kolu olup Sünnîliğe en yakın anlayıştır. Onlar İmamiye’nin aksine Hz. Ali’nin soyundan gelen sadece ilk dört imamı benimsemekte ve dördüncü imamdan sonra İmamiye kolundan ayrılmaktadırlar. 9. yüzyılın sonlarında Kuzey Yemen taraflarını kontrol ederek devletleştiler. Osmanlı Devleti’nin bölgeyi kontrolünden sonra mümkün mertebe devlet otoritesinin ulaşmadığı yerlerde varlıklarını sürdürdüler. Yemen toplumunda Sünnî-Zeydî ayrımı ise zaman zaman çatışmaların da kaynağı oldu. 17. Karmatiler ve Fatımileri de içine alan ve on iki imamın sadece ilk yedisini kabul eden dini grup hangisidir? Cevap: İsmailiye, Şiiliğin üçüncü ana koludur. Bu inanca mensup kişiler on iki imamın sadece ilk yedisini kabul etmektedirler. Azınlık da olsalar geniş coğrafyaya yayılan en etkin gurup olmuşlardır. Ortaçağ’da Kuzey Afrika ve Hindistan’da varlık gösterdiler. İslam tarihinin en radikal gurubu olarak tanınan Karmatiler ile hem fatih hem de bilim ve sanatta üretici olmuş olan Fatımiler bu koldan gelmektedirler. Karmatiler Basra Körfezi’nde etkin oldukları gibi; bir ara Kâbe’den Hacerulesved’i çalarak Hasa’da yeni bir Kâbe kurmaya teşebbüs ettmişlerdir. Bugün artık müntesipleri olmamakla birlikte, kimi radikal hareketlerin kaynağı oldukları yorumları yapılmaktadır. Fatımiler Kuzey Afrika’da etkin olmuş; Kahire’yi inşa ettmiş ve Selçukluların ortaya çıkışına kadar Abbasi hilafetine tehdit ederek Kuzey Afrika’da alternatif bir hilafet kurmuşlardır. Türkler tarafından siyasi varlıklarına son verilen bu kolun bir tarafını radikal bir gurup olan Haşhaşiler devam ettirdiler. 18. Filistin meselesinin İngilizler tarafından BM’ye taşınması ve Taksım Planı hangi tarihte gerçekleşmiştir? Cevap: Filistin meselesinin İngilizler tarafından BM’ye taşınması ve Taksım Planı 1947 yılında gerçekleşmiştir. 19. Ortadoğu bölgesinin kaynakların kullanımı ile ilgili sorunları nelerdir? Cevap: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri doğal kaynaklar bakımından eşit imkânlara sahip değildir. Bir tarafta çoğunluğu yoksulluk düzeyinin altında yaşayan halklar diğer tarafta petrolden zengin olmuş devletler bulunmaktadır. Bu çelişki bölge ülkeleri arasında ciddi gizli çekişmelere neden olmaktadır. Diğer taraftan bölgenin gelir kaynaklarının büyük bir bölümü silahlanmaya harcanmaktadır ki; bu durum hem kaynakların verimsiz kullanımını ve hem de silahlanmayı haklı gösterecek yeni çatışma alanlarını meydana getirmektedir. Zengin ülkelere iş gücü transfer edilirken, fakir ülkeler bir taraftan bu iş gücünden yoksun kalmakta diğer taraftan da bu göçten reel olarak faydalanamamaktadır. Su kaynaklarının yetersizliği bölgedeki bir diğer sorundur. İsrail önemli nehir (Batı Şeria, Golan) ve yer altı su kaynaklarını kontrol ettiği için avantajlı konumdadır. Bu da çatışmaları sürekli kılmaktadır. Aynı şekilde Nil üzerindeki devletlerin de nehir suyunun paylaşımı konusunda sorunları bulunmaktadır. Diğer taraftan Türkiye, Suriye ve Irak arasında Dicle ve Fırat sularının paylaşımı ile ilgili ihtilaflar da hep gündemde tutulmaktadır. 20. Arap Baharı hareketinin başlıca nedenleri nelerdir? Cevap: Arap Baharı, 2010 yılı itibari ile Tunus’ta başlayıp, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’yi de etkileyen halk hareketlerine verilen isimdir. Gittikçe diğer bölgelere de bir şekilde sirayet etmesi muhtemeldir. Daha ziyade ekonomik adaletsizliğin aşırı noktalara ulaşması, uzun süredir yönetimleri ellerinde bulunduran liderlerin halkın demokratik taleplerine kulak tıkaması ve en önemlisi de hızla meydana gelen demografik değişim bu yeni süreci hazırladı. Baskılara ve sosyal adaletsizliklere karşı müşterek hareket eden halk yığınları maalesef çözüm önerileri konusunda aynı fikirde olmamaları, bu süreci yaşamaya başlayan her ülkenin farklı şartları yeni çatışma alanları doğurdu. Ancak bu süreç toplumsal taleplere karşı direnmenin imkansızlığını ortaya koyması bakımından anlamlı ve ümit vericidir. TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 1 - Alıştırma Soruları 1 ) Ortadoğu'daki etnik yapı ile ilgili aşağıdakilerden hangisi doğrudur? A ) Ortadoğu bölgesi göç almadığı için etnik çeşitlilikten görülmemektedir. B ) Ortadoğu'da ulus kavramı dinin oluşturduğu kültür kavramının önündedir. C ) Bölgede en çok konuşulan dil farklı aksanlarla da olsa Farsça ve ondan sonra Türkçedir. D ) En önemli etnik grubu Şiilik'tir. E ) Türkiye Türkleri’nin çoğu, Suriye Türkmenleri Sünni'dir. Çözüm : Ortadoğu coğrafyası eskiden beri zengin bir etnik çeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitlilik hem coğrafyanın yerli halklarından ve hem de tarih boyunca bölgede yaşanan göçlerden beslendi. Ayrıca etnik kimliğin beslediği ve yarattığı “ulus” kavramı burada batılıların anladığı anlamı kazanmadı. Her zaman din ve onun oluşturduğu kültür “ulus” kavramının önünde durdu. Bölgede en çok konuşulan dil farklı aksanlarla da olsa Arapça ve ondan sonra Türkçedir. Şiilik etnik grubu değil dini kollarından biridir. Türkiye Türkleri’nin çoğu, Suriye Türkmenleri Sünni iken; İran ve Irak Türklerinin de tamamına yakını Şii'dir. Bu nedenle doğru cevap E'dir. Doğru cevap E şıkkıdır. 2 ) Hangi devlet döneminde islami bilimler (hadis, tefsir, fıkıh), dil, felsefe ve tarih gibi kültür ve medeniyet alanında İslam dünyası önemli gelişmeler yaşamıştır? A ) Emevîler B ) Abbasiler C ) Sasaniler D ) Selçuklular E ) Osmanlılar Çözüm : Abbasiler döneminde islami bilimler (hadis, tefsir, fıkıh), dil, felsefe ve tarih gibi kültür ve medeniyet alanında İslam dünyası önemli gelişmeler yaşamıştır. Doğru cevap B seçeneğidir. Doğru cevap B şıkkıdır. 3 ) Çöllerdeki vahalarda yerleşik hayatı benimsemiş gruplar aşağıdakilerden hangisi ile adlandırılırlar? A ) Hazari B ) Bedevi C ) Farsi D ) Nebati E ) Acemi Çözüm : Hazariler, Bedevilerin aksine çöllerdeki vahalarda yerleşik hayatı benimsemiş gruplardır. Kan bağı ve kabile bağları konusunda bedevîler gibi olmakla birlikte bunlar ziraat ve ticaret ile uğraşırlar. En büyük sorunları bedevîlerin yaptıkları yağmalardır. Bu yağmadan kurtulabilmek için bedevîlere “ihave” adıyla bir “kardeşlik vergisi” öderler. Buna göre doğru cevap A'dır. Doğru cevap A şıkkıdır. 4 ) Abbasiler'in devlet merkezi aşağıdaki şehirlerden hangisidir? A ) Şam B ) Bağdat C ) Tebriz D ) Tahran E ) İstanbul Çözüm : Emevileri ortadan kaldırdıktan sonra devlet merkezini Şam’dan Bağdat’a taşıyan Abbasiler devrim sırasında karşı oldukları hanedan/hilafet sistemini de aynen tatbik ettiler. Buna göre doğru cevap B'dir. Doğru cevap B şıkkıdır. 5 ) Emevilerin son dönemlerinden itibaren varlıkları hissedilen hatta Abbasi ihtilalinde etkin olan Türk unsurlar da bugün Ortadoğu diye nitelenen coğrafyanın tarihinde etkin bir şekilde devreye girdi. Başka bir ifade ile bölge tarihine bir dış dinamik olarak dahil olmuştur. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey hangi yılda Bağdat’ta bir kurtarıcı olarak karşılandı? A ) 1035 B ) 1045 C ) 1055 D ) 1065 E ) 1075 Çözüm : 1055’te Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdat’ta bir kurtarıcı olarak karşılandı. Doğru cevap C şıkkıdır. 6 ) Moğollar hangi yıl Bağdat'ı işgal ettiler? A ) 1258 B ) 1259 C ) 1260 D ) 1261 E ) 1262 Çözüm : Moğollar 1258 yılında Bağdat'ı işgal ettiler. Doğru cevap A şıkkıdır. 7 ) İslam dünyasının güç merkezini İstanbul’a taşıyan padişah aşağıdakilerden hangisidir? A ) Fatih Sultan Mehmed B ) Yavuz Sultan Selim C ) Kanuni Sultan SÜleyman D ) Sultan Vahdettin HAn E ) Sultan II. Abdülhamit Han Çözüm : İslam dünyasının güç merkezini İstanbul’a taşıyan padişah Yavuz Sultan Selim'dir. Doğru cevap B şıkkıdır. 8 ) Yedi Deniz Ülkesi hangi coğrafyanın ismidir? A ) Ortadoğu B ) Güneybatı C ) Avrupa D ) Antartika E ) Kuzeydoğu Çözüm : Ortadoğu, Afrika-Avrasya kara kitlelerinin doğal kavşak noktasıdır. En önemli geçiş yollarının üstündedir. Bölgenin bir adı da “Yedi Deniz Ülkesi”dir Doğru cevap A şıkkıdır. 9 ) Sunnilik içinde istisna teşkil eden bir harekettir. 18. yüzyılda Orta Arabistan'da ortaya çıkmıştır. İslamı ilk saf şekliyle yaşatma iddiasındadır. Osmanlı Devleti'nin otoritesine karşı gelerek siyasallaşmıştır. Suudi Arabistan'ın resmi İslam yorumunu temsil eder. Yukarıdaki ifadeler aşağıdaki mezhep ve dini hareketlerden hangisini tanımlamaktadır? A ) Hanefilik B ) Bektaşilik C ) Malikilik D ) Kadirilik E ) Vehhabilik Çözüm : Sünnîlik içinde istisna teşkil eden hareketlerden biri olarak Vehhabilik 18. Yüzyılda Osmanlı topraklarında, Orta Arabistan’da Hanbeli mezhebinin yeni bir yorumu olarak ortaya çıktı. Diğer mezheplerin bazı yaklaşımlarını, tasavvufî gurupların ise bütün fikirlerini reddetmektedirler. İslamı doğduğu ilk saf şekliyle yaşama ve yaşatma iddiasında olan bu hareket, önce Osmanlı Devleti’nin otoritesine karşı gelerek siyasallaştı. Ardından Arap Yarımadası ve Basra körfezinde de fikirlerini güçle yayarak etkin bir fıkhî/siyasî hareket oldu. Bu gün Suudi Arabistan’ın resmi İslam yorumunu temsil etmektedir. Bu bilgiler ışığında doğru cevap E seçeneğidir. Doğru cevap E şıkkıdır. 10 ) Aşağıdakilerden hangisi Şiiliğin kollarından biri değildir? A ) Fatımilik B ) Karmatilik C ) Şafiilik D ) Bahailik E ) Zeydilik Çözüm : Şiilik, Kur’anı zahiri anlamdan ziyade batınî olarak yorumladıklarından kendi aralarında da ihtilafa düşerek önce üç ana sonra da bunlardan doğan pek çok guruplara ayrıldılar. İmamiye Şiası en büyük grubu temsil etmektedir. Irak, İran ve Basra Körfezinde etkin olan İmamiye, tarih boyunca Şeyhilik, Ahbarilik ve Bahailik gibi yorumlar ile değişik kollara ayrıldı. Zeydilik Şiiliğin ikinci kolu olup Sünnîliğe en yakın anlayıştır. Şiiliğin üçüncü ana kolu İsmailiyedir. İslam tarihinin en radikal gurubu olarak tanınan Karmatiler ile hem fatih hem de bilim ve sanatta üretici olmuş olan Fatımiler bu koldan gelmektedirler. Şafiilik dinin uygulanmasını anlatan fıkhı mezheplerdendir. Doğru cevap C şıkkıdır. 2 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 2: Ortadoğu Tarihi’nde Haşimiler: Irak ve Ürdün Ortadoğu Tarihi’nde Haşimiler Haşimiler X. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar (1924) Mekke’nin yönetimini elinde bulunduran emirlerle, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bir müddet Hicaz, Suriye, Irak ve halen Ürdün’de hüküm süren kralların mensup olduğu ailenin adıdır. Hz. Muhammed’in torunları olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soyundan gelen şerif ve seyyidler uzun zaman Mekke’yi yönettiler. Ancak X. yüzyıldan itibaren ise sadece Hz. Hasan’ın soyundan gelenler burayı yönettiler ve günümüze kadar da Hicaz ve Ortadoğu tarihinde önemli rol oynadılar. Osmanlı sultanları Mekke-Medine ve hac yollarının olduğu bölgeyle hep yakından ilgilenmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı Osmanlı topraklarına katması üzerine (1517), Mekke emiri Şerif Berekat bir heyet yollayarak Osmanlı hakimiyetini benimsediğini belirtti. Yavuz sultan Selim bunun üzerine Şerif Berekat’a Mekke emirliğini bırakmış ve pek çok altın ve hediye göndermiştir. Bu tarihten itibaren Mekke ve Medine’de hutbe Osmanlı padişahı adına okutulmuştur. Osmanlı sultanı en güçlü Müslüman lider olması sebebiyle halifelik görevini de üstlenmiş oluyordu. Osmanlı devleti Haşimilere peygamber soyundan geldikleri için hep sayılı davranmış, aynı zamanda onları da Mekke emiri yaparak hem protokolde önemli bir yer vermiş hem de bölgeyi kontrol altında tutmada bir araç olarak kullanmıştır. Kendi içlerindeki ailevi tartışmalara çok müdahale etmemiş, geleneksel yöntemlerle sorunların çözümünü kabul etmiştir. Aileler arasındaki tartışmalarda daha güçlü ve bedeviler üzerinde daha nüfuzlu olan aileden yana olarak, emirliği o aileye vermiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra ansızın ölen Mekke emirinin yerine atanan Şerif Hüseyin b. Ali ise diğerlerinden farklı olarak çok hırslı bir kişilikti ve ittihatçıların tüm yurtta uyguladıkları standart anayasa ve merkezileşme politikalarından rahatsızlık duyuyordu. Çünkü bu standart yasalar ile Mekke emiri olarak ayrıcalıklı durumunu kaybetmişti. Özellikle 1914’te Vehip Bey’in Hicaz valisi olarak atanması ile Şerif Hüseyin’in rahatsızlığı iyice arttı. Çünkü Mekke Cidde üzerinden yönetilmekteydi ve Vehip Bey neredeyse Şerif Hüseyin’i yok sayarak hareket ediyordu. I. Dünya Savaşı’nda Hicaz Bölgesi (Cidde-Mekke-Medine ve civarı) üzerinde birtakım hesapları olan İngilizler Şerif Hüseyin’in isyan girişimini desteklediler. Şerif Hüseyin İngilizlerin desteği ile hilafeti Osmanlı’dan alınarak Haşimi ailesine verilmesini ve büyük bir Arap imparatorluğu kurmayı amaçlıyordu. 27 Haziran 19162da başlayan isyan T. Edward Lawrence gibi İngiliz ajanlarının da desteğiyle Osmanlı lojistik merkezlerine ciddi kayıplar verdirdi. Hicaz demiryolu da sabotaj eylemleri ile işlevsiz hale gelince, Osmanlı’nın bölge savunması ciddi darbe aldı. Osmanlı askerlerinin Medine’den çekilmesi üzerine Hicaz’da kontrolü tamamen sağlayan Şerif Hüseyin kendisini Arap ülkeleri kralı ilan etmiş, fakat İtilaf devletleri onu sadece Hicaz kralı olarak tanımışlardır. Savaştan sonra da bu durum değişmeyince Şerif Hüseyin büyük hayal kırıklığına uğramış ve Hicaz Haşimi Krallığı ile yetinmiştir. 1924’te Türkiye’nin hilafeti kaldırması üzerine Şerif Hüseyin kendisini halife ilan etmiş, fakat muhaliflerinin tepkisiyle karşılaşmıştır. Muhaliflerinden Necid Emiri Abdülaziz b. Suud önce Mekke’yi ve sonra bütün Hicaz’ı ele geçirerek, Hicaz Haşimi Krallığı’na (1916-1925) son vermiştir. Şerif Hüseyin’in oğlu olan ve Şam’ı alan Faysal; savaştan sonra toplanan Paris Barış Konferansı’na (1919) bütün Arapların temsilcisi olma iddiasıyla katılmış, fakat yalnızca Hicaz temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Faysal ilk defa burada İngilizlerin kendisini kandırdığını anlamış ve bu tarihten sonra Mustafa Kemal’e işgalcilere karşı birlikte hareket etmeyi önermiştir. Fakat bu mümkün olmamıştır. Konferans sonrası Emir Faysal Suriye’ye dönerek, Filistin ve Lübnan’ı da içine alan bölgede Büyük Suriye Kralı ilan edildi. Fakat bu durum 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda reddedilerek, Suriye ve Lübnan Fransız mandasına bırakıldı. İki taraf arasında yaşanan Meyselun Savaşı’ndan sonra Fransızlar Şam’ı işgal ederek ikinci Haşimi Krallığın da son vermiştir. Ancak İngilizlerin desteği ile Faysal 1921’de Irak’ta ve kardeşi Abdullah Ürdün’de kral edildiğinde yeni Haşimi Krallıkları kurulmuştur. Tanımlanamayan Ülke: Irak Irak, Arap yarımadasının kuzeydoğusunda yer alır. Topraklarının yaklaşık %40’ını çöller oluştursa da önemli petrol rezervleri ve tarım potansiyeline sahiptir. Önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle’den özellikle Fırat’ın Türkiye ve Suriye üzerinden Irak’a ulaşması su konusunda dışarıya bağımlı olmasına yola açmıştır. Irak da diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu etnik ve dini çeşitliliğe sahip bir ülkedir. Arap, Kürt ve Türk etnik unsurlarının dışında daha ziyade dini farklılıkları ifade eden Keldani, Süryani, Ermeni, Musevi, Sabii (Mandei) ve Yezidiler bulunmaktadır. Sağlıklı bir nüfus sayımı olmamakla birlikte Şii nüfus Sünni nüfustan fazladır. Gerçekte tarihi Irak bugünkü Irak’ın güney kesimidir. Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında yapılan düzenlemelerle Irak ismi, Osmanlı Devleti’nin Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerine verilmiştir. Tarihçiler Osmanlı Devleti’nin Irak’taki varlığını üç devreye ayırırlar: • • • Doğrudan idarenin sürdüğü 1534-1704 dönemi, Kölemen valilerin idaresindeki 1704-1831 dönemi, Doğrudan Osmanlı idaresinin ikinci dönemi olan 1831-1923. Osmanlı Devleti bedevileri yerleşik hayata geçirmek için yoğun faaliyetlerde bulunmuş ve Irak’ın imarı için pek çok çalışma yapmıştır. Diğer taraftan Basra bölgesindeki uluslararası rekabetin artmasıyla da Osmanlı Devleti’nin dikkati bölgeye daha çok çekilmiştir. Bölgede zengin petrol yataklarının bulunduğunun anlaşılması ile özellikle İngilizler bölgedeki nüfuzunu artırmaya, Osmanlı Devleti de buna karşı koymaya çalışmıştır. I. Dünya Savaşı’nın başlamasının akabinde Londra’daki en önemli gündem Irak’ın geleceğiydi. Osmanlı Devleti’nin Kasım 1914’te savaşa girmesiyle de İngiltere fiili olarak Irak’ın işgaline başlamıştır. 1916 ortalarından itibaren Bağdat’a doğru harekete geçen İngiltere, Mart 1917’de Bağdat’ı işgal eti. Bu arada İngiltere müttefiklerini yaptıkları gizli anlaşmalarla Irak’ta (Musul hariç) manda yönetimi kurmaya ikna etmişti. Musul’da ise Fransa’nın gözü vardı. Bölgede İngiliz mandası resmen 1920 San Remo Konferansından sonra kuruldu. Fakat kurulacak mandanın şekli ve Irak’ın idari taksimatı üzerinde İngiltere ile müttefikleri arasında yoğun tartışmalar yaşandı. İngiltere'nin temel arzusu Irak'ın bölünmesiydi. Bu isteğin temel sebebi Musul'un yeniden Türkiye'ye geçme ihtimaliydi. Irak halkının büyük bölümü geleceklerini Osmanlı devleti ile görüyorlardı ve bu isteklerini hem İstanbul hükümetine hem de Ankara'da oluşan BMM'ye ilettiler. San Remo Konferansı sonrasında yaşananlar Irak'ın idaresinin çok da kolay olmayacağını İngilizlere göstermiştir. Şii bölgelerini teskin etmek için bölgenin ileri gelenlerine görevler verildi ancak Kerbela Necef'te başlayan ayaklanma iki ay kadar sürdü. Bu ayaklanmanın nedenleri Şii müçtehit Ayetullah Şirazi'nin "Müslüman olmayan bir hükümete bağlılığı isteyenlerin kafir olacağı" fetvasının yanında vergilerin üç katına çıkarılmış olması, İngilizlerin bölgedeki uygulamaları, işlerde yerli halk yerine Hintlilerin istihdam edilmesi sayılabilir. Aşiretlerinde katıldığı bu ayaklanma çok sayıda sivil ve askerin hayatına mal olmuştur. Irak Haşimi Krallığı İngiltere A. Wilson'u geri çekerek yerine Percy Cox'u görevlendirmek zorunda kaldı. P. Cox programını açıkladı ve buna göre İngiliz mandası devam edecekti ancak idare doğrudan değil dolaylı olacaktı. Hükümetin başkanı Irak'lı olacak ve hükümette İngilizler de bulunacaktı. Sonunda Şeyh Abdurrahman el Geylani başbakanlık için ikna edildi ve manda yönetiminin ilk hükümeti kurulmuş oldu. İngilizler stratejik noktalara kendi adamlarını getirerek tıpkı Mısır'da olduğu gibi bölgeyi perde arkasından idareye başladılar. Suriye'de "Suriye Kongresi" Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın kral ilan etti. Bu gelişme, kardeşi Abdullah’ın da Irak'ta kral olmasını gündeme taşıdı. İngilizler bu görüşe sıcak bakmasa da bir süre sonra Fransızların Suriye’den çıkardıkları Faysal'ın kral olması gündeme geldi. Krallık için birçok kişinin adı geçse de yapılan Kahire toplantısında en uygun adayın Şerif Faysal olduğu kararlaştırıldı. T. E. Lawrence'ın da gayretleri ile ikna edildi. İngilizlerin desteği ile Şerif Faysal'ın kral ilan edilmesi ile 23 Ağustos 1921'de Irak Haşimi Krallığı kuruldu. Kral Faysal İngilizlerle uyum içinde çalıştı ancak krallık kendisinde olsa bile otoritenin kendisinde olmadığının farkındaydı. Bu durum idare de bazı aksaklıklara neden oldu ve Irak ta İngiliz varlığından rahatsız olan guruplar yeniden toplanmaya başladılar ve sokaklar gösteri alanlarına döndü. İngilizler, Haşimi Krallığı ile Irak'ın İngiliz mandasında 25 yıl süreyle kalmasına yönelik bir anlaşma imzaladılar. Bu durum İngilizlerin daha rahat hareket etmelerine neden oldu. Böylece Musul başta olmak üzere bölgenin de geleceği ile ilgili birçok plan yapmaya başladılar. Bu durum İngilizlere karşı olan muhalefeti arttırdığı gibi Musul meselesini de yeniden canlandırdı. İngilizler Lozan da Musul meselesinin çözümünü daha ileri bir tarihe erteletmeyi başardılar. Milletler Cemiyeti, Araştırma Komisyonunun raporuna uyarak Musul ile ilgili kararlar aldı, bu kararlar ile İngilizler için Musul üzerinde tehlike arz eden Türkiye devre dışı kaldı. İngilizler de kendileri için maliyetli olan mandadan vazgeçerek mandanın kaldırılmasına karar verdiler. Kral Faysal 1922 manda anlaşmasını değiştiren, Irak'ın bağımsızlığını hazırlayan 1930 İngiliz-Irak anlaşmasını yaptı. Irak Cumhuriyeti Faysal'ın ölümü ile birlikte iktidar çekişmeleri başladı. Gazi'nin iktidar döneminde ayaklanmalar, askeri ihtilaller, kabine değişiklikleri ve İngilizlere karşı direnişler yaşandı. Gazi'nin ölümü sonrasında yerine kardeşi II. Faysal geçti yaşının küçük olması nedeniyle idare kral vekili Abdulillah tarafından sürdürüldü (1939-1953). İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Irak da yeni ideolojiler ve fikirler çıktı. Liberaller, solcular, komünistler sosyal hayatı etkilemeye başladı. Sovyet nüfusundan rahatsız olan Amerika bölgede çeşitli paktların oluşturulmasını istedi. Bağdat Paktı bu nedenle imzalanmıştır. Bölgede bu çekişmeler yaşanırken Baasçı fikirlerden etkilenen Hür subayların lideri Abdülkerim Kasım bir darbe yaptı. Böylece Irak Cumhuriyeti kuruldu. Irak'ta 60'lı yıllar Arap Milliyetçiliğinin konuşulmasıyla geçti. İngilizler Kuveyt mandasını kaldıracaklarını belirtince Irak Kuveyt’in ilhakını istedi ve bu istek Arap dünyasından kopmasına neden oldu. Nasırcı ve Baasçı subaylar Abdülkerim Kasım'ı öldürerek yerine Abdüsselam Arif'i getirdiler. Nasırcı ve Baasçılar arasında bir çekişme başladı. Irak, Arap-İsrail savaşı sırasında İsrail'e savaş ilan etti. Batılı ülkelere petrol satışını durdurması Irak'ın Batı'dan kopmasına ve Sovyetler ile yakınlaşmasına yol açtı. Baas Partisi ve Saddam Hüseyin İdaresinde Irak Saddam Hüseyin liderliğindeki Baasçılar, devlet başkanı Abdurrahman Arif'in etrafındaki kişileri yetki vaadiyle kandırarak darbe yaptılar. Baas partisi ve rejimi yönetimi ele geçirdi. 72/75 yılları arasında Irak yabancı şirketleri millileştirdi, 73 petrol krizinde büyük gelir elde etti. Siyasi hayatına 1959 yılında başlayan Saddam Hüseyin'in popülerliği giderek arttı ve devlet başkanı Hasan el Bakr'ın şüpheli ölümü ile 16 Temmuz 1979'da Devlet Başkanlığı'na seçildi. Irak'ın BM ile işbirliği yapmaması Irak'ı Amerika nezdinde hedef haline getirdi ve 97/98 yıllarında Amerika tarafından bombalandı. Irak isteksizce de olsa BM'ye denetim için kapılarını açtı. 20 Mart 2003'te Amerika-Irak savaşı akıllarda bir çok soruyla başladı ve 9 Nisan'da sona erdi. Ancak ülkedeki karışıklıklar devam etti, sürgündeki muhalifler geri döndü, milyonlarca insan hayatını kaybetti. Irak halkı kendi kaderlerini belirlemek için belirleyici olamadıklarından bugün Amerika Irak üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Amerika’nın Körfez Politikaları ve Irak Ürdün Haşimi Krallığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan güvenlik problemi ve petrol kaynaklarının dağılımının nasıl olacağı sorunu Amerika'yı bölgeye çekti. Amerika bölgede gizli anlaşmalar yaparken aynı zamanda Sovyetler Birliği de bölgede bir takım faaliyetlerde bulunuyordu. Sovyetlerin stratejileri ve özellikle Kuzey Atlantik Paktı'nın oluşturulması İran'da Amerika'nın prestijini arttırdı. Coğrafya ve Etnik Yapı Arap yarımadasının kuzeyinde yer alan Ürdün, kuzeyde Suriye, doğuda Irak, güneyden Suudi Arabistan ve Akabe Körfezi, batıda Filistin ve İsrail ile çevrilidir. Hac yolu güzergahı üzerinde yer alır. 1908'de Hicaz demiryolunun açılması ile şehirleşme başladı. Yerleşik hayata geçenlerin çoğu Müslüman Araplardır. Ürdün Sünni yoğunluğa sahip olmakla birlikte çok az da Şii/ Alevi vardır. Ayrıca %5 oranında Hristiyan nüfus bulunmaktadır. 1957'de Eisenhower doktrininin(bu doktrin komünizmin açık tehlikesine karşı Ortadoğu ülkelerini korumayı taahhüt eder) açıklanmasından sonra Arap ülkeleri; • • Amerika ve Sovyet yanlısı olarak ikiye ayrıldı. Amerika'nın temel politikası "bölgesel bir gücün" ortaya çıkmamasıydı. Bunu da bir ülke üzerinde denemesi gerekiyordu. En uygun ülke Irak'tı. İran Şahının da desteğiyle bu politikayı uygulamaya başladılar. Zamanla Irak-İran arasındaki gerginlik bitmeye başladı ve İran'ın Amerika ile arası açılmaya başladı. Şah rejimine karşı İran'da "Kara Cuma" olarak bilinen gösterilerin sert bir şekilde bastırılması bölgenin kaderini değiştirdi. Olaylar kontrolden çıktı Şah kaçtı ve yerine Şii lider Ayetullah Humeyni geçti. Iraktaysa yönetimi Saddam Hüseyin tam yetki ile ele geçirdi. Soğuk savaş döneminde İran Amerika tipi silahlanırken Irak Sovyetler Birliği’nden silahlarını alıyordu. Amerika İran'a karşı tavır alsa da İran silah konusunda bir sıkıntı yaşamadı ve başka ülkelerden silah temin etti. Irak-İran Savaşı Uluslararası siyasi olaylar, iç meseleler Irak ve İran'ı karşı karşıya getirdi. Şii devrimine karşı olan Suudi Arabistan ve Kuveyt Irak yanında tavır sergilediler. Körfez'de yaşanan bu gelişmeler Saddam'ın güçlenmesine, İran'da ise yeni bir rejim doğmasına neden olacaktır. Amerika ise ekonomik kaynakların tamamen İran'ın yeni yönetiminin eline geçmemesi ve Sovyetlerin Hürmüz Boğazı'na hakim olmaması için Irak'ın yanında yer aldı. Körfez Krizi ve ABD'nin Bölgeye Yerleşmesi Amerika Irak'a desteğini İran'da yaşanan bir takım olaylar neticesinde aleni bir şekilde göstermeye başladı. Irak batılı devletlerce teknoloji, silah programları bakımından sürekli desteklendi. Bu durum Irak'ı dünyanın en borçlu ülkeler listesine soktu. Saddam'ın kimyasal silahları Halepçe'de Kürtler üzerinde kullanması artık kontrol edilemez olduğunu gösterdi. Irak askeri gücü Kuveyt'i işgal edince Amerika ve Batılı devletlerin beklediği hata yapılmış oldu ve körfez krizi başladı. ABD önderliğinde Kuveyt Irak işgalinden kurtarıldı ardından 1991'de Birleşmiş Milletler Teftiş ve Silahsızlandırma Heyeti (UNSCOM) Irak'ta nükleer silah aramaya başladı. Bu heyet çalışmaları sırasında geçen süre de Amerika Körfez'e daha kolay yerleşmiştir. Ürdün Haşimi Krallığı'nın Kurulması I. Dünya Savaşı sonrasında Ürdün, Allenby'nin "düşmanın işgal edilmiş doğu bölgesi" adı altındaki paylaştırma içinde kaldı. Faysal b. Hüseyin Suriye Krallığı’na Kerek ve Amman'ı bağladı, Maan ve Akebe ise bağlılıklarını Hicaz Kralı Hüseyin'e bildirdiler. Suriye'nin Fransız mandasına kalması bölgede karışıklığa yol açtı ve Mekke'de bulunan Şerif Hüseyin'in diğer oğlu Abdullah Maan'a gelerek kardeşini Fransızlara karşı destekledi. Bunun üzerine İngilizler Abdullah'ı destekleyerek onu Ürdün emiri ilan ettiler (1 Nisan 1921). 1923 yılında Abdullah başkanlığında Ürdün Hükümeti kurulması kararı verildi ve İngilizler yardımlarına devam etti. Bölgeye gelen İngilizler arasında Ürdün'ün asıl kurucusu sayılan Glub Paşa vardı. Emir Abdullah'ın bedeviler üzerindeki etkisi sayesinde İngiliz çıkarlarına zarar gelmemiş ve II. Dünya Savaşı'ndan önce Arap-Yahudi çekişmelerinde önemli rol oynamıştır. II. Dünya Savaşı sırasında Emir Abdullah İngiltere yanında yer almış ve Glubb Paşa komutasındaki ordusu ile savaşa girmiştir. Bu ordu İngiltere'nin Suriye'ye girmesini kolaylaştırmış ve bu hizmet karşılığında emir Abdullah bağımsızlık sözü almıştır. 22 Mart 1946 'da Ürdün’ün bağımsızlığı ve Abdullah'ın krallığı ilan edilerek Ürdün Haşimi Krallığı kurulmuştur. Ürdün bağımsızlığını ilan etmiş olmasına rağmen ordusu İngilizlerin elindeydi ve Arap milliyetçiliği bu durumdan rahatsızdı. Ortaya çıkan muhalefet Kudüs'te Kral Abdullah'ın öldürülmesine yol açtı. Ürdün meclisi o sırada İsviçre'de tedavi olan Tallal'ı kral ilan etti, rahatsızlığından ötürü yerine kardeşi Naif baktı. Meclis daha sonra başka bir kararla Tallal'ın yerine oğlu Hüseyin'i getirdi. Arap-İsrail çatışmalarının yoğun olduğu dönemde yaşadı ve 1970 yılında Ürdün'de ki Filistin Fedaileri Grubuna karşı savaş açtı. İsrail ile başladığı gizli görüşmeler Arap dünyasındaki etkinliğini kaybetmesine yol açtı. Ölümünden sonra yerine oğlu Kral Abdullah geçti. Ülke batılı bir anayasal monarşi görüntüsünde olup partiler ve seçim olmasına rağmen siyasi istikrar mevcut değildir. Filistinli mülteciler, kaynakların yetersizliği gibi sorunlarla uğraşmakta olan Ürdün, İsrail ile sınırının olması sebebiyle Batılı ülkelerle aracı konumundadır. Okuma yazma oranı en yüksek ülkelerden biri olan Ürdün'de işsizlik %30 civarındadır. Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün ORTADOĞU TARİHİ’NDE HAŞİMÎLER Hicaz ve Suriye Haşimî Krallıkları Haşimîler X. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar (1924) Mekke’nin yönetimini elinde bulunduran emîrlerle, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bir müddet Hicaz, Suriye, Irak ve halen Ürdün’de hüküm süren kralların mensup olduğu ailenin adıdır. Hz. Muhammed’in torunları olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den gelen şerif ve seyyidler uzun zaman Mekke’nin idaresini ellerinde bulundurdular. Ancak onuncu asırdan itibaren sadece Hz. Hasan’ın soyundan gelen şerifler bu idareyi yürüttüler ve günümüze kadar Hicaz ve Ortadoğu tarihinde önemli rol oynadılar. Osmanlı sultanları baştan itibaren İslam’ın kutsal kenti ve Müslümanların kıblesi olan Mekke ile ilgilenmekteydiler. Bu ilgi Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra daha da arttı. Fatih Sultan Mehmet özellikle Mekke-Medine’ye ulaştıran Hac yollarına ilgi göstermiş ve bu da o sırada bölgeyi elerinde bulunduran Memlukler ile bir rekabetin oluşmasına sebep olmuştu. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı Osmanlı topraklarına katması üzerine (1517) Mekke emiri olan Şerîf Berekât b. Muhammed, bir elçilik heyetiyle birlikte on iki yaşındaki oğlu Ebû Nümeyy’i Mısır’a gönderip padişaha saygılarını ve Osmanlı hâkimiyetini benimsediğini bildirdi. Bunun bir nişanesi olarak da Mekke’nin anahtarlarını sundu. Yavuz Sultan Selim de pek çok hediye ile birlikte Şerîf Berekât’a Mekke emirliğini bıraktığını bildirdi. Ayrıca kendisine Mısır hazinesinden maaş bağlattı. Haremeyn ahalisine de 200.000 altın ile külliyetli miktarda erzak gönderdi. Bu tarihten itibaren Mekke ve Medine’de hutbe Osmanlı padişahlarının adına okunmaya başlandı ki; bu da oradaki Osmanlı egemenliği anlamına geliyordu. Osmanlı Sultanı en güçlü Müslüman lider olması hasebi ile halifelik görevini de üstlenmiş oluyordu. Bu üstlenme resmi bir yöntemle değil, genel bir kabul ile oldu. Abbasi hanedanından gelen son halife ölünce de bu durum adeta resmiyet kazandı. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı Sultanları kutsal bölgelere duydukları saygıdan ötürü Hâdimu’l-Haremeyn (İki kutsal mekânın hizmetçileri) unvanını kullanıyorlardı. Bu unvan onlara Müslümanlar nezdinde daha fazla saygınlık kazandırıyordu. Bugün Suudi Arabistan kralları da bu unvanı kullanmaktadırlar. Osmanlı Devleti’nin bölgeyi kendi topraklarına katması sırasında devlete bağlılıklarını sunarak konumlarını koruyan Haşimîler Osmanlı idaresi boyunca da da- 30 Modern Ortadoğu Tarihi Resim 2.1 Osmanlı Hicaz Vilayeti ve Hicaz Demiryolu Hattı ima saygı görmüştür. Osmanlılar, Hz. Peygamber’in torunları olmaları sebebiyle genelde bütün seyyid ve şeriflere büyük değer vermiş, onlara maaş ve çeşitli tahsisatla birlikte Cidde gümrüğü gelirlerinin önemli bir bölümünü de tahsis etmiştir. Hilafeti bünyesinde bulunduran Osmanlı Devleti Hicaz bölgesinin kendi kontrolünde kalmasına büyük özen gösterirken Mekke emirlerine karşı da oldukça müsamahakâr davranıyordu. Tarih boyunca ağırlıklı olarak Hicaz, kısmen Yemen ve Orta Arabistan’da nüfuz kuran Mekke Emirleri, Osmanlılar zamanında da -daha sınırlı bir alanda da olsa- nüfuzlarını devam ettirdiler. Zira Osmanlı Devleti bir taraftan Peygamber soyundan geldikleri için onlara saygı göstererek bölge üzerinde daha etkili olabiliyor, diğer taraftan da onların, özellikle bedevî toplumlar üzerindeki, geleneksel gücünden istifade ediyordu. Görünüşte ve protokolde sadrazam ile eş değerde olan Mekke Emirleri aslında devlet tarafından da dolaylı olarak kontrol altında tutulmakta idiler. Geleneklere ait ve bedeviler ile ilgili konularda, hac işlerinde onlardan yararlanırken, Cidde Eyaleti de merkez üzerinden teşkilatlandırılıp onların daha fazla bağımsız davranmalarının önüne geçildi. Yazılı olmamakla birlikte, teamül olarak belirlenen sınırlarını aştıklarında ya görevden alınmakta ya da cezalandırılabilmekteydiler. Aile arasında ortaya çıkan ihtilaflara taraf olmak yerine onların geleneklerine uygun çözümlere göz yummaktaydı. Bu yüzden şerif II. Ebû Nümeyy’in ölümüyle birlikte (1584) aynı soydan gelen üç aile Mekke emirliği için birbiriyle mücadele etmeye başladı. Bunlardan biri Zevî Zeyd (Şürefâ-i Zeydiyye), diğeri 1672’den sonra çok defa iktidarı onlarla paylaşan Zevî Berekât (Âl-i Berekât). Üçüncüsü de Abâdile diye bilinen Zevî Abdullah (veya dedelerine nisbetle Zevî Avn) ailesidir. 1830’Iardan itibaren emirlerin Zevî Zeyd ve Zevî Avn ailelerinden seçilmesi âdet haline geldi. Osmanlı sultanları şerif ailelerinden herhangi birine emirliği verebiliyordu. Ancak adı geçen son iki ailenin XIX. yüzyılda daha güçlü ve bedevîler üzerinde daha etkili olması sebebiyle emirler daima bunların birinden tercih edildi. 1851 -1856 ve 1880-1882 yılları arasında Zevî Zeyd ailesinden olan Abdülmuttalib Efendi’nin emirliği hariç tutulursa son dönem emirlerinin hepsi Zevî Avn ailesinden seçildi. II. Meşrutiyetin ilânından sonra da durum değişmedi ve Avn ailesine mensup ve o sırada İstanbul’da bulunan Şerîf Abdullah Paşa b. Muhammed emirliğe tayin edildi. Ancak onun Mekke’ye hareket hazırlığı içinde iken ansızın 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün ölümü üzerine yerine aynı aileye mensup olan ve 1893’ten beri İstanbul’da zorunlu ikamete tabi tutulan Şûrâ-yı Devlet âzası Şerif Hüseyin b. Ali gönderildi (1908). Oldukça zeki ve dünya siyasetine vakıf olan Şerif Hüseyin aynı zamanda ihtiraslı bir kişiliğe sahipti. Hatta II. Abdülhamid tarafından İstanbul’da zorunlu ikamete tutulmasının muhtemel nedeni de onun bu kişiliğiydi. Şerif Hüseyin göreve başladığından itibaren merkezi idare ile ters düştü. Zira ittihatçılar, geçmişe ait her türlü imtiyazları kaldırıp, her yerde anayasayı ve dolayısıyla merkezin gücünü hissettirmek istiyorlardı. Oysa Şerif Hüseyin en azından kendisinden öncekiler gibi eski imtiyazları sonuna kadar kullanmak arzusunda idi. Bu yüzden devletin merkezden yaptığı düzenlemelere karşı geliyor, hatta bölgedeki devlet memurları ile anlaşamıyordu. İttihatçılar asırlardır Cidde üzerinden kontrol edilen Mekke’yi vilayet merkezi yapma teşebbüsünde bulunarak bu çekişmeyi daha da arttırdılar. Medine’ye kadar ulaşan demiryolunu da Mekke’ye ulaştırmak istediler. Şerif Hüseyin ise merkezin gittikçe artan nüfuzundan rahatsız oluyordu. Bu rahatsızlığını da ittihatçıların uygulamalarına karşı gelerek gösteriyordu. Özellikle Vehip Bey’in Nisan 1914’te Hicaz valisi olarak tayin edilmesinden sonra bu sürtüşmeler daha da arttı. Vehip Bey davranışlarında neredeyse Şerif Hüseyin’i yok sayıyordu. Bu durum yabancı konsolosların raporlarına kadar yansıdı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere aralarında gizli anlaşmalar yapan İtilâf devletleri Hicaz bölgesi (Cidde-Mekke-Medine ve civarı) üzerinde de birtakım hesaplar içindeydiler. İngilizler, daha savaşın başlarında İttihatçılar ile çekişmesini de göz önünde tutarak Şerif Hüseyin’in hareketlerini takibe almışlardı. Sonunda bekledikleri oldu. Şerif Hüseyin’in Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Hicaz temsilcisi sıfatıyla bulunan oğlu Abdullah, babası adına Mısır’daki İngiliz yetkilileriyle görüşmeler yaparak muhtemel bir isyan girişiminde kendilerini desteklemelerini istedi. Bunun üzerine İngilizler, pek çok vaatle Şerîf Hüseyin’i Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmesi için teşvike başladılar. Vaatlerin başında, hilâfetin Osmanlı Devleti’nden alınarak Haşimî ailesine verilmesi ve büyük bir Arap devletinin kurulması gelmekteydi. Şerif Hüseyin, Haşim’i ailesi ve kendilerine bağlı aşiretleri Osmanlıdan bağımsız bir Arap imparatorluğu kurma hayalini İngilizlerle işbirliği yaparak gerçekleştireceklerini düşünüyordu. Şerif Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır fevkalâde komiseri Sir Henry McMahon arasında 1915 yılı boyunca mektuplar ile süren pazarlıklar nihayet 27 Haziran 1916’da Osmanlı hükümetine karşı başlayan isyan ile sonuçlandı. İngiltere, Osmanlı’ya karşı yeni bir cephe açmaları karşılığında Haşimilere savaş sonrasında kendi devletlerini kurmada yardım edecekti. 1916 yılında başlayan Arap Ayaklanması, T. Edward Lawrence gibi İngiliz ajan ve danışmalar kontrolünde Şerif ’in adamlarının vurkaç taktiği ile Osmanlı ordusuna ve lojistik merkezlerine ciddi kayıplar verdirdi. Hicaz Demiryolu da bu sabotaj eylemleri ile işlevsiz hale gelince Osmanlı’nın bölge savunması ciddi bir darbe yedi. Osmanlı Devleti isyanın hemen ardından bir tedbir olarak Temmuz ayı başında Mekke Emirliği’ne Zevî Zeyd ailesine mensup Meclis-i A’yân reis vekili Şerîf Ali Haydar’ı tayin etti. Böylece isyanın etkisini kırmak istiyordu. İstanbul’dan hareketle aynı ayın sonlarında Medine’ye ulaşan Şerîf Ali Haydar, isyan sebebiyle Mekke’ye gidemedi ve emirlik görevini oradan yürütmeye çalıştı. Ancak isyan genişleyerek Medine kapılarına kadar dayandı. Bu arada Şerîf Hüseyin İngilizlere güvenerek kendisini “Arap ülkelerinin kralı” olarak ilân etti. Uzun süre Fahrettin (Türkkan) Paşa’nın savunduğu Medine’nin Osmanlı askerlerinden boşaltılması üzerine Hicaz’da kontrol tamamen Şerîf Hüseyin’in eline geçti. 31 32 Modern Ortadoğu Tarihi Öte yandan kendisini, gerçekte tanımı olmayan, Arap ülkeleri kralı ilân eden Şerîf Hüseyin’i İtilâf devletleri ise Hicaz kralı olarak tanımışlardı. Savaştan sonraki barış görüşmelerinde de durum değişmeyince büyük bir hayal kırıklığına uğradı ve Hicaz Hâşimî Krallığı ile yetinmek zorunda kaldı. 1924 yılında Türkiye’de hilâfetin ilgasının ardından Şerîf Hüseyin kendisini halife ilân etti. Ancak bu çıkışı da kabul görmediği gibi kendisiyle çekişme içinde bulunduğu muhalifi ve o sırada Necid Emiri olan Abdülazîz b. Suud’un aşırı tepkisine yol açtı. Nitekim Necid’den harekete geçen Abdülazîz b. Suud’un kuvvetleri aynı yılın ekim ayında Mekke’yi ele geçirdi. Bunun üzerine Şerîf Hüseyin, yerine oğlu Emir Ali’yi Hicaz kralı olarak bırakıp önce Akabe’ye çekildi, oradan da 1925’te Kıbrıs’a iltica etmek zorunda kaldı. Emir Ali de Abdülazîz b. Suud’un Hicaz’ı tamamıyla ele geçirmesinden sonra babasının arkasından gitti. Böylece tarihte ilk defa ortaya çıkmış olan Hicaz Haşimî Krallığı (1916-1925) da kısa zamanda tarihe karışmış oldu. Gerek dönemin şartları ve gerekse Arap topraklarında kurulan manda sistemlerinin etkisi ile Şerif Hüseyin’in isyanı abartılı bir biçimde “Büyük Arap Devrimi” olarak nitelendirildi. Oysa bu bütün Araplara mal edilecek genel bir hareket olmadığı gibi, o tarihte pek çok Arap tarafından da reddedildi. Dolayısıyla bu hareketi “Arap Devrimi veya İsyanı” olarak değerlendirip genelleştirmek yerine “Şerif Hüseyin’in İsyanı” olarak değerlendirmek gerekir. Şerîf Hüseyin’in Faysal, Abdullah, Ali ve Zeyd adlarında dört oğlu vardı. Bunlardan, I. Dünya Savaşı başladığı sıralarda Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Hicaz temsilcisi olarak bulunan Abdullah ve Faysal, isyanın hazırlanmasında ve sonrasında önemli çalışmalar yaptılar. Bu, onlara İtilâf devletleri nezdinde itibar kazandırdı. İsyan sırasında Emir Faysal, babasından aldığı emirler üzerine bedevîlerden oluşturduğu kuvvetlerin başında önce Akabe’yi ele geçirdi, Osmanlı kuvvetlerine karşı Ölü Deniz’in güney ve güneydoğu taraflarında bir dizi askerî faaliyette bulundu. Daha sonra babasının tasvibiyle İtilâf kuvvetlerine bağlı Kuzey Arap Ordusu’na kumandan olarak tayin edilen Faysal, İtilâf kuvvetleri kumandanı Allenby’nin emriyle birtakım İngiliz subay ve askerlerinin eşliğinde Ağustos 1918’de Suriye’ye doğru harekete geçti. Bütün planlarda ve askeri taktiklerin geliştirilmesinde İngiliz casusu olan T.E. Lawrence’ın (Arap Lawrence diye tanınacaktır) büyük katkısı oldu. Eylül sonunda Şam’ı kuşatan Faysal’ın kuvvetleriyle İngiliz birlikleri Osmanlı askerinin bir gün önce tahliye ettiği şehire 1 Ekim 1918’de girdiler. Şerif Hüseyin’e ve oğlu Emir Faysal’a göre Şam bölgesinin ele geçirilmesi, kurulacak Haşimî devleti için atılacak son adımlardan biriydi. Zira böylece Hicaz dışında da kendilerini kabul ettirme imkânı doğacak ve büyük Arap devleti gerçekleşmiş olacaktı. Emir Faysal ile görüşen Allenby, Şam ve civarının düşmanın işgal edilmiş bölgeleri hükmünde sayıldığı için orada sivil bir idarenin kurulmasının mümkün olmadığını belirterek ilk hayal kırıklığını yaşattı. Bundan kısa bir süre sonra 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti gücünü kaybetti; böylece Emir Faysal’a karşı bölgede İtilâf devletlerinden başka muhatap kalmadı. Faysal, Fransa’nın muhalefetine rağmen Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’na İngiltere’nin özellikle de T.E. Lawrence’ın desteğiyle katıldı. Kendisi Araplar adına toplantıya katıldığını belirterek onların bir bütün halinde istiklâlini savunduysa da sadece Hicaz temsilcisi olarak kabul edildi. Faysal ilk defa burada kendilerinin İngilizler tarafından kandırıldıklarını anladı. Hatta bu tarihten sonra Mustafa Kemal ile ilişkiye geçerek işgalcilere karşı birlikte hareket etmeyi önerdi. Ancak o günkü şartlarda bu mümkün olamadı. Mustafa Kemal, her işgal bölgesindeki halkın kendi 33 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün milli mücadelesini tamamlaması gerektiğini, ardından gerekirse işbirliğinin yapılabileceğini kendisine bildirdi. İlginçtir ki, T.E. Lawrence bile İngilizlerin tutumundan dolayı hayal kırıklığına uğradı. Zira efendileri onu Arapları bağımsızlığına kavuşturacağına inandırmıştı. Paris Barış Konferansı’ndan Suriye’nin geleceği hakkında sağlıklı bir karar çıkmadığı gibi İngiltere ile Fransa da karşı karşıya geldi. Resim 2.3 Resim 2.2 T. E. Lawrence (1888-1935) Kaynak: AP Şerif Hüseyin (1854-1931) Kaynak: balfourproject.org Konferansta İki devletin yaptığı çetin müzakereler neticesinde Suriye Fransa’ya bırakıldı. Emir Faysal Ocak 1920 ortalarında Suriye’ye döndü ve aynı yılın Mart ayında toplanan Eşraf Kongresi’nde Filistin ve Lübnan’ı da içine almak suretiyle “Büyük Suriye Kralı” ilân edildi. Ancak bu durum, 1920 Nisanı’nda toplanan San-Remo Konferansı’nda reddedilerek daha önce yapılan gizli anlaşmalar gereği Suriye ve Lübnan Fransız mandasına bırakıldı. İki taraf arasında 24 Temmuz’da cereyan eden Meyselûn Savaşı’nın ardından Fransızlar Şam’ı işgal edip Suriye’deki Haşimî krallığına son verdiler. Böylece ikinci Haşimî krallığı da tarihe karıştı. Ancak İngilizlerin desteğiyle Faysal 23 Ağustos 1921’de kral ilân edildiğinde Irak’ta; kardeşi Abdullah’ın Krallığında da Ürdün’de başka Haşimî krallıkları kurulacaktır. Hicaz ve Suriye Krallıklarının kurulmasını hazırlayan sebepler nelerdir? TANIMLANAMAYAN ÜLKE: IRAK Coğrafya, Jeopolitik ve Etnik Yapı Irak, Arap yarımadasının kuzeydoğusunda yer alır. Kuzeyden Türkiye, doğudan İran, güneydoğudan Basra Körfezi ve Kuveyt, güneyden Suudi Arabistan ve batıdan Ürdün ve Suriye ile çevrilidir. Modern Irak coğrafyası toplam 438.317km. dır. Denize olan kıyı sınırı 60 km kadar iken kara sınırı 3500 km. civarındadır ve bunun 350 km’si Türkiye sınırıdır. 1 34 Modern Ortadoğu Tarihi Irak, coğrafi bakımdan, birbirinden farklı üç yüzey şekillerine sahiptir. Birincisi, Kuzeydoğu Yükseltilerinde, kuzey ve kuzey doğusunda Alp kıvrım kuşağı içerisinde bulunan ve Güneydoğu Toros dağları ile Zagros dağlarının uzantısı olan yüksek dağlar yer alır. İkincisi ülke topraklarının yaklaşık yarısını kaplayan ve kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan ve farklı özellikler gösteren Dicle-Fırat Havzası’dır. Yukarı havzada iki nehir giderek birbirine yaklaşan vadilerde akarak Basra yakınlarındaki Kurna’da birleşir. Birleştiği yere Şattularap adı verilir. Burada birleşen nehirler yaklaşık 160 km boyunca akarak Basra Körfezi’ne dökülür. Üçüncü kısım ise çöllerdir. Ülkenin batı ve güneybatısında, Arabistan yarımadasının büyük kesimlerini kaplayan çöllerin uzantısı olarak Ürdün-Suudi Arabistan sınırlarında Fırat vadisine kadar devam eden, sürekli bitki örtüsünden yoksun geniş çöller bulunmaktadır ki bunlar Irak topraklarının yaklaşık % 40’ına denk düşmektedir. Irak’ın, Akdeniz bölgesini Basra Körfezi aracılığı ile Pakistan, Hindistan ve Uzakdoğu’ya bağlayan kısa bir yol geçidi üzerinde bulunması ona coğrafi konumu bakımından bir irtibat ülkesi olma imtiyazını da vermektedir. Çevresindeki ülkelere nazaran daha geniş tarım alanlarına ve özellikle zengin petrol yataklarına da sahip olması Irak’ın jeopolitik önemini arttırmaktadır. Irak topraklarının Güneybatı Asya’nın en önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle nehirleriyle sulanması ona tarih boyunca önemli bir tarım potansiyeli kazandırdı. Fakat Irak için hayati önem taşıyan Fırat nehrinin Irak sınırları dışından gelmesi onu tamamen Türkiye ve Suriye’den gelecek su akışına bağımlı yapmaktadır. Fırat’ın Türkiye topraklarındaki uzunluğu 1.170 km’dır. Fırat’ın yaklaşık %90’ı Türkiye topraklarında, kalan %10’u ise Suriye’de bulunmaktadır. Bunun yanında Dicle nehrinin %60’ını oluşturan dört önemli akarsu Kuzey Irak bölgesinin dağlarından ya da direkt İran sınırından gelmektedir. Diğer taraftan 1992’den itibaren Irak’ta özerk Kürt bölgesinin kurulması ile Irak sınırları içindeki nehir kaynakları da bir nevi Irak’ın kontrolünden çıkmış durumdadır. Kürt bölgesinin lehindeki bu durum henüz istikrara kavuşmamış Irak’ta su kaynakları bakımından sorunlu stratejik bölgeler yaratmaktadır. Irak, Suudi Arabistan’dan sonra dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahiptir. Bu yüzden dünyanın en önemli sıvı yakıtı olan petrole ihtiyaç duyuldukça ve alternatif enerji kaynakları gelişmedikçe Irak’ın önemi daha da artacaktır. Zira dünyadaki rezervler hızla tükenmektedir. Irak’ın jeopolitik konumu kadar jeostratejik konumu da çok önemlidir. Zira deniz aşırı askeri harekat amaçları güdebilecek güçlerin öncelikle Irak’a hakim olup Basra Körfezi üzerinden açık denize inmesi gerekmektedir. Irak diğer Ortadoğu ülkelerinin etnik ve dini bakımdan gösterdiği özellikleri sergiler. Arap, Kürt ve Türk etnik unsurunun dışında daha ziyade dini farklılıkları ifade eden Keldani, Süryani, Ermeni, Musevi, Sabii (Mandei) ve Yezidiler bulunmaktadır. Bu gurupların etnik kimlikleri ağırlıklı olarak Arap ve Kürtler ile bu bölgeye göç etmiş Farslardır. Müslüman guruplar Şii ve Sünni olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Sağlıklı nüfus sayımları olmamakla birlikte, Şii nüfus Sünni nüfustan fazladır. Tarih boyunca Irak, farklı dini ve etnik grupları bünyesinde barındırmış heterojen yapıda bir ülkedir. Irak’ta nüfus dağılımının tahmini rakamları şöyledir: Genel olarak nüfusun %75’ini Araplar, %18’ini Kürtler ve geri kalan %7’sini de Türkmenler, Asurîler, Ermeniler ve diğer gruplar oluşturmaktadırlar. Ancak bu rakamlar tartışmalı olup, özellikle küçük gruplar kendilerini daha fazla gösterme eğilimindedir. Mesela Türkmenlerin % 10 olduklarına dair iddialar vardır. 35 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün Arapların büyük bir bölümü ülkenin orta ve güney bölgelerinde yaşarlar. Kendi aralarında Sünni ve Şii olmak üzere ikiye bölünmüşlerdir. Mezhepsel bölünmeye rağmen tarih boyunca Iraklı Sünniler, her zaman Şiileri Müslüman toplumun bölünmez bir parçası olarak görmüşlerdir. Ancak Şiiler daha kapalı bir toplum olmayı yeğlemişlerdir. Necef kentindeki Hz. Ali’nin türbesi ile Kerbela’daki Hz. Hüseyin ve Hz. Abbas’ın türbeleri Şiîlerin mukaddes yerleri olduğu gibi aynı zamanda Şiî teolojisinin öğretildiği bölgelerdir. Her yıl burada Hicri Muharrem ayında başlayan dini merasimler (matem törenleri) Şiîlerin adeta gövde gösterisine dönüşmektedir. Resim 2.4 Hz. Ali’nin Necef ’teki Kabrini her yıl yüzbinlerce Şii ziyaret etmektedir. Büyük kısmı Sünnî olan Kürtler, ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda yaşamaktadırlar. 20. Yüzyıl başlarında bile genelde yarı göçebe iken zaman içinde sınır geçişlerine konan engeller ve diğer ekonomik faktörler sebebiyle yerleşik hayata geçtiler. 2003 yılından itibaren Irak’ta federal yapı sadece Kürt bölgelerine uygulandığı için diğer bölgelere göre gelişme gösterdikleri gibi; Irak’ın geneli üzerindeki talepleri de artmıştır. Sünnî Araplar bir taraftan Kürtlerin konumuna karşı tepki geliştirirken, diğer taraftan da onları Şiilere karşı müttefikleri olarak görmektedirler. Bu çelişki Irak’ta yaşanan siyasal yapıya istikrarsızlık olarak yansımaktadır. Türkmenler (Türkler) Irak’ın orta, kuzey ve kuzeybatı bölgelerinde yaşamaktadırlar. Osmanlı dönemine kadar sürekli Türk göçleri ile beslenen Irak Türkleri, Kürtlerden sonra ikinci büyük gurubu oluştururlar. Buna rağmen Irak’taki son gelişmeler akabinde Kürtler kadar kazanımlar elde edemedikleri gibi; kimi kazanımlarını da kaybettiler. Türkmenler Zaho’dan Bedre’ye kadar uzanan çizgide değişik yerlerde yaşamakla birlikte, Kerkük şehri tamamen Türklerden oluşmaktaydı. Ancak Saddam Hüseyin zamanında uygulanan iskân politikaları ile bölge önce Araplaştırıldı; Irak işgalinden sonra da daha çok Kürtleştirilme çalışmalarına sahne oldu. Genel olarak Ortadoğu’da özel olarak Irak’ta yaşayan Türk/Türkmenler pek çok baskı ve problemler ile karşı karşıyadır. 36 Modern Ortadoğu Tarihi Hıristiyan guruplar, Keldaniler, Asurîler, Süryani Ortodokslar, Süryani Katolikler, Ermeni Ortodokslar, Ermeni Katoliklerle birlikte az sayıda Protestanlardan oluşmaktadır. Hıristiyanlar, Irak’ın değişik yerlerinde dağınık halde yaşamaktadırlar. Başkent Bağdat Hıristiyanların yoğun oldukları başlıca merkezdir. Hıristiyanların yoğun olduğu diğer bir yer de Musul ve çevresidir. Aynı şekilde Erbil’de, Kerkük’te, Duhok ve Basra’da da Hıristiyan nüfus vardır. Keldani kilisesi, Irak’taki Hıristiyan azınlık arasında çoğunluğu oluşturmaktadır. Iraklı Keldanilerin çoğunluğu Bağdat, Zaho, Musul, Akra, Duhok, Alkuş ve Erbil’de bulunmaktadır. Keldani patrikliği tarihi seyir içerisinde Rabban Hormizd manastırı uzun yıllar Musul’da bulunduktan sonra günümüzde Bağdat’a taşınmıştır. Irak’ta patriklik dışında dokuz adet piskoposluk ve başpiskoposluk mevcut olup, dünyada toplam sayıları bir milyon olarak tahmin edilen Keldanilerin ekseriyeti Irak’ta yaşamaktadır. Irak’ta yaşayan başka bir azınlık da Yahudilerdir. Yahudiler Irak’ın en eski yerleşimcilerinden idi. Ancak zamanla buradan başka yerlere göç etmişlerdir. İsrail Devleti kurulmadan önce Irak’taki Yahudiler genelde, Bağdat, Basra ve Musul civarlarına yaşıyorlardı. Osmanlı Devleti döneminde Irak’ta rahat yaşayan Yahudiler birçok bölgede toprak ve hatta gümrük işletmeciliği ve muhassıllık yapıyorlardı. Irak’ın İngilizler tarafından işgal edilmesi (1914-1922) ve sonrasında kurulan manda yönetimi (1922-1932) zamanında ise Irak devlet yönetiminde de yüksek görevler edindiler. Örneğin Bir Yahudi olan Sason Heskel Maliye bakanlığına, David Sarma ise Adalet Bakanlığı’na getirildi. Irak’ın bağımsızlığını kazanması sonrasında Yahudiler eşzamanlı olarak Nazi propagandası, Arap milliyetçiliği ve Filistin sorunu ile karşı karşıya geldiler. Yahudiler üzerindeki baskılar, artmaya başladı. İsrail Devleti’nin kurulmasının ardından buradaki Yahudiler İsrail’e göç etmeye başlamışlardır. Buradan göç eden Yahudilerin bu gün İsrail’deki nüfusu iki yüz bin olarak tahmin edilmektedir. Ancak halen Irak’ta Yahudi bulunmaktadır. Hatta İsrail’e göç eden bir kısım Yahudilerin 2003’ten sonra tekrar Irak’a geri dönerek toprak edindikleri bilinmektedir. Irak’ta yaşayan diğer bir etno-dini gurup Yezidilerdir. Yezidiler, etnik kimlikleri tartışmalı bir topluluktur. Kutsal yerleri Irak’ta Musul yakınlarında Laleş bölgesindedir. Bunların dışında heterodoks bir gurup olarak Sabiiler de bulunmaktadır. Ayrıca Irak’ta Şebek’ler gibi değişik isimler altında başka guruplar da mevcuttur. Tarih: Osmanlı Irak’ı Gerçekte tarihi Irak bugünkü Irak’ın güney kesimidir. Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan düzenlemelerde Irak ismi, Osmanlı Devleti’nin Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinden oluşan bölgeye verildi. Birinci Dünya Savaşı sonunda İngiltere tarafından işgal edilmeden önce bu üç vilayetteki şartlar birbirinden oldukça farklıydı. Harbin başlarında üç vilayetin nüfusu göçebeler hariç yaklaşık 2,5 milyon civarındaydı. Sayım imkânı olmamakla birlikte göçebe nüfus ise yerleşik nüfustan çok az değildi. Bu yüzden üç vilayetin toplam nüfusu 4-4,5 milyon olarak tahmin edilmekteydi. Nüfusun büyük bir çoğunluğunu Araplar teşkil etmekle beraber, bunların yanı sıra başta Kürtler, Türkler ve aslen İran kökenli aşiretler de önemli bir yekûn teşkil etmekteydiler. Osmanlı kaynakları bölgeden bahsederken etnik açıdan Arap, Türk ve Kürt kimliğinden daima söz etmesinin yanı sıra, bölgedeki din ve inanç çeşitliliğine de sürekli vurgu yapmaktadırlar. 37 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün Resim 2.5 Osmanlı Döneminde Bağdat’ta Dicle üzerinde yapılan köprünün açılışı. Kaynak: Servet-i Fünûn Osmanlı Döneminde de Irak coğrafyasının güneyinde yaşayanların çoğunluğu, kabile reisleri ile Kerbela ve Necef ’deki müçtehidlerin liderliğindeki Şiiler ve yarı göçebe çiftçilerden oluşmaktaydı. Kuzey bölgesinde daha ziyade Kürtler ve Türkler yaşamaktaydı. Batı ve Kuzeybatı tarafları da göçebe Sünnî Arap yığınlarından ibaret idi. Oldukça farklı yapı ve anlayışta olan bu halkı birbirine bağlayan yegâne bağ, büyük bir çoğunluğunun konuştuğu Arapça ile Osmanlı Devleti’nin bu unsurlara karşı takip ettiği denge politikalarıydı. Hangi guruba mensup olursa olsun yerli ahalinin özelikle de idare merkezlerinin dışında kalmış olan kabile ve aşiretlerin tanıdığı mutlak otorite, devletten ziyade kabile veya aşiret reisleri idi. Bunu çok iyi bilen Osmanlı Devleti, aşiret reislerine mevki ve nüfuzuna göre makam ve rütbeler vererek devlete olan bağlılıklarını sağlamaktaydı. Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin Irak’taki varlığını üç devreye ayırırlar. Birinci devresi, doğrudan idarenin sürdüğü 1534-1704 dönemi; akabinde 1704-1831 Kölemen valileri dönemi ve 1831-1923 yılları arasında da doğrudan Osmanlı idaresinin ikinci dönemidir. Bütün bu süre zarfında Osmanlı idaresi, Irak üzerinde Osmanlı-İran çekişmeleri yüzünden iki kere de kesintiye uğramıştır. 1587-1629 ve 1736-1747 yıllarında İran’ın bölge üzerinde nüfuz kurma çabaları ve işgalleri doğrudan Osmanlı idaresini engellemiştir. Irak, eski ve orta çağlardan beri masallara konu olacak ölçüde, uygarlık ve medeniyete ulaşmış bir bölge olmakla beraber, genelde yerleşik hayatın düşmanı olan bedevî anlayışın yağması ile karşı karşıya kalmış ve eski gelişmişlik ve medeniyetini kaybetmişti. Bu durumun farkında olan özellikle ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı yöneticileri, bedevileri yerleşik hayata geçirmek için büyük ıslahat projeleri hazırlamış ve bir kısmını da hayata geçirmişti. 1831 yılında Bağdat’taki kölemen valilerin işine son verilerek, merkezden, doğrudan valiler atanmasının akabinde Irak coğrafyasında geniş imar faaliyetlerine başlanmıştır. Bir taraftan Tanzimat ruhunun getirdiği hareketlilik, diğer taraftan Basra körfezinde uluslararası rekabetin artması Osmanlı Devleti’nin dikkatlerini bu bölgede toplaması- 38 Modern Ortadoğu Tarihi na neden olmuştur. Osmanlı Devleti’nin idareyi merkezileştirme politikalarına uygun olarak seçip bölgeye gönderdiği valiler, gerçekten modern Irak’ın vücut bulmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin Gözlüklü Reşid Paşa, Namık Paşa, Takiyuddin Paşa gibi güçlü valiler Irak’ta -özellikle Bağdat ve Basra cihetlerinde- önemli toprak düzenlemeleri yapmışlardır. Göçebe Irak aşiretlerini iskân etme çalışmalarında önemli ölçüde başarılar elde edildi. Özellikle, bugün de Irak’ta etkin olan Şammar el Cerba, Aneze’nin bazı kolları, Kaş’am ve Cubur gibi bir takım aşiretler devlet tarafından desteklenerek yerleşik hayata geçirildi ve bu konuda hizmeti geçen kabile ve aşiret reislerine maaşlar hatta rütbeler tahsis edildi. 1864 vilayetler nizamnamesinden sonra buralarda da modern yapılanmaya gidildi. Buna göre Musul, merkez sancak ile birlikte Kerkük ve Süleymaniye sancaklarına; Bağdat, Hille, Divaniye, Semave, Şamiye, Kerbela sancaklarına bölündü. Basra da Ammare, Müntefik ve Necid sancakları ile bunlara bağlı kazalardan meydana gelmekteydi. Kuveyt’deki yerel yöneticilere kaymakamlık verilerek önce Bağdat sonra Basra’ya bağlandı. Bölgeye en büyük hareketliliği ise 1869 yılında Bağdat’a vali olarak atanmış olan Midhat Paşa getirdi. Tuna vilayetindeki başarılı deneyimiyle Bağdat’a gelen Midhat Paşa, bölgede ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri alt yapı faaliyetlerinin yanı sıra, kabileler arasındaki çekişmelerin doğurduğu güvenlik buhranını da çözmeye çalıştı. Bununla yetinmeyerek, Osmanlı Devleti’nin uzun zamandan beri Basra körfezinde kaybetmeye başladığı nüfuzunu yeniden tesis etmeyi başardı. Bütün bu faaliyetler ve özellikle Irak coğrafyasında eğitimin yaygınlaşması, Irak kökenli pek çok subay ve bürokraside memurun yetişmesine imkân tanıdı. Hatta bu yetişen Irak kökenli asker ve memurlar aynı zamanda, diğer Osmanlı Arap vilayetlerinin idaresinde de görevler aldı. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartlardan istifade eden İngiltere, 19. yüzyıl boyunca Basra körfezinde ve iç taraflarda yoğun faaliyetler içindeydi. Bir taraftan Basra Körfezi’ndeki ticaretini korumaya çalışan İngiltere, Körfez’deki irili ufaklı bir takım şeyhlikler -daha sonra birer devlet olarak ortaya çıkacaklardır- ile gizli anlaşmalar yaparak onları kendisine bağlarken, diğer taraftan da mümkün olduğu ölçüde Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmeden iç taraflarda ve hatta Kuzey Irak’taki ahalinin içinde de faaliyet gösteriyordu. İngilizler bu sırada yaptırdığı gizli ve açık araştırmalar neticesinde Kuzey Irak’ta yoğun petrol olduğunu keşfetti. Bu yeni keşif İngiltere’nin ve birçok Avrupalı sermayedarın İştahını kabarttı. II. Abdülhamid’in sürdürdüğü denge politikaları ve özellikle 1890lardan sonra Almanya ile kurulan yakın İlişkiler ve Bağdat demiryolu projesi ile bölgenin uluslararası rekabete açılması, İngiltere’yi geçici de olsa durdurulabildi. Ayrıca Musul civarındaki petrol ve kömür madeni işletme hakkının Hazine-i Hassa uhdesine alınarak, en azından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İngilizlerin peşinde olduğu imtiyazların önüne geçildi. 39 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün Resim 2.6 Osmanlı Dönemi Bağdat Vilayeti Resim 2.7 Basra Vilayeti Bu konuda İttihatçılar da aynı politikayı takip ettiler. II. Abdülhamid döneminde Irak’ta başlatılmış alt yapı projeleri sürdürüldüğü gibi, İngilizlerin bölgeden uzak tutulması için de bazı politik çarelere başvuruldu. II. Meşrutiyet yıllarında oluşturulan bir takım komisyonlarda Irak bölgesinin imar ve ıslahı uzun uzun tartışıldı ve bununla yetinilmeyerek fiilen teşebbüslere de geçildi. Siyasi olarak Basra Körfezi’nde üstünlüğü ele geçirmiş olan İngilizler ile sürdürülen uzun görüşmelerden sonra 1913 Osmanlı-İngiliz Anlaşması imzalanmak suretiyle, İngilizlerin muhtemel bir oldubitti ile Irak coğrafyasını işgal girişimleri önlenmeye çalışıldı. Birinci Dünya Savaşı’na kadar İngilizler, buralarda mevcut eski imtiyazları dışında yeni imtiyazlar elde edemediler. Gerçi bu durum görünürde istikrarı sağlamış ise de İngilizlerin emel ve arzularını yok etmedi, bilakis daha da kışkırttı. Hatta Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sebeplerinden bir tanesi de İngilizler başta olmak üzere Avrupalı devletlerin bu bölgeler üzerindeki rekabetleri olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Tarihte Irak hangi bölgeleri içermekte idi ve yeni Irak’ın yaratılmasında neler etkili olmuştur? İngiliz Mandası ve Sonrası Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması akabinde Londra’daki en önemli tartışma konularından bir tanesi Irak’ın geleceği idi. Nitekim Osmanlı Devleti henüz savaşa iştirak etmeden önce, İngilizler kuvvetlerini, Ekim 1914’te Hindistan’dan Bahreyn Adası önlerine getirip fırsat kollamaya başlamışlardı. Osmanlı Devleti, Kasım 1914’de savaşa girdiğini ilan edince, beklediği fırsatı yakalayan İngiltere, kuvvetlerini Fave Boğazı’ndan Basra’ya doğru sevk ederek fiilen Irak’ın işgaline girişti. 1914 2 40 Modern Ortadoğu Tarihi yılının sonlarında Basra’ya doğru ilerleyen İngilizlerin sloganı “Irak halkının özgürleştirilmesi” idi. Nitekim bu sloganın cazibesine kapılan bir kısım Iraklı entelektüel, bürokrat v.s., Bağdat’tan Basra’ya geçerek İngilizlerin hizmetine girdi. Altıncı Ordu kumandanı Halil Paşa’nın (Kut) savunduğu Kutulammare’de gördüğü zorlu mukavemete ve verdiği büyük kayıplarına rağmen bölgede tutunmaya çalışan İngiltere, 1916 ortalarından itibaren Bağdat’a doğru harekete geçti ve ancak Mart 1917’de Bağdat’ı işgal edebildi. Bu arada İngiltere müttefiklerini, 1916 yılında da müttefikleri ile yaptığı gizli anlaşmalarda, savaş sonunda, stratejik önemi olan ve ayrıca zengin petrol kaynaklarına sahip Irak’ta (aslında İngilizlerin dışındaki müttefikler Irak’ı Bağdat ve Basra olarak kabul ediyorlardı. Musul dışarıda tutuluyordu. Zira Fransa’nın da Musul üzerinde gözü vardı) manda idaresi kurmaya ikna etti. Savaşın sonunda da Musul’u, Mondros mütarekesi hükümlerine aykırı olarak Kasım 1918 başında kuşatan İngiltere, işgali kolaylaştırmak için, bazı Arap aşiretlerini teşvik ve tahrik ederek Musul yakınlarındaki köyleri yağmalattı. Böylece Kürtlerin İngilizlere temayül etmeleri sağlandı. Irak’ın tümü üzerinde İngiltere’nin fiili İşgali 1917 yılında başlamış olmakla birlikte, bölgede İngiliz mandası resmen 1920 San-Remo konferansından sonra gerçekleşti. Ancak bu arada kurulacak mandanın şekli ve Irak’ın idari taksimatı üzerinde İngiltere ile müttefikleri arasında yoğun tartışmalar yaşandı. Nitekim birçok projenin yanı sıra İngiltere’nin en çok üzerinde durduğu idare şekli Irak’ın bölünmesiydi. Buna göre: Kuzey Irak’ta başkenti Musul olacak olan bir emirlik kurulacaktı. Bu düşünce büyük ölçüde Lord Curzon’a aitti ve muhtemelen bu düşüncenin sebebi, haksız bir şekilde işgal edilmiş olan Musul’un bir şekilde yeniden Türkiye’ye geçme ihtimali idi. Ayrıca, aynı sıralarda Ankara’da BMM’nin açılması ve sık sık Musul meselesinin de gündeme alınması İngilizleri ve müttefiklerini telaşlandırıyordu. Başkenti Bağdat olan Güney Irak’ta ise Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın idaresinde başka bir emirlik tesis edilecekti. Bu durumu o günkü menfaatlerine uygun bulmayan Fransa ve Amerika kabullenmek istemediler. Yapılan tartışmalarda, Irak halkının muhtelif unsurlarının temsil edilmesi sürekli gündeme getirilmesine rağmen, Irak’taki Türkler gündeme alınmadı ve adeta yok kabul edildi. Aynı sıralarda, İngilizlerin Musul’a atadığı siyasi memurların halka uyguladığı baskı ve zulüm üzerine bölge ahalisi Diyarbakır valiliği aracılığı ile İstanbul’a müracaat ederek müdahale edilmesini istedi. Ancak Osmanlı Devleti kendisini zor durumda bırakması muhtemel bu talep karşısında bir tedbir alamadı. Özellikle Musul ve Kerkük taraflarından, gerek İstanbul hükümetine ve gerekse Ankara’da oluşan BMM’ne Türk devletinin bir parçası olarak kalmayı arzu ettiklerini bildiren yoğun müracaatların yapılması, diğer devletlerin de tavırlarını değiştirdi ve İngilizlere serbest hareket etme imkanı tanıdı. Irak ahalisinin önemli bir bölümü ve ileri gelenleri, genel olarak geleceklerini Osmanlı Devleti’nin geleceğine bağladıklarından işgal karşısında büyük şaşkınlık yaşadılar. Buna rağmen San-Remo konferansı akabinde gelişen olaylar bölgenin idaresinin kolay olmayacağını İngilizlere göstermiştir. Şiî bölgelerini teskin etmek için önce bölgeden biri olan Atiyye Ebu Kîl’ı, akabinde yine bir Şii olan Ağa Han’ın amcasının oğlu Hamid Han’ı tayin etmelerine rağmen olaylar bir türlü durdurulamadı. Şiî müçtehidlerin ve bir kısım aşiretlerin öncülük ettiği Kerbela ve Necef ’te başlayıp iki ay kadar süren bir halk ayaklanması meydana geldi. Irak’ta nasıl bir idare kurulacağı tartışılırken, Kerbela’da daha önce kurulmuş olan Cemiyye al Nahda al Islamiye’nin faaliyetleri ve özellikle Şiî müçtehid Ayetullah Şirazî’nin, “Müslüman olmayan bir hükümete bağlılığı isteyenlerin kafir olacağına” dair fet- 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün vası, ayaklanmanın çıkmasına neden oldu. Tabii ki ayaklanmanın sebebi sadece bu değildi. İngilizlerin Irak idarecisi A. Wilson’un uygulamaları, yerli ahali yerine işlerde pek çok Hintli’nin istihdam edilmesi, ayrıca Osmanlı döneminde uygulanan vergilerin iki hatta üç katına çıkarılması da isyanın oluşmasına katkıda bulundu. Başlangıçta Şia’nın etkisini kavrayamayan İngilizler, bu ayaklanmanın eski Türk subayları ve bazı Bolşevikler tarafından organize edilmiş olabileceği üzerinde durdular. Bu yüzden sert tedbirlere başvurdular. Aşiretlerin de iştirak ettiği ayaklanma 6000’den fazla sivilin 500 kadar da İngiliz askerinin hayatına mal oldu. İsyanın maliyeti ve sonuçları İngilizleri hayli telaşlandırdı ve manda idaresini tam oluşturamadan karşılaştığı bu direnç karşısında, daha temkinli hareket etmeye başladı. Irak Haşimî Krallığı İngiltere, daha önce atadığı ve Irak’ın doğrudan İngiltere tarafından idaresini savunan A. Wilson’u geri çekerek, yerine yine bölge işlerinde tecrübe sahibi olan Percy Cox’u tayin etmek zorunda kalmıştır. Percy Cox 1920 sonbaharında Irak’a gelerek programını açıkladı. Buna göre, İngiliz mandası sürdürülecekti, ancak doğrudan idare yerine dolaylı idare oluşturulacaktı. Kurulacak hükümetin başbakanı Iraklı olacak ve onun atayacağı bakanlar da toplumsal tabakaları ve aşiretleri temsil edeceklerdi. Bakanların ve büyük bürokratların yanı sıra, bakanlıklarda İngilizler de müsteşar olarak görevlendirilecekti. Sıra böyle bir görevi kabullenecek bir başbakan bulmaya gelmişti. Nihayet Irak halkının da nispeten güven duyduğu eski Bağdad Nakîbu’l-eşrafı Şeyh Abdurrahman el Geylani başbakanlık için ikna edildi ve Kasım 1920’de manda altındaki ilk Irak hükümeti kuruldu. Hükümet, Musul, Bağdat ve Basra’yi temsil eden 21 bakandan oluşturuldu. Bakanların çoğunluğu Sünni, birkaçı Şiî, geri kalanı da Hiristiyan ve bir Yahudi’den meydana gelmekteydi. Şiîlerin nüfus oranlarına göre temsil edilmemesinin muhtemel sebebi ayaklanmayı başlatmış olmalarıydı. Kısa zamanda Irak’ta eski Osmanlı idarî teşkilatı yeniden organize edilerek hükümet ve belediyeler hizmete başladı. Bu arada İngilizler, kendi memurlarını da stratejik mevkilere yerleştirmeyi ihmal etmediler. Böylece tıpkı Mısır’da olduğu gibi perde arkasından fiilen Irak’ı yönetmeye başladılar. Suriye’de “Suriye Kongresi” tarafından Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın kral ilan edilmesi, kardeşi Abdullah’ın da Irak’ta kral ilan edilmesini gündeme getirdi. Ancak, İngiliz Müstemlekeler Bakanlığı’nın koordinatörlüğündeki Orta Doğu Bölümü, çeşitli mülahazalar ile bu görüşü benimsemedi. Bir süre sonra ABD başkanı Wilson’un önerisi üzerine, Fransızlar tarafından Suriye’den çıkarılmış olan Faysal’ın krallığı gündeme getirildi. Gerçi aynı sıralarda, Irak krallığı için çeşitli isimler konuşuluyordu. Başbakan olan Abdurrahman el-Geylani, Abdülhadi el- Ömeri, eski Osmanlı Basra mebusu Seyyid Talib el-Nakib, Muhammara hakimi Haz’al Han, hatta Sultan Vahdettin’in oğlu Burhaneddin Efendi’nin ismi geçmekteydi. Bütün bu tartışmalar arasında, Mart 1921’de İngiltere Müstemlekeler Bakanı W. Churchill’in iştiraki ve Percy Cox ile O’nun doğu İşleri sekreteri Gertrude Bell’in de hazır bulundukları Kahire toplantısında en uygun adayın Şerif Faysal olabileceğine kanaat getirildi. Bu haberi Londra’da alan Faysal, kendisinden önce kardeşinin adının geçmesinden dolayı bir takım tereddütler geçirdiyse de babasının isyanı sırasında kendilerini yönlendiren İngiliz casusu T. E. Lawrence’ın da gayretleri ile ikna edildi. Ayrıca İngilizler bu tertiplerinde başarılı olabilmek İçin bir takım tedbirlere de başvurdular. Kral olmak isteyen ve muhalefet oluşturması muhtemel olan eski siyasetçi Seyyid Talib’i Irak’tan sürdüler. Daha önce isyana teşebbüs edenler için de af ilan ettiler. Ayrıca yapılan bir referandumla -doğruluk derecesi şüpheli olmakla 41 42 Modern Ortadoğu Tarihi birlikte- halkın büyük çoğunluğunun da Şerif Faysal’ın krallığını istediğini ortaya koydular. Böylece Şerif Faysal’ın, İngilizlerin desteği ile 23 Ağustos 1921’de Irak kralı ilan edilmesiyle, Irak Haşimî Krallığı kuruldu. İngilizler bu şekilde bir taşla iki kuş vurdular. Bir taraftan Peygamber torunu birini kral yaparak Şiîlerin önünü; diğer taraftan, Suriye’de bulunan Fransızların önünü kesmiş oldular. Zira, Faysal Sünnî olmakla birlikte, hem ehl-i beytten olması ve hem de babası Şerif Hüseyin’in nüfuzundan ötürü Şiilerin itiraz edemeyeceği bir kimse idi. Diğer taraftan O, kendisini Suriye’den çıkaran Fransızlara da karşı idi. Böylece, Fransızların Musul taraflarına el uzatmalarına da karşı koyabilecek bir kişiydi. Tabiî ki Faysal’dan beklenen bir diğer hizmet de Irak’ı bölgede nüfuz arayışında olan Bolşevizm’in etkisinden korumaktı. Oldukça zeki bir şahsiyet olan Kral Faysal, heterojen bir yapıya sahip olan krallığının bütünlüğü için gayretler sarf etti ve manda yönetimi ile de iyi ilişkiler kurma yolunu tuttu. Şüphesiz yeni kurulan krallığın en önemli meselelerinden bir tanesi ülkenin sınırlarının belirlenmesi ve bu sınırlar içerisinde birlik ve bütünlüğün sağlanması idi. Ancak bunun önünde de pek çok engeller bulunmaktaydı. Her şeyden önce krallık O’na verilmişti, ancak otorite O’na ait değildi. Ayrıca İngilizlerin değişken politikaları ve Irak’ı muhtelif parçalar halinde idare etme arzularıyla Faysal’ın kral ilan edilmesi sırasındaki davranışları çelişkiler arz etmekteydi. Diğer taraftan, Mondros Mütarekesi şartlarına göre, Musul işgal altındaki bir bölge olmaması hasebiyle hâlâ Osmanlı toprağı sayılmaktaydı. Musul’da Arapların azınlıkta olması ve buranın Bağdat ve Basra’dan ziyade Anadolu’nun doğal uzantısı olması da işin bir başka cephesini oluşturmaktaydı. Bu sıralarda İngilizlerin Irak’taki varlığına karşı olan guruplar yeniden toparlanmaya ve Bağdat sokakları gösterilere sahne olmaya başladı. Hükümet bu durum karşısında aciz kaldı ve Mart 1922’de beş bakan birden istifa etti. İngilizlerin oluşturduğu bir komisyon da Ekim 1922’de, gelecek yirmi beş yılık sürede Irak’ın İngiliz mandasında kalması için Haşimî Krallığı ile bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma İngilizlerin Irak’ta daha serbest hareket etmelerine imkan tanıdı. Bütün idarî, askerî ve malî işleri kontrol etmeye başladıkları gibi, Musul meselesi başta olmak üzere, Irak’ın geleceği üzerinde planlar yapmaya başladılar. Zaten kuzeyde Süleymaniye merkezli olmak üzere İngilizlere karşı şiddetli muhalefet rüzgarları esmeye başladı. İngiliz mandasını reddeden Musul’daki Kürtler ve Türkler ya bağımsızlık yada Türkiye ile bütünleşmek istiyorlardı. Aslında bu talep Musul ile sınırlı değildi. Genel olarak Irak’ta İngilizleri telaşlandıracak boyutta bir Türkiye hayranlığı başlamıştı. Nitekim, İngilizlerin ilk girişimleri Musul sorununa kendi lehlerinde bir çözüm arayışı olmuştur. Soruna haksız bir işgal olarak bakan Türkiye ise eninde sonunda meselenin kendi lehinde çözüleceğine inanıyordu. Aslında İngilizler de bunun farkındaydı ve bu yüzden Lozan’da üstün gayret sarf ederek Musul meselesinin çözümünü engelleyerek sorunu ileri bir tarihe ertelediler. Aslında Musul’un Irak’ın bir parçası haline getirilmesi için tarihi ve hukuki hiçbir gerekçe bulunmamaktaydı. Bunun farkında olan Milletler Cemiyeti, daha önce oluşturulan Araştırma Komisyonu raporundaki tavsiyelere uygun olarak, tartışmaya açık bir karar aldı. Buna göre, Musul’un bazı şartlar ile Irak idaresine terk edilmesinin mümkün olabileceğini kabul etti. Bu şartlar da; Irak’ın İngiliz mandasında 25 yıl kalması ve Kürtlere idari ve kültürel bazı imtiyazların verilmesi gibi, İngilizlerin siyasetine hizmet eden hususlardı. 43 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün Musul sorunu hakkında daha geniş bilgi edinmek için şu makaleyi okuyunuz: Mustafa Budak, (2003), “Milli Bir Ukde: Musul Vilayeti Meselesi”, Irak Dosyası I, İstanbul, s.361-414. Türkiye’nin yoğun protestolarına ve uluslararası girişimlerine sebep olan Musul meselesi, bilindiği gibi, Musul-Kerkük petrollerinden 25 yıl süreyle Türkiye’ye %10luk bir hissenin ayrılması şartıyla 1926’da İngilizlerin istediği biçimde halledildi. Böylece gelecekte, gerek Türkiye ile Irak arasındaki problemlerin ve gerekse Irak’ın iç problemlerinin oluşmasında İngilizlerin bu tutumları büyük rol oynadı. Musul meselesinin hallinden sonra İngiltere bölgedeki petrolün hangi şartlarda ve kimler tarafından işletileceği üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Yapılan düzenlemeler ile iş büyük ölçüde Anglo-Sakson şirketlere havale edilerek, 1927’den itibaren yoğun bir şekilde işletmeye açılan Musul-Kerkük petrolleri batı endüstrisini beslemeye başladı. İngiltere, Musul ve Kerkük konusunda Türkiye’nin artık bir tehlike olmaktan çıktığını görmesi üzerine, kendisine hayli pahalıya mal olan doğrudan işgali sürdürmesinin bir anlamı olmayacağını düşünerek, yirmi beş yıllık şarttan vazgeçip mandayı kaldırmayı kararlaştırdı. Mandanın kaldırılmasında Kral Faysal’ın da İngilizler ile uyum içinde çalışmasının rolü vardı. Fakat başka bir hususun da burada altının çizilmesi gerekir. Bilindiği gibi, İngilizler Şerif Hüseyin’e önce Büyük Arap Krallığı kurdurma sözü vererek Osmanlı’ya karşı gelmesini sağladılar. Ancak savaş sonunda bu sözlerinden vazgeçerek O’nu sadece Hicaz Kralı olarak tanımışlardı. Buna rağmen doğudan gelen Vehhabî tehlikesine karşı da O’nu hiç bir şekilde korumayarak İbn Suud’un Hicaz’a hakim olmasını adeta sessizlikle karşıladılar. Bu yeni durum karşısında gerek kendi itibarlarını korumak ve gerekse İbn Suud’a karşı Şerif Hüseyin’in ailesini kullanarak bölgesel dengeleri sürdürmek isteyen İngilizler; onların idaresindeki Irak’ı, görünüşte bağımsız ancak her türlü iç işlerine müdahale edebilecekleri bir tarzda muhafaza etmeyi menfaatlerine uygun bulmuşlardı. Resim 2.8 Kral I. Faysal Kaynak: users.wowway.com Resim 2.9 Kral II. Faysal Kaynak: almanachdegotha.org 44 Modern Ortadoğu Tarihi Kral Faysal bu şartlar altında, Irak’ın bağımsızlığını hazırlayan, ve 1922 manda anlaşmasını değiştiren 1930 İngiliz-Irak anlaşmasını yaptı. Bundan sonra, 3 Ekim 1932’de ülkesinin bağımsız bir devlet olarak milletler cemiyetine de girmesini sağladı. Ayrıca Irak’ın bağımsızlığının gerçekleşmesine paralel olarak uzun süre bir Irak-Suriye birliği kurmak istedi. Fakat, Suriye’deki siyasî çevrelerin muhalefetiyle karşılaşınca başarısız oldu. 8 Eylül 1933 tarihinde ölünce yerine oğlu Gazi, Irak Kralı oldu. Gerek Kral Faysal ve gerekse oğlu Gazi zamanında Türkiye-Irak ilişkileri önemli ölçüde gelişti. Irak Cumhuriyeti Faysal’ın ölümü ile birlikte Irak’ta iktidar çekişmeleri başladı. Genç kral Gazi’nin iktidar dönemi (8 Eylül 1933 - 4 Nisan 1939) bir dizi kabile ayaklanmalarına, askerî ihtilallere, hızlı kabine değişikliklerine ve İngilizlerin bölgedeki imtiyazlarına karşı meydana getirilen millî direnişlere sahne oldu. Türkiye’nin de içinde bulunduğu 1937 Sadabat Paktı’nın oluşmasında çaba sarf eden Gazi’nin bir kazada ölmesi üzerine, yerine küçük yaştaki oğlu II. Faysal kral oldu. Yeni kralın yaşının küçük olması hasebiyle idare onun adına kral vekili olan Abdulillah tarafından sürdürüldü (4 Nisan 1939 - 2 Mayıs 1953). Kral vekili İngilizler ile işbirliği halinde, Irak liderliğinde bir Arap Birliği oluşturma hareketine girişti. II. Dünya Savaşı’nda Irak, İngiltere ile müttefik olmasına rağmen, hükümet üyelerinin bir kısmının Alman taraftarı görünmesini bahane eden İngilizlerin, Mayıs 1941’de Reşid Ali el-Geylanî hükümetini askeri darbe ile değiştirmesi üzerine, Arap Birliği hareketi yara aldı. Bundan sonra da yeni Başbakan Nuri Said’in yayımladığı “Yeşil Kitap”taki fikirlere uygun olarak Irak hükümeti 1942-43 yıllarını “Irak-Suriye-Filistin-Ürdün” federasyonu kurma konuşmalarıyla geçirdi. Bundan bir sonuç alınmamakla birlikte Irak’ta başlayan bu hareket, daha sonra Mısır’ın liderliğinde kurulacak olan Arap Birliği Teşkilatı’na ilham kaynağı olacaktır. 1945’ten sonra Irak tamamen İngiltere’nin ve Batılı güçlerin ellerine teslim oldu. İkinci Dünya Savaş’ından sonra Irak yeni ideolojiler ve fikirlerden etkilendi. Liberallerin yanı sıra solcu ve hatta komünist guruplar toplumsal ve siyasal hayatı etkilemeye başladı. Bu arada özellikle 1952’den sonra Cemal Abdunnasır’ın liderliğindeki Mısır, Irak’ın en güçlü muhalifi oldu. Sovyet nüfuzunun bölgede egemen olmaya başlamasından endişelenen Amerika, İngiltere’yi teşvik ederek bir takım bölgesel paktların oluşturulmasını istedi. Bunun bir sonucu olarak Irak 1955 yılında Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere ile Bağdat Paktı’nı imzaladığı zaman, Suriye ve Mısır memnuniyetsizliklerini açıkça ortaya koydular. Bir taraftan 1949 yılından beri Filistin ve Suriye’de meydana gelen gelişmeler, diğer taraftan Nasır’ın milliyetçi fikirleri, Iraklı subayları da etkisi altına almıştı. Gerçi bu subaylar arasında fikir ayrılıkları bulunmaktaydı. Ancak krallık karşıtlığı, onları birlikte hareket etmeye yöneltti. Iraklı siyasetçiler oldukça dar görüşlü ve gereğinden fazla kararsız idiler. Araya devletler oyunu da girince Irak’ta anayasal monarşinin devam ettiği 19211958 yılları arasında 58 kabine iş başına geldi. Sonuçta, Nasırcı düşüncelerden ziyade, Suriye’deki Baasçı düşüncelerden etkilenen Hür Subayların lideri Abdülkerim Kasım bir darbe yaptı. Darbe sırasında Kral naibi Abdulillah ve Kral II. Faysal ve Başbakan Nuri Said 14 Temmuz 1958’de öldürüldü. Böylece İngiliz desteğiyle ayakta duran Irak Haşimî Krallığı tarihe karıştı ve yerine Irak Cumhuriyeti kuruldu. Irak’ta 1960’lı yıllar, bütün Arap topraklarında olduğu gibi, içi boş Arap milliyetçiliği tartışmaları ile geçti. Aynı yıllarda İngilizlerin Kuveyt’teki manda yönetimlerini kaldırmaya niyetlenmesi, Irak’ı harekete geçirdi. Irak hükümeti eski Irak 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün toprağı olduğu iddiasıyla Kuveyt’in ilhakını istedi. İlginç bir biçimde bu taleplere paralel olarak Kuzey’de Kürtler de ayaklanmaya teşebbüs etti. Abdülkerim Kasım’ın Kuveyt’in ilhakını istemesi Irak’ı zor durumda bıraktı ve Arap dünyasından kopmasına neden oldu. O tarihte bütün Arapları etkisine almış olan Nasırcı yaklaşımlardan uzak durmaya çalışan Abdülkerim Kasım, özellikle 1961 yılında Suriye ve Mısır’ın oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra içeride de popülaritesini yitirmeye başladı. Nasırcı rüzgardan korunmak için toplumun dikkatlerini başka noktalarda yoğunlaştırmaya çalıştı. Toprak reformu, millileştirme ve sosyalizm gibi kavramlar artık Irak siyasetini ve askeri gücünü motive eden kavramlar olmuştu. Ancak bu tartışmaların topluma yansıyan sonuçları çoğunlukla askeri darbeler oldu. Bu yüzden bir kısım Nasırcı ve Baas Partili subaylar Abdülkerim Kasım’ı 9 Şubat 1963’te bir suikast neticesinde öldürerek yönetimi ele geçirdiler. Bu darbe sonucunda koyu bir Nasır taraftarı olan ve suikastta parmağı bulunan Abdüsselam Arif devlet başkanlığına getirildi. O da Baasçı Ahmed Hasan el Bakr’ı başbakanlığa getirmek suretiyle Baasçıları iktidarla tanıştırdı. Yeni iktidar, sert kişiliği ile bilinen başbakan yardımcısı Ali Salih Sadi kontrolünde millî muhafız birliğini kurarak, toplum üzerinde terör estirmeye başladı. Birkaç ay devam eden bu durum iktidar içinde de rahatsızlıklar meydana getirdi. Özellikle iktidarın Abdüsselam Arif ’e bağlı Nasırcı gurubu bu durumdan rahatsız olunca, Baasçıları tasfiye etme yoluna gittiler. Bunun üzerine Ali Salih görevden alınarak sürgüne gönderildi. Bu sonuç Arif ’in pozisyonunu güçlendirdi ve ülkeyi Nasırcı subaylar aracılığı ile yönetmeye başladı. Bir öncekinin aksine Nasırcı etkilerle devam eden bu dönemde de bir takım darbe girişimleri oldu ise de bunlar 1966’ya kadar başarılı olamadı. Abdüsselam Arif, Nisan 1966’da bir helikopter kazasıyla öldürülünce taraftarları yerine kardeşi Abdurrahman Arif ’i devlet başkanlığına getirdiler. 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında Irak, birliklerini ve uçaklarını Ürdün-İsrail sınırına kaydırıp İsrail’e savaş ilan etti. Ayrıca İsrail’i destekledikleri gerekçesi ile Batı devletlerine petrol satışını durdurdu. Aynı zamanda ABD ile olan diplomatik ilişkiler de bozuldu. Esasında bu tavır daha sonraki bütün ilişkilerini belirledi ve ABD ile Batı’nın daima Irak’a kuşku ile bakmalarına neden oldu. Başka bir ifade ile Arap-İsrail Savaşı, manda idaresinden itibaren o güne kadar Batı ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışan Irak’ı Batı’dan kopardı. Bu durum Sovyetler Birliği’ne yaradı ve bundan sonraki yıllarda, Irak, Sovyetler ile yakın ilişkiler geliştirmeye başladı. Baas Partisi ve Saddam Hüseyin İdaresinde Irak Eski başbakan Hasan al Bakr, Tikriti ve Saddam Hüseyin’in liderliğindeki Baascılar, 1968’de tekrar sahneye çıktılar. O sırada devrim yapmak için yeterli sayıda üst düzey subayları olmamakla birlikte, devlet başkanı Abdurrahman Arif ’in çevresinde olan bazı kimseleri yüksek mevkiler vaadiyle kandırarak 17 Temmuz 1968’de devrim yaptılar. Devlet başkanı Abdurrahman Arif sürgüne gönderildi, bir dizi subay ve bürokrat, hapsedildi veya öldürüldü. Hatta eski başbakan ve Irak siyasî lider ve ideologlarından Abdurrahman al Bezzaz, İsrail casusluğu ile suçlanarak hapse atıldı. Baas partisi ve rejimi, sistematik bir biçimde Irak’ta her şeyi kontrol altına almaya başladı. Sovyet yönteminin desteği ile kurumlarda ve okullarda örgütlenirken; diğer taraftan da baskı, terör ve hatta toplu katliamlar bir kontrol aracı olarak kullanılmaya başlandı. Öte yandan 1972 ile 1975 yılları arasında Irak, sürdürdüğü politikaları ile bütün yabancı şirketleri millileştirdi ve Amerika başta olmak üzere uluslararası şirketlerin kara listesine girdi. Uluslararası şirketlerin karları azalırken 1973 petrol krizinde Irak büyük gelirler eldi etti. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda 45 46 Modern Ortadoğu Tarihi Suriye’ye askeri birlik ve malzeme ile yardım ederek, İsrail’e karşı savaşın sürdürülmesini istedi. Bu yüzden de Irak yönetimi 1974 ve 1975 yıllarında Suriye ve Mısır’ın İsrail ile yaptığı görüşmelere sert muhalefette bulundu. 1977’den itibaren Şiilere uygulanan baskılar yüzünden Necef ve Kerbela’da ayaklanmalar çıktı ve şiddetli bir şekilde bastırıldı. Dikkatler Arap-İsrail sorununa yoğunlaştırılarak iç siyasi sorunlar engellenmeye çalışıldı. Nitekim 1978 yılında İsrail ile Mısır arasında gerçekleşen Camp David anlaşması üzerine Mısır’ın Arap Birliği Teşkilatı’ndan çıkarılmasında Irak büyük rol oynadı. Politik hayatına 1959 yılında başlayan Saddam Hüseyin ise Baas Partisi’nin iktidarından istifade ile popülarite kazandı, özellikle, 1973’de Baas liderlerine ve kendisine karşı düzenlenen başarısız bir suikast girişiminden sonra şöhreti daha da arttı. 1979 yılında parlak bir şahsiyet olarak artık O, Parti’nin en önemli kişisiydi. Aynı yılın ortalarında Devlet başkanı Hasan el Bakr’in şüpheli ölümü ardından 16 Temmuz 1979’da Irak Devlet Başkanlığı’na seçildi. Saddam’ın devlet başkanı olması ile birlikte bölgesel dengeleri sarsacak İran-Irak Savaşı’nın başlaması aşağıda bahsedeceğimiz olaylar ve menfaatler ile paralellikler arz etmesi, Saddam’ın kimliği hakkında bugün bile giderilemeyen kuşkular uyandırmaktadır. 1979 yılında Necef ve Kerbela’da başlayan Şii ayaklanmaları sert bir şekilde bastırıldığı gibi, Muhammed Bakır el Sadr ve kız kardeşinin 1980 yılında idam edilmeleri İran-Irak ilişkilerini iyice gerdi. Böylece Irak, 22 Eylül 1980’de İran topraklarında işgale girişerek yeni bir savaşı başlattı. AMERİKA’NIN KÖRFEZ POLİTİKALARI VE IRAK Amerikan petrol şirketleri oldukça erken bir dönemde, -1900’lü yıllarda- Basra Körfezi’ne gelerek, İngiliz ve Alman şirketleri ile rekabete başladılar. Ancak Amerika, İngiltere ve Almanya’nın aksine, uzun zaman bölgedeki şirketlerine arka çıkma gereği duymamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan güvenlik endişeleri ve daha sonraki dönemlerde petrolün dağılımı ve pazar sorunu Amerika’nın politikalarını etkiledi. Amerika özellikle körfez ülkeleri ile 1947’den itibaren bir takım anlaşmalar yapma ve bölge politikalarını yeniden gözden geçirme ihtiyacı duydu. Söz gelimi 1947 ve 1949’da Suudi Arabistan ve Bahreyn ile yaptığı gizli anlaşmalar ile buralarda Amerikan savaş uçakları ve gemi bulundurma imtiyazını elde etti. Aynı şekilde İran ile 1883’ten beri var olan ilişkilerini daha da geliştirdi. 1947’den sonra güvenlik ve silah satışını da öngören da bir dizi anlaşmalar yaptı. Şüphesiz aynı yıllarda Sovyetler Birliği’nin yayılma stratejileri ve özellikle Kuzey Atlantik Paktı’nın oluşturulması akabinde Amerika’nın İran başta olmak üzere bölgedeki prestiji hayli arttı. 1950 yılı başlarından itibaren artık İngiltere’nin Orta-Doğu’daki yerini almaya başlayan Amerika, bölge politikalarında yeni düzenlemeler yapma ihtiyacı duydu. Amerika’nın Orta-Doğu politikalarında etkin aktör olması, daha ziyade 1957’te Eisenhower doktrinlerinin açıklanmasından sonradır. Uluslararası komünizmin açık saldırısına karşı Orta-Doğu ülkelerini korumayı taahhüt eden bu doktrin esasında İngiltere’nin bıraktığı boşluğu doldurmak ve batı endüstrisi için son derece önemli olan petrol kaynaklarını kontrol etmeyi amaçlamaktaydı. Ancak bu doktrinden beklenen sonucun alındığını söylemek zordur. Nitekim, daha önce tıpkı Bağdat Paktı ile ikiye bölünen Arap ülkeleri, bu doktrinden sonra daha da belirgin bir biçimde bölünerek, Amerika veya Sovyet yanlısı olarak ortaya çıkmışlardır. 1967 ve 1973’te Arap-İsrail Savaşları sırasında, petrolü bir silah olarak kullanmaya kalkan, Körfez’de istikrarı tehdit edebilecek en önemli “karşı” güç, Irak ol- 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün duğu değerlendirmesi yapıldı. Aslında Irak’ın böyle bir güce sahip olmadığı biliniyordu. Ancak devletler oyunu için oldukça müsait bir ülke idi. Amerika’nın temel politikası, Orta-Doğu’da “bölgesel bir gücün” ortaya çıkmasını engellemekti. Bu siyasetin bir ülke üzerinde denenmesi gerekiyordu. Bunun için çoğu kere seçilen ülkeler içindeki azınlıklar veya yönetimle anlaşmazlığı olan guruplar kullanılıyordu. Buna en güzel örnek 1970’lerde Kürtler’in Irak hükümetine karşı kullanılmaları olmuştur. ABD Başkanı Richard Nixon ve Dışişleri Bakam Henry Kissinger’in Mayıs 1972’deki İran ziyaretleri sırasında Irak’ı istikrarsız ve zayıf bir devlet haline getirmeyi hedefleyen projeler geliştirdiler. O sıralarda Amerika’nın müttefiki olarak İran, Kürtlere gerilla faaliyetleri için üs imkânı verirken; Amerika, İngiltere ve İsrail de bu guruplara silahla ve danışmanlar ile destek sağladılar. Nitekim bu politikaların bir sonucu olarak ve İran Şahı’nın da dolaylı desteği ile peşmergeler Musul ve Kerkük civarındaki petrol boru hatlarına sabotajlar düzenlediler. Bununla yetinmeyen İran’ın, Hasan el Bakr’a başarısız bir suikast bile yaptırttığı ortaya çıktı. Amerika’yı arkasına alan İran ile Irak arasındaki ilişkiler oldukça gergin bir şekil almış ve bu durum 1975’teki Cezayir anlaşmasına kadar sürmüştür. İşin ilginç yanı Irak ile İran arasındaki gerginliğin yavaş yavaş normalleşmeye başlaması ile birlikte bu sefer de İran’daki iç siyasî gelişmeler yüzünden İran-Amerikan ilişkileri tehlikeye girecektir. Şah rejimine karşı birleşen muhalefetin nasıl sonuçlanacağını Amerika kestiremedi ve müttefikine gereken desteği zamanında sağlayamadı. İran’da, “Kara Cuma” diye anılan 8 Ekim 1978 günü Amerika dostu Şah’ın sıkıyönetim ilanına karşı düzenlenen gösterilerin kanlı bir biçimde bastırılması bardağı taşıran son damla oldu. Böylece adeta kendi sonunu da hazırlayan Şah, olayların kontrolden çıkması üzerine 16 Ocak 1979’da İran’dan kaçtı. Şiilerin sürgündeki lideri Ayetullah Humeyni ise 1 Şubat’ta Tahran’a geri döndü. Diğer taraftan nerede ise eş zamanlı olarak Temmuz 1979’da Saddam Hüseyin Irak’ta tam yetkiler ile bütün iktidarı kontrol etmeye başladı. Soğuk savaş döneminde İran’ın güçlü bir müttefiki olan Amerika, özellikle Humeyni’nin İran’a dönmesinden sonra tavır değiştirerek karşı saftakilere yakınlık göstermeye başlaması bölgesel dengeleri bir kere daha alt üst etti. Zira İran, genel olarak Amerikan modelinde bir silahlanma sürdürmüşken, Irak da ordusunu daha ziyade Sovyetler Birliği’nden aldığı silahlar ile donattı. Bu durumda, Amerika’nın aniden İran’a tavır alması, İran’ın ana silah kaynaklarını kaybetmesi anlamına geliyordu. Ancak bu durum bir engel teşkil etmedi ve İran yapacağı savaşta yaklaşık kırk ülkeden silah temin edebildi. Irak-İran Savaşı Bu uluslararası politik gelişmeler ve yukarıda zikredilen iç sorunlar İran ve Irak’ı savaşın eşiğine getirdi. İran’da rejim değişikliği yaşanırken Amerika tereddütler geçirmekteydi. Ancak Tahran’daki rehine olayından ve özellikle başarısız kurtarma operasyonundan sonra, tereddütlerinden sıyrılan Amerika, Irak’ı İran’a karşı destekledi. Şiî devrimine sıcak bakmayan başta Suudi Arabistan ve Kuveyt olmak üzere bölge ülkeleri de Amerika’nın bu tavrından cesaret alarak, Irak’a destek vermeye başladılar. Diğer taraftan iki ülkenin kendilerine göre savaş için bir dizi sebepleri bulunmaktaydı. Uzun zamandan beri Irak, Osmanlı DevletiEnden devraldığı Şattularap meselesi yüzünden İran ile çekişme içindeydi. Irak, Şattularap’ta, Huzistan (İran’ın eline geçmeden önce ismi Arabistan) bölgesinde bulunan Araplara özerklik verilmesini istemesine karşılık; İran’ın hükümet karşıtı Kürtleri des- 47 48 Modern Ortadoğu Tarihi teklemesi, her iki ülkenin kamuoyunu karşı karşıya getirmişti. Bütün sorunların yanı sıra, Saddam’ın iktidarı ile alevlenen ve Baas Partisi’nin kendi meşruiyetini sağlamak uğruna teşvik ettiği Arap milliyetçiliği ile Humeyni’nin İran’da kurmak istediği Şiî rejimin meşruiyetini devrim ihracında görmesi, iki ülkenin kapışmasına neden olacaktır. Başka bir ifade ile bu tarihten sonra Körfez’de yaşanacak gelişmeler, bir taraftan Saddam’ın güçlenmesine, diğer taraftan da İran’da yeni rejimin yerleşmesine yarayacaktır. Amerika, Irak-İran savaşının başlamasıyla, gerek bölgedeki ekonomik kaynakların kontrolünün yeni İran yönetimine geçmesi ve gerekse o günkü Sovyetler Birliği’nin savaştan istifade ederek Hürmüz Boğazı’na yerleşme ihtimalinin doğurduğu endişeyle, Irak’ın savaştan galip ayrılması veya en azından tamamen mağlûp edilmemesi için büyük gayretler sarf etti. Irak’a istihbarat temininin yanı sıra, silah satışı ve hatta Irak’ın terörü destekleyen ülkeler listesinden silinerek, kolay kredi ve silah alması gibi imkanlar sağlandı. Böylece, kimyasal malzemeler dahil, silah malzemesi ve teknoloji transferi elde eden Irak, silah programları geliştirecek kabiliyete ulaştı. Hatta ürettiği kimyasal silahları savaşta İran ordusuna karşı kullandı. Körfez Krizi ve ABD’nin Bölgeye Yerleşmesi 1984 yılına kadar Irak, Amerika tarafından dolaylı desteklenirken, İran desteğindeki Hizbullah’ın Beyrut bombardımanı ve pek çok Amerikalı denizcinin ölümü ardından bu destek aleni bir hal aldı. Bu destek diğer batılı devletlerce de açıktan sürdürüldü. Irak’a silah programlarını geliştirmesi için malzeme ve teknoloji desteği sağlandı. Bu destekler ile Irak dünyanın en borçlu ülkeleri listesine girdi. Sadece Batılı ülkelere 80 milyar dolar borçlandı. Körfez ülkelerinden yaptığı borçlanma ile birlikte bu borç iki katına çıkmıştı. Bütün bu destekler Irak halkını savaşın içine, yokluğa ve bir dizi felaketlere iterken, Saddam Hüseyin’in statüsünü kuvvetlendirmeye yaradı.1988 yılı Mart ayında Saddam geliştirdiği kimyasal silahları Halepçe’de Kürtleri katletmek için kullandı. O tarihte sessiz kalan müttefikleri; ertesi sene doğrudan İran ile barış görüşmelerine başlayınca huzursuz oldular. 1990 yılına doğru Saddam artık kontrol edilemez bir güç olarak görülüyordu. Amerika ve Batılı ülkeler, -adeta geçmişteki günahlarını çıkartmak için-, onun bir hata yapmasını beklemeye başladılar. Hatta muhtemelen bir takım teşviklerle hata yapmasını sağladılar. Nitekim 2 Ağustos 1990’da Irak kuvvetlerinin Kuveyt’i işgale girişmesi beklenen hatayı yani körfez krizini yarattı. Daha önce Saddam Hüseyin İran’a karşı sinir gazını kullandığında Batı sessiz kalmıştı. Ancak bu olaydan hemen iki gün sonra Amerika, Irak’a silah satışını yasakladı. Fakat ilginç bir şekilde, Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması için altı ay beklendiği gibi düzenlenen askeri harekât da yarım bırakıldı. Bu harekâtın en belirgin sonuçlarından biri de kuzeyde uçuşa yasak bir bölgenin oluşturulup, Kürtlere özel bir statünün kazandırılmış olmasıydı. ABD’nin önderliğinde gerçekleştirilen askeri harekatla Kuveyt’in Irak işgalinden kurtarılmasından sonra, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de toplanarak, Irak’ın benzeri bir davranışı sergilememesi için çareler tartışmaya başladı. Ayrıca, Irak’ın nükleer ve kimyasal silah programlarının denetlenmesi ve kitle imha silahlarından arındırılması için bir teftiş heyeti oluşturuldu. Böylece Mayıs 1991’de ilk defa Birleşmiş Milletler Teftiş ve Silahsızlandırma Heyeti (UNSCOM: United Nations Special Comission on Disarmament) -ironik bir şekilde- Irak’ta kimyasal ve nükleer silahlar aramaya başladı. Uzun yıllar çalışmalarını sürdüren bu heyet, Irak’ta pek çok yer denetlemiş, hatta Saddam’ın saraylarındaki en mahrem mekânlara kadar girebilmiştir. Aslında bu geçen süre zannedilenin aksine Irak’ın lehinde 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün işlememiş, bilakis Amerika’nın Körfez’e daha kolay ve tam anlamıyla yerleşmesini sağlamıştır. Bütün denetimlere rağmen, 1998 yılına gelindiğinde hâlâ Irak’ın kitle imha silahları programına sahip olduğuna inanılmaktaydı. Irak ise çeşitli vesilelerle BM silah denetimcileriyle işbirliğine yanaşmamaktaydı. Birçok görüşmeden ve uluslararası baskılardan sonra BM Irak ile yeni bir anlaşma yaptı. Buna göre Irak, o güne kadar alınan kararlara uymayı ve Saddam’ın sarayları dahil, BM silah denetimcilerinin görmek istedikleri yerleri göstermeyi taahhüt etti. Buna rağmen, UNSCOM’un başkanı Richard Butler’in ülkede casusluk yaptığı gerekçesi ile işbirliğini reddeden Irak, bir kere daha Amerika’nın boy hedefi haline geldi. 1997 ve 1998 yılı içinde bir kaç kere Amerika tarafından bombalanan Irak’a, 16 Ekim 1998’de Amerikan ve İngiliz savaş uçakları dört gün sürecek bir dizi saldırı daha başlattı. Bu harekat, Birleşmiş Milletler’de farklı farklı seslerin çıkmasına neden oldu. BM Güvenlik Konseyi üyesi üç ülke Rusya, Fransa ve Çin harekâtı protesto ettiler. Arap devletlerin de protestosuna neden olan bu harekat, sonuçta Irak’ın teftiş heyeti ile işbirliği yapmasına zorlanması ile sona erdi. Amerikan ve İngiliz uçaklarının 650 sorti yaptığı bu harekatta, 100 kadar askeri ve endüstri bölgesi vuruldu. Amerika ve İngiltere’nin insan kaybı olmamasına karşın, Irak’ta binlerce kişinin öldüğü ileri sürüldü. ABD Devlet başkanı Clinton, askeri harekatın ardından kararlılığını bir kere daha ilan ederek, Irak’ın kitle imha silahları imal etmeye devam ettiği sürece kendilerinin de askeri harekat yapacaklarını söyledi. Ancak en önemlisi ilk defa Saddam Hüseyin’in devlet başkanlığından düşürülmesinden söz ederek, Birleşmiş Milletlerin arkalarında durmalarını istedi. Buna rağmen Clinton yönetimi işi zamana yaydı. 1999 yılı boyunca sürdürülen girişimler ve Irak’ın UNSCOM ile silah denetimini götüremeyeceğinin anlaşılması ile ABD ve İngiltere, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni yeniden harekete geçirdi. 17 Aralık 1999’da BM’de yapılan yeni bir oylama ile alınan 1284 sayılı karar üzerine, UNMOVIC (United Nations Monitoring, Verification and Inspection Commmission) adı altında bir denetim heyeti görevlendirildi. Aslında bu yeni komisyon da sıkıntılı bir şekilde doğmuştu. Zira Güvenlik Konseyi’nin onbeş üyesinden dördü Rusya, Çin, Fransa ve Malezya çekimser kalmıştı. Irak ise bu yeni kararı reddederek geri çekilmesi çağrısında bulundu. Aslında bu yeni denetim programı Irak için sınırlı da olsa bazı konularda ambargonun kaldırılmasını da içermekteydi. Yani bir anlamda “promosyonlu bir denetim” programı idi. Buna rağmen işler umulduğu gibi gitmedi ve özellikle Amerikan Şahinlerinin bakısı ile BM yeni bir karar aldı. Esasında Irak’a savaştan önce “son fırsat” anlamını taşıyan 1441 sayılı tartışmalı karar bir anlamda savaşı veya Amerika’nın Irak’a yerleşmesini de beraberinde getirdi. Yeni karar Irak’ın, UNMOVIC ve IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu) ile işbirliği yaparak, otuz gün içinde, biyolojik, nükleer silahlar ve balistik füze sistemi programlarını eksiksiz bildirmesini öngörüyordu. Aslında bir anlamda Irak’a karşı güç kullanımını da ihtiva eden bu karar, Irak’ı işbirliğine zorladı ve kapılarını denetime açtı. ABD ve İngiltere hariç BM üyelerinin hemen tamamı programın uygulanmasından memnun görünmekteydiler. Ancak savaş kararını çoktan vermiş olan o sıradaki ABD Başkanı Bush’un yönetimi, -muhtemelen denetim sonunda istenilen sonuca ulaşılamayacağı endişesi ile- biran önce askeri harekata başlamak istiyordu. Bu yüzden ABD ve İngiltere müştereken Ocak 2003’de BM’ye yeni bir karar tasarısı sundular. BM Güvenlik konseyini karıştıran bu yeni karar tasarısı oylanmadan geri çekildi ve akabinde bütün dünyanın şahid olduğu gelişmeler yaşandı. Nitekim 20 Mart 2003’te başlayan Amerikan-Irak Savaşı kafalarda bir çok soru 49 50 Modern Ortadoğu Tarihi bırakarak 9 Nisan’da sona erdi. Ancak ülkede olaylar dinmedi, iç karışıklıklar ortaya çıktı. Şii lider Abdülmecid el Huyi Necef ’te öldürüldü. Sürgünde olan muhalifler ülkeye döndü. Bu arada Amerika Paul Bremer’i Irak’a sivil idareci olarak atadı. 2003’te başlayan Amerika’nın Irak’ı işgali milyonlarca insan kaybına neden oldu ve ancak resmen 2012 yılında kaldırıldı. Zaten oldukça karmaşık bir yapısı olan Irak toplumu kristalize edildi. Saddam’dan kurtulmak için işbirliği yapan Iraklılar geleceklerini kurmak için aynı kararlılığı gösteremediler. Bu yüzden hâlâ Irak siyasetinde belirleyici rolü yine ABD oynamaktadır. Sizce ABD’nin körfez politikası neyi hedeflemektedir? 3 ÜRDÜN HAŞİMİ KRALLIĞI Coğrafya ve Etnik Yapı Ürdün, Arap yarımadasının kuzeyinde olup kuzeyden Suriye, doğudan Irak, güneyden Suudi Arabistan ve Akabe körfezi batıdan ise Filistin toprakları ve İsrail ile çevrili küçük bir coğrafyadır. Ürdün nehrine nispetle bu ismi aldı. Tarih içinde bu bölgede küçük emirlikler kurulmuş olsa da hep başka devletlerin bir parçası olan bu coğrafya Osmanlıların eline geçtiği zaman kısmen göçebe ve birkaç kasabadan ibaret idi. Buralarda 19. Yüzyıla kadar Aclun, Havran ve Kerek Sancakları kurularak idare edildi. Hac yolu güzergâhında olduğu için daima bir nüfus hareketliliğine sahip idi. 1908’de Hicaz Demiryolu açıldıktan sonra da demiryolu güzergâhı daha fazla iskân almaya ve şehirleşmeye başladı. Hatta Amman’da bir vilayet teşkil edilmesi de bir Osmanlı projesi idi. Göçebe hayattan yerleşik hayata geçen nüfusun çoğunluğu Müslüman Araplardan oluşmaktadır. Tamamına yakını Sünnî olmakla birlikte az da olsa Şiî/Alevi de vardır. Ayrıca toplum ile entegrasyonunu sağlamış, devlet nezdinde nüfuzu olan Müslüman Çerkezler ile ticari hayatı elinde bulunduran %5 oranında Hiristiyan nüfus bulunmaktadır Varlıklarını hâlâ muhafaza eden kabileler Ürdün toplumumunda ve siyasetinde önemli rol oynamaktadır. Ürdün Haşimî Krallığı’nın Kurulması I. Dünya Savaşı sonrasında Şark-ı Ürdün, Allenby’nin “düşmanın işgal edilmiş doğu bölgesi” taksimatı içinde kalmıştı. Faysal b. Hüseyin’in Suriye Krallığı’nı tesisi üzerine Kerek ve Amman buraya bağlanmış, Maan ve Akabe de Hicaz Kralı Hüseyin’e itaatini bildirmişti. Fakat Suriye’nin Fransız mandasına terk edilmesi ve Faysalın Şam’dan çıkarılması ile bu bölge başsız kaldı ve anarşiye sürüklendi. Bu arada Mekke’de bulunan Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah, kardeşini Fransızlara karşı desteklemek maksadıyla Kasım 1920 ortalarında Maan’a geldi. Burada birtakım kabile reisleri ve mahallî liderler tarafından karşılanan Abdullah, Suriye halkına bir beyanname neşrederek onları Fransızlara karşı savaşa çağırdı. Fransızlara göre Abdullah el altından İngilizler tarafından destekleniyordu; bu durum iki müttefiki karşı karşıya getirdi. Bunun üzerine İngilizler, eskiden beri kendileriyle dost olan ve savaş boyunca babası ile aralarındaki ilişkileri düzenleyen Abdullah’ı, her türlü yardım ve desteği vererek kendi himayelerinde Ürdün emiri ilân ettiler (1 Nisan 1921). 1923 yılında da Abdullah’ın başkanlığında müstakil bir Ürdün hükümetinin kurulmasına karar verildi. Bu arada ona yardımcı olmak üzere yanına İngiliz subay ve müşavirleri gönderildi ve gerekli malî yardımlar sağlandı. Giden İngilizlerin başında Irak’ta da görev yapmış olan ünlü İngiliz subay ve Ürdün’ün gerçek kurucusu sayılan J. Bagot Glubb/Glub Paşa (1897-1986) vardı. Burada oluşturulan 51 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün idare bir noktada bedevî unsurların İngiliz menfaatlerine zarar vermemeleri üzerine kuruldu. Emir Abdullah’ın bedeviler nezdindeki saygınlığı onların taşkınlık yapmalarını engellediği gibi, II. Dünya Savaşı’ndan önce Filistin’de başlayan ArapYahudi çekişmelerinde de önemli roller oynadı. Emir Abdullah, II. Dünya Savaşı başlar başlamaz hamisi İngilizlere savaşta yanlarında yer alabileceğini bildirdi. Başlangıçta savaş Avrupa’da seyrettiği için İngiltere buna gerek duymadı. Fakat çarpışmalar 1941 ‘de Ortadoğu’ya sıçrayınca Emir Abdullah’ın İngilizlerin yardımıyla 1921’den itibaren kurulmuş olan Glubb Paşa kumandasındaki ordusu (Arap Lejyonu), Irak’ta Alman subayların yardımıyla iktidarı ele geçiren Râşid Ali’ye karşı kullanıldı ve böylece Ürdün savaşa iştirak ettirildi. Arkasından da bu ordu İngiliz kuvvetlerinin Suriye’ye girmesinde büyük rol oynadı ve bu hizmetleri karşılığında Emir Abdullah’a bağımsızlık sözü verildi. Savaşın bitmesinden sonra verilen söz yerine getirilerek Ürdün’ün bağımsızlığı ve Abdullah’ın krallığı ilân edildi (22 Mart 1946); böylece halen sürmekte olan Ürdün Haşimî Krallığı tarih sahnesine çıkmış oldu. Ürdün konumu ve etrafında oluşan siyasal yapılar itibarı ile jeostratejisi yüksek bir yerdir. Bu yüzden İngiltere bölgeden çekilirken kendisine aslında tarihte olmayan bir devlet kurdurarak bir müttefik yarattı. Kral Abdullah 1950 yılında, Filistin’de Arap Birliği askerlerinin işgali altındaki toprakları Ürdün Haşimî Krallığı’na ilhak etti. Bunun üzerine Mısır Ürdün’ün Arap Birliği’nden çıkarılması için girişimlerde bulundu. Ürdün bağımsızlığına kavuşmuş olmasına rağmen ordusu hâlâ İngiliz kumandasındaydı ve bu durum yeni filizlenen Arap milliyetçilerini rahatsız ediyordu. Onların bu muhalefeti Kral Abdullah’a yönelmişti ve bu ortam içinde Kral Abdullah 20 Temmuz 1951 günü Kudüs’te öldürüldü. Ürdün meclisi, Abdullah’ın yerine o sırada hastalığından dolayı İsviçre’de tedavi görmekte olan Tallâl’i kral ilân etti; ancak onun rahatsızlığı sebebiyle ülkeyi daha çok vekili ve küçük kardeşi Naîf yönetti. 11 Ağustos 1952 tarihinde Ürdün Parlamentosu Tallâl’i görevden alarak yerine İngiltere’de eğitim alan oğlu Hüseyin’i getirdi. O Arap-İsrail çatışmalarının en yoğun olduğu 1967 savaşlarını yaşadı. Savaş sırasında ve sonrasında pek çok Filistinli Ürdün’e iltica etti ve o da onlara vatandaşlık verdi. Ancak 1970 yılında dış baskılar artınca Ürdün’deki Filistin Fedaileri Gurubu’na karşı savaş açtı, onlar da Lübnan’a kaçtı. 1973 yılında Mısır ve Suriye İsrail’e savaş açtığında savaş dışında kaldığı gibi, Batı Şeria’nın elinden çıkması korkusu ile Savaşın çıkacağını İsrail’e bildirdi. Bu tarihten sonra İsrail ile başlattığı gizli barış görüşmeleri onu Arap İsrail sorununda etkisiz kıldı ve itibarını sarstı. Kral Hüseyin b. Tellâl’ın ölümünden (1999) sonra yerine oğlu şimdiki Kral Abdullah geçti. Ülke Arap coğrafyasının ortasında batılı bir anayasal monarşi görüntüsündedir. Siyasal partiler ve seçim mevcut olmakla birlikte siyasi istikrardan yoksundur. Kaynaklarının yetersizliği, işinde barındırdığı Filistinli mülteciler gibi sorunlar ile boğuşmaktadır. İsrail ile en uzun sınırlara sahip olması ona ayrı bir stratesik önem kazandırmaktadır. Bölgesle çekişmeler ve savaşlarda bir ticaret koridoru ya da Batı ile diplomatik ilişkilerin aracısı rolüyle varlığını sürdürmektedir. Okuma yazma oranı en yüksek ülkelerden birisi ve eğitim düzeyi bir hayli iyi olan ülkede işsizlik yüzde otuzlarda seyretmektedir. Ürdün Haşimî Krallığını hangi şartlar doğurmuştur? 4 52 Modern Ortadoğu Tarihi Özet 1 2 3 önemli husus da hemen hemen aynı dönemlerde dünyanın Körfez Petrolüne duyduğu ihtiyaçtır. Buradan çıkarılan petrol güvenli bir şekilde ve uygun fiyatla başta ABD olmak üzere dünya sanayisini beslemesini sağlamak için politikalar geliştiren ABD dönem dönem menfaatlerini koruyacak müttefikler bulmuştur. Örneğin 1979 yılına kadar İran ile müttefik olan ABD bu tarihten sonra Irak’a yönelmiştir. Saddam Hüseyin ile menfaat çatışmaları başlayınca onu gözden çıkarmış ve Irak’ı işgal etmiştir. Ortadoğu’da Haşimîlerin rolünü algılayabilme Hz. Muhammed’in soyundan gelen Haşimîler, tarih boyunca özelikle Hicaz tarihinde önemli rol oynamışlardır. Mekke Emirliğini asırlarca sürdüren bu aile Osmanlı asırlarında da özerkliklerini belli oranda koruyabilmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı şartları içerisinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Osmanlı hükümetine isyan edip İtilaf devletlerinin (özellikle İngilizlerin) yanında yer alması, savaş sonrasında oluşan yapılar içinde Haşimîler Hicaz dışında da etkili olmaya başladılar. Irak’ın siyasi tarihini irdeleyebilme Tarih boyunca önemli ve stratejik bir mevkisi olan Irak toprakları, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte bir dizi gelişmelere sahne olmuştur. Aslında geçmişte Bağdat ve Basra’dan ibaret olan (güney) Irak, İngilizlerin haksız bir şekilde işgal ederek ilave ettiği Musul ile büyütüldü ve burada 1920 yılından itibaren İngiliz Mandası kuruldu. Ancak bölgeden gelebilecek tepkileri yumuşatmak için Haşimî ailesinden Faysalı burada kral ilan ederek mandasını 1932 yılına kadar sürdürdü. Mezkür tarihte manda kalkmış olmakla birlikte İngilizlerin yönetim üzerindeki etkisi devam etti. İkinci dünya savaşının doğurduğu şartlar ve Arap dünyasında meydana gelen gelişmeler de Irak’ın siyasetinde etkili oldu ve krallığa karşı muhalefet gelişti. Bir darbe ile 1958 yılında Irak Cumhuriyeti kuruldu. Ancak bölgede istikrar sağlanamadı. Yönetim Nasırcılar ve Baascılar arasında kaldı. Nihayet Baascılar etkin oldu ve 1979’da Saddam Hüseyin devlet başkanı oldu. Özellikle dış dünya ve ABD ile yaşadığı sorunlar 2003 yılında Saddam Hüseyin Dönemini bitirecek ve Irak bu günkü sürece girecektir. ABD’nin Körfez politikalarını çözümleyebilme ABD 19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren iktisadi olarak Körfez bölgesi ile ilgilenmeye başladı. Ancak bütün imkânları ile siyasi güç oluşturmaya başladığı dönem II. Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönem iki olayla eş zamanlıdır. Birincisi Sovyetler Birliği’nin bölgede nüfuz arayışları, diğeri de İsrail’in kuruluşudur. Ancak ABD’nin bölge politikalarında etkin olmasını sağlayan diğer 4 Ürdün Haşimî Krallığının ortaya çıkarılmasını açıklayabilme Tarihte böyle bir krallık yoktur. Ancak Birinci Dünya Savaşının sonunda İngiltere ile Fransa arasında paylaşılan Arap topraklarında bu bölge işgal dışında kaldı. Bir tarafta Fransız mandası olan Suriye, diğer tarafta Filistin ve bir tarafında İngiliz mandası olan Irak bulunmaktaydı. İngiltere Irak’taki geleceğini tehdit eden bu bölgede yeni bir idare kurmak suretiyle hem nüfuz alanını genişletti hem de yeni bir müttefik kazandı. Böylece bölgede daha fazla manevra yapma imkânı bularak Fransa’nın da önünü kesmiş oldu. Kasabalarda yaşayan kabileler ve bedevi aşiretler üzerine Haşimîlerden Abdullah’ı emir tayin ederek istikrarı sağlayan İngiltere, oraya gönderdiği J.B. Glubb aracılığı ile de İngiliz nüfuzunu yerleştirdi. İngiliz nüfuzu yerleştikten sonra da emirliği krallığa dönüştürdü. 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün 53 Kendimizi Sınayalım 1. Onuncu asırdan itibaren günümüze kadar Ortadoğu tarihinde etkin olan aile aşağıdakilerden hangisidir? a. Osmanlılar b. Memlükler c. Suudiler d. Haşimîler e. Yezidiler 6. 1920’lerde Irak’ın bölünerek idare edilmesini savunan İngiltere’ye karşı kimler itiraz etmiştir? a. Amerika-Türkiye b. Türkiye-Fransa c. Fransa-Amerika d. Fransa-İtalya e. Fransa-Almanya 2. II. Ebû Nümeyy’in ölümüyle birlikte (1584) aynı soydan olup Mekke emirliği için birbiriyle mücadele eden aile sayısı kaçtır? a. 2 b. 3 c. 4 d. 5 e. 6 7. 1913’de imzalanan Osmanlı-İngiliz anlaşmasının amacı aşağıdakilerden hangisidir? a. Irak topraklarının bir oldubittiye getirilmemesi b. Irak topraklarının paylaşılması c. Musul sorununun çözümü d. Haşimî krallıklarının kabul ettirilmesi e. Suudi Arabistan’ın kuruluşu 3. İsyan eden Şerif Hüseyin’in yerine tayin edilen Şerif Ali Haydar görevini nereden yürütmüştür? a. İstanbul’dan b. Mekke’den c. Cidde’den d. Akabe’den e. Medine’den 4. Suriye ve Lübnan hangi anlaşmayla Fransız mandasına bırakılmıştır? a. San-Remo Anlaşması b. Paris Barış Anlaşması c. İstanbul Anlaşması d. Londra Anlaşması e. Mondros Antlaşması 5. Irak’ı sulayan Fırat’ın yüzde kaçı Türkiye topraklarında akar? a. % 70 b. % 80 c. % 85 d. % 90 e. % 95 8. Irak-Suriye-Filistin-Ürdün federasyonunu savunan Iraklı siyasetçi aşağıdakilerden hangisidir? a. Kral Faysal b. Reşid Ali el-Geylanî c. Nuri Said d. Cemal Abdunnasır e. Kral Gazı 9. Aşağıdakilerden hangisi 1955 yılında Türkiye’nin de taraf olduğu Bağdat Paktı’nın üyelerinden biri değildir? a. Türkiye b. İran c. Pakistan d. İngiltere e. Amerika 10. Ürdün Haşimî Krallığı hangi tarihte kurulmuştur? a. 1920 b. 1932 c. 1946 d. 1948 e. 1950 54 Modern Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. d Sıra Sizde 1 Öncelikli sebep Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılmasıdır. Zaten bu maksatla önce Şerif Hüseyin’i Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ettiren İngilizler bu hizmete karşılık Hicaz Haşimî krallığını kurdurdular. Aynı şekilde Fransızlar ile paylaşım sorunu yaşayan İngiltere Suriye’de de Faysala bir krallık kurdurarak bölgede daha etkin olmayı amaçlamıştır. 2. b 3. e 4. a 5. d 6. c 7. a 8. c 9. e 10. c Yanıtınız yanlış ise “Hicaz ve Suriye Haşimî Krallıkları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Hicaz ve Suriye Haşimî Krallıkları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Hicaz ve Suriye Haşimî Krallıkları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Hicaz ve Suriye Haşimî Krallıkları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Coğrafya, Jeopolitik ve Etnik Yapı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “İngiliz Mandası ve Sonrası” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Tarih: Osmanlı Irak’ı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Irak Haşimî Krallığı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Irak Haşimî Krallığı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Ürdün Haşimî Krallığı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 2 Bu günkü Irak’ın güneyi Irak olarak adlandırılmaktaydı. Ancak İngilizler Musul üzerindeki menfaatlerini sürdürmek ve oradaki petrol kaynaklarından istifade edebilmek için Musul’un da Irak’ın parçası olmasında ısrarcı olmuştur. Sıra Sizde 3 Siyasi olarak geçmişte Sovyet nüfuzunun yayılmasını engellemeyi amaçladılar. Ancak Dünyanın en zengin petrol rezervlerine sahip olan Körfez bölgesinden Petrolun güvenli bir şekilde ve uygun fiyatla başta ABD olmak üzere dünya endüstrisini beslemesini hedeflemektedir. Sıra Sizde 4 Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransızlar ile İngilizler arasında paylaşılan toprakların dışında kalan Ürdün civarında İngilizler, önce emirlik ardından krallık kurdurarak bölgede daha fazla etkin olmak istediler. 2. Ünite - Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün Yararlanılan Kaynaklar Anderson, Ewan W., (2000). The Middle East Geography and Geopolitics, London-New York. Cleveland, William L., (2008). Modern Ortadoğu Tarihi, (Tercüme: Mehmet Harmancı), İstanbul. Çetinsaya, Gökhan, (2006). Ottoman Administration of Iraq, 1890-1908, USA-Canada Dan, Smith, (2006). The State of the Middle East, An Atlas of the Conflict and Resolution, BerkeleyLos Angeles. Davison, Roderic H, (1960). “Where is the Middle East?” Foreign Affairs, Vol. 38 Nu 4 (Julay 1960), p. 665-675. Fraser, T.G. - Mango, Andrew,- Mcnamara, Robert, (2011). Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, (Tercüme: Füsün Doruker), İstanbul. Ghareeb, Edmund A, (2004). Historical Dictionary of Iraq, Oxford. Goldschmidt, Arthur - Davidson, Lawrence, (2008). Kısa Ortadoğu Tarihi, (Tercüme: Aydemir Güler) İstanbul. Kurşun, Zekeriya, (1996). “Glubb Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara. Kurşun, Zekeriya, (1997). “Haşimiler”, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara. Kurşun, Zekeriya, (2002). Basra Körfezinde Osmanlıİngiliz Çekişmeleri: Katar’da Osmanlılar, Ankara. Kurşun, Zekeriya, (2003). “Osmanlı’dan Amerika’ya Tanımlanamayan Ülke Irak”, Irak Dosyası I, İstanbul, s.1-36. Lewis, Bernard, (2000). Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği, (Tercüme: Mehmet Harmancı), İstanbul. Mansfield, Peter, (1991). A History of the Middle East, USA. 55 Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 2: Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler: Irak ve Ürdün Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler 1. Haşimîler hakkında kısaca bilgi veriniz. Cevap: Haşimîler X. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar (1924) Mekke’nin yönetimini elinde bulunduran emîrlerle, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bir müddet Hicaz, Suriye, Irak ve halen Ürdün’de hüküm süren kralların mensup olduğu ailenin adıdır. 