T. C.
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SANAT TARİHİ ANABİLİM DALI
TÜRK-İSLAM SANATLARI BİLİM DALI
1950-1970 SANAT ORTAMINDA “İŞ VE İSTİHSAL SERGİSİ”
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Salih GEZEN
BURSA-2019
T. C.
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SANAT TARİHİ ANABİLİM DALI
TÜRK-İSLAM SANATLARI BİLİM DALI
1950-1970 SANAT ORTAMINDA “İŞ VE İSTİHSAL SERGİSİ”
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Salih GEZEN
Birinci Danışman:
Dr. Öğr. Üyesi Doğan YAVAŞ
İkinci Danışman:
Dr. Öğr. Üyesi Berna COŞKUN ONAN
BURSA-2019
ÖZET
Yazar Adı ve Soyadı:
Salih GEZEN
Üniversite:
Bursa Uludağ Üniversitesi
Enstitü:
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Anabilim Dalı:
Sanat Tarihi
Bilim Dalı:
Türk-İslam Sanatları
Tezin Niteliği:
Yüksek Lisans
Sayfa Sayısı:
Xvı+386
Mezuniyet Tarihi:
1. Danışmanı:
Dr. Öğr. Üyesi Doğan YAVAŞ
2. Danışmanı:
Dr. Öğr. Üyesi Berna COŞKUN ONAN
1950-1970 SANAT ORTAMINDA “İŞ VE İSTİHSAL SERGİSİ”
Bu araştırmanın amacı, Türk sanatının yüzyıllara dayanan figüratif geleneğinin
temel eğilimlerinin neler olduğunu belirli araştırma soruları yoluyla ortaya koymak ve
buradan
hareketle,
Batı’ya
dönük
sanatsal
değişimin
temel
göstergelerini
anlamlandırmaktır. Bu amaçla araştırmanın her bölümünde, içeriğin kapsamına yönelik
araştırma soruları sorularak kuramsal bir çözümleme yöntemi uygulanmıştır.
Araştırmanın Türk sanatında geleneğe bağlılık ve modernleşme arasındaki gerilime
tanıklık eden olaylardan biri olarak ele alınan “İş ve İstihsal Sergisi”, bu dönüşümün
önemli göstergelerinden biri olarak bağlamın merkezine oturtulmuştur. 1954 yılında,
Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu yıldönümü nedeniyle düzenlediği ‘’İş ve İstihsal’’
konulu resim ve afiş yarışması, birçok anlamda Türkiye’de modern sanattan çağdaş
sanata geçişin ilk ödüllendirildiği jürili etkinlik olarak bilinmektedir. Etkinlik, dönemin
toplumsal ve siyasi ortamı bağlamında etkileşimler ve değişimler gibi çeşitli başlıklarda
ele alınmıştır. Yarışmada Aliye Berger’in birinci olması nedeniyle soyut sanatın destek
bulması ve Lhote Kübizmini (Anadolu Kübizmi) savunan akademik anlayışın güç
kaybetmeye başlaması, yarışmanın Türk sanatını etkileyen önemli sonuçları arasındadır.
Araştırmanın sonuç bölümü, girişte bağlamı oluşturan soruların bölümler arasında
kurulan bağlantıları üzerinden yazılmıştır. Bu sonuçlar arasında; Türk sanatında
v
geleneğin oluşumu, değişen ve değişmeyen kültürel değerler, Batıyla kurulan sanatsal
iletişim, soyut sanatın Avrupa ve Amerika’daki gelişimi, Türk sanatında Batıya dönük
sanat anlayışının oluşumu, ve serginin değerlendirilmesi ve Türk sanatı açısından önemi
gibi kısımlar bulunmaktadır. Bunlardan ayrıca önem taşıyanlar, sergi bağlamında
yaşanan sanatsal değişimler, serginin Türk sanatı açısından önemi ve 1950-1970 sanat
ortamıdır. 1950-70’li yıllar, serbest ekonomi ve politik ortamın olanaklarından
yararlanan bankalar ve galeriler gibi özel kurumların, Cumhuriyet döneminde sanata
devlet tarafından verilen destek ve girişimleri sahiplendikleri bir dönemdir. Bu yıllar
aynı zamanda, bu özel kurumların sanata mekân bulunması için çaba içerisinde
oldukları ve sanatçıya teşvik edici girişimlerde bulundukları dönüşüm yılları olmuştur.
Kurumların bilinçli koleksiyonerlik ve galericilik çabaları, İstanbul dışında İzmir ve
Ankara’da da sanat faaliyetleri konusunda öncü niteliktedir. Türk sanatı anlamında
kimlik kaygılarının gelenekle ilişkisinin şekillendiği ve bireysellik arayışlarıyla
sergilenme imkanı bulduğu bu dönem aynı zamanda özel kurumlar olan galerilerin
arttığı, örgütlendiği ve galericiliğin bir meslek haline geldiği dönem olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Aliye Berger, Yapı ve Kredi Bankası, Soyut Sanat,
Yarışma, Türk Sanatı.
vi
ABSTRACT
Name and Surname:
Salih GEZEN
University:
Bursa Uludağ University
Institution:
Social Science Institution
Field:
Art History
Branch:
Turkish-İslamic Arts
Degree Awarded:
Master
Page Number:
Xvı+386
Degree Date:
1. Consultant:
Dr. Öğr. Üyesi Doğan YAVAŞ
2. Consultant:
Dr. Öğr. Üyesi Berna COŞKUN ONAN
“WORK AND PRODUCTİON EXHİBİTİON” İN-BETWEEN 1950-1970
ART ENVİRONMENT
The purpose of this research, to reveal the basic tendencies of the figurative
tradition of Turkish art that goes back to centuries, through certain research questions
and from this point of view to understand the main indicators of artistic change towards
the West. For this purpose, a theoretical analysis method was applied by asking the
research questions about the content of each part of the research. The “Work and
Employment Exhibition”, which is considered as one of the events that witnessed the
tension between the commitment to tradition and modernization in Turkish art, has been
placed at the center of the context as one of the important indicators of this
transformation. In 1954, painting and poster competetion that organized by Yapi ve
Kredi Bank due to the tenth anniversary of " Work and Employment Exhibition", is
known with many respects such as the first jury awarded event of the transition from
modern art to contemporary art in Turkey. The activity has been discussed in various
topics such as interactions and changes in the context of the social and political
environment of the period. As Aliye Berger came first in the competition, gaining
support abstract art and the academic understanding defending Lhote Cubism
vii
(Anatolian Cubism) begining to lose power, are of the important results of the contest
affecting Turkish art. The conclusion section of the research, the questions that make up
the context in the introduction are structured over the connections between the all
sections. Among these results; the formation of tradition in Turkish art, changing and
unchanging cultural values, Artistic communication with the West, the development of
abstract art in Europe and America, the formation of understanding in Turkish art facing
Western art, and the evaluation of the exhibition and its importance for Turkish art. Of
these, also important, artistic changes in the context of the exhibition, the importance of
the exhibition in terms of Turkish art and 1950-1970 art environment. Private
institutions such as galleries and banks benefiting from the opportunities of free
economy and political environment, possesed the initiatives and supports for art,
provided by government in the Republican period, in 1950-70s. These years were also
transformation years, which these private institutions endeavored to find a place for art
and made attempts to encourage the artist in. Conscious collecting and efforts of
institutions for art dealing, are also pioneer initiatives in art activities in Izmir and
Ankara besides Istanbul. It was the period, in which the relationship between identity
concerns and tradition shaped by means of Turkish art, organizers and galleries became
a profession and also the galleries, which were private institutions increased, as well.
Keywords: Aliye Berger, Yapı ve Kredi Bank, Abstract Art, Competition,
Turkish Art.
viii
ÖNSÖZ
Sanat yaşamıma iki kadın çok büyük izler bırakmıştır. İlk kadın, Öğr. Gör. Dr.
Ebru Nalân Sülün’dür. Ebru hocam, beni plastik sanatlar alanına yönlendiren ve alanı
sevdiren kişidir. Gerek bu konuyu araştırmama vesile olması gerekse anahat planı
oluşturmam konusunda yardımları ve yönlendirmeleri sayesinde konuya hâkim
olabildim. Sanat yaşamımda iz bırakan ikinci kadın ise Dr. Öğr. Üyesi Berna Coşkun
Onan’dır. Yanına ilk gittiğim günden son güne kadar gerek verdiği kitaplar gerekse
tezin biçimsel düzenleme konusundaki yardımlarıyla, maddi-manevi her konuda
yanımda olduğu için çok şanslıyım. Bu iki kadın, sanatseverliğimi ve sanat eleştirisi
konusunda gelişmemde öncü olmuş ve her türlü destekleri gelişmemi sağlamıştır. Bu
kadınların benim için unutulmayacak iki idoldür. Kendilerine her zaman minnettar
kalacağımı, aynı zamanda görüşleri doğrultusunda ilerleyeceğimi belirtmek isterim.
Onlar için en güzel mutlulukları dilerim.
Tez Çalışmasının başından son güne kadar, yardımını esirgemeyen danışman
hocam Doğan Yavaş’a, Prof. Dr. Ahmet Kamil Gören’e, Maçka Sanat Galerisi’nden
Güler Demir’e, Akra Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi editörü Mustafa Özdemir’e,
makalemin ve tezin biçimsel düzenlemesi yapan Betül Yıldız’a ve Esin Yel’e, Yapı ve
Kredi Bankası çalışanları Veysel Uğurlu ve Mine Haydaroğlu’na, Prof. Dr. Burcu
Pelvanoğlu’na, Doç. Dr. Zeynep Yasa Yaman’a, Candaş Keskin’e, Uludağ Üniversitesi
Kütüphanesi çalışanı Özgün Kayıtmaz’a, Özkan Eroğlu’ya ve daha adını sayamadığım
kişi ve kurumlara yardımlarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Sevgilerini ve desteklerini hiçbir zaman esirgemeyen ve her fırsatta “Oğlum, oku
ki yeni nesiller bilinçlensin, oku ki bu cehalet bitsin.” diyen biricik anneciğim Perihan
Gezen’e ve babacığım Musa Gezen’e saygılarımı ve sevgilerimi sunuyorum. Tabiki
ailemin geri kalan üyelerinden Sabriye Yılmaz, Ayşe Ekinci, Hafize Yılmaz ablalarıma,
abim Mehmet’e, kardeşlerim Kâmil, Sait, Abdullah, Nuriye, Zilan ve Şilan’a gerek
verdikleri moral gerekse sevgilerini eksik etmedikleri için minnet duyuyorum. Bu
araştırmamı sevgili aileme adamaktan büyük onur duyuyorum.
Salih GEZEN
BURSA-2019
ix
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
ÖZET…………………………………………………………………………………...V
ABSTRACT……………………………………………………………..…………...Vİİ
ÖNSÖZ…………………………………………………………………...…………....İX
İÇİNDEKİLER………………….………...…….…………………………………..…X
KISALTMALAR……………………………………………………………...……XVİ
GİRİŞ……………………………………………………………………………………1
BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRK RESMİNİN TARİHSEL DEĞİŞİMİ
1. PLASTİK VE SOSYAL BAĞLAMDA TÜRK RESMİNİN DEĞİŞİM SERÜVENİ
1.1. TÜRK RESİM SANATININ KÖKLERİ: COĞRAFYA, DİN VE
MEDENİYETLER………………………………………………………………………..6
1.2. MİNYATÜRDEN RESME GİDEN UZUN YOL: İMPARATORLUK DÖNEMİ
VE NAKKAŞLAR……………………………………………………..………………...14
1.3. BATI’YA DÖNÜK RESİM ANLAYIŞININ KABULÜ: KAPILARI
ARALAMAK……………………………..……………………………………………...22
1.3.1. Batılı Sanat Algısını Oluşturmak: Eğitim Girişimleri……………………...27
1.3.2. Türk Resminin Öncüleri: Geleneği Oluşturanlar…………...……………...31
1.3.3. Modern Türk Sanatını Kurgulamak: Plastik Bir Dil Tasarımı……...……..38
1.4. BAĞIMSIZ SANATÇI GRUPLAŞMALARI VE SANAT OLAYLARI.............50
1.4.1. Türk Resminde ‘’Dördüncü’’ Kavrayış: d Grubu………………………….53
1.4.2. Savaş Sonrası Sanat Ortamında Yeni Bir Söylem: Yeniciler Grubu…….....58
x
İKİNCİ BÖLÜM
AVRUPA’DA SOYUT YAKLAŞIMLAR: YÖNELİMLER
2.