2. Osmanlı Devleti’nin Haşimilere saygı duymasının sebebini kısaca açıklayınız. Cevap: Osmanlı Devleti’nin bölgeyi kendi topraklarına katması sırasında devlete bağlılıklarını sunarak konumlarını koruyan Haşimîler Osmanlı idaresi boyunca da daima saygı görmüştür. Osmanlılar, Hz. Peygamber’in torunları olmaları sebebiylegenelde bütün seyyid ve şeriflere büyük değer vermiş, onlara maaş ve çeşitli tahsisatlabirlikte Cidde gümrüğü gelirlerinin önemli bir bölümünü de tahsis etmiştir. 3. Osmanlı'nın Hicaz üzerindeki hakimiyetini kısaca değerlendiriniz. Cevap: Hilafeti bünyesinde bulunduran Osmanlı Devleti Hicaz bölgesinin kendikontrolünde kalmasına büyük özen gösterirken Mekke emirlerine karşı da oldukçamüsamahakâr davranıyordu. Tarih boyunca ağırlıklı olarak Hicaz, kısmenYemen ve Orta Arabistan’da nüfuz kuran Mekke Emirleri, Osmanlılar zamanındada -daha sınırlı bir alanda da olsa- nüfuzlarını devam ettirdiler. Zira OsmanlıDevleti bir taraftan Peygamber soyundan geldikleri için onlara saygı göstererekbölge üzerinde daha etkili olabiliyor, diğer taraftan da onların, özellikle bedevîtoplumlar üzerindeki, geleneksel gücünden istifade ediyordu. Görünüşte ve protokoldesadrazam ile eş değerde olan Mekke Emirleri aslında devlet tarafından dadolaylı olarak kontrol altında tutulmakta idiler. Geleneklere ait ve bedeviler ileilgili konularda, hac işlerinde onlardan yararlanırken, Cidde Eyaleti de merkezüzerinden teşkilatlandırılıp onların daha fazla bağımsız davranmalarının önünegeçildi. Yazılı olmamakla birlikte, teamül olarak belirlenen sınırlarını aştıklarındaya görevden alınmakta ya da cezalandırılabilmekteydiler. 4. Şerif II. Ebû Nümeyy’in ölümüyle birlikte (1584) hangi aileler arasında Mekke emirliği için iktidar çekişmesi yaşanmıştır? Cevap: Aile arasında ortaya çıkan ihtilaflara taraf olmak yerine onların geleneklerineuygun çözümlere göz yummaktaydı. Bu yüzden şerif II. Ebû Nümeyy’in ölümüylebirlikte (1584) aynı soydan gelen üç aile Mekke emirliği için birbiriyle mücadeleetmeye başladı. Bunlardan biri Zevî Zeyd (Şürefâ-i Zeydiyye), diğeri 1672’densonra çok defa iktidarı onlarla paylaşan Zevî Berekât (Âl-i Berekât). Üçüncüsüde Abâdile diye bilinen Zevî Abdullah (veya dedelerine nisbetle Zevî Avn)ailesidir. 5. Şerif Hüseyin'in İngilizlere yakınlaşmasının sebeplerini değerlendiriniz. Cevap: Oldukça zeki ve dünya siyasetine vakıf olan Şerif Hüseyinaynı zamanda ihtiraslı bir kişiliğe sahipti. Hatta II. Abdülhamid tarafındanİstanbul’da zorunlu ikamete tutulmasının muhtemel nedeni de onun bu kişiliğiydi.Şerif Hüseyin göreve başladığından itibaren merkezi idare ile ters düştü.Zira ittihatçılar, geçmişe ait her türlü imtiyazları kaldırıp, her yerde anayasayıve dolayısıyla merkezin gücünü hissettirmek istiyorlardı. Oysa Şerif Hüseyinen azından kendisinden öncekiler gibi eski imtiyazları sonuna kadar kullanmakarzusunda idi. Bu yüzden devletin merkezden yaptığı düzenlemelere karşı geliyor,hatta bölgedeki devlet memurları ile anlaşamıyordu. İttihatçılar asırlardırCidde üzerinden kontrol edilen Mekke’yi vilayet merkezi yapma teşebbüsündebulunarak bu çekişmeyi daha da arttırdılar. Medine’ye kadar ulaşan demiryolunuda Mekke’ye ulaştırmak istediler. Şerif Hüseyin ise merkezin gittikçe artan nüfuzundanrahatsız oluyordu. Bu rahatsızlığını da ittihatçıların uygulamalarına karşıgelerek gösteriyordu. Özellikle Vehip Bey’in Nisan 1914’te Hicaz valisi olarak tayinedilmesinden sonra bu sürtüşmeler daha da arttı. Vehip Bey davranışlarındaneredeyse Şerif Hüseyin’i yok sayıyordu. Bu durum yabancı konsolosların raporlarınakadar yansıdı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere aralarında gizlianlaşmalar yapan İtilâf devletleri Hicaz bölgesi (Cidde-Mekke-Medine ve civarı)üzerinde de birtakım hesaplar içindeydiler. İngilizler, daha savaşın başlarındaİttihatçılar ile çekişmesini de göz önünde tutarak Şerif Hüseyin’in hareketlerinitakibe almışlardı. Sonunda bekledikleri oldu. Şerif Hüseyin’in Osmanlı Meclis-iMebusanı’nda Hicaz temsilcisi sıfatıyla bulunan oğlu Abdullah, babası adına Mısır’dakiİngiliz yetkilileriyle görüşmeler yaparak muhtemel bir isyan girişimindekendilerini desteklemelerini istedi. Bunun üzerine İngilizler, pek çok vaatle ŞerîfHüseyin’i Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmesi için teşvike başladılar. Vaatlerinbaşında, hilâfetin Osmanlı Devleti’nden alınarak Haşimî ailesine verilmesi ve büyükbir Arap devletinin kurulması gelmekteydi. 6. Şerif Hüseyin öncülüğünde gerçekleşen Arap isyanı ve bunda İngilizlerin rolü hakkında kısa bilgi veriniz. Cevap: Şerif Hüseyin, Haşim’i ailesi vekendilerine bağlı aşiretleri Osmanlıdan bağımsız bir Arap imparatorluğu kurmahayalini İngilizlerle işbirliği yaparak gerçekleştireceklerini düşünüyordu. ŞerifHüseyin ile İngiltere’nin Mısır fevkalâde komiseri Sir Henry McMahon arasında1915 yılı boyunca mektuplar ile süren pazarlıklar nihayet 27 Haziran 1916’da Osmanlıhükümetine karşı başlayan isyan ile sonuçlandı. İngiltere, Osmanlı’ya karşıyeni bir cephe açmaları karşılığında Haşimilere savaş sonrasında kendi devletlerinikurmada yardım edecekti. 1916 yılında başlayan Arap Ayaklanması, T. EdwardLawrence gibi İngiliz ajan ve danışmalar kontrolünde Şerif ’in adamlarının vurkaçtaktiği ile Osmanlı ordusuna ve lojistik merkezlerine ciddi kayıplar verdirdi.Hicaz Demiryolu da bu sabotaj eylemleri ile işlevsiz hale gelince Osmanlı’nın bölgesavunması ciddi bir darbe yedi.Osmanlı Devleti isyanın hemen ardından bir tedbir olarak Temmuz ayı başındaMekke Emirliği’ne Zevî Zeyd ailesine mensup Meclis-i A’yân reis vekili ŞerîfAli Haydar’ı tayin etti. Böylece isyanın etkisini kırmak istiyordu. İstanbul’dan hareketleaynı ayın sonlarında Medine’ye ulaşan Şerîf Ali Haydar, isyan sebebiyleMekke’ye gidemedi ve emirlik görevini oradan yürütmeye çalıştı. Ancak isyangenişleyerek Medine kapılarına kadar dayandı. Bu arada Şerîf Hüseyin İngilizleregüvenerek kendisini “Arap ülkelerinin kralı” olarak ilân etti. Uzun süre Fahrettin(Türkkan) Paşa’nın savunduğu Medine’nin Osmanlı askerlerinden boşaltılmasıüzerine Hicaz’da kontrol tamamen Şerîf Hüseyin’in eline geçti. 7. Hicaz Haşimî Krallığı hakkında kısa bilgi veriniz. Cevap: Kendisini, gerçekte tanımı olmayan, Arap ülkeleri kralı ilân edenŞerîf Hüseyin’i İtilâf devletleri ise Hicaz kralı olarak tanımışlardı. Savaştan sonrakibarış görüşmelerinde de durum değişmeyince büyük bir hayal kırıklığına uğradıve Hicaz Hâşimî Krallığı ile yetinmek zorunda kaldı. 1924 yılında Türkiye’dehilâfetin ilgasının ardından Şerîf Hüseyin kendisini halife ilân etti. Ancak bu çıkışıda kabul görmediği gibi kendisiyle çekişme içinde bulunduğu muhalifi ve osırada Necid Emiri olan Abdülazîz b. Suud’un aşırı tepkisine yol açtı. NitekimNecid’den harekete geçen Abdülazîz b. Suud’un kuvvetleri aynı yılın ekim ayındaMekke’yi ele geçirdi. Bunun üzerine Şerîf Hüseyin, yerine oğlu Emir Ali’yi Hicazkralı olarak bırakıp önce Akabe’ye çekildi, oradan da 1925’te Kıbrıs’a iltica etmekzorunda kaldı. Emir Ali de Abdülazîz b. Suud’un Hicaz’ı tamamıyla ele geçirmesindensonra babasının arkasından gitti. Böylece tarihte ilk defa ortaya çıkmışolan Hicaz Haşimî Krallığı (1916-1925) da kısa zamanda tarihe karışmış oldu. 8. Şerif Hüseyin'in oğullarının Arap isyanındaki rolühakkında bilgi veriniz. Cevap: Şerîf Hüseyin’in Faysal, Abdullah, Ali ve Zeyd adlarında dört oğlu vardı. Bunlardan,I. Dünya Savaşı başladığı sıralarda Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Hicaztemsilcisi olarak bulunan Abdullah ve Faysal, isyanın hazırlanmasında ve sonrasındaönemli çalışmalar yaptılar. Bu, onlara İtilâf devletleri nezdinde itibar kazandırdı.İsyan sırasında Emir Faysal, babasından aldığı emirler üzerine bedevîlerdenoluşturduğu kuvvetlerin başında önce Akabe’yi ele geçirdi, Osmanlı kuvvetlerinekarşı Ölü Deniz’in güney ve güneydoğu taraflarında bir dizi askerî faaliyette bulundu.Daha sonra babasının tasvibiyle İtilâf kuvvetlerine bağlı Kuzey Arap Ordusu’nakumandan olarak tayin edilen Faysal, İtilâf kuvvetleri kumandanı Allenby’ninemriyle birtakım İngiliz subay ve askerlerinin eşliğinde Ağustos 1918’de Suriye’yedoğru harekete geçti. Bütün planlarda ve askeri taktiklerin geliştirilmesinde İngilizcasusu olan T.E. Lawrence’ın (Arap Lawrence diye tanınacaktır) büyük katkısıoldu. Eylül sonunda Şam’ı kuşatan Faysal’ın kuvvetleriyle İngiliz birlikleri Osmanlıaskerinin bir gün önce tahliye ettiği şehire 1 Ekim 1918’de girdiler. Şerif Hüseyin’eve oğlu Emir Faysal’a göre Şam bölgesinin ele geçirilmesi, kurulacak Haşimî devletiiçin atılacak son adımlardan biriydi. Zira böylece Hicaz dışında da kendilerinikabul ettirme imkânı doğacak ve büyük Arap devleti gerçekleşmiş olacaktı. EmirFaysal ile görüşen Allenby, Şam ve civarının düşmanın işgal edilmiş bölgeleri hükmündesayıldığı için orada sivil bir idarenin kurulmasının mümkün olmadığınıbelirterek ilk hayal kırıklığını yaşattı. Bundan kısa bir süre sonra 30 Ekim 1918’deimzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti gücünü kaybetti; böyleceEmir Faysal’a karşı bölgede İtilâf devletlerinden başka muhatap kalmadı. Faysal,Fransa’nın muhalefetine rağmen Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’naİngiltere’nin özellikle de T.E. Lawrence’ın desteğiyle katıldı. Kendisi Araplar adınatoplantıya katıldığını belirterek onların bir bütün halinde istiklâlini savunduysa dasadece Hicaz temsilcisi olarak kabul edildi. Faysal ilk defa burada kendilerinin İngilizlertarafından kandırıldıklarını anladı. Hatta bu tarihten sonra Mustafa Kemalile ilişkiye geçerek işgalcilere karşı birlikte hareket etmeyi önerdi. Ancak o günküşartlarda bu mümkün olamadı. Mustafa Kemal, her işgal bölgesindeki halkın kendimilli mücadelesini tamamlaması gerektiğini, ardından gerekirse işbirliğinin yapılabileceğini kendisine bildirdi. Tanımlanamayan Ülke: Irak 9. Irak hakkında kısaca coğrafi bilgi veriniz. Cevap: Irak, Arap yarımadasının kuzeydoğusunda yer alır. Kuzeyden Türkiye, doğudanİran, güneydoğudan Basra Körfezi ve Kuveyt, güneyden Suudi Arabistan ve batıdanÜrdün ve Suriye ile çevrilidir. Modern Irak coğrafyası toplam 438.317km.dır. Denize olan kıyı sınırı 60 km kadar iken kara sınırı 3500 km. civarındadır vebunun 350 km’si Türkiye sınırıdır. Ortadoğu Tarihi’nde Haşimîler 10. Paris barış Konferansı sonrasındaki süreçte Suriye, Lübnan ve Ürdün'ün akıbeti hakkında kısa bilgi veriniz. Cevap: Konferansta İki devletin yaptığı çetin müzakereler neticesinde SuriyeFransa’ya bırakıldı. Emir Faysal Ocak 1920 ortalarında Suriye’ye döndü veaynı yılın Mart ayında toplanan Eşraf Kongresi’nde Filistin ve Lübnan’ı da içinealmak suretiyle “Büyük Suriye Kralı” ilân edildi. Ancak bu durum, 1920Nisanı’nda toplanan San-Remo Konferansı’nda reddedilerek daha önce yapılangizli anlaşmalar gereği Suriye ve Lübnan Fransız mandasına bırakıldı. İki tarafarasında 24 Temmuz’da cereyan eden Meyselûn Savaşı’nın ardından FransızlarŞam’ı işgal edip Suriye’deki Haşimî krallığına son verdiler. Böylece ikinci Haşimîkrallığı da tarihe karıştı. Ancak İngilizlerin desteğiyle Faysal 23 Ağustos 1921’dekral ilân edildiğinde Irak’ta; kardeşi Abdullah’ın Krallığında da Ürdün’de başkaHaşimî krallıkları kurulacaktır. Tanımlanamayan Ülke: Irak 11. Irak'ın jeopolitik önemi hakkında bilgi veriniz. Cevap: Irak’ın, Akdeniz bölgesini Basra Körfezi aracılığı ile Pakistan, Hindistan veUzakdoğu’ya bağlayan kısa bir yol geçidi üzerinde bulunması ona coğrafi konumubakımından bir irtibat ülkesi olma imtiyazını da vermektedir. Çevresindeki ülkelerenazaran daha geniş tarım alanlarına ve özellikle zengin petrol yataklarına da sahipolması Irak’ın jeopolitik önemini arttırmaktadır. Irak topraklarının GüneybatıAsya’nın en önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle nehirleriyle sulanması onatarih boyunca önemli bir tarım potansiyeli kazandırdı. Fakat Irak için hayati önemtaşıyan Fırat nehrinin Irak sınırları dışından gelmesi onu tamamen Türkiye veSuriye’den gelecek su akışına bağımlı yapmaktadır. Fırat’ın Türkiye topraklarındakiuzunluğu 1.170 km’dır. Fırat’ın yaklaşık %90’ı Türkiye topraklarında, kalan %10’uise Suriye’de bulunmaktadır. Bunun yanında Dicle nehrinin %60’ını oluşturan dörtönemli akarsu Kuzey Irak bölgesinin dağlarından ya da direkt İran sınırından gelmektedir. Diğer taraftan 1992’den itibaren Irak’ta özerk Kürt bölgesinin kurulmasıile Irak sınırları içindeki nehir kaynakları da bir nevi Irak’ın kontrolünden çıkmışdurumdadır. Kürt bölgesinin lehindeki bu durum henüz istikrara kavuşmamışIrak’ta su kaynakları bakımından sorunlu stratejik bölgeler yaratmaktadır. 12. Irak'ın demografik yapısı hakkında kısaca bilgi veriniz. Cevap: Irak diğer Ortadoğu ülkelerinin etnik ve dini bakımdan gösterdiği özelliklerisergiler. Arap, Kürt ve Türk etnik unsurunun dışında daha ziyade dini farklılıklarıifade eden Keldani, Süryani, Ermeni, Musevi, Sabii (Mandei) ve Yezidilerbulunmaktadır. Bu gurupların etnik kimlikleri ağırlıklı olarak Arap ve Kürtler ilebu bölgeye göç etmiş Farslardır. Müslüman guruplar Şii ve Sünni olarak varlıklarınısürdürmektedirler. Sağlıklı nüfus sayımları olmamakla birlikte, Şii nüfusSünni nüfustan fazladır. Tarih boyunca Irak, farklı dini ve etnik grupları bünyesindebarındırmış heterojen yapıda bir ülkedir. Irak’ta nüfus dağılımının tahminirakamları şöyledir: Genel olarak nüfusun %75’ini Araplar, %18’ini Kürtler vegeri kalan %7’sini de Türkmenler, Asurîler, Ermeniler ve diğer gruplar oluşturmaktadırlar.Ancak bu rakamlar tartışmalı olup, özellikle küçük gruplar kendilerinidaha fazla gösterme eğilimindedir. Mesela Türkmenlerin % 10 olduklarınadair iddialar vardır. 13. Irak'taki Kürtler hakkında kısa bilgi veriniz. Cevap: Büyük kısmı Sünnî olan Kürtler, ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda yaşamaktadırlar.20. Yüzyıl başlarında bile genelde yarı göçebe iken zaman içindesınır geçişlerine konan engeller ve diğer ekonomik faktörler sebebiyle yerleşikhayata geçtiler. 2003 yılından itibaren Irak’ta federal yapı sadece Kürt bölgelerineuygulandığı için diğer bölgelere göre gelişme gösterdikleri gibi; Irak’ın geneliüzerindeki talepleri de artmıştır. Sünnî Araplar bir taraftan Kürtlerin konumunakarşı tepki geliştirirken, diğer taraftan da onları Şiilere karşı müttefikleri olarakgörmektedirler. Bu çelişki Irak’ta yaşanan siyasal yapıya istikrarsızlık olarakyansımaktadır. 14. Irak'taki Türkmenler hakkında kısa bilgi veriniz. Cevap: Türkmenler (Türkler) Irak’ın orta, kuzey ve kuzeybatı bölgelerinde yaşamaktadırlar.Osmanlı dönemine kadar sürekli Türk göçleri ile beslenen Irak Türkleri,Kürtlerden sonra ikinci büyük gurubu oluştururlar. Buna rağmen Irak’taki songelişmeler akabinde Kürtler kadar kazanımlar elde edemedikleri gibi; kimi kazanımlarınıda kaybettiler. Türkmenler Zaho’dan Bedre’ye kadar uzanan çizgidedeğişik yerlerde yaşamakla birlikte, Kerkük şehri tamamen Türklerden oluşmaktaydı.Ancak Saddam Hüseyin zamanında uygulanan iskân politikaları ile bölgeönce Araplaştırıldı; Irak işgalinden sonra da daha çok Kürtleştirilme çalışmalarınasahne oldu. Genel olarak Ortadoğu’da özel olarak Irak’ta yaşayan Türk/Türkmenlerpek çok baskı ve problemler ile karşı karşıyadır. 15. Irak'taki Hristiyan gruplar hakkında bilgi veriniz. Cevap: Hıristiyan guruplar, Keldaniler, Asurîler, Süryani Ortodokslar, Süryani Katolikler,Ermeni Ortodokslar, Ermeni Katoliklerle birlikte az sayıda Protestanlardanoluşmaktadır. Hıristiyanlar, Irak’ın değişik yerlerinde dağınık halde yaşamaktadırlar.Başkent Bağdat Hıristiyanların yoğun oldukları başlıca merkezdir.Hıristiyanların yoğun olduğu diğer bir yer de Musul ve çevresidir. Aynı şekildeErbil’de, Kerkük’te, Duhok ve Basra’da da Hıristiyan nüfus vardır. Keldani kilisesi,Irak’taki Hıristiyan azınlık arasında çoğunluğu oluşturmaktadır. IraklıKeldanilerin çoğunluğu Bağdat, Zaho, Musul, Akra, Duhok, Alkuş ve Erbil’debulunmaktadır. Keldani patrikliği tarihi seyir içerisinde Rabban Hormizd manastırıuzun yıllar Musul’da bulunduktan sonra günümüzde Bağdat’a taşınmıştır.Irak’ta patriklik dışında dokuz adet piskoposluk ve başpiskoposluk mevcut olup,dünyada toplam sayıları bir milyon olarak tahmin edilen Keldanilerin ekseriyetiIrak’ta yaşamaktadır. 16. Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin Irak’taki varlığını üç devreye ayırırlar. Bu üç evre nedir? Cevap: Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin Irak’taki varlığını üç devreye ayırırlar. Birincidevresi, doğrudan idarenin sürdüğü 1534-1704 dönemi; akabinde 1704-1831Kölemen valileri dönemi ve 1831-1923 yılları arasında da doğrudan Osmanlı idaresininikinci dönemidir. Bütün bu süre zarfında Osmanlı idaresi, Irak üzerindeOsmanlı-İran çekişmeleri yüzünden iki kere de kesintiye uğramıştır. 1587-1629ve 1736-1747 yıllarında İran’ın bölge üzerinde nüfuz kurma çabaları ve işgalleridoğrudan Osmanlı idaresini engellemiştir. 17. Irak'ın Osmanlı dönemindeki sosyolojik yapısı hakkında kısa bilgi veriniz. Cevap: Osmanlı Döneminde de Irak coğrafyasının güneyinde yaşayanların çoğunluğu,kabile reisleri ile Kerbela ve Necef ’deki müçtehidlerin liderliğindeki Şiilerve yarı göçebe çiftçilerden oluşmaktaydı. Kuzey bölgesinde daha ziyade Kürtlerve Türkler yaşamaktaydı. Batı ve Kuzeybatı tarafları da göçebe Sünnî Arap yığınlarındanibaret idi. Oldukça farklı yapı ve anlayışta olan bu halkı birbirinebağlayan yegâne bağ, büyük bir çoğunluğunun konuştuğu Arapça ile OsmanlıDevleti’nin bu unsurlara karşı takip ettiği denge politikalarıydı. Hangi gurubamensup olursa olsun yerli ahalinin özelikle de idare merkezlerinin dışındakalmış olan kabile ve aşiretlerin tanıdığı mutlak otorite, devletten ziyade kabileveya aşiret reisleri idi. Bunu çok iyi bilen Osmanlı Devleti, aşiret reislerinemevki ve nüfuzuna göre makam ve rütbeler vererek devlete olan bağlılıklarınısağlamaktaydı. 18. 1864 vilayetler nizamnamesinden sonra Irak'ta nasıl biryapılanmaya gidildi? Cevap: 1864 vilayetler nizamnamesinden sonra buralarda da modern yapılanmayagidildi. Buna göre Musul, merkez sancak ile birlikte Kerkük ve Süleymaniyesancaklarına; Bağdat, Hille, Divaniye, Semave, Şamiye, Kerbela sancaklarınabölündü. Basra da Ammare, Müntefik ve Necid sancakları ile bunlara bağlıkazalardan meydana gelmekteydi. Kuveyt’deki yerel yöneticilere kaymakamlıkverilerek önce Bağdat sonra Basra’ya bağlandı. Bölgeye en büyük hareketliliğiise 1869 yılında Bağdat’a vali olarak atanmış olan Midhat Paşa getirdi. Tunavilayetindeki başarılı deneyimiyle Bağdat’a gelen Midhat Paşa, bölgede ulaşım,eğitim, sağlık ve benzeri alt yapı faaliyetlerinin yanı sıra, kabileler arasındakiçekişmelerin doğurduğu güvenlik buhranını da çözmeye çalıştı. Bununla yetinmeyerek,Osmanlı Devleti’nin uzun zamandan beri Basra körfezinde kaybetmeyebaşladığı nüfuzunu yeniden tesis etmeyi başardı. Bütün bu faaliyetler ve özellikleIrak coğrafyasında eğitimin yaygınlaşması, Irak kökenli pek çok subay vebürokraside memurun yetişmesine imkân tanıdı. Hatta bu yetişen Irak kökenliasker ve memurlar aynı zamanda, diğer Osmanlı Arap vilayetlerinin idaresindede görevler aldı. 19. İttihatçılar ile İngilizlerin Irak üzerindeki çekişmesi hakkında kısa bilgi veriniz. Cevap: İttihatçılar döneminde II. Abdülhamid döneminde Irak’ta başlatılmış alt yapı projeleri sürdürüldüğü gibi, İngilizlerin bölgedenuzak tutulması için de bazı politik çarelere başvuruldu. II. Meşrutiyet yıllarındaoluşturulan bir takım komisyonlarda Irak bölgesinin imar ve ıslahı uzun uzuntartışıldı ve bununla yetinilmeyerek fiilen teşebbüslere de geçildi. Siyasi olarakBasra Körfezi’nde üstünlüğü ele geçirmiş olan İngilizler ile sürdürülen uzun görüşmelerdensonra 1913 Osmanlı-İngiliz Anlaşması imzalanmak suretiyle, İngilizlerinmuhtemel bir oldubitti ile Irak coğrafyasını işgal girişimleri önlenmeyeçalışıldı. Birinci Dünya Savaşı’na kadar İngilizler, buralarda mevcut eski imtiyazlarıdışında yeni imtiyazlar elde edemediler. Gerçi bu durum görünürde istikrarısağlamış ise de İngilizlerin emel ve arzularını yok etmedi, bilakis daha da kışkırttı.Hatta Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sebeplerinden bir tanesi de İngilizlerbaşta olmak üzere Avrupalı devletlerin bu bölgeler üzerindeki rekabetleri olduğubugün daha iyi anlaşılmaktadır. 20. Musul meselesinin İngilizler'in dilediği gibi hallolmasına karşılık Türkiye'ye ne vaadedilmiştir? Cevap: Türkiye’nin yoğun protestolarına ve uluslararası girişimlerine sebep olan Musulmeselesi, bilindiği gibi, Musul-Kerkük petrollerinden 25 yıl süreyle Türkiye’ye%10luk bir hissenin ayrılması şartıyla 1926’da İngilizlerin istediği biçimde halledildi. TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 2 - Alıştırma Soruları 1 ) Orta Doğu'da yaklaşık son 10 yüzyıl boyunca hüküm süren kralların bağlı bulunduğu ailelenin adı aşağıdakilerden hangisidir? A ) Haşimîler B ) Fatimiler C ) Abbasiler D ) Emeviler E ) İbraniler Çözüm : Haşimîler X. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar (1924) Mekke’nin yönetimini elinde bulunduran emîrlerle, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bir müddet Hicaz, Suriye, Irak ve halen Ürdün’de hüküm süren kralların mensup olduğu ailenin adıdır. Doğru cevap A'dır. Doğru cevap A şıkkıdır. 2 ) Osmanlı Devleti son dönemleri ve Birinci Cihan Harbi süreçlerinde Irak'ın Osmanlı Devletinden koparılması başka bir deyişle "Irak'ın özgürleştirilmesi" için aleni ve ajan faaliyetlerini gösteren ülke aşağıdakilerden hangisidir? A ) Almanya B ) Fransa C ) İtalya D ) İngiltere E ) Rusya Çözüm : Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması akabinde Londra’daki en önemli tartışma konularından bir tanesi Irak’ın geleceği idi. Nitekim Osmanlı Devleti henüz savaşa iştirak etmeden önce, İngilizler kuvvetlerini, Ekim 1914’te Hindistan’dan Bahreyn Adası önlerine getirip fırsat kollamaya başlamışlardı. Osmanlı Devleti, Kasım 1914’de savaşa girdiğini ilan edince, beklediği fırsatı yakalayan İngiltere, kuvvetlerini Fave Boğazı’ndan Basra’ya doğru sevk ederek fiilen Irak’ın işgaline girişti. 1914 yılının sonlarında Basra’ya doğru ilerleyen İngilizlerin sloganı “Irak halkının özgürleştirilmesi” idi. Nitekim bu sloganın cazibesine kapılan bir kısım Iraklı entelektüel, bürokrat v.s., Bağdat’tan Basra’ya geçerek İngilizlerin hizmetine girdi. Doğru cevap D'dir. Doğru cevap D şıkkıdır. 3 ) Yavuz Sultan Selim Mısır’ı Osmanlı topraklarına 1517 yılında kattığında Mekke emiri kimdi? A ) Ebû Nümeyy B ) Şerîf Berekât b. Muhammed C ) Şerîf Ali Haydar D ) Şerif Hüseyin E ) Abdülazîz b. Suud Çözüm : Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı Osmanlı topraklarına katması üzerine (1517) Mekke emiri olan Şerîf Berekât b. Muhammed, bir elçilik heyetiyle birlikte on iki yaşındaki oğlu Ebû Nümeyy’i Mısır’a gönderip padişaha saygılarını ve Osmanlı hâkimiyetini benimsediğini bildirdi. Doğru cevap B. Doğru cevap B şıkkıdır. 4 ) Irak’ta yaşayan bir etno-dini grup olan Yezidiler' in kutsal olarak kabul ettiği bölge aşağıdakilerden hangisidir? A ) Necef Kenti B ) Kerbela C ) Kerkük D ) Laleş bölgesi E ) Musul Çözüm : Irak’ta yaşayan diğer bir etno-dini gurup Yezidilerdir. Yezidiler, etnik kimlikleri tartışmalı bir topluluktur. Kutsal yerleri Irak’ta Musul yakınlarında Laleş bölgesindedir. Bunların dışında heterodoks bir gurup olarak Sabiiler de bulunmaktadır. Ayrıca Irak’ta Şebek’ler gibi değişik isimler altında başka guruplar da mevcuttur. Doğru cevap D. Doğru cevap D şıkkıdır. 5 ) Irak’ ta İngiliz mandası resmen hangi olay ile başlamıştır? A ) Osmanlı-İngiliz Antlaşması B ) Mondros Antlaşması C ) Suriye Kongresi D ) Kahire Toplantısı E ) San Remo Konferansı Çözüm : Irak’ın tümü üzerinde İngiltere’nin fiili İşgali 1917 yılında başlamış olmakla birlikte, bölgede İngiliz mandası resmen 1920 SanRemo konferansından sonra gerçekleşti. Ancak bu arada kurulacak mandanın şekli ve Irak’ın idari taksimatı üzerinde İngiltere ile müttefikleri arasında yoğun tartışmalar yaşandı. Doğru cevap E. Doğru cevap E şıkkıdır. 6 ) İngiliz casusu olan T.E. Lawrence’ın (Arap Lawrence diye tanınacaktır) etkisi ile Osmanlı'ya isyan edip Suriye'de kısa süreli Haşimi Krallığı'nı kuran ve daha sonradan Irak kralı olan kişi kimdir? A ) Emir Faysal B ) Şerîf Hüseyin C ) Emir Ali D ) Şerîf Ali Haydar E ) Emir Zeyd Çözüm : Emir Faysal Ocak 1920 ortalarında Suriye’ye döndü ve aynı yılın Mart ayında toplanan Eşraf Kongresi’nde Filistin ve Lübnan’ı da içine almak suretiyle “Büyük Suriye Kralı” ilân edildi. Bu devletin Fransızlar tarafından yıkılmasından sonra İngilizlerin desteğiyle Faysal 23 Ağustos 1921’de kral ilân edildiğinde Irak’ta; kardeşi Abdullah’ın Krallığında da Ürdün’de başka Haşimî krallıkları kurulacaktır. Doğru cevap A şıkkıdır. 7 ) Birinci Dünya Savaşı'nda Irak hangi devletin işgali altında girmiştir? A ) İngiltere B ) Almanya C ) Fransa D ) İtalya E ) ABD Çözüm : 1914 yılında Irak'ın işgaline başlayan İngiltere’nin fiili İşgali 1917 yılında başlamış olmakla birlikte, bölgede İngiliz mandası resmen 1920 San-Remo konferansından sonra gerçekleşti. Doğru cevap A şıkkıdır. 8 ) Aşağıdaki devletlerden hangisi Nuri Said’in yayımladığı “Yeşil Kitap”taki fikirlere uygun olarak 1942-43 yılları arasında kurulmaya çalışan Arap Birliği üyesi değildir? A ) Yemen B ) Irak C ) Suriye D ) Filistin E ) Ürdün Çözüm : Başbakan Nuri Said’in yayımladığı “Yeşil Kitap”taki fikirlere uygun olarak Irak hükümeti 1942-43 yıllarını “Irak-SuriyeFilistin-Ürdün” federasyonu kurma konuşmalarıyla geçirdi. Bundan bir sonuç alınmamakla birlikte Irak’ta başlayan bu hareket, daha sonra Mısır’ın liderliğinde kurulacak olan Arap Birliği Teşkilatı’na ilham kaynağı olacaktır. Doğru cevap A şıkkıdır. 9 ) Emir Faysal 1920 Mart ayında “Büyük Suriye Kralı” ilân edildiği kongre hangisidir? A ) Parıs Kongresi B ) San Remo Kongresi C ) Eşraf Kongresi D ) Mondros Mutakeresinde E ) Arap ülkeleri kongresinde Çözüm : Konferansta İki devletin yaptığı çetin müzakereler neticesinde Suriye Fransa’ya bırakıldı. Emir Faysal Ocak 1920 ortalarında Suriye’ye döndü ve aynı yılın Mart ayında toplanan Eşraf Kongresi’nde Filistin ve Lübnan’ı da içine almak suretiyle “Büyük Suriye Kralı” ilân edildi. Doğru cevap C şıkkıdır. 10 ) Aşağıdakilerden hangisi Irağın 1955 yılında Bağdat Paktı’nı imzaladığı ülkelerden değildir? A) Türkiye B ) İran C ) Pakistan D) Mısır E ) İngiltere Çözüm : Irak 1955 yılında Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere ile Bağdat Paktı’nı imzaladığı zaman, Suriye ve Mısır memnuniyetsizliklerini açıkça ortaya koydular. Doğru cevap D şıkkıdır. 3 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 3: Merkezi Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan Suriye Suriye’de Tarihi Miras Suriye bulunduğu stratejik konum sebebiyle birçok devletin hâkimiyeti altına girmiştir. Bu devletler ve Suriye’ye hâkimiyet dönemleri şu şekilde sıralanabilir: • • • • • • • M.Ö. 60 yılından M.S. 661 yılına kadar Roma imparatorluğu hâkimiyetindedir. 661 yılında Emevi Devleti’nin kurulmasıyla tarihinde ilk defa siyasi bir merkez olmuş, Yunan Roma ve Arap kültürünü birleştirerek dönemin güçlü kültürel ve siyasi yapısını oluşturmuştur. İslami dönem Suriye’ye iki yenilik getirmiştir; • Yeni bir dini/sosyal anlayış ve • Siyasi bir merkez olmak. Emevi Devleti sonrasında Abbasiler Suriye hâkimiyetini kazanmıştır. 9. yüzyıldan itibaren önce Mısır merkezli Tolunoğulları, sonra İhşit egemenliği ve Türk devletleri dönemi gelir. 11. yüzyıldan itibaren Selçuklu egemenliği ile Türk-İslam medeniyeti pekişmiştir. 12. yüzyılda Eyyubi ve Zengi devletleri yönetimi. 13. yüzyıldan itibaren Memluk yönetimi başlamıştır. Osmanlı İdaresinde Suriye Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılındaki seferiyle bölge, 20. yüzyılın başlarına kadar (1918) 400 yıl Osmanlı’da kalmış, Roma İmparatorluğundan sonra bölge üzerindeki en uzun hâkimiyeti Osmanlılar kurmuştur. Çeşitli faktörlerle denetim altında tutulan Suriye toprakları (Bilad-i Şam) Kudüs kentinden dolayı kutsal kabul ediliyordu. Halep, Şam ve Trablus eyaletleri siyasi ve ekonomik merkezler olurken kırsal bölgeler merkezi otoriteden uzak kalmıştır. Bu sebeple bazı özerk güçler sınırlı da olsa varlıklarını sürdürmüştür. 19. yüzyıl itibariyle Avrupalıların ekonomik ve politik gelişmeleri, Osmanlı’daki gayrimüslim kesimlerin kayırıldığını düşündürmüş ve Müslümanlar arasındaki huzursuzluk artmıştır. 1832 yılında Mısır valisi M. Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Lübnanlı Hıristiyanlara ayrıcalık vermiştir. 1840 yılında tekrar Osmanlı’nın kontrolüne giren bölgede 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu ile eşitlik sağlanacağı düşünülmüş ancak Hıristiyanların ayrıcalıkları devam etmiştir. 1838-1845 arası Maruni-Dürzi, 1860 Müslüman-Dürzi ve MüslümanHıristiyan çatışmaları yaşanmıştır. Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu Batılı güçlerin bölgedeki kontrolünün artması ve siyasi imtiyazlar ile yabancı okullar kurulmaya başlanmıştır. 1866’da kurulan Suriye Protestan Koleji (bugün Beyrut Amerikan Üniversitesi) yeni bir aydın sınıfının doğuşunu beraberinde getirmiştir. Nazif Yazıcı, Butros Bustani, Abdurrahman el-Kevakibi gibi aydınlar sadece Batının tesiri ile değil kendi edebi geleneklerini de ihya etmek istediler ve Arap Rönesansı’nın temelini attılar. 1847’de Suriye ve Beyrut’ta Arap Edebiyatçılar Derneği (Cem’iyyet El Fünun ve’l-Ulüm) kurulmasıyla Arap entelektüel milliyetçiliği hareketi başlamıştır. Arap-İslam kültüründen çok, Suriye ve Lübnan’ın İslam öncesi tarihi vurgulanmıştır. Birçok dernekte Arap milliyetçiliği teması işlenmiştir. Birinci Dünya Savaşı Suriye’de üç grubun oluşmasına yol açmıştır. Bu gruplar; • • • Osmanlı Devleti’ni destekleyen Müslümanlar , Avrupalı güçlerin tarafında duran Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar, İngilizlerin desteklediği Şerif Hüseyin öncülüğündeki Arap isyancılar. Ayrıca bu dönemde Filistin bölgesinde bir Yahudi milli devletinin kurulması için hazırlıklar başlamıştır. İngilizler ile Fransa ve Rusya arasında 1916’da imzalanan SykesPicot anlaşması ile 1920’de bu üç ülke Arap dünyasını bölme sürecini hayata geçirmişlerdir. Fransız Manda Yönetimi Suriye 1920 yılında Fransız işgaline girdi. 1945 yılına kadar böl-yönet prensibi uygulandı. Suriye coğrafyasında beş ayrı küçük devletçik meydana getirildi. Bu düzen kısmen milliyetçilerin baskısı sebebiyle 1936’da zayıflayarak bozuldu. 1936 yılında imzalanan bir anlaşma ile Haşim Atassi’nin başkanlığında ulusal bir hükümet kurulması kabul edildi. Hatay Sorunu İskenderun bölgesi 1921 tarihli Türk-Fransız anlaşmasına göre özerk bir bölge olarak Suriye manda idaresindeydi. 1923’te Halep eyaletine bağlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın bölge hâkimiyetinin zayıflamasıyla 1937 otonomi olarak tanınan bölge, 1938’de bağımsız Hatay devleti ve 1939’da halk oylamasıyla Türkiye’ye bağlı bir il olmuştur. Bağımsız Suriye ve Yeni Milliyetçi Politikalar Suriyeli yerli elit, ülke yönetimini Fransızlardan geri almaya çalışmış, azınlık mensupları ise Baas Partisi çevresinde birleşmiştir. 1943 Temmuz ayında seçimlerle Fransız karşıtı Milliyetçi Cephe ile ilk devlet başkanı Şükrü el-Kuvvetli seçilmiştir. Ocak 1945 tarihinde Suriye hükümeti Fransızlara savaş ilan etmiştir. Fransız lider Charles de Gaulle ateşkes ilan ederek Şubat 1946’da BM çözüm önerisini kabul etmiş ve Suriye topraklarını terk etmiştir. 25 yıllık manda yönetimi sona ermiştir. Ancak ülkedeki çeşitli gruplanmalar farklı çıkarlar sebebiyle bir savaşa sürüklenmiştir. Diğer bir problem ise Mayıs 1948’de İsrail’e karşı yürütülen savaşa Suriye’nin katılması ve sonrasında gelen yenilgi ile çıkan iç karışıklıklardır. Bu olayların sonucunda General Hüsni Zaim darbesi gerçekleşmiş, ordu siyaseti belirlemede önemli bir aktör olmuştur. Soğuk Savaş Dönemi Politikaları ve Baas Diktatörlüğü 1950’li yıllar Suriye devlet kurumlarının oluşma yıllarıdır. Dönemin önemli ideolojisi ise Arap milliyetçiliğidir. Bu akımın sözcüsü Mısır’da 1952 yılında iktidara gelen Cemal Abdunnasır’dır. 1956 Süveyş buhranı ile önemli bir ilgi kazanan Nasır, Mısır’la birleşme projesini ortaya atmıştır. Ancak birleşme sonrasında Suriye’nin arka planda kalmasıyla 1961 yılında Suriye birlikten çekilmiş ve proje sona ermiştir. 1960’lı yıllara girerken Baas Partisi güçlenmeye başlamıştır. Ancak parti içinde de güç mücadelesi bulunmaktadır. 1963 yılında Baas bölünmesi yaşanmıştır. Bir tarafta geleneksel tutucu kesim, diğer tarafta sosyalist politikaları destekleyen Bölgeselci Kamp oluşmuştur. İki grup arasındaki çekişme ülkenin kalkınmasında büyük yaralar açmış, baskıcı bir yönetimin çıkmasına sebep olmuş ve Baasçı kadrolar iç gerilimi önlemek amacıyla İsrail düşmanlığını manipüle ederek dış düşmana yoğunlaşmaya başlanmıştır. Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri, Avrupalı Yahudi sermayedarların işin içine girmesiyle birlikte hayata geçme imkânı buldu. Bu süreçte Arap ve Yahudilerin birlikte geleceğini hazırlayacak bir yapı oluşturulamadı. Araplar ve Yahudiler teşkilatlanmaya başladı. Ancak Yahudi göçleri ve Arapların göç etmesini arzu eden siyasi grup ve sendikaların kurulması çoğunluğu oluşturan Arapların aleyhine bir durum ortaya çıkarttı. 1967 Savaşında Suriye ve Azınlık İktidarı’nın Doğuşu İsrail, elde ettiği toprakları koruyabilmek için kendisine tampon bölge oluşturmak amacıyla daha çok toprak elde edebilmek için 5 Haziran 1967’de hiçbir savaş ilanı olmaksızın Mısır, Ürdün ve Suriye’ye hava saldırılarına başladı. Birçok yeri işgal eden İsrail’in başlattığı bu savaşın sonucunda 20 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Savaş sonunda Nasr liderliğindeki Arap milliyetçiliği yerini Filistin merkezli yeni bir milliyetçi anlayışa bırakmıştır. Bu dönemde ilk kez toprak karşılığı barış prensibi BM kararı ile gündeme gelmiş ve ateşkes ilan edilmiştir. Suriye’nin güneyindeki coğrafi bölgeye Filistin adı verilmektedir. Tarih boyunca Filistin diye bir devlet olmamış, bu günkü isimlendirme İngiliz mandası (19221948) dönemimde çizilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda etnik olarak Filistin halkının tamamı Arap’tı ve dini olarak çoğunluk Müslüman olmak üzere Hıristiyan ve Yahudiler de bulunmaktaydı. Suriye’de 1970 yılında yönetime doğrudan el koyan Genelkurmay Başkanı Hafız Esed, ‘Hareketü’t Tashih’ yani Düzeltme Hareketi adına birtakım adımlar atmıştır. Bu anlamda dış politikada farklı bir yol izlenmiş, Suudi Arabistan ve Ürdün ile ilişkiler iyileştirilmeye çalışılmıştır. Bir Arap birliği çatısı oluşturulmak istenmiştir. Pragmatik dış politikaya inanan Esed, işgal altındaki Suriye topraklarını geri almada İsrail’i ikna edebilecek tek gücün ABD olduğunu bildiğinden, ilişkilerde dengeyi savunmuştur. 19. Yüzyıl sonlarına doğru Yahudilerin dünyanın her yerinde yaşadığı sorunlardan dolayı bir yerde toplanma fikri gündeme gelmiştir. Toplanacakları yer olarak da Yahudilerin dağıldıkları yer olarak Filistin seçilmiştir. Bu süreçte Avrupa’da başlatılan Siyonizm hareketi ile Filistin’e göç teşvik edilmeye başlamıştır. Yom Kippur Savaşı 1967’de Suriye’ye ait Golan tepelerinin İsrail tarafından işgal edilmesiyle Şam yönetimi bu toprakları geri almak için silah elde etme çalışmalarına başlamıştır. Mısır ile gizli anlaşma imzalanmış, Filistin direniş gruplarına destek verilmiştir. Siyonizm Hareketi Yahudiler yurt arama fikrini daima canlı tutmuşlar ve zihinlerindeki ‘vaat edilmiş topraklar’ fikri ile Filistin’e yönelmişlerdir. Çeşitli yönlendirmeler haricinde bu konudaki ilk adım 1879’de Alliance İsraelite tarafından Yafa yakınlarında bir ziraat mektebi açılması ve orada ‘Siyon Sevdalıları’ adıyla bir cemiyetin kurulmasıyla atılmıştır. 6 Ekim 1973 tarihinde Mısır ve Suriye birlikleri aynı anda İsrail’e iki farklı cepheden savaş açmıştır. Müttefikinin yenildiğini gören Amerika, İsrail’e yardım etmiştir. BM Güvenlik Konseyi 338 sayılı kararla ateşkes ilan ederek mevcut statükonun kötüleşmesini önledi. Savaşın sonucunda Suriye topraklarını geri alamadı. Filistin Sorunu ve İsrail’in Ortaya Çıkışı Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid bölgeye yapılan göçleri engellemeye çalışmıştır. Siyonizmin öncülerinden Theodor Herzl, 1896’da Yahudi Devleti adında bir kitap neşretmiştir. Ayrıca dünya liderleriyle görüşerek yer bulmaya çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Ancak göçmenlerin yavaş yavaş Filistin topraklarında toplanması ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa kamuoyunu etkileyerek kendilerine bir Yurt ve Devlet imkânını sağlayacak olan Balfour Deklarasyonunu ilan ettirmeyi sağladılar. Suriye, Lübnan İç Savaşı’nda Filistinli mültecilerin Lübnan’a gelişiyle Müslüman Sünni nüfusu artmış, Hıristiyan ve Şii kesimlerde derin bir hoşnutsuzluk ve sonucunda da 1975’te bu gerilim sonucunda patlak veren çatışma, 14 yıl sürecek iç savaşı başlatmıştır. Haziran 1976’da Lübnan Devlet Başkanı Süleyman Farance’nin resmi talebi üzerine müdahale eden Suriye birlikleri, burada Filistinlilere ve sol güçlerin aşırı güçlenmesini önlemek için Maruni Hıristiyanlara arka çıkmıştır. Ayrıca Şam yönetimi çarpık diplomatik yapının temelini atmış olmaktadır. Mayıs 1976’dan itibaren Lübnan seçimlerinde kendi adaylarını seçtirerek iç politikaya hâkim oldu. Şam yönetimi, 2005 yılında Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye yönelik suikasttan sonra tüm askerlerini Lübnan’dan çekmiştir. Suriye-İran Yakınlaşması Mısır’ın 1979’da Camp David anlaşmasıyla İsrail ile barışması Suriye’yi savunmasız bırakmış ve yeni bir müttefik arayışına itmiştir. İran-Irak savaşında tüm Arap ülkeleri Irak tarafında iken Suriye İran’ı desteklemiş, bu sebeple de Arap politikalarından dışlanmıştır. Ayrıca iç karışıklıkların da hala devam ediyor olması Suriye’yi daha agresif bir diktatörlüğe dönüştürmüştür. Türkiye ile Su ve Güvenlik Sorunları 1970’lerin ortasından itibaren Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) çerçevesinde devasa yatırımlar yapmaya başlayan Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehirlerine ilişkin planları komşularla ilişkilerini olumsuz etkiledi. 1986 yılında Suriye 1987 yılında Türkiye başbakanlarının karşılıklı ziyaretleri sırasında imzalanan anlaşmalarla su paylaşımı adil ve hukuki ölçütlere bağlandı. Diğer sorun ise Türkiye’de faaliyet gösteren terör örgütlerine Suriye’nin verdiği destektir. 1983’de Asala Örgütü, 1978’de PKK’ya verilen destekler iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. 1998 yılında iki ülkenin güvenlik anlaşması imzalaması ardından yerini kısmen iyileşen ikili ilişkilere bıraktı. Barış Süreci ve Suriye 1990’lı yılların başında, Doğu Bloğunun çöküşü ile birlikte, Suriye sadece siyasi destekçisini değil aynı zamanda ekonomik hamisini de yitirmiştir. Ancak 1991 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgali ile patlak veren savaşta, Suriye batılı koalisyon lehine oynadığı olumlu rol nedeniyle milyarlarca dolarlık yardım almıştır. Ayrıca Madrid Barış Konferansı’nda İsrail ile aynı masaya oturmaya mecbur olması ile barış süreci de başlamış olmuştur. Beşşar Esed Dönemi ve Yeni Suriye Krizi Hafız Esed’in (10 Haziran 2000) ölmesi ardından yapılan halk oylamasında oğlu Beşşar Esed yeni devlet başkanı olmuştur. Farklı bir şekilde daha özgürlükçü politikalar izlemeye çalışmıştır. 11 Eylül 2001’den sonra Amerika’nın ‘haydut ülkeler’ sınıfında yer almış, Irak işgalinin akabinde kendini tehlikede hissetmiştir. Ortadoğu barış süreci tıkanmış, yürütülen pazarlıklar 2008 yılında İsrail’in Gazze saldırısı sebebiyle tamamen bitmiştir. 2011 yılında Arap Baharı olarak adlandırılan sivil taleplerinin Suriye’ye de sıçramasıyla iç savaş yaşanmaya başlamıştır. Dış güçlerin müdahil olmasıyla gittikçe ulusal bir krize dönüşmüştür. Suriye, İran ve Rusya ile Türkiye ABD ve bazı devletlerin ikili grup oluşturması, BM Güvenlik Konseyi’ni de işlevsiz hale dönüştürmüştür. Lübnan Tarihi Miras ve Osmanlı Asırları Fenikeliler, Lübnan’ın bilinen ilk yerleşimcileridir. Sonrasında sırasıyla Babil, Pers, İskender, Selefkiler, Roma ve Bizans hâkimiyetinde kalmıştır. 636’da Müslümanların hâkimiyetine geçmiştir. Bu sebeple Lübnan farklı etnik ve dini yapıları içinde barındıran bir ülke olmuştur. İsmaililik ve Nusayrilik, Katolik gruplar ve Müslümanlar da bulunmaktadır. 1124’te bütün sahil şehirlerini ele geçiren Haçlılar 12. ve 13. yüzyıllarda bölgeye egemen olduğunda, Lübnan toprakları üçe bölünmüştür: • • • İç kesimler Müslümanların hâkimiyetinde kalırken, Beyrut’un kuzeyi ile Trablus arasında Trablus kontluğu (1099-1291) kurulmuş, Beyrut, Sayda ve Sur gibi güney kentleri ise Kudüs Krallığına (1109-1289) bağlanmıştır. Yavuz Sultan Selim 1516’da Lübnan’ı Osmanlı’ya katmıştır. 19. yüzyıl itibariyle Hıristiyan nüfuzunun sürekli artmasıyla farklı gruplar farklı destekçiler ile desteklenmiştir. 1916 tarihli Skyes-Picot anlaşmasına göre çizilmiş yeni sınırlar ile beraber bölge Fransız manda idaresine bırakılmıştır. Fransız Manda Dönemi Nisan 1920’de Fransız mandası resmen başlamıştır. 1 Eylül 1920’de Fransız mandası altında Büyük Lübnan Devleti kurulmuştur. İçeriğinde Maruni, Dürzi, Rum, Müslüman ve Hıristiyan toplulukların bulunduğu ülkede 1926’da kabul edilen yeni anayasaya göre tüm mezhepler eşittir. Ancak Maruniler lehine kullanılan bir durum söz konusudur. Bundan rahatsızlık duyan Sünniler ile başlayan gerilim 1927-1936 yıllarında iç çatışmaları beraberinde getirmiştir. Bağımsız Lübnan ve Etnik Siyaset’in Sonuçları Lübnanlılık kimliği farklı etnik ve dini gruplar üzerine yerleşmiştir. Dış güçlerin farkı gruplar arasına gerilim ekmesiyle ülke içinde güvensizlik oluşmuştur. İç huzursuzluklara yol açan siyasi temsil meselesi Milli Misak ile çözülmüştür. Ortak konu olarak Fransız karşıtlığında olmaları siyasi alanda da confessionalizmin gelmesi ile bir uzlaşma olmuştur. Buna göre cumhurbaşkanı Maruni, başkanın Sünni ve meclis başkanının Şii olması kararlaştırılmıştır. Ayrıca Hıristiyanların Fransız himayesi dışında Lübnan’ın Arap kimliğini kabul etmeleri istemişlerdir. İlk dönemlerde sorunsuz bir ortam oluşturan bu anlaşma sonrasında etkisini yitirmeye başlamış ve gerilime sebep olmuştur. Diğer bir sorun 1948’de katıldığı Arap-İsrail Savaşı’dır. Savaş sonrasında alınan Filistinli göçleri ülkedeki dengeyi değiştirmiştir. Çeşitli mezhepler arasında gerilimler ve zaman zaman çatışmalar olmuştur. Ortadoğu’nun Sahte Cenneti İç savaşın varlığından ötürü yeni bir politika izlemeyi hedefleyen Şihabizm akımı temsilcileri ile eskiyi koruyan Şem’unistler arasında kutuplaşma başlamıştır. Her ne kadar Lübnan zengin olsa da bu zenginlik belli kesimlerin elinde toplandığı için çoğu bölgede yol, elektrik, içme suyu gibi temel ihtiyaçlar bulunmamaktaydı. Şihabizm bazı meselelere çözümler sunsa da iktisadi ve siyasi güce ilişkin sorunlara çözüm getirememiştir. Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum açık kalmış, Beyrut’un küçük bir bölümünde sınırlı kalan ‘sahte cennet’ Lübnan’ın imajını yanlış biçimde yansıtmıştır. Politikada Filistin Faktörü 1960’lı yıllarda genel olarak Filistin ulusal direniş hareketi ve özellikle de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) giderek güçleniyordu. İsrail’in doğrudan Lübnan’ı hedef alan saldırıları iç siyasi kutuplaşmayı keskin hale getirdi. 1970’teki Kara Eylül olayından sonra kitleler halinde göç eden Filistinliler için Lübnan ilk sığınak ve dolayısıyla direniş merkezi olmaya başladı. 1973 savaşındaki yenilgi sonrasında Filistinli gerillalar ile Lübnan ordusu arasında imzalanan Milkart Protokolü ile İsrail’in istediği yönde Filistinliler’in hareketlerine sınırlamalar getirilmiştir. Lübnan İç Savaşı Lübnan’daki eşitsiz dağılan gelir, tarafların sorunlarını silahla çözme noktasına getirmiştir. 1970’lerden sonra hızlı bir silahlanma olmuştur. Her grubun kendi milis gücünü kurduğu bir ortamda, ordunun iç savaşı önleyebilmesi mümkün değildi. Diğer taraftan Filistinli mültecilerin İsrail’e karşı girişimlerinin buradan ateşleniyor olması ayrı bir sorun oluşturmuştur. Maruniler ve Şii gruplar, Sünnilerin gelmesine karşıydı. Daha sonraki mücadele Hıristiyanlar ile Filistinliler arasında olmuş, Soğuk Savaş kutuplaşmasının da bir yansıması olarak, solcu-milliyetçi Müslüman güçler ile sağcı radikal Hıristiyan güçlerin mücadelesi şeklinde devam etmiştir. Beyrut; • • Müslüman Batı Beyrut, Hıristiyan Doğu Beyrut olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Savaşın ilk birkaç yılında 40 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Dış Aktörlerin Çekişme Sahası Olarak Lübnan 1976 yılında barış sağlama gerekçesiyle Suriye, 30 bin kişilik askeri varlığıyla, Fransa, İsrail, ABD, Mısır gibi ülkelerin de desteğini alarak Lübnan’a girmiştir. Bu durum Hıristiyan güçlere yaramış, Lübnan siyasetine yeni aktörler getirmiştir. Suriye’nin yanı sıra İsrail ve müttefiki Batılı ülkeler ile Mısır, İran ve Irak dolaylı ya da doğrudan savaşlara müdahale etmişlerdir. Böylece sorun uluslararası boyuta taşınmıştır. Bu karmaşa İsrail’e yaramış ve 1978’de savaş uçaklarıyla Litani Operasyonu adında Filistin mülteci kamplarını yerle bir etmiş ve 1168 kişiyi öldürmüştür. Sonrasında BM Güvenlik Konseyi İsrail’in derhal saldırıları durdurması ve topraklardan çekilmesi kararını almıştır. Ancak bazı bahanelerle tekrar Lübnan’a giren İsrail’in amacı Filistin direnişini yok etmek ve Beyrut’ta kendisine yakın bir yönetim kurmaktı. 1982 işgalinden sonra Güney Lübnan’da İran etkisinde Şii Hizbullah’ın doğmasına sebep olmuştur. Sabra ve Şatilla Katliamı İsrail’in saldırılarından sonra verilen vaatlere rağmen Beyrut’taki Filistinli mültecileri çok zor günler beklemekteydi. İsrail’in doğrudan desteklediği Falanjist Lübnan Güçleri’nin komutanı Beşir Cümeyyil’in öldürülmesiyle İsrail birlikleri, 200 kişilik falanjist grup Beyrut’taki; • • Sabra ve Şatilla isimli iki mülteci kampına girerek 2.000’e yakın sivil Filistinliyi katletti. Daha sonra İsrail’de kurulan Kahan Komisyonu Şubat 1983’te sorumluları belirleme yoluna gitti. Kamplar Savaşı 1985-1987 döneminde FKÖ’yü yok etmek amacıyla Şii Emel milisleri ile Filistinliler arasında Kamplar Savaşı yaşanmıştır. 2500 Filistinlinin hayatını kaybettiği Kamplar Savaşı sırasında binaların çoğu ve Beyrut’taki kamplar yerle bir edilmiştir. Taif Anlaşması ve Yeni Belirsiz Süreç Tüm bu savaşların ve iç karışıklıkların ardından geriye kalan 62 milletvekili değişik grupları temsilen Taif şehrinde buluşmuş, Milli Uzlaşma Belgesi yani Taif Anlaşması 22 Ekim 1989’da kabul edilmiştir. Toplumsal uzlaşıyı hedef alan bu anlaşma pratikte başarısızlığa uğramıştır. Özellikle kritik dönemlerde çatışmalar yine boy göstermiştir. Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan SURİYE Suriye’de Tarihi Miras Anadolu’yu Ortadoğu’ya, Akdeniz’i iç bölgelere bağlayan stratejik bir coğrafyadaki Suriye ülkesi, tarih boyunca siyasi güçlerin dikkatini çekmiştir. Bu konumu, Suriye’de siyasi kültürün ve yaşam biçiminin oluşumunda olumlu/olumsuz çok çeşitli etkiler yapmıştır. Bölge, eski imparatorlukların hareket sahasında köprü rolü oynadığı için, yüzyıllarca “Suriye merkezli” bir devlete sahip olamadı ve büyük devletlerin bir eyaleti olarak kaldı. Batısının tamamen deniz olması ve kıyıdan itibaren yaklaşık 100 mil uzunluğundaki verimli araziden sonra başlayan doğu kesimlerin çöl olması, arada kalan dar bölgeyi tarih boyunca hem insan yerleşimi hem de ekonomik anlamda Ortadoğu’nun önemli cazibe merkezlerinden biri yapmıştır. Eski çağlarda Mısır, Mezopotamya ve Anadolu uygarlıkları arasında çekişme sahası olan Suriye, M.Ö 60 yılından itibaren Roma imparatorluğunun hakimiyetine girdi. Uzun süren Roma hâkimiyeti sırasında bu medeniyetin pek çok eseri oluşturulmuştur. 634 yılında ilk kez İslam devletlerinin kontrolüne giren bölge sonraki 9 asır boyunca değişik devletlerin kısa dönemli hâkimiyetleri altında yaşadı. İslami dönem Suriye’ye iki yenilik getirdi. Bunlardan ilki yeni bir dini/sosyal anlayış ve ikincisi siyasal bir merkez olma özelliği. 661 yılında Emevi Devleti’nin kurulmasıyla tarihinde ilk defa siyasi bir merkez olan Suriye, miras olarak aldığı Yunan ve Roma kültürü ile Arap geleneğini mükemmel bir şekilde birleştirmiş ve dönemin en güçlü kültürel ve siyasi yapısını oluşturmuştur. Politik ve kültürel dirilişiyle bir asra yakın bir müddet imparatorluk merkezi olan Suriye, iç ve dış faktörlerin etkisiyle bu konumunu devam ettiremedi. Emevi devletinin ardından, Abbasiler, Suriye’de Arap hâkimiyetini sürdürmüş ancak IX. yüzyıldan, itibaren önce Mısır merkezli Tolunoğulları, sonra kısmi İhşit egemenliği ile bölgede Türk devletleri dönemi başlamıştır. XI. yüzyıldan itibaren Selçuklu egemenliği, burada Türk-İslam medeniyetini pekiştirmiştir. Bölgesel İslam imparatorlukları arasında sık sık el değiştiren Suriye tarihi için 12. yüzyılda Eyyubî ve Zengî devletleri ile XIII. yüzyıldan itibaren sahneye çıkan Memluk yönetimleri önemli dönemlerdir. 58 Modern Ortadoğu Tarihi Osmanlı İdaresinde Suriye Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılındaki seferi ile birlikte Osmanlı idaresine giren bölge, XX. yüzyılın başlarına kadar (1923) 400 yıl Osmanlı yönetiminde kaldı. Tarihsel bir karşılaştırma yapıldığında, Roma İmparatorluğu’ndan sonra bölge üzerindeki en uzun süreli hâkimiyeti Osmanlılar kurmuştur. Suriye toprakları (Bilad-i Şam), Osmanlı dönemi boyunca (1516-1918); buralardan sağlanan vergi gelirleri, Halep’in uluslararası ticaret sistemi içindeki yeri ve Şam’ın seferlerde geçiş yolları üzerinde bulunması gibi faktörlerle doğrudan denetim altında tutulmuştur. Bunlara ilaveten, Bilad-i Şam’ın Kudüs kentinden dolayı kutsal kabul edilmesi, siyasi zorunluluklara manevi bir boyut ekliyordu. Osmanlılar Suriye’yi idari olarak önceleri Halep ve Şam eyaletleri olarak iki, daha sonra Trablus’un ayrı bir eyalet hâline getirilmesiyle üç ayaklı bir yapıyla yönetti. Büyük şehirler, imparatorluğun önemli siyasi ve ekonomik merkezleri haline gelirken coğrafi koşullar nedeniyle kırsal bölgelerde merkezi otoritenin etkisi sınırlı kaldı. Böylece eyalet başkentleri dışındaki kimi bölgelerde, özellikle de ulaşımın zor olduğu dağlarda ve büyük bir ordu sokmaya imkân vermeyen çöllerin uzak kısımlarında bir takım özerk güç odakları, sınırlı da olsa, varlıklarını sürdürdü. Ancak Osmanlı açısından Suriye’de asıl sorunlar XIX. yüzyılın ikinci yarısında başladı. Özellikle belirgin biçimde hissedilen Avrupa nüfuzu bölgede yeni bir dönemi başlattı. Osmanlı’nın bölgeye hükmettiği 400 yıl boyunca, büyük ölçüde barışık ve istikrarlı bir dönem yaşayan Suriye, 19. yüzyılda bazı olumsuz siyasi, ekonomik ve kültürel değişikliklere sahne oldu. 1830-1860 yılları arasında özellikle Avrupalılarla ticaretin yol açtığı ekonomik ve politik gelişmeler, Müslüman olmayanların ekonomik statüsünün yükselmesine yardım etmiştir. İlaveten Osmanlı’daki reform hareketlerinin, gayrimüslim kesimleri politik ve sosyal olarak kayırdığının düşünülmesi Müslüman çoğunluk arasındaki huzursuzluğu arttırdı. Gerilimin temeli 1832 yılında Mısır valisi M. Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın bölgeyi işgali sırasında atıldı. İbrahim Paşa, kendi müttefiki olan Lübnanlı Hıristiyanlara gözle görülür bir ayrıcalık vererek, eyaletin tımar yönetimini onlar eliyle yürütmüş ve alkol satımı dahil Hıristiyanlara birçok serbestlik sağlamıştı. 1840 yılında Osmanlı merkezî yönetimi bölgeyi yeniden kontrolü altına aldığında Müslümanların beklentilerinin tam tersi bir uygulama içine girdi. 1839’da ilan edilmiş olan Gülhane Hattı Hümayunu ile Osmanlı sultanının din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebaasına yasal eşitlik tanıyacağı fakat Mısır yönetiminin Hıristiyanlara tanıdıkları ayrıcalıkların da aynen süreceği ilan ediliyordu. Çok geçmeden 1856 Tanzimat Fermanı, tüm kesimler arasında hukuki olarak eşitlik getirdiğinde sıkıntılar baş gösterdi. Sosyal hoşnutsuzluk, önce 1838-1845 arası Maruni-Dürzi, 1860’dan itibaren Müslüman-Dürzi ve Müslüman-Hıristiyan çatışmalarına dönüştü. Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu Bu dönemde Batılı güçlerin bölgedeki Hıristiyanlarla girdiği ilişkiler sadece ekonomik alana özgü değildi. Siyasi nüfuz, Osmanlı politikaları üzerindeki etkilerini gösterirken, alınan imtiyazlar sayesinde kurulan yabancı okullar da birçok yeni fikrin doğmasına zemin hazırlıyordu. 1839’dan itibaren bölgede kurulan yabancı okullar ve özellikle 1866’da kurulan Suriye Protestan Koleji (bugün Beyrut Amerikan Üniversitesi) yeni bir aydın sınıfının doğuşunu beraberinde getirdi. Nazif Yazıcı, Butros Bustani ve Abdurrahman el-Kevakibi gibi aydınlar, sadece batının tesiriyle değil kendi edebî geleneklerini de ihya etmek maksadıyla Arap Rönesansı’nın temelini attılar. 1847 yılında Amerikan misyonerlerinin himayesinde Suriye ve Beyrut’ta Arap Edebiyatçılar Derneği’nin (Cem’iyyet El-Fünûn ve’l-Ulûm) kurulması ile başlayan 59 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan Arap entelektüel milliyetçiliği hareketi, daha çok Hıristiyan Araplar tarafından büyük rağbet gördü. Yerli gayrimüslim tüccarların ve misyonerlerin finanse ettiği kolejlerde, bütünleştirici Arap-İslam kültüründen çok, Suriye ve Lübnan’ın İslam öncesi tarihleri vurgulandı. Yine milli ve ayırt edici bir özellik olarak dil ve kültürün üzerinde sürekli durulması, milliyetçi duyguların kabarmasında etkili oldu. Bu dönemde kurulan birçok edebiyat derneğinin yanı sıra, siyasi alanda faaliyet gösteren resmi ve gayrı resmi onlarca dernek, Arap milliyetçiliği temasını işlemiştir. Arap milliyetçiliği fikirleri, başlangıçta Müslüman olmayan dini azınlıklar arasında dini bir formda gelişmiş ve özellikle Hıristiyan Araplar tarafından benimsenmiştir. 20. yüzyılın başında Fransızların Katolik, Amerikalıların Protestan Araplar arasında başlattıkları faaliyetler giderek yoğunlaşmıştı. İngiliz, Rus ve Almanların kendi aralarında yaşadıkları çekişmede Osmanlı topraklarını rekabet sahası olarak görmeleri Birinci Dünya Savaşı öncesinde Suriye’nin içine sürüklendiği kargaşanın dış etmenlerini oluşturmuştu. Bu dönemde Arapça dilini diriltme ve Emevi merkeziyetçiliğini yeniden kurma amacı güden entelektüel Arap milliyetçi talepleri, Suriye’de en güçlü akımı oluşturuyordu. Birinci Dünya Savaşı, Suriye toplumunda üçlü bir bölünme meydana getirdi. Müslümanların büyük bölümü, kendi inançlarının garantörü olarak gördükleri Osmanlı Devleti’ni desteklerken, Hıristiyan ve Yahudi azınlık toplumları bağımsızlık fırsatı olarak gördükleri bu savaşta Avrupalı güçlerin tarafında durmuş, üçüncü grubu oluşturan ve genellikle bedevilerden oluşan bir kısım Arap isyancıları ise İngilizlerin desteklediği Şerif Hüseyin öncülüğünde Osmanlı’ya karşı ayaklanmışlardı. I. Dünya Savaşı koşulları, bölgede İngiliz yönetiminin oldu bittilerini kolaylaştırmıştı. Londra yönetimi, ittifak kurabileceği herkese sözler veriyor ve gizli anlaşmalar yapıyordu. Savaş gayretlerini teşvik etmek için Fransa ve Rusya ile 1916’da Sykes-Picot anlaşması imzalayan İngilizler, Yahudi sermayesinin desteğini garanti altına almak için de 1917 Balfour Deklarasyonu ile Siyonist lobilere Filistin’i vaat etti. İngilizler Şerif ’e söz verdikleri Suriye’yi fiiliyatta Fransızlara bırakmış, Filistin bölgesinde de bir Yahudi milli devletinin kurulması için hazırlıklara daha savaş sırasında başlamıştı. Resim 3.1 Saykes-Picot Anlaşması 1916 Kaynak: William R. Polk, The Arab World, 1986, USA 60 Modern Ortadoğu Tarihi Bu anlaşmaların gerçek mahiyetini göremeyen Şerif ’in oğlu Faysal, savaş bittiğinde kendini fiili olarak Suriye kralı ilan ettiyse de, 1920 yılında toplanan San Remo Konferansı’nda İngiltere ve Fransa, Arap dünyasını Sykes-Picot Anlaşması’na göre bölme sürecini hayata geçirdiler. Müttefikler, söz konusu bölgede dört ayrı devlet kurdular. Bunlardan Suriye ve Lübnan Fransa’nın kontrolüne verilirken, Irak ve Filistin ise İngiltere’ye kaldı. Fransızların, Faysal’ı Şam’dan kovması üzerine Britanya, Şerif ’e vefa borcunu (!) yerine getirmek için Filistin’i ikiye bölerek Ürdün isimli bir devlet oluşturdu. Ürdün’ün başına Şerif ’in oğullarından Abdullah’ı getiren Britanya, Abdullah’tan boşalan Irak Krallığı’na da 1921 yılında Faysal’ı geçirdi. Sykes-Picot Anlaşması, modern Ortadoğu’nun tarihsel ve sosyal gereklerini gözardı ederek yapay bir şekilde sınırlarını çizen anlaşmadır. Osmanlı hâkimiyetinden sonra sadece Suriye değil, tüm Ortadoğu bölgesi Britanya ve Fransa’nın çıkarlarına göre çizilen sınırlarla bölündü. Yeni işgal yönetimleri sosyal gerçeklikten ve tarihsel alt yapıdan çok uzak bir politik zeminde çizdikleri sınırlarda yeni ülkeleri bağımsızlığa hazırlama misyonu ile işe koyuldular. Fransız Manda Yönetimi Manda idaresi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti tarafından Avrupalı bazı ülkelere başka ülke topraklarını idare etme yetkisi veren yasal statüdür. Diğer ülkeler üzerinde sömürge kurmanın yasal maskesi olarak da tanımlanmaktadır. Suriye, 1920 yılında Fransız işgaline girdi. 1945 yılına kadar süren Manda yönetimi kendi gücünü kurmak için böl-yönet prensibini acımasızca uygulandı. Bağımsızlık yanlısı milliyetçi hareketin Sünni ağırlık taşıması, Fransızları, azınlıklarla işbirliğine yönlendirdi. Sosyal bölünmeyi ve güvensizliği besleyen bu durum ileriki yıllarda Suriye toplumunda kapanması zor bölünmeler oluşturacaktır. Fransızların attığı ikinci adım Suriye’yi siyasi olarak bölmek oldu. Buna göre işgal yönetimi 1920’de Halep, Şam, Alevi ve Dürzi bölgelerinden oluşan Suriye Devletler Birliği’ni meydana getirdi. Böylece Suriye coğrafyasından 5 ayrı küçük devletçik meydana getirildi. Bu düzen, kısmen milliyetçilerin baskısı sebebiyle 1936’dan sonra zayıflayarak bozuldu. Değişik tarihlerde Fransızlara karşı yapılan halk ayaklanmalarında binlerce kişi hayatını kaybetti. Sınıfsal ve ekonomik koşullara dayalı hoşnutsuzluğun her geçen gün daha da arttığı manda yönetimi döneminde, milliyetçilerin başını çektiği hareketler direniş bilincini kamçılayarak, Fransızlara karşı yaygın bir muhalefet oluşturmayı başardılar. 1928 yılında Fransız yönetimi, birçok milliyetçi grubu bünyesinde barındıran Ulusal Grup (Tecemmu’l-Vatanî) oluşumunu tanımak zorunda kaldı. 1930 yılına gelindiğinde Fransa bir geri adım daha atarak, mevcut anayasaya Suriyelilerin kendi hükümetlerini kurarak yönetilmelerinin önünü açan bazı maddeler koydu. 1936 yılında Suriye’nin Fransa dış ticaretindeki yeri ve stratejik önemi tartışılmaya başlanmıştı. Fransa’da Leon Blum’un Sosyalist hükümeti yaklaşan II. Dünya Savaşı öncesi ilgisini Avrupa’ya yoğunlaştırmak zorunda kalmıştı. Bu, Suriyelilere yıllardır bekledikleri fırsatı verdi ve 1936 yılında imzalanan bir anlaşma ile Haşim Atassi’nin başkanlığında ulusal bir hükümet kurulması kabul edildi. Hatay Sorunu Manda idaresinin diğer bir çıkmazı İskenderun Sancağının Türkiye’ye bağlanma talepleri ile ilgiliydi. İskenderun bölgesi 1921 tarihli Türk-Fransız Anlaşması’na göre özerk bir bölge olarak Suriye manda idaresine geçmişti. Bu özerk yapısını 1923’de yitiren bölge, Halep eyaletine bağlanmıştı. Bu, nüfusun büyük bölümünü oluşturan Türkler arasındaki huzursuzluğu daha da arttırdı. Hatay’ın çözümlenmemiş siyasi statüsü sebebiyle Türkiye’nin dış politika gündeminde sürekli yer işgal eden konu, 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan yaklaşan İkinci Dünya Savaşı sebebiyle bölgedeki hâkimiyeti zayıflayan Fransa ile Türkiye’yi yeniden karşı karşıya getirdi. Suriye içindeki milliyetçilerle Türkiye’nin baskıları arasında sıkışan Fransa çözümü 1937 yılında bölgeye otonomi tanımakta gördü. Bu çerçevede uluslararası gözetimde 1938 yılında yapılan nüfus sayımına göre oluşan Sancak Parlamentosu, Eylül 1938’de bağımsız Hatay devletini ilan etti. Bir yıl süren bu bağımsızlık sonrası 1939 yılında yapılan halk oylamasında halkın Türkiye’ye bağlanma yönündeki kararı ile anavatana iltihak gerçekleşti. Bağımsız Suriye ve Yeni Milliyetçi Politikalar II. Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Suriye’nin bağımsızlık süreci de hızlandı. Lübnan’ın ayrı bir devlet yapılması, Alevi azınlığın yaşadığı Lazkiye ilinin bağımsız bir idari bölge haline getirilmesi ve 1939 yılında Türklerin çoğunluk olduğu Hatay bölgesinin Türkiye’ye geçmesi gibi aşamalarla bugünkü modern Suriye’nin sınırları çizildi. Suriyeli yerli elit, parlamenter bir yapı oluşturarak ülkenin yönetimini Fransızlardan geri almaya çalışırken, çoğunluğunu azınlık mensuplarının oluşturduğu askeri elitler ise Baas Partisi çevresinde odaklanmaya başladı. 1943 yılı Temmuz ayında yapılan genel seçimlerde Fransız karşıtı Milliyetçi Cephe hükümeti oluşturularak ilk devlet başkanı olarak Şükrü el-Kuvvetli seçildi. Fransızlar, bölgede artık kendileri için sonun yaklaştığını anlamışlardı ve bunun önüne geçmek için son şanslarını kullanarak tutuklamaları ve şiddet kullanımını arttırdılar. Ocak 1945 tarihinde Suriye hükümeti, ulusal ordu kurduğunu bildirerek Fransızlara savaş ilan etti. Fransızlar, ülkedeki siyasi, ekonomik ve stratejik çıkarlarını garanti altına alacak bir anlaşma imzalamadan çekilmemekte diretince, Mayıs 1945 tarihinde Şam, Halep, Humus ve Hama’da yoğun çatışmalar yaşandı. Fransız lider Charles de Gaulle, ateşkes ilan ederek, Şubat 1946 tarihinde ilan edilen BM çözüm önerisini kabul etti. 15 Nisan 1946 yılında Fransız askerlerinin Suriye topraklarını terk etmesiyle 25 yıllık manda yönetimi sona erdi. Fransızların çekilmesi ile Suriye tarihinde yeni bir dönem başladı. Ancak bağımsızlık dönemi, Fransız işgali sırasında ertelenen tüm ayrılıkları gün yüzüne çıkarmakla kalmamış, ülkeyi değişik siyasi ve ekonomik çıkar grupları arasındaki bir savaşın içine sürüklemiştir. Bu siyasi çıkar gruplarının başında dini ve mezhebi azınlıklar geliyordu. Soğuk Savaş yıllarının doğal ayrışması olan Doğu ve Batı Bloğu yanlıları birbiriyle mücadeleye girişirken, milliyetçi grupların değişik tonları arasındaki çekişme de siyaseti belirledi. Şükrü el-Kuvvetli başkanlığındaki bağımsız Suriye’nin ilk ciddi problemi ise, Mayıs 1948 yılında kurulmuş olan İsrail’e karşı yürütülen savaşa Suriye ordusunun katılması ile yaşandı. Yeni bağımsız Arap ülkelerinin hiç biri düzenli bir orduya ve donanıma sahip değildi. Savaşa avantajlı ve güçlü giren İsrail karşısında büyük bir yenilgi yaşayan Arap cephesi, bunun bedelini ülke içi siyasetlerindeki çalkantılarla fazlasıyla ödedi. Genç Suriye yönetimi de bundan nasibini aldı. Yenilgiden hükümetin yanlış politikalarını sorumlu tutan ordu, sivilleri suçlarken, siviller de askerlere yükleniyordu. Yaşanan gerginlik ve tartışmalar ardından gelen Mart 1949 tarihindeki General Hüsni Zaim darbesi, ülkede askeri darbeler dönemini de başlatmış oldu. Ordu, siyaseti belirleyen en önemli aktör konumuna yükselirken, siyasi aktörlerin manevra alanı giderek küçüldü. Modern Suriye devletinin sivil ve asker yönetici sınıfının temellerini atan Fransız manda idaresi olmuştur. Örgütlü azınlık grupları, yeni Suriye’de bürokrasinin nüvesini oluştururken, Sünni çoğunluk dezavantajlı duruma düşmüştür. Bununla eş zamanlı olarak Suriye’nin 61 62 Modern Ortadoğu Tarihi Soğuk Savaş yıllarındaki tercihini belirlemede büyük etkisi olan Batılı işgalcilere ve işgalci olarak nitelenen İsrail’in kurulmasını destekleyenlere duyulan öfke, Suriye iç siyasetinde 1955 yılından itibaren Sovyetler Birliği yanlısı sol eğilimli aktörlere güç kazandırdı. Baas Partisi: Yeniden diriliş anlamına gelen “Baas”, Arap milliyetçisi, sosyalist ve antiemperyalist ideolojiyi temsil eden siyasi partidir. Soğuk Savaş Dönemi Politikaları ve Baas Diktatörlüğü 1950’li yıllar Suriye devlet kurumlarının oluşma yıllarıdır. Bu yıllara rengini veren en önemli ideoloji ise Arap milliyetçiliğidir. Başını yeni askeri elitlerin çektiği bu milliyetçi akımın sözcüsü ise Mısır’da 1952 yılında iktidarı ele geçiren Cemal Abdunnasır idi. Suriye gibi kuruluş felsefesini bu ideolojiye dayandırmış olan bir ülkede Nasır’ın etkisi en önemli siyasi güçlerden biri olacaktır. Nitekim Suriye, birçok bölgesel ve uluslararası konuda Nasır ile beraber hareket edecektir. 1955 yılında, Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere arasında imzalanan Bağdat Paktı, bölgedeki en önemli gerilim alanlarından birini oluşturuyordu. Nasır’ın karşı çıktığı bu pakt, Suriye yöneticilerinde de büyük bir hoşnutsuzluk oluşturmuştu. Suriye ile Türkiye’yi savaşın eşiğine getiren gerilim süper güçlerin devreye girmesiyle çatışmaya dönüşmedi. 1956 Süveyş buhranı, savaştan yenilgiyle çıkmasına rağmen, Nasır’a büyük bir karizma sağlamıştı. Nasır’ın Süveyş krizindeki tutumu, Arap kamuoyunda özledikleri bir zafer gibiydi. Suriye’deki şöhreti zaten yüksek olan Nasır, bu hamlesinden sonra bu ülkede adeta bir ulusal kahraman oldu. Bu gelişme, Arap birliğinin hararetli savunucusu Suriye’deki yöneticileri oldukça iddialı bir hamleye cesaretlendirdi: Mısır’la birleşme projesi. 1 Şubat 1958 tarihinde güçlü bir Arap cephesi oluşturmak için ilan edilen Birleşik Arap Cumhuriyeti (United Arab Republic, UAR), Mısır ile Suriye’yi birleştirmekle kalmayacak, özlenen Arap birliğinin de ilk nüvesini oluşturacaktı. Ancak Suriyelilerin hesapları istedikleri gibi gelişmedi. Birlik, Nasır’ın dikta eğilimleri ve Mısır’ın siyasi üstünlüğü sebebiyle her alanda Suriye’nin aleyhine gelişti. Bir anlamda Suriye artık yok olmaktaydı. Üç yıl sonra, 1961 yılında, Suriye bu birlikten çekildi ve birlik projesi de sona erdi. 1960’lı yıllara girerken Suriye iç politikasında en büyük aktörler; Nasırcı gruplar, Müslüman Kardeşler ve Baas Partisi idi. Bu siyasi bölünme içinde Baas Partisi örgütlenme tekniği, söylemleri ve az bilinirliği ile diğerlerinden daha avantajlı görünüyordu. Ordu içindeki Baasçı subayların Mısır’la birliğe son veren darbelerinin ardından kendi içlerindeki bölünme geçici bir zaaf oluştursa da, uzun vadede Baas’ın iktidarını güçlendirdi. Baas rakiplerini etkisizleştirip iktidarını sağlamlaştırırken, kendi içindeki güç mücadelesiyle de uğraştı. Suriye’de gelecekteki tüm politik yaşamı yakından ilgilendiren Baas bölünmesi 1963 yılında yaşandı. Rakip gruplardan geleneksel ve tutucu (Old Guard) kesime parti kurucuları Mişel Eflak (Hıristiyan), Salahaddin el-Bitar (Nusayri) ve General Emin el-Hafız (Sünni) öncülük ediyordu. Bunların karşısında Suriye’de sosyalist politikaların acilen uygulanmasına ve Sovyetler Birliği ile yakın işbirliği gibi değişimci politikalara öncelik veren Bölgeselci Kamp (Regionalist Camp) bulunuyordu. Salah Cedid, Muhammed Umran ve Hafız Esad gibi Nusayri azınlığa mensup subaylar bu grupta yoğunlaşmıştı. Üç yıllık iç çekişme 1966’da yeni bir darbeyi ve ikinci grubun tüm siyasî ve askerî kurumlarda hâkimiyetini getirdi. Ülke, parti içi çekişmelerle meşgul iken, siyasi alt yapı ve ekonomik kalkınma büyük yara almıştır. Üstelik yıllarca süren iç gerilim Suriye’de baskıcı bir yönetim ortaya çıkarmıştır. Sadece rakip baasçıların değil tüm muhalif grupların ezildiği ülkede tam bir polis devleti kurulmuştur. İçerideki bu gerilimi bir şekilde dağıtmak isteyen Baasçı kadrolar İsrail düşmanlığını manipüle ederek dikkatleri dış düşmana yoğunlaştırmayı başarmıştır. 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan FİLİSTİN SORUNU VE İSRAİL’İN ORTAYA ÇIKIŞI Bilad-i Şam yani Suriye’nin güneyindeki coğrafi bölgeye Filistin adı verilmektedir. Ancak tarih boyunca bu coğrafyada Filistin diye bir devlet olmadığı için siyasi sınırları da olmamıştır. Osmanlı döneminde Kudüs, Akka ve Nablus idari bölgelerinden meydana gelen bu coğrafyanın bu günkü isimlendirme ile sınırları İngiliz mandası (1922-1948) döneminde çizilmiştir. Kuzeyde Suriye ve Lübnan, batıda Akdeniz, güneyde Mısır ve Sina çölü ile Akabe körfezi ve doğuda Ürdün ile çevrili olan bölge Filistin toprakları olarak kabul edilmektedir. İslam’ın erken devrinden itibaren Müslümanların idaresine geçen bu topraklar, ortaçağda yaklaşık yüz yıllık bir haçlı idaresinin dışında hep Müslümanların elinde olmuştur. 1516’dan sonra Osmanlılar tarafından idare edilen bölge, Birinci Dünya Savaşı sonunda önce özerk statülü bir bölge ardından İngiliz Mandası idaresine verilmiştir. Etnik olarak Filistin halkının tamamı Arap’tır. Dini olarak da çoğunluğu Müslümanlar olmak üzere Hristiyan ve daha az sayıda Yahudilerden oluşmaktaydı. Asırlarca belli bir dengede devam eden bu demografik gelişme, 19. yüzyılın sonlarına doğru özellikle Rusya’da katliama uğradıktan sonra bölgeye başlayan Yahudi göçleri ile değişim göstermiştir. Avrupa, Asya hatta Afrika’dan gelen göçmen Yahudiler ile bölgede etnik kimlikler de değişmeye başlamıştır. Rusya’da başlayan Yahudi aleyhtarlığı 1881 yılında bir katliama dönüşünce bütün dünyada dağınık bir şekilde yaşayan Yahudilerin bir yerde toplanmaları fikri gündeme gelmiştir. Bu konuda pek çok alternatif olmasına rağmen akla gelen en önemli yer Yahudilerin dünyaya dağıldıkları Filistin olmuştur. Bu süreçte Avrupa’da başlatılan Siyonizm hareketi ile Filistin’e göç teşvik edilmeye başlamıştır. Siyonizm Hareketi Tarih içinde Avrupa’da genellikle hüsn-ü kabul görmemiş olan Yahudiler yurt arama fikrini daima canlı tutmuşlardı. Zihinlerinde mevcut olan “vaat edilmiş topraklar” fikri ise, onları Filistin’e yönlendiriyordu. 18. yüzyılın sonlarında Musevileri kutsal topraklara yerleştirme düşüncelerini dile getiren Napolyon, Yahudilerin bu yöndeki umutlarını yeşertti. Öte yandan 1818’de Amerika’da Mordehay Manual Noah ve 1830’da da Fransız tarihçi Joseph Salvador Siyonizm’den bahsederek Yahudilere hedef gösterdi; hatta, Salvador bunun için bir kongre toplanmasını önerdi. İngiltere’de Hollingsworth ve Almanya’da Sosyalist Moses Hess ile Hahambaşı Hirsch Kalisher de Siyonizm fikirlerine katkıda bulundular. Bu konudaki ilk adım 1870’de Alliance İsraélite tarafından Yafa yakınlarında bir ziraat mektebi açılması ve orada “Siyon Sevdalıları” adıyla bir cemiyetin kurulmasıyla atıldı. Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid bölgeye yapılan göçleri engellemeye çalışsa da istenen sonuçlar alınamamıştır. Özellikle İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Siyonist kongresinden sonra Yahudilerin Filistin’de yurt edinme/devlet kurma faaliyetleri hızını arttırmış ve bu talep resmen Osmanlı Devleti’ne siyonizmin öncülerinden olan Theodor Herzl tarafından 1896’dan itibaren müteaddit defalar iletilmiştir. Ancak her defasında reddedilmiştir. Theodor Herzl, Yahudi Devleti adıyla 1896’da bir kitap neşrederek Yahudilerin devlet kurma fikirlerini ve planlarını ortaya koyar; bu tarihten sonra Avrupa’nın çeşitli kentlerinde toplanan kongrelerde bu düşünce daha da geliştirilir. Birkaç kere İstanbul’a gelen ve II. Abdülhamid’den Filistin’de bir yer talep eden Theodor Herzl, başarılı olamadığı gibi, Filistin’e Yahudi göçünü engelleyen kararların çıkmasına sebep oldu. 1904’teki ölümüne kadar dünya liderleriyle görüşerek yer bulmaya çalışan Herzl, bu konuda başarılı olama- 63 64 Modern Ortadoğu Tarihi dı. Filistin dışında gündeme gelen Sina ve Doğu Afrika gibi bazı seçenekler ise, Yahudiler tarafından benimsenmedi. Bu arada Osmanlı vatandaşı olan Filistin Yahudileri desteklendi ve kurulan şirketler aracılığıyla daha fazla toprak sahibi olmaları sağlandı; ayrıca kaçak göçmenlerle yavaş yavaş Filistin topraklarında Yahudi kolonileri oluşturuldu. Ancak Siyonistler asıl fırsatı Birinci Dünya Savaşı yıllarında elde ettiler. İktisadî nüfuzları ve ellerindeki basın aracılığı ile Avrupa kamuoyunu etkilemeyi başaran Yahudiler, 1917 yılında kendilerine Filistin’de bir Yurt ve Devlet imkânını sağlayacak olan Balfour Deklarasyonunu ilan ettirmeyi sağladılar. İngiltere Dışişleri Bakanı Bolfour tarafından Lord Rothschild’e 18 Temmuz 1917’de verilen ve daha sonra Balfour Deklarasyonu diye adlandırılan bir taslak karar akabinde Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması fikri tartışılmaya başladı. Yahudilerin kararlılığı ile taslak metin İngiliz kabinesi tarafından da benimsenerek 2 Kasım 1917’de açıklandı. Balfour’un mektubu esasında Yahudilere net bir vaat içermemektedir; fakat, bunu bir vaat olarak algılayan İngiltere’deki Siyonistler Londra’da elli bin kişilik büyük bir miting düzenleyerek Filistin konusundaki niyet ve arzularını bütün dünyaya ilan ettiler. Büyük bir yankı yapan bu toplantı Avrupa kamuoyunda da geniş yer buldu. Savaştan bir hayli önce sadece bir hayal olarak ortaya çıkan Siyonizm, yani Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri, Avrupalı Yahudi sermayedarların işin içine girmesiyle birlikte hayata geçme imkânı buldu. Aslında, Yahudi siyasetçiler, savaş öncesinde uluslararası rekabetten çekindikleri için devlet kurma fikirlerini düşük perdeden seslendirirseler de, savaşın çıkmasıyla birlikte önlerine çıkan bu altın fırsatı değerlendirmek amacıyla her çareye başvurdular. Böylece İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilâf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’nin taksimini ön gören planlarının içine kendi fikirlerini de yerleştirdiler. Museviler, kısa zamanda o sıralarda tarafsız olan Cenevre, Bern ve Lahey de birer istihbarat şubesi kurup, başta Avrupa olmak üzere fikirlerini bütün dünyaya yayarak Filistin’de Yahudi devleti kurma yolunda önemli adımlar attılar. İngilizler’in 1917 yılının Aralık ayında Allenby komutasında Kudüs şehrini ele geçirmeleri, Filistin bölgesini Osmanlı hâkimiyetinden çıkararak 1920 yılına kadar sürecek olan İngiliz askeri idaresine soktu. Bu süre içinde İngiltere muhtemel çatışmaları dikkate alarak Arapları yanlarındaki bir Yahudi yurduna alıştırmaya çalıştı. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal ile Siyonistlerin lideri Weizmann İngilizlerin aracılığıyla müteaddit defalar görüştüler. Fikirleri her ne kadar birbirine yakınlaşsa da Faysal bir Yahudi devletine razı gelmedi. Fakat 1920 San Remo Konferansında Filistin bölgesinin İngiliz mandasına verilmesi her şeyi değiştirdi. Zira burada idare sivilleştirildi ve bir Yahudi hatta ateşli bir Siyonist olan olan Sir Herbert Samuel İngilizler adına sivil yüksek komiser olarak atandı. Bu durum Yahudilerin beklentilerini arttırırken çoğunluğu oluşturan Arapları (%85’i) endişelendirdi. İngiliz komiser kendisini siyonizmi hayata geçirmek ile görevli görüyordu. Bu gücünü Balfour Deklarasyonundan almaktaydı. Orada vaat edilen yurdu o da Weizmann gibi devlet olarak anlıyordu. Oysa İngilizler tam olarak bunu kastetmediklerini düşünüyorlardı. İngilizlerin bu çelişkisi çoğunluğun haklarının gaspına neden olduğu gibi, İsrail’in kuruluşunu da kolaylaştırdı. Bu süreçte Arap ve Yahudilerin birlikte geleceğini hazırlayacak bir yapı oluşturulamadı tam aksine manda yönetimi çatışmaya sebep olacak bir dizi düzenlemeler yaptı. Müslüman ve Hristiyan Araplar 1919 sonunda Kudüs’te birinci Filistin Kongresini düzenlemişlerdi ve bunu her yıl tekrar etmeye başlamışlardı. İkinci kongrede Kudüs eski belediye başkanlarından Musa Kazım el Hüseyni başkanlığında bir Arap İcra Kurulu oluşturuldu. Her ne kadar hem halkın tam desteğini sağlayamamış hem de manda idaresi ile 65 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan uzlaşamamış olsa da bu kurul 1934 yılına kadar Arapların en etkin kurulu olarak varlığını sürdürmüştü. Aynı süreçte siyonizme karşı fikirleri ile bilinen fakat şiddet yanlısı olmayan Hacı Emin el Hüseyni (Osmanlı ordusunda görev yapan eski bir subay) Kudüs müftüsü olacak ve Müslümanlar arasında prestij kazanacaktır. Daha sonra da özellikle Arap İcra Kurulunun sona ermesi ile neredeyse Filistin’in tek lideri olacaktır. Aynı şekilde Yahudiler de teşkilatlanıyorlardı. 1920’de Dünya Siyonist örgütü şemsiyesi altında Filistin Siyonist İcra Kurulu faaliyete geçirildi. 1929 yılında bu kurul Yahudi Ajansına dönüştü. Filistin’e Yahudi göçlerini örgütlediği gibi Yahudilerin de idaresini yürüttü. Kontrolsüz Yahudi göçlerinin oluşması, demografik yapının gittikçe Arapların aleyhinde gelişmesi bir dizi anlaşmazlıkları da beraberinde getirdi. Şiddeti ve terörü ön plana alan ve bu yolla Arapların göç etmesini arzu eden siyasi guruplar, sendikalar kuruldu. Bu guruplardan birisinin (Histardut) yöneticisi ve 1948’de kurulacak İsrail devletinin ilk başbakanı Ben-Gurion 1935 yılında Yahudi Ajansının başkanlığına seçildi. Birinci Dünya Savaşı yıllarında mahfillerde ve basında başlayan Siyonizm ile ilgili tartışmalar, sadece Kudüs’teki kutsal mekânlarla sınırlı değildi; Müslümanların kutsal mekânları da gündeme getirilerek bir noktada Osmanlı Devleti ile Hilâfetinin geleceği de tartışılıyordu. Arap coğrafyasının savaş sonrasında şekillendirilmesi sorunu ortaya çıkmıştı. Daha başından beri Modern Ortadoğu’nun Filistin meselesi üzerinden şekillendiği ve bu sorun çözümlenmeden burada barışı sağlamanın mümkün olmadığı açıktı. Resim 3.2 Filistin’i Bölme Planı, 1936 Kaynak: William R. Polk, (1986). Resim 3.3 BM’nin Filistin’i Bölme Kararı, 1947 Kaynak: William R. Polk, (1986). 66 Modern Ortadoğu Tarihi 1967 Savaşında Suriye ve Azınlık İktidarı’nın Doğuşu İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı en büyük tepki Filistinli direnişçilerden geliyordu. Bu grupların İsrail’e yönelik saldırılarında Arap ülkelerinin topraklarını kullanmaları, 1960’ların sonunda gerilimi oldukça arttırmıştı. İsrail’in amacı kendisine sınır oluşturan tüm Arap ülkelerinde birer tampon bölge oluşturacak şekilde toprak işgallerini genişletmekti. Bunu da, hiç beklenmedik bir anda şok saldırıyla gerçekleştirmek istiyordu. 5 Haziran 1967 tarihinde İsrail güçleri önceden savaş ilanı olmaksızın ani bir hamleyle Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı hava saldırılarına başladı. Kısa süre içinde Mısır ve Ürdün’ün tüm hava savunma birimleri yok edildi. Suriye, ani saldırılar karşısında neredeyse hareket bile edememişti. Hava savunması çöken Suriye, kara birliklerini harekete geçiremeden İsrail, stratejik Golan Tepelerinin işgalini tamamlamıştı bile. İsrail’in topraklarını ikiye katladığı savaş sonunda Mısır Sina yarımadasını (Gazze dahil), Ürdün Batı Şaria’yı Toprak Karşılığı Barış (Kudüs dahil), Suriye ise Golan’ı kaybetmişti. İsrail’in kimyasal silah kullandığı bu Prensibi: İlk defa BM savaşta 20 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, on binlerce insan sakat kalmış Güvenlik Konseyi’nin 242 ve yüzbinlerce insan yerinden edilerek mülteci kamplarında yaşamaya başlamışsayılı kararı ile gündeme gelen ve Arap-İsrail barışının tır. Savaş sonunda Nasır liderliğindeki Arap milliyetçiliği yerini, Filistin merkezli özünü oluşturan ilkedir. Bu yeni bir milliyetçi anlayışa bırakırken, kabul edilen 242 sayılı BM kararı ile toprak ifade, Arap ülkelerinin savaş tehdidinden vazgeçmeleri karşılığı barış prensibi ilk defa gündeme gelmiş ve ateşkes ilan edilmiştir. Savaş karşılığında İsrail’in işgal ettiği her ne kadar bölge insanları için felaket getirmiş olsa da Suriye’deki siyasi ve askeri topraklardan çekilmesini öngörmektedir. elitler için farklı sonuçlar doğurdu. Savaşa hazırlıksız yakalanan Suriye’nin iç ve dış politikası ciddi bir sarsıntı geçirdi. Stratejik Golan Tepeleri’nin kaybedilmesi, Suriye ve Mısır’daki radikal sosyalist rejimlere duyulan güveni tamamen yok etti. Suriye’de, muhalif ılımlı sosyalist ve sağcı gruplar, başarısız hükümete karşı harekete geçerken, yenilginin sorumlularından biri olan Genelkurmay Başkanı Hafız Esed’in planları farklıydı. Yenilgiden sonra siyasileri ve özellikle rakibi Salah Cedid’i sistemli biçimde yıpratma kampanyası başlatan Esed, Baas Partisi’nin ordu ve sivil örgütlerinde kendisine muhalefet edebilecek tüm önemli kişileri tasfiye etti. Kendine sadık kişileri ve özellikle yakın çevresini stratejik pozisyonlara atayan Esed, 1970 yılında, yönetime doğrudan el koydu. Hafız Esed, “Hareketü’t Tashih” (Düzeltme Hareketi) olarak isimlendirdiği darbe sonrasında güven oluşturacak adımlar attı. Siyasi tutuklulardan bazıları serbest bırakılarak, reform vaatleri eşliğinde kimi baskılar hafifletildi. Ancak muhalefetin yeniden güçlenmeye başlaması üzerine yenilikçi adımların arkası gelmediği gibi, sonraki yıllarda muhalefet karşısındaki tutumu sonucu, Suriye yönetimi yine tek adam yönetimine kaydı. Esed’in 1970 yılındaki iktidarı, gerek Batılı ülkeler ve gerekse de Sovyetler Birliği tarafından olumlu karşılanmış ve çabucak onay almıştı. Söz konusu ülkeler, sert görüntüsüne rağmen kendisiyle anlaşmanın kolay olacağını düşünüyorlardı. Çünkü Esed, rakibi Cedid ile olan çekişmesinde, başından beri dış politika konusunda yumuşak mesajlar vermişti. Bu fark ilk olarak Arap ülkeleri ile ilişkilerde hissedildi. Uzun yıllar bozuk olan ilişkilerin tamiri için yeni bir dış politik açılım gerçekleştirildi. Dışarıda radikal devrimci söylem terk edildi. Tarihsel düşmanlar, Suudi Arabistan ve Ürdün’e dahi zeytin dalı uzatıldı. Esed’in temel stratejisi Suriye’nin Arap dünyası içinde yaşadığı izolasyonu kaldırmak ve bir ileri adımda Arap birliğinin çatısını oluşturmaktı. Arap ülkeleri ile ilişkilerin onarılmasında uzun vadeli stratejik amaçların yanı sıra, yakın vadede girişilecek olan yeni bir Arap-İsrail savaşının rolü de büyüktü. Bu arayış, 1970’li yıllar boyunca Suriye’nin siyasi konumunu önemli ölçüde güçlendirmiştir. 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan Bu politikanın bir yansıması olarak, İsrail’e karşı 1973 savaşında hemen tüm Arap ülkeleri Suriye’nin savaş gayretlerine destek vermiştir. Yine, 1975 Lübnan iç savaşında olduğu gibi Suriye’nin tüm Arap ülkeleri adına hareket etmesine göz yumulmuştur. Hafız Esed yönetimindeki Suriye’de dış politikada değişikliğin diğer boyutu Batı ve Doğu Blokları arasındaki rekabette Suriye’nin konumunu dengeye oturtmayla ilgiliydi. Kendisinden önceki Baas politikalarının aksine Esed, tamamen Sovyetler Birliği’ne bağımlı kalmak istemiyordu. Pragmatik dış politikaya inanan Esed, işgal altındaki Suriye topraklarını geri almada İsrail’i ikna edebilecek tek gücün ABD olduğunu bildiğinden, ilişkilerde dengeyi savunmuştu. Yom Kippur Savaşı 1967 savaşında Golan tepelerinin kaybedilmesi Suriye’deki her bireyin hayatında derin yaralar açmıştı. Bu stratejik kaybın ötesinde İsrail’in yakın bir tehdit haline gelmesi Şam yönetimini yeni bir hamle yapmaya mecbur bırakıyordu. Kendi topraklarını geri almak üzere hazırlıklara koyulan Suriye, Doğu Bloku ülkelerine silah siparişleriyle işe başladı. Ayrıca Mısır ile gizli bir anlaşma yapılarak ortak savaş planları hazırlandı. Bu çerçevede Filistin direniş gruplarına destek arttırılarak İsrail’i yıpratma çabaları hızlandı. Arap ülkeleri ilk defa tam hazırlıklı olarak bir savaşa giriyordu. Mısır ve Suriye, ezeli düşmanları İsrail’in kısıtlı insan kaynağı nedeniyle çok insan kaybı olan bir savaşa dayanamayacağını düşünüyordu. Bu nedenle birçok cephede aynı anda açılacak yoğun bir savaş, İsrail ordusunun gücünü böleceği için direncini kıracaktı. İsrail’in ekonomik potansiyeli uzun sürecek bir savaşı kaldıramazdı. 6 Ekim 1973 tarihinde Mısır ve Suriye birlikleri aynı anda İsrail’e karşı iki farklı cepheden ortak saldırısı başlattı. Sürpriz saldırı ile başlayan savaşın ilk günleri Arap cephesinin lehine gelişti. İki günde İsrail’in 500’den fazla tankı ve 49 uçağı yok edilmişti. Ancak, müttefikinin yenildiğini gören Amerika’nın yardımları ile kendini toparlayan İsrail karşı saldırıya geçtiğinde Suriye cephesinde büyük bir zaaf belirdi. Irak, Cezayir, Fas ve Suudi Arabistan’ın gönderdiği askeri desteğe ve petrol ambargosuna rağmen Şam yönetimi savaşı aynı avantajlı konumda götüremedi. ABD ve Sovyetlerin kendi müttefikleri lehine olaya müdahil olmaları savaşın çapını genişlettiğinde, Ortadoğu’daki savaş uluslararası bir nükleer krize dönüşmeye başladı. BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 338 sayılı kararla ateşkes ilan edilerek mevcut statükonun kötüleşmesi önlendi. Savaş, askeri anlamda İsrail’i geriletse de bu başarı Suriye ve diğer Arap ülkelerine topraklarını geri getirmeye yetmedi. Suriye, Lübnan İç Savaşı’nda Ortadoğu siyasetinde Suriye’nin en hayati girişimlerinden biri Lübnan savaşıdır. Lübnan’da iç politikadaki etnik gerilim 1970 yılından itibaren tırmanışa geçti. Özellikle artan sayıda Filistinli mültecinin ülkeye gelişi Lübnan’daki Müslüman Sünni nüfusu arttırdığı için, Hıristiyan ve Şii kesimlerde derin bir hoşnutsuzluk başlamıştı. Birkaç yıl süren sinir harbi nihayetinde 1975 yılında Filistin gerillaları ile Lübnan’daki Hıristiyanlar arasında patlak veren çatışma 14 yıl sürecek iç savaşı başlattı. Haziran 1976’da dönemin Lübnan Devlet Başkanı Süleyman Farance’nin resmi talebi üzerine müdahale eden Suriye birlikleri, burada Filistinlilere ve sol güçlerin aşırı güçlenmesini önlemek için Maruni Hıristiyanlara arka çıktı. Aynı yılın sonlarına doğru çatışan taraflar arasında ateşkesi sağlayan ve istikrarsız bir güç dengesi kuran Şam yönetimi, Lübnan’da o tarihten 1980’lerin sonuna kadar sürecek olan 67 68 Modern Ortadoğu Tarihi çarpık diplomatik yapının temelini attı. Lübnan siyasi yapısında da bir takım değişiklikler yapan Suriye, Mayıs 1976’dan itibaren Lübnan seçimlerinde kendi adaylarını seçtirerek iç politikaya hakim oldu. Tüm siyasi gerekçeler bir yana, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının en temel nedenlerinden biri güvenlik kaygılarıdır. Suriye’nin stratejik açıdan en önemli bölgelerinin başında kuzeydeki sanayi kentleri Hama, Halep ve Hums gelmektedir. Bu kentlerin ekonomik konumlarının yanı sıra, aynı zamanda ülke savunmasında kritik rolü olan askeri üslere de ev sahipliği yapmaları, korunmaları konusunda önceliklerini ikiye katlamaktadır. Suriye, 1950’li yıllardan beri İsrail güçlerinin, ulaşım açısından oldukça müsait olan, güneybatı-kuzeydoğu yönünde uzanan Beka Vadisini kullanarak Suriye’nin sanayi bölgelerinin bulunduğu bu kuzey bölgelerine kolayca ulaşmasından endişe duymuştur. 1987 yılındaki Lübnan ateşkesi ile birlikte ülkedeki iç savaşın sonra ermesi bu ülkede bulunan otuz bini aşkın Suriye askerinin konumunu ciddi anlamda işlevsiz hale getirdi. 1990’lı yıllar boyunca yapılan uluslararası baskılara direnmeyi başaran Şam yönetimi, 2005 yılında Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye yönelik suikasttan sonra tüm askerlerini Lübnan’dan çekti. Ancak Lübnan’ın da içinde olduğu “Büyük Suriye” kurma hayalinin de bu ilişkilerdeki etkisi azımsanamaz. Suriye-İran Yakınlaşması Arap ülkeleriyle yaşanan yakınlaşma ve İsrail karşısındaki birliğin istenilen seviyeye gelmemesi Şam yönetiminde hayal kırıklıkları ile birlikte farklı eğilimleri gerektirdi. Özellikle Mısır’ın 1979 yılında Camp David anlaşmasının ardından İsrail’le barışması, Suriye’yi sadece savunmasız bir konumda bırakmadı, güçlü bir müttefik arayışına da itti. Şam’ın imdadına 1979 yılında devrim yaşanan İran yetişti. Şiddetli İsrail karşıtı politik söylem Suriye’nin en fazla ihtiyaç duyduğu yaklaşımdı. Bu yakınlaşmanın bedeli ağır oldu ve bu politika Suriye’yi Arap ülkelerinden uzaklaştırmaya başladı. Özellikle 1980’de patlak veren İran-Irak savaşında, diğer Arap ülkelerinin aksine İran yanında yer alan Suriye, geçmiş yıllarda inşa ettiği tüm Arap ittifaklarını yitirdi. Suriye Arap politikalarından dışlandı. Suriye’nin tutumu, hem petrol üreten Arap ülkelerinden sağladığı gelirin hem de yurt dışındaki Suriyeli işçilerin gönderdikleri dövizin azalmasına yol açtı. Suriye’nin Arap dünyasından uzaklaşmasında sadece İran faktörü değil, içerideki baskılar da rol oynadı. Suriye’de Müslüman Kardeşler hareketinin başını çektiği muhalefetin sesini yükselterek, Esed yönetimini devirme girişimi, önce baskıları ardından şiddet sarmalını ve katliamları beraberinde getirdi. Büyük kentlerde başlayan askeri operasyonlar 1982 yılında Hama kentinin yerle bir edilmesi ile zirveye ulaştı. Binlerce sivilin hayatını kaybettiği olaylar muhalefetle birlikte Suriye’nin tüm saygınlığını bitirdi. 1980’li yıllar boyunca süren bu çıkmaz, Suriye’yi daha agresif bir diktatörlüğe dönüştürdü. 1 1980’li yıllarda Suriye’nin Ortadoğu’daki Arap politikalarından dışlanmasının sebepleri ne olabilir? Türkiye ile Su ve Güvenlik Sorunları Soğuk Savaş yıllarında farklı siyasal kutupların müttefiki olan iki ülke Ortadoğu bölgesinde adeta ABD ve Sovyetlerin temsilcisi gibiydi. Ancak bu sistemik çekişmelerde katalizör rolü oynayan sorunların başında su ve güvenlik krizleri geliyordu. Sorun ilk defa 1950’li yıllarda gerek Suriye ve gerekse Türkiye’nin Fırat nehri üzerinde büyük çaplı projeler geliştirmeye başladıkları bir dönemde kendini gös- 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan terdi. Projelerin çapı su dengesini fazla etkilemediği için 1980’lere kadar su paylaşımından dolayı ciddi bir gerilim olmadı. Ancak, 1970’lerin ortasından itibaren Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) çerçevesinde devasa yatırımlar yapmaya başlayan Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehirlerine ilişkin planları komşularla ilişkilerini olumsuz etkiledi. Sorunu çözmek üzere 1983’te Türkiye, Irak ve Suriye arasında Ortak Teknik Komite kuruldu. Uzun ve çetin pazarlıklar ardından, 1986 yılında Suriye 1987 yılında Türkiye başbakanlarının karşılıklı ziyaretleri sırasında imzalanan anlaşmalarla su paylaşımı adil ve hukuki ölçütlere bağlandı. Bu döneme damgasını vuran diğer ikili sorun ise Türkiye’de faaliyet gösteren terör örgütlerine Suriye’nin verdiği destektir. 1980’lerde iki ülke adeta “teröre karşı su” pazarlığına girişmişlerdi. 1983 yılına kadar Ermeni Asala Örgütü’nü destekleyen Suriye, 1978 yılında Türkiye’den kaçan Abdullah Öcalan’ın Şam’a yerleşmesinden sonra da PKK’ya ev sahipliği yaptı. Suriye’den sağlanan lojistik ile Türkiye’de terör eylemleri yapılmasından duyulan rahatsızlık, Ekim 1998 tarihinde iki ülkeyi savaşın eşiğine getirdi. Öcalan’ın teslim ya da Suriye’den sınır dışı edilmesini isteyen Türkiye, sınıra asker yığınağı yapınca gerilim zirveye çıktı. Muhtemel savaşı durdurmak için Mısır ve İran’ın arabuluculuğunda yumuşayan ortam 1998 yılında iki ülkenin güvenlik anlaşması imzalaması ardından yerini kısmen iyileşen ikili ilişkilere bıraktı. Barış Süreci ve Suriye 1990’li yılların başında, Doğu Bloğu’nun çöküşü ile birlikte, Suriye sadece siyasi destekçisini değil aynı zamanda ekonomik hâmisini de yitirmişti. Böylesi karamsar bir tablo içinde Suriye yönetiminin seçenekleri daralmıştı ve Batılı ülkelerden gelecek dayatmalara karşı daha dirençsiz görünüyordu. Ancak, 1991 yılındaki körfez krizi Şam yönetimine ciddi bir ekonomik kazanç getirdi. 1991 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgali ile patlak veren savaşta, Suriye batılı koalisyon lehine oynadığı olumlu rol nedeniyle milyarlarca dolarlık yardım aldı. Suriye’nin içinde bulunduğu koşullar, onu Körfez savaşının hemen ardından toplanan Madrid Barış Konferansı’nda İsrail ile aynı masaya oturmaya mecbur etmişti. Hemen tüm Arap ülkelerinin katıldığı konferans, barış sürecinin de başlangıcını oluşturdu. Madrid sonrası başlayan Suriye-İsrail ikili barış görüşmeleri ve pazarlıkları kesintili dönemlerle Aksa İntifadası’nın başladığı 2000 yılına kadar, 10 yıl sürdü. Onlarca farklı oturum halinde yapılan pazarlıklar sırasında Suriye, Golan tepelerinin ön koşulsuz boşaltılmasında ısrar ederken İsrail tarafı Şam yönetiminin, Filistinli gruplara desteğini kesmesini öngören güvenlik garantilerinde ısrarcı oldu. Bir süre sonra sağırlar diyaloguna dönen süreç tamamen bitti. Arap ülkeleri arasında Suriye’nin politik tercihlerini farklı kılan, İsrail’e coğrafi yakınlığıdır. Yakınlık, bir yandan Suriye’deki idarecileri düşmana karşı uyanık kılma gibi bir fonksiyon görürken diğer taraftan bunun yol açtığı uyanıklık ülke politikasını sürekli “seferberlik” havasına büründürmüştür. Golan ve Güney Lübnan gibi Suriye için oldukça stratejik önemi olan bölgelerin İsrail işgali/nüfuzu altında bulunması, bu seferberlik politikasının haklılığını sürdürmektedir. Öte yandan ülke nüfusunun yüzde 5’ini bile oluşturmayan bir azınlık grubunun, ülkenin önemli mevkilerini elinde bulundurması, bu azınlığı Sünni çoğunluğun nezdinde kendisini meşrulaştırıcı çabalara itmiştir. Azınlık iktidarı, gerek ülke içindeki İslami muhalefetten gerekse de Arap ülkelerinden, kendisine yöneltilen suçlamaları İsrail karşısında tavizsiz bir tutum takınarak desteğe çevirmeye çalışmaktadır. Bu siyasi anlayış, Suriye’deki hükümetlerin “ülke varlığına yönelmiş dış düşman” söylemini güçlendirdiği gibi onların halk nezdindeki popülerliğini, İsrail’e karşı takındıkları tutumlara endekslemiştir. 69 70 Modern Ortadoğu Tarihi Beşşar Esed Dönemi ve Yeni Suriye Krizi Hafız Esed’in (10 Haziran 2000) ölmesi ardından yapılan halk oylamasında oyların % 97’sini alan Beşşar Esed, babasının 30 yıllık iktidarı akabinde yeni devlet başkanı oldu. Ortadoğu’da iktidarlarını babadan devralan genç liderler kuşağının temsilcilerinden Beşşar, göreve gelmesinden itibaren yeni bir imaj ve beklenti dalgası oluşturdu. Oğul Esed, ilk haftalarda gayet özgürlükçü, serbest piyasa taraflısı ve demokratik bir imaj çizdi. Çok sayıda siyasal suçlu affedildi, devlet kontrolü dışında ilk serbest gazetenin yayınlanmasına izin verildi. Devlet kontrolünde olsa da Şam’da ilk defa iki internetcafe açıldı, demokratik toplantı ve gösterilere koşullu olarak izin verildi. Beşşar, iktidarının daha ilk yılı içinde dış politikada fazlasıyla ihtiyaç duyacağı bir siyasal meşruiyet sağlamayı başardı. Yeni Suriye yönetiminin ilk dış politika imtihanı 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında terörle uluslararası mücadele adıyla ABD’nin uygulamaya başladığı saldırgan politikalar oldu. Suriye yönetimi Amerika’nın “haydut ülkeler” olarak nitelediği düşman kategorisinde yer alıyordu. Bu sebeple 2003 yılındaki Irak işgali akabinde kendini ciddi bir tehdit altında hissetti. Irak’taki silahlı gruplara destek vermekle suçlanan Suriye, kendi topraklarına yönelik sınırlı ABD ve İsrail saldırılarına kınamak dışında bir tepki veremedi. Diğer taraftan Ortadoğu barış sürecinin tıkanması Suriye’yi, düşmanı İsrail karşısında farklı stratejik argüman arayışına itti. Filistinli ve Lübnanlı gruplara desteği özellikle bu dönemde sadece bu iki ülkedeki çekişmelerin değil, Suriye’nin ulusal güvenliğinin en geçerli yolu olarak görünüyordu. Suriye, 2005 yılında uluslararası baskılar sebebiyle Lübnan’daki askerlerini çektiğinde çok ciddi bir darbe yemiştir. Bununla beraber, hemen sonrası barış sürecinin yeniden canlandırılmasına yönelik Türkiye arabuluculuğunda pazarlıklar yeniden başladığında bu güvenlik zaafı kısmen giderilmişti. Ancak, yürütülen pazarlıklar 2008 yılında İsrail’in Gazze saldırısı sebebiyle tamamen bitti. İç politikada, reform baskısı altındaki yönetim, zamanından önce bir takım adımlar atmasının, azınlık iktidarının etkinliğini bitireceğini düşünmektedir. Beşşar’ın kontrollü bir reform programı uygulaması babasının döneminden miras kalan tüm sosyal problemleri gün yüzüne çıkardı. Arap Baharı olarak bilinen Ortadoğu’daki sivil talepler 2011 yılı Mart ayından itibaren Suriye’ye de sıçradı. Reform talep eden barışçıl gösterilerin, güvenlik güçlerinin sert müdahalesi ile bastırıldığı ülkede, giderek daha fazla sayıda insanın hayatını kaybettiği bir iç savaş yaşanmaya başladı. 2,5 yıl içinde binlerce insanın hayatını kaybettiği milyonlarca insanın da komşu ülkelere iltica ettiği bu çatışmalar, dış güçlerin gittikçe daha fazla müdahil olmasıyla uluslararası bir krize dönüştü. Esed güçlerinin kullandığı iddia edilen kimyasal silahlarla binlerce insanın hayatını kaybetmesi, Suriye sorununa yeni bir boyut kazandırdı. ABD, Türkiye ve diğer bazı devletler muhalefeti desteklerken, Rusya ve İran sağladıkları uluslararası destekle Beşşar Esed’in yanında yer almaktadır. Bu durum BM Güvenlik Konseyi’ni de işlevsiz hale dönüştürmüştür. LÜBNAN Tarihi Miras ve Osmanlı Asırları Akdeniz çevresinde ticaret kolonileri kuran ve modern alfabeyi geliştiren denizci ve tüccar kavim Fenikeliler, Lübnan’ın bilinen ilk yerleşimcileridir. Fenikelilerin yanı sıra Milattan önce Amurrular ve Mısırlılarla devam eden kısa dönemli yönetimleri ardından Lübnan toprakları sırasıyla, Babil, Pers, İskender, Selefkiler, Roma ve 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan Bizans hâkimiyetinde kalmıştır. Tüm bu tarihsel miras, geride çok renkli bir yapı bırakmış ve bugünkü Lübnan’ın farklı etnik ve dini yapısının temel taşı olmuştur. Lübnan, 636’da Müslümanların hâkimiyetine geçmiştir. Emeviler döneminde (660-750) başkentin Şam’a taşınmasından sonra Akdeniz’in doğu limanları ile birlikte Lübnan’ın stratejik önemi artmıştır. Bizans’tan gelebilecek tehlikeler karşısında savunma hattını güçlendirmek üzere özellikle sahil kesiminin imarına ve iskânına hız verilmiştir. Sayda ve Sur şehirleri, hem ticari hem de başkent Şam’ı koruyan askerî ve stratejik önemli rolleriyle ön plana çıkmış; Sur şehri Emeviler’in deniz üssü haline gelmiştir. Emeviler döneminde tatbik eden sahil kesimlerine Arap kabilelerin yerleştirilmesi uygulaması, Bizans saldırılarını ve iç kesimdeki isyanları önleme amacıyla Abbasiler tarafından da sürdürülmüştür. Abbasi hakimiyeti (750-977) sırasında başkentin Bağdat’a kaymasıyla eski siyasi değerini kaybeden Lübnan toprakları, önemli bir ticaret merkezi ve savunma hattı olmayı sürdürmüştür. Bu dönemde yönetim merkezinden uzak ve yarı müstakil konumuyla Lübnan toprakları, başta İsmaililik ve Nusayrilik olmak üzere çeşitli mezhepler için uygun bir yaşam alanı olmuştur. Sadece Müslüman değil, Katolik grupların da Ortodoks Bizans yönetiminden kaçıp sığındıkları yer Lübnan olmuştur. Merkezi denetimden uzak konumu nedeniyle Lübnan dağları, hem Ortodoks Bizans’ın baskılarından kaçan Katoliklere hem de Sünni İslami otoritenin denetimine karşı çıkan İsmaili ve Nusayrilere sığınma yeri olmuştur. Lübnan’da Türk siyasi hakimiyeti erken dönemde başlamıştır. 10. yüzyılın başlarına kadar Tolunoğulları’nın hâkimiyetinde kalan Lübnan, İhşitlerin ardından 969’da Fatımilerin idaresi altına girmiştir. 1075’te Filistin Selçuklu Devleti’nin kısa dönemli hâkimiyetini izleyen tarihlerde bölgedeki karışıklıklara paralel olarak müstakil hanedanlıklar kurulmuştur (Sur’da Ukayliler, Trablus’ta Ammaroğulları). 1124’te bütün sahil şehirlerini ele geçiren Haçlılar 12. ile 13. yüzyıllarda bölgeye egemen olduğunda, Lübnan toprakları üçe bölünmüştür: İç kesimler Müslümanların hâkimiyetinde kalırken, Beyrut’un kuzeyi ile Trablus arasında Trablus Kontluğu (1099-1291) kurulmuş, Beyrut, Sayda ve Sur gibi güney kentleri ise Kudüs Krallığı’na (1109-1289) bağlanmıştır. Selahaddin-i Eyyubi’nin 1189’da Haçlı egemenliğine son veren başarısı bölgede sınırlı kalmışsa da, bölge bir asır sonra 1291’de Memlukler’in idaresi altına girmiştir. Yavuz Sultan Selim’in 1516 tarihli seferiyle bölgede 400 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamıştır. Cebel-i Lübnan bölgesi olarak organize edilen ve idari olarak Şam’a bağlanan Lübnan toprakları, Katolik/Maruni nüfusun görece fazla olmasına rağmen yerel Dürzi ve Sünni aileler aracılığı ile yönetilmiştir. Osmanlı açısından Lübnan, vergilerin düzenli toplanması ve Şam’dan geçen hac kervanlarının güvenliği açısından önem taşıyordu. 16 ve 17. yüzyıllardaki kısa süreli siyasi kargaşalar dışında bölge Osmanlı idaresinde nispeten sakin bir dönem yaşamıştır. Ancak Osmanlı’daki tüm etnik unsurların olumsuz etkilendiği 19. yüzyıldaki gelişmeler, Lübnan’ı da sardı. Avrupa ile ticari ve dinî ilişkilerinin belirgin bir şekilde geliştiği bu dönemde bölgedeki Hıristiyanların nüfuzu sürekli arttı. Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde rastlanan Batılı rekabet Lübnan’da farklı grupların desteklenmesi ile kendini gösterdi. Fransızlar Marunîlere arka çıkarken, Ruslar Ortodoksları, İngilizler de Protestan ve Dürzî grupları desteklediler. 71 72 Modern Ortadoğu Tarihi Resim 3.4 Beyrut’ta Osmanlı kışlası ve askerleri Kaynak: ServetFünûn Etnik gruplar arasındaki gerilim 1841, 1845 ve 1860’ta büyük can ve mal kayıplarının yaşandığı mezhep çatışmalarına neden olmuştur. Etnik gerilim Osmanlı üzerindeki Batı baskısını arttırırken, çözüm olarak 1861 Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’yle kurulan Mutasarrıflığın başına, Katolik bir Osmanlı vatandaşı getirilmiş ve bu mutasarrıfa yardım etmek üzere altı büyük mezhebin temsil edildiği 12 kişilik bir yönetim konseyi kurulmuştur. Başına Hıristiyan bir idarecinin getirilmesi ve yönetim konseyinin mezhep dengeleri gözetilerek oluşturulması bakımından mutasarrıflık sistemi, ileride kurulacak Lübnan devletinin de yönetim modeline ilham verecektir.Bu dönemde iç savaştan kaçarak Batılı ülkelere göç eden Marunîlerin elde ettikleri ekonomik ve uluslararası deneyim kendi ülkeleriyle sürdürdükleri irtibat nedeniyle siyasi ve ekonomik statülerini daha da yükseltmiştir. Buna paralel olarak Müslüman ve Dürzîlerin yurt dışına göçü tersi bir etki yapmıştır. Müslümanların azalan gücüne paralel olarak Sayda ve Trablus’un ekonomik önemi de düşerken, Hıristiyanların yaşadığı Beyrut’un Batılı ekonomilerle entegrasyonu artmıştır. Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı’nın Beyrut vilayetinin nüfusu 19. yüzyılın başında 6 bin iken, bu yüzyılın sonunda 120 bine ulaşmıştır. Aynı süreçte Batılı ülkelere ait misyoner okullarının ve basın-yayın organlarının etkisiyle yeni ideolojiler hızla yayılmıştır. Bu yabancı okullar arasında Suriye Protestan Koleji (bugün Beyrut Amerikan Üniversitesi) sadece Lübnan’da değil tüm Büyük Suriye bölgesinde Arap milliyetçi kadrolarını yetiştiren bir kurum olmuştur. Yine, Batılıların himayesinde kurulan Beyrut Arap Edebiyatçılar Derneği (Cem’iyet el-Fünun ve’l-Ulum) Arap milliyetçisi ideolojiyi Hıristiyan Araplar arasında yaydı. Bölgede bunlar yaşanırken Müslüman entellektüeller, Arap milliyetçiliğinden kısmen etkilenmiş olmakla birlikte, büyük oranda Osmanlı’ya bağlılıklarını sürdürerek İstanbul’a sadakatlerini son ana kadar korumuşlardır. Birinci Dünya Savaşı Hıristiyan gruplara ve milliyetçi önderlere istedikleri fırsatı sundu. Hıristiyan gruplar bağımsız devletlerini kurmak üzere Savaş sırasında Fransız ve İngilizlerle işbirliği yapmıştır. Ancak yeni dönemde sınırlar milliyetçi- 73 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan lerin beklentilerine göre değil, savaş sırasında imzalanan 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşmasına göre çizilmiş ve Osmanlı’nın mağlubiyeti ardından Lübnan toprakları Fransız manda idaresine bırakılmıştır. Resim 3.6 Resim 3.5 Osmanlı Dönemi Beyrut Vilayeti Kaynak: William R. Polk, (1986) Osmanlı Kudüs Mutasarrıflığı Kaynak: William R. Polk, (1986). Fransız Manda Dönemi Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sonunda parçalanmasını müteakip Nisan 1920’de Lübnan’ı içine alan Bilâd-i Şam bölgesinde Fransız mandası resmen başlamıştır. Lübnan, Batı müttefiki küçük bir Hıristiyan devlet olarak tasarlanmıştı. İçerisine bazı Müslüman kentlerin de katılmasıyla Fransa mandası altında 1 Eylül 1920’de Büyük Lübnan Devleti kuruldu. Esasında tarihsel olarak Büyük Suriye (Bilad-i Şam) bölgesinin bir parçası olan Lübnan böl-yönet siyaseti sonucunda ait olduğu coğrafi bütünlükten koparılmış ve ayrı bir siyasi varlık haline getirilmiştir. Ancak, Marunî ve Dürzî ağırlıklı yeni ülkeye az miktarda Müslüman, Rum ve diğer bazı Hıristiyan grupların eklenmesiyle küçük bir toprak parçasında nüfus yapısı iyice karmaşıklaşmıştır. Kendini Suriye’dekinden daha rahat hisseden ve muhalefet kaygısı taşımayan Fransa, Lübnan’da istediği gibi bir düzen kurmuştur. 1926’da kabul edilen yeni anayasaya göre Fransız Yüksek Komiseri, kanunları veto etme, meclisi feshetme ve anayasayı askıya alma yetkilerine sahip olmuştur. Öte yandan Fransızların işgaline damgasını vuran en belirgin siyaset, kışkırtıcı bir mezhepçilik olmuştur. 1926 Anayasası, “bütün mezheplerin devlet idaresinde adil bir şekilde temsilini” öngördüğü 74 Modern Ortadoğu Tarihi halde, bu durum sistematik biçimde Marunilerin lehinde kullanılmıştır. Bundan rahatsızlık duyan Sünniler arasında çözüm olarak, yüzyıllardır siyasi, ekonomik ve ailevi olarak kaynaşmış bulundukları Suriye’ye bağlanma fikri ağır basmıştır. Bu ayrışma, 1927 ve 1936 yıllarında iç çatışmaları beraberinde getirmiştir. İç huzursuzlukların damga vurduğu manda dönemi, 1939’da Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde gerilemeye başladı. Özellikle Fransa’nın Alman işgaline girmesi sonrasında Lübnan’daki nüfuzu iyice silindi. Bununla birlikte Hıristiyan grupların Fransa’ya sadakati, manda yönetiminin ömrünü uzatmış olsa da, savaş sonunda Fransa bu ülkedeki siyasi otoritesini kaybetmiştir. Bağımsız Lübnan ve Etnik Siyaset’in Sonuçları Suni biçimde oluşturulmuş diğer ülkeler gibi 1946 yılındaki bağımsızlık ilanı, Lübnan’da tarihsel tüm hesaplaşmaları ve sorunları gün yüzüne çıkardı. “Lübnanlılık” kimliği ve milliyetçiliği bağımsız etnik bir temele dayanmak yerine kan bağı, cemaat ve mezhep bağlarına dayalı olarak yükselmiştir. Bu yerel gerçeklik üzerine, 19. yüzyıldan itibaren dış güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda Lübnan içindeki farklı aileleri ve cemaatleri birbirlerine karşı kullanmaları eklenince ülkede gruplar arasında büyük bir güvensizlik duvarı yükselmiştir. İç huzursuzluklara yol açan siyasi temsil meselesi, bağımsızlığın ilanından evvel 1943’te Maruni Cumhurbaşkanı Bişâre el-Huri ile Sünni Başbakan Riyad esSulh arasında sözlü bir uzlaşmaya dayanan Milli Misak ile çözülmüştü. Fransız işgaline karşı ortak bir paydada buluşan tarafların bu uzlaşmasına göre, siyasi alaConfessionalism: Özellikle nın dini mezhepler temelinde şekillenmesi (confessionalism), bu bağlamda geniş çok sayıda dini grubun bir yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanın Maruni, başbakanın Sünni ve meclis başarada yaşamak zorunda kanının Şii olması kararlaştırılmıştır. Mecliste ve kamuda temsilin 1932 yılı nüfus olduğu durumlarda, siyasi ve kurumsal iktidarı bu gruplar sayımı esas alınarak, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında temsil hakkının 6/5 arasında belirli bir oranda paylaştırarak kurulan yönetim. oranında Hıristiyanlar lehine olması üzerinde uzlaşılmıştır. Yine Milli Misak uyarınca Hıristiyanlar, Fransız himayesi arayışında olmayacaklar ve Lübnan’ın Arap kimliğini kabul edecekler; Müslümanlar ise, Lübnan’ın bağımsızlığını ve meşruiyetini tanıyacaklar ve Suriye ile birleşme hayalinden vazgeçeceklerdir. Bağımsızlığın ilk yıllarında sorunsuz biçimde uygulanmış görünen bu ilkeler, çok geçmeden etkisini kaybedecek ve dini gruplar arasındaki gerilim yeniden yükselecektir. Bağımsız Lübnan’ın sonraki dönemde iç ve dış politikasını sürekli etkileyecek olan ilk siyasi gelişme, kendisinin de katıldığı 1948’deki ilk Arap-İsrail Savaşı’dır. Savaş, Arap ülkelerinin yenilgisiyle sonuçlandığında ülkeye binlerce Filistinli mülteci göç etmişti. Mülteciler başlangıçta çok iyi bir şekilde karşılanmış olsa da, zamanla durum değişmiştir. Zaten hassas bir nüfus dengesi üzerine oturan Lübnan’da Filistinlilerin varlığı, cemaatler arasındaki temel ihtilaf mevzularından birisi haline geldi. Yine savaştaki yenilgi iç istikrarsızlıkla birlikte askeri darbe teşebbüslerine sebep olsa da bunlar sert bir şekilde bastırılmıştır. Tüm Arap dünyasına yeni bir milliyetçi uyanış getiren Mısır Lideri Cemal Abdunnasır, Lübnan politikaları üzerinde de etkisini hissettirmiştir. Özellikle 1956 Süveyş Krizi, Lübnan iç siyasetini sarstı. Müslümanların, Fransa ve İngiltere ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi talebini Batı yanlısı politikalarıyla öne çıkan Cumhurbaşkanı Kemîl Şem’un’un (Camille Chamoun) reddetmesi büyük tepki çekti. Bir yandan Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki dinî mücadele diğer yandan Arap milliyetçiliği ile Lübnan yerel milliyetçiliği arasındaki ideolojik mücadele, Lübnan Sünnilerinin Mısır ile Suriye arasında 1958 Şubat’ında kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılma talebiyle iyice kızıştı. Böylesine gergin bir ortamda, görev 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan süresi dolacak olan Şem’un’un, anayasa değişikliğiyle bu makama yeniden seçilme girişimi karşısında Müslümanlar ayaklandı. Arap birliği savunucusu bir gazetecinin öldürülmesini, genel grev çağrıları ve silahlı ayaklanmanın ülkenin dört bir yanına yayılması izlemiştir. Dürzîlerin de destek verdiği olaylarda; Sayda, Sur, Trablus, Bekaa ve Akkar’ın yanı sıra Beyrut’un Sünnilerin yoğunlukta olduğu bölümü muhalefetin kontrolüne geçmiştir. Ordunun olaylara müdahale etmemesinden rahatsız olan ve tam da bu dönemde (14 Temmuz 1958) Irak’ta Batı yanlısı Haşimi Krallığı’na karşı yapılan darbenin bir benzerine muhatap olmaktan endişelenen Şem’un, Washington’dan askerî müdahale talebinde bulundu. Onun iddiası, Lübnan Müslümanlarının Sovyetler Birliği’nden silah aldıkları ve Suriye tarafından desteklendikleri yönündeydi. ABD, komünist tehdide karşı Ortadoğu ülkelerinden yardım talebi geldiği takdirde askerî güç kullanmayı vaat ettiği Eisenhower Doktrini’nin ilk uygulaması Lübnan krizinde kendini gösterdi. Amerikan yönetimi, 15 Temmuz 1958’de 15 bin askerden müteşekkil Altıncı Filosu ile Lübnan’a müdahale etti. Yaşanan çatışmalar sırasında takındığı tarafsız tutumu nedeniyle Müslümanların desteğini kazanan Ordu Komutanı Fuad Şihab 1958 yılında cumhurbaşkanı seçildiğinde, MüslümanHıristiyan çatışmasına, bir de Şem’un ile Şihab taraftarları arasındaki gerilim eklendi. Bu olaylar sırasında, her mezhepten bazı Lübnan vatandaşları kaçırılmış ve öldürülmüştür. Bu iç savaş bir şekilde Şihab yanlılarının hükümete de dahil edilmesi ile sona ererken, Amerikan askerlerinin ülkeyi terk etmesi de nispeten ortamı yumuşattı. Ortadoğu’nun Sahte Cenneti İç savaş, genç Lübnan yönetimine çok önemli bir ders öğretmişti: Yüzyıllardır siyasi alanda etkili feodal liderlere ve ailelere bağlılık yerine yeni bir Lübnanlı kimliği inşa edilmeliydi. Bu arayış, eski bağlılıkları devam ettirme çabasındaki Şem’unistler ile yeni bir ulus oluşturmayı önceleyen Şihabistler arasında kutuplaşmayı arttırdı. Cumhurbaşkanları Fuad Şihab (1958-64) ile Charles Hilu (196470) dönemlerinde etkili olan Şihabizm akımı, iktisadi gelişimi, fizikî altyapının yenilenmesini ve siyasi alanda reformu amaçlıyordu. Zira her ne kadar yabancı sermayenin akışı ve Arap dünyası ile Batı arasındaki ticarette aracı rolüyle Lübnan büyük bir servet elde etse de, bu, Beyrut’taki belirli büyük ailelerin ellerinde birikmişti. Halkın çoğu fakirdi; hatta pek çok bölge yol, elektrik, içme suyu, okul, hastane gibi temel hizmetlerden mahrumdu. Bu iktisadi ve toplumsal uçurum karşısında Cumhurbaşkanı Şihab öncülüğünde kamu yatırımları hızlandı. Şihabizm’in Lübnan’a önemli katkıları olsa da, siyasi ve iktisadi güce ilişkin temel meselelerde nihai bir çözüm üretememiş; şehir ile dağlık kesim, aşırı zenginler ile orta ve alt sınıf arasındaki çatışmayı çözememiş; oluşturulmaya çalışılan yeni Lübnanlılık kimliği, mezhep ve aile temelli kimlikler karşısında tutunamamıştır. Öte yandan bu reform sürecinin, Şihab’ın ordu komutanlığı esnasında kurduğu istihbarat biriminin yardımıyla siyasi hayatın ve muhalefetin tamamen kontrol altına alınarak gerçekleştirildiğini de belirtmek gerekir. Tüm bunlar yaşanırken, Lübnan’ın Hıristiyanlar eliyle Batılı ekonomilere eklemlenmesi bu ülkenin yabancılar için cazibe merkezi olmasını sağladı. Yukarıda da belirtildiği gibi Beyrut’un küçük bir bölümünde sınırlı kalan bu “sahte cennet” uzun yıllar Lübnan’ın imajını yanlış biçimde yansıtmıştır. Politikada Filistin Faktörü Lübnan 1960’lı yıllarda sadece kendi iç istikrarı ve ekonomik kalkınmasıyla ilgili değildi. 1967 savaşına doğrudan katılmamış olduğu halde, savaşın sonuçları bu ül- 75 76 Kara Eylül: 1970 yılı Eylül ayında Filistinli silahlı grupların İsrail karşısında pasif kalan Ürdün Kralı Hüseyin’e yönelik başarısız darbe girişiminin ardından başlayan ve 1971 yılı Temmuz ayına kadar süren iç savaş ve katliam. İsrail’in destek verdiği operasyonlarda Ürdün yönetimi binlerce Filistinliyi katletmiş ve ülke dışına sürmüştür. Modern Ortadoğu Tarihi keyi doğrudan etkilemiştir. 1960’lı yıllarda genel olarak Filistin ulusal direniş hareketi ve özellikle de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) giderek güçleniyordu. FKÖ’nün Lübnan topraklarını da kullanarak sürdürdüğü mücadelesine karşı İsrail’in doğrudan Lübnan’ı hedef alan saldırıları iç siyasi kutuplaşmayı keskin hale getirdi. İsrail hava kuvvetlerinin Aralık 1968’de Beyrut havalimanını bombalayarak buradaki on üç uçağı kullanılamaz hale getirmesi, hem başbakanı istifa etmek zorunda bırakmış hem de Lübnan ordusuyla Filistinliler arasında çatışmalara yol açmıştır. Özellikle 1969 yazı boyunca çatışmalar devam etmiştir. Sonunda 3 Kasım 1969’da Mısır’ın arabuluculuğunda Lübnan Ordu Komutanı Emil Bustani ile FKÖ lideri Yaser Arafat arasında, Lübnan’daki Filistinli mevcudiyetini açıkça tanıyan ve İsrail’e karşı gerilla mücadelesini meşrulaştıran Kahire Anlaşması imzalanarak geçici bir uzlaşmaya varıldı. Ancak Lübnan-Filistin ilişkilerini şekillendirecek asıl gelişme farklı bir coğrafyada yaşandı. Filistin direniş güçleri değişik Arap ülkelerine dağılmış bir vaziyette bulunuyordu. Fakat göçmen Filistinli nüfusun ağırlıklı olarak Ürdün’de yaşamasının verdiği lojistik imkanlar ve Ürdün’ün İsrail’e yakınlığı sebebiyle içeriye sızmaların kolay olması Ürdün’ü Filistinli gruplar için cazip kılmıştı. 1967 savaşında Ürdün denetimindeki Filistin topraklarının tümüyle İsrail işgaline girmesi dengeleri kökten değiştirdi. Ayrıca Filistin direnişinin merkezini mültecilerin yaşadığı diğer ülkelere kaydırdı. Özellikle 1970’teki Kara Eylül olaylarından sonra Filistinlilerin kitleler halinde Ürdün’den çıkarılması sebebiyle Lübnan, Filistinli grupların ilk sığınağı ve dolayısıyla İsrail’e karşı direnişin merkezi olmaya başladı. Bundan sonraki süreçte Lübnan’daki iç siyasi kutuplaşma, Filistin meselesiyle doğrudan bağlantılı hale gelmiştir. Filistin karşıtlığının başını Marunîler çekerken geleneksel Şii liderliği ise onlara destek veriyordu. Filistin yanlısı kampın başını, Dürzi lider İlerici Sosyalist Parti Başkanı Kemal Cumbolat çekmiştir. Böylece 1943 tarihli Milli Misak ile Lübnan siyasi sisteminde geri plana düşen Dürzi liderliği, Filistin davasını sahiplenerek özellikle Müslüman toplulukların ve aynı zamanda Soğuk Savaş kutuplaşmasında sola yakın duran tüm kesimlerin desteğini kazanmıştır. 