20. YÜZYIL AVRUPA RESİM SANATINDA TEMEL EĞİLİMLER
2.1. GÖRME’NİN TARİHİ: NESNE İLE KURULAN İLİŞKİ………………………..62
2.2. SOYUT, SOYUTLAMA VE NON-FİGÜRATİF..................................................67
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1950-70 SANAT ORTAMINDA DÖNÜŞÜMLER: GRUPLAR, SANAT ORTAMI,
SERGİLER VE DURUM
3.
1950-1970 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE’DE SANAT ORTAMI
3.1. SANAT DÖNÜŞÜMLERİ: DÖNEMİN SANATSAL ETKİLENİMİ AÇISINDAN
YORUMLAMAK………………………………………………………………………..71
3.1.1.Toplumsal Yaşam Ve Kültürel Ortam………………………………………77
3.1.2 Siyasi Ve Ekonomik Durum…………………………………………….…..80
3.2. SERGİLER…………………………………………..…………………………...82
3.2.1. İnkılâp Sergileri………………………………………………...…………..83
3.2.2. Devlet Resim ve Heykel Sergileri………………………………....……….84
3.2.3. Halkevleri Sergileri………………………………………………...…........86
3.2.4. Yurt Gezileri Sergisi………………………………………………………..87
3.2.5. Köy Enstitüleri……………………………...………………………....……90
3.2.6. Vilayet Tabloları Sergisi………………………………………………...….91
3.3. TÜRK RESMİNDE SOYUT YAKLAŞIM……………...……………………....94
3.3.1.Türk Sanatında Soyut Resmin Sınıflandırılması…………………...……...106
3.3.1.1. Geometrik Soyutlamacılar………………………………………...107
3.3.1.2. Lirik Soyutlamacılar……………………………………………....109
3.3.1.3. Geometrik Non-Figüratif..............................................................112
3.3.1.4. Lirik Non-Figüratif………………………………………………..114
3.4. DÖNEMİN SANAT GRUPLARI………………………………………………117
3.4.1. On’lar Grubu………………………………………………………………117
3.4.2. Tavanarası Ressamları………………...…………………………………..123
xi
3.4.3. Yenidal Grubu…………………….……...……………………………….125
3.4.4. Siyah Kalem Grubu………………………...……………………………..127
3.4.5. Mavi Grup…………………………….……...……………………………127
3.4.6. Akatünvel Sanat Topluluğu…………………....………………………….128
3.4.7. 1970’lere Doğru “Figüratif” Arayışlar…………...……………………….131
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SANAT KURUMLARI:
GALERİLER, ELEŞTİRİ KURUMLARI, BANKALAR
4.
SANAT
KURUMLARI:
GALERİLER,
ELEŞTİRİ
KURUMLARI,
BANKALAR
4.1. DÖNÜŞÜMÜN BELİRLEYİCİSİ KURUMLAR: GALERİLER..…………….133
4.1.1. Türkiye’de Galerileşme Olgusu ve Sanat Galerilerinin Gelişimi……...….136
4.1.1.1. Dönüşümün İlk Adımı: Maya……………………………………..136
4.1.1.2. Açılan Diğer Özel Sanat Galerileri………....…………….……….137
4.1.2. Sanat Galerisinin Kültürel Sorumlulukları…………...…………………...141
4.1.3. Sanat Piyasasında Galeriler……………………………………………….142
4.1.4. Modern Sanat’tan Çağdaş Sanata Geçiş Yıllarında, Türkiye Sanat
Piyasası………………………………………………………………………………..144
4.2. ELEŞTİRMENLER VE ELEŞTİRİ KURUMLARI ÖRGÜTÜ: AICA…..…….149
4.2.1. AICA………………………………………………………...…………....149
4.2.2. V. AICA Kongresi……………………………………………….………..154
4.3.TİCARİ KURULUŞLARIN SANAT PİYASASINDA VARLIK GÖSTERMESİ:
BANKA GALERİLERİ VE ETKİLERİ………………………………………………...158
4.3.1. Akbank Sanat Galerisi……………………...……….…………………….161
4.3.2. Garanti Bankası Galerisi……………………...…………………….…….163
4.3.3. İş Bankası Sanat Galerisi………………………...………………………..164
4.3.4. Merkez Bankası…………………………………...……………………....168
4.3.5. Yapı ve Kredi Bankası……………………………...………….………….169
4. 3.5.1. Yapı ve Kredi Bankasının Tarihçesi………....……….…….…….169
4.3.5.2.Yapı ve Kredi Sanat Galerisi…………………....…..……………..177
xii
BEŞİNCİ BÖLÜM
SANAT ETKİNLİKLERİ YARIŞMALAR: İŞ VE İSTİHSAL
5.
İŞ VE İSTİHSAL YARIŞMASI VE SERGİSİ
5.1. BİR YARIŞMA PLANLAMAK: TEMAYI BELİRLEMEK………...…….....….181
5.1.1. Jürinin Belirlenmesi………………………………………...……………..184
5.1.1.1. Lionello Venturi………………………...……………..………….185
5.1.1.2. Herbert Read……………………………………………..………..186
5.1.1.3. Paul Fierens………………………………………………….……186
5.1.2. Yarışmaya Katılan Eserler……………………………………….………..187
5.1.2.1. Resim Yarışması Alanında…………...…………………………...187
5.1.2.2. Afiş Yarışması Alanında…...…….……………………….………191
5.1.2.3. Folklor Yarışması Alanında….…….………………………….…..192
5.1.2.4. Diğer Branşlardaki Yarışma………….…………………………...195
5.1.3. Değerlendirme Süreci…………………………………………..…………197
5.2. DERECEYE GİRENLER ……………………………………………....………200
5.3. BASINDA SERGİ ……………………………………………….………..……207
5.4. SERGİNİN TÜRK SANATI AÇISINDAN ÖNEMİ………………………..….216
ALTINCI BÖLÜM
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
DEĞERLENDİRME……………………………………………………...…………226
1. Bölümün Değerlendirilmesi…………………………………………….…226
2. Bölümün Değerlendirilmesi……………………………………………….227
3. Bölümün Değerlendirilmesi……………………………………………….228
4. Bölümün Değerlendirilmesi…………………………………………….…228
5. Bölümün Değerlendirilmesi……………………………………………….229
SONUÇ …………………………………………………………………..…..………231
KAYNAKÇA…………………………………………………………………………240
GÖRSEL LİSTESİ…………………………………………………………………..259
xiii
GÖRSELLER………………………………………………………………..………263
EKLER……………………………………………………………………………….317
Ek-1: İnas Sanayi-i Nefise Mektebi Yönetmeliğinde Belirtilen Derslerin
Süreleri ve Programda Yer Alma Düzenleri, Sınav Tipleri ve Sınıf Atlama
Kuralları……………………………………………………………………………...317
Ek-2: 1923-50 Yılları Arasında Sanat ve Sanatı Etkileyen Etmenler…….318
Ek-3: 1950’den Günümüze Sanat ve Sanatı Etkileyen Etmenler…….…...319
Ek-4: Vilayet Tabloları Sergisi İçin Mahmut Cûda’nın Kabul Edildiğine
Dair Mektubu………………………………………………………………………...320
Ek-5: Avni Memedoğlu tarafından kaleme aldığı “Yenidal Grubu Ressam
ve Yontucuları’nın Sanat Bildirgesi”………………...…………….…………….…321
Ek-6: Avni Memedoğlu’nun tutuklanmaları hakkında söyledikleri ve
haklarında açılan davadan çıkan karar…………………………………………....323
Ek-7: Beral Madra ile AICA Hakkında Söyleşi……………………………325
Ek-8: Bir Ressamın Sancılı Doğumu, Türk Ressamları Beynelmilel Sanat
Jürisi Karşısına Çıkacak…………………………………………………….………328
Ek-9: Aliye Berger Anlatıyor………………………………………..………329
Ek-10: V’inci Beynelmilel Sanat Tenkidcileri Kongresi……...…..……….333
Ek-11: Hakkı Anlı ile Bir Konuşma………………………………...………336
Ek-12: San’at Tenkitcileri ve Bir Netice……………………………………337
Ek-13: Cemal Tollu’nun Tenkidçiliği………...…………………………….341
Ek-14: Bir, İki, Üç……………………………………………………………345
Ek-15: Münekkidlerin Tenkidi……………………………………...………349
Ek-16: Kalkınan Türkiye……………………………………………………351
Ek-17: Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. II…………………...…354
Ek-18: Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. III……...…….……….357
Ek-19: Bir Jürinin Kopardığı Fırtına I…………………………………..…360
Ek-20: Bir Jürinin Kopardığı Fırtına II…………………………………....362
Ek-21: Bir Jürinin Kopardığı Fırtına III………...………………………...363
Ek-22: Üç Sanat Tenkidçisinin Türk Sanatına Dair Görüşü…...……..….365
Ek-23: Hakeme İtiraz, Jüriye İtiraz……………………………...…………368
Ek-24: Bir Müsabaka ve Bir Ders………………………………………..…369
xiv
Ek-25: Füreya Koral ile Söyleşi - Alyoşa Efsanesi…………………………370
xv
KISALTMALAR
Adı geçen gazete
Adı geçen eser
Adı geçen yer
Adı geçen makale
Sayfa aralığı
Editör
Çeviren(ler)
Cilt
Türk Tarih Kurumu
Türkiye Cumhuriyeti
a.g.g.
a.g.e.
a.g.y.
a.g.m.
s.s.
Ed.
Çev.
c.
TTK
TC
Sayı
Sayfa
Bakınız
Milli Eğitim Bakanlığı
s.
s.
Bkz.
MEB
Adı Geçen Tez
Yapı Kredi Yayınları
Ve diğerleri
Demokrat Parti
Cumhuriyet Halk Partisi
Ve benzeri
a.g.t.
YKY
vd.
DP
CHP
vb.
xvi
GİRİŞ
1950-1970 Sanat Ortamında “İş ve İstihsal Sergisi” adlı bilimsel araştırmada,
Yapı ve Kredi Bankası’nın 1954 yılında düzenlenmiş olduğu “İş ve İstihsal” konulu
yarışmanın, Türk Sanat Tarihi açısından hangi bağlamlarda önemli olduğu konusunda
kapsamlı bir değerlendirme sunmak amaçlanmıştır. Bu değerlendirme sürecinde, 19501970 yılları arasında sanat ortamında bankalar, galeriler ve AICA örgütünün
incelenmesine yoğunlukla yer verilmiş ve bunun yanı sıra; literatürde az değinilen
konulara, sanatsal dönüşümlere, kurulan gruplara, sergilere, özel banka kurumlarına,
gerçekçi ve betimsel bir anlayışla yaklaşılmıştır. Türk Sanatı’nda, ilklerin yaşandığı
Cumhuriyet döneminde, bu konulardan beslenen kurumların, galerilerin ve sanat
gruplarının tanıtımı yapılarak bu geçişin başlıkları üzerinde durulmak istenmiştir.
Bu çalışmada, Türkiye’de sanat ortamının 1950’den ve 1970’lere siyasi, kültürel
ve sanatsal gelişmeler yoluyla incelenmesi amaçlanmıştır. Belirlenen bu kesit yoluyla,
Türk Sanatı tarihinde dönemsel bağlamda bir bellek oluşturmak, kuşaklar arasındaki
değişime dikkat çekmek ve çağdaş sanata hazırlanan zeminin tanımlanması bağlamında
bir girişimde bulunulmak istenmiştir. Çalışma altı bölümden oluşmaktadır. Türkiye’de
sanatın 1950-1970 sanat ortamının araştırıldığı tezde, modernitenin simgesi haline gelen
soyut sanatın ele alındığı ve belirlenen tarihlerde bankaların yapmış olduğu kültür sanat
faaliyetleri incelenmiştir. Soyut sanatın dönüşümü ve sanat literatürüne verdiği katkılar
üzerine bilimsel ve gerçekçi söylemle tanıtıldığı, Avrupa ve Amerika’da yaşanılan
dönemsel etkilerle Türk sanatına yansıyan izleri hakkında bir metodolojiyle ele
alınmıştır. Soyut sanatın Liberal söylemle özgür bir ortamda sağladığı bilinçlenmeyi,
sanatın dönüşümü açısından 1954 yılında yapılan İş ve İstihsal Yarışması, döneme
verdiği katkılar incelenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinde oluşan sanat olayları ele
alındığı gibi araştırılan yarışmanın bu ortamda verdiği katkılar ve sanatımızdaki yeri
açısından betimsel bir teknikle bilime katkı vermek istenmiştir. Birinci Bölüm’de Orta
Asya’dan Anadolu’ya uzanan köklü süreç, araştırma bağlamının temel yapısını
oluşturan resim sanatı açısından araştırılmış ve sunulmuştur. Türk Sanat Tarihi
geleneksel minyatür sanatının oluşum evreleri ve Uygur sanatının, Türklerin ilk yurdu
olan Orta Asya’dan Anadolu’ya geçirmiş olduğu süreci betimlenerek genel bir kapsam
oluşturulmak istenmiştir. Anadolu Türk resminin, Osmanlı İmparatorluğu’na ve
kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950’li yıllara kadar yaşadığı dönüşümü ele
1
alınmıştır. Plastik ve sosyal bağlamda Türk resminin değişim serüveni, coğrafya, din ve
Türk medeniyetleriyle özdeşleşmesi Türk sanatının kurumsal kimliğe kavuşmaya
başladığı ve özgünlüğünün inşa edildiği resim anlayışı açısından incelenmiştir. Orta
Asya’dan Anadolu’ya; Anadolu’da hâkim güç olan Anadolu Selçuklu, Beylikler,
Osmanlı ve son olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat olaylarının 1950’lere kadarki
süreci birinci bölümde anlatılarak konumuz için temel bilgiler ve düşünceleri
temellendirilerek konuya bilgi birikimi ile başlamak hedeflenmiştir. Bu bölümde, veri
toplama süreci, aşağıdaki araştırma soruları yoluyla gerçekleştirilmiştir.
Türk sanatında geleneğin konumu nedir?
Türklerin toplumsal gelişme süreci içinde yarattıkları ve sanatlara yansıyan
maddi ve manevi değerler nelerdir?
Türk resim kültürü nasıl oluşmuştur?
İkinci Bölüm’de, Türkiye’de ve Avrupa’da moda haline gelen Soyut Sanat
anlayışı temel etmenleri üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır. Soyut sanatın Avrupa’da
ortaya çıktığı, olgunlaştığı ve yayıldığı önemli şehirler Moskova, Paris, Berlin
bağlamlarında ve New York ile çağdaş sanatın merkezi ve kavramsal kırılmalar
bağlamında ele alınmıştır. 20. yy.’ın büyük olayları Birinci ve İkinci Dünya
Savaş’larının psikolojik etkileriyle açığa çıktığı kabul edilen soyut sanat, bu dönemde
plastik yapı üzerinden renkçi ve geometrik üsluplar tekelinde incelenmiştir. Bu bölümde
eserlere aşağıdaki sorular çerçevesinde yaklaşılmış ve genel bir perspektif sunulmaya
çalışılmıştır:
Soyut sanatın oluşumunda ortaya çıkan felsefe ve toplumsal farklılıklar nelerdir?
Rusya’dan Amerika’ya soyut sanat, nasıl bir plastik dönüşüm geçmiştir?
Tezin üçüncü bölümü, 1950-1970 yılları arasında Türkiye’deki sanat ortamından
bahsedildiği, toplumsal yaşam, kültürel ortam, siyasi ve ekonomik durum olarak
dönemin sosyo-kültürel açıdan tanımlandığı bölümdür. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte,
İnkılâp, Devlet Resim ve Heykel, Halkevleri, Yurt Gezileri, Köy Enstitüleri, Vilayet
Tabloları gibi sergi faaliyetleri kapsamlı bir şekilde açıklanmıştır. Türk resminde soyut
sanat belirlenen tarihler aralığında yaygın olarak kabul görmüş Nurullah Berk ve Adnan
Turanî’nin tipolojisine dayanan analitik bir yöntemle incelenmiştir. Dönem aralığında
kurulan bağımsız sanat gruplarından On’lar, Tavanarası Ressamları, Yenidal, Siyah
Kalem, Mavi Grup, Akatünvel Sanat Topluluğu gruplarının faaliyetleri incelenmiş ve
2
plastik etkilerle Türk sanatı açısından önemine vurgu yapılarak açıklanmıştır. Bu
bölümde şu sorularla yola çıkılmıştır:
Türk toplumuna özgü düşünce ve sanat eserleri nelerdir?
Türk kültürünün izleri nasıl araştırılmalıdır?
Toplumsal değişimin yaşandığı 1950-70 sanat ortamında toplum ve sanat
arasındaki etkileşim nasıldır?
1950 sonrası dünyada sosyal, ekonomik, kültürel ve sanatsal olayların Türk
resmine nasıl yansımaları olmuştur?
1950-70 sanat ortamında kurulan gruplar, Türk kültüründen hangi izleri taşıyor?
Kurulan sanat grupları, hangi amaçlarla kurulmuş ve nasıl son bulmuştur?
Nurullah Berk ve Adnan Turanî’nin, geliştirdikleri soyut sanat tipolojisi, hangi
sanatsal temellere dayanmaktadır?
Dördüncü Bölüm’de sanat kurumlarının incelendiği, galerilerin, bankaların
tanıtıldığı ve eleştiri kurumlarının başında yer alan AICA örgütünün kurulduğu çok
boyutlu bir süreç ele alınmıştır. Kültür-sanat hayatımızda bu kurumların konumunun
tartışılmaya başlandığı bu bölümde, 1970’lerin sonuna kadar Türkiye’de açılan diğer
özel kurumlar tanıtılmıştır. Bununla beraber, Türkiye’de sanat piyasası açısından
galerilerin sanat yönetimine katkıları ele alınmıştır. AICA’nın da içinde olduğu eleştiri
kurumları arasında, Türkiye’nin bulunma durumunun tartışıldığı bölümde, Türkiye’nin
Avrupa ile birlikte girdiği dönüşüm ele alınmıştır. Dördüncü bölümde Ticari
kuruluşların sanat piyasasında varlık göstermesi açısından bankaların rolü ve kültürsanat açısından önemi tartışılmıştır. Bu tartışmayı destekleyecek nitelikte örnek olarak
Yapı ve Kredi Bankası’nın Türk resmi açısından önemine değinilmiş ve banka-galeri
olgusu açısından hangi konumda olduğu incelenmiştir. Bu incelemede, bu tür
kurumların koleksiyonerliğe katkısı bağlamında önemli sonuçlar elde edilmiştir. Bu
bölüm için sorular şunlardır:
Türk Sanatının gelişimi açısından dünyasının geleceği ile ilgili olarak galerilerin
rolü nasıl açıklanabilir?
Resimde yaşanan değişimler, galeriler ve koleksiyonerler tarafından nasıl
karşılanmıştır?
Galericilik faaliyetleri konusunda tüzel kişiler (şirketler) veya bankaların görüş
ve yaklaşımları nasıl olmuştur?
3
1950-1970 arası dönemde, bankaların sanata yaklaşımları nasıl açıklanabilir?
Beşinci Bölüm’de Yapı ve Kredi Bankası’nın kuruluşunun onuncu yılı olması
nedeniyle düzenlemiş olduğu “İş ve İstihsal” konulu sanat yarışması, Türk sanatı
açısından önemli konu olmuştur. Bu yarışmanın planlanması, jürinin belirlenmesi,
yarışmaya katılan eserler, değerlendirme süreci, dereceye girenler, basında sergi ve
serginin Türk sanatı açısından önemi gibi başlıklarla modern sanattan çağdaş sanata
geçiş vurguları yapılarak her yönüyle incelenip açıklanmaya başlanmıştır. Bölüm için
sorular sorular şunlardır:
İş ve İstihsal konusunun seçim sebepleri nelerdir?
Serginin modernist bağlamda Türk resmine ve Türk sanatına etkileri nelerdir?
Modern anlamda Türk resmi için bu sergi ne anlam taşımaktadır?
Yarışmanın Türk sanat tarihi açısından önemi nedir?
Modern sanat ile çağdaş sanat arasındaki geçiş anlamında serginin konumu nasıl
açıklanabilir?
Tez çalışmasının değişik aşamalarında araştırmayı zorlaştıran sorunlarla
karşılaşılmıştır. 1950-1970 sanat ortamı açısından dönemin araştırılması noktasında,
veri toplamak, gerçek basılı belgelere ulaşmak açısından sürecin uzamasına neden
olmuştur. Tezin odak noktasını oluşturan Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu
“İş ve İstihsal Sergisi” hakkında bilgi toplanması ve dönemin gazetelerine ulaşılması
zorlukların başında gelmiştir. Yarışma birçok alanda yapılmıştır. Resim, afiş, müzik,
senaryo ve folklor dallarında yapıldığını ve bu açıdan resim dışında pek bilgiye
ulaşılmadığı veya resim sergisine katılan tabloların birçoğuna ulaşılamadığı ve nerede
olduğunun dahi bilinmediği sorunu ile karşılaşılmıştır. Gazetelerde yazılan yazıların
dışında ulaşılan diğer tüm bilgiler, genellikle birbirini tekrar eden ve yüzeysel
niteliktedir.
Araştırmada; YÖK tez merkezi, Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi, Yapı ve
Kredi Kütüphanesi, Salt Galata Kütüphanesi, Bursa Uludağ Üniversitesi Kütüphanesi
gibi kurumların arşivlerinden hareketle birincil ve ikincil kaynaklar üzerinden bir
yöntem kullanılmıştır. 1950-1970 yılları arasında basılmış gazete ve dergilerde yarışma
ile ilgili bilgilere ulaşıldığı gibi 1950’lerden sonra bu yarışma çerçevesinde döneme ışık
tutacak kaynaklardan da yararlanılmıştır. Teze katkısı olan gazete ve dergilerden
bazıları; Sanat Çevresi, Sanat Dünyamız, Cumhuriyet, Akşam, Antik ve Dekor, Vatan,
4
Yeni Sabah, Dünya, Zafer, Akşam, Halkçı, Akis, Yeditepe, Varlık, Türkiye’de Sanat,
Yeni İstanbul, Toplum ve Bilim’dir. Bu gazete ve dergiler taranmış, internet
araştırılması yapılmış, makale ve kitaplar fotokopileştirilerek geniş bir arşiv
hazırlanmıştır.
5
BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRK RESMİNİN TARİHSEL DEĞİŞİMİ
1. PLASTİK VE SOSYAL BAĞLAMDA TÜRK RESMİNİN DEĞİŞİM
SERÜVENİ
1.1. TÜRK RESİM SANATININ KÖKLERİ: COĞRAFYA, DİN VE
MEDENİYETLER
Bir toplumda belli bir sanat anlayışının oluşması için uzunca bir sürece ve çeşitli
bağlamlarda kültürel birikimlere ihtiyaç vardır. Ülkemiz için bu sürecin ilk evresini Orta
Asya’dan Anadolu’ya geniş bir coğrafyada hâkimiyet kurmuş olan Türk devletlerine
bağlamak gerekir.