1973 savaşında alınan yenilgi Lübnan’ın politikalarında yeni bir değişim getirdi. Lübnan ordusu ile Filistinli gerillalar arasında yeniden patlak veren çatışmaları durdurmak üzere imzalanan Milkart Protokolü ile İsrail’in istediği yönde Filistinlilerin hareketlerine sınırlamalar getirilmiştir. Bu durum yine de, Marunî Falanjistleri tatmin etmemiş, anlaşmanın iptali yönünde yaptıkları çağrılardan sonuç alamayınca silahlanmaya başlamışlardır. 1973 yenilgisinin bir sonucu da, Lübnan’ı bölgede daha etkin olmak ve Filistin direnişini kontrol etmek isteyen Arap yönetimlerinin rekabet alanı haline getirmiş olmasıdır. Her bir Arap ülkesinin farklı grupları kullanarak yaptığı nüfuz savaşı, ülkede zaten mevcut olan istikrarsızlıklara yeni bir boyut daha eklemiştir. Lübnan İç Savaşı Lübnan siyasetinde temel dayanak 1932 nüfus sayımıdır. Bununla beraber, Müslümanların doğum oranlarının Hıristiyanlara göre yüksek olması ve Hıristiyanların dünyanın çeşitli bölgelerine kitleler halinde göç etmeleri sebebiyle zaman içinde nüfus dengesi değişmiştir. Siyasi ve iktisadi hayatta hak ettikleri kadar temsil edilmediklerine inanan Müslümanlar sürekli olarak seçim kanununun değiştirilmesi, parlamentoda eşit temsil, kamusal alana ve askerliğe daha fazla katılım hususlarında ısrarcı olmuşlardır. Ülkede biriken büyük zenginliğe rağmen Osmanlı’nın son dönemlerinden beri gelirlerin özellikle Hıristiyanlar lehine adaletsiz dağılımı, mez- 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan hepler arasındaki nefreti körükleyen diğer bir problemdi. 1950’li ve 60’lı yıllarda Lübnan ekonomisi, yabancı yatırımlarla ve bankacılık, ticaret ve turizm sektörlerindeki atılımlarla hızlı bir büyüme kaydetse de, bu hızlı büyüme adaletsiz sosyal ve bölgesel gelişimi beraberinde getirmişti. Taleplerine siyasi yollardan ulaşamayan taraflar, aralarındaki ihtilafları silahla çözme noktasına kaymış ve 1970’lerden itibaren hızla silahlanmaya başlamışlardır. Muhtemel çatışmaları engellemesi beklenen hükümetler bunu yapabilecek durumda değildi. Zira ömürleri oldukça kısa olan hükümetlerin bizzat kendileri birer istikrarsızlık unsuruydu. 1926’dan itibaren 53 yılda 68 ayrı hükümet kurulmuştur. Diğer yanda ordu, kuruluşunda Fransızlar tarafından bir nevi polis teşkilatı gibi, oldukça küçük ve teçhizat bakımından yetersiz bir kurum olarak tasarlanmıştı. Kimlik siyasetinin bir neticesi olarak bağımsızlık sonrası da ordunun küçük ve zayıf tutulması tercih edilmişti. Her grubun kendi milis gücünü kurduğu bir ortamda, ordunun iç savaşı önleyebilmesi mümkün değildi. Zira Lübnan ordusu yaklaşık 20 bin kişiyken, ülkede 40 farklı milis gücüne bağlı 100 bini aşkın savaşçı bulunuyordu. Bütün bu unsurların yanı sıra, Lübnan’daki Filistinli mültecilerin askerî etkinliklerini giderek artırmaları ve İsrail’e karşı direnişi buradan idare etmeleri kıvılcımı ateşleyen gerekçe oldu. Sünniler ve Dürzîler, Filistinlilerin varlığını ve mücadelesini desteklerken, Maruniler ve Şii gruplar nüfus dengesini Sünni Araplar lehine değiştiren ve Arap ülkelerinin Lübnan siyasetine müdahale etmelerine yol açan Filistinlilerin varlığına karşıydı. Hıristiyanlar ile Filistinliler arasında başlayan çatışmalar, Soğuk Savaş kutuplaşmasının da bir yansıması olarak, solcu-milliyetçi Müslüman güçler ile (Lübnan Ulusal Hareketi-1969) sağcı radikal Hıristiyan güçlerin (Lübnan Cephesi-1976) mücadelesi şeklinde devam etmiştir. Özellikle Beyrut’ta şiddetlenen çatışmalarda, (1976-1978 birinci Lübnan iç savaşı) ticaret merkezleri yakılmış ve yağmalanmış, oteller milislerin çatışmaları yürüttüğü mekânlar haline gelmiştir. Kısa süreli ateşkeslere rağmen giderek şiddetlenen çatışmalar sonucunda başkent, Müslüman Batı Beyrut ile Hıristiyan Doğu Beyrut olarak ikiye ayrılmıştır. Bundan sonra doğu tarafta kalan Müslümanlar, Marunilerin “temizlik” harekatıyla ya öldürülmüş ya da kovulmuştur. Savaşın ilk birkaç yılında 40 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Dış Aktörlerin Çekişme Sahası Olarak Lübnan 1976 yılında Suriye’nin barışı sağlama gerekçesiyle gelen askerî müdahalesi, başta Fransa, İsrail, ABD, Mısır ve Ürdün olmak üzere bölgesel ve uluslararası güçlerce desteklenmiştir. 30 bin kişilik Arap Caydırıcı Gücü olarak konuşlandırılan Suriye askeri varlığı, Hıristiyan güçlere yaramış ve bu ülkedeki Sünni, Dürzi ve Filistinli güçler ciddi kayba uğramıştır. İç savaşın ilerleyen yıllarında, 1980’den itibaren her cemaatin kıyasıya birbiriyle, hatta kendi içinde mücadele ettiği bu karmaşa yeni aktörleri Lübnan siyasetine taşıdı. Suriye’nin yanı sıra İsrail ve müttefiki Batılı ülkeler doğrudan, Mısır, İran ve Irak dolaylı olarak savaşa müdahil oldu. 1980’ler Lübnan’da, çok sayıda Batılı elçi, gazeteci ve sivilin kaçırılmasıyla da aslında uluslararası bir soruna dönüşmüştü. 1980’lerin ortalarına gelindiğinde Lübnan’da 30 binden fazla İsrail, 40 bin Suriye, 5 bini aşkın Batılı asker ve binlerce Filistinli savaşçı bulunuyordu. Böylesine karışık bir güç dengesi içinde Lübnan iç savaşı aslında herkesin herkese karşı savaştığı bir kargaşaydı. Lübnan’daki iç savaş, dış güçler içinde en fazla İsrail’e uygun fırsatlar sunmuştu. 1978’de savaş uçakları eşliğinde 25 bin askeriyle Lübnan’ı işgal eden (Litani Operasyonu) İsrail, Sur şehrindeki Filistin mülteci kamplarını yerle bir etmiş ve 77 78 Modern Ortadoğu Tarihi 1168 kişiyi öldürmüştür. 2500 evin yerle bir edildiği saldırı sonrasında 285 bin Güney Lübnanlı Beyrut’un kenar mahallelerine göç etmek zorunda kalmıştır. BM Güvenlik Konseyi İsrail’in saldırılarını derhal durdurması ve Lübnan topraklarından çekilmesini öngören 425 sayılı kararı kabul etmiş ve bu karar uyarınca Güney Lübnan’da on ülkenin askerlerinden müteşekkil 7.000 kişilik BM barış gücü (UNIFIL) kurulmuştur. İsrail birlikleri, Londra büyükelçisine yönelik suikast girişimini bahane ederek Amerikan yönetiminin desteğiyle, “uluslararası terörizmin yuvasını temizlemek” bahanesiyle 1982’de Lübnan’ı işgal etti. 60 bin askerle yürütülen “Galile Operasyonu”nda İsrail’in asıl amacı, Filistin direnişini yok etmenin yanı sıra, Suriye’nin bu ülkedeki varlığını zayıflatmak ve Beyrut’ta kendisine yakın bir yönetim kurmaktı. Falanjistlerin sınırsız desteğiyle Batı Beyrut’u kuşatan, havadan ve denizden şehri sürekli bombalayan İsrail’e karşı cılız bir yerel destek dışında FKÖ tek başına mücadele verdi. Lübnan içindeki silahlı grupların çoğu gibi Suriye güçleri de çatışmaların dışında kalmayı yeğlemiş, Arap dünyası bu işgale sessiz kalmış, Lübnan hükümeti ise işgali kınamakla yetinmişti. Yiyecek, su ve ilaç gibi temel ihtiyaç malzemelerinin girişinin engellendiği, Yaser Arafat’ın sığınaktan sığınağa geçmek suretiyle direndiği ve iki ay süren Beyrut kuşatmasının ardından 18 Ağustos’ta ateşkes imzalandı. Buna göre, İsrail’in işgali bitirmesi karşılığında; Amerikan, Fransız ve İtalyan askerinden oluşan 2000 kişilik Çok Uluslu Güç gözetiminde ülkedeki FKÖ milisleri tahliye edilecek ve Lübnan’da Filistinlilerin siyasi ve askerî varlığı sona erecekti. İşgalin insani faturası siyasi olandan çok daha ağırdı. İsrail işgali, 19 binden fazla insanın ölümüne 30 binden fazla kişinin yaralanmasına neden oldu. Bu süreçte İsrail’den oldukça uzak coğrafyalara sürülmeleri Filistin direnişine çok büyük zarar vermişti. Ancak İsrail her ne kadar 1982 işgaliyle FKÖ’yü Lübnan topraklarından çıkarma hedefine ulaşsa da bu, Güney Lübnan’da yeni bir örgütün, İran etkisinde Şii Hizbullah’ın doğmasına sebep olmuştur. 1982 yılındaki İsrail işgali ve Beyrut kuşatması, Filistin direnişinin kalbi durumundaki Lübnan’da siyasi ve askeri süreci tamamen değiştirdi. Filistinli savaşçıların ülke dışına sürülmesi ile direniş misyonu Lübnanlı yerel milislerin kontrolüne geçti. Sabra ve Şatilla Katliamı FKÖ lideri Arafat’ın daha fazla sivilin hayatını kaybetmemesi için kabul etmek zorunda kaldığı ateşkesin şartlarından biri de, geride kalan Filistinli sivillerin can güvenliğinin sağlanmasıydı. ABD ve İsrail’in verdiği teminatlara rağmen Beyrut’taki Filistinli mültecileri çok zor günler beklemekteydi. İsrail’in doğrudan desteklediği Falanjist Lübnan Güçleri’nin komutanı Beşir Cümeyyil’in bombalı saldırıda hayatını kaybetmesi üzerine Hıristiyanlar harekete geçti. 200 kişilik falanjist grubu, İsrail birlikleriyle işbirliği içerisinde Beyrut’taki Sabra ve Şatilla isimli iki Filistin mülteci kampına girerek 2.000’e yakın sivil Filistinliyi katletti. Bu katliam ardından gerilimin tırmanması üzerine Hristiyanların hayati tehlikesini dikkate alan cumhurbaşkanı Emin Cümeyyil’in çağrısıyla Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinden müteşekkil 5.800 kişilik Çok Uluslu Güç 1983’te Lübnan’da konuşlandı. Katliamı soruşturmak üzere İsrail’de kurulan Kahan Komisyonu Şubat 1983’te yayımladığı raporunda, Falanjist milislerin lideri Eli Hubeyka’yı doğrudan, işgalin mimarı Ariel Şaron’u ise bireysel olarak katliamdan sorumlu tutmuş ve Şaron savunma bakanlığından istifa etmek zorunda kalmıştır. 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan Kamplar Savaşı İsrail ve Suriye’nin birbirlerine karşı desteklediği Lübnanlı gruplar arasındaki çatışmalar tırmanırken FKÖ’yü yok etmek amacıyla Şii Emel milisleri, Güney Lübnan ve Beyrut’taki Filistin mülteci kamplarını muhasara altına aldı. 1985-1987 döneminde Emel Örgütü ile Filistinliler arasında Kamplar Savaşı yaşanmıştır. Savaş sırasında kamplardan kaçabilenler kaçmış, geri kalanlar çok kötü koşullar altında hayatta kalmaya çalışmıştır. 2.500 Filistinlinin hayatını kaybettiği Kamplar Savaşı sırasında binaların çoğu ve Beyrut’taki kampların tüm altyapısı yerle bir edilmiştir. 1988’de çatışmalar; Güney Lübnan’da Şii Emel grubu ile Filistinliler, Trablus’ta Sünniler ile Şiiler, Arafat taraftarları ile Şam destekli Ebu Musa taraftarı Filistinli gruplar, Şii gruplar Emel ile Hizbullah, Hıristiyan gruplar Lübnan Güçleri ile Falanjistler, Lübnan Güçleri ile Lübnan ordusu, Sünni el-Hoss ordusu ile Maruni Avn ordusu ve nihayet 1990’da Avn ordusu ile Suriye ordusu arasında cereyan eden çatışmayla birlikte içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Taif Anlaşması ve Yeni Belirsiz Süreç İç savaşın 15 yıllık faturası ağır oldu. 144 bini aşkın insan hayatını kaybederken, yüz binlercesi yaralanmış, 17 bin kişi kaybolmuş ve bir milyona yakın insan ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ülke alt yapısı tamamen yok olmuş, ekonomi çökmüştür. İç savaş boyunca farklı taraflarca yapılan tüm uzlaşma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak 1989’a gelindiğinde, uluslararası ve bölgesel dengelerdeki köklü değişimler Lübnan’daki iç gerilimi de etkiledi. En son 1972’de yapılabilen seçimlerden geriye kalan 62 milletvekili değişik grupları temsilen, Arap Birliği’nin öncülüğünde ve ABD’nin desteğinde Suudi Arabistan’ın Taif şehrinde bir araya geldi. Uzun müzakerelerin ardından Milli Uzlaşma Belgesi yani Taif Anlaşması, 22 Ekim 1989’da kabul edildi. Anlaşma, mezhebi dengeye dayalı Lübnan iç siyasetini revize ederken İsrail’e karşı mücadele veren Hizbullah hariç tüm milis güçlerin dağıtılması, göçmenlerin yeniden yurtlarına dönmesi gibi sosyal barışı doğrudan etkileyen hususları karara bağladı. Anlaşma Soğuk Savaş’ın sona erdiği belirsiz bir dönemde bölgesel aktörlerin uzlaşmasını yansıtıyordu. Taif Anlaşması ile siyasi gücün dinî cemaatler arasındaki dağılımı yeniden düzenlenmiş; 128 sandalyeli parlamento Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında eşit paylaşılmıştır. Teoride hiçbir lider, grup veya mezhebin bir diğeri üzerinde tahakküm kuramayacağı bu sistemin işleyebilmesi için farklı mezhepler arasında siyasi diyalog kanallarının açık olması ve geniş tabanlı bir uzlaşma şarttır. Ne var ki toplumsal barışın teminatı olarak görülen bu sistem, pratikte başarısızlığa uğramıştır. Gerek belirli grupların sistem tarafından kayırılması gerek gruplar arasındaki derin görüş ve çıkar farklılıkları gerekse bu grupların yaslandıkları dış güçler arasındaki rekabet, neredeyse her kritik seçim veya önemli karar arifesinde sistemin çıkmaza girmesine ve hatta çatışmalara neden olmuştur. İşte bu sebeple Taif Anlaşması’nda kamuda, hükümette ve mecliste mezhep temelli sistemin zamanla ilga edilmesi öngörülmüşse de bu henüz gerçekleşememiştir. 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca iç siyaset hep gerginliğini korudu. Taif Anlaşmasının başarılı olması için 1990’lı yıllar Suriye’nin askeri vesayeti altında Körfez bölgesindeki Arap ülkelerinden ve Batı’dan gelen sermaye ile Lübnan’ın kalkınmasını getirdi. Bu hassas istikrar döneminde küçük çaplı iç çekişmeler dışında köklü bir sorun olmasa da, 2000’de İsrail’in güney Lübnan’dan çekilmesi ülke içindeki dengeleri değiştirmeye başladı. 79 80 Modern Ortadoğu Tarihi Taif Anlaşması, Lübnan’da mezhebi dengeye dayanan siyasi yapıyı nasıl etkilemiştir? 2 Lübnan ordusu dışında silah kullanma ayrıcalığı bulunan tek grup durumundaki Hizbullah’ın İsrail’in geri çekilmesi sonrasında iç politikadaki konumu avantajlı hale dönüştü. Diğer grupların şiddetle karşı çıktığı bu durum, Hizbullah’ın ardındaki Suriye ve İran desteği ile birleşince içeride ciddi bir meşruiyet sorunu yarattı. Hizbullah’ın gücünü dışarıdan aldığını bilen iç politik aktörler en azından Suriye ve İran nüfuzunu kırmak için uluslararası güçleri harekete geçirdi. ABD ve Fransa öncülüğünde 2004’te BM Güvenlik Konseyi’nde alınan 1559 sayılı karar, tüm yabancı güçlerin (yani Suriye birliklerinin) Lübnan’dan çekilmesini, tüm örgütlerin (yani Hizbullah’ın ve Lübnan mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerin) silahsızlandırılmasını, Lübnan hükümetinin ve silahlı kuvvetlerinin tüm ülkede kontrolü sağlamasını ve cumhurbaşkanlığı seçiminde serbest ve adil bir sürecin işlemesini öngörüyordu. Suriye’nin baskılarına direnmeye çalışan Başbakan Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te suikasta kurban gitmesi bu süreci hızlandırdı. Suikasttan Suriye’yi sorumlu tutan uluslararası ve bölgesel güçlerin baskısıyla tüm Suriye askerleri Lübnan’dan çekildi. Hariri ile başlayan siyasi suikastlar zincirine ardı ardına yeni halkaların eklenmesiyle güvenlik ve istikrarı iyice yok olan Lübnan, uluslararası ve bölgesel güçlerin hesaplaşmalarına sahne olmaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamından yararlanmak ve Hizbullah güçlerine nihai darbe vurmak isteyen İsrail’in Temmuz 2006 tarihinde giriştiği saldırı büyük bir yıkım getirdi. 1500’den fazla sivilin hayatını kaybettiği saldırılarda ülkenin güney bölgeleri ve Beyrut’un güneyi yerle bir oldu. Bölgeye uluslararası barış gücü askerlerinin (UNIFIL) yerleştirilmesi ile yeniden istikrarsız bir barış tesis edildi. Ateşkesten kısa bir süre sonra Lübnan siyaseti çıkmaza girdi. Zira Hizbullah, savaş sırasında elde ettiği askerî başarıyı siyasi alanda da pekiştirmekte kararlıydı. Mayıs 2008’de Hizbullah ile hükümet taraftarları arasında çatışmalar oldu. Hizbullah ve müttefiklerinin, iktidar gruplarına bağlı güçleri kısa sürede hezimete uğratarak Batı Beyrut’u tamamen kontrolü altına alması karşısında hükümet geri adım attı. Ancak Hizbullah artık sadece İsrail’e karşı savaşan bir grup değildi. İçerideki güç çekişmesinde silah kullanmaktan çekinmemişti. Bu nedenle meşruiyeti daha da sorgulanır hale geldi. 2011’den sonra Suriye’deki iç savaşa müdahil olan Hizbullah’ın Esed güçlerine destek vermesi Sünni dünya nezdindeki olumlu imajını tamamen yok etti. 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan 81 Özet 1 2 Suriye ve Lübnan tarihinin önemli dönüm noktaları Suriye ve Lübnan, M.Ö 60 yılına kadar, Anadolu, Mısır ve Mezopotamya’da kurulmuş eski uygarlıkların hesaplaşma sahası ve taşra eyaleti durumundaydı. Bu tarihten itibaren altı asra yakın Roma imparatorluğunun eyaleti olan bölge, 634 yılında İslam’ın bölgeye gelişiyle birlikte ilk defa merkezi bir yönetime ev sahipliği yapmıştır. 661 Emevi devleti ile birlikte başlayan bu dönem kısa sürmüş, çok geçmeden, Abbasilerden itibaren bölge yeniden taşra eyaleti konumuna gerilemiştir. Sonraki yüzyıllarda gelen İslam imparatorlukları arasında sık sık el değiştiren bölge, nihayetinde 1516 yılında Osmanlı idaresine geçmiştir. 400 yılı aşan Osmanlı yönetimi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerini Fransız mandasına bırakmıştır. 1946 yılında gelen bağımsızlık her iki ülkeyi de bugünlere taşımıştır. Bu iki ülkenin tarihi ve siyasi değişim dinamikleri Bulundukları coğrafi konum itibariyle Suriye ve Lübnan, Ortadoğu’nun çok önemli bir geçiş noktasında bulunmaktadır. Tarih boyunca bölgesel güçlü imparatorlukların geçiş yolu ve taşra eyaleti olarak gördükleri bu coğrafi konum, bu iki bölgede güçlü merkezi iktidarlar kurulmasını önlemiştir. Bu nedenle devlet geleneği anlamında tarihi tecrübe ve arka planın yokluğu, 20. yüzyılda ulus inşa sürecinde olumsuz etkiler yapmıştır. Bugüne yansıyan etkileri itibariyle bu faktör, birçok gerilimi besleyen ve toplumsal kesimler arasında istikrarı önleyen bir gerçektir. Yine; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın kutsal mekânlarına yakınlık, tarih boyunca Suriye ve Lübnan’daki siyasi çekişmelerde önemli rol oynamıştır. Özellikle iki ülkenin dağlık kesimleri, kendi dönemleri itibariyle marjinal görülen birçok Hıristiyan ve İslam mezhebine korunaklı sığınak olmuştur. Bu ise, her iki ülkede bugün var olan dini çeşitliliği ve dolayısıyla rekabeti hazırlamıştır. 3 4 Türk tarihi içinde Suriye ve Lübnan’ın yeri Türklerin Ortadoğu’ya ilk göçlerinden itibaren yerleştikleri yerlerden biri Suriye olmuştur. Bu nedenle 9. yüzyıldan itibaren siyasal bir güç olmaya başladıklarında bölgedeki Türk devletleri Suriye ve Lübnan’ı da içine alan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bunlar içinde Abbasi halifeliğinin vassalı durumundaki Tolunoğulları ile başlayan Türk egemenliği, İhşit, Selçuklu, Eyyubi ve Memluklu devletlerinin kısa süreli yönetimleri ile sürmüştür. Bölgedeki Türk egemenliğinin temel misyonu halife adına bu toprakları yönetmek olmuştur. 16. yüzyılın başlarında başlayan Osmanlı egemenliği ise asıl Türk damgasını vurmuştur. 400 yıllık Osmanlı yönetimi boyunca barış içinde yaşayan bölge, siyasi ve ekonomik kalkınmaya ilave olarak kültürel alanda da kalıcı eserlere kavuşmuştur. Ortadoğu Barış Süreci içinde bu iki ülkenin rolü Suriye ve Lübnan, 1991 yılından itibaren başlayan Ortadoğu Barış Süreci’nin vazgeçilmez taraflarıdır. Öncelikle, topraklarında barındırdıkları binlerce Filistinli mülteci sebebiyle her iki ülkede İsrail ile yürütülen pazarlıklarla yakından ilgilidir. Sayıları toplamda bir milyonu bulan bu mültecilerin geri dönüş hakları her iki ülkeyi sadece siyasi olarak değil, ekonomik ve sosyal olarak da etkilemektedir. Bununla birlikte Suriye ve Lübnan’ın, İsrail karşısındaki militan gruplara verdiği yoğun destek, bu iki ülkenin Ortadoğu barış sürecinde önemini arttırmaktadır. Suriye’ye ait Golan tepelerinin halen İsrail işgali altında bulunması, Şam yönetimini barış sürecinde doğrudan ilgili kılmaktadır. Yine Lübnan’ın, İsrail’den gelecek askeri saldırılara karşı korunaksız durumu hem bu ülkedeki güvenliği hem de, dolaylı yoldan Suriye’nin güvenliğini ilgilendirmektedir. 82 Modern Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Suriye ilk defa hangi devlet zamanında siyasi merkez olmuştur? a. Abbasiler b. Osmanlılar c. Fransız Manda d. Emeviler e. Bizans 6. Türkiye ve Suriye arasında problem yaşanmasına neden olan ilimiz aşağıdakilerden hangisidir? a. Diyarbakır b. Hatay c. Gaziantep d. Hakkari e. Urfa 2. Aşağıdakilerden hangisi, Osmanlı’nın Suriye ve Lübnan politikasındaki temel hedeflerinden biri değildir? a. Vergi gelirleri b. Kutsal yerlerin korunması c. Avrupa’ya açılım d. Etnik dengenin muhafazası e. Hac yollarının güvenliği 7. Suriye’de Azınlık iktidarı ve diktatörlüğü hangi yılda başlamıştır? a. 1949 b. 1954 c. 1963 d. 1966 e. 1970 3. Fransız Manda idaresi hangi belgeye dayalı olarak planlanmıştı? a. Sykes-Picot Anlaşması b. Balfour Deklarasyonu c. Şerif-McMahon Mektuplaşmaları d. Milli Misak e. 242 Sayısı BM Kararı 4. Bağımsız Suriye, Arap Birliği’ni kurmak üzere 1958 yılında hangi ülkeyle birleşmiştir? a. Irak b. Cezayir c. Ürdün d. Lübnan e. Mısır 5. Bağımsız Lübnan’da Milli Misak hangi sorunu çözmek üzere kabul edilmiştir? a. Dini ve mezhebi gerilimi b. Ekonomik sorunları c. İsrail saldırganlığını d. Suriye ile birleşmeyi e. Sınır sorunlarını 8. 1967 İsrail-Suriye savaşında Suriye’nin kaybettiği bölge aşağıdakilerden hangisidir? a. Bekaa b. Şam c. Humus d. Halep e. Golan 9. Lübnan iç savaşına son veren gelişme aşağıdakilerden hangisidir? a. Beyrut Kuşatması b. Bağdat Paktı c. Taif Anlaşması d. Yom Kippur Savaşı e. Litani operasyonu 10. Aşağıdakilerin hangisi 1975 Lübnan iç savaşında mücadele eden dini gruplardan biri değildir? a. Maruniler b. Sünniler c. Dürziler d. Selefiler e. Şiiler 3. Ünite - Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan 83 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar 1. d Acar, İrfan. (1989). Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, Türk Tarih Kurumu, Ankara. Antoun, Richard T. (1991). Syria (Society, Culture and Polity), New York. Armaoğlu, Fahir. (1994). Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Ankara. Cobban, Helena. (1985). The Making of Modern Lebanon, Londra. Collelo, Thomas. (1988). Syria a Country Study, Washington D.C. Commins, David Dean. (1990). Osmanlı Suriyesinde Islahat Hareketleri, (Çev. Selahattin Ayaz), İstanbul. Dağ, Ahmet Emin, (2013) Suriye Bilad-i Şam’ın Hazin Öyküsü, İstanbul. Dam, Nicolas Van (2000), Suriye’de İktidar Mücadelesi, çev. Semih İdiz, İstanbul. Debs, Mitran Yusuf. (1994). Tarih-i Suriye, Beyrut. Deeb, Marius. (1980). The Lebanese Civil War. New York. Garfinkle, Adam M. (1986). “The Forces Behind Syrian Politics” (Ed. Michael Curtis), New Jersey. Gönlübol, Mehmet. (1993). Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara. Hopwood, Derek. (1989). Syria 1945-1986 Politics and Society, London. Issawi, Charles. (1992). “The Historical Background of Lebanese Emigration, 1800-1914”, The Lebanese in the World, A Century of Emigration. Albert Hourani ve Nadim Shehadi (ed.). Londra: The Centre for Lebanese Studies. Khoury, Philip. (1987). Syria and The French Mandate (The Politics of Arab Nationalism) 1920-1945, London. Longrigg, Stephen H. (1958). Syria and Lebanon Under French Mandate, London. Nakhleh, Issa. (1991). “Israeli War Crimes Committed in Lebanon in 1978 and 1982”, Encyclopedia of the Palestinian Problem. New York. Olson, Robert W. (1982). The Ba’th and Syria 19471982 From The French Mandate to The Era of Hafız al-Asad, The U.S.A. Pipes, Daniel. (1990). Greater Syria The History of an Ambition, New York. Polk, William R., (1986). The Arab World, USA Seale, Patric. (1986). The Struggle For Syria, A Study of Post-War Arab Politics 1945-1958, London. Ülman, Haluk. (1966). 1860-1961 Suriye Buhranı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dış Münasebetler Enstitüsü Yayınları, Ankara. Yanıtınız yanlış ise “Tarihi Miras ve Osmanlı Asırları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “Tarihi Miras ve Osmanlı Asırları” konusunu yeniden gözden geçiriniz.. 3. a Yanıtınız yanlış ise “Fransız Manda Dönemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Soğuk Savaş Dönemi Politikaları ve Baas Diktatörlüğü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. a Yanıtınız ise “Bağımsız Lübnan ve Etnik Siyaset’in Sonuçları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. b Yanıtınız yanlış ise “Fransız Manda Yönetimi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. e Yanıtınız yanlış ise “Azınlık İktidarı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. e Yanıtınız yanlış ise “1967 Savaşında Suriye ve Azınlık İktidarı’nın Doğuşu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Taif Anlaşması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “Lübnan İç Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Suriye’nin diğer Arap ülkelerinin beklentilerinin aksine İran-Irak savaşı sırasında İran’ı desteklemesi, Arap dünyasından dışlanmasında en önemli sebeplerden biriydi. Bununla birlikte öteden beri Suriye’deki devrimci Sosyalist yönetimin diğer Arap rejimlerine yönelik eleştirileri bir diğer faktördü. Tamamen olmamakla birlikte, 1980’li yıllar boyunca Suriye’nin kendi halkına yönelik katliamları da dışlanmasında kısmen rol oynadı. Sıra Sizde 2 Taif Anlaşması, Lübnan’da mezhepler arasında nüfus oranına göre var olan konsensüsü kabul etmiş, Milli Misak’tan sonra ilk defa güncel bir formunu oluşturmuştur. Bu anlaşmaya göre, eskiden 6/5 oranında Hıristiyanlar lehine olan parlamento kontenjanı, yeni haliyle Müslümanlar lehine eşitliği sağlamıştır. Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 3: Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan Suriye 1. İslami dönemin Suriye'ye getirdiği yenilikler nelerdir? Cevap: Yeni bir dini ve sosyal anlayış ile siyasal bir merkez olma özelliği. 2. Suriye'de ortaçağda hakim olan siyasi güçler hangileridir? Cevap: Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, İhşitler, Eyyubiler ve Zengiler. 3. Suriye Osmanlı idaresine hangi dönemde girmiştir? Cevap: Yavuz Sultan Selim döneminde 1516 yılında Osmanlı idaresine girmiştir. 4. Suriye toprakları için kullanılan kavram hangisidir? Cevap: Bilad-ı Şam 5. Suriye topraklarında Roma İmparatorluğundan sonra en uzun süreli hakimiyet hangi dönemde olmuştur? Cevap: Osmanlılar 6. Arap Rönesansının temelini atan aydınlar kimlerdir? Cevap: Nazif Yazıcı, Butros Bustani, Abdurrahman el-Kevakibi 7. Arap entelektüel milliyetçilik hareketi ne zaman doğmuştur? Cevap: 1847 yılında Amerikan misyonerlerinin himayesinde Suriye ve Beyrut'ta Arap Edebiyatçılar Derneğinin kurulmasıyla başlamıştır. 8. Suriye'de manda yönetimi hangi tarihler arasında ve hangi devlet himayesinde olmuştur? Cevap: 1920-1945 tarihleri arasında Fransa manda yönetimi altında geçmiştir. 9. Suriye'nin bağımsızlaşma süreci hangi olaydan sonra hızlanmıştır? Cevap: II.Dünya Savaşı 10. 1950'li yıllarda Suriye'ye rengini veren en önemli devlet politikası nedir? Cevap: Arap milliyetçiliği 11. 1955 yılında kurulan Bağdat Paktı'nda yer alan devletler hangileridir? Cevap: Türkiye,Irak,İran, Pakistan ve İngiltere 12. 1960'lı yıllara gelindiğinde Suriye iç politikasında etkin olan aktörler kimlerdir? Cevap: Nasırcı gruplar, Müslüman kardeşler ve Baas partisi. 13. XIX. yüzyılda dağınık halde yaşayan yahudileri kutsal topraklara yerleşme konusunda cesaretlendirenler kimler olmuştur? Cevap: Napolyon, Mordehay Manuel Noah, Joseph Salvador 14. Yahudilerin kutsal topraklara yerleşme düşüncesine karşı çıkan ilk Osmanlı padişahı kimdir? Cevap: II.Abdülhamit 15. Yahudilerin Filistin topraklarında devlet kurmak amacıyla yaptıkları ilk siyonist kongre nerede yapılmıştır? Cevap: İsviçre'nin Basel kentinde yapılmıştır. 16. Yahudilere Filistin topraklarında Yurt ve devlet kurma imkanı sağlayacak en önemli gelişme ne olmuştur? Cevap: 1917 Balfour Deklarasyonu'nun ilanı 17. Yahudilerin Siyonist politikalarını destekleyen ve bu ortamı oluşturan en önemli devlet hangisidir? Cevap: İngiltere 18. 1967 İsrail- Arap devletleri savaşlarının en önemli sonucu ne olmuştur? Cevap: İsrail Mısır, Ürdün ve Suriye'ye saldırmış ve stratejik açıdan önemi olan Golan Tepeleri kaybedilmiştir. Lübnan 19. Lübnan'ın bilinen ilk yerleşimcileri kimlerdir ve bunların en önemli özellikleri nedir? Cevap: Akdeniz kıyılarında ticaret kolonileri kuran ve modern alfabeyi geliştiren denizci ve tüccar kavim Fenikeliler Lübnan'ın ilk yerleşimcileridir. 20. Lübnan'da iç huzursuzluklara yol açan siyasi temsil meselesi ne zaman ve nasıl çözülmüştür? Cevap: 1943'te Maruni Cumhurbaşkanı Bişare el-Huri ile Sünni Başbakan Riyad es-Sulh arasında sözlü bir uzlaşmaya dayanan Miili Misak ile çözülmüştür. 21. 1976-1978 Birinci Lübnan iç savaşı kimler arasında olmuş ve sonucu ne olmuştur? Cevap: Hristiyanlar ve Filistinliler arasında başlayan, solcu-milliyetçi Müslüman güçler ile sağcı radikal Hristiyan güçler arasında yaşanmıştır. Sonuçta başkent Beyrut, Müslüman Batı Beyrut ve Hristiyan Doğu Beyrut olarak ikiye ayrılmıştır. TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 3 - Alıştırma Soruları 1 ) Suriye’de en uzun süre hakimiyet kurmuş olan devlet aşağıdakilerden hangisidir? A ) Osmanlılar B ) Romalılar C ) Emeviler D ) Selçuklular E ) Mısırlılar Çözüm : Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılındaki seferi ile birlikte Osmanlı idaresine giren Suriye, XX. yüzyılın başlarına kadar 400 yıl, Osmanlı yönetiminde kaldı. Tarihsel bir karşılaştırma yapıldığında, Roma İmparatorluğu’ndan sonra bölge üzerindeki en uzun süreli hâkimiyeti Osmanlılar kurmuştur. Suriye toprakları, Osmanlı dönemi boyunca; buralardan sağlanan vergi gelirleri, Halep’in uluslararası ticaret sistemi içindeki yeri ve Şam’ın seferlerde geçiş yolları üzerinde bulunması gibi faktörlerle doğrudan denetim altında tutulmuştur. Doğru cevap B’dir. Doğru cevap B şıkkıdır. 2) Suriye aşağıdaki devletlerden hangisinin kurulmasıyla tarihte ilk kez siyasi bir merkez olmuştur? A ) İlhanlılar B ) Abbasiler C ) Emeviler D ) Karamanlılar E ) Asurlar Çözüm : 661 yılında Emevi Devleti’nin kurulmasıyla tarihinde ilk defa siyasi bir merkez olan Suriye, miras olarak aldığı Yunan ve Roma kültürü ile Arap geleneğini mükemmel bir şekilde birleştirmiş ve dönemin en güçlü kültürel ve siyasi yapısını oluşturmuştur. Doğru cevap C seçeneğidir. Doğru cevap C şıkkıdır. 3) 1920-1945 yılları arasında Suriye aşağıdakilerden hangisinin manda yönetimine girmiştir? A ) İtalya B ) Almanya C ) Fransa D ) İngiltere E ) Yunanistan Çözüm : Suriye, 1920 yılında Fransız işgaline girdi. 1945 yılına kadar süren Manda yönetimi kendi gücünü kurmak için böl-yönet prensibini acımasızca uygulandı. Doğru cevap C seçeneğidir. Doğru cevap C şıkkıdır. 4) Türkiye'ye bağlanmak isteyen İskenderun Sancağı 1923'te özerk yapısını yitirdiğinde aşağıdakilerden hangisine bağlanmıştır? A ) Hatay B ) Halep C ) Şam D ) Lazkiye E ) Humus Çözüm : Manda idaresinin diğer bir çıkmazı İskenderun Sancağının Türkiye’ye bağlanma talepleri ile ilgiliydi. İskenderun bölgesi 1921 tarihli Türk-Fransız Anlaşması’na göre özerk bir bölge olarak Suriye manda idaresine geçmişti. Bu özerk yapısını 1923’de yitiren bölge, Halep eyaletine bağlanmıştı. Doğru cevap B seçeneğidir. Doğru cevap B şıkkıdır. 5) 1989'da kabul edilen ve Arap Birliği'nin öncülüğünde ve ABD'nin desteğinde imzalanan anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? A ) Baalbek B ) Taif C ) Beyrut D ) Zahre E ) Bigfaya Çözüm : En son 1972’de yapılabilen seçimlerden geriye kalan 62 milletvekili değişik grupları temsilen, Arap Birliği’nin öncülüğünde ve ABD’nin desteğinde Suudi Arabistan’ın Taif şehrinde bir araya geldi. Uzun müzakerelerin ardından Milli Uzlaşma Belgesi yani Taif Anlaşması, 22 Ekim 1989’da kabul edildi. Doğru cevap B seçeneğidir. Doğru cevap B şıkkıdır. 6 ) Uzun süre Roma hâkimiyetinde kalan Suriye, kaç yılında ilk kez İslam devletlerinin kontrolüne geçmiştir? A ) 622 B ) 632 C ) 634 D ) 640 E ) 644 Çözüm : 634 yılında ilk kez İslam devletlerinin kontrolüne giren bölge sonraki 9 asır boyunca değişik devletlerin kısa dönemli hâkimiyetleri altında yaşadı. Doğru cevap C şıkkıdır. 7 ) 1955 yılında imzalanan Bağdat Paktı'nda yer almayan devlet hangidir? A ) Türkiye B ) Ürdün C ) Pakistan D ) İngiltere E ) İran Çözüm : 1955 yılında, Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere arasında imzalanan Bağdat Paktı, bölgedeki en önemli gerilim alanlarından birini oluşturuyordu. Doğru cevap B şıkkıdır. 8 ) Bilad-i Şam da denilen Suriye’nin güneyindeki coğrafi bölgeye ne ad verilir? A ) Filistin B ) Ürdün C ) Irak D ) Yesrip E ) Kuveyt Çözüm : Bilad-i Şam yani Suriye’nin güneyindeki coğrafi bölgeye Filistin adı verilmektedir. Doğru cevap A şıkkıdır. 9 ) Toprak Karşılığı Barış Prensibi ilk defa nerede gündeme gelmiştir? A ) 242 Sayısı BM Kararı B ) Sykes-Picot Anlaşması C ) Balfour Deklarasyonu D ) Milli Misak E ) Şerif-McMahon Mektuplaşmaları Çözüm : Toprak Karşılığı Barış Prensibi: İlk defa BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı ile gündeme gelen ve Arap-İsrail barışının özünü oluşturan ilkedir. Doğru cevap A şıkkıdır. 10 ) İsrail'in Filistin direnişini yok etmenin yanı sıra, Suriye’nin bu ülkedeki varlığını zayıflatmak ve Beyrut’ta kendisine yakın bir yönetim kurmak için başlattığı operasyonun adı nedir? A ) Litani Operasyonu B ) Unıfıl Operasyonu C ) Taif Operasyonu D ) Beyrut Operasyonu E ) Galile Operasyonu Çözüm : İsrail birlikleri, Londra büyükelçisine yönelik suikast girişimini bahane ederek Amerikan yönetiminin desteğiyle, “uluslararası terörizmin yuvasını temizlemek” bahanesiyle 1982’de Lübnan’ı işgal etti. 60 bin askerle yürütülen “Galile Operasyonu”nda İsrail’in asıl amacı, Filistin direnişini yok etmenin yanı sıra, Suriye’nin bu ülkedeki varlığını zayıflatmak ve Beyrut’ta kendisine yakın bir yönetim kurmaktı. Doğru cevap E şıkkıdır. 4 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 4: Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen Yirminci Yüzyılda Bir Krallık: Suudi Arabistan Coğrafya ve Jeopolitik 2.149.690 km. kare toprağı ile Suudi Arabistan; Yemen, Uman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt ve Irak ile komşudur. Basra Körfezi ve Kızıldeniz arasında stratejik olarak önemli bir yerde olması, dünya petrol rezervinin %16’sına aynı zamanda demir-bakır ve altın rezervlerine de sahip olması ülkenin önemini arttırmaktadır. Mekke ve Medine şehirlerinin ülke sınırları içinde olması Suudi Arabistan’ın diğer önemli özelliğidir. Etnik ve Dini Yapı Suudi Arabistan’ın nüfusunun büyük kısmı köklü Arap kabilelerinden meydana gelmektedir ve nüfusun tamamı Müslümandır. Ancak farklı mezhepler, farklı bölgelerde toplanmıştır. Başkentin bulunduğu Riyad ve çevresi Sünni/Vehhabi, Doğu tarafında yer alanlar genelde Şii ve diğer bölgelerde de farklı mezhepler bulunmaktadır. Ayrıca çalışmaya gelen yabancılar da olmasına rağmen, işçilerin veya vatandaş olamayanların herhangi bir hakları yoktur. 2012 yılı itibariyle nüfus 26.5 milyon civarında, bunun da 5.5 milyonu yabancı statüsündedir. Suudi Arabistan’ın Ortaya Çıkışını Hazırlayan Süreç Suudi Arabistan 20.yüzyılın başında ortaya çıkmış bir devlettir. Devletin resmi adı “el Memleke el Arabiyye esSuudiyye”dir. Devlet kurucuları olan Suudi ailesinin Orta Arabistan’daki varlıkları 15. yüzyıl ortalarından itibaren bilinmektedir. 15. yüzyıldan itibaren Dir’iyye’ye taşınıp burada küçük bir emirlik kuran aile, 1774’ten sonra farklı dini yorumları ile öne çıkan Muhammed bin Abdilvehhab ile ittifak yapmışlar ve siyasi bir güç olarak sahneye çıkmışlardır. Vehhabilik öğretisini yaymak adına çevrelerindeki kabileler ve kasabalar üzerine giderek savaşan Suudi ailesi, sürekli nüfuz alanlarını geliştirmiştir. Osmanlı Devleti ilk başlarda bu faaliyetleri takip edemese de Irak ve Suriye sınırlarında faaliyet göstermeye başlandığında askeri harekâtlar yapmıştır. Vehhabilerin merkezi Dir’iyye tahrip edilmiştir. Eski güçlerini 1840’lardan sonra Faysal b. Türki ile elde etmeye başlamışlardır. Ancak 1865 yılında Türki’nin ölümüyle oğlu Suud b. Faysal’ı İngilizler, kardeşi Abdullah’ı Osmanlı Devleti desteklemiştir. Yapılan harekâtlar ile bir süreliğine sorun çözülmüş olsa da askeri müdahalenin tamamlanamaması bölgede uzun yıllardan beri dini gerekçelerle meşrulaştırılmış nüfuzun kurulmuş olması, gücün bölgeden çıkarılmasını zorlaştırmaktaydı. Suudi ailesi ve vehhabiler her ne kadar devlet kontrolündeyseler de İngilizlerin kışkırtmalarına açık görünüyorlardı. II. Abdülhamit, İngilizlerden nefret eden ve vehhabiliğe mesafeli duran Reşidileri destekleme yoluna gitmiştir. Reşidilerin Suudilerin topraklarını ele geçirmesiyle Suudiler Kuveyt’e yerleşmişlerdir. Ancak 15 Ocak 1902’de çeşitli olaylardan sonra tekrar eski merkezlerine dönmüşlerdir. Reşidilerin liderinin ölmesinden sonra Osmanlı Devleti Suudlarla anlaşma yoluna giderek onlara çeşitli kaymakamlıklar vermiştir. Bu görev kabul edilmiş olmasına rağmen Suudi lideri Abdülaziz “Necid Emiri ve Aşiretleri Reisi” unvanını kullanmış, sonrasında da otorite dışında kalmak istediğini gösteren tercihlerde bulunmuştur. İhvan Teşkilatı ve Suudi Arabistan’ın Kuruluşu Abdülaziz, göçebeleri yerleşik hayata geçirmiş, tarımla uğraşmalarını sağlarken vehhabi akidesinin yayılmasını da sağlamıştır. Bu yerleşimcilere ihvan denir. İhvanlar daha sonra Abdülaziz’in kullanacağı askeri gücü oluşturmuş, bedevilerin devlet yapısına ve itaate alışmasında da etkin rol oynamıştır. Bu proje Suudi Arabistan’ın temelini atmıştır. Diğer yandan Osmanlı’nın mutasarrıflık merkezi olan Ahsa’nın kontrolünü de 1913’te ele geçirmiştir. Aynı zamanda Uceyr ve Katıf bölgelerini de elde etmiştir. Dönemin zorluklarından ötürü bir harekât düzenleyemeyen Osmanlı 1914’te Abdülaziz ile bir anlaşmaya varmıştır. Bu anlaşmaya göre Abdülaziz’e paşalık unvanı ile Necid valiliği verilmiş böylece İngilizlerin himayesine girmesi engellenmiştir. Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında Abdülaziz kendisinden asker beklenirken savaşa katılmayı reddetmiş ve ardından İngilizler ile anlaşmalar yapmıştır. 1918 Mondros Mütarekesi ile Osmanlı bölgeden çekilmiştir. Bunun üzerine Abdülaziz çeşitli yerleri de kendi sınırlarına katarak 1922 yılında yaptığı Muhammara anlaşması ile Irak sınırını, bir süre sonra da Doğu Ürdün ve Kuveyt sınırlarını belirleyen anlaşmaları tamamlamıştır. İngilizlerin himayesinde kurulmuş olan Hicaz Haşimi Krallığı topraklarına 1924 yılında yönelen Abdülaziz, 1925 yılına kadar sürdürdüğü savaşlar ile Hicaz bölgesini de tamamen hâkimiyetine katmış ve ertesi yıl kendisini Hicaz Kralı ve Necid ve Civarının Sultanı olarak ilan etmiştir. Kral Abdülaziz, dini liderlerin itirazlarına rağmen 1933 yılında petrol arama imtiyazını bir Amerikan şirketine vermesi ile dünya gündeminde yer almaya başlamıştır. 1953’te ölümünden sonra oğlu Kral Faysal birçok yenilikler yaparak Suudi Arabistan’ın modern bir devlete dönüşmesini sağlamıştır. Sonrasında Kral Abdullah (Abdülaziz’in oğlu) hükümet başkanı ve kral olmuştur. Veliaht ise kardeşi Emir Selman’dır. Sonrasında veliaht bir konsey tarafından Hey’et’ul-Bey’a (Biat Heyeti) tarafından atanmaya başlamıştır. Ülke, 13 idari bölgeye ayrılmıştır. Her bölge kraliyet ailesine mensup bir emirin idaresi altındadır. Ülke ekonomisinin neredeyse tamamı petrol gelirine dayanmaktadır. Ülkede okuma yazma oranı erkeklerde %85, kadınlarda %79’dur. Kapalı bir toplum olması ve vehhabi mezhebini sanata yaklaşımı sebebiyle edebiyat ve şiir dışında sanat faaliyetleri yok denecek kadar azdır. Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Siyasi yapılanmalar, kısaca şöyle özetlenebilir: • • • • Suudi Arabistan’da siyaset yasaktır. Mutlak monarşi egemendir. Kralın yetkilerini şer’i hükümlerin dışında hiçbir şey kısıtlamamaktadır. Kralı denetleyen mekanizma Abdülvehhab soyundan gelen ulema sınıfıdır. Sınırlamalara rağmen dünyadaki gelişmelerden uzak durulamamış, çeşitli gizli veya açık siyasi gruplar ortaya çıkmıştır. Yeni Vehhabi Hareketi bunlardan biridir. Önemli bir siyasi grup da Şii İslami gruptur. Yaşadıkları bölgeler petrol bölgeleri olduğundan ülke için hayati önem taşımaktadırlar. Suudi Arabistan-İran ilişkileri sürekli bozuk durumdadır. Bunun sebebi çeşitli politikalardır. İran’da 1979 Humeyni devriminden sonra ilişkileri husumete dönüşmüştür. İran ile ilişkiler, Şii nüfusa karşı daima güvensizlik duyulmasına sebep olmaktadır. Reformcu Şavi’ler, Liberal Reformcular gibi siyasi gruplar etkin değildir. Suudi Arabistan’ı sarsan en ciddi siyasi grup Kasım 1979’da Kabe Baskınını lideri Cuheyman bin Muhammed bin Seyf el Uteybi önderliğinde gerçekleştiren Radikal Redciler ile ABD’nin Afganistan’da savaşmak üzere organize ettiği savaşçıların sonradan oluşturdukları El Kaide’dir. El Kaide, 1984 yılında Usame b. Ladin’in ABD’nin desteği ile Pakistan ve oradan Afganistan’a giderek Sovyetler Birliğine savaş açtığı sırada kurulan bir yapıdır. 1989’da ABD’nin politikaları ile ters düşmüş, Suudi Arabistan’da, ABD’de terör faaliyetlerine girişmişlerdir. Selefi bir çizgi izledikleri için çeşitli Selefi grupları da teröre yakınlaştırmış hatta bulaştırmışlardır. Uluslararası Siyaset: 1920’li yıllarda bağımsız kalabilen yegâne iki Müslüman devlet Türkiye ve Suudi Arabistan’dır. Türkiye ile ilişkileri iyi yönde olan devletin 1932 yılında İngiltere tarafından tanınması üzerine Abdülaziz kendi unvanını Suudi Arabistan Kralı şekline dönüştürmüştür. Türkiye’nin NATO’ya katılmasıyla ilişkilerde sıkıntılar baş gösterse de çeşitli zorunluluklar sebebiyle ilişkiler bugünkü halini almıştır. Ancak tarihi ilişkiler nedeniyle Türkiye ile mesafeli durmayı amaçlayan ve özellikle Suudi Arabistan’ın Osmanlı geçmişini unutturmaya çalışan gruplar hala mevcuttur. 1913 ile sınırları belirlenen Katar ile Suudi Arabistan arasındaki ilişki, Katar’ın vehhabiliği benimsemiş olması sebebiyle olumlu bir halde şekillenmiştir. Kuveyt ve Bahreyn ile ilişkiler zaman zaman bozulsa da normalleştirilmiştir. Bugün bölgede devam eden en önemli organizasyon 1981 yılında kurulan ve Suudi Arabistan’ın önemli rol üstlendiği Körfez İşbirliği Teşkilatı’dır (GCC). Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Uman’dan oluşan birlik aslında ekonomik işbirliğini öngörmekte ve aynı zamanda ülkelerarası geçişlerde vatandaşlara çeşitli imkânlar tanımaktadır. Mısır ile yakın ilişkiler geliştirmeye çalışan Suudi Arabistan, Mısır’ın PanArabizm fikrine karşı soğuk durarak İslam Birliği fikrini savunmuştur. İsrail’e desteğinden dolayı ABD ve bazı Avrupa ülkelerine OPEC’in 1973 yılında başlattığı petrol ambargosunun başını Suudi Arabistan çekmiştir. Diğer politikaları da göz önünde bulundurulduğunda Suudi Arabistan’ın dış politikada oldukça pragmatist bir yaklaşım sergilediği görülmektedir. Arap Yarımadası’nın Gizemli Ülkesi: Yemen Coğrafya ve Jeopolitik Yemen, Suudi Arabistan ile Uman arasında 527.968 km. karelik bir ülkedir. Arap Yarımadası’nda en eski uygarlıkların yeşerdiği verimli bir coğrafya olduğu için bu bölgeye ‘Mutlu Yemen’ ismi verilmiştir. Resmi adı ‘Yemen Cumhuriyeti’dir. Babu’l-Mebdeb boğazının varlığı ülkeye stratejik bir önem kazandırmaktadır. Etnik ve Dinî Yapı Yemen bir kabile toplumudur. Kabilelerin zaman zaman birbirleri ile menfaatleri çatışmaktadır. Ancak Zeydî mezhebine mensup kabileler tarih boyunca bütünlük arz ederek Yemen içinde 1962 yılına kadar özel statülerini muhafaza edebilmişlerdir. Ülkede Afrika Arapları, Güney Asya Kökenliler, Avrupalılar, Türk kökenli aileler de mevcuttur. Yemen’de başta Somali ve Irak kökenli olmak üzere 150 bin civarında (2010 itibari ile) da mülteci yaşamaktadır. 2012 yılı tahmini nüfusu 24.771.809 olan ülkede doğum oranı hayli yüksektir. Yemen, dünyanın en fakir ülkelerinden birisidir. Özellikle kabileler ve mezhepler arasında devam eden çatışmalar yüzünden ülkede bakıma muhtaç milyonlarca yetim çocuk bulunmaktadır. Tarih İçinde Yemen Yemen çok erken devirlerde yerleşim yeri olmuştur. Kazılar taş devrinde bile burada yerleşimin olduğunu göstermektedir. İslam tarihçilerine göre Yemen, Arapların atası sayılan Hud peygamberin oğlu Kahtan dönemine kadar inmektedir. Bu yüzden Yemen Arapları ve oradan Arap Yarımadası’na göçenler Kahtaniler olarak bilinmektedir. Sırasıyla Ma’in, Sebe, Himyeri, Habeşistan, Eritre, kısa süre Roma ve Habeşliler ile Persler hükümdarlığında kalmıştır. Sonrasında Sasaniler, Memlükler, Resuliler, Tahiriler gelmiştir. Toprakların tahrip olmasıyla bedevi hayat benimsenmiştir. 1517 yılında Osmanlı Devleti’ne geçmiştir. Ekonomik ve stratejik konumu gibi sebeplerden ötürü Yemen’e ilgi duyulmuştur. Zeydiler ve Osmanlı Devleti Hâkimiyet ve hilafet algıları farklı olduğu için Osmanlı idaresine uzun yıllar direnç gösteren Zeydiler, daha ziyade ulaşılmaz dağlık kesimlere çekilerek varlıklarını sürdürdüler. Zeydilik, Şii mezhebinin üç kolundan birisidir. Şiiler Hz. Ali’den sonra gelen imamların sayısında ihtilafa düşmüşlerdir. Zeydiler beşinci imamın Zeyd olduğunu söyleyerek Şiilerden farklılaşmışlardır. Yemen, Zeydiliğin yayılmasında önemli bir yer olmuştur. Zeydiler, Osmanlı Devleti’ni istememişlerdir. Çünkü onlara göre halifelik Hz. Ali’nin soyundan gelen birisine ait olmalıydı. Bu sebeple Osmanlı ile zaman zaman çekişmeler olmuş ve 1635 yılında aldıkları zaferle Zeydi İmamlığı yeniden ihya edilmiştir. Ancak Osmanlı bölgedeki her gelişme ile yakından ilgilenmeye devam etmiştir. Çünkü bölge, stratejik açıdan önemli bir bölgedir. 1872’de Osmanlılar -Aden hariç- bütün Yemen’i yeniden düzenlemeye girişmiş, hastaneler, okullar, kışlalar yaptırılmış, eski binalar onarılmıştır. Daha sonra isyanlar çıkmasına rağmen Türkler ile Yemenliler arasındaki ilişki bu olumlu durumlar üzerinden inşa edilmiştir. Mondros Ateşkesi akabinde Türkler Yemen’i İngilizlerden ziyade İmam Yahya’ya teslim edeceklerdir. Modern Yemen Yemen İmamlığı (1918-1962) Yemen, Lozan anlaşmasının imzalandığı 1923 yılına kadar bir Osmanlı toprağı olarak kalmaya devam etti. Hatta 1920 seçimlerinde Yemen’de de TBMM için milletvekilleri seçildi ama Ankara’ya gelme imkânları olmadı. İmam Yahya son Osmanlı valisi olan Mahmud Nedim Bey’i kendisine danışman seçerek devletin sürekliliğini sağlayabildi. İmam Yahya Ankara ile ilişkileri iyi tutuyordu. 1948 yılında suikast sonucu öldürüldü. Daha sonra peş peşe değişen liderlerden sonra Yemen’de bir iç savaş başladı. Yemen Cumhuriyeti 26 Eylül 1962’de Tuğgeneral Sallal ‘Yemen Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. ABD ve İngiltere hariç 50 BM ülkesi yeni cumhuriyeti hemen tanımıştır. Ancak Sallal, isyancıları ve muhalifleri durduramamış ve Cemal Abdünnasır’dan yardım istemiştir. Her ne kadar 50 bin kişilik bir ordu yardımı almış olsa da İmam Bedr ve taraftarları Suudi Arabistan’dan destek almaktaydılar. Bu iç savaş zaten durumu kötü olan Yemen’i daha da kötüleştirdi. Binlerce insan hayatını kaybetti. 1967 Arapİsrail savaşı sırasında Mısır ve Suudi Arabistan anlaşarak birliklerini geri çektiler. Tekrar olan kısa dönemli sıkıntılardan sonra Sallal’ın görevden alınıp yerine Abdurrahman El İryani’nin gelmesiyle iç savaş 1970’te sona erdi. Kuzey Yemen böylece bir devlet olarak tarih sahnesine çıkabildi. Güney Yemen ise İngilizlerin sömürgesi altındaydı. İngilizlere karşı başkaldırının ardından İngilizler bölgeyi tahliye etmeye başladılar. “Yetmiş Gün Savaşları” diye bilinen iç savaşlar başladı. Son İngiliz Aden’i terk edince Güney Yemen’de 30 Kasım 1967’de Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti kuruldu. Bu ülke, ideoloji olarak sosyalizmi benimsemesiyle ilk Marksist Arap Devleti olma özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla Çin ve Sovyetler Birliği’nin desteğini almıştır. Petrol şirketleri üzerinden ABD ile ilk dönemler iyi geçinse de sonrasında ABD vatandaşlarına İsrail vatandaşlığı hakkı verilince Arap milliyetçiliği fikri ile çeliştiğinden dolayı iki tarafın arası bozulmuştur. Bunun bir diğer sebebi de benimsenen ideolojidir. Soğuk Savaş’ın sonuna gelindiğinde Güney ve Kuzey Yemen birleşerek bugünkü Yemen Cumhuriyeti’ni meydana getirmişlerdir. Sonrasında ortaya çıkan önemli sorunlardan birisi Hursiler’in ve diğer kabilelerin ayaklanmalarıydı. Kendi içindeki karışıklıklar, ülkede istikrarsızlığın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Tunus’ta başlayan ve batılıların ‘Arap Baharı’ diye isimlendirdikleri halk hareketleri 2011 başında Yemen’e de sıçramış ve halk sokaklara dökülmüştür. Altı ay boyunca bir netice çıkmadığı gibi taraflar arasında silahlı çatışmalar da olmuştur. BM ve Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın girişimleriyle devlet başkanı Abdullah Salih’in yetkileri Abdurrabuh Mansur Hadi’ye devredilmiştir. 2012 seçimlerinde Hadi devlet başkanı olarak seçilmiştir. Yemen’de 111 sandalyeli Şura Meclisi ve 301 sandalyeli Parlamento bulunmaktadır. Hukuku Fransız, İngiliz ve İslam hukuku karmasıdır. Yemen Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın da gözlemci üyesidir. Yemen’in Türkiye için birçok açıdan önemli olduğunu söylemek mümkündür. Dış yatırımlar için uygun bir yer olması, Türk ailelerin Yemen’de bulunması ve Türkiye’ye karşı önyargılardan bağımsız bakış açısı Yemen’in yadsınamaz derecede önemli olduğunu göstermektedir. Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen YİRMİNCİ YÜZYILDA BİR KRALLIK: SUUDİ ARABİSTAN Coğrafya ve Jeopolitik Suudi Arabistan 2. 149.690 km. kare toprağı ile Arap Yarımadası’nda yer almaktadır. Doğu sahilleri Basra Körfezi’ne batı sahilleri de Kızıldeniz’e uzanmaktadır. Arap yarımadası diye isimlendirilen coğrafyanın merkezinde olması hasebi ile pek çok Arap devleti ile sınırı vardır. Güneyinde Yemen, doğusunda Uman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt ve Irak yer almaktadır. Ayrıca Bahreyn adası ile arasında 1986 yılında tamamlanan 25 kilometrelik bir köprü bağlantısı bulunmaktadır. Kuzeyde Ürdün ve Suriye ile sınırı varken İsrail ve Mısır ile de komşudur. Irak ile aralarında tampon bölge bulunurken; Yemen ile sınır sorunları vardır. Önemli geçiş yolları olan Basra Körfezi ve Kızıldeniz ile çevrili olması ona büyük bir stratejik önem kazandırmaktadır. Ayrıca özellikle Basra Körfezi kıyılarındaki petrol rezervleri de Suudi Arabistan’ın Jeopolitiğini belirleyen en önemli unsurdur. Dünya petrol rezervlerinin % 16 sına sahip olması bu ülkeyi dünya endüstrisi için vazgeçilmez kılmaktadır. Ayrıca sahip olduğu doğalgaz, demir-bakır ve altın rezervleri de bu ülkenin önemini arttırmaktadır. Körfezin ve petrolun güvenliği adeta bu ülkeye bağlıdır. Bu yüzden ABD için de vazgeçilmez bir müttefiktir. Müslümanların kıblesi olan Mekke’nin ve Hz. Muhammed’in kabrinin bulunduğu Medine’nin yani İslam’ın iki kutsal şehrinin (Haremeyn) de bu ülkede olması Suudi Arabistan’a ayrı bir önem kazandırmaktadır. Nitekim her yıl milyonlarca Müslüman hac ya da umre ibadeti için bu ülkeye gitmektedir. Etnik ve Dini Yapı Ülke nüfüsunun büyük bir bölümü Orta Arabistan’a (Necid) mensup köklü Arap kabilelerinden meydana gelmektedir. Hatta, Körfez ülkeleri başta olmak üzere, civar ülkelerde yaşan kabileler de bu bölgeden göç ettiklerinden, diğer ülkeler ile olan kabile bağları da güçlüdür. Tarih boyunca bu kabileler bazen birbirinden bağımsız emirlikler bazen de konfederasyonlar şeklinde varlıklarını sürdüregelmişlerdi. Ancak Suudi Arabistan’ın kurulması akabinde birlikte yaşamaya başlamakla birlikte, geleneksel yapı ve etkilerini hâlâ muhafaza etmektedirler. Suudi Arabistan’ın tamamı Müslümandır. Ancak şu şekilde bir tasnif yapmak 86 Modern Ortadoğu Tarihi mümkündür: Başkentin bulunduğu Riyad ve çevresi Sünnî/Vehhabi; Doğu tarafında yer alan Katıf, Ahsa bölgeleri genelde Şiî; Hicaz bölgesi ise farklı Sünnî mezheplerden meydana gelmekle birlikte; Medine’de az da olsa köklü bir Şiî gurubu (Nahavile) da bulunmaktadır. Ayrıca Necran bölgesinde de İsmaililer yaşamaktadır. Özellikle Hicaz bölgesine gerek Osmanlılar ve gerekse Suudiler zamanında göç ederek yerleşen değişik etnik kimliğe mensup (Türkistanlılar, Türkler, Afganistanlılar, Endonezyalılar, Afrikalılar, vs.) Müslüman guruplar bulunmakla birlikte; bunlar da kuruluş yıllarında vatandaşlık alarak Suudi toplumu ile kaynaşmışlardır. Bunun dışında uzun yıllardan beri burada yaşayıp vatandaşlık alamayan çeşitli ülkelerden Araplar, Türkler, Pakistanlılar ve Hindliler’in yanı sıra, çeşitli milletlere mensup ve işçi olarak çalışan sayısı bilinmeyen Hıristiyanlar da bulunmaktadır. Ancak vatandaş olamayan veya işçi statüsünde çalışan gurupların herhangi bir hakları bulunmamaktadır. 2012 yılı itibari ile nüfusu 26.5 milyon civarında olup, bunun 5.5 milyonu yabancı statüsündedir. Resim 4.1 20. yüzyılın başlarında Kâbe Kaynak: Zekeriya Kurşun Koleksiyonu Suudi Arabistan’ın Ortaya Çıkışını Hazırlayan Süreç Müslümanların kutsal mekanları olan Mekke ve Medine’nin de içinde olduğu Suudi Arabistan, 20. yüzyıl başında ortaya çıkmış bir devlettir. Suudi Arabistan, coğrafi tanımdan ziyade Arap yarımadasında Suudilerin egemen oldukları bölge anlamına gelen siyasi bir tanımdır. Devletin resmi adı el Memleke el Arabiyye es-Suudiyye’dir. Devletin kurucuları olan Suudi ailesinin (Suudiler) Orta Arabistan’daki varlıkları 15. yüzyıl ortalarından itibaren bilinmektedir. Aslen Suudi Arabistan’ın doğu sahillerinden (Katıf ve civarı) olan bu aile, on beşinci yüzyıl ortalarından itibaren bugünkü başkentleri olan Riyad yakınlarındaki Dir’iyye’ye taşınıp, zamanla burada küçük bir emirlik kurmuşlardı. 1744 yılına kadar kimsenin dikkatlerini çekmeden bölgede egemen olan emirlik/şeyhlik geleneği ile varlıklarını sür- 87 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen dürdüler. Ancak 1774’ten sonra, bir süre önce farklı dini yorumları ile ortaya çıkan Muhammed b. Abdilvehhab ile yaptıkları ittifakla dini ve siyasi bir güç olarak sahneye çıktılar. Muhammed b. Abdilvehhab Orta Arabistan’da Necid bölgesinde yaşayan ve Hanbeli mezhebine bağlı bir ulema ailesine mensuptu. Eğitimini ailesinin yanında tamamladıktan sonra Hanbeli mezhebini, 13 Yüzyıl’da yaşamış olan Harranlı İbn Teymiyye’nin (1263-1328) görüşleri doğrultusunda yorumlayıp yeni bir dinî anlayış geliştirdi. Muhammed b. Abdilvehhab’in ismine nispetle Vehhabilik diye isimlendirilen bu yeni yoruma göre; asırlardır Müslümanlar sapkınlık içindedirler, uzun zamandan beri İslamiyet, Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in hadislerindeki şeklinden hayli uzaklaşmıştır, bu yüzden yeniden eski şekline döndürülmelidir, Müslümanların dini hayatı bid’atler (sonradan ortaya çıkan uygulamalar) ile doldu, bunun için bu bid’atler ile savaşarak dini aslına döndürmek gerekmektedir. Muhammed bin Abdilvehhap düşüncelerini yaymak ve diğer İslam bilginlerine kabul ettirmek için çeşitli yolculuklar yaptı. Fakat alışılmadık bu fikirleri ile bir yerde barınamayan ve kabul görmeyen Muhammed bin Abdilvehhab tekrar Necid’e döndü. Birkaç yerden uzaklaştırıldıktan sonra en son iltica edip öğretilerinin eğitimini vermeye başladığı Uyeyne’den de çıkarıldı. Bunun üzerine bazı öğrencilerinin bulunduğu Suudilerin idaresindeki Dir’iyye’ye gitti. Burada Suudi ailesinin reisi Muhammed b. Suud ile irtibata geçti. Yaptıkları görüşmeler neticesinde iki taraf arasında bir ittifak meydana geldi. Buna göre Muhammed b. Suud oluşturacakları yapıda eskiden olduğu gibi gelenekten gelen gücünü kullanabilecek, kendisi de dinî işlerden sorumlu olacaktı. Böylece gelenek ve dinî bir yapıdan oluşan ve zamanla devletleşecek olan bir ittifak kuruldu. Bu yeni dinî yorum Vehhabilere, doğru yola getirmek için diğer Müslümanlar ile savaşmayı meşru kılıyordu. Ayrıca bu anlayış Arap kabileleri arasında mevcut geleneksel gazve yani birbirlerini yağmalama kültürünü de destekleyince kolay kabul gördü. Bu tarihten itibaren vehhabî öğretisini yaymak adına çevrelerindeki kabileler ve kasabalar üzerine giderek savaşan Suudi ailesi, sürekli nüfuz alanlarını geliştirdi. Genel olarak kabileler arasındaki çekişmeler şeklinde değerlendirilen bu faaliyetler başlangıçta Osmanlı Devleti tarafından takip edilemedi. Ancak aynı sıralarda Osmanlı Devleti pek çok iç ve dış gaileler ile de boğuşmaktaydı. Bu yüzden vehhabileri ancak Irak ve Suriye vilayetleri sınırlarında faaliyet göstermeye başladıklarında ciddiye aldı. Fakat geç kalınmıştı ve onlar nüfuzlarını 19. yüzyılın başında kısa süreli de olsa Hicaz’a (Mekke-Medine) kadar uzattılar. Mekke ve Medine’yi işgal ederek öğretilerini orada uygulamaya soktular. Bu durum Osmanlı Devleti’nin aşırı tepkisine neden oldu. Suudilerin, başka bir deyişle vehhabilerin Hicaz bölgesine el atmaları Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar üzerindeki hilafet prestijini sarstı. Bu yüzden onları Hicaz’dan çıkartmak için önce Bağdat ve Şam valileri, ardından da Mısır valiliği aracılığı ile askeri harekâtlar yaptırdı. Uzun süre uğraşılan bu problem ancak Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın 1818 yılında Necid içlerine yaptığı askeri sefer neticesinde bertaraf edilebildi. Vehhabilerin merkezi Dir’iyye tahrip edildi ve o sıradaki emirleri Abdullah b. Suud önce Kahire’ye ardından da İstanbul’a gönderilerek idam edildi. Sizce Suudi Arabstan’ın jeopolitiğini belirleyen temel unsurlar nelerdir? 1 88 Modern Ortadoğu Tarihi Resim 4.2 Vehhabilerin ilk merkezleri Dir’iyye harabeleri Kaynak: Zekeriya Kurşun Vehhabilik ve Osmanlı Devleti hakkında daha fazla bilgi için verilen kitabın ilgili bölümlerini okuyunuz: Zekeriya Kurşun, Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti, Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti’nin Doğuşu, Ankara 1998, s. 17-65. Muhammed b. Abdilvehhab (17031792): Merkezi Arabistan’da Uyeyne’de doğdu. Hayatı ve ailesi yaygın kanaatlere göre, Arapların köklü kabilelerinden Benî Temim’e mensuptur. Babası Necid ve Hicaz bölgesinde tanınmış bir alim olan Abdülvehhab b. Süleyman’dır. Uyeyne’de kadılık yapmakta ve öğrenci yetiştirmektedir. Muhammed b. Abdilvehhab da ilk eğitimini babasından aldıktan sonra başta Mekke olmak üzere bir dizi Müslüman şehirlerine seyahatler yaparak oradaki ilim meclislerine katılmıştır. Osmanlı Devleti’nin oldukça sorunlar yaşadığı bir devirde, Osmanlı şehirlerinde gördükleri ile kendi dinî yorumu arasındaki çelişkiler onu diğer bilginler ile karşı karşıya getirmiştir. Ağırıklı olarak Ahmed b. Teymiyye (İbn Teymiyye)nin fikirlerinden hareketle Hanbeli mezhebini yeniden yorumladı ve bu yoruma da vehhebilik adı verildi. Bu askeri harekât ile Suudi-Vehhabi ittifakının Arap yarımadasında geniş bir alanda nüfuz kurması geçici olarak önlenmişti. Fakat dağılan ailenin geri kalan bireyleri 1824 yılından itibaren yeniden toparlanarak, bu sefer Riyad’ı merkez edinip tekrar eski güçlerini tesis etmeye çalıştılar. Özellikle 1840lardan sonra Faysal b. Türki’nin faaliyetleri ve aynı zamanda Osmanlı Devleti ile olan akıllıca ilişkileri tekrar güç bulmalarına imkan tanıdı. Uyguladığı siyaset ile Cidde vilayetine yıllık vergi ödemesi ve Necid camilerinde Osmanlı padişahı adına hutbe okutması karşılığında Necid kaymakamlığı unvanını da alan Faysal b. Türki oldukça rahat hareket ederek hem vehhabî öğretisini kabileler arasında yaymayı başardı ve hem de nüfuz alanlarını Basra körfezine kadar uzatabildi. Bu durum ayrıca iktisadi açıdan da güç kazanmalarına imkan tanıdı. Zira etkisi altına aldığı her kabile veya bölgeye öncelikle dini bir görev olan zekatı toplamak için görevli yerleştirdi. Faysal b. Türki’nin 1865 yılında ölümüyle oğulları arasında emirlik konusunda ihtilaflar çıktı. Bunu fırsat bilen ve o sıralarda Basra Körfezi’ne yerleşmeye çalışan İngilizler, kardeşlerden Suud b. Faysal’ı destekleyince, Osmanlı Devleti de onun kardeşi Abdullah’ın yanında yer alıp gelişmelere müdahil oldu. Nitekim Bağdat Valisi Midhat Paşa’nın 1871 yılında gerçekleştirdiği Ahsa askeri seferi ile hem İngiliz müdahalesi önlendi ve hem de Arap yarımadasının doğu kısmında - Osmanlı Devleti’nin eski Lahsa/Ahsa Beylerbeyliğinin olduğu yerde - doğrudan merkezi bir idare tesis edildi. Ancak bu askeri seferin Orta Arabistan’a yani Riyad taraflarına da yapılması gerekirken tamamlanmamış olması, Suud ailesinin varlığının bölgede sürdürmesine imkan verdi. Zaten o sıralarda fiilen böyle bir askeri hareketin yapılması zordu. Midhat Paşa’nın Ahsa askeri harekâtından sonra Bağdat valiliğinden alınması da 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen bu hareketi imkansız kılmıştı. Diğer taraftan bölgede uzun yıllardan beri nüfuz kurmuş ve bu durumu dini gerekçeler ile meşrulaştırmış bir gücün bölgeden çıkarılması da hayli zor görünmekteydi. Bu yüzden Osmanlı Devleti, kardeşler arasındaki ihtilafta tarafını tutuğu Abdullah b. Faysal’ın uhdesine babasının görevi olan Necid kaymakamlığını vererek, bölge istikrarını sağlamakla yetindi. Böylece hem ailenin itaati sağlandı ve hem de nüfuz alanları daraltıldı. Ancak bu süreç bölgede başka ailelerin palazlanmasına da yaradı. II. Abdülhamid’ın saltanat yıllarının başında Osmanlı Devleti’nin aldığı Rus yenilgisi ve Berlin Anlaşmasının sonuçları onu siyasette temkinli davranmaya ve her oluşuma karşı şüphe ile yaklaşmasına sebep olmuştu. İngilizlerin Basra körfezindeki faaliyetleri ise kuşkularını arttırıyordu. Suud ailesi ve vehhabiler her ne kadar devlet kontrolündeyseler de İngilizlerin kışkırtmalarına açık görülüyorlardı. Bu yüzden II. Abdülhamid, Suud ailesinin Necid’te ezeli rakipleri olan ve vehhabiliğe mesafeli duran Reşidileri zımnen destekleme yoluna gitti. Hatta İngilizlerden nefret eden Reşidilerin emiri Muhammed b. Reşid’i de Cebel-i Şammar fahri kaymakamı olarak tayin ederek onurlandırdı. Bu süreç iki aile arasında zaten var olan rekabeti arttırdı ve iki taraf arasında çarpışmalar başladı. Suudiler 1891 yılında Riyad taraflarındaki egemenliklerini Reşidilere kaptırdılar. Orta Arabistan’da (Necid) bütün güçlerini kaybeden aile Osmanlı Devleti’nin izni ve verdiği tahsisat ile Kuveyt’e yerleşmek zorunda kaldı. Bu durum bölgeye geçici olarak bir istikrar sağladı ama Suudiler’in daha güçlü bir şekilde geri dönmelerini engelleyemedi. 1876 yılında Riyad’ta doğan ancak ailesi ile birlikte küçük yaşta Kuveyt’e iltica etmek zorunda kalan Abdulaziz b. Abdurrahman (İbn Suud, 1876-1953) sürekli eski yurduna dönme arzusu taşımasına rağmen bunu yapabilecek iktidarı ve gücü yoktu. Ancak ailesini himaye eden Kuveyt emiri Mubarek el Sabah’tan siyaset öğrendi. Aynı sıralarda Suudilerin rakipleri Reşidiler ile Kuveyt emiri arasında da sürtüşmeler yaşanmaktaydı. Aslında mesele bir iç rekabetten çıkmış uluslararası bir soruna dönüşmüştü. İngilizler, Kuveyt şeyhi ile gizli bir himaye anlaşması yaptıklarından Reşidiler’in muhtemel taarruzlarını haber alarak durumu Osmanlı Devleti nezdinde protesto ettiler. Hatta Kuveyt limanına savaş gemisi ve siyasi memurlar gönderdiler. Bu durum Abdülaziz b. Abdurrahman (İbn Suud)’ın İngilizler ile de temasını sağladı ve onların bölge politikalarını öğrenme fırsatı buldu. Oldukça zeki ve muhteris bir kişiliği olan Abdülaziz, İbn Reşid-Mubarek el Sabah rekabetinden istifade etti. Mubarek’ın destek ve teşvikini alarak eski yurtları olan Riyad’a geri dönmeyi kafasına koydu. Bu vesile ile 1901 yılı boyunca Reşidilere karşı gazve yapan Kuveyt güçlerine katıldı ve bölgedeki durumu kavradı. Bu durum Abdülaziz’in ailesine bağlı çeşitli kabilelerden güvendiği silahlı bir gurup hazırlamasına da imkan verdi. Nitekim hazırlıklarını tamamlayıp gizlice Riyad’a doğru harekete geçti. 15 Ocak 1902 tarihinde gece yarısı Reşidilerin kontrolündeki Riyad kalesini bir mukavemet görmeden ele geçirdi. Böylece bölgede tekrar Suudi ailesinin dönemi başladı. Nitekim bu tarih Suudi Arabistan’ın kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Ancak gerçekten Suud Devleti’nin kurulması için Suudiler I. Dünya Savaşının sonunu beklemek durumunda kalacaklardır. 1902 yılında itibaren bölgede Suudilerin yeniden ortaya çıkmaları bir dizi istikrarsızlıkları da beraberinde getirdi. Bir taraftan Osmanlı topraklarında merkezi idareye karşı isyan eden güçler diğer tarafta da bölgedeki menfaatlerini ve Körfez şeyhleri ile yaptığı anlaşmaları bahane ederek müdahil olmak isteyen İngilizler bulunmaktaydı. Bu hususu dikkate alan II. Abdülhamid, problemin daha da büyüme- 89 Reşidiler: Merkezi Arabistan’da Cebel-i Şammar’da bir ailedir. Suud ailesinin müttefiki iken daha sonra en büyük rakibi olmuşlardır. Hatta 1891’de Suudilerin kontrolündeki Riyad’ı ele geçirerek onları sürmüşlerdir. Bölgede Osmanlı Devletine en sadık ailelerden biri olarak bilinen aile emirleri Muhammed b. Reşid’den itibaren Cebel-i Şammar kaymakamı olarak tayin edilmişlerdi. Abdülaziz b. Abdurrahman: Modern Suudi Arabistan’ın kurucusu olarak kabul edilir. Literatürde ailesine nispeten kendisi İbn Suud, Necid Emiri, Suudi Arabistan Kralı gibi isimler ile de anılır. Kuruluşundan bugüne kadar geçen süredeki bütün Suud kralları onun oğullarıdır. 90 Modern Ortadoğu Tarihi mesi için Reşidiler’in Kuveyt’e girmesine izin vermedi. Bu arada Riyad’ın ellerinden çıkması Reşidileri telaşlandırdı ve sağa sola saldırmalarına sebep oldu. Bağdat ve Basra vilayetlerinin krizi kontrol edememesi ve Mekke emirlerinin kışkırtıcı tavırları yeni bir Suudi-Reşidi çekişmesini doğurdu. Atalarının yurdunda kalmaya azimli olan Abdülaziz ise eski müttefiklerini tekrar organize ederek İbn Reşid’ın bölgedeki etkinliğine son vermek niyetinde idi. Bu yüzden babası Abdurrahman b. Faysal’ı Kuveyt’ten çağırarak savaş hazırlıklarına başladı. Aynı sıralarda İngilizler ile de görüşen Abdülaziz onlardan para ve silah yardımı istedi. Fakat o sırada Osmanlı Devleti’nin tepkisinden çekinen İngilizler bu isteği geri çevirdi. Bu durumu II. Abdülhamid’e rapor eden bölgedeki Osmanlı görevlileri İbn Reşid’in para ve silah ile desteklenmesini önermişlerdi. Nitekim bu öneri doğrultusunda İbn Reşid’e iki dağ topu gönderildiği gibi kendisinin satın alacağı silahların Basra gümrüğünden rahatça ve gümrüksüz bir şekilde geçirmesine de izin çıkartıldı. Bölgeye bir askerî harekat düzenleme zarureti doğmuştu. Ancak düzenli ordunun çöl şartlarında hareket etmesi çok zordu. Fakat çöl şartlarına hakim Reşidiler’in lojistik desteğine güvenilerek, Bağdat vilayetinden bir çöl askeri harekatı başlatıldı. Beklenen destek eksik de olsa sağlanmakla birlikte yetersiz kaldı ve bu harekât başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece Suudilerin bölgede etkinlikleri arttı. Suudiler ile Reşidiler arasında yapılan bir savaşta Reşidilerin liderleri öldürülünce onlar bölge politikalarında etkisiz kaldı. Bu gelişmeden sonra askeri harekâtı sürdüren Ahmet Feyzi Paşa da bölgede istikrarın sağlanması için Suudiler ile anlaşma yolunu seçti. Abdülaziz’ın babası olan Abdurrahman ile anlaşarak onun itaatini sağladı. Ona merkezi Riyad olmak üzere Arîz, Veşm ve Sudeyr ile civarlarının kaymakamlığı verildi. Bu durum aslında İbn Reşid’in devre dışı bırakılarak, Suudilerin lideri Abdülaziz’ın meydana getirdiği fiili durumun kabullenildiğini göstermektedir. Abdülaziz’in de kabul etmiş göründüğü bu çözüm bir müddet daha bölgede istikrarı sağlamıştır. Ancak Suudiler gün geçtikçe daha da güç kazanmışlardır. Nitekim bu tarihlerde Osmanlı resmi evrakları üzerinde Abdurrahman (Abdülaziz’in babası) Osmanlı kaymakamı olarak görünüyorken, Abdülaziz Necid Emiri ve Aşiretleri Reisi unvanını kullanıyordu. Bu gelişmeye rağmen, Osmanlı Devleti’nin görevlendirdiği Sıtkı Paşa ve ardından Sami Paşa aracılığı ile Riyad’a karşı, Kasîm bölgesinde merkezî idare tesisine çalışılmış ise de başarılı olunamamıştır. Abdülaziz b. Abdurrahman’ın devlet ile iyi geçinmesi de bunda etkili olmuş ve Kasîm taraflarındaki bütün Osmanlı askeri güçleri geri çekilmiştir. Bu arada Abdülaziz’in Padişah tarafından bir hil’at ile taltıf edilmesine karar verilmiştir. O’da hem bağlılığını bildirmiş ve hem de Ahsa mutasarrıflığı nezdine bir temsilci göndererek en azından görünüşte devlet ile irtibatını sürekli kılmıştır. II. Meşrutiyetin ilanı da bölge üzerinde tesirlerini hissettirmiştir. Siyaseti iyi bilen Abdülaziz, geçiş döneminin doğuracağı boşluklardan istifade yoluna gitmiştir. İlk mebus seçimleri sırasında Ahsa mutasarrıflığı nezdinde bulunan temsilcisini hemen Riyad’a geri çekerek yeni durum karşısındaki tavrını ortaya koyarak merkezi otorite dışında kalmak istediğini göstermiştir. Onun bu tavrı bölgedeki Osmanlı idari merkezi olan Ahsa bölgesine karşı bir istila niyeti olarak değerlendirilmiş ise de bir tedbir alınmamıştır. 1911 Osmanlı-İtalyan Savaşı ve diğer gelişmeler devletin merkezinden hayli uzakta ve kontrolün zor olduğu Necid, Asir ve Yemen gibi bölgelerde olumsuz tesirler icra etti. Bütün gayretlerine rağmen İttihadçılar bölgede etkin olan unsurların güvenini kazanama- 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen dı. Hatta çekişmelere girdi. Mesela, -muhtemelen bir taktik olarak- daha önce istemediği halde 1912 seçimlerinde bir mebus göndermeyi isteyen Abdülaziz’in talebi mevcut seçim kanunu bahane edilerek geri çevrildi. Bu süreç kopmanın hızlanmasına neden oldu. İhvan Teşkilatı ve Suudi Arabistan’ın Kuruluşu Abdülaziz, bütün gücüne ve siyasi dehasına rağmen kendisine bağlı göçebe unsurları yerleşik hayata geçirmeden ve onları eğitmeden kalıcı bir devlet kuramayacağının farkındaydı. Bunun için 1912 yılında Riyad’ın kuzeyinde suyu olan Artaviye’den başlayarak çölde yüz elliden fazla bölgede el-Hecer veya Hicra denilen yerleşme alanları kurdu. Kabile kabile yerleştirdiği bedevileri bir taraftan ziraate ve yerleşik hayata alıştırırken diğer taraftan da vehhabi akidesini öğrenip uygulamalarını sağladı. İhvan diye isimlendirilen bu yerleşimciler aynı zamanda Abdülaziz’in daha sonra kullanacağı askeri gücünü oluşturacaktı. Her kabileye ait yerleşme yerine bir emir, şer’î hakim, beytülmal memuru, iki katip ve bir posta memuru tayin etmekteydi. Böylece çöllerde devlet geleneğinden uzakta yaşayan bedevileri devlet yapısına ve itaate alıştırmaktaydı. Muhalefet edenler şiddetle cezalandırıldığı için kısa zamanda başarı sağlayan bu proje Suudi Arabistan’ın kuruluşuna giden yolda en önemli adım olmuştur. Ancak güçlü bir devlet için doğrudan denize ve dış dünyaya açılması gerekiyordu. Tek çıkış kapısı ise Osmanlı Devleti’nin mutasarrıflık merkezi olan Ahsa’dan geçmekteydi. Nitekim Balkan savaşları sırasında bölgedeki Osmanlı askerlerinin cepheye kaydırılması ve Ahsa’da güvenliği sağlayan sınırlı bir gücün bırakılması Abdülaziz’e aradığı fırsatı verdi. Aslında 1904 yılından beri defalarca İngilizler ile görüşerek destek sağlamaya çalışmış, fakat istediği desteği resmen elde edememişti. Zira İngilizler sahildeki Arap emirleri ile açık veya gizli anlaşmalar yapmışlardı ama sahil ile bir ilişkisinin olmaması Abdülaziz’ın bundan istifade etmesine engel olmuş idi. İngilizler, çöl içindeki bir emir yüzünden Osmanlı Devleti ile bozuşmak istemiyorlardı. Hatta 1913 Osmanlı-İngiliz anlaşmasında Kuveyt, Katar ve Bahreyn’in aksine Abdülaziz’in nüfuz alanları anlaşmaya konu edilmemişti. İngilizler’in bu resmi politikalarına rağmen Kuveyt’teki siyasi memurları Captain William Shakespear ise farklı düşünmekte ve Abdülaziz’i cesaretlendirmekteydi. Nitekim Balkan Harbi ile ilgili gelişmeleri de Abdülaziz’e bildiren oydu. Ahsa’da bir mukavemet ile karşılaşmayacağını öğrenen Abdülaziz, Nisan 1913 tarihinde başında bulunduğu kuvvetler ile Ahsa’ya yöneldi. Gerçekten de bir mukavemet ile karşılaşmadı ve 4 Mayıs’ta şehre girerek az sayıdaki askerler ile Osmanlı Devleti memurlarını Ahsa’dan çıkarıp hedefine bir adım daha yaklaştı. Ardından aynı yılın Mayıs ayı sonuna kadar kendini denize ulaştıran Uceyr ve Katıf bölgelerinin kontrolünü eline geçirdi. Bu yeni durum Osmanlı hükümetinde şok etkisi yarattı. Önce askeri bir müdahale gündeme gelmiş ise de bunun imkansızlığı dikkate alınarak, Basra valisi Süleyman Şefik, Basra Nakibu’l Eşrafı ve eski Necid mutasarrıfı Talib el Nakip ve Kuveyt Şeyhi Mubarek el Sabah aracılığı ile Mayıs 1914’te Abdülaziz ile bir anlaşmaya varıldı; kendisine Paşalık ünvanı ve Necid valiliği verildi. Böylece Abdülaziz’in durumu resmileştirilerek öncelikle İngiliz himayesine girmesi engellenmiş oldu. Aynı zamanda Abdülaziz’ın büyük bir devlet kurmasının da önü açıldı. Çok geçmeden I. Dünya Savaşı başlamış ve Osmanlı Devleti de savaşta yer almıştı. İlan edilen cihad fetvası devletin valisi sıfatı ile Abdülaziz’e de bildirildi ise de o, kendisine düşmanlık besleyen İbn Reşid’ı bahane ederek cihad çağrısına katılmayı reddetti. Gerçekte ise Basra körfezinde etkin olan İngilizler ile karşı karşıya gelmek istemiyordu. Aslında bu siyasetinin olumlu so- 91 92 Modern Ortadoğu Tarihi nuçlarını alarak, 1915 yılında savaşta tarafsız kalması karşılığında İngilizler’in desteğini sağlayan gizli bir anlaşma da yaptı. O sıralarda İngilizler, Mekke emiri Şerif Hüseyin’i Osmanlı devletine karşı isyana hazırladıkları için Abdülaziz’in tarafsızlığı önemli idi. Bundan fazlasına ihtiyaçları yoktu. Abdülaziz bir tarafİdrisîler: Mağrıpli Ahmed tan İngilizleri tatmin etmişken diğer taraftan da kendine bağlı kabileleri teşvik b. İdrisi soyundan gelen ederek Cebel-i Şamar ve Hicaz taraflarına akınlar yapmalarını sağladı. Bir yanMuhammed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed El İdrisî dan da Suriye’de Cemal Paşa ve Medine’deki Fahreddin Paşa’ya heyetler göndeyırmınci yüzyılın başında rip onların muhtemel tepkilerini de ölçmekteydi. Nitekim savaşın sonuna kadar Yemen’ın bir sancağı olan Asir’e gelerek dinî söylemleri faaliyetlerini merkezi Arabistan’ın dışına çıkarmayan Abdülaziz, 1918’de Mondile kabileleri başına toplayıp, ros Mütarekesi ile Osmanlı Ordularının bölgeden çekilmesi üzerine İdrisî’nin 1909 yılında Asîr’de bir devlet idaresinde Yemen’in bir parçası olan Asir’e yöneldi ve 1919-1921 yılları arasıda kurmaya teşebbüs etmiştir. Osmanlı Devleti’nin İtalya sürdürdüğü mücadele ile Asir’i topraklarına kattı. Fakat bu ilhak resmen 1932 Savaşı’nı fırsat bularak nüfuz yılında gerçekleşebildi. 1921 yılında Hail’de kalan son Reşidileri de oğlu Faysal alanlarını genişletmiştir. Hatta İtalyanların desteğini komutasında gönderdiği kuvvetler ile yenerek hükümranlık sahasını genişletti. sağlamıştır. İki taraf Aynı yıl muhtemelen Şerif Hüseyin’in İngilizlerin desteği ile sağladığı Hicaz Kralı arasında yaşanan savaşlarda Osmanlı askerleri büyük unvanına karşılık Necid Sultanı unvanını kullanmaya başlayan Abdülaziz, ertesi kayıplar vermiştir. Aynı yıl bu unvanı değiştirerek Necid ve Civarının Sultanı’nı kullanmaya başladı. Bu zamanda Zeydilere karşı olması hasebi ile Türkler ile arada İngilizlerin gözetiminde 1922 yılında yaptığı Muhammara anlaşması ile Zeydî İmam Yahya’nın ona Irak sınırını belirlerken, bir süre sonra da Doğu Ürdün ve Kuveyt sınırlarını bekarşı birleşmelerine imkan lirleyen anlaşmaları tamamladı. vermiştir. Resim 4.3 Suudi Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz bin Abdurrahman (1876-1953) Kaynak: Daretu’l Melik Abdülaziz Arşivi, Riyad İngilizlerin himayesinde kurulmuş olan Hicaz Haşimi Krallığı topraklarına 1924 yılında yönelen Abdülaziz (İbn Suud), 1925 yılına kadar sürdürdüğü savaşlar ile 93 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen Hicaz bölgesini de tamamen hakimiyetine kattı ve ertesi yıl kendisini Hicaz Kralı ve Necid ve Civarının Sultanı olarak ilan etti (1926). Aynı yıl -henüz dünya tanımamış iken- Türkiye Cumhuriyeti bu yeni siyasi yapıyı resmen tanıdı. 1927 yılında unvanından Sultan kelimesini çıkararak kendini Hicaz ve Necid Kralı ilan eden Abdülaziz, topraklarına Cazan bölgesini katmak için faaliyetlere başladı. Aslında İbn Suud devletini kurarken en azından rakibi olan Haşimiler gibi doğrudan yabancı desteğini almadığından dolayı bölgede meşruiyeti kolayca yayıldı. Ancak İngilizler ile ilişkileri ve dolaylı da olsa onlardan destek alması kendisine karşı bir muhalefetin de oluşmasına neden oldu. Resim 4.4 Suudi Arabistan’ı ilk tanıyan ülkelerden biri Türkiye Cunhuriyeti olmuştur. İki ülke arasında 1929 yılında dostluk anlaşması imzalanmıştır. Bunun üzerine Kral Abdülaziz’in oğlu Emir Faysal Türkiye’yi Ziyaret etmiştir. Cumhuriyet, 18 Hazıran 1932 Kral Abdülaziz, topraklarını genişletip devletini kurma yolunda ilerlerken en büyük muhalefeti yine kendi kurduğu ihvan gurubundan ve bir devletin himaye- 94 Modern Ortadoğu Tarihi sinde olmayı reddeden kabilelerden görmüştür. Diğer taraftan Hicaz’ı da topraklarına katması ile vehhabiliği benimsemiş Necid’li kimi kabileler, yeni anlayışlar ve teknoloji ile karşılaştılar. Bu da vehhabiliğin temelini teşkil eden “bid’at” tartışmalarını beraberinde getirmiş ve Kral Abdülaziz’i hayli zor durumda bırakmıştır. Bu yüzden güç kullanan Kral Abdülaziz geçmişte yararlandığı en güçlü İhvan liderlerinin üzerine gitmiştir. Kuveyt’e kaçan pek çok ihvan mensubu İngilizlerin yardımı ile geri döndürülmüş ve hapse atılmışlardır. Bu olaylardan sonra eğitime yönelen Kral, bu sayede vatandaşlık bilincini geliştirmeyi umuyordu. Ayrıca zekice bir yaklaşım ile çeşitli kabilelerden evlilikler yaparak, bedevilerin önem verdikleri akrabalıklar tesis edip bağlılıklarını sağlamaya çalışmıştır. Nitekim Kral Abdülaziz öldüğünde ardında 34 erkek (bir rivayete göre de 53) ve sayısı bilinmeyen pek çok kız çocuk bırakmıştır. 1932 yılından itibaren önce maliye akabinde de hariciye işlerini sürdürecek kurumları hayata geçiren Kral Abdülaziz, dini liderlerin itirazlarına rağmen 1933 yılında petrol arama imtiyazını bir Amerikan şirketine (Standart Oil of California) vermesi ile dünya gündeminde yer almaya başlamıştır. Petrol 1938’de bulundu ise de Suudi Arabistan ancak II. Dünya Savaşından sonra petrolden istifade edecektir. Elde edilen petrol gelirleri ile yollar, limanlar, hastaneler, sulama kanalları ve yeni şehirler kurulmuştur. Suudi Arabistan 1960 yılında OPEC’in kurucu üyesi olmuştur. Suudi Arabistan 1972 yılında ülkede petrol imtiyazını elinde bulunduran ARAMCO’nun (Arabian American Oil Company) %20 hisselerini aldı, 1976 yılında ise şirketi tamamen millileştirdi. Kral Abdülaziz, ölümü olan 1953 yılına kadar; akabinde oğulları Suud 1964; Faysal 1974; Halid 1982; Fahd 2005 yılına kadar Suudi Arabistan’ı idare etmişlerdir. Kral Suud zamanında petrol işçilerinin yoğun sorunları ülkede bir dizi problemler yarattı. Kral Faysal zamanında da birçok yenilikler yapılarak Suudi Arabistan’ın modern bir devlete dönüşmesi sağlandı. Özellikle adli sistem ve kamu sektörleri alanlarında gelişmeler oldu. Ülkede yabancı işçi sayısı hızla arttı. Şu anda (2013) Kral Abdullah (Kral Abdülaziz’in oğlu), hem kral ve hem de hükümet başkanı olarak ülkeyi idare etmektedir. Veliahd ise kardeşi Emir Selman’dır. Krallığın seçim şekli ile ilgili herhangi bir kural yoktur. Bu yüzden şu ana kadar seçilen kralların hepsi Abdülaziz’in oğulları arasından seçildi. Henüz kraliyet üçüncü nesle intikal etmedi. Ancak bunun doğurduğu sorunları gidermek üzere 2006 yılında yine otuz beş aile üyesinden oluşan bir konsey (Hey’et’ul-Bey’a/Biat Heyeti) kuruldu ve artık veliahd bu heyet tarafından atanmaktadır. Dört yıl için atanan Suud hükümetinin önemli bakanlıkları da aileden gelen isimlerden seçilmektedir. Ülkede 1980 yılında kurulmasına rağmen ancak 1993 yılında hayata geçirilen ve 150 üyeden oluşan bir Meclis-i Şura bulunmaktadır. Fakat etkin bir meclis değildir. Ülke, başkent Riyad ve Mekke ve Medine ile birlikte on üç idari bölgeye ayrılmıştır; her bölge kraliyet ailesine mensup bir emirin idaresi altındadır. Son yıllarda belediye teşkilatlarının da kurulup, başkanlarının seçimle belirlenmesi Kral Abdullah’ın açılım ve değişim politikası olarak değerlendirilmektedir. Hemen her kral döneminde eğitime önemli yatırımlar yapılmış ise de, hâlâ ülke kendi ihtiyacını karşılayacak düzeyde eğitilmiş insana sahip değildir. Ülke ekonomisinin nerede ise tamamı petrol gelirlerine dayalıdır. Ayrıca hac gelirleri ve son yıllarda çeşitli alanlarda yapılan yatırımlar da önemli ekonomik kaynakları arasındadır. Ülkede okuma yazma oranı erkeklerde % 85, kadınlarda %79 dur. Kapalı bir toplum olması ve ayrıca vehhabi mezhebinin sanata yaklaşımı yüzünden kültür ve sanat faaliyetleri yok denecek kadar azdır, ancak geleneksel Arap edebiyatı ve şiir bir hayli gelişmiştir. 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen 95 Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Siyasi Yapılanmalar: Suudi Arabistan’da siyaset yasaktır. Mutlak monarşi egemendir. Kralın yetkilerini şer’î hükümlerin dışında hiçbir şey kısıtlamamaktadır. Bu yüzden kralı denetleyen mekanizma sadece Muhammed b. Abdilvehhab’ın soyundan gelen (Âl-i Şeyh) ulema sınıfıdır. Her iki taraf arasında akrabalıklar da tesis edildiğinden yetkiler adeta yazılı olmayan kurallar ile aralarında bölünmüştür. Buna rağmen Suudi toplumu dünyada ve bölgesindeki gelişmelerden uzak tutulamamıştır. Pek çok gizli ve açık siyasi guruplar ortaya çıkmıştır. Ülkenin yasama kaynağı olan Hanbeli mezhebinin vehhabi yorumunu dahi tenkit eden Yeni Vehhabî Hareketi (Selefîler) bunlardan bir tanesidir. Resmi dini görüşü eleştirerek her türlü seküler gelişmelere karşı çıkmaktadırlar. Londra merkezli olarak teşkilatlanan bu gurup, zaman zaman Suudi Arabistan’da da gösteriler yapmışlardır. Muhtemelen Suudi yönetimi bu gurubu içerden uzak tutmak için ülke dışındaki faaliyetlerinde destek olmaktadır. Nitekim Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde taraftar bulmaktadırlar. Ülkedeki en önemli siyasi bir gurup da Şii İslamî guruptur. Uzun süre baskı altında kalan Suudi Şiileri 1979 İran devriminden sonra seslerini yükseltmeye başlamışlardır. Kendi aralarında birlik olmasa bile Suudi Arabistan’ın en büyük siyasi gurubudurlar. Ülkenin doğusundaki nüfusu temsil etmektedirler. Yaşadıkları yerler aynı zamanda petrol bölgesi olduğundan Suudi Arabistan için hayati önem taşımaktadır. Bu yüzden zaman zaman yönetim Şii önderler ile diyalog geliştirme ihtiyacı duysa da bugüne kadar yapılanlardan hiçbir sonuç alınamamıştır. Suudi Arabistan-İran ilişkilerinin sürekli bozuk olmasında İran’ın Suudi Arabistan ile çatışan bölge politikaları ve bu gurubu desteklemesi gelmektedir. Aslında ABD’nin bölge politikalarıyla uzun süre statükoyu koruyan iki taraf, 1979 Humeyni devriminden sonra ilişkileri husumete dönüştürmüştür. Zira bölgedeki Şiilerin önemli bir bölümü İran’daki müçtehidleri taklid ettikleri gibi Şiilerin her yıl ödedikleri ve toplamda çok büyük yekünü oluşturan Hums’un önemli bir bölümü İran’daki müçtehidlere gitmektedir. Bu durum ise Suudi Arabistan için bir tehdit olarak algılanmakta ve Şii nüfusa karşı daima güvensizlik duyulmaktadır. 1960 yılında entelektüeller ve üniversiteliler arasında başlayan bir başka siyasidinî hareket de Reformcu Şavî’lerdir. Mısır kökenli İhvan-i Müslimin’in etkisinde olan bu gurup aynı zamanda muhalefette Şiiler ve Liberaller ile de ortaklık yapabilmektedirler. Bir kısım teknokrat, serbest meslek sahibi ve iş adamlarının desteklediği diğer bir siyasi gurup ise Liberal Reformculardır. Gerçekte bir fikir birliğine sahip değillerdir. Kimi vehhabiliği yeniden yorumlamak isteyen muhafazakar çizgide, kimisi de Liberal veya Şavîler ile ayni çizgide bulunmaktadır. Ancak etkin bir gurup değildir. Suudi Arabistan’ı sarsan en ciddi siyasi guruplar, Kasım 1979’da Kabe Baskınını liderleri Cuheyman bin Muhammed bin Seyf el Uteybî önderliğinde gerçekleştiren Radikal Redciler ile ABD’nin Afganistan’da savaşmak üzere organize ettiği savaşçıların sonradan oluşturdukları El Kaide’dir. Kabe’yi silahla basarak iki hafta ellerinde tutan Cuheyman ve adamları ancak Fransızlardan alınan yardım ile Kâbe’den çıkarılabildi. Bir kısmı çatışmalarda öldürüldü bir kısmı da sonradan idam edildi. Aynı günlerde ülkenin doğusunda Katıf bölgesindeki Şiiler’in de Cuheyman ve adamlarını desteklemek için gösterilere kalkışması Suudi yönetimini hayli sarsmıştır. Bu olayların arkasında İran’da aynı sıralarda yaşanan gelişmelerin (Humeyni Devrimi) olduğunu düşünen Suudiler, ABD ile ilişkilerini geliştirdikleri gibi, silahlanmaya da daha fazla yatırım yapmaya başladılar. (Smith, 2006: 105) Taklid: Şii itikadına göre, her şii, dini uygulamalarında, yaşayan bir müçtehidi (dini konularda fikir üretebilen) taklid etmek zorundadır. Taklid edene Mukallid, taklid edilene de Müçtehid veya Merce’u’t-taklid adı verilir. Şii toplumunda en önemli yeri işgal eden müçtehidlerin etkisi de büyüktür. Ayrıca topladıkları Hums ile tükenmez mali kaynakları bulunmaktadır. Hums: 1/5 anlamındadır. Şiilik inancına göre her şii kazancının 1/5ini taklid ettiği müçtehid veya onun belirlediği yere vermekle yükümlüdür. Buna Hums adı verilir. Müçtehid bu gelirleri, üçe taksim eder. Bir bölümü fakirlere, bir bölümünü de Şiilerin dini ve dünyevî işlerini düzenlemeye (Şii kutsal mekanlarının bakımına, medreselere ve orada uzun yıllar okuyan talebelere) kalan kısmını da şahsı tasarrufu ile kendisine ve etrafındakilere harcar. Günümüzde Şii dinî liderlerin sahip olduğu gücün büyük bir kısmı kontrolü olmayan ve tükenmeyen bu kaynağa dayanmaktadır. 96 Modern Ortadoğu Tarihi Tanınmış ve zengin bir aileye mensup olan Usame b. Ladin 1984 yılında, ABD’nin desteğinde Pakistan ve oradan Afganistan’a giderek Sovyetler Birliğine karşı savaştı ve El Kaide’yi bu süreçte kurdu. 1989’da tekrar Suudi Arabistan’a döndü ve bu sefer Irak başta olmak üzere ABD’nin bölge politikaları ile ters düştü. 1991 yılında yeniden Taliban yönetimindeki Afganistan’a giderek El Kaide aracılığı ile bütün dünyadaki ABD’nin menfaatlerini tehdit etmeye başladı. Ayrıca, Afganistan başta olmak üzere birçok İslam ülkesinde teşkilatlanarak terör faaliyetlerine başladı. Bu çerçevede hedef aldıkları sistemlerin başında ABD ile müttefik olan Suudi yönetimi oldu. Nitekim taraftarları Suudi Arabistan’da birçok eylemde bulundu. El Kaide, 11 Eylül 2001’de New York Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a düzenlediği saldırılardan sonra, bütün dünyada olduğu gibi Suudi Arabistan’da da takibata uğradı ve tamamen yer altına çekildi. İdeoloji olarak Selefiliği benimsemiş bir guruptur. Bu yüzden bir çok Selefi gurubu da teröre yakınlaştırmış hatta bulaştırmıştır. Uluslararası Siyaset: İçeride istikrarı sağlamak, isyancı kabileleri bastırmak ile uğraşırken 1920li yıllardan itibaren diplomatik ilişkilere de başlayan Abdülaziz (İbn Suud), dış dünyanın da bir hayli ilgisini topladı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de bu gelişmelere ilgisiz kalmadı. Aslında o tarihlerde bağımsız kalabilen yegane iki Müslüman devlet vardı. Birisi milli mücadele ile ülkedeki işgalleri kaldıran Türkiye; diğeri de mevcut durumdan yararlanarak Arap yarımadasında birliği sağlayan Suudi Arabistan idi. Bu yüzden iki ülke liderleri arasında başlangıçta dolaylı sonra da doğrudan iletişim kurulmuştur. Mustafa Kemal, 1926 yılında İbn Suud’un girişimi ile Mekke’de toplanan Hilafet kongresine Edip Servet Bey’i delege olarak gönderdiği gibi aynı yıl Cidde’de de Türkiye Cumhuriyeti Maslahatgüzarlığı açılmıştır. Türkiye daha da ileri giderek 1927 yılında Kral Abdülaziz ve Yemen İmamı Yahya arasındaki ihtilaflarda aracılık girişiminde bulunmuştur. 1929 yılında ise Türkiye Cumhuriyeti ile Hicaz ve Necid Krallığı arasında dostluk anlaşması imzalanmıştır. 1932 yılında İngiltere’nin de Suudi Arabistan’ı resmen tanıması üzerine Abdülaziz unvanını Suudi Arabistan Kralı (Meliku’l-Memleketi’lArabiyyeti’s-Suudiyye) şekline dönüştürmüştür. Aynı yıl Abdülaziz’in oğlu Emir Faysal Türkiye’yi ziyaret ederek Mustafa Kemal’e kralın mektubunu getirmiştir. Oldukça sıcak karşılanan ve İstanbul ve Ankara’da temaslarda bulunan Faysal, Türkiye’den etkilenerek ülkesine gitmiştir. Bu tarihten sonra özellikle ikinci dünya savaşına kadar karşılıklı işbirlikleri aranmış ve o günkü şartlarda kısmen de olsa hayata geçirilmiştir. 1947 yılından sonra resmi hac organizasyonunun başlamasıyla, Türkiye bir kere daha Suudi Arabistan ile ilişkilerini geliştirme ihtiyacı duymuştur. Fakat bu ilişkiler hac konusu dışına taşmamış özellikle Türkiye’nin Nato’ya girmesi ile de adeta durma noktasına gelmiştir. Aslında iç politikalarında büyük farklılıklar olsa bile dış politikalarında büyük benzerlikleri bulunan (Örneğin: Suudi Arabistan da Türkiye gibi II. Dünya Savaşında tarafsız kalmış ve son anda 1945 yılında Almanya’ya savaş ilan etmiştir.) Türkiye ve Suudi Arabistan uzun süre birbirleri ile üçüncü taraf üzerinden ilişki kurabilmişledir. Ancak 1980li yıllardan itibaren önce Türkiye’deki iktisadî zorunluluklar ile bölgeye giden işgücü, müteahhitlik hizmetleri ve ticaret yoluyla başlayan ilişkiler daha da gelişerek bu günkü seviyeye ulaşmıştır. Bütün gelişmelere rağmen geçmişteki tarihi ilişkilerden dolayı Türkiye ile mesafeli durmayı amaçlayan ve özellikle Suudi Arabistan’ın Osmanlı geçmişini unutturmaya çalışan guruplar hâlâ mevcuttur. Kuruluş yıllarında Suudi Arabistan’in komşuları ile ilişkilerine yukarıda değinilmişti. Ancak genel olarak tarih içinde kendisinden daha küçük olan Körfez ül- 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen keleri üzerinde etkin olduğu bilinmektedir. Gerçi, Birinci Dünya Savaşı’ndan 1970li yıllara kadar birçok Körfez ülkesi hâlâ İngilizlerin kontrolünde olduğu için ilişkileri belirleyen taraf o küçük emirliklerden ziyade İngiltere idi. Bu yüzden ilişkileri çoğu kere iki taraflı irade ile şekillendiğini söylemek mümkün değildir. Suudi Arabistan, coğrafi olarak uzantısı gibi gördüğü; ayrıca eskiden beri vehhabiliği de benimsemesi yüzünden (2003’den sonra değişim başlamıştır) Katar üzerinde daima etkin olabilmiştir. Katar’ın sınırları büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yapılan 1913 Osmanlı-İngiliz anlaşmasıyla belirlenmişti, bu yüzden arada paylaşım sorunları da bulunmamaktadır. Kuveyt ve Bahreyn ile ilişkileri ise sınır sorunları yüzünden uzun süre değişken olmakla birlikte zaman içinde normalleşmiştir. Hatta sahip olduğu savunma potansiyeli ile Suudi Arabistan bu gün iki devletin hamisi görünümündedir. Diğer Körfez emirlikleri ve Uman ile de uzun süre sürtüşmeler yaşanmıştır. Bunun temel nedeni hareket halindeki bedevi kabilelerin tabiiyeti ve sınır sorunlarıydı. Ancak Birleşik Arap Emirlikleri’nin kurulması ve İngilizlerin araya girmesiyle kısmen sınır düzenlemeleri yapıldı ve sorunlar anlaşmalar ile çözümlendi. Bugün bölgede en önemli organizasyon 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Teşkilatı’dır (GCC) ve Suudi Arabistan bu teşkilatın lokomotifi durumundadır. Gerçekte ekonomik işbirliğini öngören bu teşkilat, Arap Dünyası’ndaki son gelişmelerden itibaren de siyasi bir blok oluşturmuştur. Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Uman’dan oluşan birlik; Körfez ülkelerinden olmamasına karşılık Ürdün ve Fas’ı da gözlemci olarak birliğe katmışlardır. Bu durum aslında bölgede bir “monarşi birliğini ve dayanışmasını” sağlama olarak da değerlendirilmektedir. Zira, gözlemciler dahil üyelerin tamamında monarşi egemendir. Diğer taraftan Yemen, coğrafi olarak yakınlığını ileri sürerek yıllardan beri kuruluşa gözlemci olarak katılmak istemesine rağmen kabul edilmemesi, bir önceki fikri destelemektedir. Körfez İşbirliği Teşkilatı, Arap Dünyası’nda kurulan işbirliği organizasyonlarının en başarılısı olduğu kabul edilebilir. Birlik, ülkeler arasında pasaportsuz geçişler, ekonomik işbirlikleri, gümrük mevzuatlarında birliktelik sağlayarak vatandaşlarına önemli avantajlar sunmuşlardır. Suudi Arabistan kuruluşundan beri Arap Birliği Teşkilatı’nın üyesi olmakla birlikte, Birliğe karşı zaman zaman mesafeli duruşu ile onu etkisiz kılmıştır. Arap Dünya’sının en önemli ülkelerinden biri olan Mısır ile daima iyi ilişkiler geliştirmeye özen gösteren Suudi Arabistan, özellikle Cemal Abdunnasır’ın PanArabizm fikrine karşı da soğuk durmuştur. Hatta buna karşılık İslam Birliği fikrini desteklemiş ve ön plana çıkarmıştır. Buna rağmen Filistin meselesinde ve İsrail karşıtlığında Mısır’ın yanında yer almış, hatta maddi destekler sunmuştur. Ancak Nasır döneminde yaşanan Yemen meselesinde ise Mısır’ın politikalarına karşı sert tavır almıştır. Diğer taraftan 1945’lerden itibaren yaşanan Arap Birliği-İslam Birliği tartışmaları, 1969 yılında İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ,) (şimdiki ismi İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) kuruluşunu da sağlamıştır. İsrail’e desteğinden dolayı ABD ve bazı Avrupa ülkelerine OPEC’in 1973 yılında başlattığı petrol ambargosunun başını Suudi Arabistan çekmiştir. Bir taraftan ABD ile ilişkilerini geliştirirken paradoksal bir şekilde ABD’nin baskısı ile 1979’da Camp David’de Mısır ile İsrail arasında yapılan anlaşmaya da karşı çıkmış; hatta bu yüzden Mısır’a uygulanan Arap ambargosunun da başını çekmiştir. Aynı süreçte 1981 yılında Reagan yönetimine ABD kongresinin getirdiği kısıtlamaları devre dışı bırakmak için gizlice 32 milyar dolar para yardımı yaparak, Nikaragua sorununun halledilmesini sağlamıştır. Bütün bu örnekler Suudi Arabistan’ın dış 97 98 Modern Ortadoğu Tarihi politikada oldukça pragmatist hatta bir ölçüde makyevelist bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir. Önce İngilizlerin ardından ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki olmasına rağmen Suudi Arabistan eski Sovyetler Birliği ile de daima iyi ilişkiler geliştirmiştir. Bunda kuruluş aşamasında kendilerini ilk tanıyan ülkelerden birinin Sovyetlerin olmasının da etkisi olmuştur. Bölge politikalarında farklı düşüncede olsalar bile geçmişte Sovyetler Birliği ile kurulan ilişkiler bu gün Rusya ile de sürdürülmektedir. Bir başka ifade ile Suudi Arabistan ABD ile mevcut sıkı ittifakını bir ölçüde Rusya ile olan dostluğuyla dengelemeye çalışmaktadır. 2 Sizce Suudi Arabistan’ın istikrarını sürekli kılmasına engel olan iç ve dış temel faktörler nelerdir? ARAP YARIMADASI’NIN GİZEMLİ ÜLKESİ: YEMEN Coğrafya ve Jeopolitik Gat ve Gat Meclisi: Afrika kökenli bir bitki türü olan Gat (Catha edulis) ağızda uzun süre tutulduğunda uyarıcı/ uyuşturucu etkisi olmaktadır. Yemen toplumunun gündelik hayatında önemli yer tutmaktadır. Hemen herkes hergün öğleden sonra bu bitkiden edinerek kullanmaktadır. Bu vesile ile belli saatlerde evlerde ‘gat meclisi’ diye ifade edilen toplantılar yapılmaktadır. Ev sahibi misafirlerine gat ikram etmekte veya misafirler getirdikleri kendi gatlarını ağızlarının bir tarafına depolayarak saatlerce sohbet etmektedirler. Bu bitki evlerin bahçelerinde yetiştirildiği gibi büyük oranda ticari tarlalarda da yetiştirilmektedir. Bu alışkanlık Yemenliler’in kazançlarının büyük bir bölümünü almakta ve hem de çalışma hayatını engellemektedir. Arap Denizi, Aden Körfezi ve Kızıldeniz ile çevrili olan Yemen, Suudi Arabistan ile Uman arasında 527. 968 kilometre karelik orta büyüklükte olan ve Arap Yarımadası’nın güneybatısında yer alan bir ülkedir. Arap Yarımadası’nda en eski uygarlıkların yeşerdiği verimli bir coğrafya olduğu için tarihte bu bölgeye “Mutlu Yemen” ismi verilmiştir. Resmi adı “Yemen Cumhuriyeti”dir. Tarihte ve bugün kullanılan deniz yollarının güzergahında olması ülkenin jeopolitiğini belirleyen en önemli unsurdur. Özellikle bugün dünyanın en önemli deniz geçiş yolu olan Kızıldeniz ile Aden Körfezi’ni birbirine bağlayan Babu’l-Mebdeb boğazının varlığı ülkeye stratejik bir konum kazandırmaktadır. Ayrıca Haniş, Kamaran ve Perim adaları gibi 200 ada ve adacığa sahiptir. En büyük ada, ana karadan 354 km. uzaklıkta Arap Denizi’nde olan Sukatra adasıdır. Bu da Yemen’in jeopolitiğini arttırmaktadır. Ülke -bugün kullanamıyor olsa da- zengin maden rezervlerine sahiptir. Batı’daki verimli arazisinin yanında petrol, kaya tuzu, kömür, kurşun, nikel, altın gibi rezervleri ve kahve üretimi vardır. Yemen’in iç tüketimine hitap eden ve bir çeşit uyuşturucu bitki olan Gat önemli bir gelir kaynağı olduğundan genel olarak hem ziraat hem de toplumu olumsuz yönde etkilemektedir. Günümüzde Yemen idari taksimat olarak 20 vilayet ve bir büyük şehir belediyesinden (Başkent Sana) meydana gelmektedir. Etnik ve Dinî Yapı En eski Arap toplumunu temsil eden Yemen bir kabile toplumudur. Özellikle ülkenin kuzey tarafları (Yukarı Yemen) kabilelerin etkin olduğu yerlerdir. Güney’de kabilevi toplum yapısı daha zayıf olmakla birlikte, burada yaşayanların çoğunun da bir şekilde Kuzey’dekiler ile akrabalık bağları bulunmaktadır. Genelde devlet önünde kendi nüfuz ve mevkilerini muhafaza etme arzusu duyan kabilelerin zaman zaman birbirleri ile menfaatleri çatışmaktadır. Ancak Zeydî mezhebine mensup kabileler tarih boyunca bütünlük arzederek Yemen içinde 1962 yılına kadar özel statülerini muhafaza edebilmişlerdir. Ülkede Afrika Arapları, Güney Asya kökenliler ile az da olsa Avrupalılar da bulunmaktadır. Ayrıca Osmanlı döneminden kalma Türk kökenli aileler de mevcuttur. Yerli halka karışan ve şehir toplumunda oldukça prestijli bir yeri olan Türk asıllıların (bir gurup oluşturmamışlardır) sayısı hakkında net bilgi bulunmamaktadır. Yemen’de başta Somali ve Irak kökenli olmak üzere 150 bin civarında (2010 itibari ile) da mülteci yaşamaktadır. 99 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen Yemen toplumu dini bakımından genel olarak Sünnî/Şafi’î (sınırlı sayıda Maliki ve Hanbeli) ve Zeydî mezhebine mensup Müslümanlardan oluşmaktadır. Ayrıca başta İsmailiye olmak üzere muhtelif Şiî kollarına mensup guruplar da bulunmaktadır. Avrupalı Hıristiyanların dışında yerli Yahudiler de mevcuttur. İsrail Devleti’nin kuruluşuna kadar önemli bir yekün tutan Yahudiler, meşhur “Sihirli Halı Operasyonu” ile İsrail’e göç ettirilince buradaki Yahudi cemaatı oldukça sınırlı bir sayıya inmiştir. Ayrıca az da olsa bölgede ticaret yapıp kalan Hindular vardır. 2012 yılı tahmini nüfusu 24.771.809 olan ülkede doğum oranı hayli yüksektir. Yemen’in gelecekte Ortadoğu’da nüfus bakımından en büyük ülkelerden birisi olacağı tahmin edilmektedir. Nüfusunun yüzde elliye yakını yoksulluk sınırında yaşayan Yemen, dünyanın en fakir ülkelerinden birisidir. Özellikle kabileler ve mezhepler arasında devam eden çatışmalar yüzünden ülkede bakıma muhtaç milyonlarca yetim çocuk bulunmaktadır. Resim 4.5 Yemen’in Başkenti San’a’dan bir görüntü Foto: Zekeriya Kurşun Tarih İçinde Yemen Tarihi geçiş yolları üzerinde olması ve en azından bir kısım topraklarının verimli olması Yemen’in çok erken devirlerde yerleşim yeri olmasını sağlamıştır. Yapılan kazılar taş devrinde bile burada yerleşimin olduğunu göstermektedir. Arap yarımadasında petrol arama imtiyazı almasının akabinde bölgede kazı çalışmalarını da destekleyen Aramco Şirketi 1937’de Yemen’de de kazılar başlatarak Yemen’in milattan önceki devirlerini aydınlatan çalışmalar yaptırmıştır. Özellikle F. Homme ve E. Glase’nin araştırmaları M.Ö. 2000li yılara ait ve destanlara konu olan Sebe Krallığı’nın kalıntılarını ortaya çıkarmıştır. Arkeolojik açıdan zengin bir alan olan Yemen’de pek çok batılı arkeolog kazılar yapmış ve birçok eski yerleşim yeri keşfetmişlerdir. Ancak dünya tarihinin önemli bir parçasını teşkil eden bu keşifler her nedense modern tarih yazımına yeterince yansıtılmamıştır. İslam tarihçilerine göre Yemen, Arapların atası sayılan Hûd peygamberin oğlu Kahtan dönemine kadar inmektedir. Bu yüzden Yemen Arapları ve oradan Arap 100 Modern Ortadoğu Tarihi Yarımadası’na göçenler Kahtanîler olarak bilinmektedir. Nitekim eski çağlarda bu coğrafyada Ma’in, Sebe ve Himyeri devletleri kuruldu. Son iki devlet Kur’an’da da zikredildiği gibi bugün onlara ait pek çok maddi kalıntılar da bulunmaktadır. Bu devletler Habeşistan ve Eritre’ye kadar uzanarak büyük imparatorluklar oluşturduktan sonra tarihe karıştılar. Ardından bölgede Katban, Evsan ve Hadramut gibi küçük devletçikler kurulmuştur. Yemen M.Ö 25 yıllarında Roma’nın istilasına uğradı ise de onlar burada kalıcı olamamıştır. Romalılar’dan sonra Yemen, Habeşliler ile Persler (Sasaniler) arasında kalmıştır. Sasaniler 575 yılında burada kısa ömürlü bir devlet kurdular. Tarihi boyunca uzun süren mücadelelerde Yemen’in eski gelişmişliği tahrip olmuş ve tamamen bedevî hayata dönülmüştür. Bu yüzden tarihi yerleşim yerleri değişmiş ve zamanla Aden, Sana, Zebid ve Ta’iz gibi yeni şehirler oluşmuştur. Ayrıca pek çok Yemenli kabile de Arap Yarımadası’nın başka bölgelerine göç etmiştir. Örneğin İslam tarihinde adları sıkça geçen Medine (Yesrib)’deki meşhur Evs ve Hacrec kabileleri (Ensar) Yemen kökenlidir. İslam, Yemen’de erken dönemde, Hz. Muhammed’in zamanında yayılmış ve ardından M.S. 630 yılında Sasanilerin devri biterek bölge tamamen Müslümanların eline geçmiştir. Bu tarihten itibaren önce dört halifenin ve daha sonra da Emevi ve Abbasilerin idaresinde kalan Yemen’de bazı mahalli vassal hanedanıklar ortaya çıkmıştır. Sonuncuları Memlüklere bağlı olan Resuliler (1229-1454) ve Tahiriler (1454-1517) olmuştur. Resûliler’in kökeni Türk kabul edildiği için Yemen’de ilk Türklerin varlığı onlara dayandırılabilir. Ancak gerçekte Türkler Osmanlı Devleti ile birlikte Yemen’de etkin olmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti 1517 yılında Mısır’ı kendi topraklarına katması ile birlikte tabii olarak Yemen’e de ilgi duydu. Zira hem Hind Okyanusu’na açılan bir kapı olması ve hem de Mısır’ın alınma gerekçesinin aynen Yemen için de geçerli olması bu ilgiyi doğuran sebeplerden idi. Mısır bir taraftan Harameyn’in (iki kutsal kent: Mekke ve Medine) kapısı iken, diğer taraftan da Yemen güneyden aynı işlevi görüyordu. Hint Okyanusu ve Aden Körfezi üzerinden (Yemen tarafından) gelecek tehdit Haremeyn’i doğrudan etkilemekteydi. Bu yüzden Haremeyn’in dış tehditlere karşı korunması (o zaman Portekizliler) ancak buraların kontrol edilmesine bağlı idi. Hürmüz Boğazına yerleşen Portekizliler ayrıca Hindistan’a ulaşan baharat ve tekstil yolunu da keserek ticareti engellemekteydiler. Aynı dönemde Yemen bu tehdide karşı durabilecek siyasi istikrardan mahrumdu. Uzun zamandan beri Yemen’i kontrol eden Tahiriler’in nüfuzu azalmış ve Aden ile sınırlı kalmıştı. Bölgede daha çok Mısır’daki Memlüklere bağlı Çerkez kumandanlar etkindi. Bu kumandanlar ve Tahiriler Mısır’a bağlı olduklarından Mısır’daki değişiklikten tabii olarak etkilenmekteydiler. Mısır’ın yeni Osmanlı valisi Hayri Bey, o sırada Mısır adına Yemen’de hükmeden Emir İskender’i Osmanlı kanunlarını uygulaması şartı ile yerinde bıraktı. O da kısa zamanda hutbeyi Osmanlı Padişahı adına okutmaya başladı. Ancak Yavuz Sultan Selim’in ölmesi üzerine (1520) İskender tekrar bağımsız davranışlar sergiledi. Cidde’den gönderilen kuvvetler ile İskender Bey bertaraf edildi ve hutbe yeniden Kanuni adına okunmaya başlandı. Ancak Yemen’de Osmanlı hakimiyetinin tam olarak kurulması için bir süre daha beklenecekti. Yemen’in Osmanlı idaresine alınmasından beklenen temel faydalar; Portekiz tehdidinin bölgeden uzaklaştırılması, Haremeyn’in muhafazası, Hindistan ticaret yolunun (baha- 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen rat yolu) güvenliğinin sağlanması ve Yemen’de uzun zamandan beri sürmekte olan istikrarsızlığın düzene kavuşturulması idi. Modern Yemen tarihçileri de birçok diğer Arap ülkeleri tarihçilerinin aksine bu hususları sıklıkla dile getirerek Osmanlı Devleti’nin Yemen’deki varlığını gerekli bulmaktadırlar ve bu duruma olumlu bakmaktadırlar. Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa’ya Hind Seferi emri verildiğinde o da hazırlıklarını tamamlayarak önce Kızıldeniz’in girişindeki stratejik bir mevki olan Aden’i ele geçirdi ve burayı Hint seferi için bir üs yaptı (1538). Bu tarihten sonra Osmanlı hakimiyeti sahilden başlayarak Yemen’e yayıldı ve 1540 yılında Yemen Beylerbeyliği kuruldu. 1540-1571 yılları arasında onbir beylerbeyinin (Mustafa Bey, Mustafa Neşşar Paşa, Üveys Paşa, Ferhad Paşa, Özdemir Paşa, Mustafa Neşşar Paşa (ikinci defa), Karaşahin Mustafa Paşa, Mahmud Paşa, Rıdvan Paşa, Murad Paşa ve Hasan Paşa) tayin edildiği Yemen’de özellikle Zeydî imamların isyanı nedeniyle istikrar sağlanamamıştır. Buna rağmen bu dönemde hem Yemen’in siyasi bütünlüğü sağlanmış ve hem de çağın devlet mekanizması yerleştirilmeye çalışılmıştır. Mahmud Paşa’nın (1560-1565) zamanında başlayan ve Hasan Paşa zamanında da devam eden (1567-1570) Zeydî isyanları Yemen’i istikrarsızlaştırdı. Bu isyanlar karşısında beylerbeyleri tedbir alamadığı gibi uygulamaları ile isyanın genişlemesine sebep oldular. Hatta Zebid ve Tihame bölgesi hariç nerede ise Yemen’in tamamı Osmanlıların elinden çıktı. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti bölgede daha ciddi tedbirlere başvurmaya ihtiyaç duydu. O sırada Şam Beylerbeyi olan Lala Mustafa Paşa Serdar, Habeş Beylerbeyi olan Özdemiroğlu Osman Paşa Sana Beylerbeyi tayin edildiği gibi Mısır Beylerbeyi olan Sinan Paşa da bu iki Paşa ile müşterek hareket etmek üzere görevlendirildi. Ancak gerek Lala Mustafa Paşa’nın bu göreve gitmekte direnmesi ve gerekse kendisi ile Sinan Paşa arasında mevcut bazı husumetlerin ikisinin işbirliğini zorlaştırması Yemen seferini zora soktu. Bu gelişmeler üzerine Lala Mustafa Paşa görevinden azledilerek Sinan Paşa Yemen Serdarı olarak atandı (1568). Sinan Paşa’ya gerekli para ve asker imkanları sağlandı. O da sefer hazırlıklarını beş ayda tamamlayarak Ocak 1569’da ordusu ile karadan Yemen’e hareket etti. Kendisi henüz bölgeye ulaşmadan daha önce Sana beylerbeyi tayin edilen Özdemiroğlu Osman Paşa bir kısım askeri harekâtlar ile bazı bölgelerde Osmanlı idaresini kurdu. Bu da Sinan Paşa’nın harekâtlarını kolaylaştırmış ve ordugâhını Ta’iz bölgesinde kurarak 1570 yılı sonuna kadar sürdürdüğü askeri faaliyetleri ile Yemen’in kuzey (merkezi Sana) ve güney (merkezi Aden) kısımlarını tamamen hakimiyet altına aldı. Bu yüzden Sinan Paşa Yemen’in gerçek fatihi olarak tarihe geçti. Sinan Paşa, Mart 1571’de Yemen’den ayrılırken, Behram Paşa Beylerbeyilik görevini üstleniyordu. Kabileler arasında ittifaklar sağlandı. Ülke yönetiminde onlara da danışıldı. Ayrıca hızlı bir imar faaliyeti başlatıldı. Behram Paşa’dan sonra Kuyucu Murad Paşa beylerbeyi oldu. O da aynı siyaseti takip etti. Yemen’de en büyük Osmanlı kalkınması 23 yıl beylerbeylik yaptığından Yemenli Hasan Paşa diye tanınan beylerbeyi zamanında oldu (1581-1604). Zeydiler ve Osmanlı Devleti Hakimiyet ve hilafet algıları farklı olduğu için Osmanlı idaresine uzun yıllar direnç gösteren Zeydiler, daha ziyade ulaşılmaz dağlık kesimlere çekilerek varlıklarını sürdürdüler. Zeydîlik Şii mezhebinin üç kolundan birisidir. Şiiler Hz. Ali’den sonra gelen imamların sayısında ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlardan on iki imamı benimseyenlere İmamiye (İsna aşeriye), yedi imamı benimseyenlere ise İsmailiye denilmektedir. 101 102 Modern Ortadoğu Tarihi Zeydiler dördüncü imamdan sonra (Ali, Hasan, Hüseyin ve Ali) imametin Zeyd’e geçtiğini iddia ederek, diğer Şii guruplardan farklılaşmışlardır. Zeydîlik de birçok mezhep gibi Irak (Kufe)’ta ortaya çıkmıştır fakat Yemen bu mezhebin yayılması için uygun bir coğrafya olmuştur. Nitekim 911 yılında İmam Hadî Yahya b. Hüseyin Yemen taraflarına giderek, kabileler arasında Zeydîliği yaymıştır. Özellikle Yukarı Yemen olarak tabir edilen bölgedeki kabileler arasında ilgi gören Zeydilik aynı zamanda onlara siyasi bir birliktelik de sağladı. Bu yüzden Zeydiliği benimsemelerinin ardından Yemen’de hükmeden hemen her idareye karşı direnç gösterdikleri gibi çatışmalara da girerek, bütün Yemen’i idare etmeye niyetlenmişlerdir. Gerek idarelerin ve gerekse halkın büyük çoğunluğunun Sünnî olması onları engellediği gibi aslında çekişmelerin de sürekliliğine neden olmuştur. Bu yüzden Yemen’de idare sık sık el değiştirmiştir. Osmanlı Devleti’nin Yemen hakimiyetinden sonra da Zeydi İmamlar isyanlarını sürdürmüşler ve Osmanlı hakimiyetini benimsemek istememişlerdir. Zira onlara göre “İmamet” dolayısıyla da “Halifelik” Hz. Ali’nin soyundan birine ait olmalıydı. Bu yorum onların diğer Sünni Müslüman idarecilere karşı gelmelerinin ana nedeniydi. Buna rağmen Osmanlı Devleti’nin daha önce adı geçen beylerbeyileri Zeydileri de kontrol etmeyi başararak en azından şehirlere uzanan idarelerine son vermişlerdir. Gerçi onlar da sistemden uzak kalmak için erişilmez dağlık alanları mekan tutmuşlardı. Ancak zaman zaman Osmanlı idare merkezlerine karşı savaş açmaktaydılar. 1635 yılında Kuzey Yemen’deki Zeydîlerin kısmen diğer Yemenliler ile yaptıkları ittifaklar ile Osmanlı kuvvetlerine karşı galibiyetler elde etmesi Zeydi İmamlığı’nı yeniden ihya etti. Bu süreçte bölgede idareyi doğrudan yürütmenin mümkün olmadığını gören Osmanlı Devleti de geri çekilerek, vassal bir yönetim tarzını benimsedi. Zeydiler ise egemenliklerini bütün Yemen’e (San’a, Aden, Lahic, Hadramut, Yafi’.. gibi bölgelere) yaymakla birlikte, merkezi idareden ziyade adem-i merkezi bir idare tesis edebildiler. Bu durum, zamanla farklı idari bölgelerin bağımsızlıklarını ilan etmesi veya dış müdahalelere açık hale gelmesine neden olmuştur. Osmanlı Devleti her ne kadar bölgeyi tahliye etmiş ise de Yemen’in kendisine ait olduğunu düşünerek bölgedeki her gelişme ile mümkün olduğunca yakından ilgilenmiştir. Bu ilginin bir diğer nedeni ise buradaki istikrarsızlığın Haremeyn’i de tehdit etmesiydi. Nitekim ondokuzuncu yüzyılın başında vehhabi meselesinin bölgeyi etkilemesi üzerine Osmanlı Devleti de dikkatini bir kere daha Yemen üzerinde yoğunlaştırdı. Hicaz bölgesini Vehhabiler’den kurtaran Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın (Valiliği: 1805-1848) Yemen’de de nüfuz kurmasına göz yumuldu. Aslında bu süreç bir taraftan Osmanlı idaresinin restorasyonunu sağlamaya kapı araladı ama bölge yeniden uluslararası çekişmelere sahne olmaya başladı. Nitekim İngiltere’nin aynı yıllarda bölgede etkin olmaya çalışması iki devleti karşı karşıya getirecektir. Hindistan’a yerleşen İngiltere, tıpkı Portekizliler gibi önemini kavradığı Aden’le ilgilenir. Bu tür bölgelerde uyguladığı genel siyasetlerine uygun olarak 19. yüzyılın başlarında San’a Şeyhi ile ihtilâf halinde olan Lahic Sultanı’yla ticari bir anlaşma yapar. Diğer taraftan San’a Şeyhi ile de irtibata geçerek onu da kazanmak için bir takım hediyeler gönderir ve bölgeye yerleşmek için uygun bir fırsat bekler. 1837’de Aden yakınlarında kaza yapan İngiliz bandıralı bir geminin mürettebatıyla yolcularının yerlilerin saldırısına uğraması, İngiltere’ye aradığı fırsatı sunar. İngiltere’nin hesap sorup baskı yaptığı Lahic Sultanı, tazminat olarak şehri ve limanı İngilizlere satmaya rıza gösterir. İngilizler, Lahic Sultanı’nın oğlunun bu duruma itiraz etmesi üzerine, 1839’da Aden’i işgal edip idari olarak Bombay’a bağlar. Bu fiili durum kar- 103 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen şısında Osmanlı Devleti bir şey yapamaz. Zira o sıralarda yaşanmakta olan Mısır meselesinde İngiltere’nin desteğine muhtaç idi. 1840 Londra protokolü gereği Mehmed Ali Paşa Arap Yarımadası’ndan çıkarılınca Osmanlı Devleti merkezi yönetimi Yemen’de yeniden aktif olma ihtiyacı duyar. Bu amaçla önce yerel ailelerin idaresinde kalmış olan Asîr bölgesinde askeri operasyonlar düzenleyerek Babıâlî’nin nüfuzunu sağlar. Fakat San’a bölgesi hâlâ Zeydi imamı Muhammed b. Yahya’nın elindedir. 1849 yılında Sultan Abdülmecid’in emri ile Mekke Şerifi muavini ve Hicaz kumandanı Tevfik Paşa Yemen’e bir askeri sefer düzenler. Beklenenin aksine Zeydi imamı direnmek yerine onunla anlaşarak, Osmanlı askerlerinin San’a’ya yerleşmesini sağlar. Ancak İmamın bu davranışı bazı Zeydi kabileler arasında hoş karşılanmaz. Hasmı olan Ali b. El Mehdi’ye biat eden kabileler her taraftan San’a’ya saldırırlar. Hedef hem Osmanlı idaresi ve hem de onlar ile anlaşan Muhammed b. Yahya’dır. Çıkan çatışmalarda Muhammed b. Yahya öldürülür. Bu durum karşısında zaten sınırlı olan Osmanlı askerleri direnemez ve bir anlaşma ile San’a’yı isyancılara terk ederek Yemen’in önemli limanlarından biri olan Hudeyde’ye çekilir. Buna rağmen Osmanlı Devleti Yemen’e vali atamaya devam eder. Giden valiler Yemen’i çevreden idare etmeye çalışırlar. Kısmen de başarılı olurlar. Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle hayatiyetini kaybeden Aden ticareti, Kızıldeniz-Hindistan yolunun açılmasının ardından tekrar canlandı. 1869 yılında Süveyş kanalının açılmasından sonra gemilerin kömür ikmal deposu olması hasebiyle önemi daha da arttı. Doğu Telgraf Şirketi’nin Hindistan, Uzakdoğu, Avustralya ve Zengibar’a giden denizaltı kablolarının buradan geçmesi, bölgeye ayrı bir jeopolitik önem kazandırdı. İngilizler bu yüzden Aden’le yetinmeyip civardaki stratejik yerleri de işgale yöneldiler. Bu girişim bölgede istikrarı tekrar bozdu ve Osmanlı Devleti’ne daha kalıcı tedbirler alma ihtiyacı gerektirdi. San’a’yı 1849 yılında ele geçiren Ali b. Mehdi bölgede istikrarı sağlamak yerine daha da bozdu. Dış müdahalelere açık hale getirdi. Mahalli güçler tekrar birbirleri ile mücadeleye girişti. Hatta Osmanlıların bulunduğu bölgelerde isyanlar baş gösterdi. Özellikle Asîr emiri Muhammed b. Aid’in isyan teşebbüsü gibi gelişmeler, Yemen’in bir bölümünde (Hudeyde, Asîr, Mihlaf El Suleymanî gibi..) merkezi idareyi tesis etmiş olan Osmanlı Devleti’ne bütün Yemen’e tekrar egemen olmak için bir fırsat yarattı. Resim 4.6 Yemen’de Osmanlı Kışlası Foto: Kamil Çatak 104 Modern Ortadoğu Tarihi Osmanlı Devleti, 1871 yılında Mehmed Redif Paşa kumandasında bir dizi askeri, siyasi ve idari tedbirler alarak Yemen’deki idaresini düzenleme ihtiyacı duydu. Mehmed Redif Paşa’nın Asîr başta olmak üzere birçok bölgede kısa zamanda aldığı sert tedbirler etkili oldu. Ancak Sultan Abdülaziz bu sert tedbirlerden hoşlanmadığı için onu azlederek yerine Ahmet Muhtar Paşa’yı tayin etti. Nitekim o, aldığı emirler gereği askeri hazırlıklarını tamamlayarak Hudeyde’den hareket ederek, 26 Nisan 1872’de San’a’ya girdi. Böylece Osmanlılar -Aden hariç- bütün Yemen’de merkezi idareyi yeniden tesis etmişlerdir. Zeydiler ise burada tutunamayarak tekrar kuzeye ve dağlara geri dönmüşlerdir. Yemen’de hızlı bir imar ve kalkınma faaliyeti başlatılmış ve San’a adeta yeniden imar edilmiştir. Eski camiler ve medreseler onarılıp; kışlalar, okullar ve hastaneler yapılarak toplum ile kaynaşma sağlanmıştır. Yemen’de gerçek bir modernleşme hareketi başlatılmıştır. Ziraat ve ticaretin gelişmesini sağlayacak tedbirler alındı. Bu yüzden -daha sonra yaşanan sorunlara ve isyanlara (1891 ve 1904 isyanları gibi) rağmen- Türkler ile Yemenliler arasındaki ilişkiler daima bu olumlu hatıralar üzerine bina edilmiştir. II. Abdülhamid’in uyguladığı ve bölgenin ayan, eşraf ve ulemasını merkez ile irtibatlandıran İslam Birliği politikaları da bunda oldukça etkili olmuştur. 