Orta Asya kültürünün yayılma alanı, Hazar denizi ve İran’da
başlayarak; kuzeyde, Sibirya, güneye Himalaya dağlarına kadar uzanır. Bu topraklarda
çöl ve bozkırlar arasında akan nehir kıyılarındaki yeşil alanlarda Uzak Doğu’dan
Bizans’a kadar bir kervan yolu geçiyordu. 6-10. yüzyıllar arasında bu topraklarda birçok
devletin kurulduğunu ve bu dönemde önemli kültür merkezlerinin varlığını
kaynaklardan öğrenmekteyiz. Orta Asya, değişik kültürlerin karşılaştığı, İran-Sasani,
Hint ve Çin gibi köklü medeniyetleri barındırır. Kuşkusuz İran ve Çin kendi çevrelerini
etkileyen en önemli kültür merkezlerinin başında yer alır. Ortak bir kültürün
çeşitlenmesi ile oluşan Orta Asya kültürü, bu sayede bugün özgün olarak günümüze
kadar gelmiştir1.
Türk sanatının geliştiği ilk yer Orta Asya ve İç Asya’dır. Bu açıdan Sanat Tarihi
ve Arkeoloji açısından önemli olan Asya toprakları, Türk Sanatının kurumsal kimliğe
kavuşmaya başladığı ve özgün ilke ve tekniklerin burada inşa edildiği görülür. Asya’nın
coğrafyasına baktığımızda; yüksek sıradağlar, bu dağlar arasında yer alan geniş
havzalar, platolar ve çöl alanlarının meydana getirdiği doğa şartlarına sahiptir. Görsel
1’de görüldüğü gibi Anadolu’dan başlayan sıradağlar, Hindistan’ın kuzeybatısında iki
kola ayrılmakta, güneyde Himalayalar, Çin Hindi’ne kadar uzanmakta; kuzeyde Tanrı
Dağları ve kuzeydoğusundaki Bering Boğazına kadar ulaşılmaktadır. Kuzeyde Ob ve
1
Mazhar Şevket İpşiroğlu, “Bozkır Rüzgârı” Siyah Kalem, 1. Basım, İstanbul: Ada Yayınları, 1985, s.28.
6
onun kolu İrtiş, Orta Sibirya’dan Moğolistan’a kadar uzanan Yenisey, Çin’de Sarı
Irmak gibi Asya’nın en önemli akarsularıdır2.
Türk sanat tarihinde özgün bir devlet anlayışına sahip olan Uygurlar, tam
anlamıyla yerleşik hayata geçilmesi açısından, sanatımızda devrim sayılabilecek
gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Bu dönemde oluşan sanat faaliyetleri,
İslamiyetten sonraki Türk sanatını ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar geniş bir
coğrafyada sanat etkisini gösterecektir3. Uygur devri, şehircilik anlamında da önemli
kentleri barındırır. Barkul, Kuça, Beşbalık, Turfan, Aksu, Hoço, Toyuk, Murtuk,
Bezeklik, Kızıl, Karaşehir bu şehirlerin en önemli yerleşmelerindendir4.
Orta Asya’daki resim üslubu, 6-7. yüzyıllar arasında Uygurlar vasıtasıyla
başlamıştır. 8. yüzyıldan itibaren duvar resimleri ile ortaya çıkan Uygur devletinin bu
üslubu, zamanla bütün Orta Asya ülkelerinde etkili bir biçimde görülmeye başlamıştır5.
Bu şehirlerde bulunan arkeolojik kalıntılardan anlaşılacağı üzere Budist ve Maniyerist
dönemden kalan duvar resimlerindeki kalıntılar, Türk resmi açısından bilinen en eski
örnekleri oluşturmaktadır. Uygur şehirlerinde bulunan duvar resimleri, Görsel 2’de
olduğu gibi 8-9. yüzyıl olarak tarihlendirilmektedir6. Buluntularda ele geçirilen
Arkeolojik veriler göz önüne alındığında, figüratif anlatımlarda rahipler, vakıf yapanlar
ve müzisyenler tasvir edilmiştir7.
Doğu Türkistan’da resim sanatının geliştiği merkezlerin daha çok İpek Yolu’nun
geçtiği bölgeler üzerinde yer alması, ticaret yoluyla Anadolu’ya kadar gitmesine zemin
hazırlamıştır. Uygur resmi geleneklerinin izlerini taşımakla birlikte kabul ettikleri din
olan Maniyerizm ve Budizmin ikonografisinin de etkileri görülmektedir8.
Uygur sanatının resim üslubunda simetrik bir düzen vardır. Koyu mavi ve
kırmızının yoğunlukta olduğu parlak renklerin kullanıldığı, yapılan duvar resimlerinden
Yaşar Çoruhlu, Erken Devir Türk Sanatının ABC’si, 2. Basım, İstanbul: Kabalcı Yayınevi Yayınları,
1998, s.9-10.
3
Çoruhlu, a.g.e., s.9-102.
4
a.g.e., s.9-103.
5
a.g.e., s.9-115.
6
Minyatürlerin Türk resminin başlangıcı olarak değerlendirilmesi ve Türk sanatında minyatür
geleneğinin yeri açısından ayrıntılı bilgi için Bkz., Günsel Renda, Osmanlı Minyatür Sanatı, 1. Baskı,
İstanbul: Promete Yayınları, 2001, s.2.
7
Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, 2. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 1989, s.15.
8
Çoruhlu, a.g.y., s.9-115.
2
7
anlaşılmaktadır9. Bu duvar resimleri referans alınarak, Türk sanatının ilk örneklerinde
figüratif anlatımların önemli bir yeri olduğu konu seçimleri açısından bir çıkarım
olmakla beraber; bu anlatımlarda coğrafi özelliklerin etkisi ile kullanılan renklerin
biçimsel yapının ilk yapı taşlarını oluşturduğu düşünebilir. Turfan havzasında bulunan
Uygurlar, Mani dinini kabul ederek yerleşik hayat düzenine geçmişler. Dolayısıyla
kendi dinlerinin öğretimini sağlamak amacıyla kitaplardaki minyatürlerin kullanıldığını
Görsel 3’de görülen yerel kıyafetler ve dinin öğretimi doğrultusunda sosyal yaşamı da
bu sayede görebiliriz. İnal, Mani dini ile ilgili şunları dile getirmektedir:
“Mani’nin öğretimi güzel sanatlara dayanır. Kendisi (Mani) utun
kâşifidir ve aynı zamanda da ilk ressamdır. Firdevsi (1020), Mirhond
(1498) gibi yazarlar onun eşi benzeri olmayan bir ressam olduğunu
söylerler. Mani dininin kitabı Erteng de minyatürlü olmalıydı”10.
Kaynaklara göre bu dönemden gelen çoğu eser, duvar resimleri ile dağınık kitap
sayfalarındaki minyatürlerden oluşmaktadır. Resimlerdeki ortak üsluplara bakılacak
olursa; saçlar iki yana kıvrımlı, dolgun oval yüzler, badem gözler, hafif kıvrımlı burun
ve minik bir ağız olarak şematize edilebilir11. Bezeklik şehri harabelerinde bulunan
fresklerde de benzer özelliklerin (Görsel 5) görüldüğü ve “Top sakallı uygur prensleri
ve konik, şematik dağ şekilleri” bu dönemin karakteristik özellikleridir. Mani dininden
beslenen Uygurlar ile Budist bölgeleri olan Kızıl ve Kuca’nın, kurulacak olan İslam
devletlerini sanatsal anlamda etkilediği görülür. Burada görülen minyatürler, duvar
resimleri ve freskler İslam-Türk sanatının gelişmesinde önemli roller üstlenmiştir12.
Türk resmi incelendiğinde, 750 yılından önce “insan vücudunun diğer kısımları
gibi yüz görünümü de şemalara göre çiziliyor ve resmin altına adı yazılarak ayırt
ediliyordu”. 750 yılından sonra Uygurların etkisiyle, resmini yaptırmak isteyen kişinin
yüz hatları ve fiziki yapısı dikkate alınarak yapılmaya başlanmıştır. Duvar resimlerinde
de görüldüğü üzere bu dönemden sonra “portre” resimleri yapıldığı görülüyor Görsel
9
Aslanapa, a.g.e., s.16.
Güner İnal, Türk Minyatür Sanatı (Başlangıcından Osmanlılara Kadar), Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Yayınları, 1995, s.7.
11
a.g.e., s.6.
12
a.g.e., s.6-7.
10
8
4‘te de görmekteyiz. “Resimlerini yaptırmak isteyen kimseler tasvir ediliyor” Böylece
resimlerden anlaşılacağı üzere insanların fiziki yapıları, etnik yapıları ve uluslara göre
ayırt edici bir portrecilik (Görsel 6), bu dönemin resimlerinde önemli gelişmelerinden
biri haline gelmiştir. “Çeşitli insan grupları, Hint ve Çin rahipleri, Toharlar, İranlılar”
Uygur resimlerinde görülmeye başlanmıştır. Uygurlarda gelişmiş olan sanat gittikçe
kuvvetlenerek devam etmiş, Uygur devleti dağılınca Türklerin parlak mirası olan bu
kabiliyet, yeni hâkimiyet kuran Moğollarla batıya ve İslâm dünyasına geçmiştir13.
9. yüzyıldan itibaren Orta Asya ve Yakın Doğu’nun da Türk egemenliğine
geçmesiyle “Türk Resim Sanatı” buralarda da görülmeye başlamıştır. Ancak, İslam
öncesi Orta Asya Türk resim kaynaklarının Çin, Hint ve İran’da yerel medeniyetlerin
sanatıyla karışmış olmasından dolayı Orta Asya’da saf bir Türk sanatından
bahsedilemez14. İslamın kabulünden sonra Türk sanatında, 7. yy’da tasvir konusunda bir
kısıtlamaya gidilmez iken, 10. yüzyıldan sonra “Tasvir Yasağı” denilen yanlış bir resimheykel uygulaması ağırlık kazanmıştır. İslam inancına göre resim ve heykellerde tasvir
yasaklanmıştır. Bu yasaklama, hem İslam ülkeleri hem de İslamiyet’i kabul eden Türk
dünyası için önemli kayıplara yol açmıştır. Türk-İslâm resim sanatı, kitaplarda sadece
minyatür niteliğindeki tasvirlere izin vermiştir15. Kur-ân-ı Kerim’de resmi yasaklayan
bir buyruk olmamasına rağmen bazı hadislerden yola çıkılarak, kıyamet günü
geldiğinde canlı tasvirleri yapanlardan hesap sorulacağı ve cezasının en ağır biçimde
verileceği söylenmiştir. Buna gerekçe olarak, tasvir yapmanın bir şekilde Allah’ı taklit
etmek ya da şirk koşmak anlamına geldiği düşüncesi benimsenmiştir. Bu hadislerden
yola çıkarak, tasvirin sert bir dille reddedildiği ve bunun yerine kitap resmine yönelen
bir islam dünyası oluşmaya başlamıştır16. Kur-ânı Kerim’de resmi yasaklayan bir
hüküm bulunmamakla birlikte heykel sanatına yönelik yasaklayıcı hükümlerle
karşılaşılmaktadır ya da bu hükümler din adamlarınca bu şekilde yorumlanmaktadır.
Örneğin, ilahi azaplarla tarihten silinen kavimlerin hikâyeleri anlatılırken onlara ait en
belirgin özellikleri şirk ve putperestlik olduğu yazılıdır. Maide Suresi 5/93 ayetinde
geçen “ensab” kelimesi ile ibadet amacıyla dikilen putların tasvir niteliği açıklanmakta
13
Aslanapa, a.g.e., s.16-18.
Sezer Tansuğ, Resim Sanatının Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2006, s.146.
15
Ayla Ersoy, Günümüz Türk Resim Sanatı (1950’den 2000’e), 1.Baskı, İstanbul: Bilim Sanat Galerisi
Yayınları, 1998, s.12.
16
Banu Mahir, Osmanlı Minyatür Sanatı, 1. Baskı, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2012, s.16.
14
9
ve bu kullanımdan, şirk koşmak amacıyla yapılan putperestliğin büyük günah olduğu
anlaşılmaktadır17. Tasvir kelimesi Kur-ân-ı Kerim’de birçok ayette geçmektedir18. Dini
bağlamda tasvir yasağı incelendiğinde diğer temel kaynaklar ise hadislerdir. Kühnel’in
“Doğu İslam Medeniyetlerinde Minyatür” adlı kitabında, hadislerden birinden
bahsederken tasvire ilişkin; “Haliki ve mahlûku, suretle göstermekten sakınınız,
ağaçlardan, çiçeklerden ve cansız şeylerden başka bir şey resmetmeyiniz” şeklinde
ifadeler yer almaktadır19. Başka bir hadiste ise “…Sureti yapılmış olanların, kıyamet
gününde ressamların önüne dikilecekleri, onlardan kendilerine can vermelerini
isteyecekleri, bunu yerine getiremeyen sanatkârların cehennemin ebedi ateşiyle
yanacakları”20 şeklinde yasaklayıcı cümleler görülmektedir. Bu hadislerin nereden
alındığı ile ilgili net bir bilgi verilmediği gibi cümlelerden anlaşılacağı üzere doğruluk
payı çok düşüktür. Tasvir konusunda bu kadar katı kurallı bir İslamiyet anlayışı olduğu
incelenen kaynaklarda da net bir çizgiyle anlatılmadığından ve kutsal kitap da bunlarla
ilgili net bir bilgi verilmediğinden dolayı sayısız hadis saymak mümkündür21. Bu
hadislerden yola çıkarak resim ve tasvire karşı bu genel yaklaşım yerine, dönemin
putperestliğinin yasaklandığı dini sözler anlaşılmalıdır22. Metin And, Evliya Çelebi’nin
İran ile Osmanlı devletleri arasında sık sık fethedilen Bitlis Vilayetinden söz ettiği bir
hikâyesinden örnek vererek, tasvir konusunun ne kadar önemli olduğunu ve İran’da bu
yasağın olmadığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu hikâyede minyatürlü bir elyazmada
resimlerin üstünü çizenlere kadı tarafından sert bir şekilde ceza verildiği yazılmıştır. Bu
belgeden anlaşılıyor ki Bitlis hem Osmanlı hem de İran kültürü açısından önemli bir
şehirdir ve burada açık artırma ile çeşitli elyazma kitaplar satılmaktadır. Tasviri haram
olarak görenler kadar, tasvire ve sanata da düşkün olan Osmanlı halkı, hem saray
zümresi hem de sivil halkın çeşitli minyatürlerle kitaplarını süslediklerini görmek
Ahmet Yakutcan, Cuma Ömür, İslâm’da Resim, Heykel ve Mûsikî, 1. Baskı, İzmir: Nil Yayınları, 1991,
s.2.
18
Kur-ân-ı Kerim’de Et-Teğabün suresinin 3. Ayetinde, El-Ğafir suresinin 64. Ayetinde, El-A’raf
suresinin 11. Ayetinde, Ali İmran suresinin 6.ayetinde, El-Haşr suresinin 24.ayetinde geçmektedir. Bu
ayetlerin tamamında tasvir ve şekiller kelimeleri geçmektedir. Bu ayetlerde tasvir kelimesinin
açıklamaları ile ilgili bilgi için Bkz., Osman Şekerci, İslam’da Resim ve Heykelin Yeri, 1. Baskı, İstanbul:
Çanakkale Seramik Fabrikaları Kültür ve Araştırma Hizmetleri Yayınları, 1974, s.19. Bkz. Selçuk
Mülayim, Sanat Tarihi Metodu, 2. Baskı, İstanbul: Bilim Teknik Yayınevi, 1994, s.170-171
19
Ernst Kühnel, Doğu İslam Medeniyetlerinde Minyatür, çevirenler; Suut Kemal Yetkin, Melahat Özgü,
Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, sayı 2, 1952, s.3.
20
a.g.y., s.3.
21
a.g.y., s.3.
22
a.g.y., s.3.
17
10
mümkündür. Bu hikâyeden anlaşılacağı üzere, yazmayı alıp zarar veren kişinin mazereti
ne olursa olsun, kamu suçu işlemiş kabul edilerek sert cezalara çarptırılmaktadır23.
Gerek halk tarafından gerekse üst zümre tarafından, böylesi elyazma kitaplara saygı
gösterilmesi toplumsal ve dini yaptırımları olan oldukça önemli bir konu olmuştur.
11. yy.’da, Gaznelilerin Leşker-i Bazar Sarayı’nın duvarlarının alt kısmında
tempera tekniği ile yapılmış çok renkli duvar resimleri bulunmaktadır. Bu fresklerde,
birbiri arkasına sıralanmış 44 asker, Görsel 7 ve 8’de olduğu gibi canlandırılmaktadır.
Bu fresklerin tasvirlerinde Uygur etkisi görülmektedir24.
11-13 yy. Anadolu’sunda resim sanatı bağlamında, özellikle mimari eserlerde
Orta Asya inancı stilize edilerek hayvan ve insan formunda süslemelerin yer verildiği
program kullanılmıştır. Stilize edilen hayvan formu, Görsel 9’da olduğu gibi mimaride
kullanmıştır. Bu bezemelerde geometrik-soyut plastik etkiler yoğunlukta kullanılmış ve
mezar taşlarında da bu uygulama devam etmiştir. Özellikle ölen kişinin ünvanına göre
“fes”25 gibi başa giyilen mezar taşları (Görsel 10) kişilerin meslekleri ile ilgili ipuçları
vermektedir. Minyatürün amacı, metni aydınlatmak ve açıklamaktır. Kendine göre
kuralları olan bu resimler, figürleri şematize ederek yapılır. Figürler yapılırken genelde
model kullanılmaz. Resmin içinde kullanılan figürler ve canlılar istifleme biçiminde
birbiri üstüne yerleştirilirler26.
Anadolu Selçukluların ilk dönemlerinde figürlü elyazmalarının varlığı net olarak
bilinmemektedir.
Bunun
yerine
Anadolu’da
kaybolan
resmin
yerini,
yalnız
elyazmalarını resimlemekte kullanılan boyalı resmin aldığı söylenebilir. Selçuklu
hükümdarları büyük sanatçıları saraylarında toplamış, birer resim enstitüsü olan
“Nakkaşhane” ve “Nigarhâne”yi açmışlardır27. Topkapı Sarayı kitaplığında bulunan
“Varka ile Gülşah Mesnevisi”28 (Görsel 11) adlı yazma, 13. yüzyıl Selçuklu minyatür
Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz., Metin And, Osmanlı Tasvir Sanatları: 1 Minyatür, 2. Basım,
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004, s.27-28.
24
Aslanapa, a.g.e., s.44.
25
Detaylı bilgi için bakınız, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/426863
(Erişim Tarihi: 01.11.2018)
26
Ersoy, a.g.e., s.12.
27
Oğuz Dilmaç, 16. Ve 20. Yüzyıllar Arasında Avrupa’da Akademik Düzeyde Sanat Eğitiminin Oluşumu
ve Türkiye’deki Sanat Eğitimine Katkıları, (Doktora Tezi), Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2009, s.106.
28
Varka ve Gülşah Mesnevisinin hikâyesini ayrıntılı bir şekilde incelemek için bakınız, Gönül Öney,
Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, 1. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1992, s.177.
23
11
sanatı için gerçek bir hazine değerindedir. Yazmadaki 71 minyatür, Azerbaycanlı
Abdülmümin el Hoyi imzasını taşır. Metin Farsça olarak yazılmıştır. Metin içinde
frizler halinde yerleştirilen minyatürler, ince bir çerçeve içine alınmıştır.
Minyatürlerin üslubu hareketli figürlerden, Hayvan figürlerinde ise gerçekçi
olarak aslına yakın bir oran gözlemlenmektedir. Konu ile bağlantısı olmayan dekoratif
unsurların süsleme amacıyla yapıldığı söylenebilir. Anlatımda tamamlayıcı unsurlar
olarak göl, stilize ağaç, iri yapılı nar, çiçek dalları, tavuk, horoz, ejder, tavşan, tilki, at,
kedi, fare gibi dekoratif hayvanlar yer almaktadır. Minyatürler, Selçuklu devri saray
yaşantısı, göçebe çadır yaşantısı, adetleri ve gelenekleri hakkında bilgi vermesi
açısından birer belge olarak görülmektedir. Minyatürleri bir diğer önemli kılan konu da
İslam öncesi geleneklerden kopmayarak Türk, Orta Asya, Hint ve Çin etkilerinin
görüldüğü yeni bir sentez oluşturmasıdır. Âşıkların mezarı başında görülen Hazreti
Muhammed (Görsel 12) ve dört halife tasvirleri, İslam dünyasında bilinen en erken
tarihli örnektir. Bu kutsal tasvirlerin yüz hatları belirgin bir şekilde gösterilmektedir.
Selçuklu devri sosyal yaşamı, gömülme adetleri, kıyafetleri, mimari tasvirleri ve tabiata
verilen önem bu minyatürlerde ifadeci bir anlatımla sunulmaktadır. Özellikle figürler,
Uygur geleneğini yansıtmaktadır. Beyşehir Kubadabad Sarayı çinilerinden (Görsel 14)
bilinen yuvarlak yüz, uzun örgülü saçlar, badem gözler, keman kaşlı ve ufak ağızlı tipler
görülür. Bu figürlerin benzerine İran’da Rey merkezinde yapılan seramiklerde de
rastlanmaktadır. Bu stilize figürlerden kökü Uygur resmine dayanan geleneğin,
Selçuklu’da da kullanıldığı sonucuna varılmaktadır29.
Selçuklu’nun figürlü plastik sanatını, Orta Asya üslubunda yorumlamak
gerekmektedir. Süsleme sanatında stuko üzerinden mimari yapılarda detaylarını
görebileceğimiz zengin tezyinat tarzında bir süsleme programı yoğunluğu vardır. Bu
süsleme kompozisyonlarında av sahneleri ve saray hayatından sahneler tasvir edilmiştir.
Selçuklu zamanında Bağdat'ta ilk İslâmi minyatür okulu açılmıştır. Bu okullardaki
minyatürler, Selçuklu sultan ve emirlerinin kâtipleri olan Uygurlar tarafından zengin bir
üslup tekniğiyle yapılmıştır. Bu devirde yapılan resimlerde Orta Asya etkileri çok bariz
bir şekilde görülür. Türkiye Selçuklu devrinden kalan birçok mimari eserde de Orta
Asya gelenek ve üslupları görülebilmektedir. 13. yy’da Selçuklu, çini sanatında büyük
bir gelişme göstermiş ve kendine özgü bir kompozisyon anlayışı yaratmıştır. Anadolu
29
Öney, a.g.e., s.177-179.
12
topraklarında iç ve dış mimaride yoğun bir şekilde çini süslemesi kullanılmıştır.
Başkent Konya, çeşitli tekniklerin kullanıldığı bir çini merkezi haline gelerek bütün
Selçuklu devri çini sanatını şekillendirmiştir30.
Beylikler döneminden günümüze ulaşan herhangi bir resim örneğinden söz
edilememektedir. Bu nedenle, 14. yüzyıl resminin nasıl şekillendiği de net bir biçimde
bilinmemektedir. Bazı sanat tarihçiler bu dönemi, resim açısından ‘’karanlık dönem’’
olarak adlandırmışlardır31. Bu yüzyılda minyatür açısından ise İran’a bakmak
gerekmektedir. 14. yüzyılda Uygurlar ve Uzakdoğu etkileriyle büyük gelişme gösteren
İlhanlı hâkimiyetindeki İran’da, Tebriz ve Meraga bu yüzyılın minyatür ekolünü
oluşturan merkezlerin başında gelmiştir. 1303 yılında İncûlar sülalesi başa geçtiğinde,
Fars bölgesindeki yeni ilim ve kültür merkezlerinde de daha sağlam temeller atılmıştır.
1325 tarihinde İsfahan ve Şiraz’a hâkim olmuşlardır. En eski minyatürlü ve tarihli
Şehname nüshalarının 1330’da İncûlar, 1370’de Muzafferîler zamanında hazırlandığı
bilinmektedir. Aslanapa, İncûlar dönemindeki İran sanatında genellikle Uygurlu
kompozisyonların hâkim olduğu minyatürlerde iki boyutlu olarak tasvir edilen insan
gösterimlerinin Çin ve Uygur etkilerini taşıdığını belirtmektedir32.