20. Yüzyılın başında da Osmanlı merkezini en çok meşgul eden meselelerden birisi Yemen’in ıslahı olmuştu ve bu konuda pek çok girişimlerde bulunulmuştu. Hatta II. Abdülhamid’in hal’ edildiği günlerde bu maksatla İstanbul’da Yemen’den gelmiş olan bir heyet bulunmaktaydı. Onların geri dönüşü ve verdikleri haberler, orada infiallere sebep olacaktır. Merkezi kontrolü daha güçlü hissettirmek isteyen ittihatçıların uygulamaları da bölgede yeniden karmaşaya sebep olunca; Zeydiler tekrar San’a’yı ele geçirmek için İmam Yahya’nın liderliğinde harekete geçtiler. Aslında birkaç kere daha isyan teşebbüsünde bulunmuşlar ve özellikle 1904 yılında San’a’yı muhasara altına almışlardı. İttihatçıların merkeziyetçiliği uygulamadaki ısrarları bu süreci yeniden tetiklemiştir. Bu sırada bir tarafta Osmanlı-İtalya Savaşı diğer tarafta da İdrisi’nin Asir bölgesindeki isyanı ile uğraşılmaktaydı. Bu yüzden askeri tedbirlerden ziyade siyasi kararlara ihtiyaç vardı. Nitekim bu amaçla başvurulan siyasi tedbirler netice vermiş ve 1911 yılında İmam Yahya ile bir anlaşma sağlanmıştır. Osmanlı yönetimi yanında İmam Yahya’nın da meşruluğunu sağlayan bu anlaşma bölgeye istikrar kazandırmıştır. İmam Yahya da bu anlaşmaya sadık kalmış hatta Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlılar ile Yemen için omuz omuza çarpışmıştır. İngilizler karşısında Yemen’de önemli başarılar elde edilmiştir. Ancak Türkler, mağlup sayıldıkları Mondros ateşkesi akabinde Yemen’i İngilizlerden ziyade İmam Yahya’ya teslim edeceklerdir. 3 Osmanlı Devleti’nin Yemen’de istikrarı sağlayıp hakimiyeti kurmasının uzun süre alması neden kaynaklanmıştır? MODERN YEMEN Yemen İmamlığı (1918-1962) Osmanlılar bölgeyi tahliye ettikten sonra, Yemen’de bir tarafta İngilizler (daha ziyade güneyde) diğer tarafta da Zeydilerin idaresi başladı. İmam Yahya, savaşın sonunda Yemen’de kalan Osmanlı memurlarını bırakmayarak idarenin onların elinde gelişmesini sağladı. Her ne kadar uyguladığı yasalar Zeydi mezhebinin prensipleri olsa da idari mekanizma daha ziyade Türklerin tesis estiği tarzda yürüdü. Yemen, Lozan anlaşmasının imzalandığı 1923 yılına kadar hâlâ bir Osmanlı toprağı olarak 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen kalmaya devam etti. Hatta 1920 seçimlerinde orada da TBMM için milletvekilleri seçildi ama Ankara’ya gelme imkanları olmadı. İmam Yahya son Osmanlı valisi olan Mahmud Nedim Bey’i kendisine danışman seçerek devletin sürekliliğini sağlayabildi. Mahmud Nedim de 1926 yılına kadar Yemen’de kalarak Modern Yemen İmamlığı’nın devlet teşkilatını tesis etti. Bu dönemde İmam Yahya Asir taraflarında Suudi Arabistan ile bir dizi sınır ihtilafları yaşadı ve hatta savaştı. Bu süreçte Türkiye’den bir elçi gönderilerek iki tarafın arasının bulunmasına çalışıldı. İmam Yahya Ankara ile ilişkileri iyi tutuyor hatta bir ara silah talebinde bile bulunuyordu. Bedevî kabile kültürünü temsil eden İmam Yahya Yemen’e Osmanlıların yaptıklarından başka bir şey ilave edemediği gibi, Sünnî-Zeydî çekişmelerini de tırmandırdı. İdarenin şahsi kararlarına bağlı olması memnuniyetsizlikleri arttırdı. Pek çok kuzey Yemenli Aden, Suudi Arabistan hatta Endonezya’ya göç etti. Nitekim 1948 yılında kendisine yapılan bir suikastla seksen yaşındaki İmam Yahya öldürüldü. Oğlu Ahmed kısa sürede kontrolü sağladı ve baskıcı bir rejim uygulamaya başladı. Ancak Arap dünyasında yaşanan milliyetçi hareketler Yemen’i de etkiliyordu. Dönemin Arap milliyetçiliğinin sözcüsü Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın etkisi O’nun ordusundaki subayları da harekete geçirmişti. Bu yüzden olayları kontrol etmekte zorlanınca 1958 yılında Mısır ve Suriye’nin birlikte kurdukları Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katıldı. Ancak 1961 yılında bu birlik dağılınca, dışarıda yaşayan Yemenliler ve sosyalist Araplar tekrar eleştiri oklarını İmam Ahmed’e ve idaresine yönelttiler. Hatta muhalifleri çeşitli yerlerde isyanlar çıkardılar ve O’na da suikast düzenlediler. Her ne kadar suikasttan kurtuldu ise de Eylül 1961’deki ölümüne kadar geleneksel olarak aileden aldığı idareyi bir daha sağlayamadı. Ölünce yerine oğlu İmam Bedr geçti ancak o da başarılı olmadı. Daha ilk günlerde bazı liberal dönüşümler sağladı ise de Tuğgeneral Abdullah Salal’in organize ettiği bir isyan ile karşılaştı. Ama onların elinden kaçarak kendi kabilelerine sığındı ve buradan isyancılara karşı bayrak açınca Yemen’de bir iç savaş başladı. Yemen Cumhuriyeti Tuğgeneral Sallal, İmam Bedr’i devirmesi akabinde 26 Eylül 1962’de “Yemen Cumhuriyeti”’ni ilan etti. ABD başta olmak üzere İngiltere hariç BM’ye bağlı elli ülke yeni cumhuriyeti hemen tanıdı. Fakat Tuğgeneral Sallal isyancıları ve muhaliflerini durduramadı. Bu yüzden Cemal Abdünnasır’dan yardım istemek zorunda kaldı. O da Yemen’e 50 bin kişilik bir askeri kuvvet gönderdi. Ancak bu gelen kuvvetler Yemen’in ağır coğrafi şartlarında bir başarı göstermedi. Ayrıca İmam Bedr ve taraftarları Suudi Arabistan’dan destek almaktaydılar. Bu yüzden iç savaş uzun sürdü. Savaş yüzünden zaten ekonomisi zayıf olan Yemen tamamen çöktü. Ziraat ve hayvancılık adeta yok oldu. Devlet kurumları iflas etti ve binlerce insan hayatını kaybetti. Cemal Abdünnasır ve Suudi Karlı Faysal bir anlaşma yaparak Cumhuriyetçiler ile Kralcılar arasında Kasım 1965’te bir referandum yapmaya niyetlendiler. Kısmen tarafları razı etmekle birlikte bu girişim de başarısızlıkla sonuçlanınca tekrar iç savaş başladı. 1967 yılında Arapİsrail Savaşı (altı gün savaşları) olunca Cemal Abdünnasır kuvvetlerini geri çekme kararı aldı. Aynı zamanda Mısır ile Suudi Arabistan anlaşarak birlikte her iki tarafa da desteklerini kestiler. Bunun üzerine Yemen Ordusu bir inkılap yaparak Abdullah Sallal’i görevden uzaklaştırıp yönetimi Abdurrahman El İryanî başkanlığındaki bir konseye devretti (5 Kasım 1967). Bu gelişme Suudi Arabistan’ı tekrar harekete geçirdi ve yeni yönetimi tanıdığı gibi bazı yardımlarda da bulundu. Böylece iç savaş ancak 1970’te sona erdi ve (Kuzey) Yemen Cumhuriyeti gerçek bir devlet olarak tarih sahnesine çıkabildi. Ancak uzun 105 106 Modern Ortadoğu Tarihi süren savaş ve kuraklık aynı yıl büyük boyutta bir kıtlığa neden olunca ülke dışarıdan gelecek gıda yardımlarına muhtaç oldu. Ertesi yıl yağan yağmurlar kısmen ülkenin nefes almasını sağladı. Diğer taraftan Yemen’in güneyi Aden 1839 yılından beri İngilizlerin işgalinde idi. İngilizler burada büyük bir liman kenti meydana getirdiler. Ancak gelirlerinden halk istifade etmemekteydi. Halkın çoğunluğu yine ziraat ile geçiniyordu. Aden doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılmakta ve buralar İngiliz himayesi altındaki şeyhler tarafından idare edilmekteydi. 1959 yılında Batı Aden’deki şeyhlikler arasında İngiltere’nin himayesinde yeni bir birlik oluşturuldu. Bunun karşılığında İngiltere onlara mali yardımda bulunacak, savunma gereçleri sunacaktı. 1963 yılında Doğu Aden’den iki şeyhlik daha bu birliğe katıldı. Ardından aynı yıl İngiliz sömürgesi altında kalmak şartıyla 17 sultanlık/şeyhlikten meydana gelen Güney Arabistan Birliği kuruldu. Bir süre sonra bazı milliyetçi siyasi oluşumlar hayata geçerek, ülkeyi İngiliz sömürgesinden kurtarmak için faaliyete başladılar. İngilizler, Aden’i terk ederek 1968 yılında bölgeye tam bağımsızlık vereceğini ilan edince daha önce bağımsızlık için çalışan bu grupların her biri bu sefer Aden’e hükmetmek için birbirleri ile savaşmaya başladı. Bu guruplar dışarıdan da bazı destekler alınca “yetmiş gün savaşları” diye bilinen iç savaş başladı. Bu süre içinde İngilizler de Aden’i tahliye etmeye başladılar. Son İngiliz askeri Aden’i terk edince Güney Yemen’de Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti kuruldu (30 Kasım 1967). İdeoloji itibari ile sosyalizmi benimseyen bu devlet esasında ilk Marksist Arap Devleti olma özelliğini de taşımaktadır. Stratejik mevkii ve ideolojisi Çin’in ve Sovyetler Birliği’nin desteğini almasını sağladı. Petrol şirketleri üzerinden de ABD ile iyi ilişkiler tesis etti, ancak bir süre sonra ABD’nin kendi vatandaşlarına aynı zamanda İsrail vatandaşlığı hakkını tanınması iki tarafın arasını bozmuştur. Zira artık ABD’li pilotlar İsrail ordusunda Araplara karşı savaşabileceklerdi. Bu da Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin Arap milliyetçiliği fikri ile çelişiyordu. Ancak gerçek sebebi ideolojide ve Sovyetler Birliği’nin bölgedeki etkinliğinde aramak gerekir. Sahillere ve adalara hükmetmesi ayrıca geçiş yolları üzerinde olması Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin Kuzey’deki Yemen Cumhuriyeti’nden daha fazla gelişmesine imkan verdi. Ancak benimsediği rejim itibarı ile ülke Doğu blokunun müttefiki olarak kalmaya mahkum oldu. Bu yüzden çevresindeki Batı müttefiki devletler ile ilişkileri sınırlı kaldı. Soğuk Savaş’ın sonuna gelindiği 22 Mayıs 1990’da Güney Yemen Kuzey ile birleşerek bugünkü Yemen Cumhuriyeti’ni meydana getirmişlerdir. 1994 yılında güneyde bir iç savaş yaşandı ise de kısa sürede bastırıldı. 2000 yılında Suudi Arabistan ile sınır sorunlarını büyük ölçüde çözen Yemen bu sefer de kabilelerin ve el-Hursî radikal Şii gurupların yarattığı sorunlar ile boğuşmaya başladı. Hursîler aslında Zeydi iken daha çok İmamiye mezhebinin tesirinde kalan radikal ve silahlı bir gurup olarak halen varlıklarını sürdürmektedirler. Bir taraftan ideolojik olarak İran’ın desteğini sağlarken diğer taraftan da bölgesel menfaatleri gereği Suudi Arabistan tarafından da desteklenmektedirler. Bu istikrarsız ortam ülkede ekonomik sıkıntılar, yolsuzluk ve büyük boyutlarda işsizliğe sebep oldu. Tunus’ta başlayan ve batılıların “Arap Baharı” diye isimlendirdikleri halk hareketleri 2011 başında Yemen’e de sıçradı ve halk sokaklara döküldü. Halk devlet başkanı Abdullah Salih’in görevi bırakmasını istiyordu. Altı ay boyunca bir netice çıkmadığı gibi taraflar arasında silahlı çatışmalar başladı. Gerek BM’nin ve gerekse Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın girişimi ile devlet başkanı Abdullah Salih yetkilerini Abdurrabuh Mansur Hadi’ye devretti. Şubat 2012 seçimlerinde Hadi devlet başkanı olarak seçildi ve ülkeye 107 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen kısmen istikrar geldi. Devlet başkanının atadığı 111 sandalyeli Şura Meclisi ile 301 sandalyeli Parlamentosu bulunan Yemen’de İslam hukuku, Fransız ve İngiliz hukukundan oluşan karma bir hukuk sistemi bulunmaktadır. BM, İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği gibi Uluslararası kuruluşların büyük bir kısmının üyesi olan Yemen, Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın da gözlemci üyesidir. Çok partili bir sistem olmasına rağmen, bu sistemin doğru ve adil bir şekilde yürütülmesi için zamana ihtiyaç vardır. Zira var olan baskı gurupları dengeli bir yapıya sahip değillerdir. Bir bölümü ideolojik, kimi mondernist kimi de muhafazakar kabilevi özellikler göstermektedir. İki Yemen’in birleşmesinin sizce en temel sebebi nedir? Genç nüfusa sahip olan ülkede nüfus artışı da oldukça yüksektir. Kaynakların yetersizliği ve doğru kontrol edilememesi hızla artan nüfusu tatmin edemeyecek olması ülkeyi tehdit etmektedir. Sürekli dışa bağımlı bir ekonomiye sahip olması önemli bir sorun teşkil etmektedir. Ülkenin ziraata elverişli alanları olmasına rağmen ekonominin ancak % 8,5’ı buna dayanmaktadır. Buna karşılık hükümetin petrol harcamaları ve hizmet sektörü harcamaları yüksektir. Bu da istihdamı olumsuz yönde etkilemekte, çalışanların gelirlerinin düşük kalmasına sebep olmaktadır. Diğer taraftan stratejik mevkii yüzünden ülkede kontrol edilemeyen pek çok illegal oluşumun meydana gelmesine neden olmaktadır. Ayrıca kabilelerin henüz ülkeye bir bütün olarak bakamaması ve önceliği kabile feodalizmine dayandırması da ülkenin en önemli çıkmazlarından bir tanesidir. Yemen’in Türkiye açısından yadsınamaz bir önemi vardır. Gerek geçmişteki tarihi bağlar ve gerekse hâlâ orada Yemen vatandaşı sıfatı ile yaşayan eski Türk aileler iki ülkenin ilişkilerinin geleceğini belirlemede etkin unsurlardır. Türkiye’ye karşı hem devlet ve hem de halkının olumsuz önyargılarının bulunmaması TürkYemen ilişkilerinin kolay geliştirilmesine imkan vermektedir. Halen ve gelecekte büyük bir pazar olan Yemen aynı zamanda Türk ticareti için de önemli fırsatlar yaratmaktadır. Ayrıca Yemen Türkiye’nin dış yatırımları için en uygun ülkelerden bir tanesidir. 4 108 Modern Ortadoğu Tarihi Özet 1 2 Suudi Arabistan’ın ortaya çıkış sürecini tanımlayabilme Basra Körfezi ve Kızıldeniz’e kıyısı olan Suudi Arabistan yirminci yüzyılda ortaya çıkan devletlerdendir. Bugün, gerek sahip olduğu kaynakları ve gerek Müslümanların iki kutsal şehrinin de içinde yer alması hasebiyle jeopolitiği yüksek olan ülkelerden bir tanesidir. Esasında ülkenin adı Merkezi Arabistan’da varlığını sürdüren ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ülke topraklarının tamamını egemenliğine almış olan Suud ailesinden gelmektedir. Suud ailesi bu günkü başkentleri olan Riyad yakınlarında Dir’iyye’de Osmanlı devletine bağlı bir emirlik halinde yaşar iken 1744 yılında kendilerine iltica eden din bilgini Muhammed Abdilvehhab’ın fikirleri ile yeni bir motivasyon kazanarak devletleşme sürecini başlatacaktır. Başlangıçta Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmemekle birlikte civardaki Bağdat, Şam ve Hicaz eyaletleri aleyhinde genişleme göstermeleri üzerine devletin takibatına uğramışlardır. 1818 yılında Mısır’dan gelen kuvvetler ile Dir’iyye’deki emirliklerine son verilmiş, ama aile zamanla tekrar Riyad’ta toparlanarak yeniden bir idare tesis etmişlerdir. Bu sefer Osmanlı Devleti ile uyumlu hareket etmeleri hatta kaymakamlık görevlerini üstlenmeleri onlara bölgede kolayca nüfuz kurma imkanı vermiştir. Ancak aynı süreçte bölgede güç kazanan başka bir aile Reşidiler ile rekabete girişince, olaylar ikincinin lehinde gelişmiştir. Suudilerin Riyad’taki emirliğine son veren Reşidiler, Suud ailesi üyelerinin Kuveyt’e iltica etmelerine sebep olmuşlardır. 1902 yılına kadar burada mülteci durumunda kalan Suudiler, bu tarihte Abdülaziz b. Suud liderliğinde geri dönerek atalarına ait Riyad kalesini Reşidilerden geri almışlardır. Bu gelişme Suudi Arabistan’ın kuruluşuna giden süreç olacaktır. Suudi Arabistan’ın iç dinamiklerini ve uluslararası ilişkilerini irdeleyebilme Suudi Arabistan genel olarak kökenleri Necid bölgesinden olan kabile toplulukları ile daha ziyade Hicaz bölgesine göç etmiş olan değişik Müslüman etnik kimliklerden oluşan bir devlettir. Ancak devletleşme süreci Hanbeli mezhebinin bir yorumu olan Vehhabilik esasları üzerine bina edilmiştir. Krallık Suud ailesinin elinde iken, yasama kaynağı olan dini liderlik Muhammed b. Abdilvehhab’ın soyundan gelen din bilginlerine aittir. Aralarında akrabalık da tesis elden bu iki aile Suudi Arabistan’ının mutlak yöneticileridir. Krallığın meşruluğunu aldığı diğer unsur da kendilerine bağlılık arz eden kabilelerdir. Petrol’ün keşfi ve çıkarılmaya başlanması ile birlikte 1950li yıllardan itibaren ülkede çeşitli alanlarda modernleşme başlamış olsa da sosyal hayatı dinî kurallar ve geleneklere göre sürdürme eğilimindedirler. Okullaşma oranının ve dış dünya ile iletişimin artması; ayrıca farklı mezheplere mensup kitleler ve siyasi gurupların eğilimleri Suud toplumunda hareketlenmeler meydana getirse de halen gelenekçi yapı güçlü bir şekilde sürdürülmektedir. İç işlerindeki bu gelenekçi yapıya rağmen uluslar arası ilişkilerde Batı dünyası özellikle de ABD ile uyumlu bir dış politika geliştirmiştir. Suudi Arabistan petrol kaynaklarının kendisine sağladığı avantajları da kullanarak İslam dünyası üzerinde de nüfuz kurma arayışındadır. Suudi Arabistan OPEC gibi uluslar arası ve Körfez İşbirliği Teşkilatı gibi bölgesel kuruluşların da kurucu üyesidir. İİTnın etkin üyesi (2014 itibarı ile genel sekreterlik Suudi Arabistan’da olacaktır) olduğu gibi Arap Birliği Teşkilatı içinde de etkindir. ABD’nin Körfez’de yaptığı askeri operasyonlara destek veren Suudi Arabistan’ın bu siyaseti uluslar arası ilgiyi görmesine rağmen paradoksal bir biçimde illegal iç muhalefetin gelişmesine ve İslam ülkeleri nezdindeki nüfuzunun tartışılmasına sebep olmuştur. 3 Yemen’in tarihteki yerini açıklayabilme Arap Denizi, Aden Körfezi ve Kızıldeniz ile çevrili olan Yemen Arap Yarımadası’nın güneybatısında yer alan bir ülkedir. Tarihi geçiş yolları üzerinde olması ve topraklarının verimli olması Yemen’in çok erken devirlerde yerleşim yeri olmasını sağlamıştır. Arap Yarımadası’nda en eski uygarlıkların yeşerdiği verimli bir coğrafya olduğu için tarihte bu bölgeye “Mutlu Yemen” ismi verilmiştir. Erken dönemde İslamlaşan Yemen birçok İslam devletinin hakimiyetinde kalmıştır. 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen Arap yarımadasındaki diğer bölgelerde egemen olan kabilevi toplum tarih boyunca burada da etkin olmuştur. Buna ilave olarak da İslam dünyasında ilk siyasi ayrışma olan Sünnî-Şiî ayrışmasında yemen kabilelerinin birçoğu Şiiliğin bir kolu olan Zeydiliği benimsemişlerdir. Bu yüzden de buralara egemen olmak isteyen Sünni idareler ile Zeydî imamlıklar arasında daima çekişmeler yaşanmıştır. Osmanlı Devleti de bölgeye egemen olduğu 16. Asırdan itibaren de kendini bu çekişmelerin içinde bulacaktır. 1520’den itibaren Yemen sahillerinde etkin olmaya başlayan Osmanlılar 1570’te bölgede merkezî idarelerini tesis etmişlerdir. Bu idare 1635 yılına kadar sürecek ve bu tarihte Yemen’in idaresi yeniden Zeydi İmamların eline geçecektir. Osmanlı Devleti 1871 yılında tekrar bölge üzerinde merkezi idaresini kurarak, bu tarihten sonra burada tam bir imar faaliyetleri başlatacaktır. Zeydi İmam Yahya ile de sağlanan anlaşma neticesinde Yemen’de istikrar sağlanacak fakat I. Dünya Savaşı ile birlikte tekrar sıkıntılar baş gösterecektir. Türkler ve Yemenliler birlikte karşı koymalarına rağmen savaşta mağlup sayılan Osmanlılar Mondros mütarekesi ile Yemen’i terk etmek zorunda kalacaklardır. 4 Yemen Cumhuriyeti’ne giden süreci kavrayabilme Yemen Birici Dünya Savaşı sonunda parçalı bir şekil aldı. Kuzey’de Zeydî İmam Yahya’nın idaresinde Yemen İmamlığı, güneyde de İngilizlerin bölge menfaatlerini sürdüren Aden’deki mandaları. İmam Yahya, San’a’da kalan son Osmanlı memurlarını sistemin içine çekerek yeni bir devlet oluşturma yoluna gitti. Fakat zamanla daha çok içine kapanan müstebit bir idare kurdu. Buna karşılık Aden İngilizlerin idaresinde ve mevkisinin avantajları ile dünyaya açık ve kısmen gelişen bir bölge oldu. İmam Yahya 1948 yılında bir suikast ile öldürülünce idare oğlu Ahmed’in eline geçti. O da kısa sürede kontrolü sağladı ve baskıcı bir rejim uygulamaya başladı. Fakat aynı sıralarda Arap dünyasında yaşanan milliyetçi hareketler Yemen’i de etkiliyordu. Arap milliyetçiliğinin önderi Cemal Abdünnasır’ın etkisi Yemen ordusundaki subayları da harekete geçirmişti. Bu yüzden olayları kontrol etmekte zorlanan Yemen İmamlığı, 1958 yılında Mısır ve Suriye tarafın- 109 dan kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katıldı. 1961 yılında bu birlik dağılınca, dışarıda yaşayan Yemenliler ve sosyalist Araplar tekrar eleştiri oklarını İmam Ahmed’e ve idaresine yönelttiler. Hatta muhalifleri çeşitli yerlerde isyanlar çıkardılar ve O’na da suikast düzenlediler. Her ne kadar suikasttan kurtuldu ise de Eylül 1961’deki ölümüne kadar aileden aldığı geleneksel idareyi bir daha sağlayamadı. Ölünce yerine oğlu İmam Bedr geçti. Daha ilk günlerde bazı liberal dönüşümler sağladı ise de başarılı olmadı. Tuğgeneral Abdullah Salal’in organize ettiği bir isyan ile karşılaştı. İsyancıların elinden kaçarak kendi kabilelerine sığındı ve buradan onlara karşı bayrak açınca Yemen’de bir iç savaş başladı. Her ne kadar Tuğgeneral Sallal, 26 Eylül 1962’de “Yemen Cumhuriyeti”’ni ilan etti ise de iç savaş uzun sürdü ve Kuzey Yemen Cumhuriyeti ancak 1970 yılında bir devlet olarak tarih sahnesine çıkabildi. Bu süreç Aden bölgesini de etkiliyordu. Bir tarafta kabileler arası savaşlar, diğer tarafta ise İngiliz bürokrasisi içine girmiş fakat sosyalist fikirlerin etkisinde olan genç Yemenliler hareketlenmeye başlamışlardı. İngiltere bölgede varlığını daha fazla sürdüremeyeceğini anlayıp 1967 yılında Aden’den çekilmesi ile Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti de kuruldu. 1990 yılında dünyadaki gelişmeler iki tarafı birbirine yakınlaştırınca birleşerek Yemen Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden süreç meydana geldi. 110 Modern Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakiler’den hangisi Suudi Arabistan’ın komşularından biri değildir? a. Mısır b. Ürdün c. İsrail d. İran e. Kuveyt 6. Aşağıdakilerden hangisi eski kaynaklarda Yemen için kullanılan ifadelerden biridir? a. Mutlu Yemen b. Verimli Yemen c. Mutsuz Yemen d. Çorak Yemen e. Bahtsız Yemen 2. “Haremeyn” adı verilen aşağıdaki şehirlerden hangisi Suudi Arabistan’ın sınırları içindedir? a. Mekke-Kudüs b. Mekke-Medine c. Mekke-Riyad d. Medine-Kudüs e. Küdüs-Riyad 7. Aşağıdakilerden hangisi Yemen’deki ilk Türk hanedanlığıdır? a. Osmanlılar b. Memlükler c. Tahiriler d. İsmaililer e. Resuliler 3. Suudi Emirliği’nin kurulduğu ilk yer aşağıdakilerden hangisidir? a. Katıf b. Dir’iyye c. Riyad d. Mekke e. Medine 8. Yemen’de yaygın olan Şiiliğin kolu aşağıdakilerden hangisidir? a. Nahavile b. İbadi c. İsmailiye d. Zeydiye e. Fatımı 4. 1818 yılında Suudi Emirliği’ini kim sonlandırmıştır? a. Mehmed Ali Paşa b. Süleyman Paşa c. İbrahim Paşa d. Osman Paşa e. Abdullah Paşa 9. Aşağıdakilerden hangisi Yemen’de görev yapan son Osmanlı valisidir? a. Ahmet Feyzi b. Ahmet Nedim c. Mahmud Nedim d. Hüseyin Hilmi e. İmam Yahya 5. Aşağıdakilerden hangisi 1891 yılında Suud ailesini Riyad’tan çıkartmıştır? a. Reşidiler b. Osmanlılar c. Haşimiler d. Suudiler e. Zeydiler 10. İngilizler mandalarını Yemen’in hangi bölgesinde kurmuşlardır? a. Hudeye b. Zebid c. San’a d. Asir e. Aden 4. Ünite - Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen 111 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. d Sıra Sizde 1 Basra Körfezi, Kızıldeniz gibi önemli geçiş yolları üstünde olmasının yanı sıra Müslümanların kutsal mekanlarını içinde bulundurması ve dünya endüstrisini besleyen geniş petrol rezervlerine sahip olması Suudi Arabistan’ın jeopolitiğini belirleyen temel faktörlerdir. Ayrıca pek çok Arap ülkesi ile de komşu olması bu faktörleri daha da önemli kılmaktadır. 2. b 3. b 4. c 5. a 6. a 7. e 8. d 9. c 10. e Yanıtınız yanlış ise “Coğrafya ve Jeopolitik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Coğrafya ve Jeopolitik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Suudi Arabistan’ın Ortaya Çıkışını Hazırlayan Süreç” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Suudi Arabistan’ın Ortaya Çıkışını Hazırlayan Süreç” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Suudi Arabistan’ın Ortaya Çıkışını Hazırlayan Süreç” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise Yemen’ın “Coğrafya ve Jeopolitik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Tarih İçinde Yemen” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Zeydiler ve Osmanlı Devleti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Yemen İmamlığı (19181962)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Zeydiler ve Osmanlı Devleti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 2 Ülkenin jeopolitiği, özellikle sahip olduğu petrol rezervleri Suudi Arabistan’ın sürekli dünya gündeminde kalmasını sağlamaktadır. Bölgeden petrolün güvenli bir şekilde gelişmiş ülkelere dağıtılmasını sağlamak isteyen güçler Suudi Arabistan’ın bağımsız politika geliştirmesine imkan vermemektedirler. Kendisini çeverleyen ülkeler ile olan olumlu/olumsuz ilişkileri ve ülkenin sosyo-demografik yapısı da muhalefeti canlı kılmaktadır. İç istkrarı baskıcı bir yönetim ile sağlamaya çalışan Suudi Arabistan, paradoksal bir biçimde rejime karşı muhaliflerin çoğalmasına sebep olmaktadır. Sıra Sizde 3 Yemen Mısır’da hakimiyet tesisiyle birlikte Osmanlı Devleti’nin gündemine girmiştir. Kutasal toprakların kapısı durumunda olan Yemen o devirlerde Portekizlilerin tehdidi altındaydı. Osmanlı Devleti bu tehdidi kaldırmak ve Yemen’de iç idare tesis etmek üzere Mısır üzerinden bölgeye müdahale etmiştir. Ancak gerek coğrafi şartlar ve uzaklık gerekse bölgede yaygın olan Zeydi mezhebinin, Sünni hilafetine bakışının doğurduğu etkin muhalefet, merkezî idarenin ve istikrarın ancak uzun bir süreçte sağlanmasına imkan vermiştir. Sıra Sizde 4 Birinci Dünya Savaşından itibaren Yemen’de parçalı bir yapı kuruldu. Kuzyede kurulan idarenin içe kapanık olması ve kabileler arası iç savaşlar nedeniyle gelişmediği gibi, İngilizler’in idaresindeki Güney Yemen de bir gelişme gösterememiştir. Üstelik Güney Yemen kuruluşundan itibaren benimsediği ideolojik yapı ile doğu blokunun mahkümü olmuştu. 1990lara doğru doğu blokundaki çatırdamalar ve dünyada liberal eğilimlerin artması iki Yemen üzerinde de etkili oldu. İki taraf birlikte Soğuk Savaşın etkilerinden sıyrılarak yeniden Yemen Cumhuriyetini kurmuşlardır. 112 Modern Ortadoğu Tarihi Yararlanılan Kaynaklar Abaza, Faruk Osman, (1986). El Hükmü’l Osmanî fî’lYemen, Kahire. Anderson, Ewan W., (2000). The Middle East Geography and Geopolitics, London-New York. Cleveland, William L., (2008). Modern Ortadoğu Tarihi, (Tercüme: Mehmet Harmancı), İstanbul. Dresch, Paul, (1990). “Imams and Tribes: The Writing and Acting of History in Upper Yemen”, Tribe and State Formation in the Middle East, (Edited by: Philip S. Khoury, Joseph Kostiner), Berkeley, Los Angeles, Oxford. Fraser, T.G. - Mango, Andrew,- Mcnamara, Robert, (2011). Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, (Tercüme: Füsün Doruker), İstabul. Kostiner, Joseph, (1990). “Transforming Dualities: Tribe and State Formation in Saudi Arabia”, Tribe and State Formation in the Middle East, (Edited by: Philip S. Khoury, Joseph Kostiner), Berkeley, Los Angeles, Oxford. Kurşun, Zekeriya, (1998). Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti’nin Ortaya Çıkışı, Ankara. Kürkçüoğlu, Ömer E., (1972). Türkiye’nin Ortadoğu Politikası (1945-1970), Ankara. Lewis, Bernard, (1996). Ortadoğu Hristiyanlığın Doğuşundan Günümüze Ortadoğu’nun 2000 Yıllık Tarihi (Tercüme: Mehmet Harmancı), İstanbul. Mansfield, Peter, (1991). A History of the Middle East, USA. Mu’min, Mustafa, (1974). Kasamat’ul-Alemi’l İslamî el Muasır, Beyrut. Smith, Dan, (2006). The State of the Mıddle East, An Atlas of the Conflict and Resolution, BerkeleyLos Angeles. The Royal Institute of International Affairs, (1950). The Mıddle East, London-New York. Ulrichsen, Kristian Coates, (2011). “Saudi Arabia”, Power and Politics in the Persian Gulf Monarchies (Editor: Davidson, Christopher) Yavuz, Hulusi, (1984). Kabe ve Haremeyn İçin Yemen’de Osmanlı Hakimiyeti (1517-1571). İstanbul. Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 4: Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen Yirminci Yüzyılda Bir Krallık: Suudi Arabistan 1. Suudi Arabistan'ın jeopolitik önemini belirleyen en önemli özelliği nedir? Cevap: Basra Körfezi kıyılarındaki petrol rezervleri. 2. Haremeyn ne demektir? Cevap: İki kutsal şehir, Mekke, Medine için kullanılır. 3. Arabistan bölgesinde dini harita nasıldır? Cevap: Başkentin bulunduğu Riyad ve çevresi Sünnî/Vehhabi; Doğu tarafında yer alan Katıf, Ahsa bölgeleri genelde Şiî; Hicaz bölgesi ise farklı Sünnîmezheplerden meydana gelmekle birlikte; Medine’de az da olsa köklü bir Şiîgurubu (Nahavile) da bulunmaktadır. Ayrıca Necran bölgesinde de İsmailileryaşamaktadır. 4. Suudi Arabistan devleti ne zaman ve kimler tarafından ortaya çıkmıştır? Cevap: Yirminci yüzyılda, Suudi ailesi tarafından oluşturulmuştur. 5. Vehhabiliğin kurucusu kimdir? Cevap: Muhammed b. Abdilvehhab'tır. 6. Vehhabilik nasıl tanımlanabilir? Cevap: Vehhabiliğe göre; asırlardır Müslümanlar sapkınlık içindedirler, uzun zamandan beri İslamiyet, Kur’an’da ve Hz. Muhammed’inhadislerindeki şeklinden hayli uzaklaşmıştır, bu yüzden yeniden eski şeklinedöndürülmelidir, Müslümanların dini hayatı bid’atler (sonradan ortaya çıkanuygulamalar) ile doldu, bunun için bu bid’atler ile savaşarak dini aslına döndürmek gerekmektedir 7. Mısır kökenli ortaya çıkan İslami hareket hangisidir? Cevap: İhvan-i Müslimin 8. Suudi Arabistan'ı sarsan en önemli siyasi gruplar hangileridir? Cevap: Radikal Redciler ve El-Kaide Arap Yarımadası'nın Gizemli Ülkesi: Yemen 9. Tarihte Yemen bölgesine verilen isim ve bu simin gerekçesi nedir? Cevap: Yemen Arap Yarımadası’nda en eski uygarlıkların yeşerdiği verimli bir coğrafya olduğu için tarihte bu bölgeye Mutlu Yemen ismi verilmiştir. 10. Yemen toplumu dini bakımdan hangi gruplardan oluşmaktadır? Cevap: Yemen toplumu dini bakımından genel olarak Sünnî/Şafi’î (sınırlı sayıda Maliki ve Hanbeli) ve Zeydî mezhebine mensup Müslümanlardan oluşmaktadır. Ayrıca başta İsmailiye olmak üzere muhtelif Şiî kollarına mensup guruplar da bulunmaktadır. Avrupalı Hıristiyanların dışında yerli Yahudiler de mevcuttur. 11. Sihirli halı operasyonu ne demektir? Cevap: İsrail devletinin kurulmasıyla Yemen'deki Yahudilerin İsrail'e göç ettirilmesine verilen isimdir. 12. Yemen coğrafyasında eski zamanlarda kurulan en önemli devletler hangileridir? Cevap: Ma’in, Sebe ve Himyeri devletleri. Modern Yemen 13. İslam tarihinde adları sıkça geçen hangi iki kabile Yemen'lidir? Cevap: Evs ve Hazrec Kabilesi. 14. İslamın Yemen'deki yayılış süreci nasıl olmuştur? Cevap: İslam, Yemen’de erken dönemde,Hz. Muhammed’in zamanında yayılmış ve ardından M.S. 630 yılında Sasanilerindevri biterek bölge tamamen Müslümanların eline geçmiştir. Bu tarihten itibaren önce dört halifenin ve daha sonra da Emevi ve Abbasilerin idaresinde kalanYemen’de bazı mahalli vassal hanedanıklar ortaya çıkmıştır. Sonuncuları Memlüklere bağlı olan Resuliler (1229-1454) ve Tahiriler (1454-1517) olmuştur. 15. İslamın gelişine kadar Yemen'de hakimiyet kuranlar kimlerdir? Cevap: Romalılar, Habeşliler, Sasaniler 16. Zeydilik nedir? Cevap: Zeydîlik Şii mezhebinin üç kolundan birisidir. Şiiler Hz. Ali’den sonra gelenimamların sayısında ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlardan on iki imamı benimseyenlere İmamiye (İsna aşeriye), yedi imamı benimseyenlere ise İsmailiye denilmektedir. 17. Osmanlıların Yemen'den ayrılmasından sonra bölgede hangi devlet ve yapılar hakim olmuştur? Cevap: İngilizler ve Zeydiler 18. Yemen Cumhuriyeti ne zaman ve nasıl kurulmuştur? Cevap: Tuğgeneral Sallal, İmam Bedr’i devirmesinin ardından 26 Eylül 1962’de Yemen Cumhuriyetini kurmuştur. 19. Yemen'in Türkiye açısından önemi nedir? Cevap: Gerek geçmişteki tarihi bağlar ve gerekse hala orada Yemen vatandaşı olarak yaşayan eski Türk aileler iki ülkenin ilişkilerinin geleceğini belirlemede en önemli unsurlardır. 20. Yemen'de nasıl bir hukuk sistemi uygulanmaktadır? Cevap: Yemen’de İslam hukuku, Fransız ve İngilizhukukundan oluşan karma bir hukuk sistemi bulunmaktadır TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 4 - Alıştırma Soruları 1 ) Sudi Arabistan'ın jeopolitiğini belirleyen en önemli unsur aşağıdakilerden hangisidir? A ) Doğusunda Basra Körfezinin olması B ) Dünya petrol rezervlerinin % 16 sına sahip olması C ) Batısında Kızıldeniz'in olması D ) Kuzeyde Ürdün ve Suriye ile sınırının olması E ) Müslümanların kıblesi olan Mekke’nin olması Çözüm : Basra Körfezi kıyılarındaki petrol rezervleri de Suudi Arabistan’ın Jeopolitiğini belirleyen en önemli unsurdur. Dünya petrol rezervlerinin % 16 sına sahip olması bu ülkeyi dünya endüstrisi için vazgeçilmez kılmaktadır. Doğru cevap B şıkkıdır. 2 ) Muhammed bin Abdilvehhap 13 Yüzyıl’da yaşamış olan Harranlı İbn Teymiyye’nin (1263-1328) görüşleri doğrultusunda yorumlayıp yeni bir dinî anlayış geliştirdi. Düşüncelerini yaymak ve diğer İslam bilginlerine kabul ettirmek için çeşitli yolculuklar yaptı. Fakat alışılmadık bu fikirleri ile bir yerde barınamadı. Bunun üzerine bazı öğrencilerinin bulunduğu Suudilerin idaresindeki Dir’iyye’ye gitti. Burada Suudi ailesinin reisi Muhammed b. Suud ile irtibata geçti. Yaptıkları görüşmeler neticesinde iki taraf arasında bir ittifak meydana geldi. I. Gelenekten gelen gücünü kullanması II. Yeni dinî yorum Vehhabilere, doğru yola getirmek için diğer Müslümanlar ile savaşmayı meşru kılması III. Yağmalama kültürünü de desteklemesinden dolayı kolay kabul edilmesi Verilen öncülerden hangisi Muhammed b. Abdilvehhab ve Muhammed b. Suud arasında yapılan ittifakın kısa sürede bir devlet nüfuzu kazanması nedenleri arasında gösterilebilir? A ) III. II. ve I. B ) III. ve II. C ) III. ve I. D ) Yalnız III E ) Yalnız II Çözüm : Suudilerin idaresindeki Dir’iyye’ye giden Muhammed b. Abdilvehhab, burada Suudi ailesinin reisi Muhammed b. Suud ile irtibata geçti. Yaptıkları görüşmeler neticesinde iki taraf arasında bir ittifak meydana geldi. Buna göre Muhammed b. Suud oluşturacakları yapıda eskiden olduğu gibi gelenekten gelen gücünü kullanabilecek, kendisi de dinî işlerden sorumlu olacaktı. Böylece gelenek ve dinî bir yapıdan oluşan ve zamanla devletleşecek olan bir ittifak kuruldu. Bu yeni dinî yorum Vehhabilere, doğru yola getirmek için diğer Müslümanlar ile savaşmayı meşru kılıyordu. Ayrıca bu anlayış Arap kabileleri arasında mevcut geleneksel gazve yani birbirlerini yağmalama kültürünü de destekleyince kolay kabul gördü. Bu tarihten itibaren vehhabî öğretisini yaymak adına çevrelerindeki kabileler ve kasabalar üzerine giderek savaşan Suudi ailesi, sürekli nüfuz alanlarını geliştirdi. Doğru cevap A'dır. Doğru cevap A şıkkıdır. 3 ) 1912 yılında Riyad’ın kuzeyinde suyu olan Artaviye’den başlayarak çölde yüz elliden fazla bölgede el-Hecer veya Hicra denilen yerleşme alanları kurulan ve bedevi kabilelerin yerleşik hayata geçmesi ile aldıkları yeni isim aşağıdakilerden hangisidir? A ) Vehhabi B ) İhvan C ) Reşidi D ) Ensar E ) Muacir Çözüm : Abdülaziz, bütün gücüne ve siyasi dehasına rağmen kendisine bağlı göçebe unsurları yerleşik hayata geçirmeden ve onları eğitmeden kalıcı bir devlet kuramayacağının farkındaydı. Bunun için 1912 yılında Riyad’ın kuzeyinde suyu olan Artaviye’den başlayarak çölde yüz elliden fazla bölgede el-Hecer veya Hicra denilen yerleşme alanları kurdu. Kabile kabile yerleştirdiği bedevileri bir taraftan ziraate ve yerleşik hayata alıştırırken diğer taraftan da vehhabi akidesini öğrenip uygulamalarını sağladı. İhvan diye isimlendirilen bu yerleşimciler aynı zamanda Abdülaziz’in daha sonra kullanacağı askeri gücünü oluşturacaktı. Doğru cevap B'dir. Doğru cevap B şıkkıdır. 4 ) Aşağıdakilerden hangisi Suudi Arabistan'ın güney komşusudur? A ) Uman B ) Irak C ) Yemen D ) Katar E ) Kuveyt Çözüm : Suudi Arabistan 2. 149.690 km. kare toprağı ile Arap Yarımadası’nda yer almaktadır. Doğu sahilleri Basra Körfezi’ne batı sahilleri de Kızıldeniz’e uzanmaktadır. Arap yarımadası diye isimlendirilen coğrafyanın merkezinde olması hasebi ile pek çok Arap devleti ile sınırı vardır. Güneyinde Yemen, doğusunda Uman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt ve Irak yer almaktadır. Doğru cevap C şıkkıdır. 5 ) Aşağıdakilerden hangisi Modern Suudi Arabistan’ın kurucusu olarak kabul edilir? A ) Abdulaziz b. Abdurrahman B ) Muhammed b. Reşid C ) Abdullah b. Faysal D ) Faysal b. Türki E ) Muhammed b. Abdilvehhab Çözüm : 1876 yılında Riyad’ta doğan ancak ailesi ile birlikte küçük yaşta Kuveyt’e iltica etmek zorunda kalan Abdülaziz b. Abdurrahman Modern Suudi Arabistan’ın kurucusu olarak kabul edilir. Literatürde ailesine nispeten kendisi İbn Suud, Necid Emiri, Suudi Arabistan Kralı gibi isimler ile de anılır. Kuruluşundan bugüne kadar geçen süredeki bütün Suud kralları onun oğullarıdır. Doğru cevap A şıkkıdır. 6 ) Tarihte Yemen ülkesine "Mutlu Yemen" ismi verilmesinin sebebi nedir? A ) Güçlü ve istikrarlı bir yönetim şekline sahip olması B ) Eski uygarlıkların yeşerdiği verimli bir coğrafya olması C ) Coğrafi açıdan Suudi Arabistan'a komşu olması D ) Güçlü ve çeşitli etnik kökene sahip bir toplumu olması E ) Gat gibi önemli bir gelir kaynağının olması Çözüm : Arap Denizi, Aden Körfezi ve Kızıldeniz ile çevrili olan Yemen, Suudi Arabistan ile Uman arasında 527. 968 kilometre karelik orta büyüklükte olan ve Arap Yarımadası’nın güneybatısında yer alan bir ülkedir. Arap Yarımadası’nda en eski uygarlıkların yeşerdiği verimli bir coğrafya olduğu için tarihte bu bölgeye “Mutlu Yemen” ismi verilmiştir. Doğru cevap B şıkkıdır. 7 ) Osmanlı'nın Yemen'de merkezi idareyi yeniden tahsis ettiği zamanlarda hangi bölge hızlı bir imar ve kalkınma faaliyeti ile yeniden imar edilmiş ve Yemen’de gerçek bir modernleşme hareketi başlatılmıştır? A ) Aden B ) San'a C ) Hudeyde D ) Zebid E ) Lahic Çözüm : Yemen’de hızlı bir imar ve kalkınma faaliyeti başlatılmış ve San’a adeta yeniden imar edilmiştir. Eski camiler ve medreseler onarılıp; kışlalar, okullar ve hastaneler yapılarak toplum ile kaynaşma sağlanmıştır. Yemen’de gerçek bir modernleşme hareketi başlatılmıştır. Ziraat ve ticaretin gelişmesini sağlayacak tedbirler alındı. Bu yüzden -daha sonra yaşanan sorunlara ve isyanlara (1891 ve 1904 isyanları gibi) rağmen- Türkler ile Yemenliler arasındaki ilişkiler daima bu olumlu hatıralar üzerine bina edilmiştir. Doğru cevap B şıkkıdır. 8) Dünya petrol rezervlerinin % 16 sına sahip olması bu ülkeyi dünya endüstrisi için vazgeçilmez kılmaktadır. Ayrıca sahip olduğu doğalgaz, demir-bakır ve altın rezervleri de bu ülkenin önemini arttırmaktadır. Yukarıda hakkında bilgi verilen ülke aşağıdakilerden hangisidir? A ) Ürdün B ) Katar C ) Bahreyn D ) Suudi Arabistan E ) Birleşik Arap Emirlikleri Çözüm : Basra Körfezi kıyılarındaki petrol rezervleri de Suudi Arabistan’ın Jeopolitiğini belirleyen en önemli unsurdur. Dünya petrol rezervlerinin % 16 sına sahip olması bu ülkeyi dünya endüstrisi için vazgeçilmez kılmaktadır. Ayrıca sahip olduğu doğalgaz, demir-bakır ve altın rezervleri de bu ülkenin önemini arttırmaktadır. Doğru cevap D şıkkıdır. 9 ) Suudi Arabistan’ın tamamı Müslümandır. Ancak şu şekilde bir tasnif yapmak mümkündür: Başkentin bulunduğu Riyad ve çevresi Sünnî/Vehhabi; Doğu tarafında yer alan Katıf, Ahsa bölgeleri genelde Şiî; Hicaz bölgesi ise farklı Sünnî mezheplerden meydana gelmekle birlikte; Medine’de az da olsa köklü bir Şiî gurubu (Nahavile) da bulunmaktadır. Ayrıca Necran bölgesinde de ......................... yaşamaktadır. Boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi getirilmelidir? A ) İsmaililer B ) Kıptiler C ) Mâruniler D ) Dürzîler E ) Caferiler Çözüm : Suudi Arabistan’ın tamamı Müslümandır. Ancak şu şekilde bir tasnif yapmak mümkündür: Başkentin bulunduğu Riyad ve çevresi Sünnî/Vehhabi; Doğu tarafında yer alan Katıf, Ahsa bölgeleri genelde Şiî; Hicaz bölgesi ise farklı Sünnî mezheplerden meydana gelmekle birlikte; Medine’de az da olsa köklü bir Şiî gurubu (Nahavile) da bulunmaktadır. Ayrıca Necran bölgesinde de İsmaililer yaşamaktadır. Doğru cevap A şıkkıdır. 10 ) Muhammed b. Abdilvehhab aşağıdakilerden hangisinin görüşlerinden etkilenip yeni bir dini anlayış meydana getirmiştir? A ) Ebu Hanife B ) İbn Teymiyye C ) İmam Şâfii D ) İmam Mâturidi E ) İmam Mâliki Çözüm : Muhammed b. Abdilvehhab Orta Arabistan’da Necid bölgesinde yaşayan ve Hanbeli mezhebine bağlı bir ulema ailesine mensuptu. Eğitimini ailesinin yanında tamamladıktan sonra Hanbeli mezhebini, 13 Yüzyıl’da yaşamış olan Harranlı İbn Teymiyye’nin (1263-1328) görüşleri doğrultusunda yorumlayıp yeni bir dinî anlayış geliştirdi. Doğru cevap B şıkkıdır. MODERN ORTADOĞU TARİHİ 2018 BAHAR ARA - A 1. Aşağıdakilerden hangisi geniş anlamda Ortadoğu kavramının içinde yer alan ülkelerden biridir? A) B) C) D) E) Batı Sahra Fas Moritanya Cibuti Senegal 2. Suudi Arabistan’dan sonra dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahip olan ülke aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Irak Suriye İran Cezayir Lübnan 3. I. Dünya Savaşı sonunda Fransızların muhalefetine rağmen Emir Faysal’ın Paris Barış Konferansı’na katılmasını sağlayan kişi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Mark Sykes Allanby Wiezmann Mustafa Kemal Lawrence 4. “Ortadoğu” ifadesini gerçekte bir kavram olarak ilk kullanan kişi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Arnold Toynby Valentin Chirol T.E. Lawrence Alfred Mahan Winston Churchill 5. Osmanlı Devleti’nin, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da tesis ettiği barışın bozulmasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Fransızların Mısır’ı işgal etmesi Fransızların Tunus’u işgal etmesi Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi Osmanlı-Alman yakınlaşması İtalyanların Libya’yı işgal etmesi 6. Aşağıdakilerden hangisi gruplardan biri değildir? A) B) C) D) E) yaşayan Süryaniler Sabiiler Dürzîler Asurîler Türkmenler eski semavî 7. En hangisidir? A) B) C) D) E) Irak’ta din aşağıdakilerden İslamiyet Hristiyanlık Zeydilik Şiilik Musevilik 8. Irak’taki İngiliz mandasını resmileştiren olay aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 1917 Bağdat’ın İşgali 1919 Paris Anlaşması 1920 San Remo Konferansı 1920 Percy Cox’un Irak’a gelişi 1921 Kahire Toplantısı 9. Çöllerdeki vahalarda yerleşik hayat süren gruplara ne ad verilir? A) B) C) D) E) Yezidî Hazarî Muhacir Haricî Bedevî 10. Bugünkü Ürdün’ün kurucusu olan hanedan aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Vehhabiler Haşimiler Suudiler Mervaniler Seyyidler 2018 BAHAR ARA - A 11. Yemen’deki Zeydileri diğer Şii guruplardan farklı kılan özellik aşağıdakilerden hangisidir? özerk bir bölge olarak 16. İskenderun’u Suriye’nin mandasına bırakan anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? Yedinci imamdan sonrasını kabul etmemeleri B) Hz. Ali’nin hilafetini reddetmeleri C) Osmanlı yönetimine karşı durmaları D) Dördüncü imamdan sonra imametin Zeyd’e geçtiğini iddia etmeleri E) İmamiye Şiasını benimsemeleri A) A) B) C) D) E) 17. 1976-1980 yılları arasında Lübnan’ı işgal eden Ortadoğu ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? 12. Yemen’in jeopolitiğini artıran, ana karadan 354 km uzaklıkta ve Arap Denizi’nde yer alan ada aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) A) B) C) D) E) Babu’l-Mendep Perim Adası Sukatra Adası Kamran Adası Haniş Adası A) B) C) D) E) A) B) C) D) E) Baas Patisinin varlığı İran ile yakın temas kurabilmesi İsrail’e coğrafi yakınlığı Rusya ile olan yakınlığı Sünni nüfusun çoğunlukta olması Yahudilerin “Sihirli 14. Yemen’deki Operasyonu” ile göç ettirildikleri aşağıdakilerden hangisidir? 1925 1928 1930 1940 1946 19. Merkezi Arabistan’da yer alan, başlarda Suudilerin müttefiki iken daha sonra en büyük siyasi rakibi olan ve onları Riyad’dan çıkaran güç aşağıdakilerden hangisidir? Halı ülke A) B) C) D) E) Irak İsrail Filistin Cezayir Tunus Vehhabiler Marunîler Mısırlılar Şiiler Reşidiler 20. Standart Oil of California Amerikan şirketi, Suudi Arabistan’dan petrol arama imtiyazını kaç yılında almıştır? 15. BM’nin, Filistin konusundaki 242 sayılı kararının dayandığı prensip aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Irak Ürdün Filistin Suriye İsrail 18. 1920 yılında Suriye’de kurulan Fransız manda yönetimi hangi yıl sona ermiştir? 13. Arap ülkeleri arasında Suriye’nin politik tercihlerini farklı kılan faktör aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 1921 Türk-Fransız Anlaşması 1918 Mondros Mütarekesi 1926 Türk-İngiliz Dostluk Anlaşması 1923 İstanbul Anlaşması 1919 Paris Anlaşması A) B) C) D) E) Filistin’in taksimi İki devletli toplum Bağımsız Filistin Devleti’nin kurulması Toprak karşılığı barış Bağımsız İsrail Devleti’nin kurulması 1 2 3 4 5 6 7 8 Cevap Anahtarı 9 10 11 12 B A E D A C E C B B D C 1933 1936 1938 1955 1960 13 14 15 16 17 18 19 20 C B D A D E E A MODERN ORTADOĞU TARİHİ 2019 BAHAR ARA - A A) B) Bölgeler arası iklim farklılıklarının olması Gelir kaynaklarının büyük bölümünün silahlanmaya harcanması çatışma alanlarının meydana C) Yeni getirilmesi D) Su kaynaklarının yetersiz kalması E) İş gücünün zengin ülkelere kayması 2. Aşağıdakilerden hangisi Irak’ın da içinde yer aldığı Bağdat Paktı’nı (1955) imzalayan ülkelerden biri değildir? A) B) C) D) E) İran İngiltere Pakistan Türkiye ABD coğrafyası aşağıdaki kara 3. Ortadoğu kitlelerinden hangisinin doğal kavşak noktası kabul edilir? A) B) C) D) E) Asya - Pasifik Uzakdoğu Asya - Amerika Avrupa - Asya Asya - Afrika Afrika - Avrasya 4. 17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Arap coğrafyasında Osmanlı Devleti tarafından idare edilen kaç eyalet vardı? A) B) C) D) E) 10 11 13 14 17 5. Yahudiler, MS 70'li yıllarda kimler tarafından sürgün edilmiştir? A) B) C) D) E) İspanyollar Romalılar Araplar Asurlular Sümerler hangisi II. Meşrutiyet 6. Aşağıdakilerden yıllarında İngilizlerin, Irak coğrafyasını işgal girişimlerini durdurmak için yapılan anlaşmalardan biridir? A) B) C) D) E) 1911 Osmanlı - İmam Yahya Anlaşması 1913 Osmanlı - İngiliz Anlaşması 1913 Bükreş Anlaşması 1914 Yeniköy Anlaşması 1914 Osmanlı - Alman Anlaşması v hangisi Ortadoğu'da 1. Aşağıdakilerden kaynakların kullanımı ile ilgili yaşanan sorunlardan biri değildir? 7. Irak tarih boyunca önemli bir tarım ülkesi olmasına rağmen dışardan gelen su akışına bağımlı olmuş, Fırat ve Dicle nehirlerinden gelen sular sayesinde tarım potansiyelini yükseltmiştir. Buna göre, Irak hangi iki ülkeden gelecek su akışına bağımlıdır? A) B) C) D) E) Suriye - Ürdün Türkiye - Suriye Türkiye - İran Suriye - İran Ürdün - Suudi Arabistan 8. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Ürdün’ün bağımsızlığını kazanmasında etkili olan olay aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) İsrail’in kuruluşuna rıza göstermesi Arap-Yahudi çekişmelerine öncülük etmesi Savaşta Fransızlar ile işbirliği yapması Bağımsızlık savaşı vermesi Savaşta İngilizlerin yanında yer alması 2019 BAHAR ARA - A 9. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki ihtilafta hem eski kabilevî anlayışa hem de o zamanki dini algıya göre en net davranışı sergileyen grup aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Fatımiler Şiiler Hariciler Sünniler Bâtıniler 13. Aşağıdakilerden hangisi Suudi Arabistan’ın Hicaz bölgesinde yaşayan Müslüman gruplardan biri değildir? A) B) C) D) E) Afganistanlılar Türkistanlılar Hindular Endonezyalılar Afrikalılar 10. Aşağıdakilerden hangisi Irak’ta yaşayan Hrıstiyan guruplardan biri değildir? A) B) C) D) E) Marunîler Keldaniler Protestanlar Ermeniler Süryaniler 11. 19. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar üzerindeki hilafet prestijini sarsan olay aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) A) B) C) D) E) Kuveyt Katar Katıf Umman Bağdat Vehhabilerin Hicaz bölgesine el atmaları Vehhabilerin Kerbela baskını Suudilerin Riyad’ı kurmaları Mehmet Ali Paşa’nın Vehhabilere karşı başarısız harekâtı Bağdat ve Şam valilerinin yetersizliği 12. Mısır’ın Sina Yarımadası’nı, Ürdün’ün Batı Şeria’yı ve Suriye’nin Golan tepelerini kaybettiği savaş aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) yılında Riyad taraflarındaki 14. 1891 egemenliklerini Reşidilere kaptıran Suudilerin, Osmanlı Devleti'nin izni ve verdiği tahsisat ile yerleştirildikleri yer aşağıdakilerden hangisidir? 1948 Arap - İsrail 1956 Süveyş Krizi 1963 Arap - İsrail 1967 Arap - İsrail 1973 Arap - İsrail hangisi Suriye’nin 15. Aşağıdakilerden Lübnan’daki varlığının temel nedenlerinden biri değildir? A) B) C) D) Lübnan’daki iç karışıklık ve istikrarsızlık Suriye’ye yönelik İsrail tehdidi Suriye’nin kendi güvenlik kaygıları Suriye’nin Lübnan’ın da dâhil olduğu “Büyük Suriye”yi kurmak istemesi E) Suriye’nin Lübnan’ı ekonomik ve sosyal yönden kalkındırmak istemesi 2019 BAHAR ARA - A 16. Camp David Antlaşması ile 1979’dan itibaren Mısır’ın müttefikliğini kaybeden Suriye’nin bu boşluğu doldurmaya çalıştığı devlet aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 20. 1917 yılında Kudüs'ü ele geçirerek Filistin bölgesini Osmanlı hakimiyetinden çıkaran ve 1920 yılına kadar askeri idaresi altında tutan devlet aşağıdakilerden hangisidir? Irak İran Suudi Arabistan Filistin Ürdün A) B) C) D) E) Fransa Suriye İngiltere Almanya İsrail 17. Suudilerin eline geçmeden önce, Yemen'in bir parçası olan Asır bölgesini idare eden aile aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Reşidiler Hüseyniler Haşimiler İdrisiler Şammariler 18. Siyonizm karşıtı fikirleriyle tanınan ancak şiddet yanlısı olmayan Kudüs Müftüsü (Osmanlı ordusunda görev yapan eski bir subay) aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Mahmud Abbas Musa Kazım el-Hüseyin Hacı Emin el-Hüseyni Şerif Hüseyin Yaser Arafat Arabistan'da 19. Suudi adlandırılan grup hangisidir? A) B) C) D) E) Nahavile olarak aşağıdakilerden Riyad ve çevresinde yaşayan Vehhabiler Hicaz bölgesinde yaşayan Türkistanlılar Katıf ve Ahsa'da yaşayan Şiiler Medine'de yaşayan Şiiler Necran'da yaşayan İsmaililer 1 2 3 4 5 6 7 8 Cevap Anahtarı 9 10 11 12 A E E D B B B E C A A D 13 14 15 16 17 18 19 20 C A E B D C D C 5 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 5: Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı Tarih İçinde Basra Körfezi Basra Körfezi ve Jeopolitiği Literatürde Fars/İran Körfezi, Basra Körfezi ya da Arap Körfezi diye geçmektedir. En eski kaynaklarda Fars; Osmanlı asırlarını tanımlayan harita, doküman ve eserlerde Basra; 20. yüzyılda ise Araplar tarafından Arap Körfezi diye isimlendirilen bölge üzerinde yapılan araştırmalar, M.Ö 4000 yıllarından itibaren iskân aldığını göstermektedir. Bölgeyi geçmişte dünya gündemine taşıyan bir başka yönü de geniş inci yataklarıdır. Ortaçağda özellikle Abbasilerin merkezi Bağdat’ta zenginlik ve refahın artması, Basra’nın dolayısıyla Körfez’in de önemini arttırmıştır. XIV. yüzyıla kadar Körfez’de en gelişmiş ticari liman Hint Okyanusu’nun ağzındaki Hürmüz idi. Fars kökenli şahlar tarafından idare edilmekteydi. Batı Hindistan’dan çıkan ticari mallar Hürmüz üzerinden Osmanlı topraklarına ve Avrupa’ya ulaşmaktaydı. Portekizliler Hürmüz’e gözünü diken ilk emperyal güç olmuştur. Basra Körfezi’nin ticari önemini ve jeopolitiğini kavrayan ikinci büyük Avrupalı deniz gücü Hollandalılar olmuştur. Onlar da aynı maksatlar ile ticaretlerini bu güzergâh üzerinden Anadolu ve Karadeniz’e taşımak niyetindeydiler. Zamanla bu bölgede Hollandalıların yerini İngilizler almaya başladı. Körfezi ticari ilgilerine ilk alanlar Hollandalılar olsa da XVIII. yüzyılın son çeyreğinde geri çekilmeye başlayınca, İngilizler rakipsiz kaldılar. Her ne kadar bunlar dışında Venedikliler ve Fransızlar da bu coğrafyada bazı faaliyetlere girişmişler ise de ilk iki devlet kadar etkili olamadılar. Körfez’de Avrupalılar sadece ticaret ile uğraşmayıp, yerel idarelere müdahale, şekil verme, birbirlerine karşı kullanma, karada gümrükler ve karakollar kurma hatta misyonerlik faaliyetleri yapmışlardır. Başkenti Kuveyt şehridir. Resmî dili Arapça olmakla birlikte İngilizce de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. 2013 verilerine göre nüfusu 2.695.316 olarak tespit edilmiştir. Ancak bu nüfusun yarısına yakını Kuveytli iken yaklaşık % 35’i diğer Arap ülkelerinden, geri kalanları ise özellikle Hindistan ve diğer Asya ülkelerinden çalışmak amacıyla burada bulunanlardan oluşmaktadır. Asırlardır ülkenin geleneksel idarecisi el Sabah ailesidir. I. Dünya Savaşı’na kadar hukuken Osmanlı Devleti’nin bir kaymakamlığı olarak kabul edilen Kuveyt, savaş ile birlikte fiilen İngiliz himayesinde bir emirliğe dönüştü; 19 Haziran 1961 tarihinde İngiliz Parlamentosu’nun aldığı karar ile de bağımsız bir devlet oldu. Kuveyt’in, Körfez’in genelinde olduğu gibi sınırlı da olsa eski çağlardan beri iskân aldığı bilinmektedir. İslam Tarihi kayıtlarında Halid b. Velid’in kuvvetlerinin Sasanileri buralarda mağlup ettiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Hollanda Doğu Hindistan şirketinin 1750 tarihinde Basra’da temsilcilik açmasından sonra Avrupalı kaynaklarda da Kuveyt zikredilmeye başlanmıştır. Balıkçılık ve inci avı Kuveyt’i hızla geliştirerek XVIII. yüzyılın yarısında on bin nüfuslu ve 800 gemiye sahip bir liman olmasını sağlamıştır. 1776-1779 yılları arasında Basra’nın kısa süre İran işgaline girmesi Osmanlı Devletinin bölge ile ilişkisini kesintiye uğrattığı gibi Kuveyt’te yeni bir aktörün daha ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kuveyt şeyhleri Osmanlı merkezi gücünün Ahsa ve Katıf taraflarında da güçlenmesine katkı verir. İki taraf arasındaki bu mutabakat 1889 yılına kadar İngilizleri Kuveyt’te etkisiz kılar. Ancak bu tarihten sonraki gelişmeler ve 1896 yılında kardeşini öldürerek şeyhliği ele geçiren Mübarek el-Sabah’ın izlediği politikalar yavaş yavaş Kuveyt’i Osmanlı’dan uzaklaştırır. 1970’li yıllardan itibaren İngilizlerin bölgeden çekilmesi ile buralarda yüzölçümü ve nüfus bakımından “küçük devlet” denilen ama kaynakları ve bulundukları coğrafya açısından jeopolitiği yüksek devletler ortaya çıktı. Suudi Arabistan hariç bu devletlerin birçoğu her ne kadar batılıların dizaynı ile meydana gelmiş ise de zaman içinde kendi siyasetlerini de belirleme yoluna gitmişlerdir. Bu maksatla çoğu konuda müşterek hareket etme becerisi gösteren bu devletlerin en önemli birleştirici kurumları 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Teşkilatı’dır. Bağımsız Kuveyt ve İşgal 1961 yılında bağımsızlığına kavuşan Kuveyt hemen Arap Birliği üyeliğine de alındı. Fakat bu bağımsızlığı Irak, toprakların aslında kendi parçası olduğu gerekçesiyle tanımadı ve Arap Birliği’ne de karşı çıktı. Kuveyt, komşusundan gelen bu açık saldırı karşısında yeni kurtulduğu İngiltere’den yardım istedi. İngilizler ve Arap Birliği de Kuveyt’in bağımsızlığını korumak için kuvvet gönderdiler. Kuveyt İran’daki gelişmeler ve özellikle Humeyni devrimi Şii nüfusa da sahip Kuveyt’i etkiledi. Bu yüzden Kuveyt, lrak-İran Savaşı (1980-1988) sırasında Irak tarafını tuttuğu gibi Irak petrollerinin Kuveyt limanlarından dünyaya satılmasını sağladı. Irak yanlısı politika izlemesi İranlı grupların tepkisine yol açtığından pek çok İranlı ve yabancılar Kuveyt’ten çıkarıldı. Coğrafya ve Tarih Resmi adı “Devletü’l-Kuveyt” olan Kuveyt, Basra Körfezi’nin kuzeybatısında, Arap Yarımadası’nın kuzeydoğusunda, Suudi Arabistan ile Irak arasında yüzölçümü 17.818 km2 olan küçük bir ülkedir. Ülke, Şattülarap deltasının güneyinde, büyük gemilerin girmesine elverişli derin bir körfezin çevresinde yer alır. Petrolün keşfine kadar gerek bu özelliği ve gerekse inci yatakları ile önem arz ederken; petrolün çıkarılmasından sonra da jeopolitiği gittikçe yükselen bir ülke oldu. Oysa bu siyasete paradoksal bir biçimde dönemin Irak lideri Saddam Hüseyin’i teşvik eden ABD politikaları Saddam’ı Kuveyt’i işgale sürükledi. İran savaşı sırasında, petrol gelirlerinin bir kısmının çalındığı iddiasıyla Kuveyt’i yüz bin kişilik bir kuvvet ile işgale girişen Saddam Hüseyin (2 Ağustos 1990), Kuveyt’i Irak’ın 19. vilâyeti olarak ilan etti. Kuveyt savaşta büyük tahribata uğramasının ardından ABD, İngiltere ve Fransa ile çeşitli savunma antlaşmaları yapmıştır. Ülkenin %50’si gerektiğinde kullanılmak üzere ABD’ne tahsis edildiğinden Kuveyt savaş sonrası eski emirlik olmaktan çıkmıştır. Katar Coğrafya ve Tarih Arap yarımadasının kuzeydoğu sahilinde, Basra Körfezi’nin güneybatısındaki Bahreyn ve Bahrülbenât körfezleri arasında kuzeye doğru uzanan yarımada üzerinde yer alan küçük bir ülkedir. Başkenti Devha/Doha’dır. Yüzölçümü 11.586 km2 olup yabancılar ile birlikte nüfusu iki milyon civarındadır. Resmi dili Arapça olmakla birlikte İngilizce de yaygın bir şekilde kullanılır. Güneyden Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çevirdiği; genelde çöl ve alçak kumlu tepelerden ibaret olan arazisi tarıma uygun değildir; iklimi sıcak ve kuraktır. Çok büyük petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olan Katar son yıllarda ayrıca sanayileşmeye de önem vermiştir. Osmanlı belgeleri arasında Katar tarihi ile ilgili en eski belge 1555 yılına aittir ve bölgenin ticari önemine işaret etmekle birlikte belgede şeyh Muhammed b. Sultan b. Müsellem’in idaresindeki Katar ahalisinin 1000 civarında gemiye sahip olduğu ve ticaretle uğraştığı belirtilmektedir. 1776’da Kuveyt’ten gelen Utûb kabilesine mensup Âl-i Halîfe’nin Katar Yarımadası’nın batı sahillerindeki Zübâre’yi işgal etmesi ve burayı kısa zamanda bölgenin diğer ticari limanlarına rakip bir ticaret merkezi haline getirmesi, Katar’ı yöneten Benî Müsellem’in ve bundan etkilenen İran’ın rahatsızlık duymasına yol açtı. 1820’Ii yıllardan itibaren körfezdeki şeyhliklerle münasebet kuran İngiltere, Bahreyn ile olan ilişkilerini yeterli gördüğünden Katar’la herhangi bir antlaşma yapmamıştı. Ancak 1860’lardan sonra hem Necid’deki Suud ailesi hem de Bahreyn’deki Halîfe ailesi içinde yaşanan ihtilâflar Katar’ı İngilizler için ön plana çıkardı. Katar’da İngilizler Birinci Dünya Savaşı ile birlikte bölgedeki Osmanlı varlığı tamamen sona erdi. Savaş sırasında Basra Körfezi’nde büyük etkinlik gösteren İngilizler, 3 Kasım 1916’da Katar Emiri Abdullah ile diğer Körfez şeyhleriyle yaptıklarına benzer bir himaye antlaşması imzaladılar. Bölgede petrolün bulunmasına kadar milletlerarası politikada gündeme gelmeyen Katar, komşuları Bahreyn ve Suudi Arabistan ile arasında çıkan bazı küçük anlaşmazlıkların dışında önemli bir olayla karşılaşmadı. Bağımsız Katar Devleti İngilizlerin bölgeyi terk etmesinden sonra bağımsızlığına kavuşan Katar (3 Eylül 1971) hemen arkasından Arap Birliği’ne ve Birleşmiş Milletler’e üye oldu.1972 yılında yeğen Şeyh Halife bin Hamed idareyi ele geçirince ailede yönetimin soy ağacı da değişmiş oldu. Bahreyn Coğrafya ve Tarih Basra Körfezi’nde Suudi Arabistan’ın Doğu sahilleri ile Katar’ın batısında yer alan iki büyük ve otuzdan fazla küçük adacıktan oluşan küçük bir ada devletidir. Adaların toplamı 760 km2 meydana getirmektedir. Bahreyn; • • Mename (başkent) ve Muharrak adıyla birbirine deniz doldurularak bağlanan iki ana adadan oluşurken etrafında daha birçok küçük ada ve adacıklar (Sidre, Nebi Salih, Cidde, Ummu Nassan, Ummu Suban gibi) bulunmaktadır. Sünni ve Şii toplum arasında ciddi bir ayrışma olup, Sünniler “Bahreynî” (Bahreynli); Şiiler de aynı anlama gelen “Bahranî” şeklinde kendilerini ifade etmektedirler. Stratejik konumu tarih boyunca dış güçlerin ilgisini çekmesini sağlamıştır. Bu yüzden Bahreyn yeniçağlarda Portekizliler ve İranlılar arasında bir rekabet alanı olmuştur. Aynı süreçte 1550’lerden sonra da Osmanlıların gündemine girmiştir. 1783’te Osmanlıların rakibi olan İranlıların buradan çıkarılması, Bahreyn idarecilerini Osmanlı Devleti’ne yakınlaştırmıştır. Modern Bahreyn Devleti’nin Ortaya Çıkışı Bölge tarihinin tamamında olduğu gibi I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler Bahreyn’in de tarihinde etkili olmuştur. Nitekim İngilizler savaş yıllarında Basra Körfezi’ne yerleşince burada da fiili himaye sistemini hayata geçirmişlerdir. Savaş yıllarında bir savaş idaresi kurulmuş; 1921-1926 yıllarında Clive Daly İngiliz siyasi memuru olarak burada görev yapmıştır. 1968 yılında İngiltere’nin Süveyş’in doğusundaki bölgeleri boşaltacağını ilan etmesi ile Bahreyn tarihinde yeni bir süreç başlamıştır. Birleşmiş Milletler 1970 yılında bir temsilci heyet göndererek, özerklik prensibine göre Bahreyn’de bir referandum uyguladı. 15 Ağustos 1971 yılında Bahreyn bağımsızlığını ilan etti ve el Halife ailesinden Şeyh İsa Emir unvanı ile yeni devletin de başı oldu. Bahreyn önce Arap Birliği üyesi oldu, ardından da BM üyeliğine kabul edildi. 1979 yılında İran’da meydana gelen Humeyni devrimi burayı da etkisi altına aldı. İran, buradaki Şiileri etkilemekle kalmayıp, yeniden Bahreyn’in kendilerine ait olduğu iddialarını dile getirdi. Birleşik Arap Emirlikleri Coğrafya ve Tarih Birleşik Arap Emirlikleri (Resmi adı: El-İmâratü’lArabiyyetü’l-Muttehide) Körfez’in ortasında yer alır. Kuzey ve kuzeybatıdan Körfez’in suları, batıda Katar ve Suudi Arabistan güneyde ise Umman ve ayrıca Suudi Arabistan toprakları ile çevrilidir. Katar’dan Re’s Musandam’a kadar doğu batı istikametinde Körfez’de 644 km uzunluğunda sahili bulunmakta ve ülkeyi meydana getiren yedi emirliğin altısı (Abu Dabi, Debi (Dubai), Şarıka, Acman, Ummu’l-Kayveyn, Re’su’l-Hayme) bu sahilde yer alırken; 7. emirlik olan Fucayre ise Umman tarafında 90 km boyunca uzanan sahil kesiminde yer almaktadır. Ülkenin yüz ölçümü 83.600 km2’dir. Bu büyüklüğü ile Körfez İşbirliği Ülkeleri arasında Suudi Arabistan ve Umman’dan sonra 3. sırada yer almaktadır. BAE’nin başkenti Abu Dabi şehridir ve burası ülkenin kurucusu sayılan el-Bu Falah ailesinin de merkezi olup ülke yüzölçümünün de büyük bir kısmını oluşturmaktadır. BAE esasında Mütareke Şeyhlikleri (Trucial States) olarak bilinen yedi ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur. Birleşik Devlete Doğru 1928 yılında Şeyh Şahbut b. Sultan idareyi ele geçirerek 1966 yılına kadar sürecek bir istikrar başlamıştır.1981 yılında Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın aktif üyesi olan BAE Körfez’de refah düzeyi en yüksek ülkelerden birisi oldu. İran ile yaşanan sınır sorunları hariç çevre ülkeleri ile sorunlarını büyük ölçüde çözmüş ve batı ile ilişkileri yüksek olan bir devlet olmuştur. Umman Coğrafya ve Tarih Basra Körfezi’nin sonunda Arap Denizi, Umman Körfezi Suudi Arabistan ve Yemen ile çevrili ve resmi adı Saltanatu Umman/Umman Sultanlığı’dır. Başkenti Maskat şehri olup, resmi dili Arapçadır. Ancak İngilizce, Belucî, Urduca ve Hindistan dilleri de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Sadece Re’s Musandam tarafı Körfez’e bakan ülkenin büyük bir bölümü Umman Körfezi’ndedir. Yüzölçümü 309.500 km2 olan ülkenin 2013 yılı itibari ile nüfusu 3.154.134’tür. Halkı Arap, Beluci, Pakistanlı, Hint, Bengladeş, Sri Lanka ve Doğu Afrikalılardan oluşmaktadır. Ancak Doğu Afrikalıların birçoğu 1960’lı yıllarda buraya göç etmiş olup Umman vatandaşı olmuşlardır. Yerli halkın % 75’i İbadî mezhebine mensup Müslümanlardır. Geri kalanları ise Sünni, Şii Müslüman ile Hindulardan oluşmaktadır. Ülke’de bir anayasa mevcut olmayıp, İslamî kurallar ve kısmen Anglosakson kanunları ile idare edilmektedir. Modern Umman: Sultan Kabûs Dönemi İktidarı süresince adeta bilinçli şekilde gelişmenin önünü tıkayan Sultan Said, oğlu lehine tahtından feragat etmeye zorlandı ve 23 Temmuz 1970 yılında oğlu Kabûs Umman Sultanı oldu. İngilizlerin ve çevredeki diğer güçlerin onayını alarak tahta geçen Sultan Kabûs 1940 yılında doğmuştu. Aldığı askeri eğitimden sonra Avrupa’ya giderek orada da staj yapmıştı. Dış ilişkilerini büyük bir denge içinde yürüten Sultan Kabûs’un en önemli müttefiki yine İngiltere’dir. Ancak 1980 yılından beri ABD ile yaptığı askeri anlaşmalar ile deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmiştir. Aldığı bu destek karşılığında da Umman, ABD ve İngiltere’nin bölgede yaptığı operasyonların üssü olmuştur. Ülkedeki petrol üretimi halkın refah seviyesini yükseltirken Umman’ın da gerek OPEC ve gerekse Körfez İşbirliği Teşkilatı içindeki yerini sağlamlaştırmıştır. Ancak ülke ekonomisi hâlâ sadece petrol ve gaz üretimine bağlıdır ve bu durum gelecek kaygılarını arttırmaktadır. Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı TARİH İÇİNDE BASRA KÖRFEZİ Basra Körfezi ve Jeopolitiği Literatürde Fars/İran Körfezi (Persian Gulf), Basra Körfezi ya da Arap Körfezi diye geçmektedir. Arap Yarımadası ile İran’ın güneybatısında yer alan ve Arap Denizi ile Hürmüz boğazını bağlayan 600 mil/965 km. uzunluğundaki suyoludur. Antik çağlardan itibaren Doğu ile Mezopotamya, buradan da Avrupa’ya uzanan “baharat ve ipek yolu” üzerindeki en önemli ve ünlü ticaret yollarından bir tanesidir. Farklı isimler ile anılmasının sebebi tarih boyunca farklı egemenliklerde kalmasından kaynaklanmaktadır. En eski kaynaklarda Fars; Osmanlı asırlarını tanımlayan harita, doküman ve eserlerde Basra; yirminci yüzyılda ise Araplar tarafından Arap Körfezi diye isimlendiren bölge üzerinde yapılan araştırmalar, M.Ö 4000 yıllarından itibaren iskân aldığını göstermektedir. Körfezin her iki yakasında ziraata elverişli alanlar olmadığı için en eski yerleşimcilerin balıkçılıkla geçindikleri bilinmektedir. Bölgeyi geçmişte dünya gündemine taşıyan bir başka yönü de geniş inci yataklarıdır. Dünyanın en iyi incileri de buralardan çıkınca balıkçılar inci avcılığına da başlayacaklar ve zamanla nüfus inci avı yatakları etrafında artacaktır. Ortaçağda özellikle Abbasilerin merkezi Bağdat’ta zenginlik ve refahın artması, Basra’nın dolayısıyla Körfez’in de önemini arttırmıştır. Abbasi Devleti’nin Hindistan ve Çin ile olan ticari bağlantısı bu bölge üzerinden yapılıyordu. Basra ve Bağdat’a ulaşan uzak doğu malları da buradan dünyaya dağılmaktaydı. Ortaçağlarda Radikal bir mezhep olarak ortaya çıkan Karmatiler, Bahreyn adalarını merkez edinince ticaret bir süreliğine Körfez’in batısında sekteye uğramışsa da, doğu yakasında devam etmiştir. Ancak aynı süreçte Merkezi Arabistan’dan sahillere gelip yerleşen bazı güçlü Arap kabileleri de Körfez’de hanedanlıklar tesis ederek yerel idareler kurmuşlardı. Ondördüncü asra kadar Körfez’de en gelişmiş ticari liman Hint Okyanusu’nun ağzındaki Hürmüz idi. Fars kökenli şahlar tarafından idare edilmekteydi. Batı Hindistan’dan çıkan ticari mallar Hürmüz üzerinden Osmanlı topraklarına ve Avrupa’ya ulaşmaktaydı. Salih Özbaran’ın deyimi ile Hürmüz, Basra Körfezi’nden giriş-çıkışı kontrol edebilen dünyanın en zengin antrepolarından biriydi (Özbaran 2004: 110). Vasco de Gama’nın 1468’de Ümit Burnu’nu keşfetmesi Avrupalılara burayı tanıtmıştır. Nitekim dönemin gelişmiş deniz gücüne sahip olan Portekizliler Hürmüz’e gözünü diken ilk emperyal güç olmuştur. Portekizlilerin Hürmüz’ü 116 Modern Ortadoğu Tarihi ele geçirerek Körfez’e yerleştikleri yıllarda (1515) Osmanlılar da Kızıldeniz’e yerleşmeye çalışıyorlardı (1521). Bu iki gücün karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Portekizliler, Hürmüz’e yerleşip oradan Körfez ve Doğu Akdeniz üzerinden ticaretlerini Karadeniz’e ulaştırmayı hedefliyorlardı. Osmanlı Devleti ise karada sağlamlaştırdığı egemenliğini önce Suriye, Mısır ve Hicaz bölgesinde pekiştirmiş, ardından Musul, Bağdat ve nihayet Basra üzerinden Körfez’e ulaştırmaya niyetlenmişti. Hürmüz’e yerleşen Portekizlilerin Basra yakınlarına kadar sokulmaları, Kızıldeniz ve Hicaz’ı tehdit altına almaları Osmanlı Devleti’ni daha bilinçli ve hızlı hareket etmeye sevketti. Aslında Osmanlı Devleti’nin Basra’ya yakın olması bölgedeki bazı Müslüman yerel hakimleri de cesaretlendirerek, Portekizlilere ödedikleri haracı vermemeye sevketti. Tabii olarak Portekizliler bu duruma sessiz kalmayarak, Körfez’in en stratejik noktası olan Bahreyn, Katıf ve el Hasa (Lahsa) taraflarına askeri seferler düzenlediler. Diğer taraftan İran’ın da karadan ve Basra Körfezi’nden Osmanlı Devleti’ni tehdit etmesi, bölgeye yerleşmesini daha da hızlandıracaktır. İranlılara bağlı Bağdat valisinin Osmanlılara yöneldiği 1529 yılında ilginç bir şekilde Portekizliler de ilk defa olarak İranlılara vergi ödeyen Basra’ya ulaştılar. Osmanlı Devleti Kanunî’nin Irakeyn seferi ile 1534 yılında Bağdat’a yerleşmesine kadar Portekizliler de Körfez’de özgür hareket etme ve oradaki bazı Arap kabilelerinden taraftar edinme imkânı buldular. Osmanlılar Bağdat’taki varlıklarının Basra’yı da kontrol etmeye bağlı olduğunun farkındaydılar. Ayrıca Osmanlı Devleti için hayati önem taşıyan Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştikleri stratejik mevkiinin (Şattularap) kontrollerinde olması gerektiğini düşündükleri de muhakkaktı. Nitekim bu stratejik düşünce 1546 yılında Basra’yı ele geçirerek, orada da bir beylerbeylik teşkil etmeleri ile sonuçlandı. Ardından Körfez’in diğer stratejik noktalarından biri Bahreyn’in karşısında olan ve Portekizlilerin tahkim ettikleri Katıf ve el Ahsa’yi kontrol edip burada da kurdukları Beylerbeyilikle (Lahsa Beylerbeyliği: 1550) Körfez büyük ölçüde Osmanlı egemenliğine girdi. Bu tarihten sonra Hürmüz’e çekilen Portekizliler ile mücadeleler devam edecektir. Osmanlılar’ın bir taraftan Kızıldeniz ve Aden Körfezi’ni takviye girişimleri diğer taraftan kullandıkları deniz araçlarının okyanus sularına uygun olmaması bu mücadeleyi yarıda bırakmalarına neden olacaktır. Ancak Osmanlı Devleti, Körfez’in yaklaşık 500 millik bir parçası üzerinde fiilen egemenlik kurarken diğer kısmı üzerinde de kısmen nüfuz sahibi oldu ve böylece Körfez’e de “Basra Körfezi” adı verilmeye başlandı. Bölgenin jeopolitiğinden dolayı bu tarihi süreç günümüze kadar taşınacak büyük uluslararası çatışmayı da beraberinde getirdi. Basra Körfezi’nin ticari önemini ve jeopolitiğini kavrayan ikinci büyük Avrupalı deniz gücü Hollandalılar olmuştur. Onlar da aynı maksatlar ile ticaretlerini bu güzergâh üzerinden Anadolu ve Karadeniz’e taşımak niyetindeydiler. Hürmüz’de varlıklarını sürdürmeye çalışan Portekizliler bir taraftan Maskat Araplarının muhalefeti, diğer taraftan Hindistan’da Malabar’ı ellerinden alan Hollandalılar ile yüzleşmek zorunda kalınca, zaman içerisinde Körfez’den uzaklaşacak ve yerini İngilizlerin de desteğini alan Hollandalılara bırakacaktır. Onyedinci yüzyılın hemen başında bu yarışa İngilizler katılınca Körfez bu iki Avrupalı ülkenin rekabet sahası olacaktır. Fakat bu rekabet deniz ticaretinin ötesine geçemeyecek ve İran’ın sürekli tehditlerine rağmen Osmanlı, Körfez’deki varlığını sürdürmeye devam edecektir. Hollanda ve İngilizlerin ilgisi zamanlama bakımından aynı dönemlere rastlamaktadır. Her ikisi de 17. Yüzyılda Körfez’in önemini kavramışlardı. Daha çok uzakdoğu baharat ticaretinde söz sahibi olmak için kurulan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (EIC: 1600) ile Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (V.O.C: 1602) zaman içinde Körfez’i 117 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı Resim 5.2 Resim 5.1 Portekizliler döneminde Basra Körfezi Kaynak: Floor, Willem - Hakimzadeh, Farhad, (2007). 19. Yüzyılda Osmanlı Basra Körfezi Kaynak: Osmanlı Haritası, BOA, Harita 455. de faaliyet alanlarına alarak Portekizlilerin yerine geçtiler. Körfezi ticari ilgilerine ilk alanlar Hollandalılar olsa da 18. yüzyılın son çeyreğinde geri çekilmeye başlayınca, İngilizler rakipsiz kaldılar. Her ne kadar bunlar dışında Venedikliler ve Fransızlar da bu coğrafyada bazı faaliyetlere girişmişler ise de ilk iki devlet kadar etkili olamadılar. Körfez’de Avrupalılar sadece ticaret ile uğraşmayıp, yerel idarelere müdahale, şekil verme, birbirlerine karşı kullanma, karada gümrükler ve karakollar kurma hatta misyonerlik faaliyetleri yapmışlardır. Tabii olarak bu durum yerel direnişlere ve Körfez’de zaman zaman ticaretin kesilmesine neden olacak korsanlık faaliyetlerine sebep olmuştur. İngiltere, Hindistan sömürgesini elinde bulundurmanın avantajlarıyla askeri deniz gücü kullanarak bölgeye kolayca yerleşmiş, 19. yüzyıl boyunca da buradaki nüfuzlu aileler ile kurduğu ilişkiler ve elde ettiği imtiyazlar ile Körfez ülkelerinin geleceğinde büyük rol oynamıştır. Bölgede bir deniz gücü olarak büyüyen Ummu’l-Kavasim bölgesi denizcileri, 19. yüzyılın başlarında Vehhabilikten de esinlenerek geliştirdiği cihat fikri ile İngiliz gemilerine savaş açmışlardı. Kendilerine karşı korsanlık olarak niteledikleri bu faaliyetleri İngilizler Hindistan’dan sevkettikleri kuvvetler ile sert bir şekilde bastırdılar. 1809 yılında Kavasım’ın başkenti Re’su’l Hayme kuşatıldı ve donanmaları tamamen tahrip edildi. İngilizlerin bu tavrı civardaki emirlikleri de korkuttu. Aynı akıbete uğramak istemeyen Körfez emirlikleri (Ummu’l Kavain, Ajman, Abu Dabi, Dubai geç tarihte ise Bahreyn) 1820 yılından itibaren İngilizler ile anlaşma yolunu tercih etti. 118 Modern Ortadoğu Tarihi Böylece Körfez’de İngilizlerin “Trucial System/Mütareke Sistemi” dedikleri süreç başladı. Ancak her bir emirlikle yapılan anlaşma eşitlik ilkesinden uzaktı ve İngilizleri bölgede daha fazla etkin kılmaktaydı. Nitekim Birinci Dünya Savaşı bu sistemin İngilizlere sağladığı avantajlarla başladı ve bölge hızla İngilizlerin himayesine girdi. Balık ve inciden sonra petrolün keşfiyle Körfez tekrar dünyanın gündemine girdi. 1970li yıllardan itibaren İngilizlerin bölgeden çekilmesi ile de buralarda yüz ölçümü ve nüfus bakımından “micro state/küçük devlet” denilen ama kaynakları ve bulundukları coğrafya açısından jeopolitiği yüksek devletler ortaya çıktı. Suudi Arabistan hariç bu devletlerin birçoğu her ne kadar batılıların dizayni ile meydana gelmiş ise de zaman içinde kendi siyasetlerini de belirleme yoluna gitmişlerdir. Bu maksatla çoğu konuda müşterek hareket etme becerisi gösteren bu devletlerin en önemli birleştirici kurumları 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Teşkilatı’dır (The Gulf Cooperation Council). Küçük devletlerin bağımsızlıklarını kazanması akabinde Suudi Arabistan’ın önerisi ile hayata geçirilen teşkilat, üyeleri arasında özellikle ekonomik entegrasyonu sağlama yolunda büyük adımlar atmıştır. 1 Sizce Basra Körfezi’nin önemi nereden kaynaklanmaktadır ve bu durum bölgenin jeopolitiğine nasıl yansımaktadır? Resim 5.3 Basra Körfezi’ne Kıyısı Olan Ülkeler Kaynak: Alain Gresh-Dominique Vidal, Ortadoğu, Mezopotamya’dan Körfez Savaşına, İstanbul 1991. KUVEYT Coğrafya ve Tarih Basra Körfezi’nin kuzeybatısında yer alan ülkenin resmi adı “Devletü’l-Kuveyt”tir. Arap Yarımadası’nın kuzeydoğusunda, Suudi Arabistan ile Irak arasında yüzölçümü 17.818 km2 olan küçük bir ülkedir. Ülke, Şattülarap deltasının güneyinde, bü- 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı yük gemilerin girmesine elverişli derin bir körfezin çevresinde yer alır. Kuveyt Körfezi denilen ve doğu-batı doğrultusunda uzunluğu 80, kuzey-güney doğrultusunda genişliği 20 kilometreyi bulan büyük bir girintiden oluşmaktadır. Kuveyt Körfezi’nin hemen karşısında oldukça stratejik bir mevkisi olan Feyleke ve Mesken adında iki adası bulunmaktadır. Bu doğal liman yapısı ile büyük tonajlı gemilerin girebildiği bir yer olması 17. yüzyıldan itibaren ilgi odağı olmasını sağlamıştır. Özellikle Basra’ya ulaşan ticari mallar buradan Osmanlı bandırası taşıyan Kuveyt gemileri aracılığı ile bu limana taşınmakta ve buradan dağılmaktaydı. Petrolün keşfine kadar gerek bu özelliği ve gerekse inci yatakları ile önem arzederken; petrolün çıkarılmasından sonra da jeopolitiği gittikçe yükselen bir ülke oldu. Başkenti Kuveyt şehridir. Resmî dili Arapça olmakla birlikte İngilizce de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. 2013 verilerine göre nüfusu 2.695.316 olarak tespit edilmiştir. Ancak bu nüfusun yarısına yakını Kuveytli iken yaklaşık % 35’i diğer Arap ülkelerinden, geri kalanları ise özellikle Hindistan ve diğer Asya ülkelerinden çalışmak amacıyla burada bulunanlardan oluşmaktadır. Yerli ahali ise Necid ve İran taraflarından gelip buraya yerleşen kabilelerden oluşmaktadır. Müslüman nüfus Sünni ve Şii olmak üzere iki ana gruptan meydana gelmektedir. Oranlar çoğu kere karşılıklı olarak abartılı verilmekle birlikte, % 60-70 Sünni; % 30-40 Şii’dir. Göçmen nüfusun içinde Hıristiyan, Hindu ve Parsi’ler bulunmaktadır. Nüfusun çoğu Kuveyt şehri etrafında gelişen ve onunla bitişen şehirlerde yaşamaktadır. Ülke, El-Asıme, Ahmedî, Fervâniye, Cehrâ, Havallî ve Mubarek el Kebir isimleriyle altı valilik bölgesine ayrılmıştır. Asırlardır ülkenin geleneksel idarecisi el Sabah ailesidir. I. Dünya Savaşı’na kadar hukuken Osmanlı Devleti’nin bir kaymakamlığı olarak kabul edilen Kuveyt, savaş ile birlikte fiilen İngiliz himayesinde bir emirliğe dönüştü; 19 Haziran 1961 tarihinde İngiliz Parlamentosu’nun aldığı karar ile de bağımsız bir devlet oldu. Kuveyt’in, Körfez’in genelinde olduğu gibi sınırlı da olsa eski çağlardan beri iskân aldığı bilinmektedir. Fakat bu konuda yeterli araştırmalar henüz ortaya konulmamıştır. İslam Tarihi kayıtlarında Halid b. Velid’in kuvvetlerinin Sasanileri buralarda mağlup ettiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Ancak her halükarda Kuveyt’in Necid kabileleri tarafından uzun zamandır bilindiği ve burasının değişik mevsimlerde balıkçılık ya da inci avcılığı için kullanıldığında kuşku yoktur. Kuveyt’e göç eden ahaliye dair bilinen en eski Osmanlı belgesi, 1701 tarihli bir Mühimme kaydı olup¸ Bahreyn’de yaşayıp İran baskısından bıkan Utûb kabilelerinin Basra etrafına yerleşmek için Osmanlı Devleti’nden izin istemeleri ile ilgilidir. Bu belge, her ne kadar doğrudan Kuveyt’ten bahsetmeyip, en eski tarihine ışık tutmasa da bugünkü ahalisini ve siyasi tarihini açıklama bakımından oldukça önemlidir. Nitekim buna göre burada bir yerleşim bölgesi vardır ve Osmanlı Devleti’ne bağlıdır. Söz konusu kabileler de buraya yerleşmek arzusundadır. Bunun böyle olması da tabii görünmektedir. Zira Osmanlı Devleti bu tarihten yaklaşık 150 yıl önce Basra Körfezi’ne yerleşmişti. Basra Beylerbeyliği’ne çok yakın olan bu noktanın bu egemenliğin dışında kalması düşünülemezdi. Utûb kabilelerinin bu izin talebinden sonra hızla buraya yerleştiği anlaşılmaktadır. Bir Osmanlı seyyahı olan Şamlı Murtaza b. Ulvan 1709’da uğradığı Kuveyt’ten bir liman kenti olarak bahsetmektedir. Bu süreçte Körfez’de Ahsa’daki Beni Halid Kabilesi Osmanlı Devletini temsil etmektedir ve Kuveyt’e yerleşen bu kabileler de ona bağlıdırlar. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin 1750 tarihinde Basra’da temsilcilik açmasından sonra Avrupalıların kaynaklarında da Kuveyt zikredilmeye başlanmıştır. Balıkçılık ve inci avı Kuveyt’i hızla geliştirerek onsekizinci yüzyılın yarısında on bin 119 120 Modern Ortadoğu Tarihi nüfuslu ve 800 gemiye sahip bir liman olmasını sağlamıştır. Nitekim ondokuzuncu yüzyılda Basra Körfezi limanları arasında en çok ticareti Kuveyt bandıralı gemilerin yaptığı belgelerde açıkça görülmektedir. Kabilevi toplumlarda gücünü daha ziyade geleneklerinden alan şeyh/ler idareci olmaktaydı. Bazen şeyhlik bir aileden başka bir aileye güç kullanılarak transfer edilmekteydi. Bu anlamda bugüne kadar devam eden el-Sabah ailesinin idareyi nasıl ve ne zaman elde ettiğine dair bilgiler yoktur ya da zayıf rivayetlerden ibarettir. Ancak geç tarihli bir Osmanlı belgesinde Osmanlı Sultanı’nın Kuveyt’i elSabah ailesine verdiği ve sahibinin (hakiminin) bu aile olduğunun (ilk emir: Şeyh Sabah b. Cabir b. Azbi’dir) zikredilmesi, buranın en eski yöneticilerinin de bu aile olabileceğini göstermektedir. 1776-1779 yılları arasında Basra’nın kısa süre İran işgaline girmesi Osmanlı Devletinin bölge ile ilişkisini kesintiye uğrattığı gibi Kuveyt’te yeni bir aktörün daha ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Basra’nın İran işgali altına girmesi Hint ticaretini de buradan Kuveyt’e kaydırdı. Bu sayede liman oldukça hareketlendi ve şehir daha da büyüdü. Anadolu, Halep ve Akdeniz limanlarından Körfez’e ulaşan güzergâhta önemli bir ticaret merkezi haline geldi. Artık bölge Hollandalıların olduğu kadar İngilizlerin de ilgi alanına girmişti. İngilizler de Basra’da İngiliz Doğu Hindistan Şirketi için bir temsilcilik açmışlardı. 1793 yılında Osmanlı yönetimi ile çıkan bir anlaşmazlık üzerine temsilciliklerini Kuveyt’e taşıdılar. Her ne kadar 1795 yılında temsilcilik Basra’ya geri döndü ise de İngilizler ilgilerini sürdürerek, her vesile ile orada da varlık göstermek istediler. Mesela 1820 yılında merkezi Arabistan’daki Suudî ayaklanmasına karşı Kuveyt’i koruma bahanesiyle Basra’daki siyasî memurunu buraya nakletti. Kuveyt halkı bu memuru kabul etmeyince İngiltere ertesi yıl onu Kuveyt Limanı girişindeki Feyleke adasına yerleştirerek bölgeyi yakından takibe başladı. Kuveyt ahalisinin, Osmanlı coğrafyasından buraya göç etmesi ve burasının Osmanlı toprağının bir uzantısı olması, onların Osmanlı tebaası sayılmaları için yeterli idi. Devlet için vergi ve asker kaynağı olmayan bu bölgede sürmekte olan geleneksel idarenin gemilerine Osmanlı bayrağı çekmesi ve hutbelerde Osmanlı Sultanının adını zikretmesi yeterli bulunuyordu. Fakat 1820’lerden itibaren İngilizlerin Basra Körfezi’ndeki şeyhliklerle ilgilenmesi ve bazılarıyla gizli anlaşmalar yapması, Osmanlı Devleti’nin gözünden kaçmadı. Bağdat valileri Takıyüddin Paşa ile Midhat Paşa, Katıf, Ahsa, hatta Basra’nın muhafazasının Kuveyt’le olan ilişkilere bağlı olduğu kanaatindeydi. Midhat Paşa’ya göre, Kuveyt’te Bahreyn benzeri bir ecnebi himayesi kurulması durumunda Irak ve Arap yarımadası tamamen tehdit altına girerdi. Bu yüzden Bağdat valileri Kuveyt şeyhini uyararak bu tehditten uzak tutmaya çalışmışlardır. Özellikle Midhat Paşa Bağdat valisi olunca ilk iş olarak Âl-i Sabah’ın o sıradaki şeyhi olan Abdullah b. Sabah’la daha önce kurulan ilişkileri geliştirdi. O’nun ile yapılan görüşmelerde, Kuveyt’ten vergi alınmayacağı ve eski idareye hiçbir şekilde müdahale edilmeyeceği teminatı verildi. Çünkü devletin amacı vergi almak değil, yabancı müdahalelere engel olacak düzenlemeleri yapmaktı. Abdullah b. Sabah’ın önünde, diğer bazı Körfez şeyhleri gibi İngilizlerle anlaşmak veya hilafeti temsil eden Osmanlı Devleti’nin taleplerine uymak şeklinde iki seçenek vardı. Midhat Paşa’nın telkinleriyle ikincisini tercih ederek 1869’da Kuveyt kaymakamı olarak atanmayı kabul etti. Bunun üzerine Abdullah b. Sabah’a kaymakamlık beratı gönderildi ve uzun yıllar bu görevi sürdürdü; aynı beratla Şer’i Naib olarak da Şeyh Muhammed b. Abdullah el-Sâni atandı. 121 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı Resim 5.4 Kuveyt Şeyhi Mübarek’in Evi ve Osmanlı/Türk Bayrağı Kaynak: B.J. Slot, (2003). Kuveyt şeyhleri Osmanlı merkezi gücünün Ahsa ve Katıf taraflarında da güçlenmesine katkı verir. İki taraf arasındaki bu mutabakat 1889 yılına kadar İngilizleri Kuveyt’te etkisiz kılar. Ancak bu tarihten sonraki gelişmeler ve 1896 yılında kardeşini öldürerek şeyhliği ele geçiren Mübarek el-Sabah’ın izlediği politikalar yavaş yavaş Kuveyt’i Osmanlı’dan uzaklaştırır. Bu tarihten sonra aile içi çekişmeler baş gösterdiği için Osmanlı Devleti başlangıçta Şeyh Mübarek’in kaymakamlığını onaylamadı. Ancak meseleye İngilizlerin de müdahil olmaları üzerine bir tedbir olarak devlet, O’nu da eskileri gibi kaymakamlığa atadı. Oldukça zeki olan ve şeyhlik iddiasındaki akrabaları ve civardaki şeyhliklere karşı kendisini güvende hissetmeyen Şeyh Mübarek bu tarihten itibaren ikili oynamaya başladı. Bir taraftan Kuveyt kaymakamı olarak Osmanlı Devleti ile ilişkilerini en üst düzeyde tutarken, diğer taraftan da İngilizlerin himayesini sağlamaya çalışıyordu. Aynı sıralarda gerek Kuveyt’e kadar uzanması muhtemel Bağdat Demiryolu projesinin Osmanlı Devleti ile Almanya arasında konuşulmaya başlanması; gerekse Rusların Körfez’de faaliyet göstermeleri İngilizleri harekete geçirdi. 1899 yılında şeyh ve vârislerinin İngiltere’nin izni olmadan başka bir devletin temsilcisini kabul etmeyeceklerini şart koşan gizli bir anlaşma yaptılar. Buna karşılık İngilizler, Şeyh Mübarek’e 1000 sterlinlik bir tahsisat bağladı. Şeyh Mübarek siyasi davranarak İngilizlere istedikleri yazılı garantiyi vermedi ise de topraklarının bir kısmını kiraladığına dair bir belgeyi imzaladı. Aslında bu belge de İngilizlere gerektiğinde müdahale hakkı veriyordu. Gelişmelerden şüphelenen Osmanlı Devleti, Basra liman memurunu Kuveyt’e gönderdi. Memurun şeyh tarafından kabul edilmemesi şüpheleri arttırdı. Ardından meseleyi tetkik etmek için bölgeye yeni bir heyet gönderildi ise de Mübarek anlaşmayı inkâr etti. Hatta Mübarek, II. Abdülhamid’e, devlete olan bağlılığını bildiren bir mektubu yazdı. Artık iki taraf da siyasi davranıyordu. II. Abdülhamid bir dış müdahaleden endişe ederek Mübarek’i, O da devleti idare ediyordu. Nitekim Şeyh Mübarek’e ikinci dereceden Mecîdî nişanı verildi ve mîr-i mîrânlik rütbesiyle paşa yapıldı (20 Mayıs 1900). O da bu ilgiye karşılıksız kalmadı ve Kuveyt’te kendi parasıyla tamir ettirdiği camiye Padişah’ın adını verdi. Basra vilâyetini ziyaret eden Mübarek (17-24 Kasım 1900) Kuveyt’e 122 Modern Ortadoğu Tarihi Resim 5.3 Modern Kuveyt’in kurucusu Şeyh Mübarek (?-1915) Kaynak: Slot, B. J., (2003). hiçbir yabancı devleti sokmayacağına ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacağına dair Vali Muhsin Paşa’ya söz vermesine rağmen İngiltere ile imzaladığı gizli antlaşmaya da sadık kaldı. Padişahın izniyle Kuveyt’e giden Bağdat Demiryolu Şirketi’nden bir heyeti kabul etmeyerek bunu gösterdi. Bunun ile yetinmeyen Mübarek Şammar kaymakamı İbn Reşid ile savaşa tutuşarak müdahale kapısını araladı. İngilizlerin Kuveyt’te bir himaye sistemi oluşturma çabalan Rusya. Fransa ve Almanya’nın da tepkisine yol açtı. İngiltere ise bu devletlere statükoyu korumayı amaçladığını iddia ediyordu. Fakat 4000 asker ve mühimmat yüklü Zuhaf adlı Osmanlı korvetinin Kuveyt Limanı’na girdiği sırada limandaki İngiliz gemisi kaptanının, Türk kaptana, Kuveyt’in İngiltere’nin himayesinde olduğunu söyleyerek, tehditlerde bulunması (24 Ağustos 1901) tartışmaları alevlendirdi. Osmanlı Devleti’nin sorması üzerine İngiltere’nin İstanbul’daki elçisi, İngiliz çıkarlarının korunması için Kuveyt kaymakamıyla gizli bir antlaşma yaptıklarını açıkladı. Türk hükümetinin bunun devletler hukukuna aykırı olduğunu belirtmesi üzerine diğer devletlere söylendiği gibi amaçlarının statükoyu korumak olduğu söyledi. Nihayet karşılıklı verilen notalarla iki devlet arasında Kuveyt’te statükonun korunması konusunda bir antlaşma sağlandı (1 Eylül 1901). Buna göre İngiltere Kuveyt’i işgal etmeyecek veya himayesine almayacaktı. Buna rağmen iki devlet müteaddit defalar karşı karşıya geldiler ama her seferinde statükoyu koruma adına serinkanlı davranmayı sürdürdüler. Bu durum aslında Şeyh Mübarek’i güçlendirdi. İngilizlerden aldığı destekler ile silahlandı ve çevresindeki emirliklere karşı güç kazandı. Daha da ileri giderek İngilizlerin siyasi memuru kabul edilerek ona tahsis edilen eve İngiliz bayrağı çekildi. Bölgede çalışan İngilizleri koordine eden bu memur Kuveyt’in idarî işlerine de müdahale ediyordu. İngilizler, zengin petrol yataklarının bulunduğu yerleri işaretleyerek Kuveyt’in sınırlarını tespit etmeye başladılar. Kuveyt’in iki devlet arasındaki nihai statüsü ise 1913 yılında yapılan Osmanlı İngiliz anlaşmasında belirginleşti. Buna göre Osmanlı Devleti Bahreyn üzerindeki iddialarını terk edip bağımsızlığını tanıyor buna karşılık İngiltere de Kuveyt’in Osmanlı’ya bağlı muhtar bir kaymakamlık olduğunu tasdik ediyordu. I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine bu antlaşma hayata geçemediyse de gelecekte Kuveyt’in statüsü hakkında bir fikir oluşturdu. Şartlar oluştuğunda da bağımsız bir Kuveyt’in yolunu açtı. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı İngiltere Kasım 1914’te Basra’yı ele geçirince Kuveyt’in kendi himayesinde olduğunu ilân etti. Fakat bundan hoşlanmayan Şeyh Mübarek ile Kuveyt ileri gelenleri Kuveyt’i ziyaret eden İngiliz Generali Harding’i karşılamayıp hoşnutsuzluklarını dile getirdiler (Ocak 1915). Modern Kuveyt’in kurucusu kabul edilen Mübarek el Sabah’ın vefatında (28 Kasım 1915) halk, İngiliz müdahalesi olmadan büyük oğlu Cabir’in şeyhliğinde birleşti (Aralık 1915). O’nun şeyhliği 1917 yılına kadar sürdü, ölünce Salim şeyh oldu. Yeni şeyh İngilizlerle daha önce yapılan antlaşmaları tanımadığını açıklayarak Osmanlı Devleti ile ilişkilerini düzeltmeye özen gösterdi ise de İngiltere’nin ticari ambargosu ile karşılaştı. Salim’in ölümünün (27 Şubat 1921) ardından şeyhliğe aileden Ahmed b. Câbir geldi. O’nun dönemi, İngiltere ile ilişkilerini düzelttiği gibi uzun sürecek emirlik dönemine istişareye önem vermesinden dolayı “meclis yılları” olarak anıldı. Irak ve Suudi Arabistan ile olan sınır sorunlarını çözdü. İngiliz ve Amerikan sermayesiyle kurulan Kuwait Oil Company adlı şirket 1938’den itibaren petrol çıkarmaya başladı. Şeyh Ahmed’in vefatından (1950) sonra şeyh olan Abdullah petrol gelirlerini doğru kullanarak ülkenin hızla kalkınmasını sağladı. Bağımsız Kuveyt ve İşgal 1961 yılında bağımsızlığına kavuşan Kuveyt hemen Arap Birliği üyeliğine de alındı. Fakat bu bağımsızlığı Irak, toprakların aslında kendi parçası olduğu gerekçesiyle tanımadı ve Arap Birliği’ne de karşı çıktı. Kuveyt, komşusundan gelen bu açık saldırı karşısında yeni kurtulduğu İngiltere’den yardım istedi. İngilizler ve Arap Birliği de Kuveyt’in bağımsızlığını korumak için kuvvet gönderdiler (Eylül 1961). Kuveyt’in Birleşmiş Milletler’e üye olmasından (Mayıs 1963) sonra Irak da Kuveyt’in bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tanımak zorunda kaldı (Ekim 1963). Arap Birliği askerleri aynı yıl Kuveyt’i terk ettiği halde İngiliz askerleri 1971’e kadar Kuveyt’te kaldı. Bu süre içinde Kuveyt’te yirmi kişilik bir kurucu meclisin hazırladığı anayasaya göre seçilen meclis çalışmalarına başladı (Ocak 1963). Şeyh Abdullah’ın ölümünün (24 Kasım 1965) ardından Şeyh Sabah Emir, daha sonra veliaht da ilan edilecek olan Cabir ise başbakan oldu (Mayıs 1966). İran’daki gelişmeler ve özellikle Humeyni devrimi Şii nüfusa da sahip Kuveyt’i etkiledi. Bu yüzden Kuveyt, lrak-İran savaşı (1980-1988) sırasında Irak tarafını tuttuğu gibi Irak petrollerinin Kuveyt limanlarından dünyaya satılmasını sağladı. Irak yanlısı politika izlemesi İranlı grupların tepkisine yol açtığından pek çok İranlı ve yabancılar Kuveyt’ten çıkarıldı (1985-1986). Oysa bu siyasete paradoksal bir biçimde dönemin Irak lideri Saddam Hüseyin’i teşvik eden ABD politikaları Saddam’ı Kuveyt’i işgale sürükledi. İran savaşı sırasında, petrol gelirlerinin bir kısmının çalındığı iddiasıyla Kuveyt’i yüzbin kişilik bir kuvvet ile işgale girişen Saddam Hüseyin (2 Ağustos 1990), Kuveyt’i Irak’ın on dokuzuncu vilâyeti olarak ilan etti. Kuveyt Emiri yöneticileriyle komşu ülkelere sığındı. ABD, BM’den aldığı 678 numaralı karar ile Çöl Kalkanı askeri harekâtını başlattı. Yüz saatlık bir harekâttan sonra 100 bin ile 250 bin arasında insan öldü ama Irak Kuveyt’ten çıkarıldı. Sürgündeki Kuveyt hükümeti ve Emir ülkelerine döndü. Kuveyt savaşta büyük tahribata uğradı. Hastaneler, okullar, hükümet binaları ve petrol kuyuları tamamen yerle bir edildi. Ülkenin yeniden imarı için Ekim 1992’de Amerika ile on yıllık bir savunma antlaşması imzalandı. Benzer antlaşmalar İngiltere ve Fransa ile de yapıldı. Aslında bu anlaşmalar beraberinde ABD’nin Körfez’e daha fazla yerleşmesini getirdi. Gerektiğinde kullanmak üzere ülke topraklarının %50 si ABD kuvvetlerine tahsis edildi. Kuveyt artık eski emirlik olmaktan çıktı. 2000li yıllardan sonra müteaddit defalar oluşan parlamento bir dizi planlama yapmakla 123 124 Modern Ortadoğu Tarihi birlikte, halk arasında Sünni-Şii ayrışmasına bir çare bulamadı. Uluslararası pek çok anlaşmaya taraf ve uluslararası kuruluşlara üye olan Kuveyt, Körfez İşbirliği ülkelerinin de en aktif üyesidir. Eğitim düzeyi yüksek ve bireysel girişimcilik de hayli gelişmiştir. Bu yüzden Kuveyt sermayesi ve işadamları dünyanın çeşitli yerlerinde yatırım yapmakta veya finansman sağlamaktadır. KATAR Coğrafya ve Tarih Arap yarımadasının kuzeydoğu sahilinde, Basra Körfezi’nin güneybatısındaki Bahreyn ve Bahrülbenât körfezleri arasında kuzeye doğru uzanan yarımada üzerinde yer alan küçük bir ülkedir. Başşehri Devha/Doha ‘dır. Yüzölçümü 11.586 km2 olup yabancılar ile birlikte nüfusu iki milyon civarındadır. Resmi dili Arapça olmakla birlikte İngilizce de yaygın bir şekilde kullanılır. Güneyden Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çevirdiği; genelde çöl ve alçak kumlu tepelerden ibaret olan arazisi tarıma uygun değildir; iklimi sıcak ve kuraktır. Çok büyük petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olan Katar son yıllarda ayrıca sanayileşmeye de önem vermiştir. XX. yüzyılın ilk yarısına kadar halkını Necid’in içlerinden gelen ve hayvancılıkla geçinen bedevilerle, balıkçılık, inci avcılığı ve ticaret yapan yarı yerleşik kabileler oluşturmaktaydı. Ancak bugün nüfusun çoğunluğu yerli halktan çok petrol sektöründe çalışan İran ve Pakistan kökenli göçmenlerle, başka yerlerden gelen işçilerden meydana gelmektedir. Denizciliğe ve inci avına uygun sahilleriyle ilkçağlardan beri iskân alan Katar yarımadasının, onaltıncı yüzyılının başlarında Basra Körfezi’nde OsmanlıPortekiz çekişmelerinin başlamasına kadarki tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak son yıllarda yapılan ve neticelenmeyen arkeolojik kazılar ile Katar tarihinin eski çağları aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Her halükarda yerli ahalisi Necid içlerinde buraya gelerek yerleşen Arap kabileleridir. Bugün Katar’da Benî Hacir, el Menâsır, el Ka’bât, Rayhât, Naîm ve el Kebese gibi kökü merkezi Arabistan’a dayanan kabileler yaşamaktadır. Coğrafyanın küçük olması, günümüzde bir paylaşım problemlerinin olmaması ve refah düzeyinin yüksekliği sayesinde kabileler arasında uyum olmasına rağmen “Katarlı” olmak bir kimlik anlamına gelmemektedir. Yine hemen herkes kendisini diğer Körfez Arapları gibi mensup oldukları aile ve kabileleri ile tanımlamaktadırlar. Osmanlı belgeleri arasında Katar tarihi ile ilgili en eski belge 1555 yılına aittir ve bölgenin ticari önemine işaret etmektedir. Söz konusu belgede Şeyh Muhammed b. Sultan b. Müsellem’in idaresindeki Katar ahalisinin 1000 civarında gemiye sahip olduğu ve ticaretle uğraştığı belirtilmektedir. Buna göre Katar, Kuveyt’ten çok önce oluşmuş bir ticaret limanıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, Basra Körfezi’nde Portekizlilere karşı üstünlük sağlayan Osmanlı Devleti kurduğu Lahsa Beylerbeyiliği’ne Katar sancağını kurarak buraya idareci tayin etti. Ancak atanan bu sancak beyinin Katar’a giderken Lahsa Beylerbeyi Bıyıklizâde Mustafa Paşa’nın Bahreyn seferine katılması ve seferde ölen Mustafa Paşa’nın yerine ordunun başına geçmek zorunda kalması, esas görev yeri olan Katar’a ulaşmasını engelledi. Böylece burada doğrudan Osmanlı idaresinin tesisi girişimi yarım kalmış oldu; ancak Benî Müsellem’e mensup mahallî idarecilerin Lahsa ile ilişkileri sebebiyle burası da tartışmasız biçimde Osmanlı hakimiyetindeki topraklar içinde yer alıyordu. Zira sözkonusu mahalli idarecilerin Lahsa Beylerbeyliği sınırlarında toprakları vardı ve vatandaş muamelesi görüp, yerlilere uygulanan vergiye tabi tutuluyorlardı. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı 1776’da Kuveyt’ten gelen Utûb kabilesine mensup Âl-i Halîfe’nin Katar Yarımadası’nın batı sahillerindeki Zübâre’yi işgal etmesi ve burayı kısa zamanda bölgenin diğer ticari limanlarına rakip bir ticaret merkezi haline getirmesi, Katar’ı yöneten Benî Müsellem’in ve bundan etkilenen İran’ın rahatsızlık duymasına yol açtı. Benî Müsellem, Âl-i Halîfe’den vergi talebinde bulunurken, İran’ın Bûşehr hâkimi de Zübâre’ye bir saldırı düzenledi (1783). Bunun üzerine Âl-i Halîfe kendisine bağlı kabilelerle birlikte Zübâre’nin karşısında yer alan ve o sıralarda İran’ın nüfuzu altında bulunan Bahreyn adasını ele geçirip burayı yurt edindi. Aynı ticarî faaliyetleri Bahreyn’de de sürdüren Âl-i Halîfe’nin bu tarihten sonra daima Katar üzerinde ve özellikle Zübâre bölgesinde söz sahibi olmak ve orada bir nâib bulundurmak istemesi Katar aşiretleriyle Bahreyn arasında sürekli bir çekişme doğurdu. Nitekim Bahreyn şeyhleri Katar üzerinde zaman zaman nüfuz kurmayı başardılar. O yıllarda Necid bölgesinde önemli bir güç olarak varlığını sürdüren Âl-i Suûd nüfuzunu Körfez’e, dolayısıyla Bahreyn ve Zübâre’ye kadar yaymıştı. 1843-1849 yılları arasında Bahreyn’de meydana gelen iç karışıklıklar ve Âl-i Halîfe içindeki çekişmeler sırasında Katar kabileleri Muhammed el-Halîfe’nin yanında yer aldılar. Bu durum Bahreyn şeyhi ile Osmanlılar’ın Necid kaymakamı Emir Faysal b. Türkî arasında Katar’a karşı bir ittifakın doğmasına sebep oldu. Bu yeni gelişmeler, 18. yüzyılın sonlarında Orta Arabistan’dan Katar’a göç ederek buranın ticarî hayatında ön plana çıkan Benî Temîm’in bir koluna mensup Âl-i Sânî’nin güç kazanmasına imkân verdi. Nasıl olduğu tam bilinmemekle birlikte Benî Müsellem’in siyaset sahnesinden çekilmesinden sonra zaman zaman Bahreyn Şeyhliği ile Suud Emirliği’nin bölgedeki vergi tahsildarlığını sürdüren Âl-i Sânî 1860’lı yıllardan itibaren de bölge politikalarında etkili olmaya başladı. Nitekim bu ailenin tarihi aynı zamanda modern Katar’ın da tarihi demektir. 1820’Ii yıllardan itibaren körfezdeki şeyhliklerle münasebet kuran İngiltere, Bahreyn ile olan ilişkilerini yeterli gördüğünden Katar’la herhangi bir antlaşma yapmamıştı. Ancak 1860’lardan sonra hem Necid’deki Suud ailesi hem de Bahreyn’deki Halîfe ailesi içinde yaşanan ihtilâflar Katar’ı İngilizler için ön plana çıkardı. Ayrıca Katar’ın Necidli muhaliflere lojistik destek sağlayacak yolun üzerinde bulunması ve Bahreyn’den kaçan muhaliflerin kolayca burada üstlenmesi de bunda etkili oldu. Bu sebeple İngilizler, bölgenin Bahreyn’in nüfuzu altında kalmasını menfaatlerine uygun bulmaktaydılar. 1868 sonbaharında Katar’a bir gemi göndererek o sıradaki Katar şeyhi Muhammed b. Sânî’yi Bahreyn emirlerine vergi vermeye mecbur bıraktılar. Bu durum, İngilizlerin özellikle Bahreyn üzerinde kurdukları nüfuzu tehlikeli bulan ve mutlaka yayılmalarının durdurulması gerektiğine inanan Bağdat Valisi Midhat Paşa’yı harekete geçirdi. Midhat Paşa öncelikle Kuveyt şeyhlerinin itaatlerini sağladıktan sonra asayişsizliği bertaraf etmek ve merkezî hükümetin gücünü hissettirmek için 1871 baharında Ahsa taraflarına Nafiz Paşa kumandasındaki birliklerle askeri bir sefer düzenledi. İngilizlerin tepkisine rağmen Osmanlılar Ahsa sahillerinde kontrolü ele geçirdiler. Bunu fırsat bilen Katar şeyhinin oğlu Câsim b. Sânî, İngilizlerin tehdidinden kurtulmak için Osmanlı askerlerini ülkesine davet etti. Katar, esasen bu seferin planları içinde yer alıyordu, böyle bir davetin gelmesi işi daha da kolaylaştırdı. Böylece 1871 sonbaharında Katar’da da Osmanlı kontrolü sağlandı ve burası Necid sancağına bağlı bir kaza olarak teşkilâtlandırılıp Muhammed b. Sani, O ölünce de Câsim b. Sânî fahrî kaymakam tayin edildiler. Baştan beri bu askeri sefere karşı çıkan İngilizler, fiilî durum karşısında çaresiz kaldılar; fakat Osmanlı hâkimiyetini kabullenen Sânî ailesi üzerinde dolaylı yollarla baskı uygulamayı sürdürdüler. Diğer taraftan düzenli bir hükümete alışkın olmayan bedeviler yeni durumu benimsemekte zorlandılar. 125 126 Modern Ortadoğu Tarihi Osmanlıları davet etmesine rağmen Câsim b. Sânî de kendi geleneksel nüfuzunun zedeleneceği endişesine kapıldı ve yapılmak istenen bazı idarî düzenlemelere karşı çıktığı gibi zaman zaman Necid ve Basra’daki yöneticilerle anlaşmazlığa düşüp kaymakamlık görevinden istifa etme girişimlerinde bile bulundu. 1888 yılında bazı rütbe ve payelerle Câsim’in devlete bağlılığı arttırılmaya çalışıldıysa da gerek İngilizlerin çeşitli vesilelerle uyguladıkları baskılarda gerekse Abu Dabî şeyhiyle Udeyd bölgesi üzerinde çıkan ihtilâflarda Osmanlı Devleti’ni kendi istekleri doğrultusunda yönlendiremeyen Câsim, bölgede başına buyruk hareket etmeye başladı. Çeşitli teşebbüslerden bir sonuç alınamaması üzerine Basra Valisi Hafız Mehmed Paşa, padişahın muvafakatini almadan 1893 başlarında 200 kişilik bir tabur İle Devha’ya girdi. Bunun üzerine Câsim kendisine bağlı kabilelerle Vecebe Kalesi’ne çekildi. İki taraf arasında çıkan çatışmada Hafız Mehmed Paşa büyük bir hezimete uğradı. Durumdan haberdar olan Padişah meseleyi gönderdiği bir heyete inceletti ve bir daha böyle bir olayın tekrarlanmaması şartıyla Câsim’i affederek görevinde bıraktı. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti bölgede varlığını daha fazla hissettirmek için bir dizi tedbire başvurduysa da buradaki Osmanlı varlığını Bahreyn’deki nüfuzuna bir tehdit olarak gören İngilizler daima karşı geldi. Mesela 1895 sonbaharında İngilizler, Katar’a tâbi Zübâre’yi önce bazı kabilelere işgal ettirip ardından topa tuttu. Babıâli, 1897’den itibaren Osmanlı-İngiliz münasebetlerinde Kuveyt’in birinci plana çıkmasından istifade ile Katar bölgesinde birtakım yeni idarî düzenlemeler yapmak istedi, fakat İngilizlerin direnci yüzünden pek başarılı olamadı. II. Meşrutiyet yıllarında dış politikada içine düşülen yalnızlıktan kurtulmak için 1910’da İngilizlerle başlatılan görüşmelerde Katar’ın statüsü yeniden gündeme geldi. 29 Temmuz 1913’te Londra’da imzalanan antlaşmada, Osmanlı Devleti Katar yarımadası üzerindeki bütün taleplerinden feragat ederek buranın Şeyh Câsim b. Sânî ve halefleri tarafından yönetilmesi konusunda mutabakata varıldı. Ancak Şeyh Câsim’in Temmuz 1913 yılında ölmesi üzerine yerine oğlu Abdullah’ın tayin edilmesi yine Osmanlı Devleti’nin muvafakatiyle oldu. Katar’da İngilizler Birinci Dünya Savaşı ile birlikte bölgedeki Osmanlı varlığı tamamen sona erdi. Savaş sırasında Basra Körfezi’nde büyük etkinlik gösteren İngilizler, 3 Kasım 1916’da Katar Emiri Abdullah ile diğer Körfez şeyhleriyle yaptıklarına benzer bir himaye antlaşması imzaladılar. Her ne kadar geleneksel bir şekilde Abdullah, Katar Emiri olmuş ise de, aynı zamanda Katar kaymakamlığını üstleneceği için bu durum Osmanlı Devleti’nin onayına sunularak gereken onay da alınmıştı. Aslında 1913 Osmanlı-İngiliz anlaşmasının sunduğu bütün Katar üzerindeki egemenlik Şeyh Abdullah’a nasip olmuştu fakat Birinci Dünya Savaşı dengeleri alt üst etti. Katar İngiliz işgaline uğradı ve 1916 yılında Katar Emiri’ni de diğer Körfez Şeyhlikleri’nin sistemi (Trucial System) içine almak için onunla da bir anlaşma yaptılar. Anlaşma, İngiltere’den habersiz Şeyh Abdullah’ın başka devletler ile ilişkiye girmesini engellemekteydi. Buna karşılık, İngiliz himayesi tesis ediliyor ve “denizden gelebilecek tehditlere karşı koruma” garantisi veriyordu. Oysa Katar, İngilizlerin tahrik ettiği Bahreyn dışında denizden ciddi bir tehdit almıyordu. Savaş sonrası bölgede etkin bir İngiliz kontrolü kurulduğu gibi, Amerikalıların Suudi Arabistan’da başlattıkları petrol faaliyetlerine paralel olarak İngilizler de 1935 yılında Katar ile petrol imtiyazı analaşması imzaladılar ve 1938 yılında da ilk petrol kuyusunu kazmaya başladılar fakat II. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeni ile petrol faaliyetleri durduruldu. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı Bölgede petrolün bulunmasına kadar milletlerarası politikada gündeme gelmeyen Katar, komşuları Bahreyn ve Suudi Arabistan ile arasında çıkan bazı küçük anlaşmazlıkların dışında önemli bir olayla karşılaşmadı. Bu sıralarda daha önce Katar tarihinde olmayan bir gelişme oldu. Kabilevi toplumlarda veliaht ilan edilmez, zira veliahtı gelenekler belirler. Oysa İngilizlerin etkisi ile Şeyh Abdullah’ın ikinci oğlu Şeyh Hamed veliaht ilan edildi. Muhtemelen bu da petrol imtiyazı ile ilgilidir. Zira bu tür kaygan zeminlerde elde edilen imtiyazların korunması zordur. Bu yüzden sistem içinde kendilerine medyun birinin olması önemliydi. Ancak veliaht babasından kısa bir süre önce 25 Nisan 1948’de öldü. Şeyh Abdullah da yerine diğer oğlu Şeyh Ali’yi Katar’ın yeni veliahdı ilan etti (27 Mayıs 1948). Aynı yılın Ağustos ayında ise oğlu lehine idareden feragat ederek Katar’ın yeni emiri Şeyh Ali oldu. Bu durum Katar tarihinde oğul lehine yapılan ikinci feragat idi. Şeyh Ali, petrol üretiminin başlaması ile Katar’da etkili bir idare kurmaya gayret etti. Ayrıca İngilizler ile petrol imtiyazını yeniledi. Kendisi de Ekim 1960 yılında oğlu Şeyh Ahmed lehine idareden çekilerek feragat geleneğini uygulayan üçüncü kişi olacaktır. Şeyh Ahmed’in dönemi Katar’ın modern devlet dönemine girişini temsil eder. İlk bakanlıklar O’nun zamanında oluşmaya başladı. İngiltere’nin bölgeden çekilme kararı sırasında Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturma faaliyetlerinin dışında kalan Katar 1971 yılında bağımsızlığını ilan etti. Bağımsız Katar Devleti İngilizlerin bölgeyi terk etmesinden sonra bağımsızlığına kavuşan Katar (3 Eylül 1971) hemen arkasından Arap Birliği’ne ve Birleşmiş Milletler’e üye oldu.1972 yılında yeğeni Şeyh Halife bin Hamed idareyi ele geçirince ailede yönetimin soy ağacı da değişmiş oldu. Şeyh Halife geçmişte amcasının Maliye, Dışişleri bakanlıkları gibi önemli görevlerinde bulunmuş ve Katar’ın bağımsızlık döneminde İngilizler başta olmak üzere diğer devletler ile ilişkiler tesis etmesinden dolayı idareyi ele geçirmesi ve kabul görmesi de oldukça kolay olmuştu. Emirliğin yanı sıra başbakanlık görev ve yetkilerini de elinde toplayan Şeyh Halîfe, öncelikle bütün üyelerini kendi seçtiği bir danışma meclisi kurarak bir anlamda parlamenter rejime doğru bir adım attı. 1974’te ülkedeki petrol şirketlerinin tamamını denetimi altına aldı. 1991 yılındaki petrol aramaları sırasında bir tek alanda bulunan dünyanın en zengin gaz rezervleri Katar’da keşfedildi. Tabii olarak imtiyaz avcıları yine aktif idi. Bahreyn’le ilişkileri yanıbaşındaki Havar adaları üzerindeki anlaşmazlıkları sebebiyle iyi gitmeyen Katar, 1991 Körfez Savaşı’nda Amerika Birleşik Devletleri’nin tarafını tuttu. Suudi Arabistan’la olan bazı sınır anlaşmazlıkları ise 20 Aralık 1992’de dostane bir çözüme kavuşturuldu. Katar mutlak monarşi ile yönetilmekle birlikte Körfez ülkeleri arasında birtakım anayasal düzenlemelere giden ilk emirlik oldu. Petrolden bağımsız bir yapılanma kuran Emir’in oğlu Şeyh Hamed 1995 yılında babasına karşı bir devrim yaparak idareyi ele geçirdi. Aslında O, 1977 yılında veliaht olarak ilan edilmişti ve uzun yıllar Savunma Bakanlığı görevini yürüterek babasının kendi lehine idareden çekilmesini beklemişti. Şeyh Hamed, İngiltere’de Sandhurt Askeri Akademisi’nden mezun olmuştu ve batıyı çok iyi tanıyordu. 1992 yılından itibaren de ülkesinin idaresinde oldukça etkili idi. Ülkesinin sahip olduğu imkânların önemini biliyor ve bunlar üzerinden dünyada nüfuz kazanma peşinde koşuyordu. Ülkesinde geleneksel sistem ile Suudi Arabistan’ı takip ederken; bir taraftan da Anglo-Amerikan sisteminin de yerleştirilmesine imkân hazırlıyordu. Sportmen bir kişiliği olan Şeyh Hamed ülkesine daha 127 128 Modern Ortadoğu Tarihi ziyade dünyada seçkin zümrelerin yaptığı sporların (yat, tenis, golf vs) şampiyonluk yarışmalarını taşıyarak Amerika, Avrupa sosyetesi içinde yer almaya ve uluslararası kulüplerin desteğini sağlamaya çalıştı. Bütün bunlara rağmen Şeyh Hamed 2000li yılların başında büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Uluslararası Adalet Divanı, Bahreyn ile 1995 yılından beri aralarında sürmekte olan Havar adaları meselesinde aleyhinde karar vererek, altı petrol ve gaz dolu adaları Bahreyn’e terk etti. Bu tarihten sonra siyasi ilişkilerini İngilizlerden ziyade Amerikalılar ile geliştirmeye önem verdi. İkinci Körfez Savaşı da O’na istediği fırsatı verdi. Ülkesini ABD üslerine açarak Irak’ın işgaline taraftar oldu. Aslında böylece siyasetini ABD’ye dayandırırken, bir taraftan da önce Irak, ardından İran’dan tehdit aldıklarını düşünen Körfez ülkelerinin de adeta hamisi oldu. Kısa zamanda Katar küçük bir Amerika’ya döndü. Devasa gökdelenler inşa edildi. Bankacılık sistemi geliştirildi ve bölge dünya meselelerinin tartışıldığı onlarca platforma ev sahipliği yapmaya başladı. Tanıtım konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçmayan Şeyh Hamed bu uğurda milyarlarca dolar harcadı. Hatta 2022 FIFA dünya kupası maçlarını da ülkesine çekmeyi başardı. Bu arada İngiltere’yi küstürmedi. Katar havayolları ve al Jazeera televizyonları gibi büyük ortaklıklar tesis etti. Kurduğu Katar Vakfı (Qatar Foundation) dünyada pek çok projeye destek vermeye başladı. Şeyh Hamed, 2010’da başlayan Arap baharı sürecinde bölge liderleri arsında en aktif rol oynayan lider oldu. Sokak hareketlerini doğrudan destekledi. Ardından Tunus ve Mısır’da iktidarların yeniden şekillenmesinde rol oynadı, finans kaynağı sağladı. Bu durumda tabii olarak Katar’ın ve emirinin popülaritesi arttı ve hem sevenleri hem de nefret edenleri çoğaldı. Filistin ve Suriye meselesinde de aktif rol üstlendi. Hem Hamas ve hem de Suriye muhaliflerine kapılarını açarak her türlü desteği sağladı. Gazze ile ilişkileri ve bölgeyi ziyareti İsrail tarafından bile sessizlikle geçiştirildi. Suriye meselesinde Türkiye ve Suudi Arabistan’ı ikna ederek aynı safa çekerken; bu siyaseti yüzünden Birleşik Arap Emirlikleri ve Cezayir gibi ülkelerin husumetini kazandı. Nihayet 25 Mayıs 2013’te Şeyh Hamed, oğlu Temim b. Hamed lehine idareden çekilerek tarih oldu. BAHREYN Coğrafya ve Tarih Basra Körfezi’nde Suudi Arabistan’ın Doğu sahilleri ile Katar’ın batısında yer alan iki büyük ve otuzdan fazla küçük adacıktan oluşan küçük bir ada devletidir. Adaların toplamı 760 km2 meydana gelmektedir. Bahreyn, Mename (başkent) ve Muharrak adıyla birbirine deniz doldurularak bağlanan iki ana adadan oluşurken etrafında daha birçok küçük ada ve adacıklar (Sidre, Nebi Salih, Cidde, Ummu Nassan, Ummu Suban gibi.) bulunmaktadır. Denizciler için uygun olması hasebiyle Körfez’de deniz faaliyetlerinin başlamasından itibaren iskân aldığı kabul edilmektedir. M.Ö 2500lerden itibaren Telmûn (Dilmun) medeniyetine ev sahipliği yapmıştır. Tarih içinde hurma ziraatı, balıkçılık ve inci ticareti ile şöhret bulmuştur. 2013 tahminlerine göre nüfusu 1.281,332’dir. Ancak bu nüfusun %46si yerli %54’ü ise yabancılardan oluşmaktadır. Tarih boyunca çeşitli yerlerden göç alan Bahreyn halkı heterojen bir yapı göstermektedir. Yerli halk merkezi Arabistan ve İran’dan gelen Arap ve Fars kökenli kabilelerden oluşmaktadır. Ülkenin %81’i Müslüman, geri kalanı ise çoğunluğu Hıristiyan olmak üzere diğer dinlere mensup göçmenlerdir. Müslüman nüfusun yarısı Sünni diğer yarısı da Şii’dir (bazı kaynaklara göre ise Şiiler daha fazladır). Ancak bu konuda elde sağlıklı istatistikler bulunmamaktadır. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı Sünni ve Şii toplum arasında ciddi bir ayrışma olup, Sünniler “Bahreynî” (Bahreynli); Şiiler de aynı anlama gelen “Bahranî” şeklinde kendilerini ifade etmektedirler. Sünni kabileler Necid (merkezi Arabistan) veya Havale (İran tarafından gelen Araplar) gurubuna mensupturlar. Ayrıca, el Rumeyhi, el Musallem, Devasir ve Sudan isimli kabileler de bulunmaktadır. Basra Körfezi’ndeki stratejik mevkisi ve Körfez petrolünü açık denizlere ulaştıran bir noktada olması Bahreyn’e özel bir jeopolitik önem kazandırmaktadır. 1986 yılında, Bahreyn ile Suudi Arabistan’ın Dammam kenti arasında yaklaşık 25 kilometrelik bir köprü yapılarak iki ülke fiziki olarak birbirine bağlanmıştır. Stratejik mevkii tarih boyunca dış güçlerin ilgisini çekmesini sağlamıştır. Bu yüzden Bahreyn yeniçağlarda Portekizliler ve İranlılar arasında bir rekabet alanı olmuştur. Aynı süreçte 1550lerden sonra da Osmanlıların gündemine girmiştir. Ahsa Beylerbeyi Mustafa Paşa merkezden izin almadan 1559’da Bahreyn’e bir sefer düzenlemiş ancak Portekizliler’den yardım alan Bahreyn hakimi Murad Şah Mustafa Paşa’yı mağlup etmiştir. Daha sonra Osmanlı Devlet merkezi ile Murad Şah arasında yaşanan yazışmalara göre burası bir sancak statüsüne konularak Murad Şah’ın idaresine bırakılmıştır. Bundan sonra İran-Osmanlı rekabetine sahne olan Bahreyn, 19. yüzyıldan itibaren de İngilizlerin katılımıyla üçlü rekabet sahasına dönüşmüştür. Utûb kabileleri onsekizinci yüzyılın sonlarında bölge siyasetinde öne çıkmıştır. Bu kabilelere mensup olan Sünnî el Halife ailesi, Katar’ın Zubâra bölgesinden Bahreyn’e geçerek buradaki İranlıları çıkarmışlardır (1783). O tarihten itibaren Bahreyn’in hakimi bu aile olmuştur. Ancak İran, özellikle Pehleviler zamanında Bahreyn’in kendilerine ait olduğu iddiasını 1970li yıllara kadar sürdürmüştür. İngilizlerin baskısı ile bu iddiadan vazgeçmişler ise de 1979’dan sonra kurulan yeni İran rejimi benzeri iddiaları yenilemiştir. 1783’te Osmanlıların rakibi olan İranlıların buradan çıkarılması, Bahreyn idarecilerini Osmanlı Devleti’ne yakınlaştırmıştır. Ancak bu ilişki el Halife ailesinin bağlılık bildirmesi şeklinde olduğundan Osmanlı Devleti buraya asker sevketmeden ve idari bir birim tesis etmeden eski statüsünü korumuştur. Bu süreçte çevredeki yerel güçler tarafından kontrol edilmek istenmekle birlikte statüsü pek değişmemiştir. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Vehhabilere karşı yapılan Dir’iyye seferinden sonra 1818’de buraya da el atmak istemiş ise de kabul görmemiştir. Belki de bu girişim, 1820 yılında el Halife ailesinin Doğu Hindistan Şirketi ile anlaşma yapmasına sebep olmuştur. Bu anlaşmaya rağmen İngilizler burada egemenlik iddiasında bulunmadıkları gibi, Bahreyn’in Osmanlı’ya nominal bağlılığı devam etmiştir. Bu bağlılık 1830lı yıllarda biraz daha ileri taşınmıştır. Riyad’ta yeniden toparlanan Suud ailesi emirleri Osmanlı idaresince Necid kaymakamı tayin edilmekteydi. Faysal b. Türkî zamanında Suud ailesi Vehhabilik adına nüfuzunu Körfez’de yaygınlaştırınca Bahreyn’den de vergi alarak burayı Necid ile irtibatlandırmıştır. Bu durum Osmanlı Devleti tarafından da eski statüsü korunmak kaydıyla tasvip edilerek resmiyet kazanmıştır. Ancak anlaşmalarına rağmen o tarihe kadar iç işlerine karışmayan İngilizler, Bahreyn işlerine doğrudan müdahale etmek için fırsat kollamışlardır. Bu fırsatı aile içinde çıkan anlaşmazlıkla da yakalamışlardır. Nitekim 1869 yılında aile içi çekişmelere müdahil olup, İsa b. Halife’yi şeyhliğe/emirliğe getirerek, eski emiri Hindistan’a sürmüşlerdir. Bu hızlı müdahalenin Osmanlı Devleti’nin Süveyş kanalından istifadeyle bölgede etkinliğini arttırma ihtimali ile yapıldığı değerlendirilebilir. 