Bu yüzyılda İran’daki dini serbestlik, minyatürde de kendini göstermiştir (Görsel
14). O döneme kadar büyük saygı ve titizlik ile yapılan Hz. Muhammed minyatürleri,
bu devirde tasvir edilmiştir ve daha önce böyle bir resim anlayışı olmaması nedeniyle en
eski miraç tasvirleri yine bu döneme aittir. Ahmet Musa’nın yapmış olduğu şaheser
minyatürler, Fatih albümünde sekiz sayfa halinde bir araya toplanmıştır33. Bu yüzyılın
son çeyreğinde Bağdat ve Tebriz şehirlerine hâkim olan Türk devleti Celâyirliler
“yüzyılın sonlarında Uzak Doğu Uygur resmi ile Selçuklu çığırı İslam dünyası minyatür
geleneklerini kaynaştırıp yepyeni bir minyatür üslubu getirmişlerdir.”34 Celâyirliler,
Maniyerist-Budist dini resimleri ile İslami-Selçuklu geleneği resimlerini yeni bir
kompozisyonda ele alarak iki boyutlu resme dönüştüren devlettir. Bu dönemde yine
Uygur etkilerinin yoğun olarak hissedildiği ve bu tarihlerde yapılan Görsel 13’te olduğu
Ali Sevim, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, 1. Basım, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, s. 524-526.
31
Tansuğ, a.g.e., s.146.
32
Oktay Aslanapa, Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı (14. Yüzyıl), 1. Baskı, Ankara: M.E.B. Devlet
Kitapları, 1977, s.53.
33
a.g.e., s.54.
34
a.g.yer, s.55.
30
13
gibi Orta Asya etkisi bu yüzyılın sonuna kadar kendini gösterecektir. Bu bilgiler
doğrultusunda, Bağdat ve Tebriz’de birçok sanat-sanatçı kurumunun barındırdığı
bilindiği gibi Uygur etkisinin de yoğun olarak hissedildiği iki şehir olarak
değerlendirilmesinde fayda vardır35.
1.2.
MİNYATÜRDEN
RESME
UZANAN
YOL:
İMPARATORLUK
DÖNEMİ VE NAKKAŞLAR
Osmanlı beyliği, 1299 yılında Osman Gazi tarafından İznik yakınındaki Söğüt
kasabasında kurulan Anadolu beyliklerinden birisidir. 1236’da Bursa, 1331’de İznik,
1361’de Edirne ve 1453 yılında İstanbul’un fethiyle kısa zamanda imparatorluk haline
gelen Osmanlı devleti, fethedilen topraklarda uyguladığı iskân politikası ile güçlü bir
devlet haline gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra başkent
yapmıştır. Jeopolitik bir öneme sahip olan İstanbul, kültür ve sanat merkezi haline
gelmiştir. I. Selim, 1514’te Tebriz ve 1517 yılında Memlükleri yenerek doğuda güçlü
bir devlet olmuş ve böylece halifelik de Osmanlı sultanlarına geçerek İslamiyetin
koruyuculuğu bu tarihten sonra üstlenilmiştir. 1520-1566 yılları arasında Kanuni Sultan
Süleyman’ın saltanatıyla Osmanlı sınırları, imparatorluğun en geniş haline ulaşmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılın sonlarında duraklama devrine girmiş ve 1923
yılında Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna kadar, 600 yılı aşkın sürede üç kıtaya
yayılmış bir imparatorluk olarak varlığını sürdürmüştür36.
Osmanlı sanatının belirgin özelliği, bir imparatorluk ve saray sanat kurumu
olmasıdır. Osmanlı devletinin kurumsallaşmış sanatında, saray tarafından desteklenen
yeni uygulamalar, yeni akım ve üsluplarla desteklenerek kendi bünyesinde eritilmiştir.
Sarayın, kurumsal bir sanat merkezi olmasının en büyük nedenlerinden bir diğeri ise
ülkenin sanat merkezi olan Ehl-i Hirêf’in sarayda olması ve bu sanatın ince kültür
zevkiyle yetişen padişah zümresine ait olmasıdır37. Osmanlı saray kadınları, resim
yapmayı, çalgı aleti çalmayı, klasik batı müziği bestelerini yorumlamayı önemsemişler
35
a.g.e., s.55.
Filiz Çağman, Zeren Tanındı, Topkapı Sarayı Müzesi İslâm Minyatürleri, 1. Baskı, İstanbul: Tercüman
Sanat ve Kültür Yayınları, 1979, s.53.
37
Filiz Çalışlar Yenişehirlioğlu, “Sanat İdeolojisi ve Osmanlı Sanatı” Osmanlı Kültür ve Sanat, Cilt 9,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s.19.
36
14
ve heykellerini bilinçli bir sanat merakıyla yaptırmışlardır. Saray kadınları güzel
sanatların gelişmesini her zaman destekleyerek, öncülük etmişlerdir38.
Osmanlı’da kitap sanatlarının yapıldığı atölyelere “nakkaşhane” denilmiştir39.
Ayrıca bu nakkaşhanelerde yetişen nakkaşlar, Osmanlı sarayı için çalışan sanatçılar
olarak teşkilatı “ehl-i hirêf”i oluşturmuştur. Nakkaşhanede gerçekleştirilen diğer işler
olan; bezeme işi “müzehhiplik”, resimleme “musavirlik”; metinlerde cetvelin çekilmesi
“cetvelkeşlik” ve boyaların hazırlanması işi olan “renkzenlik” işleri de kitap sanatının
yapım aşamaları olarak bu teşkilatta yapılmıştır. Aynı zamanda bu teşkilatta, kalemişi,
çini desenleri, mimari süslemeler, ahşap bezeme, çadır, otağ, halı ve kumaş gibi
dokumalar ve desenleri de yapılmıştır40. Ayrıca nakkaş atölyeleri dışında, saray için
çalışan ‘’Hassa Nakkaşhanesi de olduğu bilinmektedir41. Osmanlı sarayı için çalışan
“saray nakkaşhanesi” etkinliğini zamanla kaybederek yerini, saray tarafından
görevlendirilen “saray ressamları” kurumuna42 bırakmıştır. Saray ressamları, batılı
sanatçılardan oluştuğu gibi “Osmanlı ressamları” da yeni kurulan teşkilatın içinde
olmuşlardır43.
Osmanlı devletine ait sanat arşivi içerisinde İstanbul fethine kadarki resim
örnekleri günümüze ulaşmamıştır. Ancak kaynaklarda Edirne sarayında sanat
atölyesinin bulunduğu ve yetenekli sanatçıların çalıştığı yazılmaktadır. İstanbul’un
fethiyle yoğun bir resim faaliyetini başlatan Fatih Sultan Mehmet, Avrupa’dan
sanatçılar getirmiştir. Batılı krallar gibi portre ve madalyonların hazırlanmasında katkı
Kıymet Giray, “Yüzyılın Resim Sanatı: Yollar-Yıllar-İzler-İzmler”, Türk Resim Sanatının Bir Asırlık
Öyküsü II (The Centennıal Tale Of Turkish Painting II), C.2, 1. Baskı, İstanbul: Rezan Has Müzesi
Yayınları, 2009, s.19.
39
Mahir, a.g.e., s.17.
40
a.g.e., s.178.
41
a.g.e., s.20.
42
Fatih’ten sonra resimli el yazmaları “kurumsar”laşmıştır. Ehl-i Hiref denilen bu grup, sanatçılara
verilen ücretler kayıt ediliyor. “El yazması hazırlayan hattat, ciltçi ve nakkaşlar Osmanlı saray örgütünde
ehl-i hiref denilen sanatçı ve zanaatçı grubuna mensupturlar. Hazinederbaşına bağlı olan bu örgütte
sanatçılar türlerine göre bölüklere ayrılırlar ve kendi bölüklerinin içinde belirli rütbelere sahiptirler.”
Arşiv belgelerindeki ödemelere bakıldığı zaman, bunların çoğu elyazması kitaplarda birlikte çalıştıkları
ve farklı farklı sanatçılar bir arada olduğu görülüyor. İstenilen bir çalışma yok ise “…Eğer bir iş için
gerekli sanatçı saray örgütünde bulunmazsa, saray dışındaki çarşı esnafı arasından bir nakkaşa belirli
bir ücret karşılığı iş yaptırılmıştır…” Saray nakkaşhanesi tam olarak nerede olduğu bilinmezse de genel
olarak birinci avluda olduğu söylenmektedir Konu ile deyatlı bilgi için Bkz., Günsel Renda, a.g.e. 2001,
s.9). Ayrıca, Nakkaşhane’nin nerede olduğu tartışma konusu olsa da Metin Ant’ın da kitabındaki gibi
Aslanhane’nin üstünde olduğunu söyleniyor ki And bununla ilgili dayanak da Evliya Çelebi’ye dönersek,
kitabın dört yerinde aslanhane ve nakkaşhanenin sözünü etmektedir.” gösteriyor. And, a.g.e., s.109.
43
Sema Olcay, Asker Ressamlar Soldier Painters Peintres Militaires, 1. Baskı, İzmir: Arkas Sanat
Merkezi Yayınları, 2013, s.20.
38
15
veren bu sanatçıların varlığı ve sarayın duvarlarının resimlerle süslendiği bilinmektedir.
Fatih Sultan Mehmet için İstanbul ve Edirne saray atölyesinde hazırlanan minyatürlü
elyazma örnekleri günümüze gelmiştir44. Edirne’de 1450-80 yıllarında hazırlanmış
“Küllîyât-ı Kâtibî” adlı elyazmada karşılıklı sayfalar üzerine yapılmış iki minyatür
bilinmektedir. Resimler, İngiltere’de Oxford Bodleian kütüphanesinde bulunmakta ve
1455-56 yıllarında Edirne’de kopya edilen “Dilsizname” elyazması minyatürleri ile
benzer üsluplar taşımaktadır45.
Türk sanatı açısından Anadolu’daki en ciddi gelişme Fatih Sultan Mehmet ile
başlamıştır46. Fatih, sanat, fikir ve politika yönüyle açık görüşlü bir kişiliğe sahiptir ve
Batı resim programına ilgi göstermiştir47. Fatih, dünya tarihi ile ilgilenen bir hükümdar
olduğu kadar, sanatı koruyan ve bilime olan merakıyla da önemli bir şahsiyettir. Renda,
Fatih Sultan Mehmet için zengin bir kütüphanesinin olduğunu ve İstanbul, bu dönemde
bir sanat ve kültür merkezi haline gelmiştir48. Fatih, Venedikli Gentile Bellini ve
Constanza da Ferrera gibi ünlü ressamları İstanbul’a davet edip resimlerini yaptırmıştır.
Bellini’nin yaptığı (Görsel 15) Fatih Sultan Mehmet portresi Türk resim sanatının batılı
anlamdaki ilk resmi olarak kabul edilir. Bellini sadece Fatih’in resimlerini yapmakla
kalmamış, İstanbul manzaralı resimler de yapmıştır. Bu sayede pek çok yabancı sanatçı
ülkemize gelip peyzaj çalışmaları yapmıştır49. Fatih’in Batılı sanatçıları saraya davet
etmesi, minyatüre yeni etkiler getirmiştir. Kendi portrelerini yaptırması, kendinden
sonraki padişahların bu geleneği devam ettirilmesiyle gelenek haline gelecektir 50. Bu
dönemin önemli sanatçıların başında Sinan Bey gelmektedir. Belgelerden anlaşılacağı
üzere Avrupalı sanatçılarla çalıştığı ve birçok portre çalışması da bulunmaktadır. Fatih
Sultan Mehmet’in “Gül Koklayan” portresini kimin yaptığı üzerinde tartışmalar
günümüzde de sürmektedir. Sinan Bey ve öğrencisi olan Şiblizâde Ahmet’in isimleri bu
tablo için geçse de bu eseri yapanın (Görsel 16) Şiblizâde Ahmet olduğu
düşünülmektedir. Kaynaklarda övülen bir nakkaş olarak bu portrenin Venedikli
ustalardan öğrendiği bilgilerle yaptığı bilinmektedir. Batı’dan öğrendiği resim stiliyle
Çağman, vd., a.g.y., s.53.
a.g.y., s.54.