129 130 Modern Ortadoğu Tarihi Aynı yıl Bağdat’a tayin olan Midhat Paşa, bölgede yaptırdığı araştırmalar ile bu durumu öğrenerek İngilizlerin Körfez’deki faaliyetlerinin durdurulması ve merkezi idarenin tesisini amaçladığı Ahsa askeri seferini planlamıştır. Haber kısa zamanda İngilizlere ulaşınca, seferin engellenmesi veya sınırlarının kendi nüfuz alanlarına ulaşmaması için Osmanlı Devleti’ne baskı yapılmaya başlanmıştır. Nitekim seferi önleyememişler fakat sınırlarının belirlenmesi konusunda başarılı olmuşlardır. Midhat Paşa’ya hükümet tarafından gönderilen talimatta askeri harekâtını Ahsa ve Katar ile sınırlı tutup, Bahreyn’e müdahale etmemesi istenmiştir. Osmanlı Devleti, o tarihlerde içinde bulunduğu şartları dikkate alarak, Bahreyn üzerinden İngilizler ile karşı karşıya gelmek istememekle birlikte, bu tarihten sonra her fırsatta diplomatik yollar ile Bahreyn’in kendisine bağlı olduğunu dile getirmeye başlamıştır. Bu yüzden Bahreyn üzerindeki egemenlik hukuku tartışmaları Osmanlı-İngiliz diplomasisinde uzun yıllar boyunca önemli bir yer tutmuştur. Diğer taraftan Osmanlı Devleti, Basra taraflarına gelen Bahreynlilere vatandaş muamelesi yapmakta, onları gümrükten muaf tutmaktaydı. Hatta egemenlik iddiasının bir göstergesi olarak onları askere almaya bile teşebbüs etmiş ise de İngilizlerin sert protestolarıyla karşılaşmıştır. 1913 Osmanlı-İngiliz Antlaşması’nın en önemli konularından birini de Bahreyn konusu teşkil etmiştir. Osmanlı Devleti Katar ve Kuveyt üzerinde nüfuzunu sürdürebilmek uğruna bu anlaşmanın beş numaralı sözleşmesinin üçüncü kısmı İngilizlerin iddia ve taleplerine uygun olarak düzenlenerek Bahreyn’in bağımsızlığı benimsenmiştir. Burada dönemin Osmanlı hükümetinin aldığı kararın da etkili olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı hükümeti, İngiltere’nin anlaşma çerçevesinde görüşülen diğer konularda uyumlu davrandığı gerekçesi ve iki taraf arasında o sırada mevcut ihtilaflı konuların çözülebilmesi amacıyla Bahreyn adaları üzerindeki iddialarından vazgeçmiştir. Bu durum genel olarak geleneksel Osmanlı diplomasisi ile uyumlu olmasa da her iki tarafın da menfaatlerine uygun olduğu düşünülmüştür. Zira Osmanlı Devleti’nin Bahreyn üzerindeki iddialarından vazgeçmesi; anlaşmadan önce İngiltere’nin bağımsızlığını savunduğu Kuveyt’tin muhtar kaymakamlık statüsünü benimsemesi ile eş değer tutulmuştur. Ayrıca İngiltere’nin adayı ilhak etmeyeceğini beyan etmesi de bir kazanç olarak görülmüştü. Kurşun, Zekeriya, (2000). “Controversies Over Bahrain Between Britain and the Ottomans in the 19th Century”, Turkish Review of the Middle East, 10, İstanbul. Modern Bahreyn Devleti’nin Ortaya Çıkışı Bölge tarihinin tamamında olduğu gibi I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler Bahreyn’in de tarihinde etkili olmuştur. Nitekim İngilizler savaş yıllarında Basra Körfezi’ne yerleşince burada da filli himaye sistemini hayata geçirmişlerdir. Savaş yıllarında bir savaş idaresi kurulmuş; 1921-1926 yıllarında Major Clive Daly İngiliz siyasi memuru olarak burada görev yapmıştır. 1926 yılında Sir Charles Belgrave Bahreyn Şeyhi’nin danışmanı sıfatı ile bölgeye yerleştirmiş ve bu görevi 1957 yılına kadar sürmüştür. Bu iki kişinin Modern Bahreyn Devleti’nin kurumlarının oluşmasında önemli katkıları bulunmaktadır. Özellikle 1923 yılında Şeyh İsa el Halife İngiliz subaylarınca emirlikten alınarak oğlu Şeyh Hamed b. İsa’nın göreve getirilmesi ile başlayan uzun süreç İngiliz nüfuzunun iyice bölgeye yerleşmesine imkân tanımıştır. Bu süreçte Bahreyn halkı gerek İngiliz tarzı kurumlar ve gerekse belediye ve seçimleri ile tanışmışlardır. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı Bölgede hala en etkili araç inci ticareti idi fakat bölge sınırlarının çizilmeye başlaması ve inci avcılarının serbest dolaşım alanlarının daralması bütün Körfez’se olduğu gibi Bahreyn’e de büyük ekonomik darbe indirmiştir. Aynı şekilde Japonya’nın incide kültür üretimine geçmesi de Bahreyn’i olumsuz yönde etkilemiştir. Fakat aynı yıllarda 1932 yılında petrolün keşfi ile Bahreyn’in sosyal hayatı yeniden değişecektir. Amerikan Standard Oil’in bir yan kuruluşu olan Bahreyn Petrol Şirketi’nin burada petrol üretimine geçmesiyle tek başına dayanabilecekleri bir gelir kaynağına kavuşan Bahreyn Şeyhleri de daha güçlü hale gelmiştir. Buna karşılık dışarıdan gelen çalışanlar ile Bahreyn artık geleneksel toplumdan uzaklaşmaya ve yeni yapılar ile tanışmaya başlamıştır. İşçi hareketleri ve kısmen Arap millileyetçi fikirleri ile tanışan Bahreyn’de yeni arayışlar ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin meselesinin genel olarak diğer Arap toplumlarındaki yankısı burada da etkili olmuş ve özellikle İsrail’in kurulmasının akabinde Bahreyn’de de muhalefet hareketleri güçlenmiştir. Gerek Mısırlı lider Cemal Abdunnasır’ın fikirleri ve gerekse bazı sol hareketlerden beslenen guruplar İngilizler’in idaresini sorgulamaya başlamışlardır. Bu süreçte muhtemelen muhalefetin birleşmesini engellemek için Sünni-Şii çatışmaları teşvik edilmiş ve Şiiler İngilizlere müracaat ederek koruma talep etmişlerdir. Gidişattan memnun olmayan dört Sünni ve dört Şii 1954 yılında bir araya gelerek Yüksek İdare Hey’eti’ni kurmuşlardır. Hedefleri yabancı iş gücünü millileştirmek, İngiliz idaresine son vererek daha temsili bir yönetim kurmaktı. Heyetin geleneksel idareciler ile ilgili herhangi bir talebi veya muhalefeti bulunmamaktaydı. Bu heyet hedeflerinde önemli adımlar atarken özellikle Sünni-Şii çatışmalarını önlemekte ve vatandaşlık bilincini az da olsa benimsetmekte başarılı olmuşlardır. Komite varlığını uzun yıllar sürdüremediyse de 1957 yılında İngiliz danışmanın bir kere daha dönmemek üzere ülkeden ayrılmasına giden yolu açmıştır. Heyet, Emir ile de yaptığı bir dizi görüşmelerde parlemento taleplerinden vazgeçerek Heyetin Ulusal Birlik Komitesi’ne dönüşmesi sağlandı. Komite derhal İngilizlerin danışma ofisini kapatarak yerine hükümet sekreterliğini kurmuştur. Bu gelişmede 1956 Süveyş krizi neticesinde İngiliz, Fransız ve İsrail’in Mısır topraklarını işgalinin etkisi büyük olmuştur. Ancak komite petrol şirketinde çalışan işçi hareketlerine, sokak gösterilerine ve asayişsizliğe hakim olamayınca olağanüstü tedbirlere ve baskılara başvurmuştur. Sınırlı olan basına sansür uygulanmaya ve polis gücüne dayalı uygulamalara gidildi. Bu da yeni sosyal huzursuzluklara neden oldu. 1968 yılında İngiltere’nin Süveyş’in doğusundaki bölgeleri boşaltacağını ilan etmesi ile Bahreyn Tarihi’nde yeni bir süreç başlamıştır. İngilizlerin çekilmesinden önce İran’ın Bahreyn üzerindeki iddialarının teskin edilmesi gerekiyordu. Sınırların tespiti ve idarenin nasıl süreceğinin de belirlenmesi gerekiyordu. Zira İngiltere hala kaynakları kontrol ediyordu. Birleşmiş milletler 1970 yılında bir temsilci heyet göndererek, self-determinasyon prensibine göre Bahreyn’de bir plebisit uyguladı. Halkın eğilimi yoklanarak, geleceklerini İran ile mi bütünleşerek yoksa geleneksel yöneticileri ile mi sürdüreceklerini öğrenmeye çalıştı. Çıkan sonuç şaşırtıcı değildi. Geleneksel idarecilerinin yönetimini istiyorlardı. Bunun üzerine Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İran ile yapılan görüşmeler sonunda özellikle İran iddialarından vazgeçti. 15 Ağustos 1971 yılında Bahreyn bağımsızlığını ilan etti ve el Halife ailesinden Şeyh İsa Emir unvanı ile yeni devletin de başı oldu. İngilizler, bölgeyi tahliye ederken Şeyh İsa ile bir dostluk anlaşması yaparak eski imtiyazlarını garanti altına aldı ve üslerini de ABD’ye devretti. Böylece burada da ABD eksenli politikalar başladı. Bahreyn önce Arap Birliği üyesi oldu, 131 132 Modern Ortadoğu Tarihi ardından da BM üyeliğine kabul edildi. 1972 yılında anayasa meclisi için bir seçim yapıldı ve bu meclis bir anayasa taslağı hazırladı. Bu taslak 6 Aralık 1973’te yasallaştı. Buna göre erkeklerin katıldığı seçimle seçilen otuz ve Emir’in atadığı ondört hükümet üyesinden meydana gelen 44 kişilik bir parlamento oluşturuldu. 19741975 yıllarında oluşan yeni sorunlar ve hükümet üyeleri ile seçilen meclis üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar, hükümetin istifasına neden oldu. Batı ile sıkı ilişkileri olan Bahreyn, Körfez’in dünyaya açılan kapısı oldu. Petrolun sunduğu imkânlar ile okullaşmanın sağlandığı ülkede üniversite eğimi alanların sayısı hayli yüksektir. Ülkede muhalafet unsurları da gelişmiştir. Muhalefet hem Sünni hem de Şii gurupları arasında varlık gösterebilmektedir. İnsan hakları ihlallerinin sık sık yaşandığı bölgede, İngiltere ve ABD menfaatlerinden dolayı daima Emir’in yanında yer almaktadırlar. Buna dayanan Emir, 1975 yılında parlamentoyu feshederek, idareyi 2002 yılına kadar geleneksel bir tarzda yürüttü. Anayasayı da askıya alarak eski kabilevi toplumun meclis idaresine döndü. Buna göre sorunu olan herkes doğrudan Emir’e ulaşabilmekte veya dilekçesini sunmaktadır. Parlamento 2002 yılında yeniden hayata geçirildi ise de monarşik idarenin yetkilerini sınırlayabilecek bir güce erişememiştir. 1979 yılında İran’da meydana gelen Humeyni devrimi burayı da etkisi altına aldı. İran, buradaki Şiileri etkilemekle kalmayıp, yeniden Bahreyn’in kendilerine ait olduğu iddialarını dile getirdi. Bu durum Bahreyn Şiileri arasında yankı buldu ve kısmi gösteriler başladı. Hükümet 1981 yılında pek çok göstericiyi tutuklattı. Aslında bugün de güncelliğini koruyan Şii nüfusun talepleri hep İran korkusu ile ertelendi. İran’ın iddiaları ABD üslerinin bölgede varlığını sürdürmesine imkân verdi. İran-Irak Savaşı ve Birinci Körfez Savaşı ABD’nin varlığını daha da kalıcı kıldı. Aslında bu durum Emir’in gücünü arttırırken paradoksal olarak muhalefeti de organize bir biçimde muhalefet yapmaya ve teşkilatlanmaya itti. 2002 yılında yeniden hayata geçirilen parlamento gerçek işlevi görememektedir. Bu yüzden her geçen gün Bahreyn sokaklarında muhalefet artmakta ve hükümetin şiddet içeren karşı tedbirleri de hayata geçirilmektedir. Bölgesel istikrarı ve petrol güvenliğini esas alan ABD ise yönetimin sarsıntı geçirmesini istememektedir. Bahreyn’de statü değişikliği kendisini de etkileyeceği düşüncesi ile Suudi Arabistan da Bahreyn’deki statükonun en önemli muhafızıdır. Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın önemli bir üyesi olan Bahreyn uluslararası ilişkiler bakımından birçok dengeyi bir arada götürmek zorundadır. İran’ın iddiaları ve Şii nüfus üzerindeki etkisi ile ABD’ye yaklaşırken, ABD’nin İsrail politikalarına da karşı çıkmaktadır. Sünni Körfez idarecilerinin desteğine muhtaç iken, adadaki Şii toplumunu da tatmin etmek durumundadır. Diğer taraftan Katar ile sınır problemleri bulunmaktadır. İki ülke arasında Havar adaları üzerindeki anlaşmazlık uluslararası adalet divanınca Bahreyn lehinde karara bağlanmış ve bu durum Katar tarafından da benimsenmiş ise de Zubâra gibi başka bölgelerde karşılıklı iddiaları bulunmaktadır. Uluslararası ilişkileri güvenlik endişelerine bağlı olması hasebi ile uluslararası şirketlere de geniş imtiyazlar tanımak zorunda kalmıştır. Bu yüzden pek çok batılı şirket ve banka Ortadoğu ve kısmen Asya operasyonlarını buradan yürütmektedir. Fakat bu anlamda son yıllarda Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai Emirliği’ndeki gelişmelerin orayı cazip hale getirmesiyle, Bahreyn uluslararası şirketler cenneti olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır. 2 Basra Körfezi Tarihinde sıkça söylenen “Trucial System” ne demektir ve oluşturulma amacı nedir? 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ Coğrafya ve Tarih Birleşik Arap Emirlikleri (Resmi adı: El-İmâratü’l-Arabiyyetü’l-Muttehide) Körfez’in ortasında yer alır. Kuzey ve kuzeybatıdan Körfez’in suları, batıda Katar ve Suudi Arabistan güneyde ise Umman ve ayrıca Suudi Arabistan toprakları ile çevrilidir. Katar’dan Re’s Musandam’a kadar doğu batı istikametinde Körfez’de 644 km uzunluğunda sahili bulunmakta ve ülkeyi meydana getiren yedi emirliğin altısı (Abu Dabi, Debi (Dubai), Şarıka, Acman, Ummu’l-Kayveyn, Re’su’l-Hayme) bu sahilde yer alırken; yedinci emirlik olan Fucayre ise Umman tarafında 90 km boyunca uzanan sahil kesiminde yer almaktadır. Ülkenin yüz ölçümü 83.600 kilometrekaredir. Bu büyüklüğü ile Körfez İşbirliği Ülkeleri arasında Suudi Arabistan ve Umman’dan sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülke topraklarının çoğunluğu sahralardan oluşmaktadır. Ancak bu sahralarda ziraat ve hurma yetiştiriciliğine uygun önemli birkaç vaha yer almaktadır. Su kaynakları olan, Ayn, Eflâc ve Liva isimli bu vahalar bölgenin de ilk iskân alanları olarak bilinmektedir. Yapılan kazılar BAE topraklarında M.Ö 2500lerden itibaren meskûn alanların olduğunu ortaya koymuştur. Zira bu bölge Ortadoğu ile Hindistan ticaret yolu üzerinde yer alan en eski güzergâhta yer almaktadır. Hürmüz Boğazı’na açılan stratejik mevkisi geçmişte ticaret gemilerinin bugün ise petrol tankerlerinin geçiş yolu üzerinde olması bölgenin jeopolitiğini oluşturmaktadır. Geçmişte balık ve inci avcılığı ve ticaret için makul bir göç alan BAE, petrolün keşfinden sonra hızla yabancı göçüne açılmıştır. 2013 ortalamalarına göre ülkede 5.472. 977 kişi yaşamaktadır. Resmi dili Arapça olmakla birlikte Farsça, İngilizce, Hintçe ve Urduca da yaygın şekilde konuşulmaktadır. Sadece toplam nüfusun %19’u (İmâratî) yerli iken geri kalanı yabancılardan oluşmaktadır. Bu demografik yapı Körfez ülkeleri arasında BAE’ni özellikli kılmaktadır. Ülkede diğer Arap ülkeleri ve İran kökenliler, güney ve doğu Asyalı ve hatta batılılar yaşamaktadır. Ülkenin yerli nüfusunun %20sinden azının yerli/İmâratî olması gelecek için ciddi kaygılar yaratmaktadır. Bu dağılıma rağmen ülkede yaşayanların büyük çoğunluğu (%96) Müslüman olup bunlardan % 16 kadarı Şii’dir. Nüfusun geri kalanı Hıristiyan ve Hindular’dan oluşmaktadır. BAE’nin başkenti Abu Dabi şehridir ve burası ülkenin kurucusu sayılan el-Bu Falah ailesinin de merkezi olup ülke yüzölçümünün de büyük bir kısmını oluşturmaktadır. BAE esasında Mütareke Şeyhlikleri (Trucial States) olarak bilinen yedi ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur. Arap asıllı bu ailelerin kimi asırlardır bu coğrafyada yaşarken kimileri de 18. yüzyıl gibi daha geç bir tarihte bölgeye yerleşmiş olan kabilelerdir. Bunlar arasında öne çıkan ve en geniş alanı kapsayan el Bu Falah ailesi, muhtemelen 16. yüzyılın başında bugünkü Suudi Arabistan’ın doğusundan Umman taraflarına ve oradan da 1760larda Abu Dabi etrafına gelmişlerdir. Bugün Körfez’in en gözde yerlerinden olan bu bölge, Beni Yas olarak bilinen kabile konfederasyonundan el Bu Falah ailesinin en-Nahayan kolunun elinde Abu Dabi emirliğine dönüştü. Aynı konfederasyonun bir parçası olan el Bu Falase gurubu ise Dubai emirliğini oluşturmuştur. Bugün BAE’nin devlet başkanlığı en-Nehayan ailesinde, devlet başkanlığı vekilliği ve başbakanlık ise el Bu Falase kabilesinden el Maktum ailesindedir. Ayrıca yedi bölgenin emirlerinin üyesi olduğu bir de Yüksek Konsey bulunmaktadır. Aslında bu coğrafyada yaşayan halkı tarih boyunca birbirine bağlayan bir takım karakteristik özellikler bulunmaktadır ki bunlar onları bir arada tutmaktadır. Birincisi müşterek kabilevi toplum özelliği, ikincisi yaşam 133 134 Modern Ortadoğu Tarihi tarzlarını belirleyen müşterek ekonomik yapıları ile İslami geleneklerdir. Ancak 20. asırda bu müşterekliklerin yanında modern hayatın gerekleri de yer almaya başlamış ve tabii olarak modern devlete doğru bir geçiş sağlanmıştır. Daha çok karada gelişip büyüyen Abu Dabi esas olarak Şeyh Zayed b.Halife’nin (18551909) elinde bir kara gücü olarak gelişmiştir. Şeyh Zayed sınırlarını Katar aleyhinde de geliştirmek istemiştir. Bölgenin önemli inci avı yerlerinden biri olan Udeyd taraflarını işgal etmiş ve Katar emirliği ile karşı karşıya gelmiştir. Bir Osmanlı kaymakamı olan Katar Emiri II. Abdülhamid’ten yardım isteyerek Şeyh Zayed’e karşı savaşmak istemiştir. Ancak Osmanlı Devleti meselenin barışçıl yollar ile çözümlenmesi taraftarı olduğu için Katar kaymakamının bu isteğine olumlu bakmamıştır. Aslında Osmanlı Devleti’nin bu yaklaşımı onların da Osmanlı Devleti’ne sempati ile bakmalarına katkı sunmuştur. Bölgedeki İngiliz varlığını ve yaptığı anlaşmaları tanımayan Osmanlı Devleti bölge şeyhlikleri tarafından bir otorite ve Hilafet devleti olarak tanınmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin burada fiili askeri varlığı ya da bir idari birimi yoktu fakat oradaki her gelişme ile de yakından ilgilenmekteydi. 20. yüzyılda ise Dubai (Debi) Osmanlı Salnameleri’nde bir kaza olarak gösterilmektedir. Muhtemelen bunun ile İngilizlerin daha da ileri gidip Katar’ı da nüfuzları altına alma girişimleri engellenmek istenmiştir. Birleşik Devlete Doğru Bir veraset kanun ve kuralı olmadığı için Şeyh Zayed’in ölümünden sonra oğulları ve yeğenleri arasında rekabetler yaşanmış ve sık sık şeyhler değişmiştir. 1928 yılında Şeyh Şahbut b. Sultan idareyi ele geçirerek 1966 yılına kadar sürecek bir istikrar başlamıştır. Abu Dabi ve çevresinde güvenliği sağlamış, pek çok kabile üzerinde egemen olduğu gibi Suudi Arabistan’ın iddia ve tepkilerine rağmen Büreymi bölgesini de idaresine katmıştır. Şeyh Şahbut da İngilizlerin sürdürdüğü mütareke sistemi içinde kalmakla birlikte, zaman zaman İngilizler ile çatışmayı göze alabilen ve onların her dediğini yapmayan bir kişilikti. Nitekim taraflar arasındaki bu çatışma ortamı petrol imtiyazı anlaşmalarında ortaya çıkacaktır. Belki de bu durumun ilerde kendilerini tehdit edeceğini ve petrol üzerindeki çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen İngilizler bölgede Umman Sahil Güçleri (Trucial Uman Scouts) adıyla bir askeri güç oluşturdu. Ayrıca 1952 yılında da Mütareke Emirlikleri Konseyi’ni kurdurarak menfaatlerini garanti altına almak istedi. Abu Dabi’de, İngilizlerin kontrolündeki petrol kuyuları 1958 yılında üretime geçince Şahbut bir kere daha hem İngilizlerin ve onların destekledikleri kimi muhalif kesimlerin hedef tahtası olmuştur. O, hızlı büyüme ve beklenmedik zenginliğin kurduğu birliği bozacağından endişe ederek, petrol gelirlerini harcamama taraftarı idi. Oysa petrolü çıkartanlar bu geliri de harcatmak istiyorlardı. Nitekim 1966 yılında İngilizlerin desteklediği yeğeni Şeyh Zayed b. Sultan amcasına karşı bir ihtilal yaparak yönetimi ele geçirecektir. Şeyh Zayed popüler kişiliği ve yetenekleri sayesinde hızlı gelişmeler sağlamış ve hatta BAE’nin kuruluşunu sağlayacak adımları atmıştır. İngilizlerin bölgeden çekilecekleri haberleri yayılınca, Şeyh Zayed, zaten akrabası sayılan Dubai emirliği ile bir konfederasyona gideceğini açıklayarak diğer Mütareke Emirliklerini de buna davet etmiştir (1968). Hatta Katar ve Bahreyn’in de katılımını istemiştir. Başlangıçta dokuz emirliğin iştiraki ile kurulması düşünülen bu birlik, Katar ve Bahreyn’in tereddütleri ve bağımsız birer devlet olma arzuları yüzünden tamamlanamadı. Ancak Re’sul Hayme hariç altı emirlik yapılan bir sözleşme ve anayasa ile 1971 yılında BAE’ni kurmuşlardır. 1972 yılında yedinci emirlik de konfederasyona gireceğini açıkladı ve bugünkü BAE meydana geldi. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı 135 Bu emirlikler arasında en güçlü ve hemen hemen Abu Dabi Emirliği ile aynı dönemlerde ortaya çıkan Re’su’l-Hayme’deki el Kavasım’dir. El- Kavasim şeyhleri 17. yüzyılın ortalarında körfezin İran sahillerinde önemli bir ekonomik merkez olan el Kişm’i kurarak Körfez ticaretinde söz sahibi olmuşlardır. Ayrıca denizcilikte gelişmiş ve hatta İngilizlerin deniz ticaretine engel olmaya başlamışlardı. Nitekim onların bu faaliyetleri İngilizleri rahatsız etmiş ve neticede Mütareke sistemine giden yol açılmıştır. Onların bu tarihi arka planına ve hatta Abu Dabi’nin aksine bir deniz gücü olmalarına rağmen, BAE’nin kuruluşunda Abu Dabi Şeyhi’nin öncülük etmesi hem onun siyasi yeteneklerinden ve hem de dış ilişkilerinin olumlu olmasından kaynaklandığı varsayılmalıdır. 1981 yılında Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın aktif üyesi olan BAE Körfez’de refah düzeyi en yüksek ülkelerden birisi oldu. İran ile yaşanan sınır sorunları hariç çevre ülkeleri ile sorunlarını büyük ölçüde çözmüş ve batı ile ilişkileri yüksek olan bir devlet olmuştur. Yabancılara sağladığı geniş imtiyazlar ile Dubai başta olmak üzere büyük ticari aktivitelere sahne olan BAE, ayrıca bazı şirketler ile kurduğu ortaklıklar üzerinden teknoloji transferleri yapmaktadır. Gemi yapımı ve havacılık alanında üretime geçme faaliyetleri her gün gelişmektedir. İran ile olan anlaşmazlıkları yüzünden kendini güvende hissetmeyen BAE, hava kuvvetleri başta olmak üzere yüksek miktarda askeri harcamalar yapmaktadır. Dolayısıyla büyük silah üretim firmalarının da rekabet alanındadır. Bugün bir refah toplumunu oluşturan BAE’ni gelecekte bekleyen ciddi sorunlar bulunmaktadır. Her şeyden önce bu büyüme ile hiçbir zaman iş gücünü yerlilerden karşılayamayacak olan BAE, gelecekte yabancıları tatmin etmekte zorlanacaktır. Her ne kadar gelişmeyi kısmen petrol gelirleri dışından sağlamaya çalışsa da ülke ekonomisi tamamen dış faktörlere bağımlıdır. Dünyada meydana gelecek değişimlerden anında etkilenmeye açıktır. Bugün Suudi Arabistan, Bahreyn ve BAE arasında Körfez’de statükonun sürdürülmesinde bir ittifak vardır. Fakat bu ittifakın ne zamana kadar devam edeceği de belirsizliğini korumaktadır. ABD ile müttefik olan bu üç devlet, ABD’nin İsrail politikalarına karşı durdukları gibi, zaman zaman İran tehdidi karşısında yalnız bırakıldıklarını da düşünmektedirler. Körfez ülkelerinde mevcut İran tehdidi algısı ise demokratikleşmeyi geciktirmektedir. BAE’ni oluşturan Emirlikler: 1) Abu Dabı 2) Dubai 3) Şarıka 4) Acman 5) Ummu’l-Kayveyn 6) Fuceyra 7) Re’su’l-Hayme (1972’de birliğe katıldı) Davidson, Christopher M., “The United Arab Emirates”, Power and Politics in the Persian Gulf Monarchies, Davidson, Christopher M. (ed.) London. UMMAN Coğrafya ve Tarih Basra Körfezi’nin sonunda Arap Denizi, Umman Körfezi Suudi Arabistan ve Yemen ile çevrili ve resmi adı Saltanatu Umman/Umman Sultanlığı’dır. Başkenti Maskat şehri olup, resmi dili Arapça’dır. Ancak İngilizce, Belucî, Urduca ve Hindistan dilleri de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Sadece Re’s Musandam tarafı Körfez’e bakan ülkenin büyük bir bölümü Umman Körfezi’ndedir. Yüzölçümü 309.500 kilometrekare olan ülkenin 2013 yılı itibari ile nüfusu 3.154.134’tür. Halkı Arap, Beluci, Pakistanlı, Hint, Bengladeş, Sri Lanka ve Doğu Afrikalılar’dan oluşmaktadır. Ancak Doğu Afrikalılar’ın birçoğu 1960li yıllarda buraya göç etmiş olup Umman vatandaşı olmuşlardır. Yerli halkın % 75’i İbadî mezhebine mensup Müslümanlar’dır. Geri kalanları ise Sünni, Şii Müslüman ile Hindulardan oluşmaktadır. Ülke’de bir anayasa mevcut olmayıp, İslamî kurallar ve kısmen Anglosakson kanunları ile idare edilmektedir. 136 Modern Ortadoğu Tarihi Umman erken dönemlerde iskân almış bir coğrafyadır. Özellikle pek çok Arap kabilelerinin, Güney Arabistan ve Merkezi Arabistan’dan buraya göç ettikleri bilinmektedir. Bugün dahi kabilevî toplum özelliği taşıyan Umman kabileleri Adnani kökenden gelen Gifarî ve Kahtani kökenli Hinavî isimleri altında guruplanmışlardır. Geçmişte bu iki kabile federsayonları arasında ciddi sürtüşme hatta savaşlar yaşandı. Umman toplumunda günümüzde aynı taassup yoksa da bir rekabet ve asalet yarışmasının hala varlığı hissedilmektedir. Arap kaynaklarına göre bugün kalmamış olan Arabu’l Bâide’den Tasm, Cudeys ve Amalika Araplarının vatanı da Umman’dı. İslam Tarihinde Halife Ömer buraya Osman b. Ebi As’ı gönderince burada İslamlaşma başlamıştır. Coğrafi avantajları ve halkının savaşçı kimlikleri yüzünden tarih boyunca pek istila almamıştır. Komşuları Farsiler; Abbasiler hatta Karmatiler tarafından müteaddit defalar istilaya uğramışsa da uzun süreli olamamışlardır. Sahil kesiminin dış güçlere açık olması yüzünden Portekizliler 1508 yılında Umman sahillerini işgal ederek 1650 yılına kadar sürecek olan en uzun istila başlamıştır. Bu süre zarfında Umman’da pek çok hanedan idareyi ele geçirmiştir. Son hanedanlık olan Ya’rûbî Sultanı Murşid b. Nasır ve ardından Sultan b. Seyf Portekizlileri Umman sahillerinden çıkarmışlardır. Hatta Ya’rûbiler Portekizlilerin Hint sahilleri ve Doğu Afrika’daki varlıklarını da tehdit etmişlerdir. Bu süreçte Umman, büyük bir deniz gücü haline geldi. 1750 yılında Ya’rûbîlerden Al Busaid hanedanı kurulmuştur. Hanedanın kurucusu eski Sohar valisi olan Ahmed al Busaid önce sahildeki İranlıları kovmuş ardından kendisini İmam olarak ilan ederek 1783 yılına kadar idareyi elinde tutmuştur. Deniz gücü olmalarına rağmen başkentleri Umman içlerindeki Nizva olmaya devam etmiştir. Bu yüzden hâlâ İmamlığın ruhani merkezi olarak burası kabul edilmektedir. Torunu ve bugünkü hanedanın ataları olan Said b. Sultan (1806-1856) zamanında Doğu Afrika’da Zengibar alınarak başkent yapılmıştır. Ayrıca Sind Sahilleri (bugünkü Pakistan) Mozambik ve Belucistan’a kadar uzanarak ülkeyi gerçek bir imparatorluğa dönüştürerek Afrika-Hindistan ticaret yolunun hakimi olmuştur. Umman tüccarları Marsilya hatta Kuzey Amerika’ya kadar gidip ticaret yapabiliyorlardı. Said b. Sultan Umman halkının Zengibar taraflarına göç etmelerini teşvik ederek bölgeye pek çok Arap’ın yerleşmesini sağladı. Ancak Said’in ölümü akabinde oğulları büyük imparatorluğu bir arada tutmakta başarılı olamadılar. Ayrıca denizlerde buharlı gemilerin kullanılmaya başlanmasıyla denizdeki üstünlüklerini kaybettiler. Ülkenin ticaretine darbeyi vuran ikinci gelişme de Süveyş kanalının açılması olİbadilik: İslam Tarihinde muştur. İç problemler ile boğuşan Umman Sultanlığı, Hindistan İngiliz hükümetiortaya çıkan ilk muhalif hareket olan Hariciliğin nin önerisi ile Maskat İmamlığı ve Zengibar Sultanlığı olarak ikiye bölündü (1861) ılımlı bir kolu olup, Umman ve böylece dış etkilere de açık hale geldi. Her iki sultanlık da Osmanlı Devleti ile iyi ve kısmen bazı Kuzey Afrika ilişkiler geliştirmiştir. Özellikle Maskat İmamlığı ile Bağdat ve Basra arasında hem ülkelerinde yayılmıştır. Umman’da kabileler arası siyasi hem de ticari ilişkiler oldukça ileri düzeye ulaşmıştı. Ayrıca Vehhabı akınyakınlaşmayı ve bir nevi sosyal larına karşı müşterek savunmalar yapmışlardır. Sürekli Avrupa tehdidi altında olbütünlüğü sağlayan inanç sistemidir. 9. Asırdan itibaren malarından dolayı, -İbadî olmalarına rağmen-İmamlar, Osmanlı Devleti’ni ihtiyaç Umman’da idare kuran halinde himayesine başvurulacak bir güç olarak görmekteydi. Osmanlı Sultanları İbadilere göre hem dini ve hem de siyasi lider İmam’dır. ile Maskat İmamları arsında zaman zaman mektuplar teati edilmekteydi. İmam ilimde ehil kimselerden Napolyon 1798 yılında Mısır’ı işgal edince, İngilizler Hindistan’a ulaştıran seçilir ve işleri şura ile görür. Bu anlayış hanedanlıkların güzergâha daha fazla önem vermeye başladılar ve aynı yıl Umman ile bir anlaşoluşmasını engellemesine ma yaptılar. Aslında İngilizler 1792 yılından beri böyle bir anlaşma için çaba gösrağmen çoğu kere Umman teriyorlardı fakat Umman Sultanı’nın tereddütleri bu anlaşmayı 1798 yılına kadar imamları elit ailelerden gelmişler ve bugün olduğu ertelemiştir. Bu tarihten sonra da İngilizler Umman ve Körfez işlerinde daha aktif gibi ülke hanedanlıklar ile olmaya başladılar. Anlaşmaya göre Umman Sultanlığı hiçbir şeklide Fransız ve Holidare edilmiştir. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı landalıların ülkesinde faaliyet göstermelerine izin vermeyecekti. Bu anlaşma esasında Umman’ı sıkıntıya sokacak ve zamanla ilişkilerini sadece İngilizler ile sınırlı hale getirecektir. 1891 yılında Sultan Faysal b. Türkî, İngilizler ile ülkenin herhangi bir parçasını başka bir devlete kiralamama veya yer vermemeyi taahhüt ettiği bir anlaşma yapmak zorunda kaldı. Böylece Umman Sultanlığı da Körfez’deki Mütareke Şeyhlikleri seviyesine indi. Zira Sultan babasının ölümünden sonra İngilizlerin yardımı ile tahta geçmişti. Bir süre sonra anlaşmaya rağmen Fransız ve Ruslar ile ilişki kurmaya çalışınca, İngilizlerin şiddetli baskısı ve tehditleri ile karşı karşıya kaldı. 1913 yılında oğlu Teymur Sultan oldu ve o da aslında İngilizlerin etkisinde 1932 yılına kadar ancak ismen sultan kaldı. Gerçekte idare İngilizlerin elindeydi. Bu sürede Suudiler Umman sınırındaki Bureymi’de Amerikalılara petrol imtiyazı verince Umman Sultanlığı ile Suudi Arabistan karşı karşıya geldiler. Suudileri destekleyen ABD de meselede taraf oldu. Umman Saltanatı ile Maskat İmamlığı birlikte Suudilere karşı savaşmaya niyetlendikleri sırada Maskat İmamı ölünce bu plan da suya düştü. Yeni İmam Suudilere yakın durmaktaydı. Bu durum bir kere daha İngilizlerin Umman işlerinde aktif olmalarına imkân verdi. İngilizler bir çözüm olarak Umman’ın (Nizva ve Maskat) yeniden birleştirilmesine karar vererek 1955 yılında Umman Sahil Birlikleri adıyla Şarıka’ya askeri bir birlik yerleştirdi. İngilizlerin hedefi Maskat imamlığını çökerterek, bütün bölgelerde Umman Sultanlığı altında birleştirmekti. Başlangıçta başarı sağlandı ise de ilginç bir şekilde 1957 yılında Maskat İmamlığı tekrar güç kazanmaya başladı. 1959 yılına kadar süren çatışmalarda İngilizler hava kuvvetlerini kullanarak İmam ve taraftarlarının Suud sınırına doğru kaçmalarına neden oldular. Maskat’tan çıkan İmam Arap Birliği’nin desteğiyle sürgünde bir devlet ilan ederek Kahire ve Bağdat’ta temsilcilikler açtı. Bu çekişmeler yüzünden adı geçen her iki Sultan zamanında ülkede kayda değer bir gelişme olmadı. Nitekim Teymur yine tahtını İngilizlerin zorlaması ile oğluna bırakmış ve ölüm tarihi olan 1965 yılına kadar değişik ülkelerde yaşamak zorunda kalmıştır. Yerine geçen Said b. Teymur daha önceki idari tecrübeleri ile bazı yenilikler yapmak istedi ise de saltanatı sadece beş yıl sürecektir. Zaten 1964 yılında petrolün keşfi ile birlikte ülkelerin jeopolitik değeri artacak ve uluslararası güçlerin daha fazla dikkatlerini çekecektir. Bu yüzden sürgündeki Maskat İmamlığı meselesi BM’nin de gündemine girecek, ama İngilizlerin baskısı ile neticesiz kalacaktır. Ancak Umman içinde içlerinde Yemen’de kurulan Marksist-Leninist gurup dahil pek çok gurup ortaya çıkarak farklı bölgelerde bağımsızlık iddialarında bulunacaktır. Modern Umman: Sultan Kabûs Dönemi Uzun yıllar süren iktidar döneminde Sultan Said b. Teymur, adeta bilinçli bir şekilde ülkesinde hiçbir gelişmenin olmasını istemedi. Halkın eğitilmesi halinde tehlike yaratacağını düşünüyordu. Ülkedeki tek hastane Amerikalı misyonerler tarafından kurulmuştu. Yapılan tek yol Maskat ile Mitra arasındaydı. Üstelik petrol ile birlikte ülkenin gelirleri artmıştı ama o bunları kamu yararına harcamayı reddediyordu. Tabii olarak petrol imtiyazlarını ellerinde bulunduran İngilizler de bu durumdan etkilenmekte idiler. Sultanın danışmanları onlar idi ve bir şekilde tepkiler onlara da yönelebilirdi. Nitekim siyasi faaliyet gösteren guruplar İngilizleri de hedef almışlardı. Aslında Kabûs da babasının idaresinden memnun değildi ve muhalefet ile işbirliğine girmişti. Bu şartlar altında Sultan Said, oğlu lehine tahtından feragat etmeye zorlandı ve 23 Temmuz 1970 yılında oğlu Kabûs Umman Sultanı oldu. Bu değişiklik muhalefetin yapması muhtemel diğer devrimlere tercih edildiği için Körfez şeyhlikleri ve İran tarafından da kabul gördü. Hatta bazı yazarlar, Said b. 137 138 Modern Ortadoğu Tarihi Teymur’un saltanat yıllarına Umman tarihinin “Karanlık Çağı”, buna mukabil oğlunun dönemine de “Rönesans” (Nahda) adı verecektir. İngilizlerin ve çevredeki diğer güçlerin onayını alarak tahta geçen Sultan Kabûs 1940 yılında doğmuştu. Aldığı askeri eğitimden sonra Avrupa’ya giderek orada da staj yapmıştı. Aslında babasının sonradan Zofar bölgesinde yaptığı evlilikten doğduğu için halkın nazarında pek fazla tanınmıyordu. Babasının korktuğu eğitimli kişilerden biriydi ve neticede muhalefet, Körfez’deki diğer güçler ve tabiî ki İngilizlerin desteğini alarak Sultan oldu. Ülkede hızlı bir reform başlatan Sultan Kabûs kısa zamanda halkın kabulünü de sağladı. Petrol gelirlerini imar faaliyetleri ve eğitime aktarmış, ayrıca içerdeki iç savaşın taraftarlarını da birleştirmeyi başarmıştır. 1975 yılında yayımladığı bir emir ile aslında geleneksel güçlü Umman Sultanları’nın/İmamları’nın yolunda olduğunu göstererek, kanunların kaynağının Sultan olduğunu ilan etti. Nitekim bu tarihten sonra bütün kanun ve kararlar bir sultan iradesi olarak yayımlanarak uygulanmaya konuldu. Sultan Kabûs 1996 yılında devletin temel yasası olarak bir irade daha yayımladı. Buna göre Umman bir Arap ve İslam devletidir. İslam, devletin resmi dini, Arapça ise resmi dilidir. Yasamanın kaynağı şeriattır. Hükümet şekli verasete dayalı saltanattır, adalet, şura ve eşitliği esas alır. Sultan Kabûs devletin her şeyini ellinde tutmakla birlikte bazı yetkilerini atadığı bakanları aracılığı ile kullanmaktadır. Yaptığı kalkınma hamleleri ve eğitim yatırımları ile kendisini halkına kabul ettirmiş, hatta ülkenin milli bayramı olarak O’nun doğum günü (18 Kasım) seçilmiştir. Kabûs bu haliyle gücünü kabilelerden ve geleneksel aile gücünden alan diğer Körfez idarecilerinden farklılaşarak bölgede modern gerçek bir kral olmuştur. Özellikle çevresindekilerin, hatta bakanların ticaret yapmalarına izin vererek kendisini destekleyecek güçlü yeni bir sınıf yaratmıştır. Dış ilişkilerini büyük bir denge içinde yürüten Sultan Kabûs’un en önemli müttefiki yine İngiltere’dir. Ancak 1980 yılından beri ABD ile yaptığı askeri anlaşmalar ile deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmiştir. Aldığı bu destek karşılığında da Umman ABD ve İngiltere’nin bölgede yaptığı operasyonların üssü olmuştur. Ülkedeki petrol üretimi halkın refah seviyesini yükseltirken Umman’ın da gerek OPEC ve gerekse Körfez İşbirliği Teşkilatı içindeki yerini sağlamlaştırmıştır. Ancak ülke ekonomisi hâlâ sadece petrol ve gaz üretimine bağlıdır ve bu durum gelecek kaygılarını arttırmaktadır. 3 Micro State ne anlama gelmektedir ve hangi ülkeleri içermektedir. Bu ülkeleri gelecekte bekleyen en önemli sorunları nelerdir? Daha detaylı bilgi için okuyunuz: Valery, Mark, (2011). “Oman”, Power and Politics in the Persian Gulf Monarchies, Davidson, Christopher M. (ed.) London. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı 139 Özet 1 Basra Körfezi’nin Jeopolitiğini kavrayabilme Tarih boyunca dünyanın en cazıb noktalarından biri olan Basra Körfezi, daima büyük güçlerin ilgi alanında olmuştur. Eskiçağlardan beri meskün olan bu bölge gerek coğrafi mevkisi ve gerekse her dönemde sahip olduğu kaynakları ile cazibe merkezi omuştur. Özellikle 16. yüzyılın başından itibaren batılıların dikkatlerini çeken bu bölgeye sırasıyla, Portekizliler, Hollandalılar, İngiliz ve Farnsızlar ile Vededikliler gelmişlerdir. Portekizliler karşısında yerli Arapları ve Osmanlıları bulunca kısa zamanda Hürmüz Boğazı’na çekilmişlerdir. Bu Süreçte iki yerli güç Osmanlı Devleti ve İran bölge üzerinde rekabet etmeye başlamışlardır. İran hemcivar olması ayrıca geçmişte bölgede nüfuz kurmasını gerekçe göstererek Körfez üzerinde hak iddia ederken; taze bir güç olarak Osmanlı Devleti, Sünni İslam dünyasını ve özellikle Haremeyni dış tehditlere korumak gerekçesi ile bölgedeki varlığını zornlu görmekteydi. Zaman zaman bu rekabet Bağdat ve Basra’nın el değiştirmesi gibi önemli sonuçlar doğursa da sonuçta adeta tabii bir anlaşmaya varılmıştır. Osmanlı Devleti Körfez’in Batı yakasında etkin olurken; İran Doğu yakasında etkili olmaya devam etti. Ancak aynı tarihlerde İngilizlerin Doğu Hindistan Şirketi ile Hollandalılar’ın Doğu Hindistan Şirketi’nin bölgede ticari faaliyetler göstermeye başlaması, beraberinde siyasi ve daha sonra da askeri sonuçları getirmiştir. Özellikle Hindistan’ı ellerine geçiren İngilizler, taze bir güç olarak Körfez’de aktif olmaya başladı. Bu dönem Osmanlı Devleti’nin hatta İran’ın güçsüz dönemlerine rastladığı için sadece diploması ile karşı konulmaya çalışıldı fakat gelişmeler sınırlı alanların dışında İngilizler’in lehinde gelişmiştir. 2 Körfezdeki Kuveyt, Katar, Bahreyn gibi küçük devletlerin ortaya çıkışını irdeleyebilme Her üç devlet de Körfez’in en önemli küçük devletlerinden olup, bir devlet olarak ortaya çıkmalarından önce Osmanlı Devleti’nin nüfuz ve etki sahası içinde idiler. Her üç bölge de eskiçağlardan beri iskân almış olmakla birlikte, bu günkü demografik yapıları ve egemen ailelerinin tarihi daha geç dönemlere rastlamaktadır. Bahreyn ve Katar’da siyasi ve idari yapılar Osmanlı öncesi döneme kadar indirilebilir. Fakat Kuveyt on sekizinci yüzyılda bir idari birlik olarak ortaya çıkmıştır. Hemen üçünün de ortak özelliği, Arap Yarımadasının içlerinden göç eden kabileler ile meskûn olması ve burada Şeyhlik/Emirlik adıyla geleneksel aile idarelerinin var olmasıdır. Osmanlı Devleti geleneksel yapıya müdahale etmek yerine onu kendi sistemine entegre etmeye çalışmıştır. Bölge uluslararası çekişmelerden uzak kaldığı sürece de bu yapı işe yaramıştır. Fakat bölgede dış güçler varlık göstermeye başlayınca ve buradaki idareler ile ilişkiler tesis edince klasik uygulama sarsıntı geçirmiştir. Bu şekilde her biri birer çekişme alanı olan Kuveyt, Katar ve Bahreyn özellikle Osmanlı-İngiliz çekişmelerine sahne olmuştur. İngilizler bölgede gösterebildikleri askeri güçleri ve ticaretleri sayesinde bu emirlikleri elde etmeye çalışırken; Osmanlı Devleti de hilafet hukukunu kullanarak buralardaki varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Bu çekişme 1913 yılına kadar sürmüş ve bu tarihte her üç emirliğin statüsünü belirleyen Osmanlıİngiliz anlaşması yapılmıştır. Bu anlaşma hakkıyla uygulama zemini bulmadan I. Dünya Savaşı başlamış ve bölge fiili olarak İngiliz işgaline uğramıştır. Bu işgal 1970li yıllara kadar sürecek ve bu emirlikler ancak bu tarihten sonra bağımsızlaşarak devletleşmeye başlayacaklardır. 140 3 Modern Ortadoğu Tarihi Birleşik Arap Emirliklerinin ortaya çıkışı açıklayabilme Takriben Basra Körfezi’nin ortasında altısı Körfez tarafında yedincisi Uman Körfezi’nde olan Emirliklerin bir araya gelmesi ile oluşturulan küçük devletlerdendir. Umman ile Katar arsında bulunan bu coğrafya daha çok Merkezi Arabistan ve Umman taraflarından gelen kabileler ile sahilde eskiden beri yaşayan kabilelerden oluşmaktaydı. Geleneksel şeyhlik idaresi altında varlıklarını sürdüren bu kabile federasyonlarında el Kavasım, 19. Yüzyılın başlarında önemli bir deniz gücü idi ve İngilizlerin bölgede ticaret yapmalarına engel teşkil ediyordu. Aynı yıllarda daha iç taraflarda Liva bölgesinde başka bir kabile konfederasyonu Beni Yas al bu Falah ailesinin kontrolünde başka bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Bu gelişmeleri kendi geleceği için tehdit olarak gören İngilizler el Kavasım’ın başkentleri Re’su’l-Hayme’yi topa tutarak bölgede en ciddi ilk askeri harekatını yaparak yerli şeyhliklerin gönlüne korkuyu salmışlardır. Bunun ardından 1820 yılından itibaren çeşitli şeyhlikler ile yaptıkları anlaşmalar sayesinde bir mütareke dönemi sağlamışlardır. Bu anlaşmaya dahil olan şeyhliklere Trucial Emirates adını vermişlerdi. Bunlardan biri de Şeyh Zayed’ın kontrolündeki Abu Dabi Şeyhliği idi. Zamanla bölge emirleri üzerinde de etkin bir şahsiyet olan Şeyh Zayed önce şeyhlikler arasında yakınlaşmayı sağlamış, İngilizlerin bölgeyi terk edeceği sıralarda da bütün şeyhlikleri toplayarak bir Birleşik Arap Devletini tartışmışlardır. Toplanan dokuz şeyhlikten önce altısı sonra da biri bu fikri onaylayarak, İngilizlerin bölgeyi terk etmesi ile BAE’ni kurmuşlardır. 4 Umman Sultanlığını tanımlayabilme Esasında tam bir Körfez ülkesi olmayan Umman Hint Okyanusuna açılan mevkisi ile oldukça cazip bir yerde bulunmaktadır. Uzun sahillerinin yanı sıra savunmaya elverişli dağ ve çölleri olan Umman tarih boyunca en az istila gören ülkelerden bir tanesidir. Bu yüzden daime gizemini korumuştur. Portekizliler Hürmüz boğazından geçerek önce Körfez’de tutunmak istemişlerdir. Karşılarında Osmanlıları bulunca da Hürmüz boğazına geri dönerek burada tutunmaya çalışmışlardır. Bu durum Umman tarihini de etkileyecek ve 1650 yılına kadar yaklaşık yüzeli yıl sürecek bir işgal dönemi yaşatır. Ancak Onsekizinci yüzyılda Ya’rûbi hanedanı elinde hızla gelişen Umman büyük bir deniz ve ticaret imparatorluğuna dönecektir. Kısa zamanda sınırları Doğu Afrika’ya kadar ulaşacak ve hatta başkentini bile Zengibara nakledecektir. Fakat oturmuş bir siyasi sistemi olmadığı için hanedanlık içindeki kavgalar ülkeyi iki siyasi bölgeye ayıracaktır. Umman’ın hızlı düşüşünde hiç şüphesiz buharlı gemilerin icat edilmesinin de rolü olmuştur. Geleneksel yelkenliler ile artık batı gemileriyle rekabet edemez duruma gelmiştir. Ayrıca Süveyş kanalının açılması ile kendi ticaret güzergâhı da kısmen önemini yitirmesi Umman’ı etkilemiştir. Diğer taraftan Fransızların Mısır’ı alma teşebbüsleri karşısında İngiltere Hindistan yolunu güvene almak için Umman ile anlaşma yolunu arıyordu. Ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan istifade ederek 1798 yılında Umman ile yaptığı anlaşmadan sonra İngilizler her şeye müdahale etmeye başlamışlardır. Bu müdahale günlük siyasette olduğu kadar Sultanların/İmamların değişiminde de kendini göstermiştir. Bu durum zamanla güçsüzleşen ve İmamları İngilizlerin elinde oyuncak olan bir ülke yaratmıştır. 1970 yılında Sultan Kabûs idareyi ele geçirdikten sonra Ülkede yeniden kalkınma hamlesi başlatılarak bugünkü Umman meydana getirilmiştir. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı 141 Kendimizi Sınayalım 1. Basra Körfezi’ndeki en eski yerleşim yerlerinin hangi tarihlerden itibaren iskân aldığı kabul edilir? a. M.Ö 4000 b. M.Ö 2500 c. M.Ö 1500 d. M.S 2500 e. M.S 4000 6. Katar’ın bilinen bir ülke haline gelmesini sağlayan çekişme aşağıdakilerden hangisidir? a. Osmanlı-İngiliz b. Osmanlı-İran c. Osmanlı-Portekiz d. İngiliz-Fransız e. İngiliz-İran 2. Ortaçağda radikal bir mezhep olan Karmatilerin Körfez’de ticareti engellemek için merkez edindikleri bölge aşağıdakilerden hangisidir? a. Kuveyt b. Katar c. Bahreyn d. Umman e. Lahsa 7. Bahreyn’i meydana getiren iki ana ada aşağıdakilerden hangisidir? a. Manama-Muharrak b. Muharrak-Cidde c. Sidre-Nebi Salih, Cidde, d. Cidde-Manama e. Ummu Nassan-Ummu Suban 3. Portekizlilerden sonra Basra körfezinin önemini kavrayan ikinci Avrupalı güç aşağıdakilerden hangisidir? a. Farnsa b. İngiltere c. Venedik d. Hollanda e. İspanya 4. Trucial System/Mütareke Sistemine en son katılan emirlik aşağıdakilerden hangisidir? a. Acman b. Şarıka c. Re’su’Hayme d. Bahreyn e. Ummu’l-kavain 5. Kuveyt şeyhi Mübarek’e II. Abdülhamid’in verdiği rütbe aşağıdakilerden hangisidir? a. Kapıcıbaşılık b. Serkatiplik c. Beylerbeyilik d. Mirmîranlık e. Serçavuşluk 8. Aşağıdakilerden hangisi Veraset sisteminin olduğu BAE’de devlet başkanlığını elinde bulunduran ailedir? a. En-Nahayan b. El-Sabah c. El-Sanî d. El-Halife e. Al bu Falah 9. Aşağıda verilen Körfez ülkelerinin hangisinde yerli halk nüfusun %20 sinin altındadır? a. Bahreyn b. Katar c. Kuveyt d. BAE e. Umman 10. Portekizliler’in Umman’dan çıkarılma tarihi aşağıdakilerden hangisidir? a. 1508 b. 1550 c. 1650 d. 1750 e. 1809 142 Modern Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. a Sıra Sizde 1 Basra Körfezi’nin jeopolitiğini belirleyen en önemli faktör, coğrafi mevkisi ve sahip olduğu petrol ve doğal gaz kaynaklarıdır. Dünyanın en önemli geçit yollarından biri olan Basra Körfezi geçmişte doğu-batı ekseninde bir ticaret rotası iken bugün de dünya endüstrisini besleyen petrol ve doğal gazın hem üretildiği ve hem de nakledildiği güzergâh olması hasebi ile dünya nazarında vazgeçilmez bir bölgedir. 2. c 3. d 4. d 5. d 6. c 7. a 8. a 9. d 10. c Yanıtınız yanlış ise “Basra Körfezi ve Jeopolitiği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Basra Körfezi ve Jeopolitiği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Basra Körfezi ve Jeopolitiği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Basra Körfezi ve Jeopolitiği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Kuveyt” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Katar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Bahreyn” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Birleşik Arap Emirlikleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Birleşik Arap Emirlikleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Umman” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 2 İngiltere’nin 1820lerden itibaren Körfez’deki bazı şeyhlikler ile yaptığı anlaşmaların meydana getirdiği yapıya denmektedir. İngiltere Körfez şeyhlikleri ile yaptığı anlaşmalarda kendi ticaret trafiğinin kesilmesini engellemeyi amaçladığı gibi zaman içinde bölgede himaye sistemini geliştirmeyi de hedeflemiştir. Nitekim bu himaye sistemi 1970li yıllara kadar devem edecektir. Sıra Sizde 3 Micro State/Küçük Devlet, Körfez’de yüzölçümleri ve nüfusları bakımından küçük ama kaynakları bakımından zengin ülkeler anlamına gelmektedir. Bu devletler Kuveyt, Katar, Bahreyn, BAE, Umman’dan oluşmaktadır. Bu ülkeleri gelecekte bekleyen en önemli sorunlar, demografilerinin değişmesi, nüfus sorunları, ekonomilerinin sadece petrol ve doğalgaz ihracına dayalı olmasının doğuracağı sorunlar ile siyasi ve mezhebî çekişmelerdir. 5. Ünite - Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı 143 Yararlanılan Kaynaklar Abu Hakima, Ahmed Mustafa, (1972). “The Development of the Gulf States”, The Arabian Peninsula Society and Politics (ed. D. Hopwood), London. Anscombe, F. F., (1997). The Ottoman Gulf and the Creation of Kuıvait, Sa’udi Arabia and Qatar, New York. Bilge, Mustafa L., “Birleşik Arap Emirlikleri”, Türkiye Diyanet Ansiklopedisi (TDVİA), VI, 200203. Choueiri, Youssef M. (editör), (2011). Ortadoğu Tarihi, (Türkçesi: Fethi Aytuna) İstanbul. Davidson, Christopher M., “The United Arab Emirates”, Power and Politics in the Persian Gulf Monarchies, Davidson, Christopher M. (ed.) London (Bu Ünitenin BAE kısmında bu makaleden geniş bir şekilde istifade edilmiştir) Dickson, H. R. P., (1949). The Arab of the Desert, London. El Mansûr, Abdülazîz Muhammed, (1980). et Tetavuürü’s Ssyâsî li Katar fi’l-fetreti mâ beyne 1869-1916, Kuveyt. Er Reşîd, Abdülazîz, (1344). Tarîhu’l Kuveyt, Bağdad. Floor, Willem, Hakimzadeh, Farhad, (2007). The Hispano Portuguse Empire.., Acta İranica, Iran Heritage Foundation. HeardBey, Frauke, (1996). From Trucial States to United Arab Emirates: A Society in Transition, London. Institute du Monde Arabe, (1999). Bahrein, La civilisation des deux mers, Paris. Kelly, J.B., (1968), Britain and the Persian Gulf, London. Kurşun, Zekeriya, (2004). Basra Körfezi’nde Osmalı İngiliz Çekişmeleri: Katar’da Osmanlılar, Ankara. Kurşun, Zekeriya, (1998). Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti, Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti’nin Ortaya Çıkışı, Ankara. Kurşun, Zekeriya, (2000). “Controversies Over Bahrain Between Britain and the Ottomans in the 19th Century”, Turkish Review of Middle East, 10, İstanbul. Küçük, Cevdet – Bilge, Mustafa L., “Kuveyt”, Türkiye Diyanet Ansiklopedisi (TDVİA). İstanbul. Perry, Glenn E., (1983). The Middle East, Fourteen Islamic Centuries, New Jersey. Peterson, J.E., (1978). Oman in the Twentieth Century: Political Faundations of an Emerging State, London. Rush, Alan, (1987). Al Sabah: History Genealogy of Kuwait’s Ruling Family: 17521987, London. Slot, B.J., (2003). Mubarak Al Sabah, Founder of Modern Kuwait 18961915, Leidschendam Slot, B.J., (1993). The Arabs of the Gulf 16021784, Leidschendam. Süleyman Nutki, (1317). Basra Körfezi Rehberi, İstanbul. Valery, Mark, (2011). “Oman”, Power and Politics in the Persian Gulf Monarchies, Davidson, Christopher M. (ed.), London (Bu Ünitenin Umman kısmında bu makaleden geniş bir şekilde istifade edilmiştir) Wilkinson, J.C., (1964). “A Sketch of the Historical Geography of the Trucial Oman down to the Beginning of the Sixteenth Century”, The Geographical Journal, Vol. 130, No. 3 (Sep., 1964) Zahran, Said Rosemarie, (2002). The Making of the Modern Gulf States, UK (Bu Ünitenin Bahreyn, BAE ve Umman kısmında bu eserden geniş bir şekilde istifade edilmiştir) Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 5: Körfez Ülkeleri: Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Sultanlığı Tarih İçinde Basra Körfezi 1. Basra Körfezi neresidir? Cevap: Literatürde Fars/İran Körfezi (Persian Gulf), Basra Körfezi ya da Arap Körfezi diye geçmektedir. Arap Yarımadası ile İran’ın güneybatısında yer alan ve Arap Denizi ile Hürmüz boğazını bağlayan 600 mil/965 km. uzunluğundaki suyoludur. Antik çağlardan itibaren Doğu ile Mezopotamya, buradan da Avrupa’ya uzanan “baharat ve ipek yolu” üzerindeki en önemli ve ünlü ticaret yollarından bir tanesidir. Farklı isimler ile anılmasının sebebi tarih boyunca farklı egemenliklerde kalmasından kaynaklanmaktadır. 2. 17. yüzyılın başlarından itibaren Basra Körfezi'nde Portekizlilerin yerini alan iki ülke hangileridir? Cevap: Hollanda ve İngilizlerin ilgisi zamanlama bakımından aynı dönemlere rastlamaktadır. Her ikisi de 17. Yüzyılda Körfez’in önemini kavramışlardı. Daha çok uzakdoğu baharat ticaretinde söz sahibi olmak için kurulan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (EIC: 1600) ile Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (V.O.C: 1602) zaman içinde Körfez’i de faaliyet alanlarına alarak Portekizlilerin yerine geçtiler. Körfezi ticari ilgilerine ilk alanlar Hollandalılar olsa da 18. yüzyılın son çeyreğinde geri çekilmeye başlayınca, İngilizler rakipsiz kaldılar. 3. 1970'li yıllardan sonra İngilizlerin Basra Körfezi bölgesinden çekilmesi neye yol açmıştır? Cevap: 1970li yıllardan itibaren İngilizlerin bölgeden çekilmesi ile de buralarda yüz ölçümü ve nüfus bakımından “micro state/küçük devlet” denilen ama kaynakları ve bulundukları coğrafya açısından jeopolitiği yüksek devletler ortaya çıktı. Suudi Arabistan hariç bu devletlerin birçoğu her ne kadar batılıların dizayni ile meydana gelmiş ise de zaman içinde kendi siyasetlerini de belirleme yoluna gitmişlerdir. Bu maksatla çoğu konuda müşterek hareket etme becerisi gösteren bu devletlerin en önemli birleştirici kurumları 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Teşkilatı’dır (The Gulf Cooperation Council). Küçük devletlerin bağımsızlıklarını kazanması akabinde Suudi Arabistan’ın önerisi ile hayata geçirilen teşkilat, üyeleri arasında özellikle ekonomik entegrasyonu sağlama yolunda büyük adımlar atmıştır. Kuveyt 4. Kuveyt'in coğrafi özellikleri nelerdir? Cevap: Basra Körfezi’nin kuzeybatısında yer alan ülkenin resmi adı “Devletü’l-Kuveyt”tir. Arap Yarımadası’nın kuzeydoğusunda, Suudi Arabistan ile Irak arasında yüzölçümü 17.818 km2 olan küçük bir ülkedir. Ülke, Şattülarap deltasının güneyinde, büyük gemilerin girmesine elverişli derin bir körfezin çevresinde yer alır. Kuveyt Körfezi denilen ve doğu-batı doğrultusunda uzunluğu 80, kuzey-güney doğrultusunda genişliği 20 kilometreyi bulan büyük bir girintiden oluşmaktadır. Kuveyt Körfezi’nin hemen karşısında oldukça stratejik bir mevkisi olan Feyleke ve Mesken adında iki adası bulunmaktadır. Bu doğal liman yapısı ile büyük tonajlıgemilerin girebildiği bir yer olması 17. yüzyıldan itibaren ilgi odağı olmasını sağlamıştır. Başkenti Kuveyt şehridir. Resmî dili Arapça olmakla birlikte İngilizce de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. 2013 verilerine göre nüfusu 2.695.316 olarak tespit edilmiştir. Ancak bu nüfusun yarısına yakını Kuveytli iken yaklaşık % 35’i diğer Arap ülkelerinden, geri kalanları ise özellikle Hindistan ve diğer Asya ülkelerinden çalışmak amacıyla burada bulunanlardan oluşmaktadır. Yerli ahali ise Necid ve İran taraarından gelip buraya yerleşen kabilelerden oluşmaktadır. Müslüman nüfus Sünni ve Şii olmak üzere iki ana gruptan meydana gelmektedir. Oranlar çoğu kere karşılıklı olarak abartılı verilmekle birlikte, % 60-70 Sünni; % 30-40 Şii’dir. Göçmen nüfusun içinde Hıristiyan, Hindu ve Parsi’ler bulunmaktadır. Nüfusun çoğu Kuveyt şehri etrafında gelişen ve onunla bitişen şehirlerde yaşamaktadır. Ülke, El-Asıme, Ahmedî, Fervâniye, Cehrâ, Havallî ve Mubarek el Kebir isimleriyle altı valilik bölgesine ayrılmıştır. 5. 1899'da Mübarek el-Sabah'ın İngilizlerle yaptığı gizli anlaşmanın içeriği neydi? Cevap: 1899 yılında şeyh ve vârislerinin İngiltere’nin izni olmadan başka bir devletin temsilcisini kabul etmeyeceklerini şart koşan gizli bir anlaşma yaptılar. Buna karşılık İngilizler, Şeyh Mübarek’e 1000 sterlinlik bir tahsisat bağladı. Şeyh Mübarek siyasi davranarak İngilizlere istedikleri yazılı garantiyi vermedi ise de topraklarının bir kısmını kiraladığına dair bir belgeyi imzaladı. Aslında bu belge de İngilizlere gerektiğinde müdahale hakkı veriyordu. Gelişmelerden şüphelenen Osmanlı Devleti, Basra liman memurunu Kuveyt’e gönderdi. Memurun şeyh tarafından kabul edilmemesi şüpheleri arttırdı. Ardından meseleyi tetkik etmek için bölgeye yeni bir heyet gönderildi ise de Mübarek anlaşmayı inkâr etti. Hatta Mübarek, II. Abdülhamid’e, devlete olan bağlılığını bildiren bir mektubu yazdı. Artık iki taraf da siyasi davranıyordu. II. Abdülhamid bir dış müdahaleden endişe ederek Mübarek’i, O da devleti idare ediyordu. Nitekim Şeyh Mübarek’e ikinci dereceden Mecîdî nişanı verildi ve mîr-i mîrânlik rütbesiyle paşa yapıldı (20 Mayıs 1900). O da bu ilgiye karşılıksız kalmadı ve Kuveyt’te kendi parasıyla tamir ettirdiği camiye Padişah’ın adını verdi. Basra vilâyetini ziyaret eden Mübarek (1724 Kasım 1900) Kuveyt’e hiçbir yabancı devleti sokmayacağına ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacağına dair Vali Muhsin Paşa’ya söz vermesine rağmen İngiltere ile imzaladığı gizli antlaşmaya da sadık kaldı. 6. Kuveyt bağımsızlığına hangi yıl kavuşmuştur? Cevap: 1961 yılında bağımsızlığına kavuşan Kuveyt hemen Arap Birliği üyeliğine de alındı. Fakat bu bağımsızlığı Irak, toprakların aslında kendi parçası olduğu gerekçesiyle tanımadı ve Arap Birliği’ne de karşı çıktı. 7. Mübarek el-Sabah ne zaman ölmüştür? Cevap: Modern Kuveyt’in kurucusu kabul edilen Mübarek el Sabah’ın vefatında (28 Kasım 1915) halk, İngiliz müdahalesi olmadan büyük oğlu Cabir’in şeyhliğinde birleşti (Aralık 1915). Katar 8. Katar'ın coğrafi özellikleri nelerdir? Cevap: Arap yarımadasının kuzeydoğu sahilinde, Basra Körfezi’nin güneybatısındaki Bahreyn ve Bahrülbenât körfezleri arasında kuzeye doğru uzanan yarımada üzerinde yer alan küçük bir ülkedir. Başşehri Devha/Doha ‘dır. Yüzölçümü 11.586 km2 olup yabancılar ile birlikte nüfusu iki milyon civarındadır. Resmi dili Arapça olmakla birlikte İngilizce de yaygın bir şekilde kullanılır. Güneyden Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çevirdiği; genelde çöl ve alçak kumlu tepelerden ibaret olan arazisi tarıma uygun değildir; iklimi sıcak ve kuraktır. Çok büyük petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olan Katar son yıllarda ayrıca sanayileşmeyede önem vermiştir. Nüfusun çoğunluğu yerli halktan çok petrol sektöründe çalışan İran ve Pakistan kökenli göçmenlerle, başkayerlerden gelen işçilerden meydana gelmektedir. Coğrafyanın küçük olması, günümüzde bir paylaşım problemlerinin olmaması ve refah düzeyinin yüksekliği sayesinde kabileler arasında uyum olmasına rağmen “Katarlı” olmak bir kimlik anlamına gelmemektedir. Yine hemen herkes kendisini diğer Körfez Arapları gibi mensup oldukları aile ve kabileleri ile tanımlamaktadırlar. 9. İngilizler ile Katar Emiri Abdullah arasında imzalanan himaye antlaşmasının tarihi nedir? Cevap: Birinci Dünya Savaşı ile birlikte bölgedeki Osmanlı varlığı tamamen sona erdi. Savaş sırasında Basra Körfezi’nde büyük etkinlik gösteren İngilizler, 3 Kasım 1916’da Katar Emiri Abdullah ile diğer Körfez şeyhleriyle yaptıklarına benzer bir himaye antlaşması imzaladılar. 10. Katar bağımsızlığına hangi tarihte kavuşmuştur? Cevap: İngilizlerin bölgeyi terk etmesinden sonra bağımsızlığına kavuşan Katar (3 Eylül 1971) hemen arkasından Arap Birliği’ne ve Birleşmiş Milletler’e üye oldu. Bahreyn 11. Bahreyn'in coğrafi özellikleri nelerdir? Cevap: Basra Körfezi’nde Suudi Arabistan’ın Doğu sahilleri ile Katar’ın batısında yer alan iki büyük ve otuzdan fazla küçük adacıktan oluşan küçük bir ada devletidir. Adaların toplamı 760 km2 meydana gelmektedir. Bahreyn, Mename (başkent) ve Muharrak adıyla birbirine deniz doldurularak bağlanan iki ana adadan oluşurken etrafında daha birçok küçük ada ve adacıklar (Sidre, Nebi Salih, Cidde, Ummu Nassan, Ummu Suban gibi.) bulunmaktadır. Denizciler için uygun olması hasebiyle Körfez’de deniz faaliyetlerinin başlamasından itibaren iskân aldığı kabul edilmektedir. 2013 tahminlerine göre nüfusu 1.281,332’dir. Ancak bu nüfusun %46si yerli %54’ü ise yabancılardan oluşmaktadır. Tarih boyunca çeşitli yerlerden göç alan Bahreyn halkı heterojen bir yapı göstermektedir. Yerli halk merkezi Arabistan ve İran’dan gelen Arap ve Fars kökenli kabilelerden oluşmaktadır. Ülkenin %81’i Müslüman, geri kalanı ise çoğunluğu Hıristiyan olmak üzere diğer dinlere mensup göçmenlerdir. Müslüman nüfusun yarısı Sünni diğer yarısı da Şii’dir (bazı kaynaklara göre ise Şiiler daha fazladır). Sünni ve Şii toplum arasında ciddi bir ayrışma olup, Sünniler “Bahreynî” (Bahreynli); Şiiler de aynı anlama gelen “Bahranî” şeklinde kendilerini ifade etmektedirler. Sünni kabileler Necid (merkezi Arabistan) veya Havale (İran tarafından gelen Araplar) gurubuna mensupturlar. Ayrıca, el Rumeyhi, el Musallem, Devasir ve Sudan isimli kabileler de bulunmaktadır. Basra Körfezi’ndeki stratejik mevkisi ve Körfez petrolünü açık denizlere ulaştıran bir noktada olması Bahreyn’e özel bir jeopolitik önem kazandırmaktadır. 1986 yılında, Bahreyn ile Suudi Arabistan’ın Dammam kenti arasında yaklaşık 25 kilometrelik bir köprü yapılarak iki ülke fiziki olarak birbirine bağlanmıştır. 12. İngiliz nüfuzunun Bahreyn'de yerleşmesine imkân sağlayan olayların başında ne gelir? Cevap: 1921-1926 yıllarında Major Clive Daly İngiliz siyasi memuru olarak burada görev yapmıştır. 1926 yılında Sir Charles Belgrave Bahreyn Şeyhi’nin danışmanı sıfatı ile bölgeye yerleştirmiş ve bu görevi 1957 yılına kadar sürmüştür. Bu iki kişinin Modern Bahreyn Devleti’nin kurumlarının oluşmasında önemli katkıları bulunmaktadır. Özellikle 1923 yılında Şeyh İsa el Halife İngiliz subaylarınca emirlikten alınarak oğlu Şeyh Hamed b. İsa’nın göreve getirilmesi ile başlayan uzun süreç İngiliz nüfuzunun iyice bölgeye yerleşmesine imkân tanımıştır. Bu süreçte Bahreyn halkı gerek İngiliz tarzı kurumlar ve gerekse belediye ve seçimleri ile tanışmışlardır. 13. Bahreyn bağımsızlığını hangi tarihta ilan etmiştir? Cevap: 15 Ağustos 1971 yılında Bahreyn bağımsızlığını ilan etti ve el Halife ailesinden Şeyh İsa Emir unvanı ile yeni devletin başı oldu. Birleşik Arap Emirlikleri 14. Birleşik Arap Emirlikleri'nin coğrafi özellikleri nelerdir? Cevap: Birleşik Arap Emirlikleri (Resmi adı: El-İmâratü’l-Arabiyyetü’l-Muttehide) Körfez’in ortasında yer alır. Kuzey ve kuzeybatıdan Körfez’in suları, batıda Katar ve Suudi Arabistan güneyde ise Umman ve ayrıca Suudi Arabistan toprakları ile çevrilidir. Katar’dan Re’s Musandam’a kadar doğu batı istikametinde Körfez’de 644 km uzunluğunda sahili bulunmakta ve ülkeyi meydana getiren yedi emirliğin altısı (Abu Dabi, Debi (Dubai), Şarıka, Acman, Ummu’l-Kayveyn, Re’su’l-Hayme) bu sahilde yer alırken; yedinci emirlik olan Fucayre ise Umman tarafında 90 km boyunca uzanan sahil kesiminde yer almaktadır. Ülkenin yüz ölçümü 83.600 kilometrekaredir. Bu büyüklüğü ile Körfez İşbirliği Ülkeleri arasında Suudi Arabistan ve Umman’dan sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülke topraklarının çoğunluğu sahralardan oluşmaktadır. Ancak bu sahralarda ziraat ve hurma yetiştiriciliğine uygun önemli birkaç vaha yer almaktadır. Su kaynakları olan, Ayn, Eâc ve Liva isimli bu vahalar bölgenin de ilk iskân alanları olarak bilinmektedir. Hürmüz Boğazı’na açılan stratejik mevkisi geçmişte ticaret gemilerinin bugün ise petrol tankerlerinin geçiş yolu üzerinde olması bölgenin jeopolitiğini oluşturmaktadır. Geçmişte balık ve inci avcılığı ve ticaret için makul bir göç alan BAE, petrolün keşfinden sonra hızla yabancı göçüne açılmıştır. 2013 ortalamalarına göre ülkede 5.472. 977 kişi yaşamaktadır. Resmi dili Arapça olmakla birlikte Farsça, İngilizce, Hintçe ve Urduca da yaygın şekilde konuşulmaktadır. Sadece toplam nüfusun %19’u (İmâratî) yerli iken geri kalanı yabancılardan oluşmaktadır. Bu demografik yapı Körfez ülkeleri arasında BAE’ni özellikli kılmaktadır. Ülkede diğer Arap ülkeleri ve İran kökenliler, güney ve doğu Asyalı ve hatta batılılar yaşamaktadır. Ülkenin yerli nüfusunun %20sinden azının yerli/İmâratî olması gelecek için ciddi kaygılar yaratmaktadır. Bu dağılıma rağmen ülkede yaşayanların büyük çoğunluğu (%96) Müslüman olup bunlardan % 16 kadarı Şii’dir. Nüfusun geri kalanı Hıristiyan ve Hindular’dan oluşmaktadır. BAE’nin başkenti Abu Dabi şehridir ve burası ülkenin kurucusu sayılan el-Bu Falah ailesinin de merkezi olup ülke yüzölçümünün de büyük bir kısmını oluşturmaktadır. BAE esasında Mütareke Şeyhlikleri (Trucial States) olarak bilinen yedi ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur. 15. Birleşik Arap Emirlikleri hangi yıl kurulmuştur? Cevap: Başlangıçta dokuz emirliğin iştiraki ile kurulması düşünülen birlik, Katar ve Bahreyn’in tereddütleri ve bağımsız birer devlet olma arzuları yüzünden tamamlanamadı. Ancak Re’sul Hayme hariç altı emirlik yapılan bir sözleşme ve anayasa ile 1971 yılında BAE’ni kurmuşlardır. 1972 yılında yedinci emirlik de konfederasyona gireceğini açıkladı ve bugünkü BAE meydana geldi. 16. Bae'yi oluşturan emirlikler hangileridir? Cevap: BAE’ni oluşturan Emirlikler: 1) Abu Dabı 2) Dubai 3) Şarıka 4) Acman 5) Ummu’l-Kayveyn 6) Fuceyra 7)Re’su’l-Hayme (1972’de birliğe katıldı) Umman 17. Umman'ın coğrafi özellikleri nelerdir? Cevap: Basra Körfezi’nin sonunda Arap Denizi, Umman Körfezi Suudi Arabistan ve Yemen ile çevrili ve resmi adı Saltanatu Umman/Umman Sultanlığı’dır. Başkenti Maskat şehri olup, resmi dili Arapça’dır. Ancak İngilizce, Belucî, Urduca ve Hindistan dilleri de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Sadece Re’s Musandam tarafı Körfez’e bakan ülkenin büyük bir bölümü Umman Körfezi’ndedir. Yüzölçümü 309.500 kilometrekare olan ülkenin 2013 yılı itibari ile nüfusu 3.154.134’tür. Halkı Arap, Beluci, Pakistanlı, Hint, Bengladeş, Sri Lanka ve Doğu Afrikalılar’dan oluşmaktadır. Ancak Doğu Afrikalılar’ın birçoğu 1960li yıllarda buraya göç etmiş olup Umman vatandaşı olmuşlardır. Yerli halkın % 75’i İbadî mezhebine mensup Müslümanlar’dır. Geri kalanları ise Sünni, Şii Müslüman ile Hindulardan oluşmaktadır. Ülke’de bir anayasa mevcut olmayıp, İslamî kurallar ve kısmen Anglosakson kanunları ile idare edilmektedir. 18. İbadilik nedir? Cevap: İslam Tarihinde ortaya çıkan ilk muhalif hareket olan Hariciliğin ılımlı bir kolu olup, Umman ve kısmen bazı Kuzey Afrika ülkelerinde yayılmıştır. Umman’da kabileler arası yakınlaşmayı ve bir nevi sosyal bütünlüğü sağlayan inanç sistemidir. 9. Asırdan itibaren Umman’da idare kuran İbadilere göre hem dini ve hem de siyasi lider İmam’dır. İmam ilimde ehil kimselerden seçilir ve işleri şura ile görür. Bu anlayış hanedanlıkların oluşmasını engellemesine rağmen çoğu kere Umman imamları elit ailelerden gelmişler ve bugün olduğu gibi ülke hanedanlıklar ile idare edilmiştir. 19. Sultan Said b. Teymur ve Sultan Kabus arasındaki görüş farklılıkları nelerdir? Cevap: Uzun yıllar süren iktidar döneminde Sultan Said b. Teymur, adeta bilinçli bir şekilde ülkesinde hiçbir gelişmenin olmasını istemedi. Halkın eğitilmesi halinde tehlike yaratacağını düşünüyordu. Ülkedeki tek hastane Amerikalı misyonerler tarafından kurulmuştu. Yapılan tek yol Maskat ile Mitra arasındaydı. Üstelik petrol ile birlikte ülkenin gelirleri artmıştı ama o bunları kamu yararına harcamayı reddediyordu. Tabii olarak petrol imtiyazlarını ellerinde bulunduran İngilizler de bu durumdan etkilenmekte idiler. Sultanın danışmanları onlar idi ve bir şekilde tepkiler onlara da yönelebilirdi. Nitekim siyasi faaliyet gösteren guruplar İngilizleri de hedef almışlardı. Aslında Kabûs da babasının idaresinden memnun değildi ve muhalefet ile işbirliğine girmişti. Bu şartlar altında Sultan Said, oğlu lehine tahtından feragat etmeye zorlandı ve 23 Temmuz 1970 yılında oğlu Kabûs Umman Sultanı oldu. Bu değişiklik muhalefetin yapması muhtemel diğer devrimlere tercih edildiği için Körfez şeyhlikleri ve İran tarafından da kabul gördü. Hatta bazı yazarlar, Said b. Teymur’un saltanat yıllarına Umman tarihinin “Karanlık Çağı”, buna mukabil oğ lunun dönemine de “Rönesans” (Nahda) adı verecektir. 20. Sultan Kabus'un 1996'da yayınladığı sultan iradesinin içeriği nedir? Cevap: Sultan Kabûs 1996 yılında devletin temel yasası olarak bir irade daha yayımladı. Buna göre Umman bir Arap ve İslam devletidir. İslam, devletin resmi dini, Arapça ise resmi dilidir. Yasamanın kaynağı şeriattır. Hükümet şekli verasete dayalı saltanattır, adalet, şura ve eşitliği esas alır. Sultan Kabûs devletin her şeyini ellinde tutmakla birlikte bazı yetkilerini atadığı bakanları aracılığı ile kullanmaktadır. Yaptığı kalkınma hamleleri ve eğitim yatırımları ile kendisini halkına kabul ettirmiş, hatta ülkenin milli bayramı olarak O’nun doğum günü (18 Kasım) seçilmiştir. Kabûs bu haliyle gücünü kabilelerden ve geleneksel aile gücünden alan diğer Körfez idarecilerinden farklılaşarak bölgede modern gerçek bir kral olmuştur. Özellikle çevresindekilerin, hatta bakanların ticaret yapmalarına izin vererek kendisini destekleyecek güçlü yeni bir sınıf yaratmıştır. TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 5 - Alıştırma Soruları 1 ) Trucial System/Mütareke Sistemine en son katılan emirlik aşağıdakilerden hangisidir? A ) Bahreyn B ) Ummu’l-kavain C ) Acman D ) Şarıka E ) Re’su’Hayme Çözüm : 1809 yılında Kavasım’ın başkenti Re’su’l Hayme kuşatıldı ve donanmaları tamamen tahrip edildi. İngilizlerin bu tavrı civardaki emirlikleri de korkuttu. Aynı akıbete uğramak istemeyen Körfez emirlikleri (Ummu’l Kavain, Ajman, Abu Dabi, Dubai geç tarihte ise Bahreyn) 1820 yılından itibaren İngilizler ile anlaşma yolunu tercih etti. Doğru cevap A şıkkıdır. 2 ) Aşağıdakilerden hangisi Katar'da yaşayan kabilelerden birisi değildir? A ) Orissa B ) Benî Hacir C ) Rayhât D ) Naîm E ) el Kebese Çözüm : Katar'ın yerli ahalisi Necid içlerinde buraya gelerek yerleşen Arap kabileleridir. Bugün Katar’da Benî Hacir, el Menâsır, el Ka’bât, Rayhât, Naîm ve el Kebese gibi kökü merkezi Arabistan’a dayanan kabileler yaşamaktadır. Doğru cevap A şıkkıdır. 3 ) I. Geniş inci yataklarına sahiptir. II. Tarih boyunca farklı egemenlikler altında olmuştur. III. Eski zamanlardan beri balıkçılıkla geçinilmiştir. Yukarıdakilerden hangileri Basra Körfezi ile ilgili doğru olarak verilmiştir? A ) Yalnız I B ) Yalnız II C ) I ve II D ) II ve III E ) I, II ve III Çözüm : Farklı isimler ile anılmasının sebebi tarih boyunca farklı egemenliklerde kalmasından kaynaklanmaktadır. En eski kaynaklarda Fars; Osmanlı asırlarını tanımlayan harita, doküman ve eserlerde Basra; yirminci yüzyılda ise Araplar tarafından Arap Körfezi diye isimlendiren bölge üzerinde yapılan araştırmalar, M.Ö 4000 yıllarından itibaren iskân aldığını göstermektedir. Körfezin her iki yakasında ziraata elverişli alanlar olmadığı için en eski yerleşimcilerin balıkçılıkla geçindikleri bilinmektedir. Bölgeyi geçmişte dünya gündemine taşıyan bir başka yönü de geniş inci yataklarıdır. Verilen üç seçenek de doğrudur. Doğru cevap E'dir. Doğru cevap E şıkkıdır. 4 ) I. Başşehri Devha'dır. II. Arazisi tarıma uygun değildir. III. Petrol ve doğal gaz yataklarına sahiptir. Yukarıdakilerden hangileri Katar ile ilgili doğru olarak verilmiştir? A ) Yalnız I B ) Yalnız II C ) I ve II D ) II ve III E ) I, II ve III Çözüm : Başşehri Devha/Doha ‘dır. Yüz ölçümü 11.586 km kare olup yabancılar ile birlikte nüfusu iki milyon civarındadır. Resmi dili Arapça olmakla birlikte İngilizce de yaygın bir şekilde kullanılır. Güneyden Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çevirdiği; genelde çöl ve alçak kumlu tepelerden ibaret olan arazisi tarıma uygun değildir; iklimi sıcak ve kuraktır. Çok büyük petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olan Katar son yıllarda ayrıca sanayileşmeye de önem vermiştir. Verilen üç seçenek de doğrudur. Doğru cevap E'dir. Doğru cevap E şıkkıdır. 5 ) Osmanlılar'a karşı Kuveyt Kaymakamı Şeyh Mübarek ile gizli anlaşma yapan ülke hangisidir? A ) İngiltere B ) Bahreyn C ) Katar D ) Fransa E ) Hollanda Çözüm : Basra vilâyetini ziyaret eden Mübarek (17-24 Kasım 1900) Kuveyt’e hiçbir yabancı devleti sokmayacağına ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacağına dair Vali Muhsin Paşa’ya söz vermesine rağmen İngiltere ile imzaladığı gizli antlaşmaya da sadık kaldı. Doğru cevap A şıkkıdır. 6 ) 14. yüzyıla kadar Körfez’de en gelişmiş ticari liman aşağıdakilerden hangisidir? A ) Basra Körfezi B ) Umman Körfezi C ) Hürmüz Boğazı D ) Arap Körfezi E ) Fars Körfezi Çözüm : Ondördüncü asra kadar Körfez’de en gelişmiş ticari liman Hint Okyanusu’nun ağzındaki Hürmüz idi. Doğru cevap C şıkkıdır. Doğru cevap C şıkkıdır. 7 ) Körfez bölgesinde ortaya çıkan küçük devletlerin bağımsızlıklarını kazanması akabinde, Suudi Arabistan’ın önerisi ile hayata geçirilen Körfez İşbirliği Teşkilatı hangi yıl kurulmuştur? A ) 1978 B ) 1981 C ) 1983 D ) 1985 E ) 1990 Çözüm : Suudi Arabistan hariç bu küçük devletlerin birçoğu her ne kadar batılıların dizayni ile meydana gelmiş ise de zaman içinde kendi siyasetlerini de belirleme yoluna gitmişlerdir. Bu maksatla çoğu konuda müşterek hareket etme becerisi gösteren bu devletlerin en önemli birleştirici kurumları 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Teşkilatı’dır (The Gulf Cooperation Council). Küçük devletlerin bağımsızlıklarını kazanması akabinde Suudi Arabistan’ın önerisi ile hayata geçirilen teşkilat, üyeleri arasında özellikle ekonomik entegrasyonu sağlama yolunda büyük adımlar atmıştır. Doğru cevap B şıkkıdır. Doğru cevap B şıkkıdır. 8 ) Umman tarihinin “Rönesans” adı verilen döneminde görev yapan Umman Sultanı kimdir? A ) Sultan Said b. Teymur B ) Sultan Kabûs C ) Sultan Faysal b. Türkî D ) Sultan Teymur E ) Sultan b. Seyf Çözüm : Said b. Teymur’un saltanat yıllarına Umman tarihinin “Karanlık Çağı”, buna mukabil oğlu Sultan Kabus'un dönemine de “Rönesans” (Nahda) adı verilmiştir. Doğru cevap B şıkkıdır. Doğru cevap B şıkkıdır. 9 ) Bazı Arap kabilelerinin körfezde yerel idareler kurmaları hangi çağda olmuştur? A ) Paleolitik Çağ, B ) Mezolitik Çağ, C ) İlk Çağ, D ) Orta Çağ, E ) Buzul Çağı, Çözüm : Ortaçağlarda Radikal bir mezhep olarak ortaya çıkan Karmatiler, Bahreyn adalarını merkez edinince ticaret bir süreliğine Körfez’in batısında sekteye uğramışsa da, doğu yakasında devam etmiştir. Ancak aynı süreçte Merkezi Arabistan’dan sahillere gelip yerleşen bazı güçlü Arap kabileleri de Körfez’de hanedanlıklar tesis ederek yerel idareler kurmuşlardı. Doğru cevap D şıkkıdır. 10 ) Birleşik Arap Emirliklerin özelliği nedir? A ) Yedi ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur, B ) Beş ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur, C ) Üç ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur, D ) Dokuz ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur, E ) Altı ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur, Çözüm : Birleşik Arap Emirlikleri esasında Mütareke Şeyhlikleri (Trucial States) olarak bilinen yedi ailenin oluşturduğu bir konfederasyondur. Arap asıllı bu ailelerin kimi asırlardır bu coğrafyada yaşarken kimileri de 18. yüzyıl gibi daha geç bir tarihte bölgeye yerleşmiş olan kabilelerdir. Bunlar arasında öne çıkan ve en geniş alanı kapsayan el Bu Falah ailesi, muhtemelen 16. yüzyılın başında bugünkü Suudi Arabistan’ın doğusundan Umman taraflarına ve oradan da 1760'larda Abu Dabi etrafına gelmişlerdir. Bugün Körfez’in en gözde yerlerinden olan bu bölge, Beni Yas olarak bilinen kabile konfederasyonundan el Bu Falah ailesinin en-Nahayan kolunun elinde Abu Dabi emirliğine dönüştü. Aynı konfederasyonun bir parçası olan el Bu Falase gurubu ise Dubai emirliğini oluşturmuştur. Bugün BAE’nin devlet başkanlığı en-Nehayan ailesinde, devlet başkanlığı vekilliği ve başbakanlık ise el Bu Falase kabilesinden el Maktum ailesindedir. Ayrıca yedi bölgenin emirlerinin üyesi olduğu bir de Yüksek Konsey bulunmaktadır. Aslında bu coğrafyada yaşayan halkı tarih boyunca birbirine bağlayan bir takım karakteristik özellikler bulunmaktadır ki bunlar onları bir arada tutmaktadır. Birincisi müşterek kabilevi toplum özelliği, ikincisi yaşam tarzlarını belirleyen müşterek ekonomik yapıları ile İslami geleneklerdir. Doğru cevap A şıkkıdır. 6 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 6: Kuzey Afrika (Mağrib) Ülkeleri Giriş Coğrafi olarak Afrika kıtasında yer alsa da, kültürel ve siyasi olarak Ortadoğu’nun bir parçası olarak görülen kuzey Afrika ülkeleri, zengin bir tarihi geçmişe sahiptir. Antik dönemlerden itibaren özellikle kıyı şeridi farklı güçlerin denetiminde olduğundan neredeyse Akdeniz uygarlıklarının tümü ile bir şekilde yolları kesişmiştir Kuzey Afrika, sadece kültürel özellikleri ile değil, coğrafi özellikleri ile de kıtanın geri kalanından ayrılmaktadır. Sık ormanlar ve dağlık alanlarla kaplı olan sahra altı ülkelerine karşılık, Sahra çölü ve düzlüklerle kaplı olan kuzey bölgeleri kıtanın yaşama en az elverişli yerlerini barındırmaktadır. Bunun bir istisnası olarak Akdeniz boyunca uzanan kıya şehirleri ve Nil nehrinin havzası kuzey Afrika ülkelerinin en kalabalık yerleşim yerleridir. Berberiler Kuzey Afrika’nın ilk yerlileri olarak nitelendirilir ve M.Ö. 146 yılında başlayan Roma imparatorluğu dönemine kadar, bölge bu kavimlere ait farklı yerel güçlerin denetiminde bulunurdu. Kuzey Afrika’daki Roma ve sonrasında Bizans hakimiyeti VII. Yüzyılda İslam’ın bölgeye gelmesine kadar sürmüştür. Halife Ömer döneminde Mısır ve Libya İslam’a katılırken, Osman bin Afvan döneminde de Cezayir ve Fas’ın fethi tamamlanmıştı. XII. Yüzyıla kadar tüm kuzey Afrika’nın Müslümanlaşması gibi, yerel halkların Araplaşma süreçleri de tamamlanmıştır. İslam Tarihi İçinde Kuzey Afrika Kuzey Afrika’nın İslamlaşma süreci 640 yılında bugünkü Kahire yakınlarındaki bir Bizans kalesinin aşılması ve hemen ardından Fustat ismiyle yeni bir garnizon kurmaları ardından hızlandı. Birkaç yıl sonra bugünkü Libya’nın doğu kesimlerine ulaşan Müslüman Arap orduları çok geçmeden Tunus sınırına kadar yayıldı. Emevi ve Abbasi dönemlerinde merkezi otoritenin bu kadar uzak bölgelere ulaşması imkansız olduğu için, yeni dönemde genellikle yerel Berberi hanedanlıklar halife adına bölgeyi yüzyıllarca yönetti. Bunlar içinde İdrisiler (790), Ağlebiler (800), Fatimiler (909) bölge tarihinin önemli hanedanlıklarıydı. Yerel Berberi hanedanlıklarca 1062 yılından itibaren kurulan Murabıtlar devleti, özellikle kuzey batı Afrika merkezli olarak uzun yıllar bölgeye hükmetti. 1147 yılında Murabıtlara karşı mücadelede başarılı olan başka bir Berberi hanedanlık devleti olan Muvahhitler devleti batıda Fas, doğuda ise Bingazi kentine kadar uzanan geniş coğrafyaya hüküm sürdü. Bölgenin en parlak dönemlerine şahitlik eden Muvahhitler dönemi, 1220’li yıllardan itibaren kademeli olarak merkezi otoriteyi yitirip yerini küçük hanedan devletçiklerine bıraktı. Mısır Kuzeydoğu Afrika’da yer alan ve Sina Yarımadası ile Asya’ya bağlanan Mısır’ın kuzeydoğusunda İsrail, doğusunda Kızıldeniz ve Suudi Arabistan, güneyinde Sudan, batısında Libya ve Akdeniz bulunur. Kuzeyi ve doğusu deniz, güneyi ve batısını çöller kaplar. Stratejik konum itibariyle Asya, Avrupa ve Afrika arasında kilit bir noktadadır. Afrika’nın ve Mısır’ın can damarı Nil nehri ülkeyi dört bölgeye ayırır: Nil Nehri havzası, Sina Yarımadası, Doğu(Arap) Çölü, batı ve güney çöller bölgeleri. En önemli yeraltı kaynağı petrol ve doğalgazdır. Özellikle son yıllarda doğu Akdeniz’de yeni bulunan doğalgaz yatakları Mısır’ın hali hazırdaki rezervlerine olumlu katkıda bulunmuştur. Ülkenin petrol kaynakları ise genellikle, batı ve doğu çölleri ile Süveyş Körfezi ve Sina Yarımadasında bulunmaktadır. Tarihi açıdan Mısır dünyanın en zengin maziye sahip ülkelerinden biridir. Arkeolojik kazılardan elde edilen bulgulara göre, Mısır’ın bilinen ilk tarihi M.Ö 5000 yıllarında kurulmuş olan, Aşağı ve Yukarı Mısır krallıklarıyla başlar. Mısır ülkesi, Firavun hanedanlarının denetiminde kaldığı uzun asırlar boyunca, kültür ve medeniyet oluşumunda önemli katkı yapmış, edebiyat, mimari, heykelcilik, resim, kimya, astronomi ve geometri gibi birçok dalda dönemsel şaheserler üretmiştir. M.Ö. 525 yılında Pers hakimiyetine giren bölge, M.Ö. 332’de İskender imparatorluğuna dahil olsa da bir süre sonra, Roma imparatorluğunun bir eyaleti haline gelmiştir. Mısır ülkesi, 395 yılında Roma’nın da bölünmesiyle Doğu Roma hakimiyetine girmiş ve İslam’ın gelişine kadar bu sürmüştür. Hz. Ömer döneminde Amr bin As komutasındaki ordular tarafından 639-40 yılında fethedilen Mısır’da yeni bir yerleşim yeri olarak Fustat kenti kurulmuştu. Bu tarihten itibaren bütün Mısır halkı peyderpey İslam’a girerken, Emevi Emiri Muaviye zamanında Arapça, halkın dili haline geldi. Din ve dil beraberliği sağlanmış olan Mısır, Abbasiler döneminde refah ve huzur bakımından altın devrini yaşadı. Çok uzun sürmeyen bu dönem ardından 868 yılında ülkenin yönetimi Türk asıllı Tolunoğullarına geçse de 905 yılında yeniden Abbasi kontrolü sağlanmıştır. Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Osmanlı topraklarına katıldı. Bu fetih, sadece Memluk ülkesini tarih sahnesinden silmekle kalmamış, aynı zamanda kutsal emanetlerle somutlaşan hilafet makamının da Türklere geçmesini sağlamıştır. Bu dönemde Mısır’a özel bir önem veren Osmanlı yönetimi, bölgeye “Beylerbeyi” olarak daima vezir payesinde görevliler tayin etmiştir. Kahire bu dönemde başkent İstanbul’dan sonra ülkenin en büyük ikinci şehri haline gelmiştir. Önceki asırlarda sahip olduğu fikri ve kültürel bir merkez olma özelliğini Osmanlı döneminde artırarak korumuştur. Napolyon Bonoparte’ın, İngiltere’nin Hindistan’daki sömürgelerine giden yolunu kapatmak maksadıyla Fransızlar adına 1798’de Mısır’ı işgal etmesi üzerine, bölgeye gönderilen kuvvetler arasında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın olması Mısır tarihinin akışını değiştirmiştir. Mehmet Ali Paşa’dan sonra aynı performansı gösteremeyen hanedan yöneticileri, aşırı borçlanma yoluna gitti ve dış müdahalelere maruz kaldı. Askeri ve ekonomik anlamda gerilemeyi durduramadılar. 1869 yılında açılan ve bölgeye yeni bir stratejik önem kazandıran, ekonomisini değiştiren Süveyş kanalının idaresini ve hisselerini elden çıkarmak zorunda kaldılar. Ortaya çıkan karmaşa ve Urabi Paşa isyanı denilen iç ihtilalleri bahane eden İngiltere zaten ekonomik olarak ele geçirdiği Mısır’ı 1882 yılında işgal etti. İngiltere’nin asıl amacı Hindistan yolu üzerindeki bu stratejik geçiş koridorunu doğrudan kendi denetimine almaktı. İngiliz kontrolüne geçen Mısır, görünüşte Osmanlı’ya bağlıydı ama gerçekte İngiltere ile iyi geçinen hıdivler aracılığı ile yönetiliyordu. Osmanlı Devleti İngiliz işgalini kaldırmak için uzun diplomasi mücadelesi vermesine rağmen başarılı olamadı. Sadece ayni düzeyde Osmanlı ve İngiliz Fevkalade Komiserliklerinin kurulmasını sağlayabildi. Fakat uygulamada Osmanlı Komiserliği gözlemci olmaktan öteye geçemedi. İşgal sırasında Hıdiv Tevfik Paşa bulunuyordu. Ardından Abbas Hilmi Paşa gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngilizler burada himaye ilan ederek Hüseyin Kamil Paşa’yı 1914 yılında kral unvanı ile tahta geçirerek Mısır krallığı dönemini başlatmışlardır 1914 yılında Osmanlının İngiltere aleyhine savaşa girmesiyle İngiltere Mısır’daki işgalini himayeye dönüştürmüştü. Savaş sonrası pazarlıklarda ülkenin kaderi artık İstanbul’dan daha ziyade milliyetçi liderlerin kararlı direnişine kaldı. Bunlar içinde Saad Zağlul ve Vefd hareketi işgalci İngiltere’ye karşı sistemli bir muhalefet başlatırken, 1922’de Mısır’ın bağımsızlığı görünüşte de olsa tanındı. 1923 yılında parlamenter hükümet göreve başlarken, başbakan seçilen Zağlul’un temel hedefi İngilizler tarafından bölünmüş olan Mısır ve Sudan’ı yeniden birleştirmekti. 1936 yılında İngiltere ile imzalanan anlaşma İngiliz idaresinin sürmesi karşılığında iç işlerinde bağımsızlık elde etmişse de, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ülke ekonomisini tamamen çökertti. Savaş sırasında pamuk fiyatları düşerken, geçimini bundan sağlayan milyonlarca Mısırlı fakirleşmiş, hayat standardının gerilemesiyle grevler artıp taşradan şehirlere göçler hız kazanmıştı. Mısır, savaşın sonlarında, 1945’te, Japonya ve Almanya’ya karşı harp ilan ederek, aynı yıl tam bağımsızlığını elde edip BM’ye üye olmuştu. Diğer Arap ülkelerine göre daha güçlü olduğu için, Arap milliyetçiliğinde başı çeken Mısır 1945 yılında Arap Birliği Örgütü’nün (Arab League) kuruluşuna da ön ayak olmuştur. Savaş sonrası koşullar Mısır için istikrar getirmedi. Siyasi gerilimler nedeniyle 1948 yılında başbakan Nukraşi Paşa’nın suikastla öldürülmesi, aynı yıl İsrail ile yaşanan savaşta alınan yenilgi ve İngilizlere yönelik saldırıların artması kral Faruk yönetiminin kontrol edemediği bir istikrarsızlık ortamı doğurdu. Soğuk Savaş dengelerinin bölgede oluşturduğu AmerikaSovyet rekabeti ile birleşince sosyalist subayların başını çektiği 1952 yılında Hür Subaylar darbesi gerçekleşti. General Muhammet Necip liderliğindeki Hür Subaylar, sosyalist ve ulusalcı söylemleri ile 1953 yılında krallığa son verip cumhuriyet ilan ettiğinde kral Faruk yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. General Necip cumhurbaşkanı olsa da, cunta yönetiminin kendi içindeki çekişmeler nedeniyle darbeciler içinde genç bir subay olan Cemal Abdunnasır, bir süre sonra yeni bir darbe ile Necib’ i göz hapsine alarak Mısır’da idareyi ele geçirdi. Böylece sadece Mısır’da değil, 1970 yılına kadar tüm bölgede dengeleri değiştirecek olan “Nasır dönemi” başlamış oldu. Soğuk Savaş dengeleri içinde tercihini Bağlantısızlar Hareketi’nden yana yapsa da, Nasır’ın, Sovyet askeri ve teknik yardımlarına muhtaç olması, ister istemez bölgesel ilişkilerinde de etkili olmuştur. İsrail yenilgisi ardından 1949 yılında Mısır, Batıdan silah almak için yaptığı başvurulara olumsuz yanıt almış, böylesi zor zamanda, Sovyetlerin onayı ile Çekoslovakya silah vermişti. Batı ittifakı ve o dönem onların Ortadoğu’daki müttefikleri durumunda olan Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkelerle ideolojik ve askeri rekabet bu açıdan hiç hız kesmedi. 1955 Bağdat Paktı, 1957 Türkiye-Suriye krizi, 1960 U-2 krizi gibi birçok sorunda Nasır, NATO’yu ve onun bölgedeki üyesi Türkiye’yi hedef alan gerilim siyaseti uyguladı. 1970’te Nasır ölünce yerine Enver Sedat geçti. Sedat’ın öncelikli hedefi 1967 savaşında kaybedilmiş olan Sina yarımadasını geri almaktı. Bu hedefe ulaşmada en önemli stratejisi ise öncelikle içeride baskıcı yapı, dışarıda ise sosyalist ve devrimci söylem nedeniyle Mısır’dan uzaklaşmış bulunan Arap dünyasını yeniden kazanmaktı. Bu nedenle iktidarının ilk günlerinden itibaren açılım siyaseti (infitah) uygulayarak Arap ülkeleriyle ve Batılı ülkelerle yakınlaşmaya çabaladı. Sedat 6 Ocak 1981’de bir suikast neticesinde ölünce, yerine eski Hava Kuvvetleri Komutanı Hüsnü Mübarek geçti. Dış politikada Batı ile olan yakınlaşma devam ederken, Mübarek’in cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk hamlesi, Arap ülkeleriyle ilişkilerin düzeltilmesi yönünde adımlar atmak oldu. İran-Irak savaşı sırasında Irak’a askeri yardımda bulunan Mübarek yönetimi, 1982 yılında Lübnan’ı işgal eden İsrail’e mesafeli bir siyaset uygulayınca yeniden Arap ülkeleriyle yakınlaşmaya başladı. 1989 yılında yeniden Arap Birliği’ne alındı ve merkezi de Kahire’ye taşındı. Ocak 1991 Körfez harekâtında ABD’nin öncülüğündeki müttefik kuvvetler yanında yer alan Mübarek yönetimi, İsrail-Filistin uzlaşmasını öngören 1993 Oslo Anlaşmasına tam destek verdi. Mısır, bölgesel sorunlarda ve özellikle Filistin sorunu konusunda söz sahibi ülkelerden biri olarak 2000 yılından itibaren birçok görüşmeye ev sahipliği yapmıştır. Hemen sınır komşusu olan kuşatma altındaki Gazze’deki duruma kayıtsız kalmakla suçlanan Mısır, Filistin içindeki gerilimlerde İhvan’ın Filistin kolu durumundaki Hamas karşıtı politikası ile müdahil olmuştur. Mısır, 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesine çekimser kalsa da, işgalin durdurulması konusunda ciddi bir adım atmamıştır. İsrail’den sonra dünyada en fazla Amerikan askeri yardımı alan Mısır, sivil siyaset taleplerini içeren 2011 Arap Baharı sürecinde kısa süre içinde kaosa teslim oldu. Ülkede halk ayaklanması ile anayasa değiştirilip seçimlere gidilse de, 2012 yılında seçimle işbaşına gelen Muhammet Mursi bir yıl sonra yeni bir askeri darbe ile devrilerek ülke yeni bir sürece girdi. Libya Kuzey Afrika’nın ikinci en geniş ülkesi olan Libya’nın doğusunda Mısır, güneyinde Çad ve Nijer, batısında Cezayir, kuzeybatısında ise Tunus bulunmaktadır. Büyük bölümü çöllerden oluşan Libya’da şehirler çoğunlukla kıyı bölgelerde bulunur. Buna karşın ülkenin en önemli yer altı zenginliğini oluşturan petrol yatakları ise iç bölgelerdeki çöl arazilerde bulunmaktadır. Ülke gelirlerinin %94’lük bölümü petrol ihracatından elde edilen gelirlere dayanmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalar ülkede büyük doğalgaz rezervlerinin olduğunu da göstermiştir. Libya’nın ilk yerleşimcilerinin Berberiler olduğu bilinmektedir. M.Ö. 1000’li yıllarda bölgenin batısına yerleşen Fenikeliler, Trablus kentini kurarken, doğu bölgelerine yerleşen Yunanlılar da bugünkü Barka kenti ve çevresindeki bölgeleri kurmuştu. 642 yılından itibaren İslam fetihleri başladığında bölgeye hakim olan bu sosyoloji bir süre sonra değişmeye başladı. Arap fatihlerin bölgeyi ele geçirmeye başlamasıyla yerli kabileler de İslam dinini benimsemeye başladılar. Araplar ile Berberilerin karışması, Beni Hilal ve Beni Süleym kabilelerinin ülke topraklarını ele geçirmesiyle gerçekleşti. Libya, Ortaçağ boyunca sürüp giden birçok karışıklığa karşın zenci Afrika ile Asya ve Avrupa arasında bir ticaret merkezi olarak kalmayı başardı. Denizci devletler Trablusgarp’ta sürekli ileri karakollar bulundurdular. Libya toprakları Hz. Osman döneminde fethedildikten sonra İfrikiyye eyaletine bağlanmıştı. Bir buçuk asır hilafet merkezine bağlı olarak idare edilen bölge, yaklaşık 800 yılında batısı Ağlebiler, doğusu da Mısır eyaletine bağlı olacak şekilde bölündü. Bir süre sonra Trablusgarp kentini de içine alan batı bölgeleri yerel devletler Ziriler, Murabıtlar, Muvahhitler, Fahsiler ve daha sonra Fatımilerin hakimiyetinde kaldı. 16. Yüzyılın başlarından itibaren Libya coğrafyasında Osmanlı dönemi başladı. Osmanlının bölge hakimiyeti bir seferde gerçekleşmedi. Bingazi bölgesi Osmanlı idaresinde iken, Trablusgarp’ı içine alan batı toprakları ise 1551 yılına kadar Malta Şövalyeleri ile İspanyolların elinde kaldı. 16. Yüzyıl boyunca bölgede Osmanlı ile İspanyollar arasında bu hakimiyet mücadelesi sürdü. 1551 yılında Osmanlı komutanı Turgut Reis, Trablus’u da imparatorluk topraklarına katarak tüm coğrafyayı kontrolü altına aldı. Osmanlı Libya’ya Garp ocakları adıyla bir eyalet statüsü (Trablusgarp Ocağı) vermiş olsa da, uzun asırlar boyunca bu gevşek bir ilişki olarak sürdü. Nitekim bölgedeki Osmanlı valilerinden Ahmet Karamanlı’nın çocukları 1711 yılından (Karamanlılar dönemi) itibaren ülkenin batı coğrafyasını yönetirken, doğu bölgeleri ise Senusi tarikatına bağlı emirlerce idare edildi. Bölgedeki Türk idaresi, yerel bir başkaldırı ya da hoşnutsuzluktan değil, İtalyan 1911 yılında başlayan işgali nedeniyle sona erecekti. Ancak İtalyanların bölgeye yerleşmesi kolay olmadı. Önce Enver Paşa ve Mustafa Kemal’in iştirak edeceği çetin savaşlar (Trablusgarp Savaşı) yaşandı. Ayrıca Osmanlı desteği ile ayaklanan yerel halk, bir yıl boyunca işgale karşı kararlı bir direniş sergiledi. Bununla beraber Osmanlı yönetimi, 1912 yılında yapılan Uşi (Oushy) anlaşması ile bölgenin yönetimini İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı. Ülkede 1959 yılında petrolün bulunması ile birlikte, 1960’lı yılların başından itibaren sadece ekonomik durum değil, siyasal yaşam ve toplum kökten değişmeye başladı. Bağımsızlığın ilk yıllarında Kral İdris’in başında bulunduğu az sayıda aile tarafından bir çeşit kabile koalisyonu ile yönetilen ülke hızlı bir modernleşme sürecine girdi. Halkın dörtte birinin göçebe olduğu ülkede, hayvancılığın yanı sıra, günlük gereksinimi ancak karşılayacak bir tarım vardı. Petrolün bulunması ile birlikte tarımın önemi azalırken, kentleşme hızlandı. Yönetici, memur ve güvenlikçi sınıfları önem kazanmaya başlarken, 1963 yılındaki beş yıllık plan uyarınca yeni kamu hizmetleri, ulaşım yolları ve ulusal eğitim kurumlarının inşası hız kazandı. Toplumdaki ve ülke bürokrasisindeki değişimi iyi okuyamayan kral İdris’in dış politika tercihleri, dönemin popüler milliyetçilik ve Nasırizm söylemine inanan genç elitler tarafından benimsenmiyordu. Bu genç askeri elitlerden oluşan bir grup subay, kralın Türkiye’ye ziyareti sırasında darbe yaparak 1969 yılında yönetime el koydu. Darbenin mimarı 27 yaşındaki Albay Muammer Kaddafi başlarda, ülke sosyolojisinin zorunlu bir sonucu olarak kabile koalisyonu ile iyi geçinmeyi düşünse de, kısa süre sonra baskıcı bir rejim inşa etti. Kaddafi, yaklaşık 1500 yerel komitenin söz sahibi olduğu “Cemahiriye” sistemi kurarken, böylece aşiret, ideolojik bağlılık veya kimi yerde coğrafi temelde oluşan bu yerel komitelere yerelde özgürlük verdi. Kaddafi iktidarının ilk yıllarından itibaren Afrika ile ilişkileri hep öncelik taşımıştır. Bu ülkelerin bağımsızlıkları sonrasında özellikle Batıya karşı desteklenmesi, farklı Afrika ülkelerinin birbirleri ile yaşadıkları sorunları çözmek için arabuluculuk yapılması, Afrika’nın kalkınması konusunda ekonomik yardımlar yapılması gibi adımlar olumlu bir Libya ve Kaddafi imajı oluşturmuştu. Batı ile ilişkilerin iyileşmeye başladığı 2000’li yılların başından itibaren ekonomik toparlanmasını gerçekleştiren Libya, bir süre sonra tüm Arap coğrafyasını etkileyen Arap Baharı ile kaosa sürüklendi. Kaddafi yönetimi, olayların Libya’ya sıçraması üzerinde sert önlemlere başvururken, Batılı ülkelerin hava operasyonları ile destek verdiği muhalif silahlı gruplar kısa sürede rejimi devirerek Kaddafi dönemini kapattılar. Tunus Batısında Cezayir, güneydoğusunda Libya ile komşu olan Tunus, kuzeyde ve doğuda uzunluğu 1300 kilometreyi bulan Akdeniz kıyıları, güneyde ise Sahra çölüyle çevrilidir. Kuzey Afrika’nın bu en küçük ülkesinde, Nüfusun %63’ü şehirlerde, %37’si kırsal kesimde yaşamaktadır. Kuzeyindeki sahil boyu, dağlık alanların ve çölün yer aldığı güney bölgesine göre gerek nüfus gerekse de sosyoekonomik açıdan farklılık arz etmektedir. Nüfusunun %98’ini Sünni Müslüman Arapların oluşturduğu ülkede Berberî, Yahudi, Fransız ve İtalyan azınlık grupları da bulunmaktadır. M.Ö. 9. yüzyılda bugün başkent Tunus içerisinde yer alan bir yerde Kartaca’yı kurmuş olan Fenikeliler, bölgeyi önemli bir siyasi, ekonomik ve askeri merkez haline getirmişti. Kartaca’nın M.Ö. 146’da Romalılar tarafından işgal edilmesiyle hem yönetim el değiştirmiş hem de bölge Hıristiyanlaşmıştır. 8 asır süren Roma ve Bizans egemenliği ardından Tunus, Hz. Osman zamanında İslam’la tanışmıştır. Ukbe bin Nafi komutasında fethedildiyse de, Berberi ayaklanmaları nedeniyle tam olarak kontrol edilmesi, Halife Abdülmelik b. Mervan zamanında gerçekleşti. Fransızların Cezayir’i 1830 yılında işgali ardından gittikçe bölgede güçlenen varlığı, 50 yıl sonra Tunus işgalini getirmiştir. Bedevi kabilelerin Cezayir sınırını ihlal etmesini gerekçe gösteren Fransızlar, 1881 yılında Tunus’u işgal etmiştir. O sırada yönetimde bulunan Hüseyni Hanedanı’nın egemenliğinin kâğıt üzerinde sürmesine rağmen, Fransızların Tunus Beyi ile imzaladıkları 1881 tarihli anlaşmalarla, 1956’ya kadar sürecek olan sömürge dönemini başlattı. 1990 yılından itibaren baskı politikaları hoşnutsuz bir kitle yaratırken, uygulanan yanlış ekonomi politikaları da devasa bir genç işsizler ordusu ortaya çıkardı. 2009 yılından itibaren yöneticiler hakkında çıkan yolsuzluk haberleri bardağı taşıran damla oldu. Ö eli halk, 2010 yılı sonunda sokaklara döküldü. 2011’de Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kalırken, 6 ay sonra gıyabında yargılandığı mahkeme tarafından yolsuzluk ve kamu kaynaklarını kötüye kullanmak suçlarından 35 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Cezayir Afrika’nın en geniş topraklara sahip ülkesi olan Cezayir, kuzeyinde Akdeniz, doğuda Tunus ve Libya, güneydoğuda Nijer, güneybatıda Mali ve Moritanya, batıdan ise Fas ile çevrilidir. Büyük bölümü çöl arazilerinden oluşan ülkenin %20’si tarıma elverişlidir. Zengin yer altı kaynaklarına sahip ülkenin %78’i Arap, %20’si Berberi ve kalanı da Fransız ve diğer azınlıklardan oluşmaktadır. Cezayir toprakları tarihöncesi çağlardan kalma değerli yapıtlar bakımından oldukça zengindir. İlk çağlardan itibaren yerel Berberi devletleri bulunsa da, Cezayir tarihi, özellikle M.Ö. II. Yüzyıl sonlarında Fenikelilerin gelmesinden ve kıyılarda ticaret kentleri ve limanlar kurmalarından sonra önem kazanmaya başlamıştır. 1963 yılında yürürlüğe giren anayasaya göre aynı yılın eylül ayında Ahmet bin Bella ülkenin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Ama bu zaferin arkasından ulusal hareket büyük bir sarsıntı geçirdi. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin saygınlık kazanmış önderlerinden Bin Bella, 1965 yılında askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıp yerine Albay Huvari Bumedyen başkanlığında bir Devrim Konseyi göreve başladı. 1992 yılından itibaren başlayan iç savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. İç barışın getirilmesi için yürütülen görüşmelerin başarısız kalması, ülkede istikrarsız bir denge durumu ortaya çıkardı. Bu dengenin bir yanında merkezi otorite olarak tüm gücü elinde toplayan askeri elitler, öbür yanında ise siyasal taleplerini cılız biçimde duyurmaya çalışan sivil elitler. Fas Kuzey Afrika’nın en batısında bulunan Fas, kuzeyden Akdeniz, doğudan Cezayir, güneyden Moritanya ve batısında Atlas Okyanusu ile çevrilidir. Ülke nüfusunun %55’ini Araplar kalanların büyük bölümünü farklı Berberi topluluklar oluşturmaktadır. Etnik olarak iki büyük gruptan oluşmakla birlikte, nüfusun tamamına yakını Müslümandır. Ülke topraklarının %20’si tarıma elverişli olmakla birlikte Akdeniz ve okyanus sayesinde yeşil bitki örtüsü yaygındır. Çok eski çağlarda nereden geldikleri halen bilinmeyen Berberi toplulukların yerleştikleri Fas toprakları, önce Fenikelilerin, daha sonra Romalıların sömürgesi oldu. Eski dönem tarihine ilişkin çok veri bulunmaktadır. VII. Yüzyıl sonlarında bölgeye Arap fatihlerin gelmesiyle birlikte bölge tarihi daha detaylı bilinir olmuştur. İslam’ın bölgeye gelişi ile Arap dili ve kültürünün etkisi altında kalan yerel topluluklar hızla İslamlaşmaya ve Araplaşmaya başladı. Fas coğrafyasını tarihsel anlamda önemli kılan asıl unsur İspanya’nın fethindeki rolü ile ilgilidir. Musa bin Nusayr’ın komutanlarından biri olan Tarık bin Ziyad, 711 yılında Cebelitarık boğazını geçerek bugünkü İspanya topraklarına girmiş ve Endülüs İslam medeniyetinin ilk temellerini atmıştır. Beja ve Nübye halkları olarak isimlendirilen yerel Afrika toplulukları oluşturmaktadır. Ülke nüfusunun %80’i Müslüman, %10’u Hıristiyan ve %10’u da yerel din mensuplarıdır. Önceleri Rüstemiler (776-908), Midrariler (772-977), İdrisiler (789-974) ve Ziriler (972-1148) farklı aile hanedanlıkları olarak bölgede hüküm sürdüler. Ancak bölgenin siyasal ve dini bütünlüğünü sağlayan en önemli İslam devleti Murabıtlar olmuştur. 1056 yılından itibaren bölgede hüküm sürmeye başlayan Murabıtlar, kuzey Afrika’nın büyük bölümü ile İspanyanın bir bölümünü içeren 6 milyon kilometre karelik bir alanda hakimiyet kurdular. Murabıtların merkezinin bugünkü Fas sınırları içinde bulunan Merakeş kenti olması, bu kente ve içinde bulunduğu bölgeye özel bir önem kazandırmıştır. 1147 yılına kadar Murabıtların kontrolündeki bölge, bu tarihten itibaren başka bir yerel devlet olan Muvahhitlerin kontrolüne girdi. Genellikle Firavunlar dönemi Mısır’ın bir taşra vilayeti olarak anılır. Avrupa’nın sanayileşme sürecinin başlamasından kısa süre sonra, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Fas sultanlığı Avrupa ile iyi ilişkiler kurmaya yönelmişti. Avrupa ile çeşitli ticaret anlaşmaları yapılırken, bugünkü Suvayra ticaret kenti kuruldu. Ne var ki Avrupalılara tanınan ayrıcalıklar ülkeyi büyük bir ekonomik bunalıma sürüklemekte gecikmedi. Fransa ile 1844 ve İspanya ile 1859 yıllarında yapılan savaşların durumu daha da kötüleştirmesi ile sultanların vergileri ağırlaştırmaları birçok yerel ayaklanmaya neden oldu. 1940’lardan sonra Fas’ta bağımsızlık hareketi güç kazandı. Bağımsızlık yanlısı İstiklal Partisi, 1944 yılında işgalcilerin ülkeyi terk etmeleri konusunda ültimatom mahiyetinde talepleri dillendirip kitlesel bir başkaldırının işareti verildi. Fransızlar İstiklal Partisi ileri gelenlerini tutuklayıp, kontrolü sağlamaya çalışsa da Kral IV. Muhammed’in de Fransızlara karşı tavır alması işleri çıkmaza sürükledi. Fas bağımsızlık sonrasında, bugün dahi etkileri devam eden önemli inisiyatifler geliştirebilmiştir. Bunlar içinde Fas Kralı II. Hasan’ın, 1969 yılında Mescid-i Aksa’ya yönelik kundaklama olayından sonra derhal harekete geçip İslam dünyası liderlerini Rabat kentinde toplaması ve ardından İslam Konferansı Örgütü adıyla bir uluslar arası örgütün doğuşuna ön ayak olması en önemli katkılardan biridir. Sudan Sudan, coğrafi olarak bir doğu Afrika’da olmakla birlikte tarihi boyunca siyasi ve kültürel olarak hep kuzeyindeki Mısır’ın etkisinde kalmıştır. Ülkenin kuzeydoğusunda Kızıldeniz, doğusunda Eritre ve Etiyopya, güneyde Kenya, Uganda ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti, güneybatıda Orta Afrika Cumhuriyeti, batıda Çad ve kuzeybatıda ise Libya ile çevrilidir. Coğrafi olarak Afrika’nın en geniş ülkelerinden biri olan Sudan’da topraklarının yarıdan daha azı tarıma elverişlidir. Ülke nüfusunun yarısını Araplar oluştururken, kalan yarısını Hausa, Fulani, Masali, Dinka, Sudan modern döneme Mısır valisi Mehmet Ali Paşa döneminde adım atmıştır. M. Ali Paşa, 1821 yılında Sudan’a her biri kendi çocukları tarafından komuta edilen iki ordu gönderdi. Mavi ve Beyaz Nil’in birleştiği noktada askeri üsler ve bugünkü Hartum kenti kurulurken, şehir kısa süre sonra idari bir merkez haline geldi. Kızıldeniz kıyısındaki limanlar nedeniyle büyük önemi bulunan bölge, bir yanda Kavalalı’nın oğlu İsmail’in Batılılaşmacı reformları ile öbür yanda bizzat Batılıların işgali arasında sıkışıp kalmış bir görüntü sergiliyordu. 1990’lı yıllar güney Sudan ile barış konusunda bir takım adımlara sahne olduysa da, her hangi bir sonuç alınamadı ve ülke hızla bölünmeye doğru sürüklendi. Bunu tetikleyen bir gelişme de 2003 yılından itibaren ülkenin batısında Darfur krizinin patlak vermesiydi. Bölgedeki sosyoekonomik sorunlardan kaynaklı huzursuzluğa Afrikalı ve Arap aşiretlerden kaynaklı etnik boyut eklenince büyük bir iç çatışma patlak verdi. Dış müdahaleler nedeniyle çok boyutla hale gelen kriz çözümlenemeden, Güney Sudan 2011 yılında bağımsız bir devlet haline geldi. Mağrip Birliği Asıl adı Arap Mağrip Birliği (Arab Maghreb Union) olan siyasal yapı, 17 Şubat 1989 yılında kurulmuştur. Merkezi Fas’ta bulunan Birliğin üyeleri Cezayir, Moritanya, Fas, Tunus ve Libya’dır. Soğuk Savaş’ın bitmeye başladığı bir dönemde kuzey Afrika’daki jeopolitik yakınlaşmanın bir sonucu olarak kurulan örgüt, kendi üyeleri arasında ekonomik işbirliğini önceleyip üçüncü aktörlere karşı tıpkı Avrupa Birliği’nde olduğu gibi ortak politikalar belirlemeyi hedeflemektedir. 1990 yılında imzalanan anlaşma ile, üye ülkeler arasında ekonomik, sosyal ve kültürel konuları kapsayan 30 farklı alanda işbirliği yapılması kararlaştırılmıştır. Mağrip Birliği, 1990’lı yıllar boyunca Cezayir ile Fas arasındaki sınır anlaşmazlıkları ve Batı Sahra sorunundaki görüş ayrılıkları, Libya ile Moritanya arasındaki güvenlik sorunları ve daha birçok ikili kriz nedeniyle fazla bir etkinlik gösteremedi. Buna birde Libya’ya Batılı ülkelerce uygulanan ambargo konusunda ortak bir tutum belirlenememesi eklenince birlik sadece kağıt üzerinde kalan bir kuruma dönüştü. 2000’li yıllarla birlikte, gerek uluslararası ve gerekse bölgesel konjonktürde yaşanan dönüşüm, bölgesel bir platform olarak birliği işler hale getirdi. Mağrip Yatırım Bankası, Balıkçılık Çalışma Grubu ve Göçmenlik Örgütü gibi üye ülkeleri doğrudan ilgilendiren birçok konuyla ilgili yan organların oluşturulması, birliğin işlerliğini artırmaktadır. Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri GİRİŞ Coğrafi olarak Afrika kıtasında yer alsa da, kültürel ve siyasi olarak Ortadoğu’nun bir parçası olarak görülen kuzey Afrika ülkeleri, zengin bir tarihi geçmişe sahiptir. Antik dönemlerden itibaren özellikle kıyı şeridi farklı güçlerin denetiminde olduğundan neredeyse Akdeniz uygarlıklarının tümü ile bir şekilde yolları kesişmiştir. Kuzey Afrika, sadece kültürel özellikleri ile değil, coğrafi özellikleri ile de kıtanın geri kalanından ayrılmaktadır. Sık ormanlar ve dağlık alanlarla kaplı olan sahra altı ülkelerine karşılık, Sahra çölü ve düzlüklerle kaplı olan kuzey bölgeleri kıtanın yaşama en az elverişli yerlerini barındırmaktadır. Bunun bir istisnası olarak Akdeniz boyunca uzanan kıya şehirleri ve Nil nehrinin havzası kuzey Afrika ülkelerinin en kalabalık yerleşim yerleridir. Berberiler Kuzey Afrika’nın ilk yerlileri olarak nitelendirilir ve M.Ö. 146 yılında başlayan Roma imparatorluğu dönemine kadar, bölge bu kavimlere ait farklı yerel güçlerin denetiminde bulunurdu. Latince konuşmayan bölge halklarını tanımlamak için kullanılan bu tabirin hangi toplulukları içerdiği halen tartışma konusu olmakla birlikte, değişik Akdeniz uygarlıklarının (Fenike, Yunan vb) kurdukları yönetimler genellikle bölgede var olan bu toplulukları kontrol altına alma biçiminde gerçekleşmişti. Kuzey Afrika’daki Roma ve sonrasında Bizans hakimiyeti VII. Yüzyılda İslam’ın bölgeye gelmesine kadar sürmüştür. Halife Ömer döneminde Mısır ve Libya İslam’a katılırken, Osman bin Afvan döneminde de Cezayir ve Fas’ın fethi tamamlanmıştı. XII. Yüzyıla kadar tüm kuzey Afrika’nın Müslümanlaşması gibi, yerel halkların Araplaşma süreçleri de tamamlanmıştır. İslam Tarihi İçinde Kuzey Afrika Kuzey Afrika’nın İslamlaşma süreci 640 yılında bugünkü Kahire yakınlarındaki bir Bizans kalesinin aşılması ve hemen ardından Fustat ismiyle yeni bir garnizon kurmaları ardından hızlandı. Birkaç yıl sonra bugünkü Libya’nın doğu kesimlerine ulaşan Müslüman Arap orduları çok geçmeden Tunus sınırına kadar yayıldı. Kıyı şeridindeki Berberilerle uzun dönemli mücadele ardından VIII. Yüzyılın başlarında tüm kuzey Afrika’nın askeri anlamda fethi tamamlanmıştır. Emevi ve Abbasi dönemlerinde merkezi otoritenin bu kadar uzak bölgelere ulaşması imkansız olduğu için, yeni dönemde genellikle yerel Berberi hanedanlıklar halife adına bölgeyi yüzyıllarca yönetti. Bunlar içinde İdrisiler (790), Ağlebiler (800), Fatimiler (909) bölge tarihinin önemli hanedanlıklarıydı. 146 Ortadoğu Tarihi Yerel Berberi hanedanlıklarca 1062 yılından itibaren kurulan Murabıtlar devleti, özellikle kuzey batı Afrika merkezli olarak uzun yıllar bölgeye hükmetti. 1147 yılında Murabıtlara karşı mücadelede başarılı olan başka bir Berberi hanedanlık devleti olan Muvahhitler devleti batıda Fas, doğuda ise Bingazi kentine kadar uzanan geniş coğrafyaya hüküm sürdü. Bölgenin en parlak dönemlerine şahitlik eden Muvahhitler dönemi, 1220’li yıllardan itibaren kademeli olarak merkezi otoriteyi yitirip yerini küçük hanedan devletçiklerine bıraktı. Birkaç asır devam eden yerel hanedanlıkların bu istikrarsız görüntüsü XVI. Yüzyılın başlarından itibaren bir yanda İspanyol diğer yanda Osmanlı imparatorluklarının hakimiyet mücadelesinde cesaretlendirici rol oynamıştı. Bölgedeki çekişmede Osmanlının ihtida etmiş yerel denizciler ile anlaşması, kuzey Afrika’nın fethini kolaylaştırdı. 1512’de Cezayir, 1551’de Libya, 1574’te Tunus, istikrarlı bir yayılma siyaseti sayesinde Osmanlıya bağlandı. Aynı tarihlerde Fas’taki yerel yöneticilerle de bir çeşit bağımlılık anlaşmaları imzalandı. Akdeniz sahilleri boyunca serbestçe hareket eden Osmanlı donanması, birkaç asır boyunca ciddi bir tehditle karşılaşmasa da, XIX. yüzyıldan itibaren Avrupa yayılmacılığı ile mücadele etmek zorunda kaldı. Ancak bu güçlerden Fransa, 1830’de Cezayir’i, 1881’de Tunus’u, 1912’de Fas’ı, İtalya ise 1912’de Libya’yı ve İngiltere 1882 yılında Mısır’ı işgal etti. Bu koloni dönemi her bir ülke için farklı sürelerde olsa da, coğrafya modern döneme işgal altında adım atmış ve tüm Kuzey Afrika ülkeleri II. Dünya Savaşından sonra bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Her bir ülkenin modern dönem tarihini ve bu tarihi hazırlayan tarihsel koşulları, kendi ülke başlığı altında incelemek konunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Kuzey Afrika’da yerel hanedanlıkların ortaya çıkışını kolaylaştıran temel unsur nedir? 1 MISIR Kuzeydoğu Afrika’da yer alan ve Sina Yarımadası ile Asya’ya bağlanan Mısır’ın kuzeydoğusunda İsrail, doğusunda Kızıldeniz ve Suudi Arabistan, güneyinde Sudan, batısında Libya ve Akdeniz bulunur. Kuzeyi ve doğusu deniz, güneyi ve batısını çöller kaplar. Stratejik konum itibariyle Asya, Avrupa ve Afrika arasında kilit bir noktadadır. Afrika’nın ve Mısır’ın can damarı Nil nehri ülkeyi dört bölgeye ayırır: Nil Nehri havzası, Sina Yarımadası, Doğu(Arap) Çölü, batı ve güney çöller bölgeleri. En önemli yeraltı kaynağı petrol ve doğalgazdır. Özellikle son yıllarda doğu Akdeniz’de yeni bulunan doğalgaz yatakları Mısır’ın hali hazırdaki rezervlerine olumlu katkıda bulunmuştur. Ülkenin petrol kaynakları ise genellikle, batı ve doğu çölleri ile Süveyş Körfezi ve Sina Yarımadasında bulunmaktadır. 2017 rakamları ile yaklaşık 90 milyona nüfusa sahip olan Mısır Nijerya’dan sonra Afrika’nın en kalabalık ülkesidir. Mısır’ın %90’ı Müslüman’dır. Ülkede yaklaşık %10’luk bir Hıristiyan azınlık (Kıptiler) yaşamaktadır. Tarihi açıdan Mısır dünyanın en zengin maziye sahip ülkelerinden biridir. Arkeolojik kazılardan elde edilen bulgulara göre, Mısır’ın bilinen ilk tarihi M.Ö 5000 yıllarında kurulmuş olan, Aşağı ve Yukarı Mısır krallıklarıyla başlar. Mısır ülkesi, Firavun hanedanlarının denetiminde kaldığı uzun asırlar boyunca, kültür ve medeniyet oluşumunda önemli katkı yapmış, edebiyat, mimari, heykelcilik, resim, kimya, astronomi ve geometri gibi birçok dalda dönemsel şaheserler üretmiştir. Bunlardan günümüze kalanların başında piramitler gelir. 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri M.Ö. 525 yılında Pers hakimiyetine giren bölge, M.Ö. 332’de İskender imparatorluğuna dahil olsa da bir süre sonra, Roma imparatorluğunun bir eyaleti haline gelmiştir. Mısır ülkesi, 395 yılında Roma’nın da bölünmesiyle Doğu Roma hakimiyetine girmiş ve İslam’ın gelişine kadar bu sürmüştür. Hz. Ömer döneminde Amr bin As komutasındaki ordular tarafından 639-40 yılında fethedilen Mısır’da yeni bir yerleşim yeri olarak Fustat kenti kurulmuştu. Bu tarihten itibaren bütün Mısır halkı peyderpey İslam’a girerken, Emevi Emiri Muaviye zamanında Arapça, halkın dili haline geldi. Din ve dil beraberliği sağlanmış olan Mısır, Abbasiler döneminde refah ve huzur bakımından altın devrini yaşadı. Çok uzun sürmeyen bu dönem ardından 868 yılında ülkenin yönetimi Türk asıllı Tolunoğullarına geçse de 905 yılında yeniden Abbasi kontrolü sağlanmıştır. Kısa bir süre sonra bu kez 934 yılında İhşidiler ikinci defa bir Türk devleti kurmuş ama bu devletin ömrü de ancak 969 yılında başlayan Fatımilerin hakimiyetine kadar sürmüştür. Tunus merkezli devletlerini doğuya doğru genişleten Fatımilerin kendileri için yeni bir merkez haline getirdikleri Mısır ülkesi, 1171 tarihinde Selahattin Eyyubi’nin fethi ile Eyyubi devletinin kontrolüne geçti. Şiiliğin İsmaili koluna mensup olan Fatımiler Mısır’da başta el-Ezher üniversitesi olmak üzere birçok kurumsal ve mimarı yapı ile ihtişamlı bir yönetim kurmuştu. Fatımilerin güçlü bir askeri aktör olarak bölgedeki varlığı Sünni dünya ile rekabeti kışkırtmış ve bölgedeki Müslüman devletler arasında kaotik bir dönem yaşanmıştır. Bölgesel ve iç hesaplaşmaların galibi Memlukler olunca, Mısır 1250 yılında başka bir Türk devleti sayılan Memluk imparatorluğuna geçti. İslam medeniyetine katkı ve askeri başarılara ilave olarak Mısır bu dönemde Çin-Avrupa arasındaki ticareti kontrol ederek ekonomik bir güç haline gelmiştir. Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Osmanlı topraklarına katıldı. Bu fetih, sadece Memluk ülkesini tarih sahnesinden silmekle kalmamış, aynı zamanda kutsal emanetlerle somutlaşan hilafet makamının da Türklere geçmesini sağlamıştır. Bu dönemde Mısır’a özel bir önem veren Osmanlı yönetimi, bölgeye “Beylerbeyi” olarak daima vezir payesinde görevliler tayin etmiştir. Kahire bu dönemde başkent İstanbul’dan sonra ülkenin en büyük ikinci şehri haline gelmiştir. Önceki asırlarda sahip olduğu fikri ve kültürel bir merkez olma özelliğini Osmanlı döneminde artırarak korumuştur. Napolyon Bonoparte’ın, İngiltere’nin Hindistan’daki sömürgelerine giden yolunu kapatmak maksadıyla Fransızlar adına 1798’de Mısır’ı işgal etmesi üzerine, bölgeye gönderilen kuvvetler arasında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın olması Mısır tarihinin akışını değiştirmiştir. Fransızların Mısır’ı işgallerinin kaldırılması ardından Kavalalı, önce oradaki Osmanlı valisine ardından merkezi yönetime değişik bahanelerle başkaldırıp Mısır’da yarı bağımsız bir yönetim kurmuştur. Nitekim bu yönetimini 1840 Londra protokolü ile tescil ederek, Kavalalı hanedanını tesis etmiştir. XIX. yüzyılda Kuzey Afrika’daki Batı siyaseti ve Kavalalı meselesi için bkz: Osmanlı Arap Coğrafyası ve Avrupa Emperyalizmi,(Prof. Dr. Zekeriya Kurşun ve Prof. Dr. Ali Akyıldız, İstanbul, 2015), s. 5-15. Kavalalılar dönemi Mısır’ın modern dönem tarihi bakımından son derece önemli izler bırakmıştır. Batılı ülkelerden getirilen uzmanların danışmanlığında teknik yenilikler yapılmış ilave olarak bölgede birçok yeni okul açılmış, tarımın gelişmesi için yeni kanallar açılarak ülke ekonomisi büyük bir sıçrama yapmıştır. Ancak 147 148 Ortadoğu Tarihi Mehmet Ali Paşa’dan sonra aynı performansı gösteremeyen hanedan yöneticileri, aşırı borçlanma yoluna gitti ve dış müdahalelere maruz kaldı. Askeri ve ekonomik anlamda gerilemeyi durduramadılar. 1869 yılında açılan ve bölgeye yeni bir stratejik önem kazandıran, ekonomisini değiştiren Süveyş kanalının idaresini ve hisselerini elden çıkarmak zorunda kaldılar. Ortaya çıkan karmaşa ve Urabi Paşa isyanı denilen iç ihtilalleri bahane eden İngiltere zaten ekonomik olarak ele geçirdiği Mısır’ı 1882 yılında işgal etti. İngiltere’nin asıl amacı Hindistan yolu üzerindeki bu stratejik geçiş koridorunu doğrudan kendi denetimine almaktı. İngiliz kontrolüne geçen Mısır, görünüşte Osmanlı’ya bağlıydı ama gerçekte İngiltere ile iyi geçinen hıdivler aracılığı ile yönetiliyordu. Osmanlı Devleti İngiliz işgalini kaldırmak için uzun diplomasi mücadelesi vermesine rağmen başarılı olamadı. Sadece ayni düzeyde Osmanlı ve İngiliz Fevkalade Komiserliklerinin kurulmasını sağlayabildi. Fakat uygulamada Osmanlı Komiserliği gözlemci olmaktan öteye geçemedi. İşgal sırasında Hıdiv Tevfik Paşa bulunuyordu. Ardından Abbas Hilmi Paşa gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngilizler burada himaye ilan ederek Hüseyin Kamil Paşa’yı 1914 yılında kral unvanı ile tahta geçirerek Mısır krallığı dönemini başlatmışlardır. 1914 yılında Osmanlının İngiltere aleyhine savaşa girmesiyle İngiltere Mısır’daki işgalini himayeye dönüştürmüştü. Savaş sonrası pazarlıklarda ülkenin kaderi artık İstanbul’dan daha ziyade milliyetçi liderlerin kararlı direnişine kaldı. Bunlar içinde Saad Zağlul ve Vefd hareketi işgalci İngiltere’ye karşı sistemli bir muhalefet başlatırken, 1922’de Mısır’ın bağımsızlığı görünüşte de olsa tanındı. 1923 yılında parlamenter hükümet göreve başlarken, başbakan seçilen Zağlul’un temel hedefi İngilizler tarafından bölünmüş olan Mısır ve Sudan’ı yeniden birleştirmekti. Kendi otoritesinin sarsılması riski bulunduğundan İngiltere’yi bu süreçte çok da rahatsız etmek istemeyen Kral Fuad ile milliyetçi hükümet arasında büyük ayrışma başladı. 1936 yılında Fuad’ın ölümü ile yerine geçen oğlu Kral Faruk zamanında Mısır ile İngiltere arasında imzalanan anlaşma ile, ülkedeki İngiliz askerlerinin sayısının kademeli olarak azaltılması konusunda mutabakata varıldı. Ancak İngiltere başta Süveyş Kanalı olmak üzere, kendisi için stratejik önemi bulunan bölgelerde 1955 yılına kadar bir şekilde kalmayı sürdürdü. İngilizler, yönetiminde kaldığı sürece ülke ekonomisi ile sadece kendi çıkarları gerektirdiği kadar ilgilendiğinden halkın yaşam koşulları giderek kötüleşmiş ve toplumsal hoşnutsuzluk had safhaya çıkmıştır. Bu dönemde Mısır milliyetçi hareketine ilave olarak 1928 yılından itibaren Hasan el-Benna’nın başını çektiği Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) hareketi dışarıda İngiltere’ye karşı, içeride ise krallık rejimine karşı güçlü bir muhalefete girişti. Sadece Modern dönem Mısır tarihine değil, tüm Ortadoğu tarihine damga vuran İhvan hareketi, kısa bir süre sonra ülke içinde büyük bir siyasal ve toplumsal güç haline gelmiştir. O sırada işgal altında bulunan birçok Arap ülkesinde siyasal parti, hayır kurumu veya dernek olarak örgütlenen yapı, bir süre sonra yasadışı ilan edildiği için sonraki dönemde ortaya çıkacak birçok militan hareketin doğuşuna neden olmuştur. 1936 yılında İngiltere ile imzalanan anlaşma İngiliz idaresinin sürmesi karşılığında iç işlerinde bağımsızlık elde etmişse de, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ülke ekonomisini tamamen çökertti. Savaş sırasında pamuk fiyatları düşerken, geçimini bundan sağlayan milyonlarca Mısırlı fakirleşmiş, hayat standardının gerilemesiyle grevler artıp taşradan şehirlere göçler hız kazanmıştı. 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri Mısır, savaşın sonlarında, 1945’te, Japonya ve Almanya’ya karşı harp ilan ederek, aynı yıl tam bağımsızlığını elde edip BM’ye üye olmuştu. Diğer Arap ülkelerine göre daha güçlü olduğu için, Arap milliyetçiliğinde başı çeken Mısır 1945 yılında Arap Birliği Örgütü’nün (Arab League) kuruluşuna da ön ayak olmuştur. Ancak savaş sonrası koşullar Mısır için istikrar getirmedi. Siyasi gerilimler nedeniyle 1948 yılında başbakan Nukraşi Paşa’nın suikastla öldürülmesi, aynı yıl İsrail ile yaşanan savaşta alınan yenilgi ve İngilizlere yönelik saldırıların artması kral Faruk yönetiminin kontrol edemediği bir istikrarsızlık ortamı doğurdu. Ekonomik hoşnutsuzluğun da beslediği bu kaos sırasında ülkenin farklı kentlerinde meydana gelen gösteri ve ayaklanmalarda onlarca kişi hayatını kaybetti. Nihayetinde, ülkenin içinde bulunduğu bu siyasi bunalım, Soğuk Savaş dengelerinin bölgede oluşturduğu Amerika-Sovyet rekabeti ile birleşince sosyalist subayların başını çektiği 1952 yılında Hür Subaylar darbesi gerçekleşti. General Muhammet Necip liderliğindeki Hür Subaylar, sosyalist ve ulusalcı söylemleri ile 1953 yılında krallığa son verip cumhuriyet ilan ettiğinde kral Faruk yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. General Necip cumhurbaşkanı olsa da, cunta yönetiminin kendi içindeki çekişmeler nedeniyle darbeciler içinde genç bir subay olan Cemal Abdunnasır, bir süre sonra yeni bir darbe ile Necib’ i göz hapsine alarak Mısır’da idareyi ele geçirdi. Böylece sadece Mısır’da değil, 1970 yılına kadar tüm bölgede dengeleri değiştirecek olan “Nasır dönemi” başlamış oldu. Nasır, 1956 yılında Süveyş kanalını millileştirip İngilizleri sınır dışı edince İngiltere, Fransa ve İsrail’den oluşan ittifak, Mısır’a saldırdı. Dönemin süper güçleri ABD ve Sovyetler Birliği, kendi kontrolleri dışında müttefiklerince başlatılan ve küresel bir çekişmeye dönüşme ihtimali bulunan krize müdahale edince, Süveyş Savaşı kısa sürmüş ve hiçbir tarafa askeri galibiyet getirmemişti. Ancak Nasır’ın bu hamlesi kendisinin tüm Arap dünyasında bir kahraman olarak görülmesine yetmiştir. Soğuk Savaş dengeleri içinde tercihini Bağlantısızlar Hareketi’nden yana yapsa da, Nasır’ın, Sovyet askeri ve teknik yardımlarına muhtaç olması, ister istemez bölgesel ilişkilerinde de etkili olmuştur. İsrail yenilgisi ardından 1949 yılında Mısır, Batıdan silah almak için yaptığı başvurulara olumsuz yanıt almış, böylesi zor zamanda, Sovyetlerin onayı ile Çekoslovakya silah vermişti. Batı ittifakı ve o dönem onların Ortadoğu’daki müttefikleri durumunda olan Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkelerle ideolojik ve askeri rekabet bu açıdan hiç hız kesmedi. 1955 Bağdat Paktı, 1957 Türkiye-Suriye krizi, 1960 U-2 krizi gibi birçok sorunda Nasır, NATO’yu ve onun bölgedeki üyesi Türkiye’yi hedef alan gerilim siyaseti uyguladı. 1956 yılında İngiliz nüfuzu altındaki Sudan, Mısır’dan tamamen koparılırken, 1958 yılında Sovyet nüfuzundaki Suriye ile Mısır birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdu. 1962 yılında patlak veren Yemen iç savaşına binlerce asker gönderen Nasır, Amerikan müttefiki Suudi Arabistan desteğindeki Kuzey Yemen’e karşı Sosyalist Güney Yemen devletine destek verdi. Ancak bu desteklere rağmen Yemen’de ne istikrar ne de barış gerçekleşti. Dışarıda en önemli hedefi İsrail’i ortadan kaldırmak olduğundan Filistinli gruplara destek veren Nasır, 1967 yılındaki 6 Gün Savaşı’nı büyük bir hezimetle noktaladı. Aslında bir savaştan daha çok, İsrail’in gece vakti ansızın Mısır uçaklarını havalanmasına imkan vermeden imha etmesinden ibaretti. Bu baskın Mısır’ın savaş kabiliyetini yok etmekle kalmamış, Sina yarımadasının işgal edilmesine ve Nasır’ın karizmasının yerle bir olmasına neden olmuştur. Bu arada ülke içinde demir yumruk siyaseti uygulayan Nasır, tüm muhalefet gruplarını ezmekten kaçınmamıştır. Çok sayıda siyasi suçlu idam edilirken, baskı 149 150 Ortadoğu Tarihi siyasetine tepki olarak İhvan hareketinden kopan onlarca yeni şiddet hareketi bu dönemde ortaya çıkmış ve ülkede şiddet eylemleri 1970’li yıllar boyunca giderek artmıştır. 1970’te Nasır ölünce yerine Enver Sedat geçti. Sedat’ın öncelikli hedefi 1967 savaşında kaybedilmiş olan Sina yarımadasını geri almaktı. Bu hedefe ulaşmada en önemli stratejisi ise öncelikle içeride baskıcı yapı, dışarıda ise sosyalist ve devrimci söylem nedeniyle Mısır’dan uzaklaşmış bulunan Arap dünyasını yeniden kazanmaktı. Bu nedenle iktidarının ilk günlerinden itibaren açılım siyaseti (infitah) uygulayarak Arap ülkeleriyle ve Batılı ülkelerle yakınlaşmaya çabaladı. Sedat, İsrail işgalindeki toprakları almanın yolunu baskın bir savaşta görüyordu. Suriye ile gizli görüşmeler yürüterek iyi bir planlama ardından, 6 Ekim 1973’de İsrail birliklerine karşı eş zamanlı saldırılar başlattı. Üç hafta süren Yom Kippur Savaşı sonunda istenilen sonuç alınamamış olsa da, petrol üreten Arap ülkelerinin uyguladığı ambargo nedeniyle petrol fiyatlarının birkaç kat yükselmesi, İsrail’e destek veren Batılı ülkeler üzerinde caydırıcı bir etki oluşturdu. BM’nin araya girmesiyle ateşkes ilan edilerek 338 sayılı karar alındı. İsrail’in işgal ettiği Mısır topraklarından çekilmesini öngören bu karar uygulanmamış olsa da, Amerika’nın arabuluculuğunda İsrail-Mısır mekik diplomasisi başladı. Bu görüşmeler sonrasında 1979 yılında iki taraf arasında imzalanan Camp David Anlaşması ile İsrail Sina’dan çekilirken Mısır, Süveyş Kanalını İsrail gemilerine açmayı ve Filistinli silahlı gruplara destekten vazgeçmeyi kabul etti. Bu adımla Batının müttefiki haline gelen Mısır, İsrail anlaşmasından sonra Arap dünyasındaki liderliğini kaybettiği gibi, Arap Birliği Örgütü’nden çıkarılmış ve Kahire’deki örgüt merkezi Tunus’a taşınmıştır. Sedat 6 Ocak 1981’de bir suikast neticesinde ölünce, yerine eski Hava Kuvvetleri Komutanı Hüsnü Mübarek geçti. Dış politikada Batı ile olan yakınlaşma devam ederken, Mübarek’in cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk hamlesi, Arap ülkeleriyle ilişkilerin düzeltilmesi yönünde adımlar atmak oldu. İran-Irak savaşı sırasında Irak’a askeri yardımda bulunan Mübarek yönetimi, 1982 yılında Lübnan’ı işgal eden İsrail’e mesafeli bir siyaset uygulayınca yeniden Arap ülkeleriyle yakınlaşmaya başladı. 1989 yılında yeniden Arap Birliği’ne alındı ve merkezi de Kahire’ye taşındı. Ocak 1991 Körfez harekâtında ABD’nin öncülüğündeki müttefik kuvvetler yanında yer alan Mübarek yönetimi, İsrail-Filistin uzlaşmasını öngören 1993 Oslo Anlaşmasına tam destek verdi. Dışarıda oldukça popüler bir konuma yükselen Mübarek yönetiminin ülke içinde olağanüstü hal uygulamaları ise ciddi bir gerilime işaret ediyordu. Ülkede temel hak ve özgürlükler konusunda ciddi sorunlar yaşanırken, Sedat suikastıyla ilgisi olmayan İhvan grubu bu baskılardan en fazla etkilenen kesim oldu. 1990’lı yıllar boyunca farklı gruplardan kaynaklı şiddet olayları tırmanırken, Mübarek’in 1995 yılında Etiyopya’ya resmi ziyareti sırasında bir suikast girişiminden kurtulması çatışmanın boyutlarını ortaya çıkardı. Bu nedenle 11 Eylül 2001 yılında Amerika’ya yönelik saldırılar ardından tüm bölgede başlatılan “terörle mücadele” sürecinde Amerika’nın en hararetli destekçilerinden biri Mısır oldu. Mısır, bölgesel sorunlarda ve özellikle Filistin sorunu konusunda söz sahibi ülkelerden biri olarak 2000 yılından itibaren birçok görüşmeye ev sahipliği yapmıştır. Hemen sınır komşusu olan kuşatma altındaki Gazze’deki duruma kayıtsız kalmakla suçlanan Mısır, Filistin içindeki gerilimlerde İhvan’ın Filistin kolu durumundaki Hamas karşıtı politikası ile müdahil olmuştur. Mısır, 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesine çekimser kalsa da, işgalin durdurulması konusunda ciddi bir adım atmamıştır. 151 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri Nasır’dan bu yana ülkedeki tüm liderlerin asker kökenli olması ülke siyaseti üzerinde orduya belirgin bir üstünlük ve ülke ekonomisinde imtiyaz sağlamıştır. Ordu ülke ekonomisinin büyük bir bölümünü kontrol eder duruma geldi. İsrail’den sonra dünyada en fazla Amerikan askeri yardımı alan Mısır, sivil siyaset taleplerini içeren 2011 Arap Baharı sürecinde kısa süre içinde kaosa teslim oldu. Ülkede halk ayaklanması ile anayasa değiştirilip seçimlere gidilse de, 2012 yılında seçimle işbaşına gelen Muhammet Mursi bir yıl sonra yeni bir askeri darbe ile devrilerek ülke yeni bir sürece girdi. Modern dönem Mısır tarihine damgasını vuran isimlerden biri olarak Cemal Abdünnasır’ın yükselişi hangi olaydan sonra hız kazandı? LİBYA Kuzey Afrika’nın ikinci en geniş ülkesi olan Libya’nın doğusunda Mısır, güneyinde Çad ve Nijer, batısında Cezayir, kuzeybatısında ise Tunus bulunmaktadır. Büyük bölümü çöllerden oluşan Libya topraklarında şehirler çoğunlukla kıyı bölgelerde bulunur. Buna karşın ülkenin en önemli yer altı zenginliğini oluşturan petrol yatakları ise iç bölgelerdeki çöl arazilerde bulunmaktadır. Ülke gelirlerinin %94’lük bölümü petrol ihracatından elde edilen gelirlere dayanmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalar ülkede büyük doğalgaz rezervlerinin olduğunu da göstermiştir. Libya’nın ilk yerleşimcilerinin Berberiler olduğu bilinmektedir. M.Ö. 1000’li yıllarda bölgenin batısına yerleşen Fenikeliler, Trablus kentini kurarken, doğu bölgelerine yerleşen Yunanlılar da bugünkü Barka kenti ve çevresindeki bölgeleri kurmuştu. Çok geçmeden bölge Roma imparatorluğunun hakimiyetine girmiş ve iki parça tek bir devletin hakimiyeti altında birleşmiştir. Ancak Roma’nın ikiye bölünüşü sürecinde özellikle IV. Yüzyıldan itibaren Libya topraklarının batısı Batı Roma, doğu kesimleri de Doğu Roma’nın hakimiyetine girince coğrafya yeniden ikiye bölünmüştür. Aynı dönemde iç kesimlerdeki vahaların çevresindeki yarı çöl alanlarda, yüz yıllardır yaşam biçimi pek az değişmiş göçebe ve yarı göçebe kabileler yaşamaktaydı. Fenikelilerle başlayan sonrasında Kartaca, Yunan ve Roma egemenlikleri ile devam eden tarihsel süreçte kolonileşmiş kıyı şeritteki kentlerde altın, fildişi, değerli diğer taşlar vb. oluşan ticaret malları ile arpa, buğday ve zeytin gibi gıda maddelerinin ticareti yaygındı. M.S. ilk iki yüzyıl boyunca Trablusgarp bölgesi parlak bir dönem yaşadı ve kıyı kentleri İtalya’dan getirilen mermerlerle inşa edilmiş görkemli kamu binalarıyla süslendi. Tarım iyi bir düzeye ulaşsa da, bölgede Roma etkisinin çökmesiyle birlikte yerel aşiretler, yeniden ülkede söz sahibi olmuştu. Coğrafyanın dokusuna uygun biçimde ülke genelinde göçebe çobanlık başlıca gelir kaynağı haline geldi. 642 yılından itibaren İslam fetihleri başladığında bölgeye hakim olan bu sosyoloji bir süre sonra değişmeye başladı. Arap fatihlerin bölgeyi ele geçirmeye başlamasıyla yerli kabileler de İslam dinini benimsemeye başladılar. Araplar ile Berberilerin karışması, Beni Hilal ve Beni Süleym kabilelerinin ülke topraklarını ele geçirmesiyle gerçekleşti. Arabistan kökenli bu kabileler önceleri yukarı Mısır kesiminde yerleşmiş iken, XI. Yüzyıldan itibaren kalabalık bir topluluk olarak sürüleriyle birlikte Nil vadisinden Cezayir’e kadar gelip yerleşti. Libya, Ortaçağ boyunca sürüp giden birçok karışıklığa karşın zenci Afrika ile Asya ve Avrupa arasında bir ticaret merkezi olarak kalmayı başardı. Denizci devletler Trablusgarp’ta sürekli ileri karakollar bulundurdular. Ama ülke aynı zaman- 2 152 Ortadoğu Tarihi da Araplar tarafından güney İtalya’ya ve Sicilya’ya çıkarma üssü olarak kullanılıyordu. Orta Afrika’da kumaş, işlenmiş maden ve tuz isteyen kabilelerin para yerine tutsak vermeleriyle Trablusgarp Batı için köle ticareti konusunda da bir pazar haline geldi. Libya toprakları Hz. Osman döneminde fethedildikten sonra İfrikiyye eyaletine bağlanmıştı. Bir buçuk asır hilafet merkezine bağlı olarak idare edilen bölge, yaklaşık 800 yılında batısı Ağlebiler, doğusu da Mısır eyaletine bağlı olacak şekilde bölündü. Bir süre sonra Trablusgarp kentini de içine alan batı bölgeleri yerel devletler Ziriler, Murabıtlar, Muvahhitler, Fahsiler ve daha sonra Fatımilerin hakimiyetinde kaldı. Ülkenin batısı bu şekilde farklı hanedan devletlerin yönetiminde kalırken, aynı süre boyunca ülkenin doğu bölgeleri önceleri Mısır eyaleti, ardından Eyyubiler ardından da Fatımilere ve nihayetinde Memluklülerin idaresine girdi. 16. Yüzyılın başlarından itibaren Libya coğrafyasında Osmanlı dönemi başladı. Osmanlının bölge hakimiyeti bir seferde gerçekleşmedi. Bingazi bölgesi Osmanlı idaresinde iken, Trablusgarp’ı içine alan batı toprakları ise 1551 yılına kadar Malta Şövalyeleri ile İspanyolların elinde kaldı. 16. Yüzyıl boyunca bölgede Osmanlı ile İspanyollar arasında bu hakimiyet mücadelesi sürdü. 1551 yılında Osmanlı komutanı Turgut Reis, Trablus’u da imparatorluk topraklarına katarak tüm coğrafyayı kontrolü altına aldı. Osmanlı Libya’ya Garp ocakları adıyla bir eyalet statüsü (Trablusgarp Ocağı) vermiş olsa da, uzun asırlar boyunca bu gevşek bir ilişki olarak sürdü. Nitekim bölgedeki Osmanlı valilerinden Ahmet Karamanlı’nın çocukları 1711 yılından (Karamanlılar dönemi) itibaren ülkenin batı coğrafyasını yönetirken, doğu bölgeleri ise Senusi tarikatına bağlı emirlerce idare edildi. Bununla beraber bölgedeki Türk idaresi, yerel bir başkaldırı ya da hoşnutsuzluktan değil, İtalyan 1911 yılında başlayan işgali nedeniyle sona erecekti. Ancak İtalyanların bölgeye yerleşmesi kolay olmadı. Önce Enver Paşa ve Mustafa Kemal’in iştirak edeceği çetin savaşlar (Trablusgarp Savaşı) yaşandı. Ayrıca Osmanlı desteği ile ayaklanan yerel halk, bir yıl boyunca işgale karşı kararlı bir direniş sergiledi. Bununla beraber Osmanlı yönetimi, 1912 yılında yapılan Uşi (Oushy) anlaşması ile bölgenin yönetimini İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı. İtalyanların işgali kuzeydeki kıyı şeridi boyunca başlamış olsa da, kısa bir süre sonra güneye ilerleyerek bugünkü Libya’nın sınırlarını oluşturacak şekilde çöl arazileri de içine alarak genişledi. 1911-1943 yılları arasındaki İtalyan işgali boyunca özellikle göçebe kabileler tarafından büyük bir tepki oluştu. Görece olarak kısa sayılabilecek bu İtalyan işgali sırasında ülkenin iç kesimlerinde Şeyh Muhammet İdris liderliğindeki Senusi tarikatının belirgin bir üstünlüğü bulunuyordu. 1920’de İdris, kendisine bölgenin Emiri statüsü verilmesi karşılığında İtalyanlara ülkenin doğu kıyılarında sınırlı bir tutunma noktası verileceği konusunda razı olmuş görünüyordu. Ancak İtalya, hızlı bir işgale girişirken İdris 1923 yılında Mısır’a sığınmak zorunda kalmış ve ülkede kanlı bir sindirme başlamıştır. Bu dönemde Senusi şeyhlerinden Ömer Muhtar’ın direnişi, ülke tarihinde unutulmaz izler bırakmıştır. İtalya 1930’lu yıllarda sert önlemlerle bir süre kontrolü sağlamışsa da, II. Dünya Savaşı sırasında Trablus’tan doğuda Mısır sınırına kadar devam eden kıyı şeridi İngilizlerin; Fizan’ı da içine alan daha güney bölgeler ise Fransızların eline geçti. Ancak savaştan sonra 1951 yılında Libya bağımsızlığını ilan etti. Senusi ailesinden İdris, ülkenin yeni kralı oldu. 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri Bağımsız Libya’nın ilk yılları başarısız siyasi yönetim ve yetersiz ekonomik imkanlar nedeniyle kötü bir durumdaydı ve dış yardımlarla ayakta durabiliyordu. Gelirlerin bir bölümü de o dönem Soğuk Savaş dengeleri içinde Batı bloğu ülkelerine sağlanan askeri üslerin kira gelirlerinden oluşmaktaydı. Ancak ülkede 1959 yılında petrolün bulunması ile birlikte, 1960’lı yılların başından itibaren sadece ekonomik durum değil, siyasal yaşam ve toplum kökten değişmeye başladı. Bağımsızlığın ilk yıllarında Kral İdris’in başında bulunduğu az sayıda aile tarafından bir çeşit kabile koalisyonu ile yönetilen ülke hızlı bir modernleşme sürecine girdi. Halkın dörtte birinin göçebe olduğu ülkede, hayvancılığın yanı sıra, günlük gereksinimi ancak karşılayacak bir tarım vardı. Petrolün bulunması ile birlikte tarımın önemi azalırken, kentleşme hızlandı. Yönetici, memur ve güvenlikçi sınıfları önem kazanmaya başlarken, 1963 yılındaki beş yıllık plan uyarınca yeni kamu hizmetleri, ulaşım yolları ve ulusal eğitim kurumlarının inşası hız kazandı. 1950’li yıllarda halkın büyük bir bölümü okuma yazma dahi bilmezken, eğitim yatırımları hızlandı. Toplumdaki ve ülke bürokrasisindeki değişimi iyi okuyamayan kral İdris’in dış politika tercihleri, dönemin popüler milliyetçilik ve Nasırizm söylemine inanan genç elitler tarafından benimsenmiyordu. Bu genç askeri elitlerden oluşan bir grup subay, kralın Türkiye’ye ziyareti sırasında darbe yaparak 1969 yılında yönetime el koydu. Darbenin mimarı 27 yaşındaki Albay Muammer Kaddafi başlarda, ülke sosyolojisinin zorunlu bir sonucu olarak kabile koalisyonu ile iyi geçinmeyi düşünse de, kısa süre sonra baskıcı bir rejim inşa etti. Kaddafi, yaklaşık 1500 yerel komitenin söz sahibi olduğu “Cemahiriye” sistemi kurarken, böylece aşiret, ideolojik bağlılık veya kimi yerde coğrafi temelde oluşan bu yerel komitelere yerelde özgürlük verdi. İslam, sosyalizm ve Arap milliyetçiliğinin karışımından oluşan yeni bir felsefe geliştirip, ilk cildini 1976 yılında, ikincisini de 1980’de bastığı “Yeşil Kitap” adıyla yayınladı. Kaddafi, içeride özellikle kendi iktidarına yönelik iki önemli risk odağı görüyordu: Kral İdris ailesi ve Müslüman Kardeşler hareketinin siyasal ve toplumsal mobilizasyon kabiliyeti. Bu nedenle söz konusu iki kesim de tamamen tasfiye edildi. Kaddafi, dış politikada da benzer bir sertlik sergiledi. Arap milliyetçiliği konusunda Cemal Abdünnasır hayranı olan Kaddafi, ülkenin petrol zenginliğinden elde edilmiş olan paraların bir bölümünü, başta Afrika olmak üzere dünyanın farklı bölgelerindeki bağımsızlık yanlısı silahlı hareketleri desteklemek için kullandı. Batı karşıtlığı ilk günden itibaren Kaddafi’nin en göze çarpan siyasi pratiği oldu. Bu karşıtlığın sonucu olarak, 1986 yılında İngiltere’den kalkan ABD uçakları ülkenin bazı kesimlerin bombaladı. Olayda, Kaddafi ailesinden ve sivillerden çok sayıda insan hayatını kaybetti. 1988 yılında bir Amerikan yolcu uçağının İskoçya üzerindeyken düşürülmesi (Lockerbei olayı) ve 259 kişinin ölümünden Libya sorumlu tutuldu. Libya yönetimi suçlamaları reddedip soruşturma konusunda işbirliğini kabul etmeyince 1993 yılından itibaren ekonomik ambargo başladı. Bu nedenle ülke, 1990’lı yıllar boyunca bir yandan ağır yaptırımlar öte yandan siyasal izolasyonla baş etmek zorunda kaldı. Libya siyasetini daha iyi anlayabilmek için bkz: Libya’da Amezigler ve Siyaset, (Dr. Hayri Ömer) http://ordaf.org/libyada-amazigler-ve-siyaset 153 154 Ortadoğu Tarihi Ancak 2001 yılında hakkında suçlama bulunan Libyalı iki zanlının İngiltere’ye teslim edilmeleri ile aradaki buzlar erimeye başladı. Libya yönetimi yolculara yüz milyonlarca dolar tutarında tazminat ödemeyi kabul ettiği gibi, özellikle İngiltere ile 400 milyon sterlin tutarında bir silah anlaşması imzalaması normalleşmeyi hızlandırdı. Bir süre sonra Kaddafi yönetimi ile diğer Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkiler de hızla normalleşme sürecine girdi. Kaddafi iktidarının ilk yıllarından itibaren Afrika ile ilişkileri hep öncelik taşımıştır. Bu ülkelerin bağımsızlıkları sonrasında özellikle Batıya karşı desteklenmesi, farklı Afrika ülkelerinin birbirleri ile yaşadıkları sorunları çözmek için arabuluculuk yapılması, Afrika’nın kalkınması konusunda ekonomik yardımlar yapılması gibi adımlar olumlu bir Libya ve Kaddafi imajı oluşturmuştu. Libya’nın Arap ülkeleri ile ilişkileri de hep inişli çıkışlı olmuştur. Başından itibaren Batı yanlısı Arap ülkelerine ağır eleştiriler yapan Kaddafi, Nasır’ın söylemini devam ettirmiştir. Filistin meselesinden dolayı hararetli bir İsrail karşıtı olan Kaddafi, bunu Filistinli değişik gruplara maddi ve lojistik desteği ile göstermiştir. Türkiye’nin Libya’nın bağımsızlığını kabul etmesi ardından başlayan ikili ilişkiler, özellikle petrolün bulunması sonrasında ekonomik alana kaydı. Ancak iki ülke ilişkilerinde en anlamlı yakınlaşma, Kıbrıs meselesinden dolayı yaşandı. Türkiye, yapmış olduğu 1974 yılındaki barış operasyonu ardından Batılı ülkelerin ambargosuna maruz bırakılmış ve ekonomik anlamda cezalandırılmıştı. Böylesi bir dönemde Libya, hem Kıbrıs hem de Türkiye’ye yardım yapmakla kalmamış, petrol fiyatlarının arttığı bir dönemde Türkiye’ye ucuz petrol vermiştir. Batı ile ilişkilerin iyileşmeye başladığı 2000’li yılların başından itibaren ekonomik toparlanmasını gerçekleştiren Libya, bir süre sonra tüm Arap coğrafyasını etkileyen Arap Baharı ile kaosa sürüklendi. Kaddafi yönetimi, olayların Libya’ya sıçraması üzerinde sert önlemlere başvururken, Batılı ülkelerin hava operasyonları ile destek verdiği muhalif silahlı gruplar kısa sürede rejimi devirerek Kaddafi dönemini kapattılar. Türkiye ile Libya arasındaki ilişkilerin tarihinde öne çıkan unsurlar hangileridir? 3 TUNUS Batısında Cezayir, güneydoğusunda Libya ile komşu olan Tunus, kuzeyde ve doğuda uzunluğu 1300 kilometreyi bulan Akdeniz kıyıları, güneyde ise Sahra çölüyle çevrilidir. Kuzey Afrika’nın bu en küçük ülkesinde, Nüfusun %63’ü şehirlerde, %37’si kırsal kesimde yaşamaktadır. Kuzeyindeki sahil boyu, dağlık alanların ve çölün yer aldığı güney bölgesine göre gerek nüfus gerekse de sosyoekonomik açıdan farklılık arz etmektedir. Nüfusunun %98’ini Sünni Müslüman Arapların oluşturduğu ülkede Berberî, Yahudi, Fransız ve İtalyan azınlık grupları da bulunmaktadır. M.Ö. 9. yüzyılda bugün başkent Tunus içerisinde yer alan bir yerde Kartaca’yı kurmuş olan Fenikeliler, bölgeyi önemli bir siyasi, ekonomik ve askeri merkez haline getirmişti. Kartaca’nın M.Ö. 146’da Romalılar tarafından işgal edilmesiyle hem yönetim el değiştirmiş hem de bölge Hıristiyanlaşmıştır. 8 asır süren Roma ve Bizans egemenliği ardından Tunus, Hz. Osman zamanında İslam’la tanışmıştır. Ukbe bin Nafi komutasında fethedildiyse de, Berberi ayaklanmaları nedeniyle tam olarak kontrol edilmesi, Halife Abdülmelik b. Mervan zamanında gerçekleşti. Bölge halkı arasında İslam’ın benimsemesiyle birlikte Arap kültürü de yaygınlaşmış ve çoğunluğu putperest Berberîlerin oluşturduğu etnik yapı fetihten sonra değişerek bölge Araplaşmıştır. 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri Ne var ki devam eden Berberi ve Harici isyanları ancak 801 yılında büyük oranda kontrol altına alınabilmiş ve Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında Kayravan valiliğine tayin edilen İbrahim b. Ağleb’den neşet eden Ağlebiler Devleti kurulmuştur. İçişlerinde özerk dışişlerinde halifeye bağlı Ağlebiler’in varlığı 909 yılında Fatımilerin hakimiyetiyle sona ermiştir. Fatımiler, öncelikle Kayravan ve Mahdiya şehirlerini merkez olarak kullanmışlar, 972 yılında Mısır’ı ele geçirip başkenti Kahire’ye taşıdıklarında Tunus’a Berberi olan Zirilerden bir vali atamışlardır. Böylece yerel farklı otoritelerin denetimindeki Tunus’ta daha sonra bir süre Horasaniler ve ardından Muvahhitler hüküm sürmüştür. Fas merkezli Muvahhitler Devleti’ndeki bölünme ve ardından ortaya çıkan karışıklıklar sırasında vali Ebû Zekeriyyâ el-Hafsî, 1228 yılında Tunus’ta bağımsız Hafsi Hanedanlığını kurmuştur. Uzun yıllar Hafsilerin kontrolünde kalan ülke 1574 yılında tam olarak Osmanlı Devleti sınırlarına katıldı. Osmanlı’nın “beylerbeyi” olarak atadığı grevliler tarafından yönetilen bölge, bu dönemde Türk gemilerinin Akdeniz’deki limanı haline gelmiştir. Osmanlı, başlarda Tunus’un içyapısına köklü müdahalelerde bulunmadığından, bölgede iktidar askerlik işlerinden sorumlu “dayılar” ile diğer tarafta vergi toplanması ve güvenliğin sağlanmasından sorumlu “beyler” arasında paylaşılmıştı. 17. yüzyılda Murad isminde bir ‘bey’in yönetiminde Murâdîler dönemi yaşanırken, 1705 yılında Hüseyin b. Ali’nin iktidarıyla Hüseyniler dönemi başlamıştır. Murâdî ve Hüseynî aileleri eyalet yönetiminde yetki sahibi olunca Osmanlı merkezi “beylerbeyi” tayininde, aile fertlerinden birinin görevlerini onaylanmasıyla yetinmiştir. XVIII. yüzyılın sonlarında bir yandan kıtlık ve veba salgınları diğer yandan Avrupa yayılmacılığı nedeniyle Tunus ekonomisi çöküşe sürüklendi. Vergilerin arttırılması üzerine patlak veren 1864’teki büyük bir ayaklanma bastırılmış olsa da, artık Tunus, Avrupalıların işgaline karşı dirençsiz hale gelmiştir. Bu dönem kendi inisiyatifi ile Fransa ile anlaşmalar dahi imzalayan yerel yöneticiler, adeta yarı bağımsız davranmaya başlamıştır. Fransızların Cezayir’i 1830 yılında işgali ardından gittikçe bölgede güçlenen varlığı, 50 yıl sonra Tunus işgalini getirmiştir. Bedevi kabilelerin Cezayir sınırını ihlal etmesini gerekçe gösteren Fransızlar, 1881 yılında Tunus’u işgal etmiştir. O sırada yönetimde bulunan Hüseyni Hanedanı’nın egemenliğinin kâğıt üzerinde sürmesine rağmen, Fransızların Tunus Beyi ile imzaladıkları 1881 tarihli anlaşmalarla, 1956’ya kadar sürecek olan sömürge dönemini başlattı. Bölgenin tüm ülkelerinde olduğu gibi, sömürge dönemi ile birlikte, Tunus’ta hızlı bir modernleşme süreci başlatıldı. Tarım reformu, ile bölgeye yeni teknolojinin yanı sıra binlerce Fransız çiftçi getirildi. Ülkedeki sömürgeci nüfus öylesine arttı ki işlenebilir toprakların yaklaşık beşte biri Fransızların eline geçmiştir. Diğer yandan ülkede Fransız eğitim sistemi uygulanmaya başlanmış, Fransızlar dini eğitime dahi müdahalede bulunmuşlardır. Bir yandan dil olarak Fransızcanın nüfuzu artarken diğer yandan binlerce Tunuslu ülkelerinin entegrasyonunu hızlandırmak üzere Paris’te eğitim almaya gönderilmiştir. Fransa daha önce Cezayir örneğinde olduğunun tersine burada halkı Fransızca öğrenmeye zorlamamış ya da Arapçayı yasaklamamıştır. Ancak Avrupalı yerleşimciler için kurulan ve Fransızca eğitim veren yeni okullar aynı zamanda Tunus aristokrasisini oluşturacak yerli seçkinleri de yaratmıştır. Böylece kısa zamanda seçkinliğin sembolü haline gelen Fransızca çok fazla direnişle karşılaşmadan yayılabilmiştir. 1950’li yılların ortalarına gelindiğinde Tunus’ta sadece Zeytuna ve Kayrevan üniversitelerinde iyi seviyede klasik Arapça eğitimi bulunmaktaydı. Hem Fransızca hem Arapça bilen bu yeni elitler Tunus’un geleceğinde etkin bir rol oynamıştır. 155 156 Ortadoğu Tarihi Fransız işgalinin ilk yıllarında ulusçu fikirler barındıran ilk hareket 1907 sıralarında ortaya çıkan Fransız eğitimi görmüş az sayıda kişiden oluşan Jön Tunuslular’dı. Hareketin çıkardığı Fransızca gazete Le Tunisien başlarda eğitim meselesi üzerine odaklanmış, Tunusluların Fransızlarla eşit muameleye tabi tutulması gerektiğini savunmuş ancak bağımsızlık vurgusu yapmamıştı. Ancak, 1920’lerde ortaya çıkan Düstur Partisi büyük bir uyanışı sağladı. Parti fikri ihtilaflarla sonradan ikiye ayrılmış ve Fransız kültürüyle yetişmiş yeni kuşağın temsilcisi Habib Burgiba tarafından Yeni Düstur Partisi (YDP) kurulmuştur. Burgiba işgal karşıtlığı nedeniyle 1940 yılında Fransızlar tarafından hapse atılmış, II. Dünya Savaşı sırasında 1942 yılında Almanlar tarafından serbest bırakıldığında kahraman haline gelmiştir. Burgiba yöntem olarak silahlı mücadeleyi değil bağımsızlık için Fransızlarla işbirliği yapmayı tercih eden bir siyasetçiydi. Bu bağlamda 1954 yılında Fransa tarafından önerilen yarı bağımsızlık teklifini dahi kabul ettiyse de gerek parti içi muhalefet gerekse de Arap milliyetçilerin tam bağımsızlık talepleri nedeniyle geri adım atmıştır. Nihayetinde 1956’da taraflar arasında gerçekleştirilen bir protokol ile bağımsızlık gelmiştir. Bağımsızlık mücadelesini destekleyen Hüseyni ailesinden Emin Bey, bağımsızlığın kazanılmasıyla birlikte kral olduysa da, 1957’de Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle saltanat da sona ermiştir. Habib Burgiba Tunus’un ilk devlet başkanı olarak bütün yetkileri eline aldığında, yabancılar ülkeyi terk etmeye başlamıştı. 1956-63 arasında sömürgeci yerleşimcilerin nüfusu beşte bire düşmüştür. Avrupalı sömürgecilerin ve Tunuslu Yahudilerin ayrılmasıyla ülke yönetici sınıfının büyük bir bölümünü kaybetmiştir. Böylece ilk 3-4 yıllık süreçte üretim neredeyse tamamen durmuş, yatırımlar büyük bir düşüş göstermiş, sermaye kaçışı kontrol edilemez hale gelmiştir. Düstur hükümeti önceleri liberal ekonomiyi benimsemeleri nedeniyle kötüye giden duruma seyirci kalmışsa da 1960’da ilk kalkınma planının oluşturulmasıyla birlikte önce müdahaleci, zamanla da sosyalist bir çizgiye evirilmiştir. Avrupalıların göçünün etkilerini yumuşatmak için ticareti geliştirme ajansları, ulusal ithalat-ihracat şirketleri kurulmuştur. Böylece dağıtım sektörünün büyük bir kısmı devlet kontrolü altına girmiştir. Tunus’ta Bahar Yorgunluğu (Prof. Dr. Zekeriya Kurşun) http://ordaf.org/tunustabahar-yorgunlugu/ Burgiba, bağımsızlık sonrası dış politikada gerek çevre ülkeler gerekse de batılı ülkelerle ilişkilere önem vermiştir. Fransa ile ilişkileri kesmeyen Burgiba batılı ülkelerle ilişkilerinde de genel olarak olumlu bir politika gütmüştür. Arap ülkeleriyle ilk yıllarda güçlenen ilişkiler, 1965 yılında Burgiba’nın Filistin-İsrail meselesinde İsrail yanlısı bir tutum almasıyla bozulmuştur. İçeride ve dışarıda çokça eleştirilen bu tutum Mısır, Irak ve Suriye’nin Tunus’tan temsilcilerini çekmesiyle sonuçlanmıştır. Ne var ki, 1967’deki Arap-İsrail savaşından sonra ilişkilerin onarılmasına çalışılmış, temsilcilikler karşılıklı olarak yeniden açılmıştır. İç politikada ise Burgiba, önceliği modern bir toplum yaratma amacıyla sosyal değişime vermiştir. Ne var ki, Tunus halkının büyük bir kısmı yönetici elitten farklı olarak dini ve geleneksel değerlere bağlı olduğundan, ciddi bir siyasi ve sosyal direnç yaşandı. 1960 yılında Kayravan’daki protestolarda çok sayıda kişi hayatını kaybetmiştir. Uygulanan ekonomi programı enflasyonun yükselmesine ve halkın alım gücünün düşmesine neden olunca bu kez, 1968’te ülke genelinde protesto gösterileri patlak verdi. 157 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri Burgiba, sürdürdüğü politikalar nedeniyle halktan gördüğü muhalefet üzerine 1975’te anayasa değişikliği ile kendisini ömür boyu cumhurbaşkanı ilan etti. Tek parti sisteminin ağır yönetim biçimini uygulayarak otuz bir yıl iktidarda kalan Burgiba, bu süreç içerisinde gördüğü her türlü muhalefeti en sert şekilde bastırarak iktidarını korumaya çalışmıştır. Ülke geneline yayılan ekonomik sorunlardan kaynaklı 1984’te yeni bir isyan hareketi ortaya çıkmıştı. Krizi fırsata dönüştüren Zeynel Abidin Bin Ali, 1987 yılında Burgiba’nın hastalığını bahane ederek yumuşak bir darbe ile yönetimi ele geçirmiştir. Fransa’da askeri eğitim gören Bin Ali liberal politikaların uygulanacağına söz verip 1988’de birçok siyasi mahkumu serbest bıraksa da, büyük oranda selefinin devlet anlayışını sürdürmüştür. Örneğin 1988 yılında çok partili sisteme geçişle birlikte Raşit Gannuşi’nin kurduğu El-Nahda partisi, yüzde 19,6 oy aldığı halde, bir iç tehdit olarak algındı. Muhalefete yönelik girişimde çok sayıda kişi tutuklanırken, Gannuşi dahil yüzlerce muhalif ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. 1990 yılından itibaren baskı politikaları hoşnutsuz bir kitle yaratırken, uygulanan yanlış ekonomi politikaları da devasa bir genç işsizler ordusu ortaya çıkardı. 2009 yılından itibaren yöneticiler hakkında çıkan yolsuzluk haberleri bardağı taşıran damla oldu. Öfkeli halk, 2010 yılı sonunda sokaklara döküldü. 2011’de Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kalırken, 6 ay sonra gıyabında yargılandığı mahkeme tarafından yolsuzluk ve kamu kaynaklarını kötüye kullanmak suçlarından 35 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Bağımsızlık sonrasında Tunus’ta modernleşme süreci nasıl bir toplumsal tepki ile karşılaşmıştır? CEZAYİR Afrika’nın en geniş topraklara sahip ülkesi olan Cezayir, kuzeyinde Akdeniz, doğuda Tunus ve Libya, güneydoğuda Nijer, güneybatıda Mali ve Moritanya, batıdan ise Fas ile çevrilidir. Büyük bölümü çöl arazilerinden oluşan ülkenin %20’si tarıma elverişlidir. Zengin yer altı kaynaklarına sahip ülkenin %78’i Arap, %20’si Berberi ve kalanı da Fransız ve diğer azınlıklardan oluşmaktadır. Günümüzde Cezayir toprakları tarihöncesi çağlardan kalma değerli yapıtlar bakımından oldukça zengindir. İlk çağlardan itibaren yerel Berberi devletleri bulunsa da, Cezayir tarihi, özellikle M.Ö. II. Yüzyıl sonlarında Fenikelilerin gelmesinden ve kıyılarda ticaret kentleri ve limanlar kurmalarından sonra önem kazanmaya başlamıştır. Fenikelerinden sonra Kartacalılar da yerel Berberi halkları ve özellikle Nümidya krallığı ile ilişki kurarak iç kesimlere inmeyi başarırken, antik tarih bakımından Cezayir’de Roma uygarlığının etkileri daha köklü olmuştur. M.Ö. 46 yıllarında Roma denetimine giren bölge, uygulanan sulama sistemleri ve tarım faaliyetleri sayesinde büyük bir ekonomik ve sosyal gelişme kaydetmiştir. 7 asırlık Roma hakimiyeti sırasında yerel valilerce yönetilen Cezayir toprakları, VII. Yüzyılın ortalarında İslam dönemi ile tanıştı. İslam orduları tarafında fethedilen Cezayir, önceleri Emevilerin daha sonraki tarihlerde İdrisi ve Ağlebiler gibi yerel hanedanlıkların hakimiyetinde kaldı. Bu süreç boyunca bölgenin Araplaşması ve İslamlaşması devam ederken, bölgede egemenliğini pekiştiren Arap orduları, yerel Berberi kabilelerin direnişini kırmak için ciddi savaşlar da verdi. Merkezi Arap coğrafyasındaki mezhebi ve siyasi çekişmelerin etkisini ağır biçimde hisseden Cezayir bölgesi, ancak XII. Yüzyıldan itibaren Muvahhitler devleti döneminde bütünlüklü bir yapıya kavuşabildi. 4 158 Ortadoğu Tarihi Kıyı kentleri her seferinde bağımsız birer emirlik haline gelirken, iç bölgelerde ise yerel emirlikler özgürce hareket ediyordu. Bu parçalı yapı uzun asırlar boyu devam etse de XVI. Yüzyıl başlarında İspanyolların Cezayir kıyılarına sokulmalarıyla birlikte ciddi bir tehlike baş gösterince Cezayirliler Türklerden yardım istedi. Bunun üzerine Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki donanma, 1512’den itibaren bölgeyi Osmanlı topraklarına kattı. Böylece günümüzdekine çok yakın boyutlarıyla ilk siyasal bütünlük gerçekleşmiş oldu. Osmanlı sarayı Cezayir’in işlerine doğrudan doğruya karışmadığından Barbaros kardeşler uzun bir süre ülkeyi oldukça bağımsız biçimde yönettiler. Birkaç yüzyıl öncesinde İspanyol tehdidi atlatılmış ancak, Osmanlı devletinin bir çok gaileler ile uğraştığı bir sırada 1830 yılından Fransa’nın bölgeyi işgali, Avrupa’nın etki alanını genişletmekle kalmadı günümüze kadar sürecek olan yeniden siyasal yapılanma dönemini başlattı. XIX. yüzyıl boyunca bölgeyi işgali altında tutan Fransa, ülkeyi merkezden atanan ve Cezayir’de oturan bir genel vali aracılığıyla yönetiyordu. Cezayir’deki tarlaların sömürgecilerle birlikte güneydoğu Fransa’dan getirilen on binlerce köylüye dağıtılması, yerli halk açısından hayatı sürdürülemez hale getirdi. Bölgedeki kolonizasyon o derece büyük boyutlara ulaşmıştı ki, 1896 yılına gelindiğinde, sömürgede doğup büyüyenlerin sayısı yerli halktan bağımsız yeni bir toplum ortaya çıkarmıştı. Bu yeni topluluk, Fransız çoğunluğun yanı sıra, uyruk değiştirmiş Avrupalılardan ve Yahudilerden oluşuyordu. En verimli toprakların yanı sıra, ticaret, denizcilik, taşımacılık, bankalar ve fabrikalar sömürgecilerin eline geçmiş, yerli halk kalkınma atılımlarının dışında bırakılmıştı. Bir süre sonra Fransız işgal yönetiminin amaçlarının sadece siyasi ve ekonomik sömürü olmadığı anlaşıldı. Fransızlar, bölgeyi kendi imparatorluklarının bir parçası haline getirmek istedikleri için halkın Hıristiyanlaştırılması ve Fransız kültürünün benimsenmesi konusuna özellikle önem vermişlerdi. Bu amaçla 1830 yılında Avrupa’nın en büyük misyonerlik merkezi olarak nitelenen Beyaz Papazlar Cemiyeti’ni Cezayir’de kurmuşlardır. Bu cemiyet bölge halkının 50 yıllık bir süre içinde tamamen Fransızlar gibi olmasını hedefliyordu. Fransız işgaline karşı tepkiler de gecikmedi. Daha işgalin ikinci yılında itibaren Emir Abdülkadir isimli yerel dini lider, 1847 yılında tutuklanmasına kadar 14 yıl süren bir mücadele başlattı. Sonrasında devam eden farklı ayaklanmalar da şiddetli bir şekilde bastırılmış ve olaylarda yüz binlerce Cezayirli hayatını kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı koşulları Cezayir açısından yıkıcı olmuştur. Topraklarının sömürülmesine ilave olarak Cezayir Paris yönetiminin savaş gayretlerine destek vermek zorunda olduğundan, ülkenin yer altı zenginlikleri yerel halka ulaşmadan Fransız ordusu için harcandı. Fransız işgaline karşı ikinci büyük bağımsızlık savaşı ve ulusal uyanış İkinci Dünya Savaşından sonra 1954 yılında başladı. Gerilla savaşını kitlesel halk eylemine dönüştüren Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi’nin öncülük ettiği ayaklanmalarda yüz binlerce Cezayirli hayatını kaybetti. Cephe, kararlı mücadelesi ardından 1958’de geçici bir hükümet kurarak 1962 yılında da bağımsızlık ilan etmiştir. 1963 yılında yürürlüğe giren anayasaya göre aynı yılın eylül ayında Ahmet bin Bella ülkenin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Ama bu zaferin arkasından ulusal hareket büyük bir sarsıntı geçirdi. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin saygınlık kazanmış önderlerinden Bin Bella, 1965 yılında askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıp yerine Albay Huvari Bumedyen başkanlığında bir Devrim Konseyi göreve başladı. Ana- 159 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri yasa askıya alınırken, 1971’de yeni bir anayasa hazırlandı. Bumedyen devlet ve hükümet başkanlığı görevlerinin yanı sıra yasal tek siyasal güç olan Ulusal Kurtuluş Partisi’nin de başkanlığı üstlenmişti. Ülkede tam bir sosyalist dikta yönetimi kurulurken, ülkede çok ciddi siyasal ve ekonomik sorunlar ortaya çıktı. Hızlı sanayileşme adımlarına rağmen kırsal bölgelerden kentlere büyük bir kitlesel hareket yaşanırken, işsizlik büyük boyutlara ulaştı. Yaşanan sorunların toplumsal ayaklanmalara dönüşmesi ardından ülkede büyük olaylar başladı. Bunlar içinde en büyüklerden biri olan 1982 yılındaki ayaklanmada sayısı yüz binlere ulaşan halk sokaklara döküldü. Rejimin zor kullanarak bastırdığı bu olayların etkisi henüz unutulmaya başlarken 1988 yılında bir hafta sürecek büyük bir ayaklanma daha patla verdi. Onlarca kişinin hayatını kaybettiği bu toplumsal olayları bastırmakta zorlanan hükümet sonunda çok partili hayata geçileceği sözünü vererek, muhalif kesimlerin temsiline kapı araladı. Bunun üzerine yeni bir anayasa hazırlanarak 1989 yılında halkoyuna sunuldu. Yeni anayasa ülkenin sosyalist niteliğine son vererek çok partili yaşama geçilmesini ve siyasi amaçla faaliyet gösteren dernekler kurulmasını sağlıyordu. Yeni dönemle birlikte çok sayıda siyasi parti kurulurken, ilk demokratik seçimler 1990 yılında yapıldı. Yerel seçimleri o dönem farklı grupları bünyesinde barındıran ve İslamcı görüşleri ile öne plana çıkan İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) kazandı. Ancak Aralık 1991 tarihinde yapılan parlamento seçimlerini de aynı partinin kazanması üzerine yönetime el koyan ordu seçimlerin ikinci turunu ve tüm demokratik süreci askıya aldı. Başta Parti Başkanı Abbas Medeni olmak üzere tüm FIS liderleri tutuklanırken, ülke kanlı bir iç savaşa sürüklendi. 1992 yılından itibaren başlayan iç savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. İç barışın getirilmesi için yürütülen görüşmelerin başarısız kalması, ülkede istikrarsız bir denge durumu ortaya çıkardı. Bu dengenin bir yanında merkezi otorite olarak tüm gücü elinde toplayan askeri elitler, öbür yanında ise siyasal taleplerini cılız biçimde duyurmaya çalışan sivil elitler. Buna rağmen sonunda ülkede terör büyük ölçüde sonlandırıldı ve siyasi istikrar sağlandı. Arap Baharı öncesi bu tecrübeyi yaşayan ülke Arap Baharı sürecinden pek fazla etkilenmedi. Cezayir’de on binlerce sivilin ölümüyle sonuçlanan iç savaş hangisidir? FAS Kuzey Afrika’nın en batısında bulunan Fas, kuzeyden Akdeniz, doğudan Cezayir, güneyden Moritanya ve batısında Atlas Okyanusu ile çevrilidir. Ülke nüfusunun %55’ini Araplar kalanların büyük bölümünü farklı Berberi topluluklar oluşturmaktadır. Etnik olarak iki büyük gruptan oluşmakla birlikte, nüfusun tamamına yakını Müslümandır. Ülke topraklarının %20’si tarıma elverişli olmakla birlikte Akdeniz ve okyanus sayesinde yeşil bitki örtüsü yaygındır. Çok eski çağlarda nereden geldikleri halen bilinmeyen Berberi toplulukların yerleştikleri Fas toprakları, önce Fenikelilerin, daha sonra Romalıların sömürgesi oldu. Eski dönem tarihine ilişkin çok veri bulunmaktadır. VII. Yüzyıl sonlarında bölgeye Arap fatihlerin gelmesiyle birlikte bölge tarihi daha detaylı bilinir olmuştur. İslam’ın bölgeye gelişi ile Arap dili ve kültürünün etkisi altında kalan yerel topluluklar hızla İslamlaşmaya ve Araplaşmaya başladı. Fas’ın tümünün alınması bir defada olmamıştır. Önce 686 yılında Ukbe bin Nafi komutasında bir bölümü fethedilen Fas toprakları İfrikiyye eyaleti olarak Emevi- 5 160 Ortadoğu Tarihi lerin merkezi hükümetine bağlanmış ancak tam fetih tamamlanmamıştır. 688’de Hasan bin Numan ve 710’dan sonra gelen Musa bin Nusayr isimli Arap yöneticiler tarafından fetih tamamlanabilmiştir. Ancak Fas coğrafyasını tarihsel anlamda önemli kılan asıl unsur İspanya’nın fethindeki rolü ile ilgilidir. Musa bin Nusayr’ın komutanlarından biri olan Tarık bin Ziyad, 711 yılında Cebelitarık boğazını geçerek bugünkü İspanya topraklarına girmiş ve Endülüs İslam medeniyetinin ilk temellerini atmıştır. Yukarıda ismi geçen başarılı vali ve komutanların varlığına rağmen halifeler Fas’ta hiçbir dönem kesin bir egemenlik kuramadılar. Berberilerin kabile olarak yaşama biçimine siyasal düzenine ve coğrafi etnik kapalılıklarına bağlı toplumsal yapıları değişmeden sürüp gitti. Buna, Müslüman olmalarından sonra Berberiler arasında ortaya çıkan mezhep ayrılıklarının (önceleri haricilik, ardından Şiilik) yayılması eklenince ülkenin siyasal bütünlüğü hep parçalanmaya müsait bir durum gösterdi. Yüzyıl boyunca birçok kabile devleti birbirleriyle sürekli savaşıp dururken, karışıklıklar ve ayaklanmalar hiçbir zaman eksik olmadı. Bu nedenle mağrip toprakları 770’lere kadar hilafete bağlı kalsalar da bu tarihten itibaren birçok yerel küçük devletler ortaya çıktı. Önceleri Rüstemiler (776-908), Midrariler (772-977), İdrisiler (789-974) ve Ziriler (972-1148) farklı aile hanedanlıkları olarak bölgede hüküm sürdüler. Ancak bölgenin siyasal ve dini bütünlüğünü sağlayan en önemli İslam devleti Murabıtlar olmuştur. 1056 yılından itibaren bölgede hüküm sürmeye başlayan Murabıtlar, kuzey Afrika’nın büyük bölümü ile İspanyanın bir bölümünü içeren 6 milyon kilometre karelik bir alanda hakimiyet kurdular. Murabıtların merkezinin bugünkü Fas sınırları içinde bulunan Merakeş kenti olması, bu kente ve içinde bulunduğu bölgeye özel bir önem kazandırmıştır. 1147 yılına kadar Murabıtların kontrolündeki bölge, bu tarihten itibaren başka bir yerel devlet olan Muvahhitlerin kontrolüne girdi. Fas toprakları en parlak günlerini bu dönemde yaşamıştır. Güçlü bir deniz filosu, büyük bir sanatsal ve kültürel üretkenlik, dini motivasyona dayalı yayılmacı anlayış ve zengin ticaret bu parlak günlerin en dikkat çeken unsurlarıydı. 1269 yılından sonra dağılan Muvahhitlerin yerine çok sayıda yerel küçük devlet ortaya çıktı. Bir bölümü kendini şerif ailesi olarak ilan eden bu yerel hanedanlıkların yerel çekişmeleri Portekiz ve İspanyol yönetimlerine cesaret vermiş ve bölgeye yönelik Avrupalı akınları da bu dönemden itibaren hızlanmıştır. Böylece bu altın çağı uzun bir gerileme dönemi izledi. Fas topraklarında yerel emirler kendi coğrafyalarına çekilip küçük bir bölge ile yetinmek zorunda kaldılar. Ülkenin tarihi süreç içinde geçirdiği sarsıntılara XV. yüzyıl başlarında Hıristiyanlığın yayılması da eklenmiş ve önce Portekizliler ardından İspanyollar kuzey Afrika’da ciddi toprak kazanımları sağlamıştır. Aynı dönemde Osmanlı yönetimi, bir yandan Endülüs öbür yandan Fas bölgesindeki krallardan gelen yardım taleplerine uygun olarak nüfuz kazanmaktaydı. 1492 yılından sonra Osmanlıdan yardım isteyen Fas yöneticileri, doğrudan bağlanma şekilde değil ama yıllık belirli bir vergi verme karşılığında Osmanlıya tabi bir özerk yönetim haline geldi. 1576 yılında kral Mütevekkil Alellah, bu bağımlılık ilişkisine isyan etse de, Osmanlının bölgeyi kontrol edebildi. XVI. Yüzyılın başlarında Cezayir’i kendi topraklarına katan Osmanlı Fas ile yakından ilgilense de, doğrudan kontrol etmek yerine bölgede birbiriyle mücadele veren aileler arasındaki çekişmeye taraf olup inisiyatif almıştır. Bu iktidar mücadelesinde Osmanlının tercihi Sa’diyye Şerifleri sülalesi olmuştur. Osmanlı Devleti burayı bir tampon böl- 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri ge olarak görmüş ve doğrudan hakimiyet kurmayı tercih etmeyerek sürekli ilişki içinde olduğu ve yabancılara karşı himaye görüntüsü verdiği bir yönetimi benimsemiştir. Öte yandan bölgedeki hakimiyet için bir tarafta Sa’diyye Şerifleri sülalesi öbür yanında ise Hasani Şerifleri sülalesi (Filaliler) ana aktör olarak, dört asır boyunca mücadele yürütmüş ve sonunda, bugünkü kraliyet ailesinin de bağlı olduğu Filaliler galip gelmiştir. 1660 yılından beri bölgede aynı ailenin yöneticiliği devam etmektedir. Filaliler iktidarlarının başlarında Osmanlı’ya mesafeli dururken, sonraki yıllarda yakınlaşmak için yaptıkları hamleler, başta Osmanlı-Rus savaşı olmak üzere Osmanlının diğer siyasi krizlerle mücadele ettiği bir döneme denk gelmesi nedeniyle yeterince gelişmedi. Bir diğer unsur ise, Fas ile ilişkilerin hep Cezayir’in öncelik taşıdığı bir düzlemde yürütülmesi idi. Bu da Cezayir’deki yönetimden memnun olmayan Faslıları ikinci plana itmekteydi. Bu arada Avrupa’nın sanayileşme sürecinin başlamasından kısa süre sonra, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Fas sultanlığı Avrupa ile iyi ilişkiler kurmaya yönelmişti. Avrupa ile çeşitli ticaret anlaşmaları yapılırken, bugünkü Suvayra ticaret kenti kuruldu. Ne var ki Avrupalılara tanınan ayrıcalıklar ülkeyi büyük bir ekonomik bunalıma sürüklemekte gecikmedi. Fransa ile 1844 ve İspanya ile 1859 yıllarında yapılan savaşların durumu daha da kötüleştirmesi ile sultanların vergileri ağırlaştırmaları birçok yerel ayaklanmaya neden oldu. Bu hoşnutsuzluklar Avrupalıların sınır dışı edilmeleriyle sonuçlanan bir dizi toplumsal tepkiyi de tetiklemişti. Yaşanan kargaşa ortamı, Avrupalıların Fas üzerinde hak iddia etmelerini kolaylaştırdı. 1830 yılında komşu Cezayir’i işgal eden Fransızlar, ilave olarak Fas topraklarına göz dikmiş olsalar da, bir yanda İspanya öbür yanda Almanya baskılarıyla bunu fiiliyata geçiremediler. Neredeyse bir asır boyunca Avrupalı güçler arasındaki çekişmelere konu olan ve her defasında küçük parçalar halinde birçok defa işgal edilen Fas toprakları sonunda 1912 yılında Fransa’ya bırakıldı. Ancak aynı sırada İspanya da Fas üzerinde hak iddia edince, aynı yıl ülkenin kuzeyince Akdeniz kıyısındaki kesimi onlara bırakıldı. Böylece Fas’ı himayesi altına alan Fransa bir süre sonra katı bir merkezi yönetim kurdu. O sırada Fas’ın başında Filali sülalesinden krallar bulunuyordu. Paris hükümetince atanan sultana yalnızca dinsel konularda yetki tanındı. Fransızlar bir milyon hektar toprağı Avrupalı sömürgecilere dağıttılar. Böylece büyük sermayelerin Fas’a akmasına ve ekonomiyi değiştirecek büyük atılımlara yol açmaya hedeflediler. Alt yapı yatırımlarını da yapan Fransızlar, ülkenin kültüründe de köklü bir dönüşüm gerçekleştirdi. Buna bağlı olarak kentlere göç hızlanırken, yeni toplumsal sınıflar ortaya çıkmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Fransa ile her hangi bir çekişme içine girmeyen kraliyet ailesinin içinde farklı isimler gelip giderken, ülkedeki modernleşme süreci hızlanıyor, bununla birlikte ülke siyasetinde milliyetçi fikirlerle yeni bir Fas elit sınıfı oluşmaya başlıyordu. 1930’lu yılların zorlu ekonomik koşullarının da etkisiyle, milliyetçi aydınların tepkisi yükselirken, Fransızlar, bir blok halinde önünde duramayacağı Fas halkından Arapları ve Berberileri çatıştırarak sonuç almaya çalıştı. Bir yandan Berberilerin İslam öncesi tarihini yüceltip onların aslında zorla Araplaştırıldığı tezini kullanan sömürge yönetimi, iki büyük etnik grubu birbirine karşı kullanırken, öbür tarafta bazı Berberi kabileleri Araplardan ayırarak onlara kısmi özerklik verdiler. 161 162 Ortadoğu Tarihi 1940’lardan sonra Fas’ta bağımsızlık hareketi yine de güç kazandı. Bağımsızlık yanlısı İstiklal Partisi, 1944 yılında işgalcilerin ülkeyi terk etmeleri konusunda ültimatom mahiyetinde talepleri dillendirip kitlesel bir başkaldırının işareti verildi. Fransızlar İstiklal Partisi ileri gelenlerini tutuklayıp, kontrolü sağlamaya çalışsa da Kral IV. Muhammed’in de Fransızlara karşı tavır alması işleri çıkmaza sürükledi. Fransızlar çözümü, kralı da sürgüne göndermekte bulduysa da, yeni atanan kralın halk tarafından kabul edilmemesi ve olayların büyümesi üzerine 1956 yılında Fas’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. İspanyollar da kuzeyde işgal altında tutukları bölgelerin bir bölümünden çekilince ülke bugünkü sınırlarında bağımsız hale gelmiş oldu. IV. Muhammed’in sultanlık yetkilerinden vazgeçerek 1958 yılında sınırlı monarşiyi kabul etmesi üzerine yeni anayasal hazırlıklar yapıldı ve 1962 yılında bugün de sürmekte olan parlamenter sisteme geçildi. Bağımsızlığa rağmen bölgedeki çıkarları nedeniyle Fransa’nın Fas üzerindeki etkisinden vazgeçmemesi ve sömürge döneminde kalma bir dizi siyasi krizin sürmesi ülke iç ve dış politikasındaki önemli sorunların kaynağı olmayı sürdürmektedir. Fas bağımsızlık sonrasında, bugün dahi etkileri devam eden önemli inisiyatifler geliştirebilmiştir. Bunlar içinde Fas Kralı II. Hasan’ın, 1969 yılında Mescid-i Aksa’ya yönelik kundaklama olayından sonra derhal harekete geçip İslam dünyası liderlerini Rabat kentinde toplaması ve ardından İslam Konferansı Örgütü adıyla bir uluslar arası örgütün doğuşuna ön ayak olması en önemli katkılardan biridir. Bugün Sebte ve Melilla şehirlerinin halen İspanya işgali altında bulunması, sömürgeci güçlerin bölüp çözümlemeden bıraktığı Batı Sahra meselesi ve Avrupa’ya yönelik kaçak göçmen meselesi önemli dış politika tartışmaları olarak uzun yıllardır ülkenin başını ağrıtan problem alanlarıdır. Buna karşı iç politikada ise özellikle Berberi ve Araplar arasındaki bölünme konusu ülkenin en önemli gündem maddelerinden biridir. Yine benzer şekilde, 2000’li yıllarla birlikte giderek gücünü artıran İslami siyasal partiler ve onların talepleri ülkede seküler-dindar ayrımına doğru bir seyir izlemektedir. Fas’ın bağımsızlık sürecindeki dönüm noktaları nelerdir? 6 SUDAN Sudan, coğrafi olarak bir doğu Afrika’da olmakla birlikte tarihi boyunca siyasi ve kültürel olarak hep kuzeyindeki Mısır’ın etkisinde kalmıştır. Ülkenin kuzeydoğusunda Kızıldeniz, doğusunda Eritre ve Etiyopya, güneyde Kenya, Uganda ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti, güneybatıda Orta Afrika Cumhuriyeti, batıda Çad ve kuzeybatıda ise Libya ile çevrilidir. Coğrafi olarak Afrika’nın en geniş ülkelerinden biri olan Sudan’da topraklarının yarıdan daha azı tarıma elverişlidir. Ülke nüfusunun yarısını Araplar oluştururken, kalan yarısını Hausa, Fulani, Masali, Dinka, Beja ve Nübye halkları olarak isimlendirilen yerel Afrika toplulukları oluşturmaktadır. Ülke nüfusunun %80’i Müslüman, %10’u Hıristiyan ve %10’u da yerel din mensuplarıdır. Ülkenin eski çağlara ilişkin tarihi konusunda çok az bilgi mevcut olduğundan genellikle Firavunlar dönemi Mısır’ın bir taşra vilayeti olarak anılır. Nitekim daha M.Ö. 3100 gibi çok erken bir dönemden itibaren Mısır yönetimi yüzyıllar içinde güneye doğru hakimiyetini yayarken, Nil nehrinin üst kısımlarına kadar ilerlemişlerdi. Sonraki tarihlerde Latince Nübye ismiyle anılan Sudan toprakları, Mısır merkezli imparatorlukların yanı sıra, yerel bazı hanedanlarca yönetiliyordu. 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri VII. yüzyıldan itibaren Mısır’a İslam’ın gelişiyle birlikte özellikle Müslüman tüccarların güneye doğru ilerlemesi sayesinde bugünkü Sudan topraklarında İslamlaşma başladı. Ancak yine de Memluklüler dönemine kadar bölgeye önem verildiği söylenemez. 1517 yılında Mısır’ın ardından Sudan’ın kuzey bölgeleri de Osmanlı idaresine geçmiş, Müslüman Nubyeler ile ittifak yapılarak, bölgede varlığını sürdüren Funj imparatorluğu daha güneye sürülmüştür. Sudan modern döneme Mısır valisi Mehmet Ali Paşa döneminde adım atmıştır. M. Ali Paşa, 1821 yılında Sudan’a her biri kendi çocukları tarafından komuta edilen iki ordu gönderdi. Mavi ve Beyaz Nil’in birleştiği noktada askeri üsler ve bugünkü Hartum kenti kurulurken, şehir kısa süre sonra idari bir merkez haline geldi. Kızıldeniz kıyısındaki limanlar nedeniyle büyük önemi bulunan bölge, bir yanda Kavalalı’nın oğlu İsmail’in Batılılaşmacı reformları ile öbür yanda bizzat Batılıların işgali arasında sıkışıp kalmış bir görüntü sergiliyordu. 1873 yılında, Gordon Paşa olarak bilinen İngiliz General Charles Gordon, Mısır Hidivi tarafından Ekvatorya genel valisi olarak atanmış ve yerel isyanları bastırmakla görevlendirilmişti. Ancak onun görevini tamamladığı düşünülen bir sırada, Muhammed Ahmed el-Mehdi isimli dini lider 1881 yılında ayaklanarak Mısır ve İngiliz ordusunu yenilgiye uğrattı. Etrafında topladığı kuvvetlere Ensar Hareketi adını veren Mehdi, Başkent Hartum’u kuşatarak, 1885 yılında kenti ele geçirip bölgeye hakim olmuştur. Bu zaferden kısa süre hayatını kaybeden Mehdi’nin yerine halife sıfatıyla Abdullahi İbni Muhammed isimli bir dini lider gelmiş ve onun zamanında başkenti Omdurman olan katı bir yönetim kurulmuştur. Ancak kuzeydeki İngiliz-Mısır ittifakı, kısa süre sonra yeniden karşı saldırıya geçip 1889 yılında Sudan’ı kendi kontrolleri altına almayı başardı. Böylece görünüşte yeniden Mısır Hidivine bağlanan Sudan, gerçekte İngiltere tarafından yönetilmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı başlayınca Mısır’daki milliyetçiler Sudan’ın kendilerine bağlanmasını isteyince Londra hükümeti bunu reddetti. Olayların büyümesi ve İngiltere’nin Sudan valisinin suikastla öldürülmesi üzerine İngiltere 1924’te Mısır güçlerini Sudan’dan tamamen çıkardı. 1951 yılında İngiltere’nin Sudan’a ayrı bir bağımsızlık vereceği anlaşılınca, Mısır Kralı Faruk son bir hamle ile kendini Mısır ve Sudan’ın birleşik kralı ilan ettiyse de, durumda değişiklik olmamış ve Sudan 1956 yılında Mısır’dan ayrı bir devlet olarak bağımsız olmuştur. Bağımsızlık ilanından az önce ülkenin güney bölgelerinde başlayan isyan ve şiddet dalgası, bağımsızlıkla birlikte bölgesel bir iç savaşa dönüştü. Daha bağımsızlığın coşkusunu yaşayamayan ülke savaşın ağır yükü altına girdi. Bu iç savaş 2011 yılında ülkenin bölünmesine kadar sürecektir. Bağımsızlık sonrasında milliyetçi grupların yanı sıra, Mehdi hareketi en önemli siyasal güç olarak siyasette söz sahibi oldu. Bu durum bir yanda Arap milliyetçiliğine dayalı akımlar ile öbür yanda İslamcı muhafazakar partilerin mücadelesini başlattı. Üçüncü bir siyasal güç olarak Afrika kökenli gruplar mücadele veriyordu. Bu uzun vadeli bir iç çekişme ve istikrarsızlık sürecini besledi. İstikrarsız hükümetler dönemi boyunca, siyasal partiler Soğuk Savaş koşullarını ideolojik unsurlarını da kullanmıştı. Nihayetinde 1969 yılında sosyalist fikirleri ile Muhammed Nimeyri darbe ile iktidara gelerek tek parti yönetimi kurdu. Bir yanda ülkenin güneyindeki isyan sürerken, öbür yanda muhafazakar bir toplumda sosyalist politikaların oluşturduğu tepkisellik 1980’li yıllardan itibaren Müslüman Kardeşler hareketinin gücünü artırmasını ve nihayetinde 1989 yılında 163 164 Ortadoğu Tarihi askeri darbeyi getirdi. General Ömer el-Beşir liderliğindeki askerler, Müslüman Kardeşler hareketinin siyasi temsilcisi durumundaki Ulusal İslami Cephe ile işbirliği yaparak ülkede kapsamlı bir dönüşüm programı başlattı. Darbe ardından tüm siyasi partiler kapatıldı. Ülkeyi ekonomik ve siyasi anlamda Batı etkisinden kurtarma adına yeni bir program yürürlüğe konulsa da, işler çok da yolunda gitmedi. Sudan’a yönelik uluslar arası yaptırımlar ve şiddetini giderek artıran güneydeki iç savaş nedeniyle ülkede istenen istikrar gelmedi. Bölünme sonrası Sudan’daki gelişmeler için bkz: Güney Sudan Kriz Raporu (Serhat Orakçı), http://insamer.com/rsm/files/Guney-Sudan-Kriz-Raporu.pdf. 1990’lı yıllar güney Sudan ile barış konusunda bir takım adımlara sahne olduysa da, her hangi bir sonuç alınamadı ve ülke hızla bölünmeye doğru sürüklendi. Bunu tetikleyen bir gelişme de 2003 yılından itibaren ülkenin batısında Darfur krizinin patlak vermesiydi. Bölgedeki sosyoekonomik sorunlardan kaynaklı huzursuzluğa Afrikalı ve Arap aşiretlerden kaynaklı etnik boyut eklenince büyük bir iç çatışma patlak verdi. Dış müdahaleler nedeniyle çok boyutla hale gelen kriz çözümlenemeden, Güney Sudan 2011 yılında bağımsız bir devlet haline geldi. MAĞRİP BİRLİĞİ Asıl adı Arap Mağrip Birliği (Arab Maghreb Union) olan siyasal yapı, 17 Şubat 1989 yılında kurulmuştur. Merkezi Fas’ta bulunan Birliğin üyeleri Cezayir, Moritanya, Fas, Tunus ve Libya’dır. Soğuk Savaş’ın bitmeye başladığı bir dönemde kuzey Afrika’daki jeopolitik yakınlaşmanın bir sonucu olarak kurulan örgüt, kendi üyeleri arasında ekonomik işbirliğini önceleyip üçüncü aktörlere karşı tıpkı Avrupa Birliği’nde olduğu gibi ortak politikalar belirlemeyi hedeflemektedir. 1990 yılında imzalanan anlaşma ile, üye ülkeler arasında ekonomik, sosyal ve kültürel konuları kapsayan 30 farklı alanda işbirliği yapılması kararlaştırılmıştır. Birlik, üye ülkeler arasında serbest ticaret bölgelerinin kurulması, ortak bir gümrük tarifesine geçilmesi ve tüm malların serbestçe dolaştığı bir serbest Pazar kurulması gibi teknik adımları gerçekleştirmek için uğraşmaktadır. Ekonomi odaklı başlamış olsa da sonraki yıllarda örgütün ilgi alanı genişlemiş ve ikili siyasi sorunların tartışıldığı bir platform haline gelmiştir. Üye 5 ülkenin devlet başkanlarından oluşan bir konsey tarafından yönetilen birlik, her iki yılda bir toplanmakta ve başkanlık dönüşümlü biçimde sırayla yürütülmektedir. Birlik üye ülkelerin dışişleri bakanlarından oluşan bir konsey aracılığı ile teknik görüşmelerini yürütürken, yine üye ülkelerin ilgili bakanlarından oluşan çalışma komiteleri bulunmaktadır. Mağrip Birliği, 1990’lı yıllar boyunca Cezayir ile Fas arasındaki sınır anlaşmazlıkları ve Batı Sahra sorunundaki görüş ayrılıkları, Libya ile Moritanya arasındaki güvenlik sorunları ve daha birçok ikili kriz nedeniyle fazla bir etkinlik gösteremedi. Buna birde Libya’ya Batılı ülkelerce uygulanan ambargo konusunda ortak bir tutum belirlenememesi eklenince birlik sadece kağıt üzerinde kalan bir kuruma dönüştü. En üst karar organı devlet başkanlarından oluşan konsey olduğu göz önüne alındığında, üye ülke devlet başkanlarının birbirleriyle bir araya gelmekten kaçınması nedeniyle birçok karar alınamadı. Dolayısıyla ilk on yılında bu birliğin ciddi hiçbir etkin politikası oluşmadı. Ancak 2000’li yıllarla birlikte, gerek uluslar arası ve gerekse bölgesel konjonktürde yaşanan dönüşüm, bölgesel bir platform olarak 165 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri birliği işler hale getirdi. Bunda, yukarıda bahsi geçen ikili siyasi ihtilafların çözümlenmesinin rolü olduğu kadar, küresel siyasette önemi giderek artan bölgesel bloklaşma ihtiyacının ve teröre karşı işbirliğinin de rolü bulunmaktadır. Mağrip Yatırım Bankası, Balıkçılık Çalışma Grubu ve Göçmenlik Örgütü gibi üye ülkeleri doğrudan ilgilendiren birçok konuyla ilgili yan organların oluşturulması, birliğin işlerliğini artırmaktadır. Mağrip Birliği’nin kuruluşunu teşvik eden koşullar nelerdir? 7 166 Ortadoğu Tarihi Özet 1 2 Kuzey Afrika ülkelerinin modern dönem siyasi tarihini ve stratejik önemini anlayabilme XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı yönetimi altında bulunan Kuzey Afrika coğrafyasının XIX. yüzyıldan itibaren maruz kaldığı Avrupa etkisi ve sömürgecilik bölgenin modern dönem siyasi tarihine damgasını vurmuştur. Bu tarihte İngiltere; Mısır ve Sudan’ı kontrolü altına alırken, Fransızlar ise Tunus, Cezayir ve Fas’ı işgal etmiştir. İtalya ise sonradan bu sürece dahil olarak XX. Yüzyılın başında Libya’yı işgal etti. Bölgenin Avrupa kontrolüne geçmesi, siyasal, ekonomik ve toplumsal anlamda köklü dönüşümleri getirdi. Geleneksel toplum yapıları modernizmin etkisiyle çözülürken, ekonomik kaynaklar sömürüldüğünden günümüze kadar süren yapısal sorunlar ortaya çıkmıştır. Ancak bu işgaller, söz konusu coğrafyada farklı dinamiklerle şekillenen ulusal bağımsızlık mücadelelerinin doğuşuna neden olmuş ve günümüzdeki ulus devletler ortaya çıkmıştır. Bağımsızlık sonrası hızla kalkınmaya çalışan bölge ülkeleri, stratejik anlamda kendi ayakları üzerine dikilme mücadelesine devam etmektedir. Mağrip Birliği ve mevcut durumu Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya tarafından 1989 yılında kurulmuş olan birlik, başlangıçta kendisine oldukça iddialı hedefler koymuştu. Bunlar içinde tıpkı Avrupa entegrasyonunda olduğu gibi, parasal birlikten askeri bloklaşmaya kadar çok sayıda işbirliği alanı belirlendi. Ancak gerek ikili ilişkilerdeki sorunlar ve gerekse küresel siyasette yaşanan dalgalanmalar nedeniyle amaçladığı hedeflere ulaşma konusunda fazla bir yol alamamıştır. Günümüzde daha çok ekonomik ilişkiler ve bazı güvenlik konularında işbirliği ekseninde çalışmalarını sürdürmektedir. 3 Bölge jeopolitiği Kuzey Afrika coğrafyası, sahip olduğu yer altı zenginliklerine ilave olarak Avrupa ile Afrika katıları arasında adeta tampon bir bölge ve stratejik geçiş hattıdır. Bu konumu itibarıyla hem Avrupa etkisi ve hem de Afrika beklentilerinin buluştuğu bir kuşaktır. Bu konumu kuzey Afrika coğrafyasının kuzey-güney hattında gerek insan hareketliliği ve gerekse ticari ilişkilerde hayati bir rol oynamasını sağlamaktadır. Öte yandan doğu batı hattında Akdeniz kıyıları boyunca sahip olduğu limanlar bölgenin ticari hareketliliğini ve siyasal ilişkileri önemli hale getirmektedir. Afrika kıtasının kalanıyla karşılaştırılınca, Avrupa’ya yakınlık ve Akdeniz’deki güvenlik tartışmaları küresel siyasette etkili olmasına yardımcı olmaktadır. 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri 167 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Kuzey Afrika’da kurulan hanedanlıklardan biri değildir? a. İdrisiler b. Ağlebiler c. Fatimiler d. Kaçarlar e. Ziriler 6. İslam İşbirliği Teşkilatı hangi kuzey Afrika ülkesinde kurulmuştur? a. Mısır b. Sudan c. Fas d. Cezayir e. Libya 2. Mısır’da modern dönem siyasi sorunları göz önünde bulundurulunca aşağıdakilerden hangisi doğru ikilemedir? a. Nukraşi Paşa-Müslüman Kardeşler b. Kral Fuat-Baas Partisi c. Cemal Abdünnasır-Veft Partisi d. Hüsnü Mübarek-Kıptiler e. Enver Sedat-Filistinliler 7. Sudan ülkesi hangi tarihte Güney Sudan adı ile ayrılarak iki parçaya bölünmüştür? a. 1981 b. 2011 c. 1990 d. 1989 e. 2013 3. “Cemahiriye” sistemi kuzey Afrika’da hangi ülkede uygulanmıştır? a. Libya b. Tunus c. Mısır d. Fas e. Cezayir 4. Osmanlı döneminde Tunus hangi yönü ile önem kazanmıştır? a. Yer altı kaynakları b. Stratejik liman c. Tarımsal katkı d. Geniş topraklar e. Zengin asker gücü 5. Aşağıdakilerden hangisi Fransa’nın kuzey Afrika politikası hakkında söylenemez? a. Yerel kültürü yok etmeye çalışmıştır b. Bölgenin kalkınmasını sağlamıştır c. İşgal yönetimleri altında yüz binlerce kişi hayatını kaybetmiştir d. Bağımsızlığını kolayca kabul etmiştir e. 1830’de Cezayir’i işgal etmiştir 8. Hangisi Mağrip Birliği’nin amaçlarından değildir? a. Bölgesel entegrasyon b. Ekonomik birliktelik c. İkili sorunların çözümü d. Ortak askeri pakt e. Kültürel konularda işbirliği 9. Hangisi en yaygın Kuzey Afrika halkıdır? a. Kıptiler b. Nubalar c. Fulaniler d. Hausalar e. Berberiler 10. 2011 yılındaki Arap Baharı hangi kuzey Afrika ülkesinde başlamıştır? a. Mısır b. Libya c. Tunus d. Cezayir e. Fas 168 Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d 2. a 3. a 4. b 5. b 6. c 7. b 8. d 9. e 10. c Yanıtınız yanlış ise “İslam Tarihi İçinde Kuzey Afrika” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Mısır” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Libya” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Tunus” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Tunus” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Fas” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Sudan” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Mağrip Birliği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Giriş” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise “Tunus” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Kuzey Afrika coğrafyasının Emevi ve Abbasiler başta olmak üzere eski dönemlerde bölgede hüküm sürmüş olan imparatorlukların merkezi yönetiminden uzak bir konumda bulunması, kontrolünü güçleştirmekte ve yerel hanedanların kolaylıkla bağımsız veya yarı bağımsız yönetimler kurmasına yardımcı olmaktaydı. Sıra Sizde 2 1952 yılında darbeyle Mısır’da yönetimi ele geçiren Hür Subaylar içinde Cemal Abdünnasır, başlangıçta ikincil bir rolde bulunsa da, cunta içindeki anlaşmazlıkları fırsata dönüştürüp 1953’te kendi iktidarını kurmuştu. Bu dönemden itibaren başta İngiltere ve ABD olmak üzere Batılı sömürgeci güçlere karşı devrimci bir söylemi seslendirmeye başladı. 1956 yılına gelindiğinde Süveyş Kanalı’nı millileştirip İngiliz askerlerini bölgeden uzaklaştırınca İngiltere, Fransa ve İsrail’in ortak giriştiği saldırıya maruz kaldı. Adeta ikinci bir bağımsızlık savaşı haline dönüşen Süveyş Savaşı, Abdünnasır’ın kahramanlaşmasını sağladı. Sıra Sizde 3 Türkiye’nin Libya’nın bağımsızlığını kabul etmesi ardından başlayan ikili ilişkiler, özellikle petrolün bulunması sonrasında ekonomik anlamda büyük bir ivme kazandı. Ancak iki ülke ilişkilerinde en dikkat çeken unsur, Kıbrıs konusundaki yakınlaşmadır. Türkiye, yapmış olduğu 1974 yılındaki barış operasyonu ardından Batılı ülkelerin ambargosuna maruz bırakılmış ve ekonomik anlamda cezalandırılmıştı. Böylesi bir dönemde Libya, hem Kıbrıs hem de Türkiye’ye yardım yapmakla kalmamış, petrol fiyatlarının arttığı bir dönemde Türkiye’ye ucuz petrol vermiştir. Bu tarihten itibaren siyasi ilişkilerde inişli çıkışlı dönemler olmakla birlikte ekonomik ilişkilerde Türk inşaat firmalarının aldığı büyük ihaleler iki ülke ilişkilerinde temel unsur olarak öne çıktı. Sıra Sizde 4 Bağımsızlık sonrasında ilk Devlet Başkanı olan Habib Burgiba, ülkenin modernleşmesi adı altında yürüttüğü Batılılaşmacı siyaseti baskıcı yöntemlerle uygulamaya kalkışınca, toplumsal tepkiyle karşılaştı. Büyük bir kısmı yönetici elitten farklı olarak dini ve geleneksel değerlere bağlı olan Tunus’ta, ciddi bir siyasi ve sosyal direnç yaşandı. 1960 yılında Kayravan’daki protestolar şiddetle bastırılınca, kısa süre sonra bu kez 1968’te ülke genelinde protesto gösterileri patlak verdi. Tek parti sisteminin ağır yönetim biçimini uygulayarak otuz bir yıl iktidarda kalan Burgiba, bu süreç içerisinde gördüğü her türlü muhalefeti en sert şekilde bastırarak iktidarını korumaya çalışmıştır. Ülke geneline yayılan ekonomik sorunlardan kaynaklı 1984’te yeni bir isyan hareketi ortaya çıkmıştı. Sıra Sizde 5 Cezayir’de Soğuk Savaş’ın bitişi ile birlikte çok partili yaşama geçildi. İlk demokratik seçimler 1990 yılında yapılırken, halkın önceki dönemde ülkeyi yönetmiş sosyalist ve seküler partilere duyduğu tepki, İslamcı görüşleri ile öne plana çıkan İslami Kurtuluş Cephesi’nin (FIS) çoğunluk belediyeleri kazanması ile sonuçlandı. Aralık 1991 tarihinde yapılan parlamento seçimlerini de aynı partinin kazanması üzerine ordu seçimleri iptal ederek yönetime el koydu. Başta Parti Başkanı Abbas Medeni olmak üzere tüm FIS liderleri tutuklanırken, ülke kanlı bir iç savaşa sürüklendi. 1992 yılından itibaren başlayan iç savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. Sıra Sizde 6 İkinci Dünya Savaşı’na kadar Fransa’nın işgalinde bulunan Fas, 1940’lardan sonra Paris yönetiminin gücü- 6. Ünite - Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri 169 Yararlanılan Kaynaklar nü kaybetmesiyle birlikte bağımsızlık sürecini hızlandırdı. Bağımsızlık yanlısı İstiklal Partisi, 1944 yılında işgalcilerin ülkeyi terk etmeleri konusunda ültimatom mahiyetinde talepleri dillendirip kitlesel bir başkaldırının işareti verildi. Fransızlar İstiklal Partisi ileri gelenlerini tutuklayıp, kontrolü sağlamaya çalışsa da Kral IV. Muhammed’in de Fransızlara karşı tavır alması işleri çıkmaza sürükledi. Fransızlar çözümü, kralı da sürgüne göndermekte bulduysa da, yeni atanan kralın halk tarafından kabul edilmemesi ve olayların büyümesi üzerine 1956 yılında Fas’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. İspanyollar da kuzeyde işgal altında tutukları bölgelerin bir bölümünden çekilince ülke bugünkü sınırlarında bağımsız hale gelmiş oldu. IV. Muhammed’in sultanlık yetkilerinden vazgeçerek 1958 yılında sınırlı monarşiyi kabul etmesi üzerine yeni anayasal hazırlıklar yapıldı ve 1962 yılında bugün de sürmekte olan parlamenter sisteme geçildi. Sıra Sizde 7 1990 yılında Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sosyalist bloğun çökmesi ile birlikte Kuzey Afrika ülkeleri, kendi aralarında yakınlaşma ihtiyacı hissetmişti. Küresel sistemde yaşanan bölgesel bloklaşma eğilimi, dünyanın bu bölgesindeki ülkelerin de kendi aralarında daha fazla dayanışma ihtiyacını tetiklemişti. Böylesi bir dönemde kuzey Afrika’daki jeopolitik yakınlaşmanın bir sonucu olarak 1989 yılında kurulan örgüt, kendi üyeleri arasında ekonomik işbirliğini önceleyip üçüncü aktörlere karşı tıpkı Avrupa Birliği’nde olduğu gibi ortak politikalar belirlemeyi hedeflemiştir. Ahmida, Ali Abdullatif, (1994). The Making of Modern Libya: State Formation, Colonization, and Resistance, 1830-1932. State University of New York Press Connelly, Matthew, (2002). A Diplomatic Revolution Algeria’s Fight for Independence and the Origins of the Post-Cold War Era, Oxford University Press. Cook, Steven, (2012). Struggle for Egypt From Nasser to Tahrir Square, Oxford University Press. Goldschmith, Arthur, (2008). A Brief History of Egypt, New York. Hourani, Albert, (2016). Arap Halkları Tarihi, (çev. Yavuz Alogan), İstanbul. Kurşun, Zekeriya, (2013). Afrika’nın Asil Göçerleri: Tuaregler, İstanbul. Lapidus, Ira, (1997). İslam Toplumları Tarihi, İstanbul. Levtzion, Nehemia (ed.), (2000). The History of Islam in Africa, Ohio University Press. McDougall, James, (2003). Nation, Society and Culture in North Africa, London. McKenna, Amy, (2011). The History of Northern Africa, New York. Murpy, Emma, (1999). Economik and Political Change in Tunisia, London. Naylor, Philip, (2000). France and Algeria, A History of Decolonization and Transformation, University Press of Florida. Park, Thomas (vd.), (2005). Historical Dictionary of Morocco, The Scarecrow Press, Oxford. Petry, Carl, (1998). The Cambridge History of Egypt, Cambridge University Press. Ronal Bruce John, (2006) Historical Dictionary of Libya, Oxford. Sönmez, Zümrüt, (2016). Tunus, Devrimi Anlamak, İstanbul. Weitsman, Bruce, M. (2011). The Berber Identity Movement and the Challenge to North African States, University of Texas. Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 6: Kuzey Afrika (Mağrip) Ülkeleri Giriş 1. Kuzey Afrika ülkelerinin en kalabalık yerleşim yerleri nereleridir? Cevap: Akdeniz boyunca uzanan kıya şehirleri ve Nil nehrinin havzası kuzey Afrika ülkelerinin en kalabalık yerleşim yerleridir. 2. Kuzey Afrika’nın ilk yerlileri kimlerdir? Cevap: Berberiler Kuzey Afrika’nın ilk yerlileri olarak nitelendirilir. 3. Mısır ve Libya hangi dönemde İslama katılmışlardır? Cevap: Halife Ömer döneminde Mısır ve Libya İslam’a katılmışlardır. 4. Cezayir ve Fas kimin döneminde fetedilmiştir? Cevap: Osman bin Afvan döneminde de Cezayir ve Fas’ın fethi tamamlanmıştır. 5. Tüm kuzey Afrika’nın askeri anlamda fethi ne zaman tamamlanmıştır? Cevap: VIII. Yüzyılın başlarında tüm kuzey Afrika’nın askeri anlamda fethi tamamlanmıştır. 6. Cezayir, Libya ve Tunus Osmanlıya ne zaman bağlandı? Cevap: 1512’de Cezayir, 1551’de Libya, 1574’te Tunus, istikrarlı biryayılma siyaseti sayesinde Osmanlıya bağlandı. 7. Kuzey Afrika ülkeleri bağımsızlıklarını ne zaman kazanmışlardır? Cevap: Tüm Kuzey Afrika ülkeleri II. Dünya Savaşından sonra bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Mısır 8. Afrika’nın ikinci en kalabalık ülkesi neresidir? Cevap: Mısır Nijerya’dan sonra Afrika’nın en kalabalık ülkesidir. 9. Mısır nüfüsu ne kadardır? Cevap: 2017 rakamlarna göre Mısırın yaklaşık 90 milyon nüfusa sahip olduğu bilinmektedir? 10. Ülkedeki nufüs içerisinde müslüman ve hıristiyan oranı nasıldır? Cevap: Mısır’ın %90’ı Müslüman’dır. Ülkede yaklaşık %10’luk bir Hıristiyan azınlık (Kıptiler) yaşamaktadır. Libya 11. Ülkenin başlıca gelir kaynağı nedir? Cevap: Ülke genelinde göçebe çobanlık başlıca gelir kaynağı haline gelmiştir. 12. Ülke gelirlerinin büyük bir bölümü neye dayanmaktadır? Cevap: Ülke gelirlerinin %94’lük bölümü petrol ihracatından elde edilen gelirlere dayanmaktadır. 13. Ülkede petrol kaç yılında bulunmuştur? Cevap: Ülkede 1959 yılında petrolün bulunmuştur. Tunus 14. Ülkede nüfusun yerleşim yerlerine göre oranı nedir? Cevap: Nüfusun %63’ü şehirlerde, %37’si kırsal kesimde yaşamaktadır. 15. Kuzey Afrika’nın en küçük ülkesi nerresidir? Cevap: Kuzey Afrika’nın en küçük ülkesi Tunustur. Cezayir 16. Cezayirde ilk demokratik seçimler kaç yılında yapılmıştır? Cevap: Cezayirde ilk demokratik seçimler 1990 yılında yapılmıştır. Fas 17. Ülkede yaşanan toplulukların nüfusa oranı nasıldır? Cevap: Ülke nüfusunun %55’ini Araplar kalanların büyük bölümünü farklı Berberi topluluklar oluşturmaktadır. Sudan 18. Ülke nüfusunun içerisinde müslüman ve Hıristiyan oranı nasıldır? Cevap: Ülke nüfusunun %80’i Müslüman, %10’u Hıristiyan ve %10’u dayerel din mensuplarıdır. Mağrip Birliği 19. Arap Mağrip Birliği ne zaman kurulmuştur? Cevap: Asıl adı Arap Mağrip Birliği (Arab Maghreb Union) olan siyasal yapı, 17 Şubat 1989 yılında kurulmuştur. 20. Arap Mağrip Birliğinin merkezi neresidir? Cevap: Arap Mağrip Birliğinin merkezi Fas’ta bulunmaktadır. TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 6 - Alıştırma Soruları 1 ) Mısır hangi tarihte ve kim tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır? A ) Yavuz Sultan Selim- 1517 B ) Fatih Sultan Mehmed- 1615 C ) Kanuni Sultan Süleyman-1550 D ) Yıldırım Bayezid- 1750 E ) II. Abdülhamid- 1880 Çözüm : Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Osmanlı topraklarına katıldı. Doğru cevap A şıkkıdır. 2 ) Aşağıdakilerden hangisi Libya lideri Kaddafi'nin ilk cildini 1976 yılında, ikincisini de 1980’de bastığı kitabın adıdır? A ) Yeşil Sermaye B ) Yeşil Kitap C ) Cemahiriye D ) Kara Kitap E ) Müslüman Kardeşler Çözüm : Kaddafi islam, sosyalizm ve Arap milliyetçiliğinin karışımından oluşan yeni bir felsefe geliştirip, ilk cildini 1976 yılında, ikincisini de 1980’de bastığı “Yeşil Kitap” adıyla yayınladı. Doğru cevap B şıkkıdır. 3) Aşağıdaki verilen ülkelerden hangisi 1147 yılında Kuzey Afrika'da kurularak batıda Fas, doğuda ise Bingazi kentine kadar uzanan geniş coğrafyaya hüküm sürmüş ve 1220'li yıllardan itibaren parçalanarak dağılmıştır? A ) Murabıtlar B ) Muvahhitler C ) Harzemşahlar D ) Eyyübiler E ) Memlükler Çözüm : Yerel Berberi hanedanlıklarca 1062 yılından itibaren kurulan Murabıtlar devleti, özellikle kuzey batı Afrika merkezli olarak uzun yıllar bölgeye hükmetti. 1147 yılında Murabıtlara karşı mücadelede başarılı olan başka bir Berberi hanedanlık devleti olan Muvahhitler devleti batıda Fas, doğuda ise Bingazi kentine kadar uzanan geniş coğrafyaya hüküm sürdü. Bölgenin en parlak dönemlerine şahitlik eden Muvahhitler dönemi, 1220’li yıllardan itibaren kademeli olarak merkezi otoriteyi yitirip yerini küçük hanedan devletçiklerine bıraktı. Doğru cevap B şıkkıdır. 4) Aşağıdaki Kuzey Afrika ülkelerinin hangisinde henüz Osmanlı yönetimindeyken 1911 yılında İtalyanların bölgeye saldırmasıyla Trablusgarp Savaşı gerçekleşmiştir? A ) Cezayir B ) Tunus C ) Fas D ) Mısır E ) Libya Çözüm : Bölgedeki Türk idaresi, yerel bir başkaldırı ya da hoşnutsuzluktan değil, İtalyan 1911 yılında başlayan işgali nedeniyle sona erecekti. Ancak İtalyanların bölgeye yerleşmesi kolay olmadı. Önce Enver Paşa ve Mustafa Kemal’in iştirak edeceği çetin savaşlar (Trablusgarp Savaşı) yaşandı. Ayrıca Osmanlı desteği ile ayaklanan yerel halk, bir yıl boyunca işgale karşı kararlı bir direniş sergiledi. Bununla beraber Osmanlı yönetimi, 1912 yılında yapılan Uşi (Oushy) anlaşması ile bölgenin yönetimini İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı. İtalyanların işgali kuzeydeki kıyı şeridi boyunca başlamış olsa da, kısa bir süre sonra güneye ilerleyerek bugünkü Libya’nın sınırlarını oluşturacak şekilde çöl arazileri de içine alarak genişledi. Doğru cevap E şıkkıdır. 5 ) Mağrip Birliği'nin merkezi hangi ülkede bulunmaktadır? A ) Fas B ) Cezayir C ) Tunus D ) Mısır E ) Türkiye Çözüm : Mağrip Birliği'nin merkezi Fas'ta bulunmaktadır. Doğru cevap A şıkkıdır. 6) I. Sahip olduğu yer altı zenginlikleri II. Avrupa ile Afrika kıtaları arasında adeta tampon bir bölge ve stratejik geçiş hattı olması III. Akdeniz kıyıları boyunca sahip olduğu limanlar Yukarıdakilerden hangisi veya hangileri Kuzey Afrika ülkelerinin sahip olduğu jeopolitik özelliklerdendir? A ) Yalnız II B ) Yalnız III C ) I ve III D ) II ve III E ) I, II ve III Çözüm : Kuzey Afrika coğrafyası, sahip olduğu yer altı zenginliklerine ilave olarak Avrupa ile Afrika kıtaları arasında adeta tampon bir bölge ve stratejik geçiş hattıdır. Bu konumu itibarıyla hem Avrupa etkisi ve hem de Afrika beklentilerinin buluştuğu bir kuşaktır. Bu konumu kuzey Afrika coğrafyasının kuzey-güney hattında gerek insan hareketliliği ve gerekse ticari ilişkilerde hayati bir rol oynamasını sağlamaktadır. Doğru cevap E şıkkıdır. 7) Libya'nın 1990lı yıllar boyunca ekonomik ambargo ve siyasal yaptırımlarla karşılaşmasının asıl nedenidir? A ) Kaddafi'nin Arap milliyetçiliği hayranlığı B ) Afrika'daki silahlanmaya ekonomik olarak yardım etmesi C ) Kaddafini'nin Batı karşıtlığı D ) Lockerbei Olayından sorumlu tutulması ve soruşturulmayı reddetmesi E ) Türkiye ile ekonomik ve siyasi ilişkileri Çözüm : 1988 yılında bir Amerikan yolcu uçağının İskoçya üzerindeyken düşürülmesi (Lockerbei olayı) ve 259 kişinin ölümünden Libya sorumlu tutuldu. Libya yönetimi suçlamaları reddedip soruşturma konusunda işbirliğini kabul etmeyince 1993 yılından itibaren ekonomik ambargo başladı. Bu nedenle ülke, 1990’lı yıllar boyunca bir yandan ağır yaptırımlar öte yandan siyasal izolasyonla baş etmek zorunda kaldı. Doğru cevap D'dir. Doğru cevap D şıkkıdır. 8 ) Osmanlı İmparatorluğu'nun Hilafeti elinden aldığı Memlukler hangi kuzey Afrika ülkesinde hüküm sürmüştür? A ) Fas B ) Tunus C ) Cezayir D ) Mısır E ) Libya Çözüm : Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Osmanlı topraklarına katıldı. Bu fetih, sadece Memluk ülkesini tarih sahnesinden silmekle kalmamış, aynı zamanda kutsal emanetlerle somutlaşan hilafet makamının da Türklere geçmesini sağlamıştır. Bu dönemde Mısır’a özel bir önem veren Osmanlı yönetimi, bölgeye “Beylerbeyi” olarak daima vezir payesinde görevliler tayin etmiştir Doğru cevap D şıkkıdır. 9 ) Aşağıdaki ülkelerden hangisi Mağrib Birliği üyesi değildir? A ) Moritanya B ) Mısır C ) Tunus D ) Fas E ) Cezayir Çözüm : Asıl adı Arap Mağrip Birliği (Arab Maghreb Union) olan siyasal yapı, 17 Şubat 1989 yılında kurulmuştur. Merkezi Fas’ta bulunan Birliğin üyeleri Cezayir, Moritanya, Fas, Tunus ve Libya’dır. Soğuk Savaş’ın bitmeye başladığı bir dönemde kuzey Afrika’daki jeopolitik yakınlaşmanın bir sonucu olarak kurulan örgüt, kendi üyeleri arasında ekonomik işbirliğini önceleyip üçüncü aktörlere karşı tıpkı Avrupa Birliği’nde olduğu gibi ortak politikalar belirlemeyi hedeflemektedir. 1990 yılında imzalanan anlaşma ile, üye ülkeler arasında ekonomik, sosyal ve kültürel konuları kapsayan 30 farklı alanda işbirliği yapılması kararlaştırılmıştır. Bu nedenle doğru yanıt B'dir. Doğru cevap B şıkkıdır. 10 ) Kavalalılar Dönemi sonrasında Mısır aşağıdaki Avrupa ülkelerinden hangisi tarafından işgal edilmiştir? A ) Fransa B ) Almanya C ) İtalya D ) İngiltere E ) Hollanda Çözüm : Mehmet Ali Paşa’dan sonra aynı performansı gösteremeyen hanedan yöneticileri, aşırı borçlanma yoluna gitti ve dış müdahalelere maruz kaldı. Askeri ve ekonomik anlamda gerilemeyi durduramadılar. 1869 yılında açılan ve bölgeye yeni bir stratejik önem kazandıran, ekonomisini değiştiren Süveyş kanalının idaresini ve hisselerini elden çıkarmak zorunda kaldılar. Ortaya çıkan karmaşa ve Urabi Paşa isyanı denilen iç ihtilalleri bahane eden İngiltere zaten ekonomik olarak ele geçirdiği Mısır’ı 1882 yılında işgal etti. Doğru cevap D şıkkıdır. 7 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 7: İran İran’ın Etnik ve Dini Yapısı Coğrafya 1 milyon 650 bin km2 yüzölçümüne sahip olan İran’ın 2013 yılı verilerine göre 76.807.000 nüfusu vardır. Bu sayı, dünya nüfusunun %1,08’ine tekabül etmektedir. Etnik ve Dini Yapı Tarihi göç yolları üzerinde bulunan ve pek çok büyük devlet ve medeniyete ev sahipliği yapan İran’ın etnik ve dini yapısı oldukça kozmopolittir. İran Kökenli (İrani) Topluluklar İran kökenli topluluklar şunlardır: • • • • • • • • • • • • • Farslar, Tatlar, Mazenderaniler, Gilekler, Talışlar, Lekler, Kürtler, Lurlar, Larlar, Sistanlılar, Beluciler, Tacikler, Afganlar veya Peştunlar. İran Türkleri Fars kökenlilerden sonra 20 milyona yaklaşan (%20’den fazla) nüfuslarıyla ülkenin ikinci büyük etnik gurubunu oluştururlar. İran Türkleri; • • Kaşkay Türkleri, Halaçlar ve Türkmenlerden oluşurlar. Sami Kökenli Halklar Araplar. Bir milyon civarındaki Şii Arap, ülkenin Irak’a komşu batı ve güneybatı kesimlerinde, Huzistan ve Buşehr taraflarında yaşamaktadır. Asuriler. Hristiyan olup, İran’daki varlıkları eskiye dayanır. Yahudiler. Bugün dil ve kimliklerini büyük oranda kaybetmiş olan İranli Museviler genellikle Farsça ve Türkçe konuşurlar. Aramiler. Ülkede kaybolan etnik gruplar arasında yer almaktadır. Hintli ve Hint-Avrupa Kökenli Halklar Ülkede çok az sayıda; • • • • Çingene, Brahoiler, Hintliler ve Urdulular da vardır. İran’da Kurulan Devlet ve Medeniyetler İslam Öncesi Dönemdeki Devlet ve Medeniyetler İran coğrafyası, stratejik ve coğrafi konumu sebebiyle tarihteki önemli devlet ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bunlardan ilki, sınırlarını Kızılırmak’a kadar genişleten Med İmparatorluğudur. İran’da İslam-Arap, Türk ve Moğol Egemenlikleri (7-15. Yüzyıllar) 7. Yüzyılda Müslüman Arap egemenliğine giren İran, Hz. Ömer zamanında zapt edilerek İran’da İslam dönemi başladı. 8. Yüzyıldan itibaren Müslümanlığa girmeye başlayan Türkler, İranlılarla yakın ilişkiler içine girdiler. İran Gazneliler döneminde Türk yönetimine komşu oldu. 11. Yüzyılda ise Selçuklular İran’a hakim oldu. Safeviler Dönemi (1501-1722) ve Afşar Hanedanı 15. yüzyılın sonlarında, Azerbaycan’ın Erdebil bölgesini egemenliğinde bulunduran Safeviler’den Şah İsmail, Türkmen oymaklarının da desteğiyle Tebriz’e girdi ve İran Şahı oldu. Afganlı Kandahar Emiri Mir Mahmut, başkent İsfahan’ı zapt ederek 1722’de Safevi hanedanlığına son verdi. Afşar hanedanının kurucusu Nadir Şah, Horasan ve İran’ı ilan ederek kendini şah ilan etti. 1747’de öldürülmesinden sonra İran’a hakim olan Lur asıllı Kerim Han Zend ülkede birliği tekrar sağladı ve Şiraz’ı başkent yaptı. Kaçarlar Dönemi Kaçarlar, Türkçe konuşan ve zamanla İranlılaşmış bir Türkmen aşiretler topluluğudur. Kaçarların liderlerinden Ağa Muhammed Şah Kaçarları birleştirerek Kaçar hanedanını kurdu. Kaçar ordusunun en önemli kısmını, çoğunlukla Türklerin oluşturduğu aşiret kuvvetleri oluşturuyordu. Nizam-i Cedit benzeri yeni bir ordu kuran Kaçarlar, batılı danışman, subay ve mühendisler vasıtasıyla orduyu modernleştirme çabalarına rağmen güçlü bir ordu kuramadılar. Osmanlı Devleti’yle İran arasında daimi diplomatik temsilcilikler, 19. Yüzyılın ortalarında kurulmuştu. Nasıreddin Şah Dönemi (1848-1896): Yenileşme ve Avrupa Bağımlılığı Muhammed Şah’ın ölümüyle yerine oğlu Nasıreddin Şah geçti. Saltanatının ilk yıllarında etkisini arttıran dini ve sosyal bir hareket olan Babilik ile mücadele edildi. Kaçarlar döneminde; • • • • • • Şiir ve edebiyatta, Felsefe, Tarih, Din ve Siyasi düşünceye dair eserlerin yazılmasında ve Ayrıca dini-sivil mimaride önemli gelişmeler oldu. Osmanlı’nın Tanzimat yeniliklerinden etkilenen İranlı aydınlar ve devlet adamları, 20. yüzyılın son çeyreğinde de Osmanlı’daki fikir akımlarından etkilendiler. İran’da Meşrutiyet Deneyimi (1906-1911) Nasıreddin Şah’ın öldürülmesi üzerine oğlu Muzaffereddin Şah Kaçar tahtına geçti. Muzaffereddin Şah döneminin en önemli gelişmelerinden biri Meşrutiyet’in ilan edilmesidir. 19. yüzyıl sonlarında artan Batı nüfuzuna paralel olarak Batı kaynaklı fikirlerin ülkeye girmesi, siyasi ve toplumsal hayatı derinden etkileyerek Meşrutiyet Devrimi’ni de tetikledi. İran’da Şii ulemadan bir kısmıyla işbirliği içinde olan tacirler, 1906-1911 Meşrutiyet hareketinde, şehirli kitlenin harekete geçirilmesinde etkili oldu. Bu bakımdan, esnaf ve zanaatkârlardan oluşan şehirli halk kitlesi de İran Meşrutiyet devriminin başarıya ulaşmasında önemli rol oynadı. Ocak 1907’de Muzaffereddin Şah’ın yerine geçen ve yeni anayasayla bazı yetkilerini kaybettiğini gören Muhammed Ali Şah, meclise ve meşrutiyete iyi gözle bakmıyordu. Mecliste önerilen siyasi değişikliklerden hoşnut olmayan ulema da Şahın yanında yer alarak tekrar eski rejimi savunmaya başlamıştır. Osmanlı ve İran Meşrutiyeti Arasındaki İlişkiler Osmanlı ve İran reformcuları ve aydınları arasında Tanzimat dönemiyle başlayan etkileşim, 1890’ların başından itibaren tekrar canlanmıştı. İttihatçılar, İranlı Meşrutiyetçiler için iyi bir modeldi. İttihatçılar, Bağdat ve Irak’taki Şii kentler Necef ve Kerbela üzerinden İran’daki Meşrutiyet yanlısı ihtilalcileri destekledi. İran Meşrutiyeti’nin Sonu Karşıdevrim sonrasında meydana gelen iç savaşta üstün gelen Meşrutiyetçiler, İran Meclisini tekrar açmayı başarmışlardı. I. Dünya Savaşı arifesinde İran, Ahmed Şah’ın ve Başbakan el-Mamelek’in son derece güçsüz yönetimi altında bulunuyordu. İran, tarafsızlığını ilan etmesine rağmen I. Dünya Savaşı’nda Rusya, İngiltere ve Osmanlı Devleti’nin savaş, çekişme ve nüfuz alanı oldu. Pehleviler Döneminde İran (1926-1979) Başarısızlıkla sonuçlanan Meşrutiyet deneyimi sonrasında gittikçe artan siyasi, ekonomik ve sosyal bunalımlarla I.Dünya Savaşı’nın da eklenmesiyle İran, merkezi otoritesiyle birlikte devlet olma özelliğini de kaybetti. Rıza Şah Dönemi (1926-1941) Kaçarlar devrinde İran’ın geleneksel yapısı değişmeye başlamıştı. Pehleviler’in modernleşme ve Batılılaşma politikalarıyla daha da keskin değişimler yaşandı. Rıza Şah ciddi bir hazırlık ve düşünceden yoksun olarak köklü reformlara girişti. Rıza Şah döneminde; • • • • Hukuk, eğitim ve kültürü Batılılaştırıp laikleştirildi, Kamu hizmetleri Batı tarzında düzenledi, Ceza hukuku (1926) ile medeni hukuk (1928) yürürlüğe kondu ve 1928’de yeni kıyafet yasası kabul edildi. Otokratik bir yönetimin benimsendiği bu dönemde siyasi partiler, sendikalar ve basın kontrol altına alındı ve meclis yalnızca bir onay makamı haline getirildi. Halkın siyasi, hukuki, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatına doğrudan müdahale edildi; Şahlığı döneminde geniş topraklara sahip olan Rıza Pehlevi, bir yandan da İran’ın en zengin adamı oldu. Şah Rıza dönemi Türkiye-İran ilişkileri dostluk ve işbirliğine giden bir seyir takip etti. Nisan 1926’da iki taraf arasında saldırmazlık, güvenlik ve işbirliği ile iki ülke sınırlarındaki aşiretlerin çıkardığı sorunların önlenmesine dair bir antlaşma imzalandı. Muhammed Rıza Şah Dönemi (1944-1979) Ağustos 1941’de ülkeyi işgal eden İngiltere ve Sovyet Rusya, Rıza Şah’ı baskıyla devirerek Güney Afrika’ya sürgüne gönderdiler. Sürgündeki Şah 1944’te ölünce, işgalci devletlerin de onayıyla yerine oğlu Muhammed Rıza Şah geçti. Muhammed Rıza Şah 35 yıllık uzun iktidarının ilk yıllarında Âyetullah Kâflâni’nin liderliğindeki Fedâiyyan-i İslâm’ın muhalefetiyle karşılaştı. Ülkede çatışma ve gerilimin arttığı bir sırada, hanedana ait toprakların topraksız köylülere dağıtılmasını isteyen Şahın girişimi, bir Fedaiyyân-i İslâm mensubunun Başbakan Rezmârâ’yı öldürmesiyle akim kaldı. Bu olayla birlikte çıkan isyan ve karmaşa sonrasında Muhammed Musaddık başbakanlığa atandı. İngiliz-İran Petrol şirketi işlettiği İran petrolleri, Musaddık hükümeti ve meclis tarafından millileştirildi. İngiltere Başbakanı Churchill, ABD’yi İran’da darbe yapması için ikna etmişti. İki ülke istihbaratlarının ortaklaşa düzenlediği bir darbe sonucunda Musaddık, 13 Ağustos 1953’te Şah tarafından azledilerek görevinden uzaklaştırıldı. Beyaz Devrime Karşı İslam Devrimi Muhammed Rıza Şah’ın uzun süren iktidarının ilk on yılı, yukarıda belirtildiği üzere dış müdahaleler, çalkantı ve iktidar mücadelesiyle geçmiş; Musaddık’a düzenlenen petrol darbesiyle artık otoriter yönetimi önünde büyük bir engel de kalmamıştı. Şah yönetimi, ABD ve Avrupa’yla ilişkilerine büyük önem vererek hem onların bölgede jandarmalığını yaptı, hem de Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerle yakınlaşma ve iktisadi işbirliklerine girişti. Halkla kopuk olan iletişimini güçlendirmek isteyen Şah, Beyaz Devrimin bir parçası olarak, ulema, aşiret reisleri ve toprak ağaları gibi yerel güç odaklarını etkisizleştirmek istedi. Sosyal ve ekonomik kalkınmayı hedefleyen Beyaz Devrim başarısız oldu. Ülkede gittikçe bozulan gelir dağılım da önemli bir sorun haline gelmişti. Şahın, Beyaz Devrim reformlarının yanı sıra şahsi savurganlığı halk arasında büyük tepki çekmekteydi. Toplumdaki genel umutsuzluk ve öfke hali ulemayı da etkiledi. 1977 yazına gelindiğinde, Tahran’ın kenar mahallelerinde yaşadıkları gecekonduların yıkılacak olması nedeniyle, Şah diktatörlüğüne karşı öğrencilerin de katıldığı protestolar gerçekleşti. Ocak 1979’da Milli Cephe’nin eski yöneticilerinden Şahbur Bahtiyar’ı başbakanlığa getirdi. Bu hükümet, İran Gizli Servisi’ni dağıtmaya, Güney Afrika ve İsrail’e yapılan petrol satışını durdurmaya ve Filistin davasına sahip çıkmaya çalıştıysa da protestolar sürdü. Bu süreçte, rejime muhalif olan bütün guruplar Humeyni’yi destekliyordu. İran İslam Cumhuriyeti (1979-2013) 15 Ocak 1979’da Şahın ülkeden kaçması ve 1 Şubat’ta da sürgünde bulunduğu Fransa’dan gelen Humeyni’nin Tahran’da milyonlarca kişinin katılımıyla görkemli bir şekilde karşılanması, İran’da yeni bir devrin başladığının habercisiydi. Mart 1979 referandumu neticesinde İslami hükümetle birlikte cumhuriyet kuruldu. Liberal siyasi kurumları içermekle beraber teokratik bir devleti öngören yeni anayasa, Aralık 1979’daki referandumla kabul edilerek yürürlüğe girdi. Yeni rejimde ordu, radyo-televizyon ve basın kontrol altına alındı; sol hareketler engellendi. Devrim sürecinde etkili olan işçi ve sendika eylemlerini dikkate alan yeni rejim, 26 Şubat’ta petrolün; 16 Haziran’da da sanayinin tamamen millileştirilmesini sağlayan kararları aldı. Ülke, sosyal ve ekonomik açılardan önemli gelişmeler gösterdi. Kaçarlar ve Pehleviler zamanında ezilen çiftçiler ve işçiler desteklenerek fakir halk için vakıflar kuruldu ve böylece bu kesimlerin yeni rejime destek vermesi sağlandı. Beni Sadr Dönemi (1980-1981) Ocak 1980’de Humeyni’nin desteğiyle Devlet Başkanı olarak seçilen Ebu’l-Hasan Beni Sadr, bir tarım reformuna girişti. Ali Hamaney Dönemi (1981-1988) Ekim 1981’de Ali Hamaney cumhurbaşkanı seçildi. Bu döneme İran-Irak savaşı damgasını vurdu. Savaşın başlamasıyla birlikte yeni rejim sıkıyönetim özellikler gösteren bir rejimi benimsedi. İran-Irak Savaşı Nüfusunun yarıdan fazlasının Şii olması sebebiyle kendisine bir tehdit olarak gördüğü yeni İran rejiminin Irak’a yayılacağı endişesi Irak-İran savaşanın ana nedenlerinden birini oluşturmaktadır. 6 Ağustos 1988’de imzalanan ateşkes antlaşmasıyla sona eren 8 yıllık savaş, iki taraf için de büyük ekonomik ve askeri kayıplara ve bu arada bir milyona yakın insanın ölümüne sebep oldu. Haşimi Rafsancani Dönemi (1989-1997) Meclis Başkanı ve başkomutan olan Rafsancani, 28 Temmuz 1989’da yüksek oy oranıyla cumhurbaşkanı seçildi. Rafsancani’nin iki dönem devam eden cumhurbaşkanlığı sırasında yaşanan ekonomik daralma ve dişer sorunlar, artan reform talepleriyle birlikte Muhammed Hatemi’yi 1997’de iktidara getirdi. Muhammed Hatemi Dönemi (1997-2005) Toplumdaki hoşnutsuzluk devam ettiği için 1997’de yapılan seçimlerde Rafsancani oyların sadece %25’ini alabildi; Hatemi ise %69 oyla değişimi isteyenler tarafından cumhurbaşkanı seçildi. 2003 yılından itibaren İran’ın nükleer programı konusunda ABD ve Batılı ülkelerle yaşanan gerginlik giderek artmaya başladı. Muhmud Ahmedinejad Dönemi (2005-2013) İran’da 2005 yılında yapılan seçimi muhafazakârlar kazandı. Ahmedinejad bir taraftan tutucu Şii kesimin ekonomik ve siyasi olarak güçlenmesini desteklerken diğer taraftan bir zamanlar kendisinin de mensubu olduğu Devrim Muhafızları’nı güçlendirmeye çalıştı. 14 Haziran 2013’te yapılan seçimlerde cumhurbaşkanlığını reformcuların adayı Hasan Ruhani kazandı ve böylece İran’da Hatemi dönemindeki gibi ılımlı sinyaller veren yeni bir dönem başlamış oldu. İran İRAN’IN ETNİK VE DİNİ YAPISI Coğrafya 1 milyon 650 bin km2 yüzölçüme sahip olan İran’ın 2013 yılı verilerine göre 76.807.000 nüfusu vardır. Bu sayı, dünya nüfusunun % 1,08’ine tekabül etmektedir. Ülke 1950’li yıllardan itibaren % 2,5 gibi yüksek seviyede bir nüfus artışı göstermiştir. Halkın % 67’si, toprakların üçte birini oluşturan kuzeybatı bölgelerinde yaşar. Resmi dili Farsça olan ülkenin başkenti Tahran olup, kuzeyinde Azerbaycan, Ermenistan, Hazar Denizi ve Türkmenistan; batısında Irak ve Türkiye; doğusunda Pakistan ve Afganistan; güneyinde ise Basra Körfezi ve Umman Denizi yer alır. Önemli şehirleri Tahran, Tebriz, Meşhed, İsfahan, Hemedan, Kum ve Şiraz’dır. Ülkenin orta kesimlerinde yer yer çöl özellikleri gösteren bölgeler dışında oldukça dağlık coğrafyası ve sıcak-karasal bir iklimi vardır. Ekonomisi büyük oranda petrol ve doğalgaz üretimi ve ihracına dayanır. 1979 İslam devriminden sonra uygulanan ambargolar ve artan petrol gelirinin sanayi yatırımlarına harcanması, İran’ın sanayi, tarım ve hayvancılık alanlarında da gelişmesini sağlamıştır. Etnik ve Dini Yapı Tarihi göç yolları üzerinde bulunan ve pek çok büyük devlet ve medeniyete ev sahipliği yapan İran’ın etnik ve dini yapısı oldukça kozmopolittir. İran kökenli (İrani) etnik unsurlar toplam nüfusun yaklaşık % 65’ini meydana getirmektedir. Bunlar arasında yer alan Fârisî asıllılar % 51 oran ile en büyük etnik kitleyi oluşturur. Nüfus bakımından ikinci sırada yer alan Türkler yaklaşık % 20’lik bir nüfusa sahiptir. Üçüncü sırada ise İran Kürtleri yer alır. Bunun dışında, daha ziyade sınır bölgelerinde Fârisî asıllı olmayan etnik gruplar vardır. İran anayasasına göre resmi din İslam, resmi mezhep ise Oniki İmam Şiiliğinin Caferi koludur. Nüfusunun % 98’i Müslüman olan İran’ın % 90’ı Şii Müslümanlar’dan oluşmakta; % 8’lik paya sahip olan Sünni topluluklar ise, daha çok ülkenin sınır bölgelerinde dağınık ve küçük guruplar halinde yaşamaktadır. Sünniler, Şiiler’den etnik anlamda farklılık göstermektedir. Beluciler, Türkmenler, Larlar, Tacikler-Talışlar ve Arapların bir kısmı ile Kürtlerin çoğu Sünni’dir. İran’da Sünni halkın yaşadığı bölgelerde ve özellikle Kürdistan bölgesindeki Kürtler arasında Nakşibendiyye ve Kadiriyye tarikatları etkindir. Ayrıca, Asuri, Ermeni, Musevi ve Mecusi gibi gayrimüslim topluluklar da vardır. İran’da Bahai (300 binden fazla) ve Yezidi gibi guruplar olmasına rağmen bunlar yasadışı kabul edilmekte ve Mecusilik: Tek Tanrılı bir din olan Zerdüştlük zamanla eski İran inanç ve gelenekleriyle karışarak Mecusilik (Mazdeizm; Ateşperestlik) ortaya çıkmıştır. Mecusilerin inançlarında ateş kültü önemlidir. Mecusiliğin yayıldığı ve Mecusi ateşinin yandığı İran’daki Yezd şehri başta olmak üzere ülkede birkaç bin Mecusi’nin yaşadığı tahmin edilmektedir. 172 Modern Ortadoğu Tarihi tanınmamaktadır. İran anayasasında Hanefi ve Şafii mezhepleri tanınmış; kendi dini eğitimlerini yapmalarına izin verilerek evlenme-boşanma ve miras gibi konularda kendi hukuklarına yasal geçerlilik kazandırılmıştır. İran’ın resmi mezhebi Caferiliğin esasları ve ayrıca ülkedeki dini ve mezhebi yapı için bakınız: Hamid Algar, “İran” (Dini Hayat ve Dini Kurumlar), TDVİA, İstanbul 2000, XXII, 409-413. Resim 7.1 İran’ın idarî bölgeleri ile etnikdini dağılımı Kaynak: http:// turkish.iranbriefing. net/ ?p=451 İran Kökenli (İrani) Topluluklar Farslar: İran kökenli etnik unsurlar arasında yer alan ve ülke yüzölçümünün yarıdan fazlasını kapsayan Fars eyaletinde yaşayan Farslar, hem İrani hem de genel nüfus içerisinde (% 51) ilk sırada yer alırlar. Farsça konuşan Farslar, dil ve kültür alanında ön plana çıkmışlardır. Selçuklular’dan günümüze gerçek anlamda Fars kimliğiyle öne çıkan iki devlet Pehleviler ve İran İslam Cumhuriyeti’dir. Tatlar: Dağınık bir şekilde Gilan, Mazenderan, Farsistan ve Azerbaycan bölgelerinde 100 bin civarında nüfuslarıyla kırsal bölgelerde yaşamaktadırlar. Konuştukları Tat dili Medce’nin devamı niteliğindedir. Bu gurup, Farslar ve Türkler arasında kimliklerini kaybetmektedir. Mazenderaniler (Teberiler): 2 milyondan fazla bir nüfusu olan Mazenderan (Teberistan) bölgesi, Hazar Denizi’nin güney kıyısında yer alır. Tebrice ya da Mazenderanice konuşurlar. Eğitim seviyesinin yüksek olduğu bu topluluk, kendilerine özgü bir Şiiliği benimsemiştir. Fars etnik kimliğinden farklı olarak kapalı toplum yapısı gösteren Mazenderaniler, Pehleviler ve İslam cumhuriyeti dönemlerinde baskı gördü. 7. Ünite - İran Gilekler: Gileklerin yaşadığı dağlık Gilan bölgesi, Talışların yaşadığı yere komşu olarak Hazar Denizi’nin güneybatı kıyısında yer alır. İran’ın en yoğun nüfuslu ve aynı zamanda en verimli bölgesi olan Gilan, siyasi, kültürel ve milli hareketlerin de yoğun olduğu bir bölgedir. Gilekler 3 milyona yakın nüfuslarıyla, İran’ın en eski ve en etkili etnik guruplarındandır. İmamiyye Şiasına mensupturlar. Lehçe ve ağız olarak büyük farklılıklar gösteren Gilekçe’yi konuşurlar. Talışlar: İran’ın en eski ve küçük topluluklarından olan Talışlar yüz bine yakın nüfuslarıyla Gilan Eyaleti’ne bağlı olarak Hazar denizinin güneybatı kıyılarında yaşamaktadır. Talişi denilen Fars aksanıyla konuşurlar. Aşiret yapısıyla dikkat çeken Talışlar Şii olup, Sünni Şafii olanları da vardır. Bölgenin Azerbaycan’a sınır olması ve buradan çok sayıda göçmenin gelmesi nedeniyle Talışlar, dil açısından Türkleşirken mezhep açısından Şiileşmektedir. Lekler: Aşiret yapısını koruyan Lekler, 1 milyonun üzerindeki nüfuslarıyla Lekistan, Luristan, Kürdistan, Farsistan, Gilan ve Azerbaycan bölgelerinde yaşamaktadır. Batı İrani dillerden Lekçe’yi konuşurlar. Dil ve kültürel açılardan Kürtlerle büyük benzerlikler göstermelerine rağmen etnik kökenleri tartışmalıdır. Bu topluluktan olan Kerim Han, Zend hanedanlığını kurdu. Lekler Pehleviler zamanında baskı altında tutuldular. Şia mezhebinin Ehlihak-Aliallahi’lik inancına mensupturlar. Kürtler: 5 milyon civarındaki nüfuslarıyla genel nüfusun % 7’sine sahip olan Kürtlerin yarıya yakını İran’ın kuzeybatısındaki Kirmanşah, Batı Azerbaycan, Hemedan ve Elam bölgeleri arasındaki Kürdistan Eyaleti’nde, diğer yarısı da ülkenin farklı bölgelerinde yaşamaktadır. 75 bin km2’lik bu bölgenin batısında Türkiye ve Irak’ın Kürt nüfuslu bölgeleri yer alır. Aşiret yapısını en çok koruyan etnik topluluk olmalarına rağmen diğer guruplarla dil, kültür ve etnik kimlik bakımından karışmışlardır. Çoğunlukla Sünni-Şafi mezhebinden olan Kürtler arasında Caferi (Kirmanşah), Ehl-i Hak ve az sayıda Yezidi, Hıristiyan ve Yahudi de vardır. Kürtler arasında Nakşibendiyye ve Kadiriyye tarikatları etkin olup tekkeleri halen aktif haldedir. 1946’da kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin ömrü çok kısa oldu. Bu topluluğun, sınırdaş olduğu Kuzey Irak Kürt bölgesiyle yakın ilişkisi vardır. Lurlar: Eğitim seviyeleri düşük olan Lurlar 3,5 milyon civarında bir nüfusa sahiptir. Aynı guruptan yarım milyon kadar bir nüfus da Irak’ta yaşamaktadır. Genellikle Kürt sayılırlar, ancak kendi başlarına bir topluluk olma niteliğine de sahiptirler. Sosyal ve ekonomik hayatlarında aşiret yapısı etkili olup, nüfusun yaklaşık dörtte biri yarı yerleşik ve göçebe yaşar. Kürtçe ile Farsça’nın bir karışımı olan Lurca zengin bir dil, kültür ve musıkiyi de ortaya çıkarmıştır. İran’ın orta batı kesiminde yaşadıkları Luristan sahası, kuzeyden Hemedan, doğudan Burucerd, batıdan Irak, güneyden Buşehr ve Huzistan bölgeleri arasında geniş bir sahayı içine alır. Lurları teşkil eden en büyük gurup olan Bahtiyariler ise büyük ölçüde korudukları göçebe hayat tarzı ve Fars kimliğiyle Lurlar’dan farklılaşırlar. Önce Hıristiyanlığı İslami dönemde Şii Müslümanlığı kabul eden Bahtiyariler, Meşrutiyet ayaklanmalarında etkin rol oynadılar. Lur guruplar döneminde Pehlevi hakimiyetine karşı da direniş gösterdiler. Lur Bahtiyari topraklarında petrol bulunması ise, İngilizlerin bölgeye olan ilgisini arttırmıştır. Larlar: Nüfusu yarım milyon civarında olan Larlar, Merkezî Fars’ta bulunan Basra Körfezi kıyısındaki dağlık Laristan sahasında yaşamaktadır. Sünni-Şafii olup Farsça (Larca) konuşurlar. Sistanlılar: İran ile Afganistan arasındaki bölgeye Sistan adı verilir. Bu bölgede kırsal hayat ve aşiret yapısı etkindir. Bir milyona yakın nüfusuyla Sistanlılar, İrani dillerden Sistanice’yi konuşurlar. 173 174 Modern Ortadoğu Tarihi Beluciler: Bir milyondan fazla nüfuslarıyla Beluciler, ülkenin güneydoğusunda Pakistan ve Afganistan’a komşu Belucistan ve Sistan bölgelerinde yaşarlar. Büyük ekseriyetle Hanefi olan Beluciler İrani dillerden Beluçça’yı konuşur. Bu gurup ayrıca Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan’da da yaşamaktadır. Kaçakçılık ve uyuşturucu ticareti sayesinde suç oranı yüksek olan Beluciler, sahip oldukları aşiret yapısıyla azgelişmiş bir topluluktur. Pehleviler döneminde zaman zaman sürgün edildiler. Tacikler: Eski bir Hint-İran topluluğudur. Tacikçe ile Farsça arasında yakın bir bağ vardır. Ancak Farslar Şii olmasına rağmen Tacikler (Cemşidiler) Sünnidir. İran’da Tacikçe konuşan topluluklar, Esterabad-Yezd sahasından Afganistan’a kadarki alanda yaşamaktadır. Tacikler ayrıca Afganistan, Tacikistan ve Türk cumhuriyetlerinde de bulunmaktadır. Afganlar veya Peştunlar: Afganlar kendilerine Peştun demektedir. Afganistan’daki karışıklıklardan dolayı İran’a göç etmiş olan 3 milyon civarında Afgan vardır. Hanefi olan Afganlar Farsça konuşurlar. İran Türkleri Fars kökenlilerden sonra 20 milyona yaklaşan (% 20’den fazla) nüfuslarıyla ülkenin ikinci büyük etnik gurubunu oluştururlar. Pehleviler dönemindeki Fars milliyetçiliği ve Farslılaştırma politikası, İran Türkleri’nin de baskı altına alınmasına yol açtı. İran Türkleri’nin büyük bir kısmını Şii-Caferi olan Azerbaycan Türkleri teşkil eder. İran’ın kuzeybatısındaki Azerbaycan Devleti’ne komşu olan İran Azerbaycanı (Doğu ve Batı Azerbaycan, Erdebil, Hemedan, Zencan ve Kazvin ostanlarında) ve ayrıca İran’ın geneline (Tahran, İsfahan, Horasan, Kirman ve Huzistan’da) yayılmış olarak geniş bir sahada yaşamaktadırlar. Tahmini nüfusları 20 milyona yakındır. İlk yerleşimleri İslam fethinden önceye dayanmakla birlikte İran ve Azerbaycan, Selçuklular’dan itibaren Türk yurdu ve devletlerinin kurulduğu saha haline gelmiştir. Nitekim, Büyük Selçuklu, Irak Selçukluları, Azerbaycan Atabeyleri, İlhanlılar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Afşarlar ve Kaçarlar bu sahada hüküm sürmüştür. Yerleşik ve şehirli toplum yapısı gösteren Azerbaycan Türkleri nüfus bakımından ülkedeki en büyük Türk topluluğudur. Türkçe’nin batı kollarından olup, Doğu Anadolu ve Irak’ta da konuşulan Azerbaycan Türkçesi’ni konuşurlar. İran Türkleri’nin en büyük şehri olan Tebriz, İran Meşrutiyet inkılabında (1906-1911) önemli bir rol oynadı. Sovyet desteğiyle kurulan kısa ömürlü İran Azerbaycanı Milli Hükümeti (1945-1946) de, siyasi alanda faal olduklarını göstermektedir. Azerbaycan Türkleri, Şah rejimini ortadan kaldıran 1979 devriminde de etkin rol oynadılar. Kaşkay Türkleri: Bir kısmı halen göçebe olarak varlığını sürdüren Kaşkaylar, 500 binin üzerindeki nüfuslarıyla İran’ın güneybatısındaki Fars bölgesinde, Basra Körfezi’ne yakın alanda yaşarlar. Etnik ve kültürel bakımdan en az karışıma uğrayan topluluklardan biridir. İran’a yerleşimleri, Moğol istilasından önceye gider. Safeviler döneminden itibaren etkili olan Kaşkaylar İran Meşrutiyet devrimini desteklediler; I. Dünya Savaşı’nda İran’ı işgal eden İngilizlerle mücadele ettiler. Pehlevilerin göçebeleri yerleşik hayata geçmeye zorlaması, Kaşkayların yerleşik düzene geçmesinde etkili oldu. Yaşam tarzı olarak Türkiye’deki Yörüklere benzeyen Kaşkaylar, dil olarak da Anadolu Türkçesi’yle konuşurlar; çoğunlukla Sünni Müslüman’dırlar. Halaçlar: Orta İran’da Tahran’ın 200 km. güneybatısında Halaçistan adı verilen bölgede yaşarlar. İran’daki en eski Türk topluluğu olup eski bir dil olan Halaçça’yı 175 7. Ünite - İran konuşurlar. 30 bine yakın nüfusları vardır. Afganistan tarihinde önemli rol oynamışlardır. Türkmenler: Türkmenler, Türkmenistan’a sınır olan ve Türkmençölü olarak bilinen kuzeydoğu bölgesinde yaşarlar. İran Türkmenleri Sünni-Hanefi Müslüman’dır. Sami Kökenli Halklar Araplar: Bir milyon civarındaki Şii Arap, ülkenin Irak’a komşu batı ve güneybatı kesimlerinde, Huzistan ve Buşehr taraflarında yaşamaktadır. Körfezin İran kıyısında yaşayan Araplar genelde Şafii’dir. Araplar arasında aşiret dokusu korunmuştur. Güney Irak’taki Şii Araplarla yakın ilişkileri vardır. Bölgede Arap birliğini hedefleyen milliyetçi tavırlar sergilemişler, zaman zaman ayaklanmışlardır. Ka’ab, bölgedeki en büyük Arap aşiretidir. İran Arapları Pehleviler’den itibaren İran yönetimlerince baskı altında tutulmuşlardır. Asuriler: Sami kökenli halklardan biri olan Asuriler Hıristiyan olup, İran’daki varlıkları eskiye dayanır. Nüfusları, son iki yüzyılda yaşanan savaşlar ve çatışmalar nedeniyle hayli azalmıştır (15 bin civarında). Asıl yaşadıkları bölge, Güney Azerbaycan ve Kürdistan Eyaleti (Urmiye Gölü çevresi)’dir. Çoğunlukla Avrupa’ya göç etmişlerdir. Pehleviler döneminde baskı altında tutulan Asuriler Farsça ve Süryanice konuşurlar. Yahudiler: Varlıkları Hıristiyanlık öncesine, Persler zamanına kadar gider. 30 bin civarındaki nüfuslarıyla dağınık bir halde bulunurlar. Pehleviler döneminde İran siyaseti ve ekonomisinde etkili oldular. Pehleviler’in yakın ilişki içinde oldukları İsrail’in kuruluşundan sonra çoğu İsrail’e göç etti. Bugün dil ve kimliklerini büyük oranda kaybetmiş olan İranlı Museviler genellikle Farsça ve Türkçe konuşurlar. Bununla birlikte, kendi dillerinde eğitim yapma ve okul açma haklarına sahiptirler. Sami guruplardan Aramiler ise, ülkede kaybolan etnik guruplar arasında yer almaktadır. Hintli ve Hint-Avrupa Kökenli Halklar 100-150 bin kadar nüfuslarıyla küçük guruplar halinde ülkeye dağılmış olan Hintli halklardan Çingeneler (Romlar)’in bir kısmı Farslaşmıştır. Gezgin ve kapalı bir sosyal düzene sahip olup aralarında dil birliği yoktur. Sistan ve Belucistan’da yarı göçebe olarak yaşayan Brahoiler yaklaşık 30 bin nüfusa sahiptir. Sünni-Hanefi ve Hint inançlarına sahiptirler. Hint kökenli oldukları kabul edilen Catlar Hint dinleri ve İslamiyete inanmaktadır. İran’daki Hintliler ve Urdular da küçük topluluklardandır. İsfahan, Tahran ve Tebriz’de yoğunlaşan İran Ermenileri, Hint-Avrupa kökenli halklardandır. 200 bine yakın nüfuslarıyla ülkenin eğitim seviyesi en yüksek ve faal topluluğudur. Yerleşimleri İslam öncesine dayanır. Geniş azınlık haklarına sahiptirler. Ermenistan ile yakın ilişkileri vardır. İran’ın etnik ve dini yapısı ana hatlarıyla nasıldır? 1 İran’ın etnik yapısı konusunda geniş bilgi için şu eserlere bakılabilir: Rafael Blaga, İran Halkları El Kitabı, baskı yeri yok, 1997; Aygün Attar, İran’ın Etnik Yapısı, Ankara 2006. 176 Modern Ortadoğu Tarihi İRAN’DA KURULAN DEVLET VE MEDENİYETLER İslam Öncesi Dönemdeki Devlet ve Medeniyetler İran coğrafyası, stratejik ve coğrafi konumu sebebiyle tarihteki önemli devlet ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bunlardan ilki, sınırlarını Kızılırmak’a kadar genişleten Med İmparatorluğu (M.Ö. 612-550)’dur. Medler, Ahameni hanedanı idaresindeki Persler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Persler (Ahamenişler) (MÖ 550-331), Orta Asya’dan İran’ın Fars bölgesine gelip yerleşmişlerdir. İran’da Pers kimlikli ilk devlet Ahameniş hanedanıyla (Pers İmparatorluğu) birlikte ortaya çıkmıştır. Med, Lidya (Anadolu), Babil (Irak), Mısır ve İndus toprakları dahil bütün Yakındoğu’yu ele geçirip, idari ve askeri yapısıyla o güne kadarki en büyük imparatorluğu kurdular. Büyük İskender bu imparatorluğa son vererek İran’da Büyük İskender ve Hellenistik Dönemi (MÖ 330-129) ve Part (Arşaklılar) Dönemi (M.Ö. 2. Yüzyıl) başladı. Sasaniler (224-651), Fars’taki merkezlerinde Pers imparatorluğunun bir benzerini oluşturdular. Sasaniler döneminde, İran’a yayılan Zerdüştlük resmi din olarak desteklendi; dil, kültür ve edebiyatta önemli gelişmeler kaydedildi. İran’da İslam-Arap, Türk ve Moğol Egemenlikleri (7-15. Yüzyıllar) 7. Yüzyılda Müslüman Arap egemenliğine giren İran, Hz. Ömer zamanında zapt edilerek İran’da İslam dönemi başladı. Bununla birlikte Ahameniş bürokrasi modeli ve hükümdarlık anlayışı varlığını sürdürdü. Müslüman Arap istilası, İran’ın siyasi kültürüne yeni bir unsur olan eşitlikçilik kavramını getirdi. İslami dönemde Emevilerin yönetiminde kalan İran, 8. Yüzyılda kurulan Abbasi İmparatorluğu’nun bir parçası oldu. Bu dönemde Sasani imparatorluk geleneği yeniden kurulmakla birlikte Abbasi halifelerinin zayıflıkları nedeniyle İran üzerindeki hakimiyet çok kısa sürdü ve İran’da yerel düzeyde Tahiriler, Saffariler, Samaniler ve Büveyhiler gibi hanedanlıklar kuruldu. Bunlardan ilk “İranlı” hükümeti kuran Büveyhiler Şii iken İran’ın büyük kısmı henüz Sünni idi. 8. Yüzyıldan itibaren Müslümanlığa girmeye başlayan Türkler, İranlılarla yakın ilişkiler içine girdiler. İran Gazneliler döneminde Türk yönetimine komşu oldu. 11. Yüzyılda ise Selçuklular İran’a hakim oldu. İran’a yönelen Türk göçleri artarak devam etti. Böylece, İran’da kurumlarıyla birlikte Selçuklu-Türk yönetimi başladı. Selçukluların zayıflamasıyla birlikte İran’da İldenizliler ve Salgurlular adıyla atabeylikler kuruldu. Ülke, 1194’te Harizmşahların egemenliğine geçti; 1220’den sonra da Moğol istilasına uğradı. 13. Yüzyılın ortalarında Moğol İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla birlikte İlhanlıların idaresinde kaldı. Türk ve Moğol etkilerinin arttığı bu dönemde, Türk-Moğol göçebeleri Orta Asya kültürlerini de İran’a taşıyıp Müslüman-İran uygarlığının kurulmasında önemli rol oynadılar. Söz konusu dönemde İran’da Sünnilik hâlâ etkiliydi. 14. Yüzyılın ikinci yarısında İran’ın orta ve kuzeyinde Timur egemenliği yaşandı; 15. Yüzyılın ikinci yarısında ise İran’ın batısında Akkoyunlu egemenliği kuruldu. Safeviler Dönemi (1501-1722) ve Afşar Hanedanı 15. yüzyılın sonlarında, Azerbaycan’ın Erdebil bölgesini egemenliğinde bulunduran Safeviler’den Şah İsmail, Türkmen oymaklarının da desteğiyle Tebriz’e girdi ve İran Şahı oldu. Daha sonra Akkoyunluları ortadan kaldırarak İran’ın tamamında, 7. Ünite - İran Irak’tan Horasan’a ve Bakü’den Basra Körfezi’ne uzanan büyük bir devlet kurdu. Merkeziyetçiliğin baskın olmasına rağmen yerel unsurların da etkisini sürdürdüğü bu dönemde Şii İmamiyye (Oniki İmam) inancı, İran’la ve hükümdarlığıyla özdeş hale geldi. Safevîler’in on iki imam muhabbetini esas alan Şiîliği devlet politikası olarak benimsemesiyle de bütün İran Şii oldu. Irak üzerindeki hakimiyet mücadelesinin yanı sıra Şiiliğin Anadolu’da yayılarak Safevi nüfuzunun genişletilmek istenmesi, Osmanlı-İran ilişkilerini savaş noktasına getirdi. Safevilerin Çaldıran’da yenilmesinden sonra Şah Tahmasb (1524-1576) döneminde de ilişkiler mücadele içinde geçti. 1555 Amasya Antlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nin Irak-ı Arab’taki egemenliği kabul edildi. Safeviler, (Büyük) Şah Abbas I (1588-1629) döneminde en parlak dönemini yaşadı. Başkent İsfahan’a taşındı. IV. Murad’ın Bağdat seferi sonunda imzalanan Kasrışirin Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin Irak’taki egemenliği kabul edildiği gibi, belirlenen Türk-İran sınırı da günümüze kadar geçerli kaldı. Afganlı Kandahar Emiri Mir Mahmut, başkent İsfahan’ı zapt ederek 1722’de Safevi hanedanına son verdi. Afşar hanedanının kurucusu Nadir Şah (1736-1747), Horosan ve İran’ı işgal ederek kendini şah ilan etti. Osmanlılara kaptırılan pek çok yeri geri aldığı gibi Ruslardan da Derbend ve Bakü’yü geri aldı; egemenliğini Hindistan’a kadar genişletti. Başşehrini İsfahan’dan Meşhed’e taşıyan Nadir Şah, Sünni ve Şii Mezhepleri arasında uzlaşmacı bir tavırla ve kapsayıcı bir İslam anlayışıyla hareket etti. Nitekim, İslâm dünyasındaki siyasî mücadelelerde mezhep ayrılıklarının istismarını önlemek amacıyla Caferiyye’nin, bütün Müslüman cemaatleri arasında beşinci mezheb olarak meşru sayılması için büyük çaba harcadı ve bu konuda Sultan I. Mahmud’un da onayını almaya çalıştı. Ancak, iki tarafın uleması bu teklifin gerçekleşmesini engellediler. Uygulamalarından rahatsız olanlarca 1747’de öldürülmesinden sonra İran’a hâkim olan Lur asıllı Kerim Han Zend (1750-1779) ülkede birliği tekrar sağladı ve Şiraz’ı başkent yaptı. Ancak, ölümüyle birlikte hanedan ortadan kalktı. Persler’den Kaçarlar’a kadar İran tarihi için bkz. Gene R. Garthwaite, İran TarihiPers İmparatorluğu’ndan Günümüze, (çev. Fethi Aytuna), İstanbul 2011. KAÇARLAR DÖNEMİ (1796-1925) Kaçarlar, Türkçe konuşan ve zamanla İranlılaşmış bir Türkmen aşiretler topluluğudur. Kaçarların liderlerinden Ağa Muhammet Şah (1796-1797) Kaçarları birleştirerek Kaçar hanedanını kurdu (1796). Zendleri mağlup ederek İran’ın büyük bir kısmını, Gürcistan’ı, Azerbaycanı ve Horosan’ı ele geçirip başkent yaptığı Tahran’da şehinşahlık tacını giydi; adına hutbe okuttu ve para bastırdı. Böylece Kaçar devleti kuruldu. Ülkede düzeni sağlayarak ilk defa güçlü bir idarî mekanizma oluşturdu; ancak hizmetinde görevli adamları tarafından 1797’de öldürüldü. Kaçarlar dönemi için bakınız: Yılmaz Karadeniz, Kaçarlar Döneminde İran (1795-1925)-İdari, Askeri, Sosyal Yapı ve Toplumsal Hareketler, İstanbul 2013. Ağa Muhammed Şah’ın yerine geçen yeğeni Feth Ali Şah (1797-1834) döneminde İran üzerinde gittikçe şiddetlenecek olan İngiliz, Rus ve Fransız nüfuz mücadelesi başladı. Bu durum, 19. Yüzyıl boyunca Avrupa’ya siyasi ve iktisadi bağımlılığı da beraberinde getirdi. 