46
Ersoy, a.g.e., s.12.
47
Tansuğ, a.g.e., s.148.
48
Renda, a.g.e., s.7.
49
Ersoy, a.g.e., s.12.
50
Mahir, a.g.e., s.46.
44
45
16
Doğu minyatür zevkini bir ahenk içinde harmanlamıştır. Bu nedenle Oryantalizm
sanatının ilk sanatçısıdır51.
Fatih döneminde başlayan batılılaşma hareketi II. Bayezit’in Batı resminden çok
Doğu resmine ilgi göstermesi ve minyatüre önem vermesiyle duraklamaya başlamıştır.
Doğudan gelen sanatçılar, nakkaşhanede çalışmalarıyla hız kazanmışlardır. Fatih
döneminde batı resmi ön planda olurken, II. Bayezid’de ise doğu ön plana çıkmaktadır.
Şeyh Hamdullah bu dönemin en ünlü hattatlarındandır. Resimli yazmaların dışında,
Kur’an-ı tehziplerle süslediği de görülür. II. Bayezid döneminde ehl-i hiref defterlerinde
maaş
verdiğini,
Tebrizli
sanatçıların
da
yoğunlukta
çalıştığını
belgelerden
görmekteyiz52. II. Bayezid ve I. Selim döneminde İstanbul saray atölyelerinde
minyatürlü elyazmaların hazırlatıldığı ve Batı ile ilişkilerin kesilerek, batı resmine
ilginin azaldığı görülür. Bu bağlamda I. Selim’in 1514 yılında Tebriz şehrinin fethiyle
getirdiği sanatçıları saray atölyesinde çalıştırması da önemli bir gelişmedir53.
1520 yılında tahta çıkmak üzere Manisa’dan İstanbul’a gelen Sultan Süleyman,
sanatçıları ve Pargalı İbrahim’i yanına alarak gelmiştir. Sultan Süleyman 46 Sene
boyunca tahtta kalan yükselme döneminin en önemli hükümdarıdır54. Kanuni
döneminde kimliğini bulan minyatür üslubu, “kendine özgü estetik bir çizgi izlemiş ve
bir bakıma klasikleşmiştir”55. Klasik Osmanlı minyatürcülüğünün en önemli sanatçısı
olan Matrâkçı Nasuh, “topografik ressamlık” adı verilen yeni bir tasvir çeşidini ortaya
çıkarmıştır. Asıl ismi Nasuh bin Abdullah el-Bosnavi’dir. İsminden de anlaşılacağı
üzere Bosnalı olan Nasuh’un, 1517’de Yavuz Sultan Selim için “Cemâl e’l-Küttap ve
Kemâl e’l-Hüssab” matematik ile ilgili eser hazırladığı biliniyor. II. Bayezid döneminde
Saî Çelebi’nin öğrencisi olarak Enderun Mektebine giren sanatçı, iyi bir nakkaş, tarihçi,
matematikçi, hattat ve silahşördür. Silah ve mızrak oyununda başarılı olmasıyla Kanuni
tarafından “Üstat” ve “Reis” ünvanı verilmiştir. Bu açıdan “Umdet e’l-Hisâp” adlı
eserin girişine de ismini “Nasuh el-Silâhi el-Şehir bi Matraki” yazdırmıştır56.
51
Renda, a.g.e., 2001, s.8.
Mahir, a.g.e., s.49.
53
Çağman vd., a.g.y., s.53.
54
Günsel Renda, Türk Minyatür Sanatı, 1. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1996,
s.19.
55
Renda, a.g.e., 2001, s.20.
56
Mahir, a.g.e., s.175-176.
52
17
16. yüzyılda Matrâkçı Nasuh katıldığı seferleri bir harita gibi belgelemiştir.
Görsel 17’de Mâtrakçı Nasuh’un “Beyan-ı Menazil” adlı yazmasını şehir topografyasını
gözeterek yapmış ve şehrin dokusunu bozmadan mimari yapıları belgelemiştir.
Özellikle manzara konusunda önemli bir sanatçıdır. Nasuh’un minyatür (Görsel
17)’ünde, çizimlerindeki parlak renkli bitkiler, masmavi yeşil tepeler birer manzara
denemesi sayılır. Aynı dönemde Nigâri adını kullanan Haydar Reis, dönemin bir diğer
önemli sanatçısıdır. Portre konusunda uzman olan sanatçı,
Kanuni ve Barbaros
Hayrettin Paşa resimleri yapmış kişilerin gerçek görüntülerine bağlı kalmıştır57.
Resimlerinde optik bir gözlem söz konusu olan Nigari, yeni yetişecek nesillere bu
alanda öncü olmuştur58. II. Selim’in Kütahya sarayındaki şehzadeliği sırasında,
portrelerini yaparak ün kazanmıştır. Portrelerini, tam ve ¾’lük görüntü kullanarak
gerçekçi bir anlayış ile sanatını icra ederdi. Barbaros Hayrettin Paşa, 11 padişah
portresini Nigari’ye yaptırıp Fransız donanma komutanı Virginio Orsini’ye hediye
etmiştir. Avrupa’da Uffizi’de korunan yağlıboya ve gravürleri kopya ederek tanınmasını
sağlamıştır. Denizlerde yapılan fetihleri konu alan “Gazavatnâme” türünde de eser
verdiği bilinmektedir59.
16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı minyatürlerinin klasik üslubunun tam
olarak Nakkaş Osman’la60 oluştuğu söylenebilir. 1566 yılı ehl-i Hiref maaş defterlerinde
görülen Nakkaş Osman, Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatlığı sonlarında sarayın
nakkaşlığına
girmiştir.
“Süleymanname”
adlı
elyazmasında,
üslup
özellikleri
bakımından nakkaşa benzediği ve bu sebeple 1558 yılında sarayın himayesine girdiği
tahmin edilmekte ve 1592 ehl-i hiref maaş defterinde, otuzbir akçe yevmiye aldığı
bilinmektedir. Saray nakkaşlığı için 1596 ehl-i hiref defterlerinde gözüken Nakkaş
Osman, resimlediği tüm elyazma metinlerinde, başına ve sonuna ismine rastlanılması,
üslup özellikleri ve yardımcı olduğu tüm çalışmalarının belli olmasını sağlamıştır. İlk
isminin geçtiği eser, 1579 tarihli “Kıyâfetü’l-insâniyye fi Şemâ’ilü’l-Osmâniyye”
elyazmasıdır. Bu eserin iki nüshasında Osman’ı öven yazılar ortaya çıkmıştır.
57
Ersoy, a.g.e., s.12.
Adnan Turanî, Dünya Sanat Tarihi, 19. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 2015, s.666.
59
Mahir, a.g.e., s.177.
60
Nakkaş Osman hakkında daha detaylı bilgi için Bakınız,
https://tr.scribd.com/document/59847641/Nakkas-Osman-Minyaturlerinde-Kompozisyon-Duzeni-VeSanatsal-Uretimler-Order-of-Composition-in-the-Miniature-Paintings-of-Nakkas-Osman-and-Artistic-Pro
(Erişim Tarihi: 01.11.2018)
58
18
Atölyesinde birçok öğrenciye ders vermiştir. Ekip olarak çalıştığı, III Murat’ın
oğullarının sünnet düğünün anlatıldığı “Surname”61 (Görsel 18) ve Osmanlı
padişahlarının portrelerinin yer aldığı “Hünername” adlı eserlerinden anlaşılmaktadır.
Surname elyazmasında Şehnameci Seyyid Lokman’ın62 da ismi geçmektedir.
Topkapı Sarayı ve Kaptan Paşa Köşkü’nde de kalemişlerini yaptığı 1592 tarihli
belgeden anlaşılmaktadır. Üslubu, resimlediği tarih konulu yazmalarda kendini belli
etmektedir. Gerçekçi bir üslup ile kalabalık sahneleri başarılı bir şekilde resimlediği
(Görsel 19) ve yalın, anlaşılır bir renkle yapıldığı görülmektedir. “Dizi Padişah
Portreciliği” ile kendinden önceki tüm padişahların portresini yaparak yeni bir geleneğin
ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. İstanbul’da günlük hayat, esnafların mesleki
özellikleri, törenler ve neşeli figürleri ile birer belge niteliği taşımaktadır. Bu açılardan
minyatür sanatına yön vermiş ve yetiştirmiş olduğu onlarca öğrenci ile Türk sanatına
damgasını vurmuş ilk sanatçı olduğu söylenebilir63.
1569 yılında II. Selim tarafından atandığı şehnamecilik görevini III. Murad
döneminde de 20 yıl sürdüren Seyyid Lokman, tarihsel resim anlayışına yeni bir soluk
getirmiştir. Görsel 20’de görülen 1581 tarihli “Şehname-i Selim Han” tarihli
elyazmasında, ilk defa kendisinin yer aldığı portre kullanmıştır. Aşağıda yer verilen bu
eserde ressam Ali, yazar Lokman, bilgin Şemseddin Ahmed Karabaği ve hattat Kâtip’le
birlikte görülmekte. Elyazmada kara ve deniz savaşlarını anlatan 43 minyatür
bulunmaktadır. 1574’ten 1588’e kadar III. Murat’ın hizmetinde kaldığı süreyi ele alarak
yazdığı “Şehinşahname” 153 minyatürle tasvir etmektedir. Görsel 21’de görülen bu
elyazmada alışılmışın dışında Galatasaray’da açılan rasathaneye de çeşitli göndermeler
yapıldığı, kaldığı sürede yazdığı bilinmektedir.
İki cilt şeklinde hazırlanan “Hünername” adlı tarihsel eserde (Görsel 22),
Osmanlı kurucusu Osman Bey’den Kanuni Sultan Süleyman’a kadar bütün padişahların
hayatları konu alınmıştır. Bu elyazmanın minyatürleri incelendiğinde; av sahneleri,
Surnâme elyazmalarının Osmanlı devleti açısından önemi ve nasıl yapıldığına dair ayrıntılı bilgi için
bakınız, Uğur Derman, ‘’Surnâme’nin Resimlendirilmesine Dair Bir Belge’’, Gelenek, Kimlik, Bireşim:
Kültürel Kesişmeler ve Sanat, 1. Baskı, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri Basımevi, 2011, s.95105.
62
Seyyid Lokman ile ilgili daha detaylı bilgiler için ve yazmış olduğu eserler hakkında kapsamlı bilgi için
bakınız,http://english.isam.org.tr/documents/_dosyalar/_pdfler/osmanli_arastirmalari_dergisi/osmal%C4
%B1_sy35/2010_35_KAZANH.pdf (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
63
Mahir, a.g.e., s.177-179.
61
19
Osmanlı askerinin örgütlü yapılanması ve panoramik manzaralı savaş sahneleri önemli
yer tutmaktadır.
1582’de III. Murad ve daha sonra tahta geçen III. Mehmed’in şehzadesi için 52
günlük sünnet düğünü (Görsel 23) anlatılmıştır. Bu sünnet törenleri İbrahim Paşa
Konağı’ndaki meydanda gerçekleşirdi. Bu eser toplam 437 minyatür içermektedir. Bu
minyatürlerden biri Görsel 23’te gösterilmektedir. Meydanda zanaatkâr ve esnaf grupla
bağlı bulundukları loncaları, işlerine göre meydanda sancak şeklinde geçerek halka
göstermektedir. Dokuma işçileri kumaş toplarıyla, camcılar bir cam üfleme ocağıyla,
kasaplar et parçalarıyla ve fırıncılar da ekmek pişirilen bir fırınla birlikte meydana gelen
kişilere gösterirler. Sünnet törenleri, dönemin yapısını gerçek bir düzende ele aldığı için
her minyatür birer belge niteliği taşımaktadır64.