19. Yüzyılın başlarında İngilizler ülkede ticari imtiyaz elde etti. Rusya da Gülistan (1813) ve Türkmençay (1828) Antlaşmaları ile Kafkasya’nın 177 Kaçarlar: Bir Türkmen boyu olan Kaçarlar, 15. Yüzyılın sonlarında Yozgat civarından Kuzey Azerbaycan’a göçerek Gence civarına yerleşen Türkmen obalardan oluşmuştur. Şah İsmail’in hükümdarlığında sivrilmeye başlayan Kaçarlar, Şah Tahmasb döneminde büyük oymaklar seviyesine ulaştı. Bu dönemde devlet hizmetinde pek çok Kaçar beyi görülür. Kaçarlar’ın siyasi ve askeri etkisi zamanla arttı. 178 Modern Ortadoğu Tarihi tamamını İran’dan alıp bazı imtiyazlar elde ettiğinden, İran üzerinde Rusya ile İngiltere arasında yeni bir rekabet başladı. Kaçar ordusunun en önemli kısmını, çoğunlukla Türklerin oluşturduğu aşiret kuvvetleri oluşturuyordu. Nizam-i Cedit benzeri yeni bir ordu kuran Kaçarlar, batılı danışman, subay ve mühendisler vasıtasıyla orduyu modernleştirme çabalarına rağmen güçlü bir ordu kuramadılar. 1816’da, Kaçar Veliahdı ve Azerbaycan Valisi Abbas Mirza: Kaçar Veliahdı Abbas Mirza tarafından Tebriz’de ilk matbaa kurularak burada askerlik sanatıyla ve Azerbaycan (Tebriz) Valisi ilgili tercüme eserler basıldı. Daha sonra başka yerlerde kurulan matbaalar, kitap, Abbas Mirza’nın başlattığı reformları tahta geçmeden gazete ve dergilerin sayısını arttırdı. Paris ve Londra’da ilk daimi elçilikler kuruldu. ölmesiyle birlikte yarım kalsa Yine Abbas Mirza tarafından, askerlik, mühendislik, dil ve tıp tahsili için Avrupa’ya da, Batıyla temas kuran İran’ın modernleşmesinde ve ülkeye öğrenciler gönderildi ki, bunlar arasında Azeri Türkleri önemli bir ağırlığa sahipti. yeni fikirlerin girmesinde Osmanlı Devleti’yle İran arasında daimi diplomatik temsilcilikler, 19. Yüzyılın etkili oldu. Bu gelişmelerin, ortalarında kurulmuştu. İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinin şiddetlendiği Muham20. Yüzyıl başlarında yaşanan Meşrutiyet tecrübesinde med Şah (1834-1848) döneminde 1847’de imzalanan Osmanlı-İran (Erzurum) önemli bir etkisi olacak; Antlaşması’yla Kasrışirin toprakları paylaşıldı. Ayrıca, İran Süleymaniye’ye dair iddivalilik yaptığı Tebriz ve Azeri halkı Meşrutiyette gösterdiği asından vazgeçti; Osmanlı Devleti de Muhammere (Hürremşehr) ve Abadan adasıkararlılıkla merkezi bir rol nın İran’a ait olduğunu kabul etti. İki devlet arasında 1849’da başlayan sınır tespiti çaoynayacaktı. lışmaları, imzalanan 1869 protokolü doğrultusunda ancak 1914’te tamamlanabildi. Nasıreddin Şah Dönemi (1848-1896): Yenileşme ve Avrupa Bağımlılığı Reuter İmtiyazı: Feth Ali Şah zamanında verilen ilk imtiyazlar, Nasıreddin Şah döneminde artarak devam etti. 1872’de, İngiliz Baron Julius de Reuter, yirmi dört yıllığına büyük bir imtiyaz elde etti. Şaha verilecek hisseyi de içeren Reuter imtiyazı, ülkedeki madenlerin işletilmesi, fabrikaların yapımı, demiryollarının döşenmesi, kanal ve sulama işlerinin sağlanması, bir bankayla bazı kamu hizmetleri idarelerinin kurulması ve ayrıca gümrüklerin kontrolünü kapsıyordu. Ancak, halkın tepkisi ve Ruslar’ın da baskısıyla Nasıreddin Şah bu imtiyazları iptal etti. Bununla birlikte, İngiltere ve Rusya’ya birer banka kurma imtiyazı verildi. Muhammed Şah’ın ölümüyle yerine oğlu Nasıreddin Şah (1848-1896) geçti. Saltanatının ilk yıllarında etkisini arttıran dini ve sosyal bir hareket olan Babilik ile mücadele edildi. İç huzursuzlukların arttığı bir dönemde Şirazlı Mirza Ali Muhammed adındaki bir Hurufi, kayıp Onikinci İmam Mehdi’nin “Bâb”ı yani temsilcisi, daha sonra da “beklenen Mehdi”nin bizzat kendisi olduğu iddiasıyla etrafına müridler topladı. Bâbilik hareketi, Muhammed Şah döneminde 1845’ten itibaren yayılmaya başlamıştı. Müçtehitlerin fetvası üzerine ve Nasıreddin Şah’ın emriyle Mirza Ali Muhammed ve müridleri 1850’de Tebriz’de kurşuna dizildiler. 16 Ağustos 1852’de Nasıreddin Şah’a başarısız suikast düzenleyen Bâbiler’in pek çoğu hapsedildi ve öldürüldü. Hapsedilenlerden Mirza Hüseyin Ali en-Nuri ile kardeşi Subh-i Ezel Mirza Yahya en-Nuri, İngiliz ve Rus sefaretlerinin baskısıyla 1853’te Bağdat’a sürüldüler. Irak’a geçen Bâbilik hareketi, Mirza Hüseyin Ali’ye verilen Bahaullah sıfatından dolayı Bahâîlik adı altında varlığını sürdürdü. Irak’a sürgün edilen müritlerden Mirza Hüseyin Ali en-Nuri ve kardeşi Subh-i Ezel Mirza Yahya ve taraftarları, 1863’te önce İstanbul’a oradan Edirne’ye sürgün edildiler. Ancak faaliyetlerine devam edince de 1868’de, Mirza Yahya ve taraftarlarının oluşturduğu Ezeliler Kıbrıs’a, Mirza Hüseyin Ali ve taraftarlarının oluşturduğu Bahâîler de Akka’ya sürüldüler. Bunlardan Bahâîlik, hareketin merkezi haline gelen Hayfa’dan dünyanın değişik yerlerine yayılmayı sürdürdü. Günümüzde en fazla Bahâî (300 bin-1 milyon arası) İran’da yaşamaktadır. Bahâîler üç kutsal kitap çerçevesinde bağdaştırıcı, barışçı ve evrensel bir kardeşliği savunmaktadırlar. Kaçarlar döneminde toprak sahibi olmakla resmi görevlerde bulunmak arasında yakın bir ilişki vardı. Kaçar hükümdarları, yönetimle birlikte vergi toplamayı ve asayişi, geniş toprak/gelir sahibi olup merkezi otoriteden bağımsız hareket edebilen yerel eşrafla ve ulema sınıfıyla yaptıkları karşılıklı menfaate dayalı işbirliği sayesinde sağlayabilmişlerdir. Bu yüzden de hükümdarların güç ve otoritesi merkezin dışına yeterince ulaşamamıştır. Bütün bunlar Kaçar hükümdarlarının, dolayısıyla devletin otoritesini zayıflatmıştır. 179 7. Ünite - İran Öte yandan, İran toplumu, farklı dillere ve kültürlere sahip olup aralarında şiddetli çatışmalar yaşayan küçük cemaatler halinde yaşıyordu. Kaçar yöneticileri, toplumdaki farklılık ve bölünmeleri de kullanarak kendilerini hakim kılmaya çalışmışlardır. Bahailik hakkında bilgi için bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “Bahailik”, TDVİA, IV, 464-468. Kaçarlar döneminde şiir ve edebiyatta; felsefe, tarih, din ve siyasi düşünceye dair eserlerin yazılmasında ve ayrıca dini-sivil mimaride önemli gelişmeler oldu. Kaçar hükümdarları devleti modernleştirmeye çalışırken Osmanlılardaki Tanzimat’ı örnek almışlar; hatta “Tanzimat-ı Hasene” tabirini de kullanılmışlardır. Bu çerçevede yenileşmeye önem veren Nasıreddin Şah Avrupa’ya bir seyahate çıkarak gözlemlerini bizzat kaleme almıştı. Onun döneminde devlet teşkilatında önemli reformlar yapıldı; yeni kurumlar, bakanlıklar ve görevler ihdas edildi. Sivil ve askeri eğitim için Avrupalı hocaların ders verdiği Darülfünun kuruldu. Yenileşme doğrultusunda birçok ilim adamı bir araya getirildi; ilk resmi gazete yayınlandı (1851). Ancak, modernleşmeye yapılan büyük masraflar, İngiltere ve Rusya gibi sömürgeci devletlere borçlanma ve bunun karşılığında verilen imtiyazlarla karşılanabiliyordu. Bu durum, siyasi ve ekonomik bağımlılıkla birlikte, Reuter imtiyazı ve Tömbeki Ayaklanması’nda görüldüğü üzere, halkın şiddetli tepkilerini de beraberinde getirdi. Tömbeki (Tütün) Ayaklanması: 1890’da bir İngiliz firmasına tömbeki (tütün) imtiyazı (tekeli) verilmesine karşılık Şii ulema üretimi azaltmak için tütünün kullanılmasının haram olduğuna dair bir fetva yayımladı. Çok geçmeden 1891 yılında Şiraz, Tahran, İsfahan ve Tebriz’de ulemanın başını çektiği ve kamu düzeninin bozulmasına neden olan büyük protestolar ile tütün tekeline karşı boykotlar yapıldı. Buna tömbeki (tütün) ayaklanması denildi. Neticede, bu imtiyaz da 1891’de iptal edildi. Kaçarlar döneminde İran’daki devlet otoritesini zayıflatan etkenler nelerdir? 2 Osmanlı’nın Tanzimat yeniliklerinden etkilenen İranlı aydınlar ve devlet adamları, 20. yüzyılın son çeyreğinde de Osmanlı’daki fikir akımlarından etkilendiler. Gittikçe genişleyen Avrupa emperyalizmi, iki devleti 19. Yüzyılın ikinci yarısında yakınlaştırmaya başlamış; bu arada tarafları rencide edebilecek bazı dini merasim ve uygulamalardan vazgeçilmesi kararlaştırılmıştı. Ancak, Osmanlı Devleti Irak’ta 1890’lardan itibaren Şiiliğin yayılması problemiyle karşılaşmıştı. Bu durum, İran’ın her zaman kullanabileceği siyasi bir araç olabileceğinden Şiiliğin yayılmasına karşı bazı tedbirler alındı. Bunların yetersiz kalması üzerine de II. Abdülhamid döneminde bir “Sünni-Şii yakınlaşması ve işbirliği” gündeme geldi. Buna göre, iki taraf arasındaki düşmanlığı Halife ve Şii müçtehitler ortadan kaldırabilirdi. İki tarafı bir araya getirecekler ise İstanbul’daki İranlı muhalifler olabilirdi. Bu amaçla, içinde Cemaleddin Afgani ve İranlı muhaliflerin bulunduğu bir komisyon kuruldu. Asıl ismi Seyyid Cemal Esedabadi olan Afgani, aslında Azeri kökenli reformist Şii bir din adamı idi. Şii kimliğini gizlemek için Afgani ismini kullandığı için “Afgani” diye şöhret buldu. Tütün tekeline boykot çağrısı yapanlar arasında olduğundan, 1891’deki tütün ayaklan- Resim 7.2 Nasıreddin Şah (1831-1896) Kaynak: www. iranian.com 180 Modern Ortadoğu Tarihi masında rolü olduğu gerekçesiyle Nasıreddin Şah tarafından ülkeden sürüldü. Londra’da bulunduğu bir sırada, II. Abdülhamid’in davetiyle 1892’de İstanbul’a geldi ve ölümüne (1897) kadar padişah tarafından İstanbul’da gözetim altında tutuldu. Padişahtan aldığı destek ve İstanbul’daki İranlı düşünürlerle birlikte, Iraklı Şii ulemaya mektup yazarak onları İslam birliği siyasetine destek vermeye çağırdı. Komisyondakiler Şii ulemasına halife adına İslam birliğini öngören çok sayıda mektup yazdı. Nasıreddin Şah da buna karşılık Osmanlılar için ciddi bir mesele haline gelen Ermeni tedhişçilere serbestlik tanımaya başladı. Neticede bu teşebbüs diplomatik girişimlerle durduruldu. Ancak, 30 Nisan 1896’da Nasıreddin Şah, sürgüne gönderdiği Cemaleddin Afgani’nin bir müridi olan Mirza Rıza Kirmani tarafından öldürüldü. II. Abdülhamid, suikastın azmettiricisi olduğu suçlamasıyla Afgani’yi kendisinden isteyen İran’a teslim etmeyince de iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler gerginleşti. Gökhan Çetinsaya, “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı-İran İlişkileri”, KÖK Araştırmalar Dergisi, Osmanlı özel sayısı, Ankara 2000, s. 11-23. İRAN’DA MEŞRUTİYET DENEYİMİ (1906-1911) Resim 7.3 Cemaleddin Afgani (1838-1897) Kaynak: http://tr wikipedia.org Nasıreddin Şah’ın öldürülmesi üzerine oğlu Muzaffereddin Şah (18961907) Kaçar tahtına geçti. Babasının öldürülmesinde rolü olmakla suçlanan Cemaleddin Afgani’nin de ölmesiyle normalleşmeye başlayan İran-Osmanlı ilişkileri, 29 Ekim 1900’da Muzaffereddin Şah’ın İstanbul’u ziyaretiyle tamamen düzelmiş gibiydi. Hatta bu ziyaret nedeniyle İran Azerbaycan’ında Farsça’nın yanında Türkçe eğitimin yapılması da serbest bırakılmıştı. Fakat bu iyi ilişkiler fazla uzun sürmedi; Osmanlıların Sünni-Şii yakınlaşması doğrultusunda Şii ulema ile devam eden irtibatı ve ayrıca sınır anlaşmazlıklarının bir sonucu olarak 1905’ten itibaren Vezne, Pisve ve Lehican’ın Osmanlı birlikleri tarafından işgal edilmesi, İran tarafından tepkiyle karşılandı. Muzaffereddin Şah döneminin en önemli gelişmelerinden biri de Meşrutiyet’in ilan edilmesiydi. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Kaçar hükümdarlarının kötü yönetimi ve Kafkasya’daki toprak kayıplarıyla birlikte artış gösteren siyasi, iktisadi ve sosyal problemler, İran Meşrutiyet hareketinin ortaya çıkmasında başlıca sebepler arasında yer alır. Yine, 19. yüzyıl sonlarında artan Batı nüfuzuna paralel olarak Batı kaynaklı fikirlerin ülkeye girmesi, siyasi ve toplumsal hayatı derinden etkileyerek Meşrutiyet Devrimi’ni de tetikledi. Bu dönemde kurulan gizli cemiyetler, muhalif gazete ve yayınların kaçak yollardan ülkeye girmesini sağladı. Böylece, siyasi meselelerin tartışılması, sosyal ve hukuki reformların yanı sıra yönetimde meclis ve anayasanın gerekliliğini 181 7. Ünite - İran savunan düşünceler de güç kazandı. Bu bakımlardan İran Meşrutiyetiyle Osmanlı Meşrutiyeti’nin kökenleri arasında dikkat çekici benzerlikler vardır. Nasıreddin Şah’a 1896’da düzenlenen suikast, aslında yeni bir dönemin de habercisiydi. Bu olaydan sonra protestolar, silahlı çatışmalar ve ayaklanmalarla birlikte meşrutiyet talebi de günden güne arttı. Muzaffereddin Şah’ın borçlandığı Ruslara ve İngilizlere yeni imtiyazlar vermesiyle etkisini arttıran ekonomik krizin yanında, Şahın abartılı harcamalarına bir de Kaçarların keyfi yönetimleri eklenince, 1903’te büyük şehirlerde sosyal huzursuzluklar ve isyanlar baş gösterdi. Rus-Japon Savaşları ve 1905 Rus Devrimi aydınlar, ulema ve tüccarlar arasındaki muhalefeti daha da şiddetlendi. İran’da Meşrutiyet hareketinin ortaya çıkmasında hangi etkenler vardır? İran’da Şii ulemadan bir kısmıyla işbirliği içinde olan tacirler, 1906-1911 Meşrutiyet hareketinde, şehirli kitlenin harekete geçirilmesinde etkili oldu. Bu bakımdan, esnaf ve zanaatkârlardan oluşan şehirli halk kitlesi de İran Meşrutiyet devriminin başarıya ulaşmasında önemli rol oynadı. Şöyle ki, 1905 Aralığı’nda, orta sınıfı oluşturan tacirlere sert davranılmış; fiyat indirimi yapmayan şeker tüccarlarının Tahran valisi tarafından dövdürülerek cezalandırılması halkın tepkisine neden olmuştu. Liberal görüşlü ulema, tüccar ve esnaftan oluşan kalabalık, büyük camiye oradan da Abdülazim Türbesi’ne geçtiler. Başlarında, liberal müçtehit Tabatabai ile vaizlerden Seyyid Cemaleddin İsfahani ve Şeyh Muhammed vardı. Valinin ve Belçika gümrük memurlarının azledilmesi ve adalethane tesis edilmesi taleplerini bir meclis oluşturulması talebi izledi. Gelişmeler, reform yanlılarını ve Meşrutiyet’i isteyen aydın zümresini günden güne güçlendirdi. Yönetimden memnun olmayan halkın ve ulemanın desteklediği İranlı aydınlar ve tacirler, sonunda Şaha Meşruti yönetimi kabul ettirdiler. Yabancı müdahalesinden ve kötü yönetimden rahatsızlık duyan milliyetçi muhalefeti memnun etmek isteyen Muzaffereddin Şah da, 5 Ağustos 1906’da resmi bir bildiriyle Meşrutiyeti ilan ederek seçimlerin yapılacağını ve kurucu Meclisin açılacağını duyurdu. Seçimlerden sonra oluşturulan ilk meclis (Meclis-i Şura-yı Milli) Ekim 1906’da açıldı. Fransız ve Belçika anayasaları örnek alınarak Meclis tarafından hazırlanan anayasa ise, 1906 Aralık ayında Şahın onayıyla yürürlüğe girdi. Liberal nitelikli bu anayasa, 1979 İslam Devrimi’ne kadar yürürlükte kaldı. Anayasa Şah’ın yetkilerini sınırlandırdığı gibi meclise büyük önem atfediyor ve ayrıca toplanma ve adil yargılanma gibi bazı hak ve özgürlükleri sağlıyordu. Anayasada Şiilik de devletin resmi mezhebi olarak zikrediliyordu. Meşruti yönetimin sürdüğü sıralarda İran’ın dış borçları, dolayısıyla dışa bağımlılığı da günden güne artıyordu. Nitekim, içte Meşrutiyet’in ilanıyla yaşanan karmaşanın yanında Almanya’nın dünya siyasetinden endişelenen İngiltere ve Rusya, 31 Ağustos 1907 antlaşmasıyla oluşturdukları nüfuz bölgeleri üzerinden İran’ı kendi aralarında paylaştılar. Buna göre, aradaki tampon bölgenin dışında ülkenin kuzeyi Ruslar’ın, güneyi ise İngilizler’in nüfuz alanında kalacak; bu durum başta petrol emperyalizmi olmak üzere ülkenin dış müdahale ve işgallere tamamen açık hale gelmesine neden olacaktı. İran petrolleri, iç ve dış siyasetin ve özellikle de Batı emperyalizminin yoğun etkisi altında kalmıştır. Nitekim, İngilizlerin 1907 antlaşmasıyla İran’a yerleşmesinin temel amaçlarından biri de, kuşkusuz İran’ın zengin petrolleri idi. Ocak 1907’de Muzaffereddin Şah’ın yerine geçen ve yeni anayasayla bazı yetkilerini kaybettiğini gören Muhammed Ali Şah (1907-1909), meclise ve meşrutiyete iyi gözle bakmıyordu. Dış gelişmeleri ve meclisteki tartışmaları iyi değerlendi- 3 182 Modern Ortadoğu Tarihi rerek fırsat kollamaya başladı. Mecliste önerilen siyasi değişikliklerden hoşnut olmayan ulema da Şahın yanında yer alarak tekrar eski rejimi savunmaya başlamıştı. Mutlakiyetçi siyaset uygulayan Muhammed Ali Şah, müsamahasız ve kısıtlayıcı davranmakla suçladığı meclisi Rus Kazak Tugayı’nın da yardımıyla Haziran 1908’de kapatıp bombalattı. Bu askeri darbe sonrasında milliyetçiler idam edildi; Hasan Takizade ve Dihhuda başta olmak üzere aydınlar sürgün edildi. Meşrutiyet yanlıları ve karşıtlarının tarafı olduğu iç savaş ise, yeni bir ihtilali (karşıdevrim) getirmişti. Ordu ve tutucu ulema, Meşrutiyeti savunan Tebriz’i kuşattı (Haziran 1908-Temmuz 1909). Nisan 1909’da da Rus işgali gerçekleşti. Mücadeleyi sonunda meşrutiyet yanlıları kazandı; Temmuz 1909’da Tahran zaptedildikten sonra tahttan indirilen Şah 1910’da sürgüne gönderildi. Ancak, Kasım 1909’da açılan ikinci meclis, Aralık 1911’de bir kez daha kapatılacaktı. Osmanlı ve İran Meşrutiyeti Arasındaki İlişkiler Osmanlı ve İran reformcuları ve aydınları arasında Tanzimat dönemiyle başlayan etkileşim, 1890’ların başından itibaren tekrar canlanmıştı. İttihatçılar, İranlı Meşrutiyetçiler için iyi bir modeldi. Her iki tarafın söylemi de, sömürge karşıtı, erken dönem milliyetçisi ve modernist idi. Hükümdarın mutlak otoritesini sınırlamak, merkezi yönetimi ve hukuk sistemini yeniden yapılandırmak, modern ve laik eğitimi yaygınlaştırmak, orduyu modernleştirmek, yine iki tarafın temel hedefleri arasında yer almaktaydı. Basın ve yayın faaliyetlerinin artması, Avrupa’ya öğrencilerin gönderilmesi ve başta telgraf olmak üzere iletişim imkânlarının artması, iki taraf arasındaki etkileşimi yoğunlaştırdı. Tebriz, İstanbul ve Kafkas şehirlerinin reformcuları ve aydınları arasındaki diplomatik, ticari ve kültürel temaslar da bu bakımdan önem taşır. II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında İttihatçılar’ın devlet yönetiminde etkilerini arttırmalarıyla birlikte Meşrutiyet hükümetinin, 1905’ten itibaren ele geçirilen İran topraklarından çekileceği izlenimi doğmuş; Osmanlı Devleti’yle İran arasındaki ilişkiler de barış havasına girmişti. Meşrutiyet devrimini gerçekleştiren Jöntürkler, her iki tarafın da “Meşrutiyet taraftarlığı” ortak paydasından dolayı İranlı meşrutiyetçilerle yakınlaşmaya başladı. Bu sırada, Tebriz, Kazvin ve Tahran’daki meşrutiyetçiler Osmanlı konsolosluklarına dilekçe ve telgraflar göndererek kendilerine destek istemişlerdi. Tarihi Türk şehri olan Tebriz, aynı zamanda Azerbaycan Eyaleti Valisi olan Kaçar Veliahdı tarafından yönetilirdi. İran, Rusya ve Osmanlı Devleti’nin birbirine yaklaştığı bir bölgede yer alan Tebriz, Avrupalı ve Rus diplomatik ve ticari topluluklarının burada bulunması sebebiyle, İran’ın 19. Yüzyılda en modern, büyük, kalabalık ve kozmopolit şehri olarak uluslar arası ticaret, reform ve modernleşme faaliyetlerinin de merkezi durumundaydı. Bu özellikleri nedeniyle Tebriz, İran’daki Meşrutiyet hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesinde önemli bir rol oynadı. İttihatçılar, Bağdat ve Irak’taki Şii kentler Necef ve Kerbela üzerinden İran’daki Meşrutiyet yanlısı ihtilalcileri destekledi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Halil (Kut) başkanlığında Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı ve Abdülkadir gibi bazı silahşorlarından oluşan bir ekibi Tebriz’de Şaha karşı savaşan kuşatma altındaki Azeri meşrutiyetçilere yardım için gizlice İran’a göndermişti. İttihatçı Tanin gazetesi de, Tebriz kuşatması ve karşıdevrim sırasında İranlı meşrutiyetçilere destek veriyordu. 31 Mart hadisesi üzerine İttihatçı ekip geri dönse de, I. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Mehmet Emin (Yurdakul); Ruşeni Bey ve Ömer Naci gibi Türkçülerin 7. Ünite - İran “İslam Birliği” amaçlı İran faaliyetleri devam etti. II. Abdülhamid’in eskiden yaptığı gibi İttihatçılar da Iraklı Şii müçtehitlerle yakın bir ilişki kurmuştu ki, iki taraf arasında aracı olan müçtehitler hem Osmanlı hem de İran Meşrutiyeti’ne en büyük desteği veriyordu. Birbirini her fırsatta destekleyen bu hareketlerin başarısı, I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki işgallerle birlikte engellendi. Osmanlı ve İran Meşrutiyetlerinin mukayesesi için şu makaleyi okuyunuz: Fariba Zarinebaf, “Alternatif Moderniteler: Osmanlı İmparatorluğu ve İran’da Meşrutiyetçilik”, (çev. Hatice Uğur), Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, sayı: 24 (2008/1), s. 47-78. İran Meşrutiyeti’nin Sonu Karşıdevrim sonrasında meydana gelen iç savaşta üstün gelen Meşrutiyetçiler, İran Meclisini tekrar açmayı başarmışlardı. Ancak, on bir yaşında tahta geçen Ahmed Şah (1909-1925) döneminde karışıklıklarla birlikte İngilizlerin ve Rusların iktisadi yayılmacılığı devam etti. Mali bunalım da buna eklenince ülke iflasın eşiğine geldi. Nitekim, 1911’de ABD’li maliyeci Morgan Shuster hazinenin başına getirilmiş, kendisinden maliyeyi düzeltmesi istenmişti. Ancak Rus baskısıyla ülkesine dönmek zorunda kaldı. Diğer yandan, meclisteki çekişmeler de siyasi bunalıma sebep oldu. Bütün bunlar, meclisin etkisini azalttığı gibi ülkeyi biraz daha fazla dış müdahalelere açık hale getirdi. Sonuçta meclis, 1911 yılı sonunda bir kez daha kapatıldı. Görüldüğü üzere Meşrutiyet Devrimi tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştı. Merkezi otoritenin güçlü olmaması ve batı emperyalizminin ülkeyi rahat bırakmaması nedeniyle İranlı reformcular Meşrutiyet Devrimi’ni İran’a bir türlü egemen kılamamışlardı. I. Dünya Savaşı arifesinde İran, Ahmed Şah’ın ve Başbakan el-Mamelek’in son derece güçsüz yönetimi altında bulunuyordu. İran, tarafsızlığını ilan etmesine rağmen I. Dünya Savaşı’nda Rusya, İngiltere ve Osmanlı Devleti’nin savaş, çekişme ve nüfuz alanı oldu. Ruslar, İngilizler ve Osmanlılar, askeri stratejilerinin bir parçası olarak İran’ın kuzeyi ve kuzeybatısındaki topluluklar (Azeriler, Kürtler, Ermeniler ve Nasturiler) üzerinden siyasi ve askeri bir mücadele yürüttüler. Bu guruplara bağımsız devlet kurma sözleri verildi. Azerbaycan’daki itilaf kuvvetlerine yeni bir cephe açan ve bölgeyi yarı-işgal altında tutan Osmanlılar, Rusya’nın Bolşevik devrimiyle birlikte bölgeyi terk etmesiyle, Pantürkizmi sağlamak suretiyle imparatorluğu doğal sınırlarına ulaştırmak, Azeri Türklerini özgürleştirmek ve Bakü petrollerini kontrol altında tutmak hedefiyle hareket etti. Sarıkamış yenilgisinden sonra Osmanlıların askeri varlığı ve faaliyetleri, İran’ın batı sınırlarına ve İran Azerbaycanı’na kayarak Tahran ve Tebriz’de yoğunlaştı. Eylül 1918’de Bakü’yü ele geçiren Osmanlıların, Pantürkizme destek kazanma çabaları karşılıksız kaldı ve başarısızlıkla sonuçlandı. Mondros Mütarekesi’yle bölgeyi boşaltmak zorunda kaldılar. PEHLEVİLER DÖNEMİNDE İRAN (1926-1979) Başarısızlıkla sonuçlanan Meşrutiyet deneyimi sonrasında gittikçe artan siyasi, ekonomik ve sosyal bunalımlara I. Dünya Savaşı’nın da eklenmesiyle İran, merkezi otoritesiyle birlikte devlet olma özelliğini de kaybetti. Bolşevik ihtilalini yaşayan Rusya’nın 1917’de İran’ı terk etmesi üzerine, Ağustos 1919 tarihli İngiliz-İran antlaşmasıyla ülke İngilizlerin nüfuzuna girdi. Ancak, bazı mebusların bu antlaşmayı meclisten gizli tuttukları ve rüşvet aldıkları iddiaları üzerine meclis antlaşmayı onaylamayınca da fırsat kollayan Rusya ülkeyi işgal etti. Ülke bu şekilde tam bir kaos ortamı içindeyken Tugay Komutanı General Rıza Han (Şah) Rusları püskürterek Tahran’da 183 184 Modern Ortadoğu Tarihi denetimi sağladı. 1921 Şubatındaki askeri darbeyle Tabatabai’yi başbakan yaparak yönetimi ele geçirdi. Bu sırada, Sovyetler Birliği ile imzalanan 1921 antlaşmasıyla İran, İngilizlerin baskısından kurtulabildi. 1923’te tahttan uzaklaştırılan son Kaçar hükümdarı Ahmed Şah’ın Avrupa’ya gitmesiyle de 1925 yılı sonunda kendini kurucu meclise şah seçtirdi. Böylece, İran’da Pehleviler dönemi başladı. Rıza Şah Dönemi (1926-1941) Kaçarlar devrinde İran’ın geleneksel yapısı değişmeye başlamıştı. Pehleviler’in modernleşme ve Batılılaşma politikalarıyla daha da keskin değişimler yaşandı. Rıza Şah ciddi bir hazırlık ve düşünceden yoksun olarak köklü reformlara girişti. Öncelikli olarak, ülke üzerinde nüfuz sahibi iki devlet olan Sovyet Rusya ve İngiltere arasında bir denge kurmaya çalıştı. Bürokrasi ve düzenli ordu sayesinde, Kaçarlar’dan beri olmayan merkezi bir devlet kurmayı başardı. Yaptığı reformlarla yönetim, ordu, bürokrasi ve vergi sistemini modernleştirdi. 1937 yasasıyla ülke on bölgeye (ostan) ayrıldı. Orduyu güçlendirmek reformlarının merkezinde yer almaktaydı. Bu yüzden, subaylara büyük önem vererek orduyu kendine bağladığı gibi, bütçenin önemli bir kısmını da buraya tahsis etti. Resim 7.4 Rıza Şah ve Mustafa Kemal Atatürk (1934) Kaynak: tr.wikipedia.org Rıza Şah hukuk, eğitim ve kültürü Batılılaştırıp laikleştirdi; kamu hizmetlerini Batı tarzında düzenledi; ceza hukuku (1926) ve medeni hukuku (1928) yürürlüğe koydu. 1928’de yeni kıyafet yasası kabul edildi. Kadınların toplumsal hayatta etkin olmaları teşvik edildi. Eğitim, kız ve erkek çocuklar için mecburi tutuldu. Yurtdışına öğrenci gönderilen bu dönemde siyaset, hukuk, ziraat ve eğitim okulları açıldı. 1934’te modern anlamda ilk üniversite başkent Tahran’da açıldı. Artan petrol gelirleri, Rıza Şah’ın reformları ve İran ekonomisi için vazgeçilmez bir kaynak durumundaydı. Pek çok sektörde devlet tekelleri kuruldu. Sanayi geliştirilerek ekonomi modernleştirildi; modern teknoloji yaygınlaştırıldı. İngiltere ve Rusya karşısında ülke ekonomisi güçlendirilmeye çalışıldı; Kaçarlar döneminde yabancı devletlerin İran’da elde ettikleri bazı ekonomik imtiyazlar (kapitülasyonlar) 1927’de kaldırılarak işletmeleri millileştirildi. 7. Ünite - İran Otokratik bir yönetimin benimsendiği bu dönemde siyasi partiler, sendikalar ve basın kontrol altına alındı ve meclis yalnızca bir onay makamı haline getirildi. Halkın siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyo-kültürel hayatına doğrudan müdahale edildi; etnik-kültürel farklılıklar ve yerel unsurlar dışlayıcı bir siyasetle ve devlet zoruyla sindirildi. Önemli reformlar arasında yer alan zorunlu askerlik uygulaması ve soyadı kanunu, İranlıları aşiret mensupluğundan yurttaşlığa dönüştürmeyi amaçlamaktaydı. İran’ı oluşturan bütün gurupların ortak egemen kimliği benimsemesi hedeflenmekteydi. Bu bağlamda, İran milliyetçiliğini yeni bir ideoloji olarak geliştirdi. 1930’da Farsça resmi dil ilan edildi; 1934’te ise ülkenin resmi adı İran oldu. Şah, İran’ın itibarlı geçmişine vurgu yapan ve İranlı-Fars-Pehlevi kimliğine dayalı bir milliyetçilikle beraber İran ulus-devletini, diğer bir deyişle ilk milli Fars devletini oluşturmaya çalıştı. Bütün bunları yaparken, nüfuzunu azaltmak istediği din ve din adamlarından da yararlandı. Bir yandan da ulemanın belirlenmesinde devleti söz sahibi konuma getirdi. Özellikle hukuk ve eğitim alanlarında yapılan reformlar da ulemanın durumunun sarsılmasına yol açtı. Şahlığı döneminde geniş topraklara sahip olan Rıza Pehlevi, bir yandan da İran’ın en zengin adamı oldu. Nitekim, sürgüne gönderildiğinde, servetiyle dünyanın en zenginleri arasındaydı. Dikta ve baskı yönetimi altında bunalan halk Rıza Şah’ı, devlet otoritesini demir yumruğuyla sağlayan fakat bir taraftan da kendisini ve çevresini zengin eden bir “şark despotu” olarak görmekteydi. Şah Rıza dönemi Türkiye-İran ilişkileri dostluk ve işbirliğine giden bir seyir takip etti. Nisan 1926’da iki taraf arasında saldırmazlık, güvenlik ve işbirliği ile iki ülke sınırlarındaki aşiretlerin çıkardığı sorunların önlenmesine dair bir antlaşma imzalandı. 1932’de aşiretlerin karışıklıklarını önlemek için küçük ölçekli sınır değişikliği yapılarak önceki antlaşma yenilendi. 1934 yılına gelindiğinde Şah Rıza, modernleşme çabalarını yakından takip ettiği Atatürk’ün konuğu olarak Türkiye’ye dostluk ziyareti gerçekleştirdi. Bu sürecin bir devamı olarak da 1937’de, Irak ve Afganistan’ın da katılımıyla Sadabat Paktı imzalandı. Bu antlaşma bölgede barışın sağlanmasında önemli bir etkiye sahip oldu. Muhammed Rıza Şah Dönemi (1944-1979) Rıza Şah’ın İngiliz-Rus ve Fransız nüfuzundan kurtulmak için yaklaştığı Hitler yönetimindeki Almanya’nın siyasi ve ekonomik olarak İran’a sızması üzerine ülke, II. Dünya Savaşı’nda bir kez daha İngiliz-Rus işgaline uğradı. Müttefikler, Basra körfezinden SSCB’ne uzanacak bir ikmal hattı oluşturmayı da planlıyordu. Ağustos 1941’de ülkeyi işgal eden İngiltere ve Sovyet Rusya, Rıza Şah’ı baskıyla devirerek Güney Afrika’ya sürgüne gönderdiler. Sürgündeki Şah 1944’te ölünce, işgalci devletlerin de onayıyla yerine oğlu Muhammed Rıza Şah geçti. İşgal döneminde, ülkenin belli başlı gelir kaynaklarına el kondu. İran’da devlet otoritesini bir kez daha ortadan kaldıran bu gelişmelerle birlikte, 13 yıl sürecek olan bir ara dönem de başlamış oldu. Muhammed Rıza Şah 35 yıllık uzun iktidarının ilk yıllarında Âyetullah Kâşâni’nin liderliğindeki Fedâiyyan-i İslâm’ın muhalefetiyle karşılaştı. İngiliz-Rus işgaliyle birlikte, 1942’de Sovyet destekli solcu Tudeh Partisi kuruldu. Bu parti, ortaya çıkan otorite boşluğuyla birlikte güç kazanan büyük toprak sahipleri ve yerel eşrafa karşı etkili olmaya başladı. Tudeh, otoriter yönetimlerin şekillendirdiği yerleşik düzene ve taşra ileri gelenlerine meydan okuyan ilk siyasal parti olmakla büyük şöhret kazandı. Bu husus, İran üzerinden hiç eksilmeyen İngiliz-Rus rekabetini de tekrar canlandırdı. Nitekim, Sovyet yanlısı Tudeh’i etkisizleştirmek isteyen 185 186 Modern Ortadoğu Tarihi İngiltere bir görevlisini İran’a gönderdi. Fakat bu sırada, İran’da petrol imtiyazı talep eden Sovyetler de özerklik isteyen Kürtlerle Azerileri desteklemekteydi. Tudeh Partisi, 1945’te Ruslar’ın da desteğiyle İran Azerbaycanı ve Kürdistanı’ndaki devlet otoritesini ortadan kaldırınca, bu bölgelerde yeni hükümet ve idareler kuruldu. Fakat, Sovyetlerin 1946 Mayısında bölgeden çekilmesiyle birlikte desteksiz kalan Mahabad Kürt İran Azerbaycanı Milli Hükümeti ile Mahabad Kürt Cumhuriyeti varlıklarını Cumhuriyeti: Tarihteki sürdüremediler. Bu gelişmeler sonucunda, İran’da Tudeh’e karşı duyulan öfkeyle ilk bağımsız Kürt devleti birlikte bir kampanya başlatıldı. Neticede, ülkedeki milliyetçilerle Tudeh etrafında denemesi olan Mahabad Kürt Cumhuriyeti İran toplanan solcular kamplaştı. Kürdistanı’nda kuruldu. Almanlar’ın ülkeden çıkarılmasıyla doğan boşluğu ise, II. Dünya Savaşı’ndan Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani de sonra Sovyet Rusya’ya karşı Avrupa ve Asya’ya yayılma politikası izleyen ABD genelkurmay başkanı idi. doldurdu. Amerikalılar’ın ülkedeki etkinliği yıldan yıla arttı. Nitekim, bazı ülkeSovyetler’in çekilmesinden sonra bu devletin çökmesiyle lere ekonomik ve askeri yardımı öngören Truman doktrinine İran da dahil edildi. birlikte Barzani de 1946 yılı Bu sırada, Tudeh taraftarlarının şiddete başvurmasıyla ülkede anarşik bir ortam sonunda Rusya’ya sığındı ve oluştu. Bir partilinin 1949 Şubatı’nda şaha suikast düzenlemesi üzerine Tudeh kaIrak’a döndüğü 1958’e kadar Moskova’da kaldı. patıldığı gibi sıkıyönetim ilân edildi. Ardı arkası kesilmeyen yabancı müdahaleler sonucunda aynı yıl milliyetçi Muhammed Musaddık’ın başında olduğu Milli Cephe kuruldu. Şah rejimine ve yabancı müdahalesine karşı kurulan bu cephe içerisinde, Fedaiyyân-i İslâm ve Mücahidin-i İslâm gibi tutucu gurupların yanı sıra muhalif sol aydınlar da vardı. Muhammed Musaddık: Ülkede çatışma ve gerilimin arttığı bir sırada, hanedana ait toprakların toprakİran laik milliyetçiliğinin sız köylülere dağıtılmasını isteyen Şahın girişimi, bir Fedaiyyân-i İslâm mensubusembolü olan Musaddık nun Başbakan Rezmârâ’yı öldürmesiyle (Mart 1951) akim kaldı. Bu olayla birlikte köklü bir taşra ailesinden gelmekteydi. Avrupa’da eğitim çıkan isyan ve karmaşa sonrasında Muhammed Musaddık başbakanlığa atandı. gördü. “Rüşvet almaz bakan” olarak ün saldı. Milli Cephe’nin İran siyasetinde hızla sivrilen Musaddık’la birlikte milliyetçi hareket de güç kalideri ve başbakan olarak İran zandı. Bu sırada ülke petrolünün devletleştirilmesi, yüksek sesle dillendirilmeye petrollerini millileştirince İngiltere ile ilişkiler gerildi ve başlanmıştı. Musaddık’a göre, ülkenin bütün zenginlikleri şahın ve onu kontrol sonunda darbeyle görevinden altında tutan Avrupalıların elinden kurtarılmalıydı. Şah’a karşı başlatılan mücauzaklaştırıldı. dele sonucunda, İngiliz-İran Petrol Şirketi (APOC)’nin işlettiği İran petrolleri, Musaddık hükümeti ve meclis tarafından millileştirildi (1951). Halkın desteğiyle hareket eden Musaddık orduyu da denetimi altına alarak Şahın gücünü azaltmaya çalışıyordu. Ancak, Ağustos 1953’te meclisi kapatıp sıkıyönetim ilân eden ve basını susturan Musaddık da gittikçe otoriterleşiyordu. Gelişmelerden rahatsız olan muhafazakârlar desteğini çektiğinden Milli Cephe de dağıldı. Bu gelişmeler olmakla birlikte, Musaddık’ın yaptıkları asıl Şah’ın ve İngiltere’nin menfaatlerine aykırıydı. Çok geçmeden de Musaddık’tan “intikam” alındı. Petrolünü millileştiren İran, İngiltere’nin ve Batılı şirketlerin İran petrolüne uyguladığı ambargodan ve iki yıl süren derin bir istikrarsızlıktan sonra büyük bir ekonomik kriz yaşamaya başladı. Dahası, güvenliklerini bölge petrolüne endeksleyen İngiltere Başbakanı Churchill, ABD’yi İran’da darbe yapması için ikna etmişti. İki ülke istihbaratlarının ortaklaşa düzenlediği bir darbe sonucunda Musaddık, 13 Ağustos 1953’te şah tarafından azledilerek görevinden uzaklaştırıldı. Halkın desteklediği Musaddık’ın direnmesi üzerine şah bir süreliğine ülkeyi terk etmiş, fakat yeni Başbakan General Zahidi’nin kontrolü sağlaması üzerine geri dönerek Musaddık’ı tutuklatmıştı. Musaddık’ı deviren askeri darbe, para ve rüşvetle gerçekleştirilmişti. Bu süreçte, darbe karşıtı 5 bin kişi öldürüldüğü gibi Musaddık da sürgün edildi. Darbe amacına ulaşmış gibi gözükse de İranlılar Şah’ı emperyalistlerin tam bir kuklası ve işbirlikçisi olarak görmeye başlamışlardı. İdeolojik açıdan ise liberalizm, sosyalizm ve milliyetçilik hareketleri yerini, 1979 devriminin de hazırlayıcısı olacak olan dini radikalizme bıraktı. 7. Ünite - İran Darbenin asıl nedeni petrol olduğundan Musaddık’ın devrilmesinden sonra, İran Petrolleri Milli Şirketi yerini 1954’te İngiliz, ABD, Hollanda ve Fransız şirketleri tarafından idare edilen ve % 50’lik paya sahip olan milletlerarası bir konsorsiyuma bıraktı. Yeni düzenlemeye göre konsorsiyum, İran Milli Petrol Şirketi adına petrol çıkaracak ve işletecekti. Böylece Batının İran petrolleri üzerindeki kontrolü de tekrar sağlanmış oluyordu. Beyaz Devrime Karşı İslam Devrimi Muhammed Rıza Şah’ın uzun süren iktidarının ilk on yılı, yukarıda belirtildiği üzere dış müdahaleler, çalkantı ve iktidar mücadelesiyle geçmiş; Musaddık’a düzenlenen petrol darbesiyle artık otoriter yönetimi önünde büyük bir engel de kalmamıştı. Nitekim, iktidarının ikinci döneminde ipleri tamamen eline alacaktır. Bu devirde halkla olan ilişkiler artık kesilme noktasına geldi. Babası zamanında otoriter yöntemle atılan temellerin üzerinde, İslam devrimine giden şartlar olgunlaşmaya başladı. Artan petrol gelirleri ve yeni şartlar, Muhammed Rıza Şah’ı da tıpkı babası gibi otoriter temeller üzerine güçlü bir devlet yaratma fikrine yöneltmişti. Ordu yine en fazla önem verilen kurum oldu. 1970’li yıllara gelindiğinde bölgenin en büyük ve modern ordularından birisi Şah’ın emrindeydi. Nükleer denizaltılar ve nükleer tesis sözleşmelerinin yapılmış olması; İran’ın bölgenin en büyük nükleer güçlerinden biri olacağını işaret ediyordu. Şah, Musaddık’a karşı yaptığı darbeyle iktidarını sağlayan ABD’nin güçlü desteğini de arkasına almıştı. Öncelikli olarak, ülkeyi tamamen kontrol altına almak isteyen Amerika’nın yardımlarıyla, 1957’de güçlü bir istihbarat örgütü (SAVAK) kuruldu. Suikastler ve çok çeşitli operasyonlar düzenleyen bu örgüt, toplumu her açıdan kontrol etmek için kullanıldı. Şahın yönetimindeki İran’ın dış ilişkilerini ise, II. Dünya Savaşı sonrasında beliren yeni konjonktür şekillendirmekteydi. Öncelikle çok yönlü bir dış politikadan bahsetmek mümkündür. Şah yönetimi, ABD ve Avrupa’yla ilişkilerine büyük önem vererek hem onların bölgede jandarmalığını yaptı, hem de Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerle yakınlaşma ve iktisadi işbirliklerine girişti. Bu arada, Türkiye ile İran arasındaki yakınlaşma ve işbirliği, II. Dünya Savaşı’nda sonra da devam etti. Bölgesel ittifakları öngören ve daha sonra CENTO (1959) adını alacak olan Bağdat Paktı 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan’ın katılımıyla kuruldu. 1964’te bölgesel işbirliği için Pakistan’ın da katıldığı bir örgüt kuruldu. Mart 1967 antlaşmasıyla, Şattularap suyolu ve petrol sahaları üzerinde Irak ile uzun süredir yaşanan ihtilaflar çözüldü. Arap dünyasının sosyalist ve milliyetçi lideri Nasır’ın Mısır’ına karşı Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi ülkelerle iyi ilişkiler kuruldu. Halkla kopuk olan iletişimini güçlendirmek isteyen Şah, Beyaz Devrimin bir parçası olarak, ulema, aşiret reisleri ve toprak ağaları gibi yerel güç odaklarını etkisizleştirmek istedi. Nitekim, bu dönemdeki en önemli uygulama da toprak reformudur. Ocak 1963’teki referandumla, toprak ve tarım reformu, okuma yazma seferberliği ve kadınlara seçim hakkı gibi konuları da içeren bir reform programı kabul edilerek beyaz devrim uygulamaya kondu. Buna göre, boş topraklar devlet tarafından ihtiyaç sahibi topraksız köylülere dağıtılacaktı. Sosyal ve ekonomik kalkınmayı hedefleyen Beyaz Devrim başarısız oldu. Toprak reformu amacına ulaşamadığı ve köylülerin tamamı toprak sahibi olamadığı gibi, sermaye ve teknik imkanları olmayan çiftçiler, kendilerine dağıtılan toprakları kısa sürede yine büyük toprak sahiplerine kaptırarak onları birer kapitalist girişimci haline getirdiler. Bunun sonucunda ise milyonlarca insan şehirlere göç ederek işsiz sayısının artmasına; şehirlerdeki sosyal ve ekonomik düzenin bozulmasına neden oldu. 187 188 Modern Ortadoğu Tarihi İran’ın Pehleviler dönemi için bkz: Ervand Abrahamian,Modern İran Tarihi, (Çev,Dilek Şendil), İstanbul 2009. Ülkede gittikçe bozulan gelir dağılımı da önemli bir sorun haline gelmişti. Bu durumu dengelemek üzere daha 1958’de bir vakıf tesis edilmiş; 1961’de ise Şah kendine ait gayrimenkulleri ve hisseleri bu vakfa devretmişti. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın ve 1973 petrol krizinin petrol fiyatlarını yükseltmesiyle sağlanan büyük gelirler, çok yönlü bir kalkınma programına, büyük askeri harcamalara ve halkı çok da memnun etmeyen modernleşme çabalarına ayrılmıştı. Özellikle sanayi yatırımlarına sarf edilen yüksek petrol geliri, İran’ın gelişmiş alt yapılarla donatılmasını da sağladı. Bununla birlikte İran, giderek dünyanın gelir dağılımı en adaletsiz ülkesi durumuna geldi; enflasyon yükseldi ve halkın hayat standartları iyice düştü. Aynı dönemde, muhalif hareketlere çok sert davranılması ve halka yukarıdan bakılması da, Şah rejimine karşı duyulan öfkeyi biraz daha attırıyordu. Bu gelişmeler toplumsal gerginliklerin tırmanmasına da neden oldu. İran, liberal, ilerici ve tutucu çevrelerin muhalefetinden kaynaklanan bir karmaşa ortamı içerisine girdi. Şahın, Beyaz Devrim reformlarının yanı sıra şahsi savurganlığı halk arasında büyük tepki çekmekteydi. Toplumdaki genel umutsuzluk ve öfke hali ulemayı da etkiledi. Şahla ulema arasındaki uzun süreli çekişme, uygulanan reform programıyla iyice belirginleşmişti. Reformların kendilerini etkisizleştirmeyi amaçlayan bir amaç taşıdığını gören ulema ve Milli Cephe Beyaz Devrim’e karşı çıktı. Dini merkez Kum şehrinde ulemanın faaliyetlerinin engellenmesi, siyasi radikalizmin temsilcilerinden olan Humeyni’nin; ulemanın aktif olarak siyasete katılmasını isteyen Mehdi Bazirgân’ın ve Şia’yı bir protesto hareketi olarak gören Ayetullah Şeriatmedari’nin başını çektiği kalabalık mitinglerin bütün ülkeye yayılmasına neden oldu. Mitingler, dini merkez Kum’daki medrese öğrencilerinin İran gizli servisi aleyhine yaptığı gösterilerle başladı, daha sonra da başkent Tahran’a sıçradı. Humeyni’nin etrafında şaha karşı birleşen İranlılar, İslami bir rejim ve Humeyni lehinde gösteriler yaparak, baskı ve zulmün sona erdirilmesini ve sosyal adaleti talep etmekteydi. İran’da İslam Devrimi’nin ortaya çıkmasında hangi sebepler etkili olmuştur? 4 “Ezilenler birleşmeli” sloganıyla hareket eden Humeyni ölüm cezasına çarptırılınca alelacele Ayetullah mertebesine yükseltilerek idamdan kurtarıldı ve önce Türkiye’ye daha sonra da Irak’a sürgüne gönderildi. Irak’ta sürgünde bulunan Ayetullah Humeyni, İran’daki gelişmeler üzerinde etkili olmayı sürdürdü. 1969 yılında yayımlanan kitabında, şahın temsil ettiği monarşik rejimi İslâm dışı olarak nitelendirdi. Dolayısıyla, fukaha tarafından yönetilecek İslâmi bir hükümete ihtiyaç vardı. Bu süreçte, Halkın Fedaileri ve özellikle üniversite öğrencilerinin oluşturduğu Halkın Mücahidleri örgütleri de tekrar aktifleşmişti. Ülkede kontrolü ele geçirmek isteyen Şah, siyasal alanda her türlü demokratikleşme girişimini kanlı bir şekilde bastırmaktaydı. Rejime karşı en küçük bir gösteride bile ordu, jandarma ve siyasi polis (SAVAK)’ten oluşan güvenlik ağı devreye girerek çok sayıda kişi öldürülüyordu. Fakat, bu tedbirlerin hiçbiri isyan hareketinin üstesinden gelemedi. Bunun üzerine, tek partili sisteme yönelen Şah 1975’te Yeniden Diriliş Partisi (Hizb-i Rastahiz)’ni kurdurarak Abbas Hüveydâ’yı başbakanlığa getirdi. Şahın izinden giden bu parti de ulemayı, işçileri ve esnafı hedef aldı. Böylece Şah rejimi yerleşik toplum düzeniyle tam bir çatışmaya girdi. Bu da şah için sonun başlangıcı demekti. 189 7. Ünite - İran 1977 yazına gelindiğinde, Tahran’ın kenar mahallelerinde yaşadıkları gecekonduların yıkılacak olması nedeniyle, Şah diktatörlüğüne karşı öğrencilerin de katıldığı protestolar gerçekleşti. 7 Ocak 1978’de, hakkında hakaret içeren bir makale yayımlanan Humeyni’yi desteklemek için gösteri yapan öğrencilere ateş açılarak bazıları öldürüldü. Olaylar bir aydan fazla devam etti. Mart 1978’den itibaren işçiler ve yoksullar grev ve protestolara başladı. 8 Eylül’deki olayda ise, protestocuların üzerine ateş açılarak yüz civarında kişi öldürüldü. Ekim ayında işçi grevleri artarak siyasi nitelik kazanmaya başladı. Bu sırada, petrol üretimi ve ihracının azaltılması amacıyla grev komiteleri kuruldu. Şah, 1978 yılı sonunda Genelkurmay Başkanı Gulâm Rıza Ezhârî’nin başkanlığında bir askerî hükümet kursa da durum değişmedi. Sonunda, Ocak 1979’da Milli Cephe’nin eski yöneticilerinden Şahbur Bahtiyar’ı başbakanlığa getirdi. Bu hükümet, İran Gizli Servisi’ni dağıtmaya, Güney Afrika ve İsrail’e yapılan petrol satışını durdurmaya ve Filistin davasına sahip çıkmaya çalıştıysa da protestolar sürdü. Bu süreçte, rejime muhalif olan bütün guruplar Humeyni’yi destekliyordu. İRAN İSLAM CUMHURİYETİ (1979-2013) 15 Ocak 1979’da Şahın ülkeden kaçması ve 1 Şubat’ta da sürgünde bulunduğu Fransa’dan gelen Humeyni’nin Tahran’da milyonlarca kişinin katılımıyla görkemli bir şekilde karşılanması, İran’da yeni bir devrin başladığının habercisiydi. 11 Şubat 1979’a gelindiğinde gösteriler sona erdi. Humeyni’nin kurduğu İslam Konseyi, Fransa’ya sürgüne gönderilen Bahtiyar’ın yerine Mehdi Bazirgân’ı başbakanlığa atadı. Ülkeden kaçan Muhammed Rıza Şah, Enver Sedat’ın izniyle Mısır’a sığınmıştı. Şah daha sonra da ABD’ye geçerek burada kanser tedavisi gördüğü bir sırada öldü. Devrimin başrolünü üstlenen ve geniş kesimlerin desteğini alan Humeyni, bu aşamadan sonra ipleri eline almaya başladı. Solcu Tudeh Partisi ve devrimci İslamiyet anlayışını yaymaya çalışan Halkın Mücahitleri’nin desteğiyle, Mart 1979 referandumu neticesinde İslami hükümetle birlikte cumhuriyet de kuruldu. Ağustos 1979’da, İslami Cumhuriyet Partisi (Hizb-i Cumhûri-i İslâmi) içinde örgütlenen ve yarı resmi milis teşkilatını (Devrim Muhafızları) kuran din adamları kurucu meclis üyeliklerinin çoğunu elde ettiler. Ülkede esas kontrol yüksek ulemanın elinde oldu. Ulema ordunun yanı sıra anayasal kurumlarla yasama, yürütme ve yargıyı da kontrolünde bulundurabilmektedir. Liberal siyasi kurumları içermekle beraber teokratik bir devleti öngören yeni anayasa, Aralık 1979’daki referandumla kabul edilerek yürürlüğe girdi. Bu anayasa, İran’ın yönetiminde Humeyni’nin öncü rolünü kabul etmekteydi. Çok geniş anayasal yetkilerle donatılan Humeyni, devrimin temellerini sağlamlaştırmak amacıyla ilk olarak muhalefeti sindirmeye çalıştı. Bu arada, baştan beri Resim 7.5 İran İslam devriminin lideri Ayetullah Humeyni (1902-1989) 190 Modern Ortadoğu Tarihi şahın yanında yer alan ABD, İran için en büyük düşman ilan edilmişti. 1979 Kasımı’nda Amerikan büyükelçiliğinin işgaliyle bir yıldan fazla sürecek olan rehine krizi ise, iki ülke arasında yıldan yıla şiddetlenecek olan çatışmanın da ilk Rehine Krizi: Amerika’nın işaretleri oldu. desteklediği şahı ülkesine kabul etmesine tepki gösteren Yeni rejimde ordu, radyo-televizyon ve basın kontrol altına alındı; sol hareHumeyni yanlısı öğrenciler, ketler engellendi. Yeni rejimle birlikte, Pehleviler dönemindeki ulusal-sivil kimlik 4 Kasım 1979’de Tahran’daki Amerikan elçiliğini işgal yerini İslam kimliğine bıraktı; ancak İran-Irak savaşının patlak vermesiyle, Pehederek 52 görevliyi 444 leviler dönemindeki İranlı-Fars kimliği yeniden ortaya çıktı. Hukuki ve kültürel gün boyunca rehin tuttular. Eylemciler, rehinelerin serbest alanlarda batılılaşmanın yerini din merkezli bir devlet ideolojisi aldı. Laik ve batı bırakılması için Şahın İran’a kaynaklı görüşlere karşı çıkıldı. Safeviler dönemindeki devlet-din bağı yeniden teslim edilmesini istiyorlardı. kuruldu. Fars olmayan etnik unsurlara karşı kapsayıcı bir politika izlenmeye başBöylece, İran-Amerika ilişkileri derin bir bunalıma landı. Fakat aynı zamanda, otokratik bir anlayışla toplumsal düzen ve davranışlar girdi. Şah, Temmuz 1980’de kontrol altında tutuldu. Kahire’de öldü, fakat kriz devam etti. ABD’nin Nisan Devrim sürecinde etkili olan işçi ve sendika eylemlerini dikkate alan yeni re1980’de giriştiği rehineleri jim, 26 Şubat’ta petrolün; 16 Haziran’da da sanayinin tamamen millileştirilmesini kurtarma operasyonu da fiyaskoyla sonuçlandı. Bu sağlayan kararları aldı. Kurulan geçici hükümet, eski rejim taraftarlarının orduderin kriz, Ocak 1981’de dan temizlenmesi ve halkın silahsızlandırılması için de çalışma başlattı. Gizli polis Cezayir’in arabuluculuğunda teşkilatı olarak da Savama kuruldu. yapılan görüşmeler sonunda rehinelerin serbest Ülke, sosyal ve ekonomik açılardan önemli gelişmeler gösterdi. Kaçarlar ve bırakılmasıyla sona erdi. Pehleviler zamanında ezilen çiftçiler ve işçiler desteklenerek fakir halk için vakıfVelâyet-i Fakih: Bu tabir, lar kuruldu ve böylece bu kesimlerin yeni rejime destek vermesi sağlandı. İslam İran rejiminde en üst yönetim devrimiyle birlikte eğitim ve ilmi faaliyetlerde de gözle görülür ilerlemeler kaydemakamı olan dini lideri (Veli Fakih) ifade eder. Kayıp On dildi. Devrime kadar % 60 olan okuma-yazma oranı % 85’lere kadar yükseldiği İkinci İmam’ın yokluğunda ona gibi, çok sayıda üniversite, okul, araştırma merkezi ve akademi kuruldu. vekâlet eden kişi demektir. Önce Humeyni ondan sonra da Ali Hamaney bu sıfatı aldı. Humeyni’nin Velâyet-i Fakih teorisi üzerine oluşturulan 1979 anayasasına göre dini lider çok geniş yetkilere sahiptir. Anayasada bazı değişiklikler yapılmasına rağmen dini liderin yetkileri ve otoritesinin kaynağı gibi konularda tartışmalar halen sürmektedir. Beni Sadr Dönemi (1980-1981) Ocak 1980’de Humeyni’nin desteğiyle devlet başkanı olarak seçilen Ebu’l-Hasan Beni Sadr, bir tarım reformuna girişti. Aynı dönemde üniversitelerde gerginlik artmaya başlayınca, Nisan’dan itibaren üniversiteler kapatıldı. Bu süreçte, Humeyni ile özdeşleşen Âyetullah Bihişti’nin başkanlığındaki İslami Cumhuriyet Partisi, Mart ve Mayıs 1980’de yapılan genel seçimleri kazandı. Ağustos’ta ise, Muhammed Ali Recai parlamento tarafından başbakanlığa getirildi. 1981 Martı’nda Beni Sadr ile Başbakan Recai arasında anlaşmazlıktan sonra Humeyni ilk kez cumhurbaşkanını eleştirdi. Cumhurbaşkanı yandaşlarıyla karşıtları arasındaki çatışmalardan sonra 22 Haziran 1981’de Beni Sadr görevinden alındı. Beni Sadr, Halkın Mücahitleri’nin lideri Mesut Recevi ile birlikte Fransa’ya kaçtı. Bu aşamadan sonra sol ve özellikle devrimci Müslümanlar, İslami Cumhuriyet Partisi ile şiddetli bir mücadeleye girdiler. Temmuz 1981’de Başbakan Ali Recai cumhurbaşkanı seçildi, fakat şiddet devam etti. Nitekim, yeni Cumhurbaşkanı Recai de 30 Ağustos 1981’deki bombalı saldırıda öldürüldü. Bunun üzerine sol guruplar ve özellikle suikastların ardında bulunduğu anlaşılan Halkın Mücahidleri’ne karşı tutuklama ve idam süreci başlatıldı. Ali Hamaney Dönemi (1981-1988) Ekim 1981’de Ali Hamaney cumhurbaşkanı seçildi. Bu döneme İran-Irak savaşı damgasını vurdu. Savaşın başlamasıyla birlikte yeni rejim sıkıyönetim özellikler gösteren bir rejimi benimsedi. Başta Halkın Mücahitleri ve sol oluşumlar olmak üzere muhalefet etkisizleştirildi. Eski başbakan Mehdi Bazirgân’ın lideri olduğu muhalefet gurubunun eylemleri engellendi; Bahailere karşı baskı ve sindirme po- 7. Ünite - İran litikası uygulanarak liderleri idam edildi. Devrimden sonra yeniden faaliyete geçen Komünist Tudeh Partisi, tutuklanan yöneticilerinin Sovyetler lehine casusluk yapması üzerine Nisan 1983’te; İslâmi Cumhuriyet Partisi de iç çekişmeler sebebiyle Haziran 1987’de kapatıldı. Böylece ülkede partili dönem de sona ermiş oldu. Humeyni’nin Ocak 1987 fetvasıyla, özel mülkiyet sınırlandırılarak bazı ekonomik tedbirler alındı. 2009’da kendini değişimin vasıtası olarak tanıtıp Ahmedinejad’ın rakibi olan Musavi, 1981-1989 yılları arasında başbakanlık yapmış; bu dönemde çok sayıda sol, muhalif ve Halkın Mücahitleri mensubu hayatını kaybetmiştir. 191 Ali Hamaney: Azerbaycanlı bir ulema ailesinden gelmektedir. Meşhed ve Kum’da Humeyni’yle beraber ilahiyat okudu. Humeyni’nin ölümünden sonra Ayetullah rütbesiyle dini (ruhani) lider seçildi. İran-Irak Savaşı Nüfusunun yarıdan fazlasının Şiî olması sebebiyle kendisine bir tehdit olarak gördüğü yeni İran rejiminin Irak’a yayılacağı endişesi, İran’daki Arap azınlığın durumu, İran’ın Irak’taki Kürt ayrılıkçı hareketi desteklemesi, ekonomik açıdan zor durumda olan Irak’ın İran’ın petrol bölgelerini ele geçirmek istemesi ve iki ülke arasında bulunan ve aynı zamanda petrolün dünya piyasalarına sevkinde önemli bir yere sahip olan Şattülarap suyolununun ortak kullanımıyla ilgili sınır anlaşmazlıkları ve çatışmalar, bu savaşın bilinen sebepleri arasında yer alır. Ancak savaşın bir sebebi de ABD ve Avrupa ile ilgilidir. Şöyle ki, Humeyni’nin öncüsü olduğu İslam devrimine rağmen Batı, İran petrolünden yine de ümitliydi. İran’daki yeni rejim ise ABD ve İngiltere’den intikam almak peşindeydi. Bu yüzden ABD ve Batı, Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ı yeni müttefikleri olarak seçecekti. ABD ve Avrupa’nın teşvikiyle İran’a saldıran Saddam Hüseyin sekiz yıl sürecek olan yıkıcı bir savaşı da başlatmış oldu. ABD, savaş içerisinde İran’a da gizlice silah satmaktaydı (İrangate Olayı). Devrimin hemen sonrasında meydana gelen bu saldırıya karşılık İran da Bağdat, Basra ve Kerkük’ü bombaladı. Ancak, savaşın başlarında Irak’ın gösterdiği askeri başarılar, bir süre sonra Devrim Muhafızları’nın devreye girmesiyle dengelenmeye, İran kaybettiği toprakları geri almaya başladı. Bununla birlikte, petrol endüstrisi tehlikeye giren İran, Irak’ı destekledikleri için 1983’ten itibaren Kuveyt ve Suudi Arabistan petrol tankerlerine saldırarak savaşı Basra körfezine taşıdı. Cephe savaşlarının yanında karşılıklı bombardımanlar ve bu arada birbirinin petrol ihracatını çökertmek amacıyla petrol taşıyan dev tankerlerin vurulması (tanker savaşı), her iki ülkenin petrol altyapısını büyük ölçüde yok ettiği gibi petrol taşımacılığını doğrudan etkileyerek petrol fiyatlarının da yükselmesine neden oldu. Irak’taki Kürt gurupları destekleyen İran, kendi içindeki ayrılıkçı Kürt ve Araplara karşı da mücadele etmek zorunda kaldı. Yaşanan bütün bu güçlükler, halkı harekete geçirmek ve muhalefete karşı sert tedbirler almak için bir vasıta olarak kullanıldı. 6 Ağustos 1988’de imzalanan ateşkes antlaşmasıyla sona eren sekiz yıllık savaş, iki taraf için de büyük ekonomik ve askeri kayıplara ve bu arada bir milyona yakın insanın ölümüne sebep oldu. Savaşın bir sonucu da, üretici ülkelerin yanı sıra çok uluslu dev petrol şirketlerinin büyük paralar kazanmasıydı. İran’ın özellikle Huzistan bölgesinde ve Basra Körfezi’nde yıllık üretimi 250 milyon tona kadar çıkmakla birlikte, savaşın etkisiyle bu miktar büyük oranda azalarak 65 milyon tona kadar düştü. İran ayrıca, savaşta büyük hasar gören petrol tesislerini büyük paralar harcayarak tekrar oluşturmak zorunda kaldı. Dünyanın en büyüğü olan ve devrimden önce “Şahın tâcı” adıyla anılan Abadan Petrol Rafinerisi de savaşta tamamen tahrip olan tesisler arasındaydı. İrangate Olayı: İran-Irak savaşı esnasında taraflara silah satışını yasakladığını açıklayan ABD’nin İran’a el altından silah sattığı (İrangate Olayı) anlaşıldı. ABD Irak’a da İran’ın askeri vaziyeti hakkında askeri istihbarat sağlamaktaydı. 192 Modern Ortadoğu Tarihi Resim 7.6 İran-Irak Savaşı Bölge ve Mevkiler Haşimi Rafsancani Dönemi (1989-1997) Meclis Başkanı ve başkomutan olan Rafsancani, 28 Temmuz 1989’da Kaynak: Muzaffer yüksek oy oranıyla cumhurbaşkaErendil, Çağdaş nı seçildi. Humeyni’nin, 14 Şubat Orta Doğu Olayları, Ankara, 1992 1989’da, Şeytan Âyetleri kitabının yazarı Hint kökenli İngiliz vatandaşı Salman Rüşdi’nin öldürülmesine fetva vermesi, bu dönemde İran’ın Batı ile ilişkilerini daha da gerginleştirdi. Sonuçta Batı’nın ambargosu ile karşılaşan İran büyük ekonomik sıkıntılar yaşadı. 3 Haziran 1989’da Humeyni’nin ölümüyle Ali Hamaney dini lider (fakih) seçilmişti. Bu dönemde kurulan çeşitli mekanizmalarla muhalif işçilere yönelik baskılar arttı. Liberal bir politikanın inşası ve özelleştirme politikalarının artmasıyla, kurulu düzende bazı gevşemeler yaşandı. 28 Temmuz 1989’daki anayasa değişikliğiyle başbakanlık kurumu kaldırılarak yürütmenin başı sayılan ve dört yıllığına seçilen cumhurRafsancani: Hüccetü’lİslam rütbeli Rafsancani’nin, başkanının yetkileri arttırıldı. İran, 1990’da Irak’ın Kuveyt’e saldırmasıyla oluşan “İslam cumhuriyetinin perde karışık ortamdan faydalanarak Irak’ın işgali altında olan son topraklarını da kurarkasındaki beyni” olduğu söylenmektedir. Kum’da tardı. Rafsancani’nin iki dönem devam eden cumhurbaşkanlığı sırasında yaşanan Humeyni’yle birlikte okudu. ekonomik daralma ve diğer sorunlar, artan reform talepleriyle birlikte MuhamRuhani liderden sonra en med Hatemi’yi 1997’de iktidara getirdi. önemli kişi olarak görülür. Muhammed Hatemi Dönemi (1997-2005) Muhammed Hatemi: Hüccetu’l-İslam unvanlı Hatemi Kum’da ilahiyat, İsfahan’da felsefe okudu. Devrim’de Hamburg’daki Şii camiinde görevliydi. Meclis başkanlığı ve Kültür Bakanlığı yaptı. Bakanlığı döneminde sansürü gevşetince muhafazakârların tepkisini çekti. Tahran Üniversitesi’nde siyasal felsefe dersleri verdi. Toplumdaki hoşnutsuzluk devam ettiği için 1997’de yapılan seçimlerde Rafsancani oyların sadece % 25’ini alabildi; Hatemi ise % 69 oyla değişimi isteyenler tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Eski bakanlardan olan Hatemi’nin daha fazla demokrasi, özgürlük ve insan hakları vaadiyle yaptıkları bu döneme damgasını vurdu. Ancak muhafazakârlar, gelişmelerden hoşnut olmadığından reformlara tepki gösterdiler. Kentli orta sınıfı destekleyen Hatemi, buna karşın katı dini kesimleri karşısında buldu. Onun ilk döneminde Batılı devletler ve ABD ile olan ilişkilerde nispi yumuşama görüldü. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Bush yönetimindeki ABD’nin İranı terörizme destek vermek suçlamasıyla şeytan eksenine dahil edip her durumda zayıflatmak isteyen Amerikan Başkanı Bush ise, Hatemi’ye karşı muhafazakârları destekledi. 2003 yılından itibaren İran’ın nükleer programı konusunda ABD ve Batılı ülkelerle yaşanan gerginlik giderek artmaya başladı. İran’da siyasi partiler bulunmamaktadır. Günlük politika, siyasi partiler gibi çalışan çeşitli eğilimler vasıtasıyla yürütülmekte; şahıslar müstakil olarak parlamentoya üye olmak için seçime girmektedirler. 193 7. Ünite - İran Mahmud Ahmedinejad Dönemi (2005-2013) İran’da 2005 yılında yapılan seçimi muhafazakârlar kazandı. Ahmedinejad bir taraftan tutucu Şii kesimin ekonomik ve siyasi olarak güçlenmesini desteklerken diğer taraftan bir zamanlar kendisinin de mensubu olduğu Devrim Muhafızları’nı güçlendirmeye çalıştı. Dış politikadaki inatçı ve sert tutumu da, ona bölgedeki Şii oluşumların ve anti-emperyalistlerin hamiliğine oynama fırsatını verdi. Her fırsatta fakirlerin, ezilmişlerin ve ihmal edilmişlerin başkanı olduğunu göstermeye çalıştı. Ülkede 2004’ten itibaren işçi hareketleri artmaya başlamıştı. Ahmedinejad, işçilerle beraber kadınları ve azınlıkları baskı altında tuttu. Birleşmiş Milletler tarafından 2006 Aralığından itibaren nükleer programını ilan etmiş olan İran’a yaptırım kararı alındı; bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik ambargoyla birlikte toplumsal huzursuzluk arttı. Nitekim, 2009’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde eski başbakan ve reformist Musavi’yi desteklemek, Ahmedinejad karşıtlığının bir sembolü oldu. Bu seçim sonrasında milyonlarca İranlı, Ahmedinejad’ın seçim yolsuzluğu yaptığı gerekçesiyle sokaklara döküldü; ancak sert bir şekilde bastırıldılar. Reformcularla tutucular arasındaki mücadele bundan sonra da sürüp gitti. İki dönem başta kalan Ahmedinejad’ın görev süresi, 2013’te sona erdi. 14 Haziran 2013’te yapılan seçimlerde cumhurbaşkanlığını reformcuların adayı Hasan Ruhani kazandı ve böylece İran’da Hatemi dönemindeki gibi ılımlı sinyaller veren yeni bir dönem başlamış oldu. Nitekim Ruhani ile birlikte uzun zamandan beri kesintiye uğramış olan İran-ABD ve batı ile olan ilişkiler dolaylı yollardan olsa da yeniden başladı. Resim 7.8 Resim 7.7 Mahmud Ahmedinejad Kaynak: wikipedia.org Ahmedinejad: Bir demircinin oğlu olan Ahmedinejad Irak savaşına katıldı. Humeyni’nin devrimci ideallerini yeniden canlandırmayı ve yoksullara destek olmayı vaat eden seçim kampanyasıyla cumhurbaşkanı oldu; muhafazakâr kesimin tam desteğini aldı. Hasan Ruhani Kaynak: president.ir 194 Modern Ortadoğu Tarihi Özet 1 2 Tarih boyunca İran coğrafyasında önemli devlet ve medeniyetlerin kurulduğunu ve bu durumun etnik ve dinsel yapıyı şekillendirdiğini kavrayabilme Kuzeyde Hazar Denizi ve Kafkasya ile güneyde Basra Körfezi; doğuda Afganistan ve Pakistan ile batıda Anadolu ve Irak arasındaki geniş coğrafya üzerinde bulunan İran, önemli ticaret ve göç yolları üzerinde bulunması sebebiyle, tarih boyunca birçok millet, devlet ve medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Pers kimlikli ilk imparatorluğu kuran Persler, ayrıca Medler, Büyük İskender İmparatorluğu, Hellenistik uygarlığı, Partlar, Sasaniler döneminde kendine özgü devlet yapıları ve uygarlıklar tesis edildi. İran, 7-15. Yüzyıllar arasında İslam-Arap, Türk ve Moğol egemenliklerinde kaldı. 11. Yüzyılda Selçukluların İran’a hakim olması ve Türk göçlerinin artarak sürmesi, İran’ı Selçuklu-Türk yönetimi ve medeniyetiyle tanıştırdı. Onların zayıflamasıyla ortaya çıkan Atabeylikler, Harizmşahlar, Moğol İlhanlıları, Akkoyunlular ve Türk-Moğol göçleri, Orta Asya kültürlerini İran’a taşıyarak Müslüman-İran uygarlığının zenginleşmesinde önemli rol oynadılar. Kurucularını Türklerin oluşturduğu Safeviler ise merkeziyetçiliğin baskın olduğu kadar yerel unsurların da etkin olduğu bir devlet oluşturdular. Şiilik inancı, İran’la ve hükümdarlığıyla özdeş hale geldi. İran kökenli (İrani) etnik unsurlar (Farslar, Kürtler, Tatlar, Gilekler, Talışlar, Mazenderaniler, Lekler, Goranlar, Lorlar, Larlar, Sistanlılar, Beluçlar, Tacikler, Afganlar) toplam nüfusun % 65’ini oluştururken, bunlardan Fârisî asıllılar ise % 51 oran ile en büyük etnik kitleyi oluştururlar. Nüfus olarak ikinci sırada yer alan İran Türkleri yaklaşık % 20’lik bir paya sahiptir. Nüfusunun % 98’i Müslüman olan İran’ın % 90’ı Şiilerden; % 8’i de Sünni topluluklardan oluşmaktadır. Ayrıca, Asuri, Ermeni, Musevi ve Mecusi gibi gayrimüslim topluluklar da vardır. Ülkede Bahailik ve Yezidilik gibi resmen tanınmayan inançlar da vardır. Merkezî yönetimi kuramayan Kaçar hükümdarlarının yönetiminde İran’ın Rusya ve İngiltere’nin emperyalizm mücadelesine sahne olduğunu anlayabilme 18. Yüzyılın sonlarından 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar İran’ı yöneten Kaçar hükümdarları, ülkede tam anlamıyla bir merkezi yönetim tesis edemediler. Hükümdarların otoriteleri bulundukları bölgeyle sınırlıydı. Ekonomik güce sahip olan toprak sahipleri ve ulema sınıfı, merkezi otoriteden bağımsız hareket edebiliyordu. Bu durum, Kaçar yöneticileriyle büyük toprak sahipleri arasında zorunlu bir işbirliğini doğurdu. Bu ise, Kaçar hükümdarlarının ve devlet otoritesinin zayıflamasına neden oldu. Kötü idare ve merkezi yönetimin sağlanamamasının da bir sonucu olarak, İran üzerinde 19. Yüzyılın başlarında ortaya çıkan İngiliz, Rus ve Fransız nüfuz mücadelesi, bütün yüzyıl boyunca Avrupa’ya siyasi ve iktisadi bağımlılığı da beraberinde getirdi. Feth Ali Şah dönemindeki modernleşme çabalarından sonra, Rusya ve İngiltere’nin İran üzerindeki nüfuz mücadelesi Muhammed Şah zamanında iyice arttı. Nasıreddin Şah’ın saltanatı, Osmanlı Tanzimatı’nın örnek alınarak yapılan reform çabalarının yoğunlaştığı, ama aynı ölçüde Avrupa’ya siyasi ve ekonomik bağımlılığın arttığı bir dönemi ifade eder. Modernleşmeye yapılan büyük masraflar sonucunda, özellikle İngiltere ve Rusya gibi devletlere borçlanma ve karşılığında verilen imtiyazlarla İran kendi kaynaklarını sömürgeci devletlere kiralamak zorunda kaldı. Bu durum, siyasi ve ekonomik bağımlılıkla birlikte, Reuter imtiyazı (1872) ve Tömbeki ayaklanmasında (1891) görüldüğü gibi, halkın tepkilerini de beraberinde getirdi. Kötü yönetim, yabancılara verilen imtiyazlar, artan Batı nüfuzuyla birlikte Batılı fikirlerin ülkeye girmesi, toprak kayıplarıyla birlikte artan siyasi, iktisadi ve sosyal problemler, Muzaffereddin Şah döneminde ulema ve tüccarların başını çektiği Meşrutiyet deneyiminin (1906-1911) tetikleyicisi oldu. 1907 antlaşmasıyla İran’ın Rus ve İngiliz nüfuz bölgelerine ayrılması ve sonrasında İngilizlerin petrol çıkarmaya başlaması, ülke üzerindeki nüfuz mücadelesini alevlendirdi. Mali iflasın eşiğine gelen İran, merkezi otoritenin yokluğu sebebiyle Meşrutiyeti de sürdüremedi ve ülke I. Dünya Savaşı’nda Rusya, İngiltere ve Osmanlı Devleti’nin savaş, çekişme ve nüfuz alanı haline geldi. 7. Ünite - İran 3 Merkezi devleti kuran Pehlevilerin otoriter modernleşme ve kalkınma çabalarının siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçlarını irdeleyebilme İran, emperyalizmin hegemonyasında kalmayı I.Dünya Savaşı sonrasında da sürdürdü. Devlet olma özelliğini kaybettiği bu dönemde yaşanan karmaşadan faydalanan General Rıza Han kontrolü ele geçirdi. Son Kaçar hükümdarının tahttan uzaklaştırılmasıyla da şah oldu. Böylece, İran’da Pehleviler dönemi (1926-1979) başladı. Rıza Şah, ciddi bir hazırlık ve düşünceden yoksun olarak köklü reformlara girişti. Bürokrasi ve düzenli ordu sayesinde merkezi bir devlet kurmaya çalıştı. Yaptığı reformlarla ülke yönetimi, ordu, bürokrasi, hukuk, eğitim, kültür, toplumsal hayat, sanayi, ekonomi, maliye ve vergi sistemini modernleştirip laikleştirdi. Otokratik bir yönetimin benimsendiği bu dönemde siyasi partiler, ulema, sendikalar, okullar, basın ve meclis kontrol altına alındı. Halkın siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyo-kültürel hayatına doğrudan müdahale edildi; etnik-kültürel farklılıklar devlet zoruyla sindirildi. İran’ı oluşturan bütün gurupların ortak egemen kimliği ve yurttaşlığı benimsemesi hedeflendi. Şah, İranlı-Fars-Pehlevi kimliğine dayalı bir milliyetçilikle beraber İran ulus-devletini oluşturmaya çalıştı. II. Dünya Savaşı’nda bir kez daha İngiliz-Rus işgaline uğrayan İran’da Şah Rıza Pehlevi iktidardan uzaklaştırılarak yerine oğlu Muhammed Rıza Şah geçirildi. 1942’de kurulan Sovyet destekli solcu Tudeh Partisi, anarşi ve iç çatışmalarda etkin rol oynadı. Kaos ortamında, Milliyetçi Cephe’nin lideri Muhammed Musaddık başbakanlığa gelerek İran petrollerini millileştirince (1951), İngiltere ve ABD’nin ortak darbesiyle görevinden uzaklaştırıldı. Böylece yönetime tekrar hakim olan Muhammed Rıza Şah, ABD’nin de desteğiyle toplumu ve siyaseti kontrol altına almaya çalıştı; güçlü bir ordu, devlet ve istihbarat teşkilatı kurdu. 1963’ten itibaren uyguladığı ve toprak reformunu da içeren “Beyaz Devrim” reformlarının yanı sıra otoriter yönetimi ve şahsi savurganlığı halk arasında büyük tepki çekti. Devrim amacına ulaşamayınca da dikta rejimi kurdu. Humeyni’nin etrafında şaha karşı birleşen muhalif gurupların, baskı ve zulmün sona erdirilmesi yönündeki protestoları, Şahın ülkeyi terk etmesiyle İslam Devrimini getirdi. 4 195 Pehleviler’in yönetimine tepki olarak kurulan teokratik rejimin, Batı-ABD karşıtı ve baskıcı politikasıyla siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlara neden olduğunu açıklayabilme Eski rejime tepki olarak Humeyni’nin liderliğinde kurulan İslami Cumhuriyette ordu, anayasal kurumlar, yasama, yürütme ve yargı yüksek ulemanın kontrolü altında oldu. Teokratik bir devleti öngören yeni anayasa kabul edildi. Humeyni çok geniş anayasal yetkilerle donatıldı. Pehleviler dönemindeki ulusal-sivil-dini kimlik yerini İslam kimliğine bıraktı; hukuki ve kültürel alanlarda batılılaşmanın yerini İslam merkezli bir devlet ideolojisi aldı. Laik ve batı kaynaklı görüşlere temelden karşı çıkıldı. Safeviler dönemindeki devlet-din bağı yeniden kuruldu. Fars olmayan unsurlara karşı kapsayıcı bir politika izlendi. Fakat aynı zamanda, otokratik bir anlayışla, gizli polis teşkilatı (SAVAMA) ve diğer vasıtalarla toplumsal düzen ve davranışlar kontrol altında tutuldu; sol hareketler engellendi. Petrol ve sanayi millileştirildi. Önceki devirlerde ezilen çiftçiler, işçiler ve fakir halk desteklenerek bu kesimlerin yeni rejime destek vermesi sağlandı. Düşman ilan edilen ABD ile yaşanan rehine krizi, iki ülke arasında yıldan yıla şiddetlenecek olan çatışmanın ilk işaretleri oldu. ABD ve Batı’nın da teşvikiyle İran-Irak Savaşı yaşandı. Sıkıyönetim uygulanarak siyasi partiler kapatıldı; muhalif hareketler bastırıldı. Şeytan Âyetleri kitabının yazarı Hintli İngiliz vatandaşı Salman Rüşdi’nin öldürülmesine fetva verilmesi, İran’ın Batı ile ilişkilerini gerginleştirdi. ABD ve Batı’nın ambargosu ile karşılaşan İran büyük ekonomik sıkıntılar yaşadı. Uyguladığı liberal politikalarla katı muhafazakar kesimi karşısına alan Muhammed Hatemi döneminde dış ilişkilerde yumuşama yaşanmakla birlikte, 11 Eylül 2001 saldırıları ABD-İran ilişkilerini bir kez daha gerginleştirdi. Dış politikada sert tutum takınan Ahmedinejad yönetiminde nükleer programını ilan eden İran’ın Amerika ve Batı ile olan ilişkileri daha da kötüleşti. Birleşmiş Milletler tarafından 2006 Aralığından itibaren yaptırım kararı alınmasıyla ortaya çıkan ekonomik ambargoyla birlikte toplumsal huzursuzluk giderek yükseldi. 196 Modern Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. İran’da yaşayan, nüfus miktarı ve yoğunluğu bakımından ikinci sırada yer alan etnik topluluk aşağıdakilerden hangisidir? a. Farslar b. Kürtler c. Türkler d. Araplar e. Lurlar 2. Aşağıdakilerden hangisi İran’da kurulmuş devlet ve medeniyetlerden biri değildir? a. Pers İmparatorluğu b. Safeviler c. Kaçar Devleti d. Babür İmparatorluğu e. Sasani İmparatorluğu 3. Aşağıdakilerden hangisi Kaçar Devleti’yle ilgili doğru bir bilgi değildir? a. Devlete adını veren Kaçarlar bir Türkmen boyudur b. Devlet üzerinde yoğun bir İngiliz-Rus nüfuz mücadelesi yaşanmıştır c. Bahailik dini hareketi bu dönemde ortaya çıkmıştır d. Osmanlı Tanzimatını taklit eden reformlar yapılmıştır e. Güçlü bir merkezi devlet özelliğine sahiptir 4. Aşağıdakilerden hangisi İran’da Meşrutiyet’in ilan edilmesinin sebeplerinden biri değildir? a. Kaçar hükümdarlarının kötü yönetimi b. Kafkasya’daki toprak kayıplarıyla birlikte artış gösteren siyasi, iktisadi ve sosyal problemler c. 19. yüzyıl sonlarında artan Batı nüfuzuna gösterilen tepkiler d. Batı kaynaklı fikirlerin ülkeye girmesi e. Kaçar hükümdarlarının Meşrutiyet taraftarı olması 5. Aşağıdakilerden hangisi Şah Rıza Pehlevi döneminin özelliklerinden biri değildir? a. Ulemanın etkisinin azaltılması b. Merkezi bir devletin kurulması c. Etnik-Kültürel farklılıkların sindirilmesi d. Demokratik ve çoğulcu bir yönetimin benimsenmesi e. Ülkenin on eyalete (ostan) ayrılması 6. İran Başbakanı Musaddık’ın 1953 yılında bir darbeyle görevden uzaklaştırılmasının temel sebebi nedir? a. Avrupa ve ABD taraftarı olması b. Başbakanlığı zorla ele geçirmesi c. İran petrollerini millileştirmesi d. Uyguladığı eğitim politikaları e. Uyguladığı sosyal politikalar 7. 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında kurulan ve daha sonra CENTO adını alan bölgesel ittifak antlaşması aşağıdakilerden hangisidir? a. Bağdat Paktı b. Sadabat Paktı c. Balkan Antantı d. Cezayir Antlaşması e. Camp David Antlaşması 8. Aşağıdakilerden hangisi Muhammed Rıza Şah tarafından İran’da uygulamaya konulan “Beyaz Devrim” reformları arasında yer almaz? a. Toprak reformu b. Tarım reformu c. Okuma-yazma seferberliği d. Kadınlara seçim hakkı verilmesi e. Demokratik hayatın ve parlamenter sistemin güçlendirilmesi 9. Aşağıdakilerden Hangisi İslam Devrimi’yle ortaya çıkan yeni rejimin özelliklerinden biri değildir? a. Pehleviler dönemindeki ulusal-sivil-dini kimlik yerini İslam kimliğine bıraktı b. Laik ve batı kaynaklı görüşlere karşı çıkıldı c. Fars olmayan unsurlara karşı kapsayıcı bir politika izlenmeye başlandı d. Otokratik bir anlayışla toplumsal düzen ve davranışlar kontrol altında tutuldu e. Ülkede asıl kontrol sivil siyasetçilerin elinde oldu 10. Özgürlükçü, reformcu ve ılımlı siyasetiyle diğerlerinden farklılık gösteren İran Cumhurbaşkanı aşağıdakilerden hangisidir? a. Ali Hamaney b. Haşimi Rafsancani c. Muhammed Hatemi d. Mahmud Ahmedinejad e. Ayetullah Humeyni 7. Ünite - İran 197 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c 2. d 3. e 4. e 5. d 6. c 7. a 8. e 9. e 10. c Yanıtınız yanlış ise, “İran’ın Etnik ve Dini Yapısı” ile “İran Türkleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “İran’da Kurulan Devlet ve Medeniyetler” ve “Kaçarlar Dönemi (17961925)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Kaçarlar Dönemi (17961925)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “İran’da Meşrutiyet Deneyimi (1906-1911)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Rıza Şah Dönemi (19261941)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Muhammed Rıza Şah Dönemi (1944-1979)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Beyaz Devrime Karşı İslam Devrimi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Beyaz Devrime Karşı İslam Devrimi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “İran İslam Cumhuriyeti (1979-2013)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Muhammed Hatemi Dönemi (1997-2005)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 İran’ın etnik ve dini yapısı oldukça kozmopolittir. İran kökenli (İrani) etnik unsurlar toplam nüfusun yaklaşık % 65’ini meydana getirir. Bunlar arasında yer alan Fârisî asıllılar % 51 oran ile en büyük etnik kitleyi oluşturur. Nüfus bakımından ikinci sırada yer alan İran Türkleri ise yaklaşık % 20’lik bir nüfusa sahiptir. Üçüncü sırada ise İran Kürtleri yer alır. Nüfusunun % 98’i Müslüman olan İran’ın % 90’ı Şii Müslümanlar’dan; % 8’i de Sünni topluluklardan meydana gelir. Beluciler, Türkmenler, Larlar, Araplar ile Tacikler ve Talışların bir kısmı ve Kürtlerin çoğunluğu Sünni’dir. İran’da Asuri, Ermeni, Musevi, Mecusi, Bahai ve Yezidi gibi etnik-dini topluluklar da vardır. Sıra Sizde 2 Kaçar hükümdarları, yönetimle birlikte vergi toplamayı ve asayişi, geniş toprak sahibi olup merkezi otoriteden bağımsız hareket edebilen yerel eşrafla ve ulemayla yaptıkları zorunlu işbirliği sayesinde sağlayabiliyorlardı. Bu yüzden de hükümdarların otoriteleri bulundukları bölgeyle sınırlıydı. Toprak sahibi olmakla resmi görevlerde bulunmak arasında yakın bir ilişki vardı. Bütün bunlar Kaçar hükümdarlarının ve devletin otoritesini zayıflatmıştır. Ülke üzerinde gittikçe şiddetlenen İngiliz-Rus nüfuz mücadelesi de merkezi otoriteyi zayıflatmıştır. Sıra Sizde 3 19. Yüzyılın ikinci yarısında Kaçar hükümdarlarının keyfi ve kötü yönetimiyle birlikte görülen toprak kayıpları; 19. yüzyıl sonlarında artan Batı nüfuzuna paralel olarak Batılı fikirlerin ülkeye girmesinin siyasi ve toplumsal hayatı derinden etkilemesi; Muzaffereddin Şah’ın borçlandığı Ruslara ve İngilizlere yeni imtiyazlar vermesiyle etkisini arttıran ekonomik krizin ve Şahın abartılı harcamalarının çeşitli huzursuzluklara ve isyanlara sebep olması Meşrutiyet devrimini getiren etkenler olmuştur. Sıra Sizde 4 Muhammed Rıza Şah’ın 1963’te uygulamaya başladığı ve “Beyaz Devrim” adını verdiği reformlarının yanı sıra şahsi savurganlığı halk arasında büyük tepki çekti. İran zamanla gelir dağılımı en bozuk ülkeler arasına girdi. Şah Beyaz Devrim reformlarıyla, İranlıları devlet eliyle batılılaştırmaya; geleneksel sosyal ve ekonomik yapıyı değiştirmeye ve bu arada ulemanın nüfuzunu kırmaya çalıştı. Bunları yaparken de devleti, orduyu, siyaseti ve toplumu kontrol altında tutmak istedi. Ülke üzerinde var olan ABD ve Batı nüfuzu da halk nezdinde büyük tepki uyandırmaktaydı. 198 Modern Ortadoğu Tarihi Yararlanılan Kaynaklar Abrahamian, Ervand (2009). Modern İran Tarihi, (çev. Dilek Şendil), İstanbul. Algar, Hamid (2000). “İran” (Dini Hayat ve Dini kurumlar), TDVİA, İstanbul, XXII, 409-413. Atabaki, Touraj (2010). “Doğuya Yöneliş: İran’da Osmanlı İstihbarat Servisinin Faaliyetleri”, İran ve I. Dünya Savaşı: Büyük Güçlerin Savaş Alanı, ed. Touraj Atabaki, (çev. Gül Çağalı Güven), İstanbul, s. 29-43. —————- (2010). “Pantürkizm ve İran Milliyetçiliği”, İran ve I. Dünya Savaşı: Büyük Güçlerin Savaş Alanı, s. 125-140. Attar, Aygün (2006). İran’ın Etnik Yapısı (Yakın Dönem ve Günümüzde), Ankara. Blaga, Rafael (1997). İran Halkları El Kitabı, basım yeri yok. Cleveland, William L. (2008), Modern Ortadoğu Tarihi, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul. Coon, C.S (1997) “Iran” (Demography and Ethnography), The Encyclopaedia of Islam, (New edition) IV E.J. Brill-Leiden, s. 7-11. Çetinsaya, Gökhan (1997). “Dünden Bugüne Türkiyeİran İlişkileri Üzerine Bazı Notlar”, Birikim, sayı: 96. —————- (2000). “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı-İran İlişkileri”, KÖK Araştırmalar Dergisi, Osmanlı özel sayısı, Ankara, s. 11-23. —————- (1999) “Irak”, (XIX. Yüzyıl), TDVİA, XIX, 93-95. Fığlalı, Ethem Ruhi (1991). “Bahailik”, TDVİA, İstanbul, IV, 464-468. Garthwaite, Gene R. (2011). İran Tarihi-Pers İmparatorluğu’ndan Günümüze, (çev. Fethi Aytuna), İstanbul. Güney, Filiz (2005), XIX. Yüzyılın ilk Yarısında Osmanlı-İran İlişkileri ve İran’a Giden Osmanlı Elçileri, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar. Hairi, Abdul-Hadi (1977). Shi’ism and Constitutionalism in Iran, Leiden. Hut, Davut (2008). “II. Meşrutiyet’in İlanının Irak’taki Yansımaları”, Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, sayı: 25, s. 101-136. Karadeniz, Yılmaz (2013). Kaçarlar Döneminde İran (1795-1925)-İdari, Askeri, Sosyal Yapı ve Toplumsal Hareketler, İstanbul. Kılıç, Hatice (2006), İran’ın Modernleşme Sürecinde Osmanlı Devleti’nin Rolü (1848-1923), Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. Kurtuluş, Rıza (2001). “Kaçarlar”, (Kültür ve Medeniyet), TDVİA, İstanbul, XXIV, 53-54. Metin, Celal (2006), Türk Modernleşmesi ve İran (1890-1936), Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Ankara. Muhammedoğlu, Aliyev Salih (2000). “İran” (Osmanlıİran Münasebetleri), TDVİA, İstanbul, XXII, 405409. Özgüdenli, Osman Gazi (2000). “İran” (Fetihten Safevilere Kadar), TDVİA, İstanbul, XXII, 395-400. Savory, R. M (1997). “Iran” (Turcomans to Present Day), The Encyclopaedia of Islam, (New edition) IV E.J. Brill-Leiden, s. 33-43. Smith, Dan (2006). The State of The Middle East (An Atlas of Conflict and Resolution), University of California Press. Sümer, Faruk (2001). “Kaçarlar”, TDVİA, İstanbul, XXIV, 51-53. Üstün, İsmail Safa (2000). “İran” (Safeviler’den Günümüze Kadar), TDVİA, İstanbul, XXII, 400-404. Zarinebaf, Fariba (2008). “Alternatif Moderniteler: Osmanlı İmparatorluğu ve İran’da Meşrutiyetçilik”, Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, (çev. Hatice Uğur), sayı: 24, s. 47-78. Zeynali, Safer (2002), İran’da Meşrutiyet Devrimi (1906-1911), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Ana Bilimdalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 7: İran Coğrafya 1. İran’ın 2013 yılı verilerine göre nüfusu ne kadardır? Cevap: İran’ın 2013 yılı verilerine göre 76.807.000 nüfusu vardır. 2. İran'ın yüzölçümü ne kadardır? Cevap: İran’ın yüzölçümü 1 milyon 650 bin km2 dir. 3. İran'ın ekonomisi büyük oranda neye dayanmaktadır? Cevap: Ekonomisi büyük oranda petrol ve doğalgaz üretimi ve ihracatına dayanmaktadır? İran'ın Etnik ve Dini Yapısı 4. İran anayasasına göre resmi din ve mezhep nedir? Cevap: İran anayasasına göre resmi din İslam, resmi mezhep ise Oniki İmam Şiiliğinin Caferi koludur. 5. Mecusilik nasıl ortaya çıkmıştır? Cevap: Mecusilik, Tek Tanrılı bir din olan Zerdüştlük zamanla eski İran inanç ve gelenekleriyle karışarak Mecusilik (Mazdeizm; Ateşperestlik) ortaya çıkmıştır. Mecusilerin inançlarında ateş kültü önemlidir. Coğrafya 6. Hazar Denizi’nin güney kıyısında yer alan İrani topluluk hangisidir? Cevap: Mazenderan (Teberistan) bölgesi, Hazar Denizi’nin güney kıyısında yer alır. İran'ın Etnik ve Dini Yapısı 7. İran kökenli (İrani) topluluklar hangi topluluklardır? Cevap: İran kökenli topluluklar; Tatlar, Mazenderaniler, Gilekler, Talışlar, Lekler, Kürtler, Lurlar, Larlar, Sistanlılar, Belu iler, Tacikler, Afganlar veya Peştunlar'dır. Giriş 8. Etnik ve kültürel bakımdan en az karışıma uğrayan İran Türk topluluğu hangisidir? Cevap: KaşkayTürkleri, etnik ve kültürel bakımdan en az karışıma uğrayan topluluklardan biridir. 9. İran’daki en eski Türk topluluğu hangisidir? Cevap: Halaçlar, İran’daki en eski Türk topluluğudur. İran’da Kurulan Devlet ve Medeniyetler 10. İranda ilk kurulan imparatorluk nedir ve ne zaman kurulmuştur? Cevap: İranda ilk kurulan imparatorluk, sınırlarını Kızılırmak’a kadargenişleten Med İmparatorluğu (M.Ö. 612-550)’dur. Kaçarlar Dönemi (1796-1925) 11. Kaçar devletinin başkenti neresidir? Cevap: Kaçar devletinin başkenti Tahrandır. Iran’da Meşrutiyet Deneyimi (1906-1911) 12. İranda meşrutiyet kimin döneminde ilan edilmiştir? Cevap: Muzaffereddin Şah döneminin en önemli gelişmelerinden biri de Meşrutiyet’in ilan edilmesiydi. Pehleviler Döneminde İran (1926-1979) 13. İran’da Pehleviler dönemi ne zaman başlamıştır? Cevap: İran’da Pehleviler dönemi 1926 yılıyla başlamıştır. Iran’da Meşrutiyet Deneyimi (1906-1911) 14. I. Dünya Savaşı arifesinde İran kimlerin yönetimi altında bulunuyordu? Cevap: I. Dünya Savaşı arifesinde İran, Ahmed Şah’ın ve Başbakan el Mamelek’in son derece güçsüz yönetimi altında bulunuyordu. Pehleviler Döneminde İran (1926-1979) 15. Tarihteki ilk bağımsız Kürt devleti kurma denemesi hangi isimle kurulmaya çalışılmıştır? Cevap: Tarihteki ilk bağımsız Kürt devleti denemesi olan MahabadKürt Cumhuriyeti İran Kürdistanı’nda kuruldu. İran Islâm Cumhuriyeti (1979-2013) 16. İranda İslam Cumhuriyeti dönemi ne zaman başlamıştır? Cevap: İranda İslam Cumhuriyeti dönemi 1979 yılında başlamıştır. 17. İslam devrimiyle birlikte okuma-yazma oranı hangi düzeye yükselmiştir? Cevap: İslam devrimiyle birlikte eğitim ve ilmi faaliyetlerde de gözle görülür ilerlemeler kaydedildi. Devrime kadar % 60 olan okumayazma oranı % 85’lere kadar yükseldiği gibi, çok sayıda üniversite, okul, araştırma merkezi ve akademi kuruldu. Birinci Körfez Savaşı (İran-Irak Savaşı) 18. İran ve Irak arasında sekiz yıllık savaşın sona ermesiyle sonuçlanan ateşkes antlaşması ne zaman imzalanmıştır? Cevap: 6 Ağustos 1988’de imzalanan ateşkes antlaşmasıyla sona eren sekiz yıllık savaş, iki taraf için de büyük ekonomik ve askeri kayıplara ve bu arada bir milyona yakın insanın ölümüne sebep oldu. 19. İrangate olayı nedir? Cevap: İran-Irak savaşı esnasında taraflara silah satışını yasakladığını açıklayan ABD’nin İran’a el altından silah satması olaıdır (İrangate Olayı). İran Islâm Cumhuriyeti (1979-2013) 20. Birleşmiş Milletler tarafından nükleer programını ilan etmiş olan İran’a yaptırım kararı kaç yılında alınmıştır? Cevap: Birleşmiş Milletler tarafından 2006 Aralığından itibaren nükleer programını ilan etmiş olan İran’a yaptırım kararı alınmıştır. TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 7 - Alıştırma Soruları 1) 'Varlıkları Hıristiyanlık öncesine, Persler zamanına kadar gider. 30 bin civarındaki nüfuslarıyla dağınık bir halde bulunurlar. Pehleviler döneminde İran siyaseti ve ekonomisinde etkili oldular. Pehleviler’in yakın ilişki içinde oldukları İsrail’in kuruluşundan sonra çoğu İsrail’e göç etmiştir.' ifadesi aşağıdakilerden hangisi için kullanılmıştır? A ) Yahudiler B ) Türkmenler C ) Halaçlar D ) Kürtler E ) Tacikler Çözüm : Yahudiler: Varlıkları Hıristiyanlık öncesine, Persler zamanına kadar gider. 30 bin civarındaki nüfuslarıyla dağınık bir halde bulunurlar. Pehleviler döneminde İran siyaseti ve ekonomisinde etkili oldular. Pehleviler’in yakın ilişki içinde oldukları İsrail’in kuruluşundan sonra çoğu İsrail’e göç etti. Bugün dil ve kimliklerini büyük oranda kaybetmiş olan İranlı Museviler genellikle Farsça ve Türkçe konuşurlar. Doğru cevap A şıkkıdır. 2 ) Aşağıdakilerden hangisi 1937 imzalanan Sadabat Paktı'nın taraflarından biri değildir? A ) Türkiye B ) Irak C ) İran D ) Afganistan E ) Suriye Çözüm : 1934 yılında Şah Rıza, modernleşme çabalarını yakından takip ettiği Atatürk’ün konuğu olarak Türkiye’ye dostluk ziyareti gerçekleştirdi. Bu sürecin bir devamı olarak da 1937’de, Irak ve Afganistan’ın da katılımıyla Sadabat Paktı imzalandı. Bu antlaşma bölgede barışın sağlanmasında önemli bir etkiye sahip oldu. Doğru cevap E'dir. Doğru cevap E şıkkıdır. 3 ) Bölgesel ittifakları öngören ve daha sonra CENTO (1959) adını alan anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? A ) Sadabat Paktı B ) İran Paktı C ) Bağdat Paktı D ) Tahran Paktı E ) Ankara Paktı Çözüm : Bölgesel ittifakları öngören ve daha sonra CENTO (1959) adını alacak olan Bağdat Paktı 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan’ın katılımıyla kuruldu. Buna göre doğru cevap C'dir. Doğru cevap C şıkkıdır. 4 ) Peştun'lar Aşağıdakilerden hangi İran Kökenli (İrani) topluluklardan biridir? A ) Talışlar B ) Farslar C ) Afganlar D ) Tatlar E ) Gilekler Çözüm : Afganlar veya Peştunlar: Afganlar kendilerine Peştun demektedir. Doğru cevap C şıkkıdır. 5 ) İran'ın başkenti neresidir? A ) Bağdat B ) Bakü C ) Erivan D ) Tahran E ) Kabil Çözüm : Doğru cevap D'dir. Doğru cevap D şıkkıdır. 6 ) İran'ın nüfusunun büyük çoğunluğu hangi mezhebe mensuptur. A ) Sünni B ) Harici C ) Şii D ) Hanefi E ) Şafii Çözüm : Doğru cevap C'dir. Doğru cevap C şıkkıdır. 7 ) İran'ın Gilan bölgesinde yaşayan İran kökenli topluluk hangisidir? A ) Tatlar B ) Gilekler C ) Mazenderaniler D ) Talışlar E ) Lekler Çözüm : Doğru cevap B'dir. Doğru cevap B şıkkıdır. 8 ) Aşağıdakilerden hangisi doğrudur? A ) İran'ın güneyinde Türkiye ve Irak yer alır B ) İran'ın doğusunda Pakistan ve Afganistan yer alır C ) İran'ın kuzeyinde Basra Körfezi yer alır D ) İran'ın batısında Azerbaycan ve Ermenistan yer alır E ) İran'ın batısında Umman Denizi yer alır Çözüm : Resmi dili Farsça olan ülkenin başkenti Tahran olup, kuzeyinde Azerbaycan, Ermenistan, Hazar Denizi ve Türkmenistan; batısında Irak ve Türkiye; doğusunda Pakistan ve Afganistan; güneyinde ise Basra Körfezi ve Umman Denizi yer alır Doğru cevap B şıkkıdır. 9) I. Yahudiler Pehleviler döneminde İran siyaseti ve ekonomisinde etkili olmuştur II. Romlar gezgin ve kapalı bir sosyal düzene sahip olup aralarında dil birliği yoktur III. Beluciler Pehleviler döneminde zaman zaman sürgün edilmiştir Yukarıdaki İran'da yaşayan etnik topluluklarla ilgili ifadelerden hangisi/hangileri doğrudur? A ) Yalnız I B ) Yalnız II C ) Yalnız III D ) I ve III E ) I, II, III Çözüm : Beluciler: Bir milyondan fazla nüfuslarıyla Beluciler, ülkenin güneydoğusunda Pakistan ve Afganistan’a komşu Belucistan ve Sistan bölgelerinde yaşarlar. Büyük ekseriyetle Hanefi olan Beluciler İrani dillerden Beluçça’yı konuşur. Bu gurup ayrıca Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan’da da yaşamaktadır. Kaçakçılık ve uyuşturucu ticareti sayesinde suç oranı yüksek olan Beluciler, sahip oldukları aşiret yapısıyla azgelişmiş bir topluluktur. Pehleviler döneminde zaman zaman sürgün edildiler. Yahudiler: Varlıkları Hıristiyanlık öncesine, Persler zamanına kadar gider. 30 bin civarındaki nüfuslarıyla dağınık bir halde bulunurlar. Pehleviler döneminde İran siyaseti ve ekonomisinde etkili oldular. Çingeneler (Romlar)’in bir kısmı Farslaşmıştır. Gezgin ve kapalı bir sosyal düzene sahip olup aralarında dil birliği yoktur. Doğru cevap E şıkkıdır. 10 ) 1555'te imzalanan hangi anlaşma ile Osmanlı Devleti’nin Irak-ı Arab’taki egemenliği kabul edilmiştir? A ) Gülistan Antlaşması B ) Sadabat Paktı C ) Amasya Antlaşması D ) Kasrışirin Antlaşması E ) Türkmençay Antlaşması Çözüm : 1555 Amasya Antlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nin Irak-ı Arab’taki egemenliği kabul edildi. Safeviler, (Büyük) Şah Abbas I (1588-1629) döneminde en parlak dönemini yaşadı. Doğru cevap C şıkkıdır. 8 TAR310U-MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 8: Ortadoğu ve Petrol Petrolün Kısa Tarihi sonrası Irak’taki bütün petrol bölgeleri İngiliz işgaline uğradı. 2011 yılı istatistiklerine göre, dünyadaki ham petrol rezervlerinin yaklaşık yarısının Ortadoğu coğrafyasında, geri kalanının da ABD, Güney Amerika ve Kuzey Denizi’nde bulunduğu ifade edilmektedir. Milyonlarca yılda oluşan petrol, çok koyu renkli, kendine has keskin kokusu olan doğal mineral yağ özelliğine sahiptir. İngiltere için önemli olan, zengin petrol yataklarının bulunduğu Musul ve Kerkük’ün ne pahasına olursa olsun elde tutulması ve İngiltere mandası altındaki Irak’ta kalmasıydı. Ortaçağ savaşlarında Rum ateşiyle birlikte önemli bir mühimmat haline gelen petrol, modern çağlarda bu defa savaşlara sebep olan bir meta haline gelecektir. Modern çağlardaki petrol, yeraltından insan ve teknoloji marifetiyle çıkarılan bir metadır. ABD ve Avrupa, 19. yüzyılın petrol üreticileri olarak ortaya çıkmışlar ve kendi petrol endüstrilerini kurmuşlardır. Günümüzde petrol, sadece yakıt olarak değil, tarım, tıp, sağlık plastik maddeler ile sentetik elyaf ve kauçukların üretimi gibi çok çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. Osmanlı Coğrafyasında Petrol 14. yüzyılda ünlü Arap seyyahı İbn-i Batuta ve 17. yüzyılda da Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi, Musul ve Kerkük civarlarındaki petrolün “gökyüzüne çıkan ateş” şeklindeki varlığını ve ilkel usullerle kullanıldığını haber vermişlerdir. 1870 ve 1880’li yıllarda Van, Musul ve Kerkük taraflarında küçük çaplı petrol işletme imtiyazları verilmeye ve ayrıca petrol numuneleri tahlil edilmeye başlandı. Osmanlı Arap vilayetlerindeki petrolün varlığından haberdar olan Batılı seyyah ve araştırmacılar, “arkeolojik, bilimsel, coğrafi araştırma ve misyonerlik” görüntüsü altında, Bağdat ve Musul’daki petrol alanlarını keşfetmeye ve ülkelerine bununla ilgili raporlar hazırlamaya başlamışlardı. Bağdat Demiryolunun zengin petrol kuyularına doğu yaklaşması ise, buradaki petrolün ve Bağdat Demiryolunun önemini daha da arttırmaktaydı. II. Abdülhamid ve Petrol Bölgede büyük miktarda petrol bulunduğuna dair haberler üzerine, Alman, İngiliz, Fransız, Belçika, Hollanda ve Osmanlı uyruklu bazı şahıs ve şirketler, II. Abdülhamid’den petrol imtiyazı için yoğun taleplerde bulunuyorlardı. II. Abdülhamid, yürütülen örtülü arama faaliyetlerini yakından takip ediyordu. Petrol araştırmasını yaptıran Agop Paşa’nın teklifiyle de, devlet hazinesine ait olan petrol gelirlerini ve işletme imtiyazını kendi özel hazinesine transfer etti II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Petrolleri II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra, 8 Eylül 1908’de Meşrutiyet hükümetinin aldığı bir kararla, Hazine-i Hassa’ya ait olan emlâkin devlet hazinesine devri kararlaştırıldı. 1910’lu yıllarda Suriye ve Kudüs petrollerinin işletme imtiyazları, önce Osmanlı vatandaşlarına bilahare de onlardan İngiliz ve Amerikalılara devredilmekteydi. Savaş Ortadoğu’da Petrol Günümüzde petrol ve Ortadoğu kelimeleri çoğu zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır. Eğer Ortadoğu, bu kadar petrole sahip olmasaydı, global jeopolitik gelişmelerde kilit bir nokta haline gelemezdi. Osmanlı Devleti’nin birer vilayeti olan memleketler, sömürgeci devletlerin mandası altında birer devlet haline getirilmişlerdi. Amerikan sermayeli Arap-Amerikan Petrol şirketi (ARAMCO) ise, Suudi Arabistan’ın zengin petrollerini işleterek, zamanla dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri haline geldi. Petrol açısından dünya rezervlerinin yaklaşık yarısına sahip olan Ortadoğu’nun petrol sahaları genel olarak üç bölgede toplanmıştır: • • • Basra körfezi, Kızıldeniz akabe yarığı, Kuzeydoğu Afrika. Dünya toplam petrol üretiminin yaklaşık %33’ü Ortadoğu ülkeleri tarafından sağlanmaktadır. Dünya petrol tüketiminde ABD tek başına dünya petrolünün dörtte birini; Avrupa Birliği beşte birini; her ikisi ise %44 ile neredeyse yarısını tüketmektedir. Ortadoğu Petrolünün Stratejik, Ekonomik ve Siyasi Etkileri Dünya ana karasının merkezinde yer alan Ortadoğu, çevresinde bulunan denizler sayesinde okyanuslara ve diğer kıtalara ulaşım sağlama konusunda son derece önemli bir yere sahiptir. Günümüzde petrol, dünya ticaretine en fazla konu olan emtia durumundadır. Ortadoğu’da modern sondaj tekniğiyle petrol ilk kez, 1908 yılında, İngiliz nüfuzu altındaki İran’da, İngiliz sermayedar D’Arcy tarafından çıkarıldı. Çokuluslu Petrol Şirketleri ve Ortadoğu Petrolü Dünyadaki büyük çok uluslu petrol şirketleri şunlardır: • • • • • • • Exxon, Shell, BP, Gulf, Texaco, Chevron, Mobil. Petrolün Siyaseti: OPEC’in Kurulması Ortadoğu’nun petrol üreticisi ülkelerinin, gelişmiş ülkelerin ve dünya endüstrisinin kontrolü altında kalmaları petrol konusunda önemli bir teşkilatın ortaya çıkmasını da sağladı. Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezuela gibi kilit üretici ülkeler, 1960’ta Petrol ihraç Eden Ülkeler Teşkilatı OPEC’i kurdular. Dünyadaki petrol fiyatlarını etkileyen gelişmeler sonucunda İran, Irak ve Suudi Arabistan, 1971’deki Tahran Antlaşması’yla beş yıl için petrol fiyatlarını belirleme konusunda anlaştılar. 1973 petrol kriziyle ortaya çıkan petrol zenginlerinin paraları ise, batı bankalarına yatırılmaktaydı. Böylece petrol zengini Ortadoğu ülkeleri, dünya bankacılık sisteminde de etkili olmaya başladı. 1979’daki İran devrimi sonrasında ülke petrol üretiminin durdurulmasıyla fiyatlar bir kez daha fırlayarak 1980 başında 43 dolara kadar çıktı. Bundan sonra Petrol fiyatlar Rotterdam gibi spot borsalarda belirlenmeye başlandı. ABD ve Petrol Ortadoğu petrolüne gittikçe bağımlı hale gelen ABD, fiyat artışlarından etkilenen ülkeler arasında yer almaktadır. Bu yüzdendir ki ABD, olağanüstü durumlarda kendisine birkaç yıl yetecek kadar büyük miktardaki petrolü “stratejik rezerv” olarak muhafaza etmektedir. 2000’li yıllarda dünya petrol fiyatları yeniden yükselmeye başladı. Petrol Ülkelerinin Sosyo-Ekonomik Yapıları Bu yükseliş, Ortadoğu’nun petrol üreten ülkelerini doğrudan etkiledi ve kazançlarını kat kat arttırdı. Büyük petrol geliri, ekonomik ve sosyal değişimi de beraberinde getirmiştir. Kent hayatı hızla değişmeye başlamış, lüks ve israfa varan modern hayat etkisini göstermiştir. Dünya ekonomik sistemi içerisinde stratejik enerji kaynağı olan petrol, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için büyük önem taşımaktadır. Ortadoğu’da Petrol Taşımacılığı ve Tıkanma Noktaları Günlük on milyonlarca varil ham petrol tankerler vasıtasıyla yani denizyoluyla taşınmaktadır. Ortadoğu petrolünü, dünya pazarlarına daha kolay ve risksiz bir şekilde nakletmek üzere, özellikle; • • • Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ne ulaşan çok sayıda boru hattı yapılmıştır. Basra Körfezi, dünya petrol taşımacılığı açısından kilit bir role sahiptir. Ortadoğu merkezli petrol taşımacılığında hassas olan stratejik üç tıkanma noktası şöyle sıralanabilir: • • Ortadoğu merkezli petrol taşımacılığında hassas olan bölgeler içinde, Basra Körfezi’nin çıkışını kontrol eden stratejik mevkideki Hürmüz Boğazı ilk sırada gelmektedir. Basra Körfezi çıkışlı petrolün ilk tıkanma noktası burasıdır. Oldukça dar olan Hürmüz Boğazı’nın bir tarafı Birleşik Arap Emirlikleri toprakları iken, diğer tarafı da İran topraklarıdır. Ortadoğu petrol sevkiyatının bir diğer tıkanma noktası, Arabistan yarımadasının güneyinde • Yemen ile Cibuti arasında olan ve KızıldenizBasra Körfezi bağlantısını sağlayan Bâbülmendeb Boğazı’dır. Akdeniz’e ulaşan hattaki üçüncü ve sonuncu tıkanma noktası ise 1869’da açılan Süveyş Kanalı ve çevresidir. Ülkelere Göre Ortadoğu Petrolü Irak Petrolü İngilizler tarafından 1912’de kurulmuş olan Türk Petrol Şirketi’nin adı, İngiliz idaresi döneminde (1918-1932), Irak Petrol şirketine çevrildi. Irak’ın çeşitli bölgelerinde petrol üretimine başlandı. 1972’de, hem Sovyetler Birliği ile bir anlaşma imzalanması hem de Saddam Hüseyin tarafından Irak petrollerinin millileştirilmesi, yönetimdeki Baas Partisi’nin popülaritesini yükseltmiş; ABD’li şirketleri ise öfkelendirmişti. Irak-İran savaşı Irak’ın gelirlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Saddam Hüseyin, 1988’de biten uzun ve yıkıcı savaştan sadece iki yıl sonra bu kez Kuveyt’i işgale kalkıştı. ki ülke arasında yaşanan gerilim, 2 Ağustos 1990’da, Kuveyt’in işgaliyle sonuçlandı ve petrol fiyatları aniden yükseldi. 2003 yılında Irak’ı işgal ederek Saddam Hüseyin’i baştan indirdi. Böylece, Irak’ta yıllarca sürecek olan işgal ve direniş dönemi başladı. Petrol fiyatları en yüksek seviyelere yükseldi. Irak’ın petrol gelirlerinin paylaşımı konusunda son yıllarda (2012) kuzeydeki Kürt otonom yönetimiyle yaşanan kriz, ülkenin durumunu biraz daha kötüleştirdi. merkezi yönetimin karşı çıktığı kuzeyin petrol satışı konusu, Irak’ın bölünme ve ayrışmasını biraz daha körükledi. İran Petrolü OPEC’in kurucu üyelerinden olan İran, dünyanın en büyük petrol üreten ve ihraç eden ülkelerinden birisidir. 1907 yılında yapılan anlaşmayla İran’ın kuzeyi Rus nüfuzuna, güneyi ise İngiliz nüfuzuna girmiştir. Musaddık iktidarında millileştirilen petrol üretimi ve satışı, Musaddık’ın devrilmesinden sonra yabancılardan oluşan bir komisyonun kontrolüne bıraktı. Ülkede, petrolü önemli şehirlere ve yurtdışına, Basra Körfezi ile Bağdat’a ulaştıran petrol ve doğalgaz boru hatları vardır. Global petrol jeopolitiğinde baş aktörlerden biri olan İran, bu konumunu gelecekte de sürdürecektir. Suudi Arabistan Petrolü Suudi Arabistan Krallığı, OPEC’in kurucu üyelerinden biridir. Suudi petrolünün işletilmesinde, ABD’li şirketler başrolde olmuştur. S. Arabistan 1973 Ekim Savaşı’nda İsrail’i destekleyen ülkelere karşı başlatılan petrol boykotunun liderliğini yaptı. Bu, ülkeye büyük kazançlar da sağladı. Suudi Arabistan 2011 yılı verilerine göre, dünya ham petrol rezervlerinin %16’sına; dünya petrol üretiminin ise %13’üne sahiptir. Suudi Arabistan ekonomisi, çok büyük oranda petrol sektörünün hakimiyeti altındadır. Hem hükümet gelirlerinin hem de ihracat gelirlerinin çok büyük bir kısmı petrolden sağlanmaktadır. Petrolün getirdiği güç ve zenginlik, aynı zamanda potansiyel bir zayıflık kaynağı da olabilmektedir. Petrol Devi Küçük Bir Ülke: Kuveyt Diğer Körfez ülkeleri gibi, Kuveyt’i de İngiliz emperyalizmi, petrol imtiyaz anlaşmaları ve II. Dünya Savaşı’ndan sonraki büyük petrol gelirleri ayakta tutmuştur. Kuveyt’in ekonomisinin petrole aşırı bağımlılığı ciddi bir zafiyet oluşturmaktadır. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Körfez’deki yedi emirliğin bir federasyon çatısı altında birleşmesinden oluşan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), bağımsızlıklarını kazandıkları 1971’e kadar İngiliz vesayeti altında kaldı. 2011 yılı verilerine göre, dünya ham petrol rezervlerinin %6’sı BAE’de bulunuyor. BAE’nin petrol ihracatı, büyük oranda Basra Körfezi’nin güneyindeki Hürmüz Boğazı vasıtasıyla yapılmaktadır. Katar Petrolü ve Doğal Gazı 19. yüzyıldan beri Osmanlı Devleti’ne bağlı es-Sani ailesinin yönetimi altında olan Katar 1916 yılında İngiliz işgaline uğramış ve 1971’de bağımsız olmuştur. Katar, sahip olduğu %6’lık rezerviyle dünyanın en önemli doğalgaz üreticileri arasına girmiştir. Kuzey Afrika Ülkelerinde Petrol OPEC üyesi olan Cezayir’de petrol ilk kez 1956 yılında çıkarıldı. Cezayir, dünyanın üçüncü büyük doğalgaz ihracatçısı ülke konumundadır. Dünya petrol rezervlerinin %2,9’u (2011) bu ülkede bulunmaktadır. Oluşturulan dağıtım şebekesi sayesinde, Libya’da üretilen petrol büyük oranda Batı Avrupa’ya sevk edilmektedir. OPEC üyesi olan Mısır’da petrol, İngiliz işgali döneminde, 1913’te, Süveyş Körfezi’nin her iki yakasında çıkarılmaya başlandı. Ancak Mısır, 1974 yılından itibaren petrol üreticisi ülke haline gelebilmiştir. Ortadoğu ve Petrol PETROLÜN KISA TARİHİ 2011 yılı istatistiklerine göre, dünyadaki ham petrol rezervlerinin yaklaşık yarısının Ortadoğu coğrafyasında, geri kalanının da ABD, Güney Amerika ve Kuzey Denizi’nde bulunduğu ifade edilmektedir. Bu rakamlar Ortadoğu ile petrolün ne kadar iç içe girmiş kavramlar olduğunu göstermektedir. Petrol, 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyıldaki Avrupa sömürgeciliğinin temel itici güçlerinden ve Ortadoğu’da meydana gelen çatışmaların temel sebeplerinden biridir. Petrol aynı zamanda büyük miktarda keşfedildiği Arap vilayetlerini elinde tutan Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında da önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılışından günümüze kadar geçen süreç ise, Ortadoğu’da petrol ile uluslar arası siyasetin birbirinden ayrılmaz parçalar olduğunu göstermiştir. Milyonlarca yılda oluşan petrol, çok koyu renkli, kendine has keskin kokusu olan doğal mineral yağ özelliğine sahiptir. İnsanoğlunun petrole dair ilgi ve bilgisi, eskiçağlara kadar gider. Örneğin, her üç semavi kitaba da konu olan Nuh’un gemisi, suya dayanıklılığını arttırmak için petrolün bir çeşidi olan ve Lût Gölü (Zift Gölü) kenarından toplanan zift ile sıvanmıştı. Yine, eskiçağlardaki Mezopotamya (Irak) halkları, petrolü binalarında harç ve gemileri kalafatlamakta da zifti kullanmışlardır. Günlük hayatta kullanımı olan bu madenden, tıbbi alanda da yararlanılmıştır. Romalı Pilinius ziftin, romatizmalar, kanamalar, yaralar, öksürük ve diş ağrıları için tedavi edici olduğunu kaydetmiştir. Bütün bu bilgiler, özellikle Mezopotamya halklarının petrolü eski zamanlardan beri bildiğini ve günlük hayatlarında da yaygın bir şekilde kullandığını göstermektedir. Petrol ve ateşi, bazı toplumların dini hayatında da etkisini göstermiştir. Kökeni anlaşılamadığı için neft ateşi, İran’da Zerdüştler (Mecusiler) tarafından kutsal kabul edilmiş ve adına tapınaklar (ateşgede) yapılmıştır. Petrol üretimi ve kullanımı Ortaçağ Arap dünyasında yaygındı. Nitekim Arap yazarlar, sızıntı halinde kendiliğinden yüzeye çıkan petrolü eserlerine konu etmişlerdir. Ortaçağ savaşlarında Rum ateşiyle birlikte önemli bir mühimmat haline gelen petrol, modern çağlarda bu defa savaşlara sebep olan bir meta haline gelecektir. Modern çağlardaki petrol, yeraltından insan ve teknoloji marifetiyle çıkarılan bir metadır. 18. yüzyıldan itibaren Rusya ve Alsace’ta petrol damıtıldığı halde, bilinen anlamda yer altından ilk petrol sondajı, 27 Ağustos 1859’da Albay Drake tarafından Pensilvanya Titusville’de yapıldı. 1854 yılında gazyağı lambasının icat edilmesi, petrol talebini büyük ölçüde arttırmıştı. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Petrol ve Neft: Ortaçağ Latincesi’nde petroleum olarak geçen kelime, Klasik Latince’deki petra (taş) ve oleum (yağ) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşup “taş yağı” anlamına gelmektedir. Bir çeşit sıvı petrol olan bitüm sözcüğünün eski dillerdeki karşılığı olan “nafta/neft” ise, Farsça veya Akadca kökenli bir kelimedir. 202 Modern Ortadoğu Tarihi da ABD ve Avrupa, 19. yüzyılın petrol üreticileri olarak ortaya çıkmışlar ve kendi petrol endüstrilerini kurmuşlardır. Böylece, “kara altın”a hücum da başlamış oldu. Petrol ile ilgili bundan sonraki önemli safhalar şöyledir: 1860-1885 gazyağı dönemi: bu dönemde petrol, sadece gazyağı olarak ve aydınlatmada kullanıldı. 1885-1900 dönemi: petrol yağları, sanayide ve evlerde yağlama yağı olarak kullanıldı. 1900-1914 benzin dönemi: bu dönemde otomobil üretimi ve kullanımı yaygınlaştığından yeni petrol yatakları bulunarak işletilmeye başlandı. 1914-1930 Dönemi: sürekli damıtmanın, ısıl krakingin ortaya çıktığı ve fuel-oillerin kullanılmaya başlandığı dönemdir. 1930 sonrası dönem: petrol ürünlerinin kalitesini yükselten çeşitli yöntemlerin yerleştiği ve modern arıtma ve petrokimya tekniklerinin geliştiği dönemdir. Günümüzde petrol, sadece yakıt olarak değil, tarım (gübre), tıp (ilaç yapımı), sağlık (deterjanlar), plastik maddeler ile sentetik elyaf ve kauçukların üretimi gibi çok çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. OSMANLI COĞRAFYASINDA PETROL 14. yüzyılda ünlü Arap seyyahı İbn-i Batuta ve 17. yüzyılda da Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi, Musul ve Kerkük civarlarındaki petrolün “gökyüzüne çıkan ateş” şeklindeki varlığını ve ilkel usullerle kullanıldığını haber vermişlerdir. Petrol bu dönemde de kendiliğinden yeryüzüne çıkıp alevler içinde yandığından, insanların gizem ve tabiatüstü güç atfettiği bir maden durumundaydı. Osmanlı Sultanı IV. Murad 1640 tarihli bir fermanla, Kerkük yakınlarındaki Baba Gurgur’da bulunan petrol sahasını şehrin ileri gelen Türkmen ailelerinden Neftçizadeler’e vermişti. Bu ferman, muhtemelen tarihte verilen ilk petrol işletme imtiyazıdır. Aile, tapulu neft kuyularını Osmanlı dönemi boyunca dönemin usulleriyle işletmeyi sürdürmüştür Petrol, kendiliğinden yeryüzüne çıkmakta, havuz ya da kaplarda biriktirilerek, yani ilkel yöntemlerle üretilmekteydi. Petrolün işletilmesi ise, vergi karşılığında kişilere verilmekte (iltizam) bazen de devlet memurları tarafından (emaneten) işletilerek elde edilen ürünler satılmaktaydı. Yakıt olarak değeri henüz ortaya çıkmayan bu maden, gemicilik, inşaat ve tıp (ilaç) alanlarında ve ayrıca yemek pişirme ve aydınlatmada kullanılıyordu. Kullanım alanlarının bu denli geniş olmasından dolayıdır ki, Arap ülkelerinin fethedildiği Yavuz (1512-1520) ve Kanuni (1520-1566) dönemlerinde hazırlanan eyalet ve sancak kanunnamelerinde, neft ile ilgili düzenlemelere rastlanmaktadır. Petrolün bir maden olarak değeri giderek daha fazla anlaşılmış ve kullanımı da artmaya başlamıştır. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin hazırladığı 1868 ve 1886 tarihli Maâdin (Madenler) Nizamnameleri’nde, neft ile ilgili düzenlemeler bulunmaktadır. 1870 ve 1880’li yıllarda Van, Musul ve Kerkük taraflarında küçük çaplı petrol işletme imtiyazları verilmeye ve ayrıca petrol numuneleri tahlil edilmeye başlandı. Petrol, Hazine-i Hassa Nezareti tarafından yıllık bir bedelle ihale edilir ya da kiraya verilirdi. Elde edilen petrol, 11 İstanbul okkası hacmindeki teneke kutular içinde satılırdı. 19. yüzyılın sonlarına doğru endüstride genişçe kullanılmaya başlanmasıyla Dünya ekonomi ve siyaseti için büyük önem kazanmaya başlayan petrolün Arap topraklarında çok miktarda bulunduğunun anlaşılması, sömürgeci batılı devletlerin dikkatlerini biraz daha fazla Orta Doğu (o tarihlerde Yakındoğu) petrolleri üzerine çekmelerine sebep olmuştur. Osmanlı Arap vilayetlerindeki petrolün varlığından haberdar olan Batılı seyyah ve araştırmacılar, “arkeolojik, bilimsel, coğrafi araştırma ve misyonerlik” görüntüsü altında, Bağdat ve Musul’daki petrol alanlarını keşfetmeye ve ülkelerine bununla ilgili raporlar hazırlamaya başlamışlardı. Bu sü- 203 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol reçte, Rich, Porter, Chesney, Lynch, Ainswarth, Rawlinson, Layard, Loftus, Safad, Merschmid, Koldaway, Budge, Rassam, Botta, Tiehlmann, Morgan, Stahl, Maunsell, Oppenheim, Groskopf, Jacquerez, Tassart ve Rouzaud gibi İngiliz, Alman ve Fransız gezgin-araştırmacı, mühendis ve konsolosların kendi ülkelerine de sundukları raporları, Bağdat, Musul ve Kerkük’ün petrol potansiyeli ile ilgili önemli bilgiler içeriyordu. Bu raporlar, imparatorluk başkentinde de inceleniyordu. Bağdat Demiryolu’nun zengin petrol kuyularına doğru yaklaşması ise, buradaki petrolün ve Bağdat Demiryolu’nun önemini daha da arttırmaktaydı. Resim 8.1 Osmanlı Musul vilayetindeki bazı madenleri gösteren harita Kaynak: BOA, HH.THR., nr. 233/47 Bağdat Demiryolu bağlamında Ortadoğu petrolü üzerindeki Avrupa rekabeti için bkz. Edward Mead Earle, Bağdat Demir ve Petrol Yolu Savaşı (1903-1923), Örgün Yayınları, İstanbul 2003. II. Abdülhamid ve Petrol 1888 yılında Hazine-i Hassa Nazırı Agop Paşa’nın Musul-Kerkük bölgesinde yaptırdığı geniş çaplı araştırmanın sonunda, buralardaki maden ve petrol yatakları hakkında ayrıntılı bir rapor hazırlanmıştır. Bölgede büyük miktarda petrol bulunduğuna dair haberler üzerine, Alman, İngiliz, Fransız, Belçika, Hollanda ve Osmanlı uyruklu bazı şahıs ve şirketler, II. Abdülhamid’den petrol imtiyazı için yoğun taleplerde bulunuyorlardı. Bölgedeki petrolün stratejik değerinin farkında olan ve 204 Modern Ortadoğu Tarihi bu kaynakların yabancıların eline geçmesini istemeyen padişah, söz konusu talepleri geri çevirmiştir. Bölgede yürütülen arkeolojik ve bilimsel çalışmaların aslında petrol aramaya dönük gizli tetkikler olduğunun farkına varan II. Abdülhamid, yürütülen örtülü arama faaliyetlerini yakından takip ediyordu. Petrol araştırmasını yaptıran Agop Paşa’nın teklifiyle de, devlet hazinesine ait olan petrol gelirlerini ve işletme imtiyazını kendi özel hazinesine (Hazine-i Hassa) transfer etti ve ayrıca, Bağdat ve Musul Vilayetleri’nde petrol bulunan birçok bölgeyi de padişah arazisi (arazi-i seniyye)’ne dahil ederek 1889-1902 yılları arasındaki resmi işlemler ile muhafaza altına aldı. Petrol arazilerinin ve bunların işletilmelerinin padişaha ait olduğunun vurgulanmasında; önemli siyasi, stratejik ve ekonomik hususiyetleri olan Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlar’a verilmesi mühim bir nedendi. Zira, Demiryolunun inşasını gerçekleştirmek üzere kurulan Anadolu Demiryolu Şirketi’ne 1888 yılında ilk imtiyaz verilmek suretiyle, Almanlar’a madencilik alanında bazı ayrıcalıklar da verilmişti. Bu imtiyaz ile Almanlar, Musul ve Bağdat havalisinde petrol ve diğer madenleri arayabilecekti. Irak petrollerinin uluslararası nazik bir mesele haline gelmesinin ilk adımı da buydu. Almanlar, bölgedeki araştırmalarını daha da yoğunlaştırdı. İşte padişah, petrol bölgeleri ve işletmelerinin kendisine ait olduğunu vurgulamak suretiyle, dost olarak görülen Almanlar’a karşı bu konuda bir mesaj veriyordu. Aynı mesaj, 1902 tarihli ferman ile bir kez daha verildi. Zira, bu tarihte, Bağdat Demiryolu imtiyazı yine Almanlar’a verilmişti. Almanlar, demiryolu hattının her iki yakasındaki 20’şer km.lik şeritler boyunca maden araması ve işletmesi yapabilecekti. Almanlar’a da güvenemeyen Padişah, daha önce yaptığı gibi, bu imtiyaza rağmen petrol yataklarının kendi uhdesinde olduğunu bir kez daha vurgulama ihtiyacı hissetmişti. Almanlar’ın I. Dünya Savaşı arifesinde Irak petrolleri konusunda, en büyük rakipleri İngilizler’le bile sıkı bir işbirliğine gitmesi, padişahın bu konuda ne kadar isabetli bir siyaset uyguladığını göstermektedir. II. Abdülhamit’in Irak petrolleri konusundaki temel politikası neydi? 1 II. Abdülhamit döneminde Bağdat ve Musul petrolleriyle ilgili gelişmeler için şu kitabı okuyunuz: Arzu T. Terzi, Abdülhamid’in Mirası: Petrol ve Arazi, İstanbul 2009. II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Petrolleri II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra, 8 Eylül 1908’de Meşrutiyet hükümetinin aldığı bir kararla, Hazine-i Hassa’ya ait olan emlâkin devlet hazinesine devri kararlaştırıldı. II. Abdülhamit’in 31 Mart olayından sonra tahttan indirilmesiyle, 27 Nisan 1909 tarihli Mehmed Reşad iradesi ile de, padişahın şahsi mülkü olan petrol bölgelerinin söz konusu statüleri kaldırılarak Maliye hazinesine devredildi yani devlet mülkü haline getirildi. Bu ise, petrol bölgeleri üzerindeki Avrupalı rekabetinin, II. Abdülhamid dönemine göre daha da yoğunlaşmasına neden oldu. 1909 yılında İngiliz ve Amerikalı girişimcilerin petrol işletme imtiyazı talepleri neticesiz kalınca, 1910’lu yıllarda Suriye ve Kudüs petrollerinin işletme imtiyazları, önce Osmanlı vatandaşlarına bilahare de onlardan İngiliz ve Amerikalılara devredilmekteydi. 1912’ye kadar Mezopotamya topraklarında petrol imtiyazı peşinde koşan, Alman Deutsche Bank (Anadolu-Bağdat Demiryolu Şirketi), İngiliz D’Arcy Grubu, Royal Dutch-Anglo Saxon Oil Company (Shell) ve Amerikan Chester grubu olmak üzere dört grup vardı. Bu nedenle 1909-1914 dönemi; yukarıda belirtilen gruplar 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol arasında, petrol bölgelerinin imtiyazlarını ele geçirmek için yoğun mücadele ve rekabetin olduğu ve aynı zamanda Osmanlı yetkilileriyle sıkı müzakerelerin yapıldığı bir süreci ifade etmektedir. Osmanlı hükümeti (Bâbıâlî) ise bu ortamda, başta İngilizler olmak üzere batılı devletlerin siyasî baskılarına maruz kaldı. Ancak, Osmanlı Devleti’nin çeşitli iç ve dış gailelerle uğraştığı bir dönemde İngiltere ve Almanya, ABD’yi (Chester Gurubu) de bölgeden uzaklaştırabilmek için, ortak çıkar ilkesiyle hareket ederek sonunda anlaşma yoluna gitmişti. Nitekim, İngilizler’in 1910’da kendi sermayeleriyle ve petrol için sermaye aktarımı amacıyla kurdukları Türk Milli Bankası, 1912’de Deutsche Bank ve Royal-Dutch Shell şirketleri ile işbirliğine girerek Türk Petrol Kumpanyası’nı (Turkish Petroleum Company) kurmuşlardı. Mezopotamya petrollerini işletmek üzere kurulan bu şirketin kurulmasına aracılık eden ünlü Gülbenkyan da, hissedarlardan biriydi ve petrol imtiyazı elde etme mücadelesinde özellikle İngilizler’e önemli ölçüde aracılık etmişti. Şirket, 1913 yılında, Anadolu ve Bağdat Demiryolu Kumpanyaları ile Deutsche Bank’ın, Osmanlı Devleti’ndeki petrolün üretimi, rafinesi vs. üzerinde daha önce elde edilen bütün hak ve menfaatlerini kendi üzerine aldı. Mart 1914’te, Turkish Petroleum Company’nin hisselerinin % 50’si, İran’da faaliyet göstermekte olan bir diğer İngiliz (D’Arcy) petrol şirketi olan APOC (Anglo-Persian Oil Company)’a devredildi. I. Dünya Savaşı yaklaştıkça, söz konusu gruplar ve devletler arasındaki petrolden pay kapma yarışı ve bu amaç için Osmanlı hükümetine uygulanan baskı daha da yoğunlaştı. Bu dönemde Avrupalılar’ın, petrol kaynakları üzerinde “monopol” oluşturmak için izledikleri alternatif yollardan biri de, ilgili devletler ile kollektif müzakerelere girişmekti. Öte yandan, yine 1914 yılı içerisinde İngiliz tebaasından olup, Hint Müslümanlarından bazı kimseler, bölgeden toprak satın alma ve petrol işletme imtiyazı talebinde bulunmuştur. İngiliz ve Alman sefirleri, Haziran 1914’te Osmanlı hükümetine verdikleri notalarla, Musul ve Bağdat Vilayetleri’nde petrol çıkarma ve işletme imtiyazının Türk Petrol Şirketi’ne verilmesini istediler. Sadrazam Said Halim Paşa, imtiyaza dair niyet mektubunu gayriresmi olarak vermekle birlikte, ilgili görüşmeler I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yarım kaldı. I. Dünya Savaşı devam ederken, İtilaf devletleri arasında savaş sonunda Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı öngören gizli antlaşmalar da yapılmıştı. 16 Mayıs 1916’da, İngiltere ile Fransa arasında Sykes-Picot Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre petrol bölgelerinin bulunduğu Arap vilayetleri, İngiltere ve Fransa arasında gizlice taksim edildi. Petrol bölgelerinin paylaşılması, ABD’yi de büyük bir endişeye sevk etmişti. II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı liman, demiryolları ve petrollerini işletme girişiminde bulunan ABD’li Chester, bu girişimini Cumhuriyet’in ilk yıllarında da tekrarladı ancak sonuç elde edemedi. ABD bu hedefinden vazgeçmeyecek ve daha sonar ARAMCO gibi dev petrol şirketleri vasıtasıyla Ortadoğu petrolü üzerinde söz sahibi ülkelerden biri olacaktır. Mezopotamya petrolünün ticarî öneminin farkına varmış olan petrol mühendisi Calouste Serkis Gülbenkyan daha yirmili yaşlarda iken, 1892 yılında, Orman ve Maadin Nezareti’ne, petrole dair bir rapor sunmuştu. Babası da gaz tüccarı olduğundan adeta doğuştan petrolcü idi. Marsilya ve İngiltere’nin ünlü King’s College’da okudu. Bitirme tezi “Yeni Petrol Endüstrisi Teknolojisi” başlığını taşıyordu. Henüz yirmi iki yaşında iken yazdığı makaleler ile dünyanın önde gelen petrol uzmanlarından biri oldu. 1902’de Londra’ya taşınarak İngiliz vatandaşı oldu. Türk Milli Bankası’nın kuruluşunda banka direktörlüğüne getirilmişti. 1912’de, Shell ve Deutche Bank’ı da dahil ederek, Londra merkezli Türk Petrol Şirketi’nin kurulmasını sağladı. Savaş sonrasında, yenilen Almanlar’ın payının Fransızlara devredilmesini 205 206 Modern Ortadoğu Tarihi sağladı. 1919’da şirket hisselerinin % 5’ine sahip oldu. Bu ve petrol pazarlıklarında aldığı komisyonlardan dolayı kendisine, “Bay yüzde beş” denilmeye başlandı. Chester Projesi ve sömürgeci devletlerin Irak petrolleri üzerindeki rekabeti için şu kitabı okuyunuz: Bilmez Bülent Can, Demiryolundan Petrole Chester Projesi (19081923), İstanbul 2000. Chester Projesi: Amiral Chester’ın, demiryolu, limanlar ve madenler konusunda imtiyazlar elde etmek için İstanbul’da bulunduğu 1908 yılında, Amerikalılar’ın Irak petrollerinden imtiyaz sağlama konusundaki çabaları daha da artmıştı. Amerikan başkanı Roosevelt’in de destek verdiği Chester, liman ve demiryolu inşaatı konusunda bir dizi anlaşmalar yapmasına rağmen bunlar yaşanan savaşlar sebebiyle uygulanamadı. Savaş sonrası Irak’taki bütün petrol bölgeleri İngiliz işgaline uğradı. Lozan Antlaşması ile halledilemeyen Musul Meselesi ise, Türkiye ile İngiltere arasında çözülmek üzere antlaşma sonrasına bırakıldı. İngiltere için önemli olan, zengin petrol yataklarının bulunduğu Musul ve Kerkük’ün ne pahasına olursa olsun elde tutulması ve İngiltere mandası altındaki Irak’ta kalmasıydı. Türkiye Cumhuriyeti ile İngiltere arasında başlayan siyasi ve diplomatik mücadele sonucunda, Musul Vilayeti ve zengin petrolleri, 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile, Irak Krallığı’na ve dolayısıyla mandater devlet olarak İngiltere’ye bırakılmış oldu. Bu antlaşmaya göre, Musul petrollerinden elde edilecek gelirin % 10’u, 25 yıllık süreyle Türkiye’ye verilecekti. ORTADOĞU’DA PETROL Günümüzde petrol ve Ortadoğu kelimeleri çoğu zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır. Eğer Ortadoğu, bu kadar petrole sahip olmasaydı, global jeopolitik gelişmelerde kilit bir nokta haline gelemezdi. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesiyle sonuçlanan I. Dünya Savaşı’ndan sonra başta İngiltere, Fransa ve ABD olmak üzere sömürgeci devletlerin kendi menfaatleri doğrultusunda çizdiği sınırlar sayesinde, petrol coğrafyasının ayrıntılarını da içine alan “yeni Ortadoğu” oluşturulmuştur. Bu noktada, birçok Ortadoğu ülkesinin, petrol paylaşımının bir sonucu olarak ortaya çıktığını, yani varoluş nedeninin petrol olduğunu söylemek mümkündür. Bu yeni dönemde, Osmanlı Devleti’nin birer vilayeti olan memleketler, sömürgeci devletlerin mandası altında birer devlet haline getirilmişlerdi. Dahası, bütün bu yapay devletlerin başına, yine aynı devletlerin uygun gördüğü kimseler idareci olarak atanmışlardı. Ancak bu idarelerin devamı, mandası altında oldukları devletlerle işbirliği yapmalarına bağlıydı. Bu işbirliği, ülke petrolünün çıkarılması, işletilmesi ve dolayısıyla paylaşılmasını da kapsamaktaydı. Zira, bütün bu savaşlar, Ortadoğu’nun zengin kaynakları için yapılmıştı ve Avrupa devletlerinin güçlü konumlarını sürdürebilmeleri, büyük oranda petrole bağlıydı. Neticede, Avrupalıların kurdukları uluslararası petrol şirketleri, Ortadoğu’nun zengin petrollerini işletmek için boy göstermeye başladılar. Bunlardan, çok uluslu Irak Petrol Şirketi (IPC), İngilizler tarafından daha 1912 yılında Türk Petrol Şirketi adıyla kurulmuştu. Manda idaresiyle birlikte Irak’ın zengin petrol yatakları bu şirket tarafından işletilmeye başlandı. Amerikan sermayeli Arap-Amerikan Petrol Şirketi (ARAMCO) ise, Suudi Arabistan’ın zengin petrollerini işleterek, zamanla dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri haline geldi. Modern Ortadoğu’nun siyasi ve ekonomik coğrafyasıyla sınırlarının belirlenmesi konusu için bkz: David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? 1914-1922, (çeviren: Mehmet Harmancı), İstanbul 1994. 207 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol Petrol açısından dünya rezervlerinin yaklaşık yarısına sahip olan Ortadoğu’nun petrol sahaları genel olarak üç bölgede toplanmıştır: 1-Fars-Arap (Basra) Körfezi çevresi ve alt kısmı; İran, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar, kuzeydoğu Suriye ve güneydoğu Türkiye’yi içine alır. 2-KızıldenizAkabe yarığı boyunca uzanan kısım; İsrail’in kuzeyine kadar uzanır. 3-Kuzeydoğu Afrika sahası: Libya ve batı Mısır’ın çöl bölgelerini kapsar. 2011 yılı verilerine göre Ortadoğu ülkelerinin ham petrol rezervleri şu şekildedir: S.Arabistan % 16,1 İran Irak % 9,1 BAE % 8,7 Ortadoğu Toplam Kuveyt % 5,9 % 6,1 % 48,1 Tablo 8.1 Kaynak: BP Statistical Review of World Energy (June 2012) Yukarıdaki oranlar toplandığında, dünya ispatlanmış petrol rezervlerinin % 48’inin Ortadoğu’da (özellikle de Basra Körfezi ve çevresinde) bulunduğu sonucu ortaya çıkar ki, bu da dünya toplamının yaklaşık yarısına tekabül eder. Dünya petrol rezervlerinin % 16’sına sahip olan Suudi Arabistan, bu bakımdan (dünyada ikinci) Ortadoğu’da ilk sırada yer almaktadır. Dünyanın geriye kalan % 52’lik rezervi ise, Ortadoğu dışındaki ülkelerin (Venezuela, Rusya, ABD, Kuzey ve Güney Amerika, Afrika, Nijerya vs) toplam rezervini ifade etmektedir. 2011 verilerine göre dünya ham petrol üretiminde Ortadoğu ülkelerinin payı ise şu şekildedir: S.Arabistan İran BAE Kuveyt Irak Katar Ortadoğu Toplam % 13,2 % 5,2 % 3,8 % 3,5 % 3,4 1,8 % 32,6 Bu tabloya göre, günümüzde dünya toplam petrol üretiminin yaklaşık % 33’ü (üçte biri) Ortadoğu ülkeleri tarafından sağlanmaktadır. Petrol rezervleri 1980’lerden bu yana yaklaşık % 60 oranında artmasına rağmen, Ortadoğu’nun ispatlanmış petrol rezervlerine (% 48) kıyasla, dünya yıllık petrol üretimindeki payı (% 33) daha azdır. Bu husus, diğer petrol üreticisi bölgelere göre Ortadoğu’nun uzunca bir zaman daha sanayileşmiş ülkelerin enerji ihtiyacını karşılayacağını göstermektedir. Dolayısıyla, Ortadoğu coğrafyasının politik ve ekonomik açılardan başta ABD ve Avrupa olmak üzere gelişmiş ülkeler tarafından kontrol altında tutulması, bu ülkelerin enerji ihtiyacı ve geleceği açısından hayati önem taşımaktadır. Ortadoğu’da en azından son yüz elli yıldır meydana gelen politik, ekonomik ve toplumsal gelişmeleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Ortadoğu petrolü, günümüzde dünyadaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri kontrol etme noktasında kilit bir role sahip olup, gelecekte de bu işlevini sürdürecektir. Tablo 8.2 Kaynak: BP Statistical Review of World Energy (June 2012) 208 Modern Ortadoğu Tarihi Resim 8.2 Ortadoğu ülkelerindeki petrol ve doğalgaz bölgeleriyle rafinerileri gösteren harita Kaynak: www. matthieuthery.com Dünya petrol tüketiminde ABD tek başına dünya petrolünün dörtte birini; Avrupa Birliği beşte birini; her ikisi ise % 44 ile neredeyse yarısını tüketmektedir. Buna karşın, dünya rezervlerinin yaklaşık yarısına; üretiminin ise üçte birine sahip olan Ortadoğu ülkeleri, üretilen petrolün ise sadece % 7’sini tüketmektedirler. Bu durum, Ortadoğu petrolünün, temelde zengin ve sanayileşmiş ülkelerin enerji ihtiyacını karşıladığını göstermektedir. Ortadoğu’da üretilip ihraç edilen petrolün yaklaşık üçte biri Asya-Pasifik bölgesine, beşte biri Japonya’ya, altıda biri Avrupa’ya, sekizde biri ABD’ne sevk edilmektedir. Bu durumla bağlantılı olarak, Japonya petrol ihtiyacının yaklaşık % 80’ini; Asya-Pasifik bölgesi % 60’ını; Avrupa % 20’sini; Çin % 20’sini; ABD ise % 15’ini Ortadoğu petrolünden karşılamaktadır. Petrolün uluslararası ekonomi politiği için bkz. Veysel Ayhan, Ortadoğu ve Petrol İmparatorluk Yolu, İstanbul 2009. Ortadoğu Petrolünün Stratejik, Ekonomik ve Siyasi Etkileri Dünya ana karasının merkezinde yer alan Ortadoğu, çevresinde bulunan denizler sayesinde okyanuslara ve diğer kıtalara ulaşım sağlama konusunda son derece önemli bir yere sahiptir. Bu konumu, ürettiği petrol ve doğalgazı dünya pazarlarına rahatça ulaştırmasını sağlamaktadır. Oluşturulan geniş boru hatları şebekeleri ise, petrolün uluslararası piyasalara ulaşmasında kritik öneme sahip olan Hürmüz ve Bâbülmendeb Boğazları ile Süveyş Kanalı gibi geçiş yolları stratejik tıkanma noktalarının olumsuz etkilerini de azaltmaktadır. Ayrıca, bölgede petrol rafineri- 209 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol leri ve gaz dönüşüm tesislerinin yapımı, üretici ülkelerin kaynaklarının değerini daha da arttırmaktadır. Günümüzde petrol, dünya ticaretine en fazla konu olan emtia durumundadır. Dolayısıyla, hemen her ülke petrol ve endüstrisinden doğrudan etkilenmektedir. Petrolün, başta kara, hava ve deniz taşımacılığı olmak üzere her türlü ekonomik, sınai ve ticari faaliyet üzerinde son derece önemli bir etkisi vardır. Kısacası petrol, dünya ekonomisine ve ticaretine, dolayısıyla da siyasetine hükmetmektedir. Öte yandan, petrol üreten ve tüketen bölgelerin farklı olması da önem taşımaktadır. Şöyle ki, dünyanın gelişmiş ülkeleri genellikle petrol tüketicisi durumunda iken, üretici ülkeler ise genellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler olduğundan petrolü daha az oranda tüketmektedirler. Bu ise, iki taraf arasında, aşağıda ayrıntılarını verdiğimiz bir ilişkiler yumağının şekillenmesini de sağlamaktadır. Ortadoğu’da modern sondaj tekniğiyle petrol ilk kez, 1908 yılında, İngiliz nüfuzu altındaki İran’da, İngiliz sermayedar D’Arcy tarafından çıkarıldı. 1909’da ise D’Arcy, İngiliz-İran Petrol Şirketi APOC (Anglo-Persian Oil Company)’u kurdu. Böylece, İran petrolleri uluslararası rekabetin ana unsurlarından biri haline geldi. 1912 yılında ise, İngiliz Kraliyet donanmasındaki gemilerin kömürden petrole geçmesiyle, Ortadoğu petrolü stratejik açıdan önem kazanmaya başladı. 1920’lerin sonları ile 1930’lu yıllarda Ortadoğu’daki petrol keşifleri yaygınlaşmaya başladı: Irak-Kerkük, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Kuveyt petrolleri keşfedilip çıkarılmaya başlandı. Hatta, 1934 yılına gelindiğinde, Kerkük’ten Trablusşam ve Hayfa’ya doğru ilk uzun mesafeli petrol boru hattı inşa edildi. Buna rağmen, Ortadoğu bölgesi, 1940’ların başlarına kadar dünya petrol üretiminin yalnızca % 5’ini karşılamaktaydı. Petrolün ticari amaçlı olarak büyük miktarlarda üretilmesi ise, II. Dünya savaşından sonraki yıllara rastlar. Nitekim, bölgenin petrol üretimi 1950’ye kadar % 15’e, 1960’a kadar % 25’e ve 1979’a kadar da % 39’a yükselmiştir. Yedi Kızkardeş (Seven Çokuluslu Petrol Şirketleri ve Ortadoğu Petrolü Dünya üzerindeki yedi (daha sonraları sekiz) büyük çok uluslu şirket, 1910’lardan 1970’lerin başlarına kadar, petrol endüstrisinin hemen tamamını kontrol altında tutmuşlardır. 1928 yılında Ortadoğu petrolünün paylaşımı konusunda gizli bir anlaşma yapan bu şirketler, “Yedi Kızkardeş” olarak anılmıştır: Standard Oil of New Jersey (Exxon), Royal Dutch Shell (Shell), British Petroleum (BP), Gulf Oil (Gulf), Texas Oil (Texaco), Standard Oil of California (Chevron) ve Mobil Oil (Mobil). Bunlara daha sonra Fransız şirketi Française des Petroles (CFP) de eklenmiştir. Yedi Kızkardeş hakkında yapılmış bir belgesel için bakınız: The Secret of the Seven Sisters: http://www.aljazeera.com/programmes/specialseries/2013/04/201344105231487582.html 1950 ve 1960’lı yıllarda otuz kadar küçük boyutlu ve bağımsız olarak adlandırılan şirketlerin bu endüstriye girmesiyle, yukarıdaki şirketlerin hakimiyeti nispeten azaldı. Bununla birlikte ABD ve Avrupa’nın (dolayısıyla Yedi Kızkardeş’in) başrolde olduğu “petrol emperyalizmi” hep devam etti. Ortadoğu’daki petrol endüstrisinin gelişimi (üretim, rafineri ve pazarlama) büyük oranda kendi hükümetleri tarafından desteklenen uluslararası petrol şirketlerince yürütüldüğü gibi, üretici ülkelere teknik konularda herhangi bir aktarım da söz konusu olmadı. Pet- Sisters): 28 Ağustos 1928’de av partisi adı altında İskoçya’daki bir şatoda toplanan büyük petrol şirketleri, “dünyanın petrol kaynakları dürüstçe paylaşılmalıdır” sonucuna varmışlardı. Alınan kararlar, Ortadoğu petrolleri üzerinde uygulamaya konuldu. Bu gizli toplantı, aslında yeni ABD ve Avrupa emperyalizminin de bir uzantısıydı. 210 Modern Ortadoğu Tarihi rol emperyalizmi konusundaki en aktif devlet, tahmin edileceği üzere İngiltere idi. İngiltere, gösterdiği ısrarlı politikayla Musul-Kerkük petrollerini elinde tuttuğu gibi, ABD’yi bile Ortadoğu petrolünün dışında bırakmak için büyük bir çaba gösterdi. Buna rağmen ABD, 1930’larda Bahreyn’de ve bütün Suudi Arabistan’da petrol çıkarma ve işletme imtiyazları elde etti. Bu tarihlerde, ABD ve Avrupalı şirketler tarafından sağlanan petrol imtiyazları, genelde çok geniş alanları ve üretimden ihraç ve rafine etmeye kadar geniş hakları ve ayrıca 75 yıla kadar varan uzun süreleri kapsıyordu ki bütün bunlar, petrolün tüm yönleri üzerinde geniş bir kontrolü beraberinde getiriyordu. Ortadoğu hükümetleriyle son derece basit sözleşmeler yapılarak petrolün kontrolü sağlanıyordu. Ton başına 20-25 cent olarak genelde sabit imtiyaz bedeli veya satışlar üzerinden yüzdelik ücret söz konusuydu. Petrol karşılığında hükümetlere ödenen ücretler çok düşük seviyelerde kalıyordu. Dev şirketler, petrolü ihraç ve ithal etme konusunda geniş hak ve özgürlüklere sahip oldukları gibi, vergi muafiyetlerine de sahiptiler. Bütün bunlar, uluslararası petrol şirketlerini “devlet içinde devlet” haline getirmekteydi. Petrol emperyalizmi ne demektir? Bu konuda hangi ülkeler başı çekmiştir? 2 Emperyalist devletlerin Ortadoğu Petrolü üzerindeki mücadele ve rekabeti için bkz. Raif Karadağ, Petrol Fırtınası, Emre Yayınları, İstanbul 2003. PETROLÜN SİYASETİ: OPEC’İN KURULMASI II. Dünya Savaşı’ndan OPEC’in (Organization of Petroleum Exporting Countries/ Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı) kurulduğu 1960’a kadarki dönemde, yukarıda belirtilen durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Petrole dair müzakereler ve yapılan millileştirmeler sonucunda, uluslararası şirketlerin ve temsil ettikleri devletlerin Ortadoğu petrolü üzerindeki gücü ve etkisi azalmaya başladı. Bu dönemde petrol üretiminin çoğalması, üretici ülkelere büyük gelirler sağlarken petrolün önemini de arttırdı. Ortadoğu’nun petrol üreticisi ülkelerinin, gelişmiş ülkelerin ve dünya endüstrisinin kontrolü altında kalmaları petrol konusunda önemli bir teşkilatın ortaya çıkmasını da sağladı. 1959 yılına gelindiğinde, büyük petrol şirketleri petrol fiyatlarını düşürünce, petrol üreten ülkelerin gelirleri azaldı. Sonuçta, bir tedbir olarak Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezuela gibi kilit üretici ülkeler, 1960’ta Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı OPEC’i kurdular. Cidde merkezli teşkilat daha sonra genişleyerek on üç ülkeyi daha bünyesine kattı. Batılı ülkeler bu teşkilatın etkili olabileceğini düşünmüyordu. Buna rağmen ABD ve Avrupa devletleri, teşkilata katılan ülkeleri engellemeye çalıştı. Sonuçta üretici ülkelerin girişimi etkili oldu ve 1960’lı yıllarda petrol karteli, dünya petrol fiyatlarını artık etkileyemedi. Dahası Ortadoğu ülkeleri, ekonomik açıdan bağımsız olarak petrol konusunda kendi geleceklerini tayin etmeye çalıştılar. Arap ülkelerinin petrol endüstrisinde hakim konuma gelmesi ile de 1968 yılında Petrol İhraç Eden Arap Ülkeler Teşkilatı OAPEC (Organisation of Arab Petroleum Exporting Countries)’in kurulmasına da önayak oldu. 211 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol OPEC’in kurulmasının temel sebebi, üye ülkelerin en değerli doğal kaynaklarının kontrolünü elde tutmaktı. Bu dönemde, Arap devletleri için bağımsızlık önemli bir meseleydi. Teşkilat, Nasır döneminde 1960’da kurulmuştu. Nasırcılığın en önemli özelliklerinden biri de, II. Dünya Savaşı sonrasında beliren yeni sömürgeciliğin etkilerini ortadan kaldırmaktı. Teşkilatın ilk amacı, üye ülkelerin pazarlık gücünü kullanarak büyük petrol şirketlerine petrol fiyatlarını yükseltme konusunda baskı yapmaktı. Ucuz ve bol petrol, savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın kalkınmalarını sağlayan ve ABD’ye de ekonomik üstünlük getiren enerji kaynağıydı. Otomobil ve trenlerin gittikçe yaygınlaşması da, kömüre dayalı ekonomileri hızla petrole bağımlı hale getirmişti. Bütün bunlar, petrolün uygun fiyatla ve hep var olmasına bağlıydı. Ancak sanayileşmenin getirdiği hızlı petrol tüketimi, Ortadoğu petrolüne olan bağımlılığı gün geçtikçe attırmaktaydı. Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC), ne zaman, hangi ülkeler tarafından ve ne amaçla kurulmuştur? 1967’deki altı gün savaşının bir sonucu olarak, Nasır tarafından kamulaştırılan (1956) Süveyş Kanalı’nın yine Nasır tarafından kapatılması, petrol endüstrisini büyük ölçüde etkiledi. Ama petrol fiyatlarının fırlamasından dolayı parayı kazanan yine büyük petrol şirketleri yani Yedi Kızkardeş oldu. Kanalın kapatılmasıyla petrol nakil yollarının altüst olması, bulunduğu coğrafi konumları sebebiyle bundan etkilenmeyen petrol üreticileri Libya ve Nijerya’ya yaradı. Libya, 1969’da petrol fiyatlarını yükselttiği gibi, üretimi azaltmakla da tehdit ediyordu. Bu gelişmelere paralel olarak İran, Irak ve Suudi Arabistan, 1971’deki Tahran Antlaşması’yla beş yıl için petrol fiyatlarını belirleme konusunda anlaştılar. II. Dünya Savaşı’nın sonundan 1970’e kadarki dönemde petrol fiyatları genel hatlarıyla dengeli, hatta düşük bir seyir takip etti. Yeni bir Arap-İsrail savaşı (Yom Kippur) Ekim 1973’te göstermiştir ki o tarihte petrol üretiminin % 40’ını karşılayan OPEC sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi bir güç haline de geldi. Bu tarihte, Ortadoğu’nun petrol üreten ülkeleri, İsrail’i destekleyen ABD ve diğer devletlere petrol satışını keserek (petrol Boykotu/Krizi), petrol üretimini azaltma ve fiyatları yükseltme konusunda anlaştılar. Arap-İsrail savaşı sona erip yaptırımlar kaldırıldığında, petrol fiyatları bir yılda tam dört kat artarak varili 11,65 dolara fırlamıştı. Fiyatlardaki keskin yükseliş, bu kararları alan petrol üreticisi ülkeleri zengin etmiş; Suudi Arabistan ve Irak gibi petrol üreticisi ülkelerin gelirleri de 1973-1974 yıllarında 8-10 kat kadar artmıştı. Bu dönemde petrol ABD’de bile çok az bulunmasına rağmen, OPEC’in her fiyat yükseltmesinde olduğu gibi, büyük petrol şirketleri (Yedi Kızkardeş) de çok büyük kazançlar elde ediyordu. Öte yandan bu gidişten etkilenen Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Japonya’nın, 1973 sonunda Filistin haklarını tanıyan ve İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği yerleri boşaltmasını isteyen bildiriler yayınlamaları petrolün ekonomik silah olmanın yanında siyasal bir silah haline de geldiğini gösteriyordu. 1973 petrol kriziyle ortaya çıkan petrol zenginlerinin paraları ise, batı bankalarına yatırılmaktaydı. Böylece petrol zengini Ortadoğu ülkeleri, dünya bankacılık sisteminde de etkili olmaya başladı. Bu durum, petrolün bir silah olarak kullanılmasında uzun vadeli bir etki yarattığı gibi, “kaynak jeopolitiği” denen kavramı da ortaya çıkardı. Petrolün bir silah olarak kullanılmasına karşılık olarak ise, petrol kaynaklarını koruma ve keşfetme çabaları arttırıldı. 1973 petrol ambargosu, petrol sanayinde bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirdi. Bunların başında OPEC ülkele- 3 212 Modern Ortadoğu Tarihi rinin petrol çıkarma, işleme, dağıtım ve pazarlama işlerine girişmesiydi. Çokuluslu petrol şirketleri ise orta bir yol bularak üretici ülkelere gerekli teknoloji ve uzmanlığı sağlamaya devam ederek yerli şirketlerle ortaklıklar kurdular. 1979’daki İran devrimi sonrasında ülke petrol üretiminin durdurulmasıyla fiyatlar bir kez daha fırlayarak 1980 başında 43 dolara kadar çıktı. Bundan sonra Petrol fiyatları Roterdam gibi spot borsalarda belirlenmeye başlandı. Uzun süreli neticesi ise, şirketler uç noktalarda petrol fiyatlarının kontrolünden feragat ettiler Tanker savaşı: İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt ve daha çok spot borsalara bağlı kaldılar. Petrol fiyatları, artık elde edilebilirlik ve diğer ülkelere ait olan durumuna göre değil de ticari sistem tarafından ve psikolojik şartlara göre belir44 petrol tankeri, İran veya Irak tarafından vurularak lenmeye başlandı. hasar gördü. Başlangıçta Şattularap suyolu üzerindeki anlaşmazlıktan kaynaklanan ve sekiz yıl süren Irak tarafından başlatılan tanker savaşında her iki ülke, İran-Irak Savaşı (1980-1988), iki ülkedeki petrol altyapısını büyük oranda yok birbirinin petrol ihracatını ettiği gibi, İran ve Irak’ın petrol gelirini de büyük oranda azalttı. Savaş sürerken, çökertmeyi amaçlıyordu. 1984 yılında, iki ülke arasında bu kez de “tanker savaşı” başladı. Bundan petrol Petrol taşımacılığını da doğrudan etkileyen bu durum, taşımacılığı ve ticareti ciddi ölçüde etkilendi. Bununla birlikte, 1986 yılında, petzamanla dünya piyasalarına rol fiyatlarında % 50’den fazla bir düşüş yaşandı. İran-Irak savaşı devam ederken petrol arzını etkileyen global bir sorun haline geldi. böyle bir şeyin yaşanması ilginçti. Bu düşüşün sebebi ABD kaynaklıydı. Şöyle ki, ABD Başkanı Reagan, 1980’lerin başında, petrol üretimini arttırma konusunda Suudi Kralını ikna etmiş ve artan üretimle birlikte fiyatlar (13 dolar) dibe vurmuştu. Reagan’ın amacı ise, petrol geliriyle ayakta duran Sovyetler Birliği’ni çökertmekti. 1991’de bu amaca ulaşıldı ve Birlik dağıldı. Petrol bir kez daha politik bir silah olarak kullanılmıştı. ABD ve Petrol Ortadoğu petrolüne gittikçe bağımlı hale gelen ABD, fiyat artışlarından etkilenen ülkeler arasında yer almaktadır. ABD, 1970’lerin sonunda bu bağımlılığını azaltarak, doğan boşluğu Amerika kıtası petrolüyle dengelemeye çalıştı. 1997 yılı verilerine göre dünya petrol rezervlerinin yalnızca %2,9’u ABD’de bulunmaktadır. Bu ise, ABD’nin kendi petrol kaynaklarının çok sınırlı ve yakın bir gelecekte de tükenmesinin mümkün olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, ABD’nin Ortadoğu ve Amerika kıtası (Venezuela ve Meksika) petrolüne olan ihtiyacı önemli boyuttadır. Ancak, Ortadoğu dışındaki opsiyonlar da oldukça sınırlıdır. Bu yüzdendir ki ABD, olağanüstü durumlarda kendisine birkaç yıl yetecek kadar büyük miktardaki petrolü “stratejik rezerv” olarak muhafaza etmektedir. Ancak, başta Japonya, Çin ve Asya-Pasifik ülkeleri olmak üzere Ortadoğu petrolüne bağımlı olan diğer sanayileşmiş ülkeler ise, petrolün bir silah olarak kullanılmasından doğrudan etkilenmektedirler. 4 OPEC’in kuruluşundan (1960) sonra dünya petrol fiyatlarının artmasına sebep olan belli başlı gelişmeler hangileridir? Petrol Ülkelerinin Sosyo-Ekonomik Yapıları 2000’li yıllarda dünya petrol fiyatları yeniden yükselmeye başladı. Eylül 2000’de İsrail işgaline karşı beliren Filistinli ayaklanması ve ABD’ye karşı yapılan 11 Eylül 2001 saldırısı ve bunun sonucunda ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesiyle ortaya çıkan bölgesel istikrarsızlıklar, yükselmenin başlıca nedenleriydi. 2005’te fiyatlar, Irak’taki savaş ve ABD’deki Katrina kasırgası nedeniyle en yüksek seviyeye çıktı. Bu durum, Ortadoğu’nun petrol üreten ülkelerini doğrudan etkiledi ve kazançlarını kat kat arttırdı. Petrol üreten ülkelerin kendi petrol kaynaklarını kontrol altında 213 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol tutmak suretiyle gösterdikleri başarı, bazı önemli sonuçlar doğurdu. Öncelikle, petrolden elde edilen büyük gelir, ülkelerinin gelişmesi doğrultusunda kullanıldığı gibi, bazen de halka fayda sağlamayan müsrif projeler için kullanıldı. Özellikle Körfez ülkelerindeki petrol geliri, devleti yöneten ailelerin elinde önemli bir güç oldu. Bu zenginlik, modernleşme ve halkın refahı için yeterince kullanılmadığı gibi, aynı zamanda muhaliflerin susturulmasında ve sorunların üzerinin örtülmesinde, dolayısıyla antidemokratik siyasal sistemlerin sürmesinde de etkili oldu. Büyük petrol geliri, ekonomik ve sosyal değişimi de beraberinde getirmiştir. Kent hayatı hızla değişmeye başlamış, lüks ve israfa varan modern hayat etkisini göstermiştir. Ulaşım altyapısı büyük gelişme kaydetmiş; eğitim, sosyal hizmetler, tarım ve sanayiye büyük paralar harcanmıştır. Ancak özellikle İran-Irak savaşı, bu imkanları önemli ölçüde azalttı. Öte yandan, bütün ekonomik ve toplumsal gelişmelerin sadece petrol ve doğalgaza bağlı olması da, başlı başına bir sorun teşkil etmiştir. Dünya ekonomik sistemi içerisinde stratejik enerji kaynağı olan petrol, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için büyük önem taşımaktadır. Bu durum, Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’nin petrol ve doğalgaz gibi doğal enerji kaynaklarına ödediği miktarlar, yıllık on milyar dolarları bulmaktadır. Ekonomileri bu denli belirleyici bir role sahip olan petrolün, dünyadaki pek çok başka mal ve hizmetin fiyatını da belirlediğini ayrıca belirtmek gerekir. Ortadoğu petrolünün, üretici ülkelere getirdiği olumsuzluklar nelerdir? Ortadoğu’da Petrol Taşımacılığı ve Tıkanma Noktaları Günlük on milyonlarca varil ham petrol tankerler vasıtasıyla yani denizyoluyla taşınmaktadır. Bunun çok büyük bir kısmı da, dar hatlı denizyolları ve petrol boru hatları üzerinden nakledilmektedir. Petrol arzını doğrudan etkileyen bu tıkanma/daralma noktalarının bir hedef olarak saldırıya açık olması, Ortadoğu merkezli siyasi ve ekonomik gelişmeleri de doğrudan etkilemektedir. Bu husus, kriz dönemlerinde Batı Avrupa ve Japonya gibi ülke ve bölgeleri daha fazla etkilemektedir. Son dönemlerde el-Kaide gibi bazı radikal gurupların, bu tür stratejik hedefler üzerine büyük saldırılar yapma kapasitesi açıkça ortaya çıkmıştır. Böyle bir saldırı olması durumunda, petrol fiyatlarının âni bir şekilde artması ve neticede dünya ekonomik dengelerinin bundan etkilenmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden, Ortadoğu petrolünü, dünya pazarlarına daha kolay ve risksiz bir şekilde nakletmek üzere, özellikle Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ne ulaşan çok sayıda boru hattı yapılmıştır. 5 214 Modern Ortadoğu Tarihi Resim 8.3 Basra KörfeziAkdeniz ve Kızıldeniz arasındaki petrol boru hatlarını gösteren harita Kaynak: industrializedcyclistnotes.com Basra Körfezi, dünya petrol taşımacılığı açısından kilit bir role sahiptir. Ortadoğu merkezli petrol taşımacılığında hassas olan bölgeler içinde, Basra Körfezi’nin çıkışını kontrol eden stratejik mevkideki Hürmüz Boğazı ise ilk sırada gelmektedir. Basra Körfezi çıkışlı petrolün ilk tıkanma noktası burasıdır. Oldukça dar olan Hürmüz Boğazı’nın bir tarafı Birleşik Arap Emirlikleri toprakları iken, diğer tarafı da İran topraklarıdır. Dünya petrol sevkiyatının beşte birinin gerçekleştirildiği bu boğaz vasıtasıyla Ortadoğu petrolü dünya pazarlarına ulaşmaktadır. Ancak, daha önceki yıllarda da benzer girişimlerde bulunan İran, ABD liderliğinde uygulanan petrol geliri yaptırımlarına bir cevap olarak stratejik Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehditlerini sürdürmektedir. Bu da, petrol üreticisi bölge ülkelerini yeni arayışlara itmektedir. Nitekim Birleşik Arap Emirlikleri, Hürmüz Boğazı’nı devre dışı bırakan bir petrol boru hattını yakın zamanda (Temmuz 2012) hizmete açtı. Ortadoğu petrol sevkiyatının bir diğer tıkanma noktası, Arabistan yarımadasının güneyinde Yemen ile Cibuti arasında olan ve Kızıldeniz-Basra Körfezi bağlantısını sağlayan Bâbülmendeb Boğazı’dır. Günlük 3-3,5 milyon varil petrol, boğazdan geçerek Akdeniz ve Avrupa’ya ulaşmaktadır. Buradan geçişi engelleyecek herhangi bir istikrarsızlık, petrol ulaşımını da doğrudan etkilemektedir. Nitekim, son yıllarda Somalili deniz korsanları, tankerler de dahil bölgedeki gemi trafiğini büyük ölçüde etkilediğinden, güvenliği sağlamak üzere NATO’ya dahil savaş gemileri bölgede devriye görevi yapmaktadır. Akdeniz’e ulaşan hattaki üçüncü ve sonuncu tıkanma noktası ise, 1869’da açılan Süveyş Kanalı ve çevresidir. İnsan yapımı olan bu kanal sayesinde, günlük 2 milyon varil petrol Akdeniz’e ulaşmaktadır. Bununla birlikte, kanalın Kızıl Deniz girişini Kahire ve İskenderiye üzerinden Akdeniz’e bağlayan Mısır’ın Sumed boru hattı kompleksi, Süveyş Kanalı’nı devre dışı bırakarak, Ortadoğu petrolünü Akdeniz’e 215 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol ulaştıran ikinci bir kanal gibidir. Buradan da günlük 3 milyon ton petrol nakledildiğinden, Kanal bölgesinden Akdeniz’e ulaştırılan günlük petrolün miktarı 5 milyon tona yaklaşmaktadır. ÜLKELERE GÖRE ORTADOĞU PETROLÜ Irak Petrolü İngilizler tarafından 1912’de kurulmuş olan Türk Petrol Şirketi’nin adı, İngiliz idaresi döneminde (1918-1932), Irak Petrol Şirketi (Iraq Petroleum Company=IPC)’ne çevrildi. Musul sorunu (1918-1926) çerçevesinde İngiltere’nin uyguladığı ısrarlı politika ise, bölgenin zengin petrol yataklarının kaybedilmemesi esasına dayanıyordu. Hatta, İngilizlerin Irak Petrol Şirketi, Musul sorununun çözümünden hemen sonra, 1927’de, Kerkük (Baba Gurgur) petrollerini çıkarmaya başlamıştı bile. İngiliz manda yönetimi 1932’de sona erdi. Ancak bu tarihe kadar İngiltere, petrol arama ve işletme imtiyazının, milletlerarası bir konsorsiyum olan Irak Petrol Şirketi’ne verilmesini sağlamıştı. 1934’te, Kerkük’ten Trablusşam-Lübnan (1976’da kapatıldı) ve Hayfa (1947’de kapatıldı)’ya doğru olan petrol boru hatları yapıldı. Böylece Kerkük-Irak petrolü, dünya pazarlarına ulaşmaya başladı. 19761977’de, Hatay-Dörtyol (1991’de kapatıldı) ve Basra’ya ulaşan iki boru hattı daha yapıldı. 1952’de, Musul’un kuzeyindeki Ayn Zaleh sahasında; 1953’te ise, Kuveyt sınırına yakın Zübeyr ve Rumeyle bölgelerinde petrol üretimine başlandı. Baba Gurgur ve Rumeyle: Irak’ın 80-90 km. boyunca uzanan en büyük petrol havzası, Kerkük’ün hemen yanıbaşında Baba Gurgur bölgesinde bulunur. Yanan alevlerin çıkardığı gürültü (gurgur)’den dolayı bu isimle anılmıştır. Irak’ın güneyindeki Rumeyle bölgesi, dünyanın da en büyük petrol sahalarından biridir. Bu saha, Irak-Kuveyt sınırı boyunca uzandığından, iki ülke arasındaki sınır anlaşmazlığının (1990’da Kuveyt’in Irak tarafından işgalinin) temel sebeplerinden biri olmuştur. Resim 8.4 Baba Gurgur Petrol Yatakları Kaynak: Arzu Terzi, Abdülhamid’in Mirası: Petrol ve Arazi, İstanbul, 2009. 1972’de, hem Sovyetler Birliği ile bir anlaşma imzalanması hem de Saddam Hüseyin tarafından Irak petrollerinin millileştirilmesi, yönetimdeki Baas Partisi’nin popülaritesini yükseltmiş; ABD’li şirketleri ise öfkelendirmişti. Baas Rejiminin (1968-2003) siyasi ve ekonomik gücü, 1973’te başlatılan petrol ambargosuyla yükselen petrol gelirleri sayesinde iyice arttı. Irak’ın yarım milyar dolarlık petrol geliri, sadece iki yıl içinde 7 milyar dolara yükselmişti. Bu sayede alt yapı yatırımlarına büyük paralar harcandı; hayat standardında ilerlemeler kaydedildi. Böylece, Baas yönetiminin temsil ettiği devletin toplum üzerindeki hâkimiyeti güçlenirken muhalefet de saf dışı edildi. Petrol gelirlerinin avantajlarını kullanan Saddam Hüseyin kısa zamanda ülkede tek söz sahibi bir diktatör oldu. 216 Modern Ortadoğu Tarihi Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, 1980’de İran ile müşterek olarak kullandığı Şattularap suyolu üzerinde egemenliğini ilan ederek sekiz yıl sürecek olan İran-Irak savaşını başlatmış oldu. Petrol bölgelerinin ele geçirilmeye çalışıldığı ve petrol altyapılarının bozulduğu bu savaşta, İran’ın güneydeki petrol alanlarına saldırıları ve Suriye’nin petrol boru hattını kapatması, Irak’ın gelirlerini büyük çapta (29 milyardan 7 milyar dolara) düşürdü. Saddam Hüseyin, 1988’de biten uzun ve yıkıcı savaştan sadece iki yıl sonra bu kez Kuveyt’i işgale kalkıştı. İran’la savaşın bir sonucu olarak, petrole dayalı Irak ekonomisi oldukça istikrarsız ve kötü durumdaydı. Irak’ın ayrıca, petrol üreticisi Kuveyt ve BAE ile problemleri ve bu ülkelere yine İran savaşı sebebiyle yüklü borcu vardı. Irak için had safhada olan para ihtiyacı, yine petrol ile sağlanabilirdi. Bu nedenlerle ve petrol fiyatlarını arttıracağı ümidiyle, Kuveyt’ten petrol üretimini kısmasını istedi; ancak bu talebi karşılık görmedi. Irak ayrıca, Kuveyt’in, sınır üzerindeki Rumeyle sahasından aslında Irak’a ait olan petrolü çıkararak çaldığını iddia ediyordu. Irak’ın bir iddiası da, (Osmanlı döneminde olduğu gibi) Kuveyt’in Irak’a bağlı bir toprak parçası olduğu idi. İki ülke arasında yaşanan gerilim, 2 Ağustos 1990’da, Kuveyt’in işgaliyle sonuçlandı ve petrol fiyatları aniden yükseldi. Saddam Hüseyin, petrol ülkesi Kuveyt’i işgal planları yaptığı sırada, ABD elçisi, böyle bir işgal halinde ABD’nin duruma müdahale etmeyeceği mesajını vererek adeta Irak’ı Kuveyt’e saldırmaya teşvik etti. Saddam Hüseyin de kolaylıkla bu oyuna gelerek bu işgale girişti. Irak savaşında ABD Dışişleri Bakanı olan Condelissa Rice ise, dev petrol şirketlerinden ABD’li Chevron’un eski yöneticilerinden birisiydi. Petrol zengini Kuveyt’in işgaline, ABD ve Avrupa’nın göz yumması mümkün değildi. Saddam Hüseyin, bu işgalle birlikte, dünya ispatlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık % 15’ini kontrol edecek ve böylece bölge ve dünya politikalarında kilit bir rol üstlenebilecekti. Bu durum, ABD ve Avrupa ekonomilerinin işleyişi açısından da sakıncalı olabilirdi. Sonuçta, 1991 yılı başındaki I. Körfez Savaşı’yla, Irak ordusu Kuveyt’ten sökülüp atılınca yükselen petrol fiyatları geriledi. Savaş sonrasında, BM tarafından Irak’ın petrol ihracatı durduruldu. Buna savaşın getirdiği yıkım da eklenince Irak’ın petrol geliri yok oldu ve ekonomisi çöktü. Bu sürecin devamında, ABD ve İngiltere liderliğindeki koalisyon güçleri, 2003 yılında Irak’ı işgal ederek Saddam Hüseyin’i baştan indirdi. Böylece, Irak’ta yıllarca sürecek olan işgal ve direniş dönemi başladı. Bu süreçte, BM’nin uyguladığı ambargolar kaldırıldı. Ancak, Irak’taki isyancılar, ülkenin petrol altyapısına saldırmaya başladı. Nitekim, 2005’te petrol fiyatları, Irak’taki savaş, terör ve ABD’deki Katrina kasırgası nedeniyle en yüksek seviyeye çıktı. 2003 Irak savaşında ABD askerlerinin öncelikli görevi, petrol kuyularının korunmasıydı. ABD orduları Bağdat’a girdiği zaman, yalnızca Petrol Bakanlığı’nın yağmalanmasına izin verilmemiş; deniz piyadeleri bina çevresinde etten duvar örmüşlerdi. ABD’nin Saddam Hüseyin’i baştan indirip Irak’ı işgal etmesi, ülkenin fiilen üçe bölünmesinin kapısını da aralamış oldu. Bağdat ve civarındaki merkezin dışında, kuzeydeki Kürt otonom bölgesi ve güneydeki Şii bölgesi, üç parçalı ve siyasi istikrardan yoksun Irak’ı meydana getirmektedir. 2003 Irak savaşı ve Amerikan işgalinden sonra ABDli, İngiliz, Fransız, Çinli ve Rus petrol şirketleri, Irak petrolü konusunda kıyasıya bir mücadeleye giriştiler. So- 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol nuçta, 2009 yılında Irak petrolleriyle ilgili anlaşmalar imzaladılar. Irak’ın zengin petrollerinin işletilmesi ve pazarlanması işi, yine Exxon, Chevron, Shell ve Mobil gibi dünya devi petrol şirketlerine, yani bir zamanların Yedi Kızkardeş’ine verildi. Yönetimdeki istikrarsızlıktan kaynaklanan ve el-Kaide’nin başını çektiği terör saldırılarının bir hedefi de petrol kaynakları oldu. Dünya ham petrol rezervlerinin yaklaşık % 9’una sahip olan ülkede siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, Şii-Sünni çatışmasını körüklemeyi amaçlayan terör saldırıları ve kaos ortamı bütün şiddetiyle devam etmektedir. Irak’ın petrol gelirlerinin paylaşımı konusunda son yıllarda (2012) kuzeydeki Kürt otonom yönetimiyle yaşanan kriz, ülkenin durumunu biraz daha kötüleştirdi. Bu ortamda, kendilerine aktarılması gereken %17’lik petrol payının verilmediğini ileri süren otonom Kürt yönetimi, merkezi yönetimden bağımsız olarak, başta ABD’li Exxon Mobil, Chevron ve Rus Gazprom olmak üzere uluslararası petrol şirketleriyle anlaşmalar yaparak bu konuda da bağımsız hareket edeceğini göstermiştir. Bağdat’tan yüzünü çeviren Kürt bölgesel yönetimi Türkiye üzerinden petrol ihracına da başlamıştır ki, bunda Türkiye’nin Maliki yönetimine karşı gösterdiği tepkinin de etkili olduğu anlaşılıyor. Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Kerkük ve zengin petrolü (Irak rezervlerinin % 8’i) ise, Mesut Barzani idaresindeki Kürt yönetiminin başlıca irredentası (Kürtlerin Kudüs’ü) hâline gelmiştir. Bu noktada, ülkenin üçüncü asli unsuru olan Türkmenleri sindirmeye yönelik bombalı saldırı ve suikastların yoğunluk kazandığı yer olan Kerkük, çatışmanın tam da ortasında yer alıyor. Son dönemde, Maliki yönetiminin tartışmalı bölgeler olan Musul ve Kerkük çevresinde merkezi otoriteyi sağlama girişimi (Dicle Operasyon gücü), iki tarafı bir savaşın eşiğine getirdi. Bu gelişme ve merkezi yönetimin karşı çıktığı kuzeyin petrol satışı konusu, Irak’ın bölünme ve ayrışmasını biraz daha körükledi. Dünyadaki temel politikaları belirleyen petrolün 19. Yüzyıldan Saddam Hüseyin’e kadarki ilginç öyküsü içinbakınız: Daniel Yergin, Petrol, Türkiye İş Bankası Yayınları, (çev. Kamuran Tuncay), İstanbul 2013. İran Petrolü OPEC’in kurucu üyelerinden olan İran, dünyanın en büyük petrol üreten ve ihraç eden ülkelerinden birisidir. 2011 yılı tahminlerine göre dünya petrol rezervlerinin % 9’u İran’da bulunmakta; oysa dünya üretiminin ise sadece %5’i İran tarafından karşılanmaktadır. Bu durum, ülke petrolünü gelecek için stratejik ve değerli bir kaynak haline getirmektedir. Öte yandan, Hazar denizinin petrol kaynakları da tam olarak değerlendirilmiş değildir. İran ayrıca, Basra Körfezi’nde (Darius, Cyrus, İsfendiyar ve Feridun) denizden de petrol çıkarmaktadır. 1907 yılında yapılan anlaşmayla İran’ın kuzeyi Rus nüfuzuna, güneyi ise İngiliz nüfuzuna girmişti. İngiliz sermayedar D’Arcy, 1901’de elde ettiği petrol imtiyazı sayesinde, 26 Mayıs 1908’de İran’ın İngiliz nüfuz alanında bulunan Mescid-i Süleyman bölgesinde ilk petrol keşfini yaptı. Bu durum, başta İngiltere olmak üzere Avrupalıların İran’a olan ilgisini arttırdı. Nitekim D’Arcy, 1909’da İngiliz-İran Petrol Şirketi APOC’u kurdu. Anlaşıldığı kadarıyla İngilizler, hem Irak hem de İran petrollerini hedef seçmişti. Böylece, İran petrolleri de sömürgeciliğin ve rekabetin ana unsurlarından biri haline geldi. 1911’de APOC, İran’dan petrol ihracatına başladı. Ülkedeki petrol imtiyazlarını daha da genişleten APOC ve D’arcy gurubu, 1912’de, ülke topraklarının % 80’inde petrol çıkarma ve işletme imtiyazını elde etti. İşletilmekte olan petrol kuyularının bulunduğu yerler arasında, Kasr-ı Şirin, Muhammara, 217 218 Modern Ortadoğu Tarihi Şuster gibi Osmanlı-İran sınırları boyunca uzanan yerler de vardı. I. Dünya Savaşı sonunda İran, Rusya ve İngiltere tarafından işgal edildi. Bu arada İngiltere, 1914’te APOC’un % 51 hissesini satın alır. İran’ın petrol üretimi, Dünya Savaşları sonrasında artarak devam eder. APOC ise, zamanla “devlet içinde devlet” haline gelir. Zaten şirket de, İran değil, Britanya kanunları ile yönetilmekteydi. İran, II. Dünya Savaşı’nda bir kez daha İngiliz-Rus işgaline uğradı. Savaş sonŞattularap Suyolu ve Abadan Petrol Rafinerisi: rasında ortaya çıkan milliyetçi Muhammed Musaddık’a göre, ülkenin zenginliği İran ile Irak arasındaki şahın ve onu kontrol eden yabancıların elinden kurtarılmalıydı. Şah’a karşı müsınırı teşkil eden ve Dicle ile Fırat’ın birleşmesiyle oluşan cadele başlatıldı ve sonuçta, İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin işlettiği İran petrolleri, Şattularap suyolu, Basra 1951’de başbakanlığa gelen Musaddık hükümeti tarafından millileştirildi. Fakat Körfezi bağlantılı denizyolu (dolayısıyla petrol) ulaşımında çok geçmeden Musaddık’tan “intikam” alındı. İki yıl süren derin bir istikrarsızlık her iki ülke tarafından ve İran petrolüne uygulanan boykottan sonra Musaddık, CIA ve İngiliz istihbaortak kullanılmaktadır. İran-Irak savaşının en ratının düzenlediği bir darbeyle görevinden uzaklaştırıldı. 1953’te İran Petrolleri önemli sebeplerinden Millî Şirketi, yerini, İngiliz ve Amerikan şirketleri tarafından idare edilen ve % biri de, bundan doğan 50’lik paya sahip olan milletlerarası bir komisyona bıraktı. anlaşmazlıklar idi. Suyolu, Abadan petrol rafinerisine İran’ın petrol geliri, petrol krizinin de etkisiyle, 1970-1974 arasında 1 milyar tankerlerin ulaşımında da dolardan 17 milyar dolara yükseldi. Bu tarihlerde İran şahı, petrolde kilit roldeyönem taşımaktadır. İngilizler tarafından kurulan ve zamanla di. Ancak Şah, İngiliz “esaretinden” kurtulup her türlü desteği gördüğü ABD’nin dünyanın en büyük rafinerisi jandarması haline gelmişti. Şaha karşı Şii ulemanın da şiddetli muhalefeti vardı haline gelen tesislere “Şahın tâcı” deniliyordu. İran-Irak ve sonuçta şah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Sürgünde bulunduğu Fransa’dan Savaşı’nda tamamen tahrip dönen ve şahın baş muhalifi olan Humeyni ise, İran devriminin sembolü oldu. Bu olmasından sonra rafineriler ülkenin iç kesimlerinde gelişmelere rağmen Batı, İran petrolünden yine ümitliydi, ama İran’daki yeni rejim yapılmaya başlandı. ABD ve İngiltere’den intikam almak peşindeydi. Buna karşın ABD ve Batı, Irak’ı yeni müttefikleri olarak seçti ve Irak’ın İran’a saldırmasına göz yumdu. 1980-1988 arasındaki İran-Irak savaşının karşılığı ise, üretici ülkelerin yanı sıra dev petrol şirketlerinin de (bir zamanların Yedi Kızkardeşi) yine müthiş paralar kazanması oldu. İran’ın özellikle Huzistan bölgesinde ve Basra Körfezi’nde yıllık üretimi 250 milyon tona kadar çıkmakla birlikte, savaşın etkisiyle büyük oranda azalarak 65 milyon tona kadar düştü. İran, savaşta büyük hasar gören petrol endüstrisini tekrar oluşturmak zorunda kaldı. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, 1965’ten beri sanayi yatırımlarına harcanan petrol geliri, İran’ın gelişmiş alt yapılarla donatılmasını sağladı. Resim 8.5 1920’de Abadan Petrol Rafinerisi. Kaynak: fouman. com Eş Maliyet Doğruları Seti 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol 219 Ülkede, petrolü önemli şehirlere ve yurtdışına, Basra Körfezi ile Bağdat’a ulaştıran petrol ve doğalgaz boru hatları vardır. Global petrol jeopolitiğinde baş aktörlerden biri olan İran, bu konumunu gelecekte de sürdürecektir. Öte yandan, dünya doğalgaz rezervlerinin de yaklaşık altıda birine sahip olan İran, Rusya’dan sonra dünyanın ikinci büyük doğalgaz üreticisi durumundadır. Bu yönleri ve sanayileşme çabalarıyla İran, gelecekte bir “Ortadoğu süper gücü” olma potansiyeline sahiptir. Ancak, son yıllarda Rusya ve Çin ile ticari bağlantılar güçlendirilmesine rağmen, İran petrolüne hâlen ABD ambargosu uygulanmaktadır. Bu durum, petrolle ilgili büyük gelişmeleri sınırlandırmaktadır. Suudi Arabistan Petrolü Suudi Arabistan Krallığı, OPEC’in kurucu üyelerinden biridir. Suudi petrolünün işletilmesinde, ABDli şirketler başrolde olmuştur. 1930’da Bahreyn’de petrol imtiyazı elde eden ABD, Standard Oil Company of California (sonradan ismi ArabianAmerican Oil Company/ARAMCO’ya çevrildi) sayesinde, Suudi Arabistan’daki petrol imtiyazını da 1933 yılında elde etmişti. Ülke petrolü, ARAMCO tarafından 1935’te el-Ahsa bölgesinde çıkarılmaya başlandı. Petrollerin işletilmesi, 1936’da tamamen ARAMCO’ya devredildi. II. Dünya savaşına kadar ülke petrol gelirlerinden yeterince istifade edemedi. Ancak savaştan sonra 1950’lerde ticari üretim ve dolayısıyla petrol geliri hızla artmaya başladı. Bu da kısmen ülkenin refahına yansımaya başladı. S. Arabistan 1973 Ekim Savaşı’nda İsrail’i destekleyen ülkelere karşı başlatılan petrol boykotunun liderliğini yaptı. Bu, ülkeye büyük kazançlar da sağladı. Petrol üretiminin kısılması ve fiyatların arttırılmasıyla Suudi Arabistan’ın petrol geliri, 1974-75 döneminde, yıllık 2,7 milyardan 25 milyar dolara fırladı. Kral Faysal’ın iyi yönetimi ve başarılı kalkınma programları da buna eklenince, Suudi Arabistan 1970’lerin ortalarından itibaren önemli bir siyasi ve ekonomik güç haline geldi. İran devriminden sonra, tehdit olarak gördüğü bu ülkeye karşı çok büyük askeri harcamalarla ordu ve silahlı kuvvetlerini modernleştirdi. Başlıca silah tedarikçisi ise, bugün de en önemli müttefiği olan ABD idi. 1981 yılında 34 dolarla petrol fiyatları zirve yaptığında, ülkenin yıllık geliri de 102 milyar dolarla rekor kırdı. Yukarıda da verildiği gibi Suudi Arabistan 2011 yılı verilerine göre, dünya ham petrol rezervlerinin % 16’sına; dünya petrol üretiminin ise % 13’üne sahiptir. Bu yönleriyle, dünya petrol rezervlerinin tek başına yaklaşık altıda birini elinde bulundurmakta olup, Ortadoğu ülkeleri arasında ise en fazla rezerve ve ham petrol üretimine sahiptir. Suudi Arabistan’ı diğer ülkelere göre öne çıkaran bu durum, ülkenin dünya petrol üretimi ve endüstrisindeki stratejik öneminin uzunca bir süre daha devam edeceğini de göstermektedir. Dolayısıyla ülkenin durumu, dünyanın petrol ithalatına dayalı büyük ekonomileri açısından önem taşımaktadır. Diğer bir deyişle, ülke, dünya ekonomik ve politik sistemi içerisinde ayrıcalıklı ve kilit bir yere sahiptir. Suudi Arabistan ekonomisi, çok büyük oranda petrol sektörünün hakimiyeti altındadır. Hem hükümet gelirlerinin hem de ihracat gelirlerinin çok büyük bir kısmı petrolden sağlanmaktadır. Petrol rezerv ve üretimi, ülkenin Basra Körfezi’ne paralel uzanan doğu kesimlerinde, el-Ahsa (Hasa) bölgesindeki dört büyük sahada yoğunlaşmıştır. Bunlardan 200x30 km. çapındaki Havar (83 milyar varil) ve Safaniye, dünyanın en büyük yekpâre petrol sahalarıdır. Abkaik ve Berri sahalarıyla birlikte bu dört bölge, ülke rezervlerinin yaklaşık yarısını; üretiminin ise yüzde 90’ına yakınını karşılamaktadır. Riyad’ın güneyinde, ülkenin ortasındaki “boş Aramco: Çokuluslu dev bir şirket olan ABD’li ARAMCO, tıpkı İran’daki APOC gibi zamanla “devlet içinde devlet” haline gelmiştir. Şirket, Suudi Krallığı’na petrol karşılığında sadece küçük bir para ödüyor, onun dışında bütün petrolü çıkarıp dünyaya pazarlıyor ve esas kazancı elde ediyordu. Suudi Arabistan, 1972’de ARAMCO’nun % 20 hissesine sahip oldu. 1980’de ise, toplumsal hayatta önemli bir unsur haline gelen ARAMCO’nun bütün hisselerine sahip oldu. ARAMCO, dünyanın en büyük petrol şirketi durumundadır. 220 Modern Ortadoğu Tarihi alan”da ve Yemen’e sınır olan yerlerde de petrol keşfi ve üretimi yapılmıştır. Günlük 5 milyon varil taşıma kapasiteli petrol boru hattı (TAP), bölgeyi Akdeniz ve Kızıldeniz’e (Yenbu) bağlamaktadır. Ancak Akdeniz’e giden hat, Doğu Akdeniz’deki problemler nedeniyle 1997’de kapatılmıştır. Petrolün getirdiği güç ve zenginlik, aynı zamanda potansiyel bir zayıflık kaynağı da olabilmektedir. Şöyle ki, dünya petrol fiyatlarının yükselmesi veya alçalması, S. Arabistan’ın gelirini doğrudan ve büyük oranda etkilemektedir. Bu da, ülke ekonomisinin kendine has istikrarsız bir yapıya sahip olduğunu gösterir. Ülke şartları açısından hemen her şeyin petrole bağımlı olması, bazı iç ve dış problemleri de beraberinde getirebilmektedir. Petrol zenginliğine dayalı ve kraliyet ailesinin başını çektiği büyük savurganlıklar, yolsuzluk ve skandallar, bu tür sonuçlar arasında sayılabilir. Ayrıca, Suudi monarşisinin güçlü bir şekilde varlığını sürdürmesinde, petrol zenginliğinin getirdiği güç de etkili olmaktadır. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan uluslararası gelişmeler (Arap Baharı) dikkate alındığında, böyle sert bir monarşinin kendini değiştirmeden varlığını sürdürebilmesi, petrol zenginliği olmayan bir Ortadoğu ülkesi için oldukça zordur. Petrol Devi Küçük Bir Ülke: Kuveyt Kuveyt Şirketi: Petrol pazarı olarak büyük oranda Batı’ya ve Japonya’ya bağlı olan ülke, 1970’lerde elde ettiği büyük petrol gelirlerini dış yatırıma yöneltti ve bundan da ayrıca büyük paralar kazandı. Öyle ki, bu çok başarılı yatırımlardan elde edilen gelir, petrol gelirinden fazlaydı. Bundan hareketle kimi çevreler ülkeye “Kuveyt Şirketi”adını verdi. Diğer Körfez ülkeleri gibi, Kuveyt’i de İngiliz emperyalizmi, petrol imtiyaz anlaşmaları ve II. Dünya Savaşı’ndan sonraki büyük petrol gelirleri ayakta tutmuştur. Osmanlı-İngiliz egemenlik mücadelesine sahne olan Kuveyt, 1890’lı yıllardan bağımsız olduğu 1961’e kadar İngiltere’nin himayesinde kaldı. Bölgedeki etkin ailelerden el Sabah ailesinin idaresi altında olan Kuveyt bu ailenin Şeyhleri aracılığı ile idare edilmektedir. Uluslar arası her türlü anlaşmaları yapma ve imtiyazlar verme yetkisi bu emir ailesine aittir. 1934’te Kuveyt Şeyhi Ahmet Cabir es-Sabah, Gulf Oil ve British Petroleum (BP) ile bir anlaşma imzalayarak, Kuveyt Petrol Şirketi olarak adlandırılan imtiyazın eşit ortağı oldu. Yüzeye oldukça yakın olan ülke petrolleri, dünyanın en büyük petrol sahalarından biri olan Burgan bölgesinde keşfedildikten sonra 1946 yılında çıkarılıp ihraç edilmeye başlandı. ABD’li şirketler, Kuveyt petrolünden büyük paralar kazandılar. Petrol fiyatlarının fırladığı 1980’de ülkenin petrol geliri 21,7 milyar dolara çıktı. Ülke nüfusunun % 50’den fazlası, petrol endüstrisi ve hizmet sektörü için gelen yabancı işçilerden oluşuyordu. Ülke nüfusunun oldukça az olduğu düşünüldüğünde, OPEC üyesi Kuveyt’in petrolden sağladığı gelirin nasıl dev bir mâli gücü de beraberinde getirdiği daha iyi anlaşılır. Bu gelir, yönetici aile tarafından eğitim ve sosyal alanlara da harcanmakla birlikte, Kuveyt’in ekonomisinin petrole aşırı bağımlılığı ciddi bir zafiyet oluşturmaktadır. 2011 yılı tahminlerine göre, dünya petrol rezervlerinin % 6’sı Kuveyt’te bulunmaktadır. Ülkenin ham petrol üretimindeki % 3,5 gibi nispeten düşük olan payı da hesaba katılırsa, Kuveyt’in gelecekte petrol açısından stratejik öneminin daha da artacağı söylenebilir. Nüfus ve yüzölçümü olarak küçük bir ülke olmasına rağmen sahip olduğu bu rezervler, ülkeyi petrol açısından hedef haline de getirdi. Bu yüzden menfaatleri tehdit altına giren ABD, Körfez savaşları sonucunda Kuveyt’i bölgedeki en önemli üssü haline getirdi. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Körfez’deki yedi emirliğin bir federasyon çatısı altında birleşmesinden oluşan BAE, bağımsızlıklarını kazandıkları 1971’e kadar İngiliz vesayeti altında kaldı. OPEC üyesi olan BAE, en önemli petrol üreticisi ve ihracatçısı ülkelerindendir. Ülkede petrol ilk kez, 1962’de Abu Dabi civarında çıkarıldı. Ülkenin petrol rezervlerinin % 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol 90’ı başkent Abu Dabi’de bulunmaktadır. Nitekim, 2011 yılı verilerine göre, dünya ham petrol rezervlerinin % 6’sı BAE’de bulunuyor. BAE’nin dünya ham petrol üretimindeki % 3,8 gibi nispeten düşük olan payı göz önüne alındığında, ülke petrol rezervleri ve üretimi konusunda gelecekte de önemini muhafaza edecektir. BAE’nin petrol ihracatı, büyük oranda Basra Körfezi’nin güneyindeki Hürmüz Boğazı vasıtasıyla yapılmaktadır. Petrol gelirlerine yaptırım uygulanan İran’ın, tankerler vasıtasıyla dünya petrolünün % 20’sinin geçtiği Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehditlerine karşı BAE, bu yola alternatif olacak bir petrol boru hattını Temmuz 2012’de kullanıma açtı. 380 km. uzunluğundaki boru hattı, Hürmüz’ü devre dışı bırakarak ülke petrolünün üçte ikisini dünya pazarlarına ulaştırabilmektedir. Katar Petrolü ve Doğal Gazı 19. yüzyıldan beri Osmanlı Devleti’ne bağlı es-Sani ailesinin yönetimi altında olan Katar 1916 yılında İngiliz işgaline uğramış ve 1971’de bağımsız olmuştur. Küçük ama zengin bir petrol ülkesidir. Ekonomisi önemli ölçüde petrol endüstrisine dayanan Katar’ın ihracatının % 80’ini petrol oluşturur. Petrol üretimi, 1947’de, yarımadanın batısında bulunan Duhan bölgesinde İngilizler tarafından başlatıldı. Bu bölge ile ülkenin doğusu arasında petrol ve doğalgaz boru hatları mevcuttur. Bahreyn ile, petrol bölgesine komşu olan Havar Adaları üzerindeki anlaşmazlığın Uluslar arası Adalet Divanı tarafından Bahreyn lehinde çözümlenmesi, petroldeki gelişmeyi önemli ölçüde engellemiştir. Dünyada % 1,8’lik petrol üretim (2011) payına sahip olan Katar doğalgaz üretimine yönelmiştir. Böylece yarımadanın kuzeyinde sahip olduğu % 6’lık rezerviyle dünyanın en önemli doğalgaz üreticileri arasına girmiştir. Zira Ortadoğu, doğalgaz açısından da oldukça zengin bir coğrafyadır ve dünya rezervlerinin yaklaşık üçte biri burada bulunmaktadır. Ancak, Ortadoğu’nun doğalgaz potansiyelinin bundan daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Zira, dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin kabaca eşit olduğu düşünülmektedir. Bölgede İran, dünyanın en büyük doğalgaz rezervlerine sahip ülkelerinden biri olarak dikkat çekmektedir. Ortadoğu’da ikinci sırada ise, Katar bulunmaktadır. 2000’li yıllardan itibaren doğalgaz rezervlerinin işletilmesi, Avrupa yönüne doğru olan boru hatları ve tesislerin yapımı, uluslararası şirketler tarafından yürütülmektedir. Kuzey Afrika Ülkelerinde Petrol OPEC üyesi olan Cezayir’de petrol ilk kez 1956 yılında çıkarıldı. Cezayir, dünyanın üçüncü büyük doğalgaz ihracatçısı ülke konumundadır. Ayrıca, henüz işletilmeyen doğalgaz ve petrol rezervleri vardır. Ordunun iç politikanın dışında kalması ve demokrasinin yerleşmesi durumunda, petrol ülke için önemli bir refah ve gelişme kaynağı olabilecektir. OPEC üyesi olan Libya’nın petrolü, 1957’de çıkarılmaya başlandı. 51 farklı bölgeyi kapsayan petrol imtiyazı, toplam 17 petrol şirketine verildi. Bilahare imtiyazlar, şirketlerden müteahhitlere devredildi. Dünya petrol rezervlerinin % 2,9’u (2011) bu ülkede bulunmaktadır. Petrol-doğalgaz üretimi ve endüstrisi, ülkenin doğusundaki Sirte Körfezi’nin iç kısmında, dünyanın büyük üretim sahalarından biri olan Serir ve Zelten bölgelerinde gelişti. Trablus ve Tobruk’u iç bölgeye bağlayan çok sayıda petrol ve doğalgaz boru hatları vardır. BM ve ABD tarafından, Uluslar arası teröre destek verdiği gerekçesiyle Libya’ya karşı 1992’de yaptırımlar başlatıldığında petrol sektörü de bundan etkilendi. Ancak, ülkenin son kırk yılına damgasını vuran Muammer Kaddafi’nin pragmatist politikaları sayesinde, bu yaptırımlar önce askıya alındı, 2004’te de tamamen kaldırıldı. 221 222 Modern Ortadoğu Tarihi Bu durum, Libya petrolü üzerindeki uluslararası yatırımları ve bu arada gelirleri de büyük oranda attırdı. Ülke gelirinin ve ihracatının çok büyük bir kısmı petrol satışından kaynaklanmaktadır. On milyarlarca dolarlık petrol geliri, nüfusu az (6,5 milyon) bir ülke için petrol dışı altyapı yatırımlarının da artmasına neden oldu. Bununla birlikte, büyük oranda petrol gelirine dayalı bir ekonomi, ülkenin geleceği açısından soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir. Oluşturulan dağıtım şebekesi sayesinde, Libya’da üretilen petrol büyük oranda Batı Avrupa’ya sevk edilmektedir. OPEC üyesi olan Mısır’da petrol, İngiliz işgali döneminde, 1913’te, Süveyş Körfezi’nin her iki yakasında çıkarılmaya başlandı. Ancak Mısır, 1974 yılından itibaren petrol üreticisi ülke haline gelebilmiştir. 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol 223 Özet 1 Avrupalı sömürgeci devletlerin Ortadoğu petrolünü 19. Yüzyıldan beri ele geçirmeye ve kontrol altına almaya çalıştığını anlatabilme 19. Yüzyılın sanayileşmiş sömürgeci devletleri olan İngiltere, Fransa ve onlarla rekabet etmeye çalışan Almanya, zengin petrol kaynaklarının bulunduğu Osmanlı Arap vilayetleriyle yakından ilgilenmiştir. Siyasi ve ekonomik hegemonyalarını sürdürebilmek için de, bu bölgelerdeki ve özellikle de Irak’taki petrol kaynaklarını tespit ederek petrol imtiyazları elde etmeye çalışmışlardır. Petrolün varlığından ve Avrupalıların da bu petrolü kontrol altına almak istediğinden haberdar olan II. Abdülhamit, başta Bağdat ve Musul’dakiler olmak üzere, bütün petrol bölgelerini kendi şahsi mülkü haline getirerek Avrupalıların emellerini bir süreliğine engelleyebilmiştir. Ancak, padişahın tahttan indirilmesiyle birlikte petrol bölgelerinin tekrar devlet mülkü haline getirilmesi, Avrupalıların petrol konusundaki rekabet ve teşebbüslerini de arttırmıştır. Bu konuda ayrı bir banka ve şirket bile kuran İngilizler, özellikle Musul, Kerkük ve Bağdat petrollerini işletmek için yoğun imtiyaz taleplerinde bulunmuştur. Bağdat demiryolu imtiyazını elde etmiş olan Almanlar da Irak petrollerini işletmek için yoğun çaba sarfetmiş, hatta bu konuda en büyük rakipleri İngilizlerle işbirliği yapmaktan da çekinmemiştir. Birbirlerine karşı düşman ve rakip olan İngilizler ve Almanların ortak girişimleri, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle sonuçsuz kalsa da, savaş sonucunda Almanların safdışı edilmesiyle İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu ve petrol hedefleri önünde ciddi bir engel kalmamıştır. 2 Günümüz Ortadoğu devletlerinin ortaya çıkışının en önemli sebebinin petrol varlığına dayandığını kavrayabilme Osmanlı Devleti’nin tasfiyesiyle sonuçlanan I. Dünya Savaşı, Almanları saf dışı bıraktıysa da, Sykes-Picot gibi gizli anlaşmalarla Ortadoğu’yu ve petrol bölgelerini aralarında taksim eden İngiltere ve Fransa, nihai amaçlarına ulaştılar. Savaş sonunda, ekonomik ve siyasi mülahazalar çerçevesinde ve yapay olarak oluşturulan Ortadoğu ülkeleri, sömürgeci devletlerin mandası altında olarak petrol ve enerji kaynaklarını da onların kontrolü ve tekeli altına bırakmış oldular. İngiltere, petrol zengini Musul Vilayeti’nin kendi mandası altındaki Irak’a bağlanmasını sağladıktan sonra, Osmanlı döneminde kurduğu (Türk) Irak Petrol Şirketi vasıtasıyla, Irak (Kerkük) petrollerini çıkarıp pazarlamaya başladı. Zamanla devlet içinde devlet haline gelen bu şirket, daha sonra da Irak’taki bütün petrolleri kendi tekeline alarak işletmeye devam etti. İngiltere’nin petrolleri üzerinde hakimiyet kurduğu bir diğer Ortadoğu devleti de İran idi. Daha 19. Yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu hakimiyet, İngiliz (D’arcy) sermayeli İngiliz-İran Petrol Şirketi (APOC) vasıtasıyla yıllar boyunca sürdürüldü. Petrol konusundaki amansız yarışa, 1930’lardan itibaren ABD de katıldı. İngilizlerle büyük bir rekabete giren ABD, daha sonra dünyanın en büyük petrol şirketi olacak olan ARAMCO vasıtasıyla, Suudi Arabistan petrollerini işletmeye başladı. ABD, özellikle Basra Körfezi ülkelerindeki ekonomik ve siyasi etkinliğini gittikçe arttırmış; II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, İngiltere’nin Ortadoğu’daki rolünü üstlenmiştir. 224 3 Modern Ortadoğu Tarihi Ortadoğu’da meydana siyasi ve ekonomik gelişmelerde, petrolün ve onu kontrol altında tutmak isteyen sanayileşmiş ülkelerin temel belirleyici unsur olduğunu irdeleyebilme Gelişmiş ülkeler, kendi endüstrileri ve enerji ihtiyaçları için Ortadoğu petrolünü sürekli kontrol altında tutmak istemişlerdir. Nitekim, Avrupa ve ABD merkezli yedi (daha sonra da sekiz) büyük çok uluslu şirket, 1910’lardan 1970’lerin başlarına kadar petrol endüstrisinin tamamını kontrol altında tutmuşlardır. 1928 yılında Ortadoğu petrolünün paylaşımı konusunda gizli bir anlaşma yapan bu şirketler, “Yedi Kızkardeş” olarak anılmıştır: Exxon, Royal Dutch Shell, British Petroleum (BP), Gulf Oil (Gulf), Texas Oil (Texaco), Standard Oil of California (Chevron) ve Mobil Oil (Mobil) ve daha sonra onlara katılan Fransız şirketi Française des Petroles (CFP) idi. 1930’larda, Suudi Arabistan petrollerinin işletilmesinde ise Amerika merkezli ARAMCO şirketi Ortadoğu’da boy göstermeye başlamış ve adeta devlet içinde devlet haline gelerek tam bir tekel oluşturmuştur. ABD ve Avrupa’nın başrolde olduğu “petrol emperyalizmi” hep devam etti. Bu süreçte, Ortadoğu’daki petrolün üretim, rafineri ve pazarlanması, büyük oranda kendi hükümetleri tarafından desteklenen uluslararası petrol şirketleri tarafından yürütüldü. Öyle ki, İran petrollerini millileştiren Başbakan Muhammed Musaddık, İngiliz ve Amerikan istihbaratlarının ortak harekatıyla organize edilen bir darbeyle görevinden uzaklaştırıldı. Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, Humeyni devrimiyle batının ve ABD’nin müttefiki olmaktan çıkan İran’a saldırtılarak bir bakıma cezalandırıldı. Kuveyt’i işgal ederek dünya petrolünde daha fazla söz sahibi olmak isteyen eski müttefik Saddam Hüseyin ise, askeri güçle baştan indirilip asıldığı gibi, ülkesi de sonu belirsiz bir parçalanma, terör ve kaos ortamına atılmış oldu. 4 Ortadoğu petrolünün, üretici ülkelere demokrasi, güç ve zenginlik yerine, dikta rejimleriyle birlikte savaş, terör, kaos ve sefalet getirdiğini kavrayabilme Bir zenginlik kaynağı olan petrolün, gerçek bir refah ve gelişmişliği beraberinde getirmesi beklenirken, özellikle Ortadoğu ülkeleri örneğinde bunun gerçekleşmediği, hatta tam tersi neticelere yol açtığı görülmektedir. Ortadoğu’nun petrol üreticisi ülkelerinde olduğu gibi, öncelikle, bütün ekonomik, siyasal ve toplumsal gelişmelerin sadece tek bir kaynağa yani petrol ve doğalgaza bağlı olması, başlı başına bir problem oluşturmaktadır. Ülke gelirlerinin ve bu arada ihracat gelirlerinin büyük oranda petrole bağımlı olması, bu ülkeler için ciddi bir zafiyet oluşturmaktadır. Ayrıca, petrolün getirdiği refah ve zenginlik, BAE, Katar, Suudi Arabistan ve Irak örneklerinde görüldüğü üzere, monarşik ve diktatör yönetimlerin güç kazanmasına ve iktidara daha fazla egemen olmalarına da neden olmaktadır. Petrolden elde edilen büyük gelir, ülkelerin yönetici aileleri tarafından daha fazla güç kazanma vasıtası olarak görülmekte ve savurgan bir şekilde kullanılmaktadır. Dolayısıyla, endüstrileşme ve gelişme yeterli düzeyde gerçekleşmemektedir. Gelişmiş ülkelerin kendi endüstrileri ve enerji ihtiyaçları için kontrol altında tutmak istediği Ortadoğu petrolü, Irak, Kuveyt ve Libya örneklerinde olduğu gibi dış müdahale ve işgallere, bu da sonu gelmeyen istikrarsızlıklar, kaos ve terörizme yol açmaktadır. Petrol sayesinde güç kazanan ve ülkedeki iktidarını sağlamlaştıran Saddam Hüseyin, petrol zenginliğinden dolayı önce İran’a sonra da Kuveyt’e saldırmış; bu da Amerikan işgaline yol açarak ülkeyi bugünkü istikrarsız ve parçalanmış durumuna getirmiştir. ABD ve Avrupa’nın başını çektiği dış güçler, menfaatlerinin ve gelişmiş endüstrilerinin ihtiyacı için, zengin petrol ve doğalgaz kaynağı olan Ortadoğu’yu bir oyun alanı haline getirmişlerdir. 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol 225 Kendimizi Sınayalım 1. 17. Yüzyılda IV. Murad tarafından kendilerine Kerkük ve civarında neft (petrol) işletme imtiyazı verilen Türkmen aile aşağıdakilerden hangisidir? a. Neftçi b. Kırdar c. Yakubi d. Sabuncu e. Alusi 2. II. Abdülhamit, petrol işletme imtiyazlarını elde etmek isteyen Avrupalılara karşı nasıl bir siyaset izlemiştir? a. İslam birliği siyasetini uygulamaya çalıştı b. İstenen imtiyazları verdi c. Avrupalı girişimcilere gerekli kolaylığı sağladı d. Petrol bölgelerini kendi şahsi mülkü haline getirdi e. Avrupalı devletlere savaş açtı 3. Petrol işletme imtiyazı konusunda Avrupalılarla Osmanlı hükümeti arasında aracılık yapan ve “Bay Yüzde Beş” ismi verilen Osmanlı petrol mühendisi kimdir? a. Dadyan Efendi b. Gülbenkyan c. İbrahim Paşa d. Agop Paşa e. Amiral Chester 4. Ortadoğu ülkeleri arasında petrol rezervi ve ham petrol üretimi en fazla olan ülke aşağıdakilerden hangisidir? a. İran b. Irak c. Suudi Arabistan d. Kuveyt e. Katar 5. Aşağıdakilerden hangisi Ortadoğu petrolünün dünya piyasalarına ulaşmasında kritik öneme sahip tıkanma noktalarından biri değildir? a. Hürmüz Boğazı b. Babülmendeb Boğazı c. Süveyş Kanalı d. Kızıldeniz e. Cebelitarık Boğazı 6. Ekonomik bir güç olan OPEC, hangi gelişmeyle birlikte siyasi bir güç haline de gelmiştir? a. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi b. 1967 Arap-İsrail Savaşı c. İran-Irak Savaşı d. 1973 Petrol Boykotu e. İsrail Devleti’nin kurulması 7. Aşağıdakilerden hangisi, dünya petrol fiyatlarının yükselmesine sebep olmamıştır? a. 1973 petrol ambargosu b. 1980-1988 İran-Irak savaşı c. 1990 Irak’ın Kuveyt’i işgali d. 2003 ABD’nin Irak’ı işgali e. 1932 Irak’ın bağımsız devlet olması 8. İran petrollerini millileştirdiği için CIA ve İngiliz istihbaratının ortaklaşa düzenlediği darbeyle görevinden uzaklaştırılan devlet adamı kimdir? a. Şah Rıza Pehlevi b. Humeyni c. Muhammed Musaddık d. Ali Hamaney e. Mahmut Ahmedinejad 9. Suudi Arabistan petrolünü 1930’lardan itibaren işleten ABD merkezli çok uluslu şirket aşağıdakilerden hangisidir? a. Shell b. ARAMCO c. BP d. Exxon-Mobil e. Total 10. Ambargolara maruz kalan İran’ın, diğer ülkelere karşı kapatmayı silah olarak kullandığı ve Basra Körfezi petrolünün dünya piyasasına ulaşmasını sağlayan stratejik tıkanma noktası aşağıdakilerden hangisidir? a. Hürmüz Boğazı b. Babülmendeb Boğazı c. Süveyş Kanalı d. Cebelitarık Boğazı e. Panama Kanalı 226 Modern Ortadoğu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a 2. d 3. b 4. c 5. e 6. d 7. e 8. c 9. b 10. a Yanıtınız yanlış ise, “Osmanlı Coğrafyasında Petrol” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “II. Abdülhamid ve Petrol” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Petrolleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Ortadoğu’da Petrol” ve “Suudi Arabistan Petrolü” konularını yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Ortadoğu’da Petrol Taşımacılığı ve Tıkanma Noktaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz Yanıtınız yanlış ise, “Petrolün Siyaseti: OPEC’in Kurulması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Petrolün Siyaseti: OPEC’in Kurulması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “İran Petrolü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Suudi Arabistan Petrolü” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Yanıtınız yanlış ise, “Ortadoğu’da Petrol Taşımacılığı ve Tıkanma Noktaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Irak petrolleriyle ilgili araştırmalar yaptıran padişah, Avrupalıların bölge petrolüyle ilgili faaliyetlerini de yakından takip etti. Avrupalıların işletme imtiyazı taleplerini geri çeviren II. Abdülhamit, yabancıların eline geçmesini istemediği Bağdat ve Musul’daki petrol bölgelerini kendi şahsi mülkü haline getirdi. Petrol gelirlerini ve işletme imtiyazlarını da kendi uhdesine aldı. Böylece, buraların yabancıların eline geçmesini önlemeye çalıştı. Sıra Sizde 2 Petrol emperyalizmi, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Ortadoğu siyasi coğrafyasının oluşturulmasından sonra ARAMCO, Shell, Exxon-Mobil ve BP gibi ABD ve Avrupalı büyük petrol şirketlerinin Ortadoğu petrolünün çıkarılması ve dünyaya pazarlanması konusunda tam bir kontrol ve tekel oluşturmaları anlamına gelmektedir. Uluslararası siyasetle içiçe giden petrol emperyalizminde, İngiltere, ABD ve Fransa başı çekmiştir. Sıra Sizde 3 Ortadoğu’nun petrol üreticisi ülkeleri, uzun dönem boyunca gelişmiş ülkelerin kontrolü altında kaldılar. 1959 yılına gelindiğinde, büyük petrol şirketleri petrol fiyatlarını düşürünce, petrol üreten ülkelerin gelirleri azaldı. Bunun üzerine, ekonomik açıdan bağımsız olmak ve kendi geleceklerini tayin etmek isteyen Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezuela gibi kilit üretici ülkeler, 1960’ta, Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı OPEC’i kurdular. Sıra Sizde 4 1967’deki Arap-İsrail Savaşı’nın bir sonucu olarak, Süveyş Kanalı’nın Nasır tarafından kapatılması, petrol endüstrisini ve fiyatlarını büyük ölçüde etkiledi. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda ABD ve Avrupalı devletlerin İsrail’e destek vermesi üzerine OPEC ülkelerinin bu ülkelere karşı başlattığı petrol ambargosu; 1980-1988 yılları arasında iki petrol zengini ülke arasında yaşanan İran-Irak Savaşı; 1990 yılında Irak’ın bir diğer petrol ülkesi Kuveyt’i işgal etmesi ve 2003 ABD’nin Irak’ı işgali gibi gelişmeler, dünya petrol fiyatlarının artmasına neden olmuştur. Sıra Sizde 5 Bütün ekonomik ve toplumsal gelişmelerin sadece petrol ve doğalgaza bağlı olması, başlı başına bir sorun teşkil etmektedir. Petrolün getirdiği zenginlik, diktatör yönetimlerin güç kazanmasına ve iktidarda kalmalarına neden olmaktadır. Petrolden elde edilen gelir, ülkelerin yönetici aileleri tarafından savurgan bir şekilde kullanılmakta; endüstrileşme ve gelişmeye yeterli katkıda bulunmamaktadır. Gelişmiş ülkelerin kontrol altında tutmak istediği Ortadoğu petrolü, Irak, Kuveyt ve Libya örneklerinde olduğu gibi dış müdahale ve işgallere, bu da kaos ve terörizme yol açabilmektedir. 8. Ünite - Ortadoğu ve Petrol Yararlanılan Kaynaklar Anderson, Ewan W., (2000). The Middle East: Geopraphy and Geopolitics, Routledge, London. Ayhan, Veysel, (2009). Ortadoğu ve Petrol, İmparatorluk Yolu, İstanbul. BP Statistical Review of World Energy (June, 2012). Can, Bilmez Bülent, (2000). Demiryolundan Petrole Chester Projesi (1908-1923), İstanbul. Earle, Edward Mead, (2003). Bağdat Demir ve Petrol Yolu Savaşı (1903-1923), İstanbul. Edens, David, (1979). Oil and Development in The Middle East, New York. Ediger, Volkan Ş., (2007). Osmanlı’da Neft ve Petrol, Ankara. Fromkin, David, (1994). Barışa Son Veren Barış- Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?, 1914-1922, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul. Hamilton, Charles W., (1962). Americans and Oil in The Middle East, Texas. Hut, Davut, (2006). Musul Vilayeti’nin İdari, İktisadi ve Sosyal Yapısı (1864-1909), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul. Karadağ, Raif, (2003). Petrol Fırtınası, İstanbul. Kent, Marian, (1976). Oil and Empire: British Policy and Mesopotamian Oil 1900-1920, London. Longrigg, Stephen Hemsley, (1954). Oil in the Middle East: Its Discovery and Development, Oxford University Press London. Mejcher, Helmut, (1976). Imperial Quest for Oil: Iraq 1910-1928, London. Sayegh, Kamal S, (1968). Oil and Arab Regional Development, New York. Shwadran, Benjamin, (1973). The Middle East Oil and The Great Powers, Jerusalem. Smith, Dan, (2006). The State of the Middle East: An Atlas of Conflict and Resolution, Universty of California Press, Berkeley-Los Angeles. Stocking, George W., (1971). Middle East Oil, London. Terzi, Arzu T., (2009). Abdülhamid’in Mirası: Petrol ve Arazi, İstanbul. Yergin, Daniel, (2013). Petrol, (çev. Kamuran Tuncay), İstanbul. 227 Sorularla Öğrenelim TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 8: Ortadoğu ve Petrol Petrolün Kısa Tarihi 1. Dünyadaki ham petrol rezervlerinin dağılımı nasıldır? Cevap: 2011 yılı istatistiklerine göre, dünyadaki ham petrol rezervlerinin yaklaşık yarı​sının Ortadoğu coğrafyasında, geri kalanının da ABD, Güney Amerika ve Kuzey Denizi’nde bulunduğu ifade edilmektedir. 2. Petrol kelimesinin kökeni nedir? Cevap: Ortaçağ Latincesi’nde petroleum olarak geçen kelime, Klasik Latince’deki petra (taş) ve oleum (yağ) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşup “taş yağı” anlamına gelmektedir. 3. Neft nedir? Cevap: Bir çeşit sıvı petrol olan bitüm sözcüğünün eski dillerdeki karşılığı olan “nafta/neft” ise, Farsça veya Akadca kökenli bir kelimedir. 4. Bilinen ilk petrol sondajı ne zaman yapılmıştır? Cevap: 18. yüzyıldan itibaren Rusya ve Alsace’ta petrol damıtıldığı halde, bili​nen anlamda yer altından ilk petrol sondajı, 27 Ağustos 1859’da Albay Drake tara​fından Pensilvanya Titusville’de yapıldı. 5. Petrolün modern çağlardaki önemli safhaları nelerdir? Cevap: İlk petrol sondajı, 27 Ağustos 1859’da Albay Drake tarafından Pensilvanya Titusville’de yapıldı. 1854 yılında gazyağı lambasının icat edilmesi, petrol talebini büyük ölçüde arttırmıştı. ABD ve Avrupa, 19. yüzyılın petrol üreticileri olarak ortaya çıkmışlar ve kendi petrol endüstrilerini kurmuşlardır. Böylece, “kara altın”a hücum da başlamış oldu.Petrol ile ilgili bundan sonraki önemli safhalar şöyledir: 1860-1885 gazyağı dönemi. 1900-1914 benzin dönemi. 1930 sonrası dönem: petrol ürünlerinin kalitesini yükselten çeşitli yöntemlerin yerleştiği ve modern arıtma ve petrokimya tekniklerinin geliştiği dönemdir. Günümüzde petrol, sadece yakıt olarak değil, tarım (gübre), tıp (ilaç yapımı), sağlık (deterjanlar), plastik maddeler ile sentetik elyaf ve kauçukların üretimi gibi çok çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. Osmanlı Coğrafyasında Petrol 6. 1888 yılından sonra Almanlara verilen imtiyazlar nelerdir? Cevap: 1888 yılında ilk im​tiyaz verilmek suretiyle, Almanlar’a madencilik alanında bazı ayrıcalıklar da veril​mişti. Bu imtiyaz ile Almanlar, Musul ve Bağdat havalisinde petrol ve diğer madenle​ri arayabilecekti. Zira, bu tarihte, Bağdat Demir​yolu imtiyazı yine Almanlar’a verilmişti. Almanlar, demiryolu hattının her iki ya​kasındaki 20’şer km.lik şeritler boyunca maden araması ve işletmesi yapabilecekti. 7. Tarihte verilen ilk petrol işletme imtiyazı ne zaman verilmiştir? Cevap: Osmanlı Sultanı IV. Murad 1640 tarihli bir fermanla, Kerkük yakınlarındaki Baba Gurgur’da bulunan petrol sahasını şehrin ileri gelen Türkmen ailelerinden Neftçizadeler’e vermişti. Bu ferman, muhtemelen tarihte verilen ilk petrol işletme imtiyazıdır. 8. Osmanlı Arap vilayetlerindeki petrolün var​lığından haberdar olan Batılı seyyah ve araştırmacılar hangi sebeplerle buralarda araştırma yapıyorlardı? Cevap: Osmanlı Arap vilayetlerindeki petrolün varlığından haberdar olan Batılı seyyah ve araştırmacılar, “arkeolojik, bilimsel, coğrafi araştırma ve misyonerlik” görüntüsü altında, Bağdat ve Musul’daki petrol alanlarını keşfetmeye ve ülkelerine bununla ilgili raporlar hazırlamaya başlamışlardı. 9. Petrol araştırmasını yaptıran Agop Paşa’nın teklifiyle de, devlet hazinesine ait olan petrol arazilerini, petrol gelirlerini ve işletme imtiyazını 1889-1902 yılları arasındaki resmi işlemler ile muhafaza altına alan padişah kimdir? Cevap: II. Abdülhamid, yürütülen örtülü arama faaliyetlerini yakından takip ediyordu. Petrol araştırmasını yaptıran Agop Paşa’nın teklifiyle de, devlet hazinesine ait olan petrol gelirlerini ve işletme imtiyazını kendi özel hazinesine (Hazine-i Hassa) transfer etti ve ayrıca, Bağdat ve Musul Vilayetleri’nde petrol bulunan birçok bölgeyi de padişah arazisi (arazi-i seniyye)’ne dahil ederek 1889-1902 yılları arasındaki resmi işlemler ile muhafaza altına aldı. 10. Musul ve Kerkük bölgesinde büyük miktarda petrol olduğunu öğrenen Avrupa'lılar hangi Osmanlı padişahından imtiyaz istemişlerdir? Cevap: Musul-Kerkük bölgesinde yaptırdığı geniş çaplı araştırmanın sonunda, buralardaki maden ve petrol yatakları hakkında ayrıntılı bir rapor hazırlanmıştır. Bölgede büyük miktarda petrol bulunduğuna dair haberler üzerine, Alman, İngiliz, Fransız, Belçika, Hollanda ve Osmanlı uyruklu bazı şahıs ve şirketler, II. Abdülhamid’den petrol imtiyazı için yoğun taleplerde bulunuyorlardı. Bölgedeki petrolün stratejik değerinin farkında olan ve bu kaynakların yabancıların eline geçmesini istemeyen padişah, söz konusu talepleri geri çevirmiştir. 11. 1912 yılına kadar, Mezopotamya topraklarında petrol imtiyazı peşinden hangi şirketler koşmuştur? Cevap: 1912’ye kadar Mezopotamya topraklarında petrol imtiyazı peşinde koşan, Alman Deutsche Bank (Anadolu-Bağdat Demiryolu Şirketi), İngiliz D’Arcy Grubu, Royal Dutch-Anglo Saxon Oil Company (Shell) ve Amerikan Chester grubu olmak üzere dört grup vardı. 12. 8 Eylül 1908’de Meşrutiyet hükümetinin, Hazine-i Hassa’la ilgili aldığı karar nedir? Cevap: II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra, 8 Eylül 1908’de Meşrutiyet hükümetinin aldığı bir kararla, Hazine-i Hassa’ya ait olan emlâkin devlet hazinesine devri kararlaştı​rıldı. II. Abdülhamit’in 31 Mart olayından sonra tahttan indirilmesiyle, 27 Nisan 1909 tarihli Mehmed Reşad iradesi ile de, padişahın şahsi mülkü olan petrol böl​gelerinin söz konusu statüleri kaldırılarak Maliye hazinesine devredildi yani devlet mülkü haline getirildi. 13. II. Abdülhamid’den petrol imtiyazı için yoğun taleplerde bulunan ülkelere karşı alınan tedbirler neledir? Cevap: Bölgede yürütülen arkeolojik ve bilimsel çalışmaların aslında petrol aramaya dönük gizli tetkikler olduğunun farkına varan II. Abdülhamid, yürütülen örtülü arama faaliyetlerini yakından takip ediyordu. Petrol araştırmasını yaptıran Agop Paşa’nın teklifiyle de, devlet hazinesine ait olan petrol gelirlerini ve işletme imtiyazını kendi özel hazinesine (Hazine-i Hassa) transfer etti ve ayrıca,Bağdat ve Musul Vilayetleri’nde petrol bulunan birçok bölgeyi de padişah arazisi (arazi-i seniyye)’ne dahil ederek 1889-1902 yılları arasındaki resmi işlemler ile muhafaza altına aldı. 14. Türk Petrol Kumpanyası (Turkish Petroleum Company) nasıl kurulmuştur? Cevap: İngilizler’in 1910’da kendi sermayeleriyle ve petrol için sermaye aktarımı amacıyla kurdukları Türk Milli Bankası, 1912’de Deutsche Bank ve Royal-Dutch Shell şirketleri ile işbirliği​ne girerek Türk Petrol Kumpanyası’nı (Turkish Petroleum Company) kurmuşlardı. 15. Turkish Petroleum Company’nin 1914 yılında hisselerinin % 50’sini hangi şirket almıştır? Cevap: Mart 1914’te, Turkish Petroleum Company’nin hisselerinin % 50’si, İran’da faaliyet göstermekte olan bir diğer İngiliz (D’Arcy) petrol şirketi olan APOC (Anglo-Persian Oil Company)’a devredildi. 16. 16 Mayıs 1916’da, İngiltere ile Fransa arasında yapılan antlaşmaya ne ad verilir? Cevap: 16 Mayıs 1916’da, İngiltere ile Fransa arasında Sykes-Picot Antlaşması imzalandı. 17. 6 Mayıs 1916’da, İngiltere ile Fransa arasında Sykes-Picot Antlaşmasının amacı nedir? Cevap: 16 Mayıs 1916’da, İngiltere ile Fransa arasında Sykes-Picot Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre petrol bölgelerinin bulunduğu Arap vilayetleri, İngiltere ve Fransa arasında gizlice taksim edildi. 18. 1912’de, Shell ve Deutche Bank’ı da dahil ederek, Londra merkezli Türk Petrol Şirketi’nin kurulmasını kim sağlamıştır? Cevap: Calouste Serkis Gülbenkyan 1912’de, Shell ve Deutche Bank’ı da dahil ederek, Londra merkezli Türk Petrol Şirketi’nin kurulmasını sağladı. 19. Chester Projesi nedir? Cevap: Chester Projesi: Amiral Chester’ın, demiryolu, limanlar ve madenler konusunda imtiyazlar elde etmek için İstanbul’da bulunduğu 1908 yılında, Amerikalılar’ın Irak petrollerinden imtiyaz sağlama konusundaki çabaları daha da artmıştı. Amerikan başkanı Roosevelt’in de destek verdiği Chester, liman ve demiryolu inşaatı konusunda bir dizi anlaşmalar yapmasına rağmen bunlaryaşanan savaşlar sebebiyle uygulanamadı. Ortadoğu’da Petrol 20. "Yeni Ortadoğu" kavramı ne zaman ortaya çıkmıştır? Cevap: I. Dünya Savaşı’ndan sonra başta İngiltere, Fransa ve ABD olmak üzere sömürgeci devletlerin kendi menfaatleri doğrultusunda çizdiği sınırlar sayesinde, petrol coğrafyasının ayrıntılarını da içine alan "yeni Ortadoğu" oluşturulmuştur. 21. Ortadoğu’nun petrol sahaları genel olarak kaç bölgede toplanmıştır? Cevap: Petrol açısından dünya rezervlerinin yaklaşık yarısına sahip olan Ortadoğu’nun petrol sahaları genel olarak üç bölgede toplanmıştır: 1-Fars-Arap (Basra) Körfezi çevresi ve alt kısmı 2-Kızıldeniz-Akabe yarığı boyunca uzanan kısım 3-Kuzeydoğu Afrika sahası 22. Petrol açısından dünya rezervlerinin yaklaşık yarısına sahip olan Ortadoğu’nun Fars-Arap (Basra) Körfezi çevresi ve alt kısmını hangi ülkeler oluşturur? Cevap: Petrol açısından dünya rezervlerinin yaklaşık yarısına sahip olan Ortadoğu’nun Fars-Arap (Basra) Körfezi çevresi ve alt kısmı İran, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar, kuzeydoğu Suriye ve güneydoğu Türkiye’yi içine alır. 23. Dünya petrol tüketiminde ilk sırayı hangi ülkeler alır? Cevap: Dünya petrol tüketiminde ABD tek başına dünya petrolünün dörtte birini; Avrupa Birliği beşte birini; her ikisi ise % 44 ile neredeyse yarısını tüketmektedir. 24. Ortadoğu’da modern sondaj tekniğiyle petrol ilk kez hangi ülkede çıkarılmıştır? Cevap: Ortadoğu’da modern sondaj tekniğiyle petrol ilk kez, 1908 yılında, İngiliz nüfuzu altındaki İran’da, İngiliz sermayedar D’Arcy tarafından çıkarıldı. 25. Yedi Kızkardeş nedir? Cevap: Dünya üzerindeki yedi (daha sonraları sekiz) büyük çok uluslu şirket, 1910’lardan 1970’lerin başlarına kadar, petrol endüstrisinin hemen tamamını kontrol altında tutmuşlardır. 1928 yılında Ortadoğu petrolünün paylaşımı konusunda gizli bir anlaşma yapan bu şirketler, “Yedi Kızkardeş” olarak anılmıştır. 26. Yedi Kızkardeş'i hangi şirketler oluşturmuştur? Cevap: “Yedi Kızkardeş” : Standard Oil of New Jersey (Exxon), Royal Dutch Shell (Shell), British Petroleum (BP), Gulf Oil (Gulf), Texas Oil (Texaco), Standard Oil of California (Chevron) ve Mobil Oil (Mobil). Bunlara daha sonra Fransız şirketi Française des Petroles (CFP)de eklenmiştir. Petrolün Kısa Tarihi 27. OPEC ne zaman kuruldu? Cevap: 1959 yılına gelindiğinde, büyük petrol şirketleri petrol fiyatlarını düşürünce, petrol üreten ülkelerin a gelindiğinde gelirleri azaldı. Sonuçta, bir tedbir olarak Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezuela gibi kilit üretici ülkeler, 1960’ta etrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı OPEC’i kurdular. Cidde merkezli teşkilat daha sonra genişleyerek on üç ülkeyi daha bünyesine kattı. Petrolün Siyaseti: OPEC’in Kurulması 28. Petrol İhraç Eden Arap Ülkeler Teşkilatı OAPEC (Organisation of Arab Petroleum Exporting Countries) ne zaman kurulmuştur. Cevap: Arap ülkelerinin petrol endüstrisindehakim konuma gelmesi ile de 1968 yılında Petrol İhraç Eden Arap Ülkeler Teşkilatı OAPEC (Organisation of Arab Petroleum Exporting Countries) ne zaman kurulmuştur. 29. OPEC neden kuruldu? Cevap: 1959 yılına gelindiğinde, büyük petrol şirketleri petrol fiyatlarını düşürünce, petrol üreten ülkelerin gelirleri azaldı. Sonuçta, bir tedbir olarak Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezuela gibi kilit üretici ülkeler, 1960’ta Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı OPEC’i kurdular. 30. OPEC hangi ülkeler tarafından kurulmuştur? Cevap: Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezuela gibi kilit üretici ülkeler, 1960’taPetrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı OPEC’i kurdular. 31. OPEC'in sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi bir güç olmasının nedeni nedir? Cevap: II. Dünya Savaşı’nın sonundan 1970’e kadarki dönemde petrol fiyatları genel hatlarıyla dengeli, hatta düşük bir seyir takip etti. Yeni bir Arap-İsrail savaşı (Yom Kippur) Ekim 1973’te göstermiştir ki o tarihte petrol üretiminin % 40’ını karşılayan OPEC sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi bir güç haline de geldi. Bu tarihte, Ortadoğu’nun petrol üreten ülkeleri, İsrail’i destekleyen ABD ve diğer devletlere petrol satışını keserek (petrol Boykotu/Krizi), petrol üretimini azaltma ve fiyatları yükseltme konusunda anlaştılar. Arapİsrail savaşı sona erip yaptırımlar kaldırıldığında, petrol fiyatları bir yılda tam dört kat artarak varili 11,65 dolara fırlamıştı. 32. Tanker Savaşı'nın etkileri nedir? Cevap: Tanker savaşı: İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt ve diğer ülkelere ait olan 44 petrol tankeri, İran veya Irak tarafından vurularak hasar gördü. Başlangıçta Irak tarafından başlatılan tanker savaşında her iki ülke, birbirinin petrol ihracatını çökertmeyi amaçlıyordu. Petrol taşımacılığını da doğrudan etkileyen bu durum, zamanla dünya piyasalarına petrol arzını etkileyen global bir sorun haline geldi. 33. Sovyetler Birliği'nin dağılmasında petrol savaşlarının etkisi nedir? Cevap: 1984 yılında, İran-Irak arasında “tanker savaşı” başladı. Bundan petrol taşımacılığı ve ticareti ciddi ölçüde etkilendi. Bununla birlikte, 1986 yılında, petrol fiyatlarında % 50’den fazla bir düşüş yaşandı. İran-Irak savaşı devam ederken böyle bir şeyin yaşanması ilginçti. Bu düşüşün sebebi ABD kaynaklıydı. Şöyle ki, ABD Başkanı Reagan, 1980’lerin başında, petrol üretimini arttırma konusunda Suudi Kralını ikna etmiş ve artan üretimle birlikte fiyatlar (13 dolar) dibe vurmuştu. Reagan’ın amacı ise, petrol geliriyle ayakta duran Sovyetler Birliği’ni çökertmekti. 1991’de bu amaca ulaşıldı ve Birlik dağıldı. Petrol bir kez daha politik bir silah olarak kullanılmıştı. Ülkelere Göre Ortadoğu Petrolü 34. Baba Gurgur ve Rumeyle petrol havzaları nerededir? Cevap: Baba Gurgur ve Rumeyle: Irak’ın 80-90 km. boyunca uzanan en büyük petrol havzası, Kerkük’ün hemen yanıbaşında Baba Gurgur bölgesinde bulunur. Yanan alevlerin çıkardığı gürültü (gurgur)’den dolayı bu isimle anılmıştır. Irak’ın güneyindeki Rumeyle bölgesi, dünyanın da en büyük petrol sahalarından biridir. Bu saha, Irak-Kuveyt sınırı boyunca uzandığından, iki ülke arasındaki sınır anlaşmazlığının (1990’da Kuveyt’in Irak tarafından işgalinin) temel sebeplerinden biri olmuştur. 35. "Şahin tacı" nedir? Cevap: İran ile Irak arasındaki sınırı teşkil eden ve Dicle ile Fırat’ın birleşmesiyle oluşan Şattularap suyolu, Basra Körfezi bağlantılı denizyolu (dolayısıyla petrol) ulaşımında her iki ülke tarafından ortak kullanılmaktadır. İran-Irak savaşının en önemli sebeplerinden biri de, bundan doğan anlaşmazlıklar idi. Suyolu, Abadan petrol rafinerisine tankerlerin ulaşımında da önem taşımaktadır. İngilizler tarafından kurulan ve zamanla dünyanın en büyük rafinerisi haline gelen tesislere “Şahın tâcı” deniliyordu. İran-Irak Savaşı’nda tamamen tahrip olmasından sonra rafineriler ülkenin iç kesimlerinde yapılmaya başlandı. 36. Ortadoğu ülkeleri arasında ise en fazla rezerve ve ham petrole sahip ülke hangisidir? Cevap: Ortadoğu ülkeleri arasında ise en fazla rezerve ve ham petrol üretimine sahiptir. Suudi Arabistan’ı diğer ülkelere göre öne çıkaran bu durum, ülkenin dünya petrol üretimi ve endüstrisindeki stratejik öneminin uzunca bir süre daha devam edeceğini de göstermektedir. 37. Aramco nedir? Cevap: Aramco: Çokuluslu dev bir şirket olan ABD’li ARAMCO, tıpkı İran’daki APOC gibi zamanla “devlet içinde devlet” haline gelmiştir. Şirket, Suudi Krallığı’na petrol karşılığında sadece küçük bir para ödüyor, onun dışında bütün petrolü çıkarıp dünyaya pazarlıyor ve esas kazancı elde ediyordu. Suudi Arabistan, 1972’de ARAMCO’nun % 20 hissesine sahip oldu. 1980’de ise, toplumsal hayatta önemli bir unsur haline gelen ARAMCO’nun bütün hisselerine sahip oldu. ARAMCO, dünyanın en büyük petrol şirketi durumundadır. TAR310U - MODERN ORTADOĞU TARİHİ Ünite 8 - Alıştırma Soruları 1 ) Önemli petrol yataklarına sahip İran, Irak gibi ülkelerin zenginlik yerine kaos ve savaşlarla anılmasının sebepleri arasında hangisi gösterilemez? A ) Yeteri kadar ihracat yapamamaları B ) Gelirlerin müsrifçe harcanması C ) Devleti yöneten ailelerin aşırı güçlenmesi D ) Gelirlerin halkın refahı için kullanılmaması E ) Aşırı lükse yönelinmesi Çözüm : 2005’te fiyatlar, Irak’taki savaş ve ABD’deki Katrina kasırgası nedeniyle en yüksek seviyeye çıktı. Bu durum, Ortadoğu’nun petrol üreten ülkelerini doğrudan etkiledi ve kazançlarını kat kat arttırdı. Ancak petrolden elde edilen büyük gelir, ülkelerinin gelişmesi doğrultusunda kullanıldığı gibi, bazen de halka fayda sağlamayan müsrif projeler için kullanıldı. Özellikle Körfez ülkelerindeki petrol geliri, devleti yöneten ailelerin elinde önemli bir güç oldu. Bu zenginlik, modernleşme ve halkın refahı için yeterince kullanılmadığı gibi, aynı zamanda muhaliflerin susturulmasında ve sorunların üzerinin örtülmesinde, dolayısıyla antidemokratik siyasal sistemlerin sürmesinde de etkili oldu. Doğru cevap A şıkkıdır. 2) Irak petrollerinin uluslararası nazik bir mesele haline gelmesinin ilk adımı aşağıdakilerden hangisidir? A) Bağdat demiryolu imtiyazıyla birlikte Almanlar’a madencilik alanında bazı ayrıcalıklar da veril​mesi. B) Abdülhmit’in şahsi mülkü olan petrol böl​gelerinin söz konusu statüleri kaldırılarak Maliye hazinesine devredilmesi. C) İngiliz vatandaşı olan Hint Müslümanlarından bazı kimselerin bölgeden toprak satın alması. D) ABD’li Chester’ın liman ve demiryolu inşaatı konusunda bir dizi anlaşmalar yapması. E ) Türk Petrol Kumpanyası’nın hisselerinin Mart 1914’de İngiliz petrol şirketi Anglo-Persian Oil Company’a devredilmesi. Çözüm : Bağdat Demiryolunun inşasını gerçekleştirmek üzere kurulan Anadolu Demiryolu Şirketi’ne 1888 yılında ilk imtiyaz verilmek suretiyle, Almanlar’a madencilik alanında bazı ayrıcalıklar da verilmişti. Bu imtiyaz ile Almanlar, Musul ve Bağdat havalisinde petrol ve diğer madenle​ri arayabilecekti. Irak petrollerinin uluslararası nazik bir mesele haline gelmesinin ilk adımı da buydu. Doğru cevap A şıkkıdır. 3) Musul Vilayetinin ve zengin petrollerinin Irak Krallığı’na ve dolayısıyla mandater devlet olarak İngiltere’ye bırakılması aşağıdaki antlaşmalardan hangisi ile olmuştur? A ) 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması B ) 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi C ) 28 Haziran 1919 Versay Antlaşması D ) 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması E ) 10 Ağustos 1920 Sevr antlaşması Çözüm : Türkiye Cumhuriyeti ile İngiltere arasında başlayan siyasi ve diplomatik mücadele sonucunda, Musul Vilayeti ve zengin petrolleri, 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile, Irak Krallığı’na ve dolayısıyla mandater devlet olarak İngiltere’ye bırakılmış oldu. Bu antlaşmaya göre, Musul petrollerinden elde edilecek gelirin % 10’u, 25 yıllık sü​reyle Türkiye’ye verilecekti. Doğru cevap D şıkkıdır. 4) Ortadoğu ülkeleri, üretilen petrolün ne kadarını tüketmektedirler? A) % 7’sini B) %17’sini C) %20’ sini D) %27’ sini E ) % 30’unu Çözüm : Dünya rezervlerinin yaklaşık yarısına; üretiminin ise üçte birine sahip olan Ortadoğu ülkeleri, üretilen petrolün ise sadece % 7’sini tü‐ ketmektedirler. Bu durum, Ortadoğu petrolünün, temelde zengin ve sanayileşmiş ülkelerin enerji ihtiyacını karşıladığını göstermektedir. Doğru cevap A şıkkıdır. 5) Ortadoğu’da modern sondaj tekniğiyle petrol ilk kez, ne zaman ve nerede çıkarıldı? A) 1908 yılında, İran’da B) 1912 yılında Irak’ta C) 1930’ da Bahreyn’de D) 1932’de Suudi Arabistan’da E ) 1934 yılında Kerkük’te Çözüm : Ortadoğu’da modern sondaj tekniğiyle petrol ilk kez, 1908 yılında, İngiliz nü​fuzu altındaki İran’da, İngiliz sermayedar D’Arcy tarafından çıkarıldı. Doğru cevap A şıkkıdır. 6) Aslında yeni ABD ve Avrupa emperyalizminin bir uzantısı olan ve Ortadoğu petrolünün paylaşımı konusunda yapılan gizli toplantı nerede ve ne zaman yapılmıştır? A) 20 Temmuz 1926’da Texas’da B) 21 Eylül 1927’de Fransa’da C) 28 Temmuz 1928’de Londra’da D) 28 Ağustos 1928’de İskoçya’da E ) 20 Temmuz 1930’da Musul’da Çözüm : 28 Ağustos 1928’de av partisi adı altında İskoçya’daki bir şatoda toplanan büyük petrol şirketleri, “dünyanın petrol kaynakları dürüstçe paylaşılmalıdır” sonucuna varmışlardı. Alınan kararlar, Ortadoğu petrolleri üzerinde uygulamaya konuldu. Bu gizli toplantı, aslında yeni ABD ve Avrupa emperyalizminin de bir uzantısıydı. Doğru cevap D şıkkıdır. 7 ) Bilinen anlamda yer altından ilk petrol sondajı, aşağıdaki ülkelerden hangisinde gerçekleşmiştir? A ) ABD B ) Rusya C ) Suudi Arabistan D ) Antik Roma E ) Norveç Çözüm : Modern çağlardaki petrol, yeraltından insan ve teknoloji marifetiyle çıkarılan bir metadır. 18. yüzyıldan itibaren Rusya ve Alsace’ta petrol damıtıldığı halde, bilinen anlamda yer altından ilk petrol sondajı, 27 Ağustos 1859’da Albay Drake tarafından Pensilvanya Titusville’de yapıldı. Doğru cevap A'dır. Doğru cevap A şıkkıdır. 8 ) Aşağıda Petrol ile ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır? A ) 1860-1885 gazyağı dönemi: bu dönemde petrol, sadece gazyağı olarak ve aydınlatmada kullanıldı. B ) 1885-1900 dönemi: petrol yağları, sanayide ve evlerde yağlama yağı olarak kul​lanıldı. C ) 1900-1914 benzin dönemi: bu dönemde gazyağı üretimi ve kullanımı yaygınlaştığından yeni petrol yatakları bulunarak işletilmeye başlandı. D ) 1914-1930 Dönemi: sürekli damıtmanın, ısıl krakingin ortaya çıktığı ve fuel-oillerin kulla​nılmaya başlandığı dönemdir. E ) 1930 sonrası dönem: petrol ürünlerinin kalitesini yükselten çeşitli yöntemlerin yerleştiği ve modern arıtma ve petrokimya tekniklerinin geliştiği dönemdir. Çözüm : Petrol ile ilgili bundan sonraki önemli safhalar şöyledir: 1860-1885 gazyağı dönemi: bu dönemde petrol, sadece gazyağı olarak ve aydınlatmada kullanıldı. 1885-1900 dönemi: petrol yağları, sanayide ve evlerde yağlama yağı olarak kul​lanıldı. 1900-1914 benzin dönemi: bu dönemde otomobil üretimi ve kullanımı yaygınlaştığından yeni petrol yatakları bulunarak işletilmeye başlandı. 1914-1930 Dönemi: sürekli damıtmanın, ısıl krakingin ortaya çıktığı ve fuel-oillerin kulla​nılmaya başlandığı dönemdir. 1930 sonrası dönem: petrol ürünlerinin kalitesini yükselten çeşitli yöntemlerin yerleştiği ve modern arıtma ve petrokimya teknik​lerinin geliştiği dönemdir. Doğru cevap C şıkkıdır. 9 ) 1928 yılında Ortadoğu petrolünün paylaşımı konusunda gizli bir anlaşma yapan bu şirketler: Stan​dard Oil of New Jersey (Exxon), Royal Dutch Shell (Shell), British Petroleum (BP), Gulf Oil (Gulf), Texas Oil (Texaco), Standard Oil of California (Chevron) ve Mo​bil Oil (Mobil), aşağıdaki hangi adla anılmaktadır? A ) Yedi Ortaklar B ) Yedi Petrolcular C ) Yedi Şirketler D ) Yedi Arkadaşlar E ) Yedi Kızkardeşler Çözüm : 1928 yılında Ortadoğu petrolünün paylaşımı konusunda gizli bir anlaşma yapan bu şirketler, “Yedi Kızkardeş” olarak anılmıştır: Stan​dard Oil of New Jersey (Exxon), Royal Dutch Shell (Shell), British Petroleum (BP), Gulf Oil (Gulf), Texas Oil (Texaco), Standard Oil of California (Chevron) ve Mo​bil Oil (Mobil). Bunlara daha sonra Fransız şirketi Française des Petroles (CFP) de eklenmiştir. Doğru cevap E şıkkıdır. 10 ) Şattularap suyolu üzerindeki anlaşmazlıktan kaynaklanan ve sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı sürerken, 1984 yılında, iki ülke arasında bu kez de “...... savaşı” başladı. Yukarıdaki cümleyi aşağıdakilerden hangisi doğru şekilde tamamlar? A ) tanker B ) dolar C ) su D ) atık E ) gaz Çözüm : Şattularap suyolu üzerindeki anlaşmazlıktan kaynaklanan ve sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı (1980-1988), iki ülkedeki petrol altyapısını büyük oranda yok ettiği gibi, İran ve Irak’ın petrol gelirini de büyük oranda azalttı. Savaş sürerken, 1984 yılında, iki ülke arasında bu kez de “tanker savaşı” başladı. Doğru cevap A şıkkıdır. MODERN ORTADOĞU TARİHİ 2018 BAHAR DÖNEM SONU - A 1. Bedeviler ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? A) B) Birbirlerine kan bağıyla bağlanmışlardır. Bağlı oldukları devletin kontrolünde yaşamayı tercih etmişlerdir. C) Katı geleneksel kuralları vardır. D) Hayatlarını çöllerde göçebe olarak geçirmişlerdir. E) Kabile, ailelerin oluşturduğu en üst siyasi yapıdır. Cumhuriyeti’nin jeopolitiğini 4. Yemen belirleyen en önemli unsur aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Önemli petrol kaynaklarına sahip olması Nüfusunun çok kalabalık olması Eski İngiliz müstemlekesi olması Suudi Arabistan ile komşu olması Dünyanın en önemli deniz geçiş yolu üzerinde bulunması 5. Uzun yıllar İngiliz işgali altında kalan Mısır bağımsızlığını kaç yılında kazanmıştır? 2. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı sultanlarının kutsal bölgelere duydukları saygıdan dolayı kullandıkları unvan aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Şürefâ-i Zeydiyye Hâdimu’l-Haremeyn Zevî Avn Muhammedü’l Emin Âl-i Berekât A) B) C) D) E) 6. Aşağıdakilerden hangisi Sultan Kabûs’un 1996’da Umman Devleti’nin temel yasası olarak yayımladığı iradede yer almaz? A) B) C) D) E) 3. İsrail’in, Filistin direnişini yok etmenin yanı sıra Suriye’yi zayıflatmak ve Beyrut’ta kendisine yakın bir yönetim kurmak için Londra Büyükelçiliğine yapılan suikast girişimini bahane ederek Lübnan’a düzenlediği operasyon aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) El Kaide Operasyonu Galile Operasyonu Litani Operasyonu Enbar Operasyonu Felluce Operasyonu 1922 1936 1952 1955 1945 Devletin resmi dilinin Arapça olduğu Adaletin, şura ve eşitliği esas aldığı Yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu Devletin resmi dininin İslam olduğu Yasanın kaynağının şeriat olduğu 7. Ortaçağ’da, Körfez’de radikal bir mezhep olarak ortaya çıkan Karmatilerin kendilerine merkez edindikleri yer aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Bahreyn adaları Hicaz bölgesi Katar Yarımadası Necid bölgesi Karmel Dağı 2018 BAHAR DÖNEM SONU - A 8. Aşağıdakilerden hangisi Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan emirliklerden biri değildir? A) B) C) D) E) Dubai Acman Abu Dabi Şarıka Muhammarah 11. Aşağıdakilerden hangisi Mağrip Birliği'nin (Arap Mağrip Birliği'nin) üyelerinden biri değildir? A) B) C) D) E) Moritanya Mısır Libya Cezayir Tunus 12. Afrika'nın, Nijerya'dan sonra ikinci en kalabalık ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? 9. İngilizlerin, Bahreyn’in iç işlerine müdahale ederek 1869 yılında emiri değiştirmelerinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Sudan Libya Fas Mısır Cezayir A) Kuveyt - Katar arasındaki çekişmelerin artması B) İran’ın Basra Körfezi’nde etkin olma arayışları C) Osmanlı Devleti’nden nehir işletmeciliği imtiyazının alınmasını sağlamak D) İngiltere’nin Hindistan’da güç kaybetmesi E) Süveyş Kanalı’nın açılması ve Osmanlı Devleti’nin bölgede etkin olma ihtimali 10. Fas ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? A) B) C) D) E) Denize kıyısı olmadığı için kurak bir ülkedir. Kuzey Afrika'nın en batısındadır. Ülke nüfusunun %55'i Araplardan oluşur. Ülke topraklarının %20'si tarıma elverişlidir. Nüfusun tamamına yakını müslümandır. 13. İran’da yaşanan Pehleviler Dönemi hangi yıllar arasını kapsar? A) B) C) D) E) 1917 - 1925 1918 - 1930 1926 - 1979 1930 - 1941 1950 - 1980 14. Petrol ihtiyacının yaklaşık %80’ini Ortadoğu petrolünden sağlayan ülke aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) ABD Çin İngiltere Fransa Japonya 2018 BAHAR DÖNEM SONU - A 15. Aşağıdakilerden hangisi İran coğrafyasında yaşayan Türk topluluklarından biri değildir? A) B) C) D) E) 18. 1960 yılında kurulan Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı’nın kısaltması aşağıdakilerden hangisidir? Türkmenler Azerbaycan Türkleri Memluk Türkleri Halaçlar Kaşkay Türkleri A) B) C) D) E) 19. İran'da kurulan Tudeh Partisi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? hangisi 1910’lardan 16. Aşağıdakilerden 1970’lerin başına kadar petrol endüstrisinin hemen hemen tamamını kontrol altında tutan, “Yedi Kız Kardeşler” olarak adlandırılan şirketlerden biri değildir? A) B) C) D) E) A) İngiltere tarafından desteklenmiştir. B) İran'da yaşanan gelişmelerde etkisiz kalmıştır. C) Sovyet destekli olarak kurulan solcu bir partidir. D) İran İslam Devrimi'nin gerçekleşmesinde başrol oynamıştır. E) Ülkedeki düzeni koruduğu için halk tarafından hep sevilmiştir. Anglo-Persian Company Mobil Oil British Petrolioum Royal Dutch Shell Standart Oil of New Jersey 20. Birleşmiş Milletlerin, 2006 yılında Mahmud Ahmedinejad Dönemi’nde İran’a karşı yaptırım kararları almasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir? 17. Dünyanın en önemli petrol tüketicisi olmasına rağmen 1997 yılı verilerine göre, ABD’de bulunan petrol rezervi yüzde kaçtır? A) B) C) D) E) OECD OAPEC ARAMCO OPEC OPET A) B) C) D) E) 1,3 1,9 2,5 2,9 3,3 1 2 3 4 5 6 7 8 Cevap Anahtarı 9 10 11 12 B B B E A C A E E A B D İran’ın atom bombası denemeleri yapması İran-Irak Savaşı’nın durdurulamaması İran’ın, İsrail’i tehdit etmesi İran’ın nükleer programını ilan etmesi İran tarafından dünya piyasalarına aşırı gaz arz edilmesi 13 14 15 16 17 18 19 20 C E C A D D C D MODERN ORTADOĞU TARİHİ 2019 BAHAR DÖNEM SONU - A 1. Irak'ı sulayan Fırat nehrinin yüzde kaçı Türkiye topraklarında yer alır? A) B) C) D) E) 70 80 85 90 95 2. 18. yüzyılda Osmanlı toprakları olan Orta Arabistan'da Hanbeli mezhebinin yeni bir yorumu olarak ortaya çıkan ve İslamı olduğu gibi ilk saf şekliyle yaşama ve yaşatma iddiasında olan harekete ne ad verilir? A) B) C) D) E) Taklid Cizye Hums Zekât Öşür 4. 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı’nda İran’ın yanında yer alan Arap ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) A) Mısır’da krallık rejimine son verip cumhuriyet devrine geçişi sağlamıştır. B) 1882’deki İngiliz işgaline karşı mücadele etmiştir. C) İhvan Teşkilatını kurmuştur. D) Mısır’da cumhuriyet rejimine son vermiştir. E) Hüsnü Mübarek’in yönetimine son vermiştir. 6. Bu soru iptal edilmiştir. Vehhabilik Caferilik Şiilik Hanefilik Sabiilik 3. Suudi Arabistan’daki Şiilerin her yıl İran’daki müçtehitlere gönderdikleri ödenek aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 5. Hür Subaylar Hareketi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? Ürdün Suudi Arabistan Suriye Mısır Lübnan 7. İngilizlerin Basra Körfezi’ne ticari ve ekonomik olarak girmesinde önemli rol oynayan kurum aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Anadolu-Bağdat Demiryolu Şirketi Lynch Kumpanyası Messageries Maritimes Krupp Şirketi Doğu Hindistan Şirketi 8. Aşağıdakilerden hangisi Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan ülkelerden biri değildir? A) B) C) D) E) Abu Dabi Re’sul-Hayme Maskat Dubai Şarıka A 2019 BAHAR DÖNEM SONU - A 9. 1913 tarihli Osmanlı-İngiliz Anlaşması’nda Katar ile ilgili kabul edilen hüküm aşağıdakilerden hangisidir? A) Katar doğrudan bırakılmıştır. İngiliz yönetimine B) İngilizler Katarda petrol kuyusu kazma imtiyazı elde etmiştir. C) Katar Osmanlı yönetimine bırakılmıştır. D) Katar’da Trucial System uygulanmaya başlanmıştır. E) Osmanlı Devleti Katar üzerindeki bütün hak ve taleplerinden vazgeçmiştir. 13. OPEC’in sadece ekonomik bir güç olmaktan çıkrak siyasi bir güç haline de geldiğini gösteren olay aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 1967 Arap-İsrail Savaşı 1973 Arap-İsrail Savaşı 1979 İran İslam Devrimi 1980 İran-Irak Savaşı 1990 Irak’ın Kuveyt’i işgali 14. 2011 yılı verilerine göre, petrol rezervi ve üretimi bakımından Ortadoğu’da ilk sırada yer alan ülke aşağıdakilerden hangisidir? 10. Tarihi boyunca siyasi ve kültürel olarak hep kuzeyindeki Mısır’ın etkisinde kalan Doğu Afrika ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Libya Ürdün Sudan Tunus Cezayir 11. Kaddafi tarafından Libya'da kurulan ve 1500 yerel komitenin söz sahibi olduğu sistem aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Hür Subaylar Cemahiriye BAAS Vefd Vataniye 12. Basra Körfezi ülkelerinden biri Bahreyn’i asırlardır yöneten aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) el-Suud el-Haşimi el-Sani el-Halife el-Mübarek olan aile A) B) C) D) E) Suudi Arabistan Suriye Irak İran Kuveyt 15. Aşağıdakilerden hangisi İran’da yer alan Hint ve Hint-Avrupa kökenli halklardan biri değildir? A) B) C) D) E) Urdular Çingeneler Catlar Asuriler İran Ermenileri 16. Aşağıdakilerden hangisi 2005’ten sonra petrol fiyatlarının yükselmesiyle büyük gelir sağlayan ülkelerde meydana gelen ekonomik ve sosyal değişimlerden biri değildir? A) Sosyal hizmetlerin gelişmesi B) Kent hayatının hızlı bir şekilde değişmesi C) Ulaşım altyapılarının büyük gelişme kaydetmesi D) Eğitime daha fazla yatırım yapılması E) İnsanların köy hayatına geri dönmesi 2019 BAHAR DÖNEM SONU - A 17. Aşağıdakilerden hangisi İran-Irak Savaşı’nın nedenlerinden biri değildir? A) 20. II. Meşrutiyet Dönemi’nde Padişah Mehmet Reşat’ın Irak’taki özel mülkü olan petrol arazilerini devlet hazinesine devretmesinin neden olduğu gelişme aşağıdakilerden hangisidir? İki ülke arasında Şattülarap suyolunun ortak kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklar yaşanması B) Ekonomik açıdan zor durumda olan Irak’ın İran’ın petrol bölgelerini ele geçirmek istemesi C) Yeni İran rejiminin Irak’a yayılacağı endişesi D) Irak’taki Kürt ayrılıkçı hareketinin İran tarafından desteklemesi E) İran’da Pehlevi rejiminin başlaması A) Bölgeden çıkarılan petrolün Avrupa’ya ihraç edilmesi petrolleri üzerindeki Avrupa B) Osmanlı rekabetinin artması C) Petrol kuyularının işletilmeden kapatılması D) Petrol ticaretinin azalması E) Petrol bölgelerinin zenginleşmesi hangisi 13. yüzyıldan 18. Aşağıdakilerden günümüze kadar İran’da hüküm sürmüş hanedanlardan biri değildir? A) B) C) D) E) İlhanlı Abbasi Pehlevi Kaçar Safevi 19. Aşağıdakilerden hangisi 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında İran’da meydana gelen gelişmelerden biri değildir? A) B) C) D) E) Meşrutiyet deneyimi Bâbilik/Bahâîlik hareketi Reuter imtiyazına tepkiler Vehhabilik hareketi Tömbeki (Tütün) Ayaklanması 1 2 3 4 5 D A C C A 6 İ 7 8 Cevap Anahtarı 9 10 11 12 E C E C B D 13 14 15 16 17 18 19 20 B A D E E B D B MODERN ORTADOĞU TARİHİ 2019 ÜÇ DERS - A 1. 1982’de Lübnan’ı işgal ederek Filistinli direnişçileri (FKÖ) ülkeden çıkarmayı başaran İsrail’in Güney Lübnan’da İran etkisinde doğmasına neden olduğu örgüt aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Falanjistler Hamas Şii Emel Halkın Mücahiteri Şii Hizbullah 1818’den önceki 4. Suudilerin aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) yurtları Şammar Necid Basra Dir’iyye Riyad 5. Aşağıdakilerden hangisi Mağrip Birliği'nin (Arap Mağrip Birliği'nin) üyelerinden biri değildir? 2. 2010 yılı itibari ile Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’yi de etkileyen halk hareketi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Arab-i müstaribe Milliyetçilik Arap baharı Arab-i bâide Arab-i bakiye A) B) C) D) E) 6. Fas ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? A) B) C) D) E) 3. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan düzenlemelerde Osmanlı Devleti’nin Irak ismini verdiği bölgeyi oluşturan vilayetler aşağıdakilerin hangisinde birlikte ve doğru olarak verilmiştir? A) B) C) D) E) Kuveyt - Basra - Amid Musul - Erbil - Katar Bağdat - Basra - Musul Bağdat - Beyrut - Erbil Amid - Musul - Bağdat Moritanya Mısır Libya Cezayir Tunus Nüfusun tamamına yakını müslümandır. Kuzey Afrika'nın en batısındadır. Ülke nüfusunun %55'i Araplardan oluşur. Ülke topraklarının %20'si tarıma elverişlidir. Denize kıyısı olmadığı için kurak bir ülkedir. 7. Aşağıdakilerden hangisi Sultan Kabûs’un 1996’da Umman Devleti’nin temel yasası olarak yayımladığı iradede yer almaz? A) B) C) D) E) Devletin resmi dilinin Arapça olduğu Yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu Devletin resmi dininin İslam olduğu Yasanın kaynağının şeriat olduğu Adaletin, şura ve eşitliği esas aldığı 2019 ÜÇ DERS - A 8. Ortaçağ’da, Körfez’de radikal bir mezhep olarak ortaya çıkan Karmatilerin kendilerine merkez edindikleri yer aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Hicaz bölgesi Necid bölgesi Karmel Dağı Katar Yarımadası Bahreyn adaları 9. Afrika'nın, Nijerya'dan sonra ikinci en kalabalık ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Sudan Libya Fas Mısır Cezayir 10. 18. yüzyıl başlarında Bahreyn’de yaşayan ve İran’ın baskısından bıkan Utûb kabilesinin yerleşmek için Osmanlı Devleti’nden izin istediği bölge aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Kuveyt Bahreyn Suudi Arabistan Katar Umman 11. İngilizlerin, Bahreyn’in iç işlerine müdahale ederek 1869 yılında emiri değiştirmelerinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir? A) İngiltere’nin Hindistan’da güç kaybetmesi B) Osmanlı Devleti’nin Süveyş Kanalı aracılığıyla bölgedeki etkinliğini artırma ihtimalinin olması C) Osmanlı Devleti’nden nehir işletmeciliği imtiyazının alınmak istenmesi D) İran’ın Basra Körfezi’nde etkin olmaya çalışması E) Kuveyt ve Katar arasındaki çekişmelerin artması 12. 1958 yılında Mısır ile Suriye’nin birleşmesiyle aşağıdakilerden hangisi oluşmuştur? A) B) C) D) E) Mağrip Birliği Örgütü Körfez İşbirliği Teşkilatı İslam İşbirliği Teşkilatı Arap Birliği Örgütü Birleşik Arap Cumhuriyeti hangisi 1910’lardan 13. Aşağıdakilerden 1970’lerin başına kadar petrol endüstrisinin hemen hemen tamamını kontrol altında tutan, “Yedi Kız Kardeşler” olarak adlandırılan şirketlerden biri değildir? A) B) C) D) E) Anglo-Persian Company Mobil Oil British Petrolioum Royal Dutch Shell Standart Oil of New Jersey 2019 ÜÇ DERS - A 14. İran’da %51’lik oran ile en büyük etnik kitleyi oluşturan grup aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 18. İran’da yaşanan Pehleviler Dönemi hangi yıllar arasını kapsar? Farslar Türkler İran Kürtleri Yahudiler Halaçlar A) B) C) D) E) 1917 - 1925 1918 - 1930 1926 - 1979 1930 - 1941 1950 - 1980 15. Aşağıdakilerden hangisi İran coğrafyasında yaşayan Türk topluluklarından biri değildir? A) B) C) D) E) Kaşkay Türkleri Halaçlar Memluk Türkleri Azerbaycan Türkleri Türkmenler 19. 1854 yılında petrol talebinin büyük ölçüde artmasına neden olan gelişme aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 16. 1960 yılında kurulan Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı’nın kısaltması aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) OECD OAPEC ARAMCO OPEC OPET 20. Birleşmiş Milletlerin, 2006 yılında Mahmud Ahmedinejad Dönemi’nde İran’a karşı yaptırım kararları almasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir? 17. Petrol ihtiyacının yaklaşık %80’ini Ortadoğu petrolünden sağlayan ülke aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Gaz lambasının icadı Buharlı gemilerin icadı Sokak lambalarının kullanılmaya başlanması Demiryollarının çoğalması Otomobillerin artması A) B) C) D) Fransa İngiltere ABD Japonya Çin İran’ın, İsrail’i tehdit etmesi İran’ın nükleer programını ilan etmesi İran-Irak Savaşı’nın durdurulamaması İran tarafından dünya piyasalarına aşırı gaz arz edilmesi E) İran’ın atom bombası denemeleri yapması 1 2 3 4 5 6 7 8 Cevap Anahtarı 9 10 11 12 E C C D B E B E D A B E 13 14 15 16 17 18 19 20 A A C D D C A B MODERN ORTADOĞU TARİHİ 2019 YAZ OKULU - A 1. Irak'taki Hristiyan nüfusun çoğunluğunun mensup olduğu kilise aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Süryani-Katolik Kilisesi Keldani Kilisesi Süryani-Ortodoks Kilisesi Ermeni-Katolik Kilisesi Ermeni-Ortodoks Kilisesi Suudi Arabistan’ın 6. Modern aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) kurucusu Abdülaziz b. Abdurrahman Kasım b. Sani Abdurrahman b. Faysal Faysal b. Türki Muhammed b. Suud 7. Suriye'de Fransız mandası kaç yılında sona ermiştir? 2. Ortadoğu kavramını literatürde gerçek bir kavram olarak ilk defa kullanan kişi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Alfred Mahan Valentino Chirol Bernard Lewis William Cleveland William H. McNeill 3. Aşağıdakilerden hangisi Irak'taki etnik ve dini gruplardan biri değildir? A) B) C) D) E) Maruni Ermeni Musevi Türk Keldani 4. Yemen’deki Zeydileri diğer Şii guruplardan farklı kılan özellik aşağıdakilerden hangisidir? A) B) İmamiye Şiasını benimsemeleri Dördüncü imamdan sonra imametin Zeyd’e geçtiğini iddia etmeleri C) Hz. Ali’nin hilafetini reddetmeleri D) Yedinci imamdan sonrasını kabul etmemeleri E) Osmanlı yönetimine karşı durmaları 5. 1847 yılında kurulan, gayrimüslim tüccar ve misyonerlerinin finanse ettiği ve Arap milliyetçiliğinin gelişmesine öncülük etmiş olan cemiyet aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Suriye Arap Dilini Sevenler Derneği Beyrut Arap Edebiyatçılar Derneği Ademi Merkeziyet Partisi Kahtaniye Cemiyeti/Derneği Mısır Vefd Partisi A) B) C) D) E) 1925 1932 1939 1940 1946 “Atina’dan Tahran’a, 8. Amerika’nın, Ankara’dan Kahire’ye” şeklinde tanımladığı bölge aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Mağrip Ülkeleri Pasifik Ülkeleri Güneybatı Asya Ortadoğu Basra Körfezi 9. Uzun yıllar İngiliz işgali altında kalan Mısır bağımsızlığını kaç yılında kazanmıştır? A) B) C) D) E) 1922 1936 1952 1955 1958 10. Kuzey Afrika ülkeleri içerisinde yüzölçümü bakımından en küçük olan ülke aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Mısır Cezayir Tunus Fas Libya 11. 1981’de kurulan "Körfez İşbirliği Teşkilatı" hangi ülkenin önerisi ile hayata geçirilmiştir? A) B) C) D) E) İngiliz Bölge Yönetimi İngiliz Hindistan İdaresi Yemen Arap Cumhuriyeti Suudi Arabistan Birleşik Arap Emirlikleri 2019 YAZ OKULU - A 12. 1961 yılında bağımsızlığını elde eden Kuveyt’in, bu statüsünü tanımayan ancak Birleşmiş Milletler Cemiyetine üye olduktan sonra Kuveyt’in bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü kabul etmek zorunda kalan devlet aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 17. İran’ı kuzey ve güney olmak üzere iki nüfuz bölgesine ayıran 31 Ağustos 1907 tarihli antlaşma hangi devletler arasında yapılmıştır? A) B) C) D) E) İran Mısır Irak Suriye Suudi Arabistan Fransa - ABD Osmanlı - İngiltere Rusya - Fransa İngiltere - Rusya Osmanlı - Rusya 13. Afrika'nın en geniş topraklara sahip ülke aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 18. 1934 yılında Ortadoğu’da inşa edilen ilk uzun mesafeli petrol boru hattı aşağıdakilerden hangisidir? Tunus Fas Cezayir Moritanya Libya A) B) C) D) E) 14. Sultan Kabûs'un 1996 yılında devletin temel yasası olarak yayınladığı iradede Umman Devleti nasıl tanımlanmıştır? A) B) C) D) E) İslam devleti Laik devlet Federal Arap devleti Federal devlet Arap ve İslam devleti 19. Safevilerin en parlak dönemini yaşadığı hükümdar aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) 15. İran’da genel nüfus içerisinde ilk sırada yer alan etnik grup aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Bahtiyariler Türkler Kürtler Araplar Farslar 16. Basra Körfezi çıkışlı petrolün dünya piyasalarına ulaşma konusunda karşılaştığı ilk stratejik tıkanma noktası aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Kerkük - Yumurtalık Trans Arap (TAP) Kerkük - Trablusşam - Hayfa Bakü - Ceyhan - Tiflis Irak - Suudi Arabistan Şah İsmail Nadir Şah Şah Tahmasb Zend Kerim Han Şah Abbas I 20. 1908’de ilk kez modern sondaj tekniği ile petrol çıkarılan Ortadoğu ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? A) B) C) D) E) Süveyş Kanalı Hürmüz Boğazı Kızıl Deniz Somali Kıyıları Babü’lmendeb Boğazı 1 2 3 4 5 6 7 8 Cevap Anahtarı 9 10 11 12 B A A B B A E D A C D C Suriye İsrail Suudi Arabistan İran Irak 13 14 15 16 17 18 19 20 C E E B D C E D