1683 Viyana ve Karlofça Antlaşması, 17. yüzyılın siyasi bozgunu sayılmaktadır.
İç ve dış olaylar sonucunda imparatorluk yıpranmış, Avrupa ülkeleri, Osmanlı ile eşit
ilişkilere girerek pazarlarına sahip çıkmak istemişlerdir. Bu ülkelerin başında Fransa
gelmektedir. Fransa bu açıdan Akdeniz limanlarında, bu yüzyılda nüfuzlu olmuştur. Bu
dönemdeki ekonomik durgunluk ile sanat arasında paralellik yaşanmıştır65. 17. yüzyıl
başlarında topografik resim geleneği sürdürülmüş fakat 17. yüzyılda yapılan
minyatürlerde, nakkaşlar daha çok mimari tasvirlerde derinlik etkisini güçlendirmek
istemişlerdir. 17. yüzyıl başlarında etkili olan Nakkaş Nakşî, minyatürlerinde zemin
olarak kullandığı mimari ayrıntılarda, ilkel de olsa perspektif denemelerine girişmiş
çeşitli gölgelendirmelere yer vermiştir66.
III. Mehmed ve I. Ahmed döneminin önemli nakkaş ve devlet adamı olan
Nakkaş Hasan, resimlerinde kalın kaşlı, tombul yanaklı, dairesel kompozisyonları ve
canlı renkler kullanarak döneme damgasını vurmuştur. 1590 yılında nakkaşhanede etkin
olan sanatçı, yirmi kadar elyazması resimlenmesinde görev almıştır. Ayrıca Nakkaş
Hasan’ın I. Ahmed’in “Tuğrasını” ve “Karahisarî Kur’an-ı Kerimi” tezhiplendirmesi iyi
bir tezhip ustası olduğunu kanıtlar niteliktedir. I. Ahmed’in, Bursa şehrine geleceği
sırada Bursa Sarayı’nın hazırlanması amacıyla saray için bir de fener yapan sanatçının
1263 yılında öldüğü bilinmektedir. İstanbul Boğazı’nın, Beylerbeyi sahilinde, yalısının
Almut Von Gladib, Ed. Markus Hattstein ve Peter Delius, Çev. Nurettin Elhüseyni, “Bezeme
Sanatları”, İslam Sanatı ve Mimarisi, 1. Baskı, İstanbul: Literatür Yayınları, 2007, s.569
65
Günsel Renda, Batılılaşma Döneminde Türk Resim Sanatı 1700-1850, Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Yayınları, 1977, s.15-16.
66
Günsel Renda, Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, c.1, İstanbul: Tiglat Yayınları, 1982, s.32.
64
20
buradaki burunlardan birinde olması sebebiyle “Nakkaş Burnu” denildiği kaynaklardan
bilinmektedir67.
18. yüzyılın ortalarından sonra, yenilikçi Osmanlı padişahlarının Avrupa sanatını
merak etmeleri, batı bilim ve kültürünün tanınmasını sağlamıştır. Bu yüzyılda
matbaanın gelişi ile kitap minyatürleri terk edilmiş ve yerini resim almıştır. Böylece iki
boyutlu minyatür sanatına, Avrupai tarzda perspektif girmiştir. Tuval resminin Türk
kültürü ile kaynaşması da yine bu yüzyılın sonlarına tarihlenmektedir68. Tarihçiler,
batılılaşma hareketini bu yüzyıla adını veren Lale Devri ile başlatmaktadır. Özellikle
Yirmi sekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa gezisinin, batıya açılan bir pencere olduğu
düşünülür. Fransız saray ve bahçelerine özenti, Osmanlı devletinde de görülmeye
başlamıştır. III. Ahmet’in 1722’de yaptığı Sadabad Kasırları (Görsel 24), Fransa
saraylarında olan mimari yapısına göre kopya edilmiştir69. Minyatürde, hem süsleme
aracı hem de tekniği gereği olarak perspektif70, ışık-gölge uygulamaları71 ve valör72 belli
sanatsal bir ifade biçimi yerine tezyinat işinde bir gereklilik olarak görülmüştür. Bu
yüzyılın ortalarından itibaren başlayacak olan batı tarzı resim anlayışı ise tamamıyla
“sanat olgusu” için yapılmaya başlanmıştır73.
Batı kültürüne ilgi Lale devrinde Osmanlı-Fransız ilişkilerinin gelişmesiyle
artmıştır. Viyana kuşatmasının başarısızlığı Karlofça Antlaşması ile resmileşmiş,
Karlofça Antlaşması sonucu imzalanan Pasarofça Antlaşması ile de Batı’ya kulak
vermek durumunda kalınmıştır. Damat İbrahim Paşa, Avrupa siyasetini yakından takip
67
Mahir, a.g.e., s.179-180.
Günsel Renda, Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı (Çağdaş Türk Resmi), 1. Baskı, Ankara: Türkiye İş
Bankası Yayınları, 1993, s.442.
69
Renda, a.g.e., 1977, s.17.
70
Nesne ya da mekânın iki boyutlu yüzeye üç boyut etki kazandırmak için belirli teknikler kullanılarak
kâğıda aktarılmasıdır. Nasıl uygulanacağı, konusunda detaylı bilgi için bakınız,
(https://www.arkhesanat.com/perspektif-nedir/ Erişim Tarihi: 25.09.2018 )
71
Resimde ışıklı ve gölgeli bölümlerin birbirine göre dağılımını gösteren kısımlara denilmektedir.
(https://kelimeler.gen.tr/isik-golge-nedir-ne-demek-158055 (Erişim Tarihi: 25.09.2018) Resimde ışık ve
gölge için detaylı bilgi bakınız
(http://www.gozlemci.net/4512-resimde-isik-ve-golge.html (Erişim Tarihi: 25.09.2018)
72
Bir tonun göreceli şiddeti veya bir tona ait kuvvettir. Bir renk tonundaki ışık ve gölgelerin derecesinin
getirdiği farktır. Renklerin içlerindeki siyah ve beyaz ile ilgilerinden doğan koyu-açık farklarına,
değerlerine renklerin valörleri denir. https://gorselsanatlar.wordpress.com/tag/valor-nedir/ (Erişim Tarihi:
25.09.2018)
Detaylı bilgi için bakınızhttp://www.tamsanat.net/atolye/tasarim-atolyesi/ilkeler-elemanlar.php?post=171
(Erişim Tarihi: 25.09.2018)
73
Mustafa Cezar, Sanatta Batı’ya Açılış Ve Osman Hamdi, 1. Basım, 1. Cilt, İstanbul: Erol Kerim Aksoy
Kültür, Eğitim, Spor Ve Sağlık Vakfı Yayınları, 1971, s.374.
68
21
etme adına Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’yi Fransa’ya gönderilmiştir. Çelebi
Mehmet Fransa dönüşü “Fransa Seyahatnamesini” yazmıştır. Mehmet Efendi
görülmemiş buluşları, işitilmemiş müzikleri, tadılmamış lezzetleri anlatmıştır. Kısa
sürede Fransız yaşam alışkanlıkları Osmanlı yaşamına uyarlanmıştır. Elçinin
beraberinde götürdüğü oğlu Sait Mehmet Efendi oradaki gözlemleri sonucunda
İstanbul’da İbrahim Müteferrika ile beraber ilk teknik çalışma sayılan Türk matbaasını
kurmuştur74.
1.3. BATI’YA DÖNÜK RESİM ANLAYIŞININ KABULÜ:
KAPILARI
ARALAMAK
Osmanlı sanatında batılı anlamda resmin ilk örneklerinden olan duvar
resimlerinde, minyatür estetiği ve gravürlerin biçim dilinden beslenen üslup dikkat
çekicidir. Osmanlı resminin başlangıcında dış dünyanın nesnel görüntüsünü iki boyutlu
yüzeye aktarabilmek için minyatür ve gravür gibi resimsel gerçeklerin kopya edilmesi
ya da yeniden kurgulanması tercih edilen bir yöntem olmuştur. Bu tercihin
nedenlerinden biri doğa karşısına geçerek resim yapma geleneği olmayan bir toplumda,
bu gibi görsel malzemeden kurgu yapmanın sağladığı kolaylıktır. İlk Osmanlı
ressamları, doğa karşısına geçerek perspektif, ışık-gölge, renk gibi teknikleri kullanarak
resimsel sorunları çözebilecek yeterli bilgi ve eğitime sahip olmamaları ya da farklı bir
algı kültürüne dayanan görsel hafızaları nedeniyle faydacı bir çözüm olarak fotoğrafik
görüntüye yönelmişlerdir75. Levnî, Lale devrinin öne çıkan nakkaşlarından birisidir.
Tanındı, Levni için doğa ayrıntılarına önem verdiği, figüre yeni bir boyut verilerek ve
minyatüre renk katmanı içinde tonlamaya yer vermesini “batı resmine yaklaşan” birer
teknik olarak görmektedir76.
Levnî’den önce yapılan minyatürlerde figürler ve objeler modle77 edilmezken
modleyi ilk kullanan Levnî olmuştur. En önemli eseri III. Ahmet’in oğullarının sünnet
düğününü (Görsel 26) anlatan “Surname-i Vehbi”de yapmış olduğu resimlerdir. Padişah
İbrahim Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.4, Ankara: TTK Yayınları 1996, s.149.
Dilmaç, a.g.t., s.109.
76
Zeren Tanındı, Türk Minyatür Sanatı, 1. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1996,
s.59-61.
77
Modle, resimde ışık, gölge, degradasyon ya da çeşitli renk ilişkileri kullanarak biçimlerin gerçek
oldukları ya da üç boyutlu bir forma sahip oldukları yanılsama tekniği. Nimet Keser, Sanat Sözlüğü,
Ankara: Ütopya Yayınları, 2005, s.9.
74
75
22
portreleri yanı sıra günlük hayattan yaptığı resimler ve kadın resimleri, batılı anlamda
yenilik sayılmıştır. Levnî’nin minyatürlerinde sadelik dikkat çekmektedir. Daha önceki
minyatürlerde izlenimcilik varken Levnî’nin minyatürlerinde yalın bir anlatım (Görsel
27)söz konusudur.
Levnî’nin minyatürde başlatmış olduğu yalın anlatımı, Nakkaş Abdullah Buhari
devam ettirmekle yetinmeyip daha da ilerletmiştir. Yüzyılın Levnî’den sonra en önemli
sanatçısı Abdullah Buhari’dir. 1728-1745 tarihi arasında yapıtlar veren Buhari tek figür
çalışmaları ve çiçek resimleri ile tanınır78. Abdullah Buhari’nin minyatürlerinde
kullandığı figürlerini günlük yaşamdan seçmesi ve teknik olarak da yağlıboya resim
etkisi veren minyatürler yapması, batılı anlamda resim tarzına geçiş için önemli bir
adımdır. Abdullah Buhari’nin79 yaptığı yeniliklerle birlikte batılı resim anlayışına geçiş
hızlanırken, aşağıda yer alan Görsel 27’de “iki kadın” adlı albümde olduğu gibi
minyatür etkisini yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır.
18. yüzyılın sonunda Kapıdağlı Konstantin adlı ressamın yaptığı III. Selim
Portresi gibi örnekler, resim sanatının yenilenme eğilimlerini yansıttığı kadar, Osmanlı
Sarayı’nın Batı tarzına duyduğu ilginin de kanıtıdır. Bununla birlikte bu yüzyılda
Avrupa sanatı, Osmanlı sarayı dışında da yavaş yavaş halk içine sızma aşamasına
ulaşmış, böylece toplumda yeni bir beğeni düzeyi doğmuştur 80. Böyle bir beğeni
düzeyinin doğmasında ve İstanbul’dan gelen kimi kaynaklarda ‘’Boğaziçi Ressamları’’
olarak anılan batılı sanatçılar grubunun da büyük payı vardır81.
Batılı sanatçılar arasında Osmanlı ülkesine duyulan geniş ve bilinçli ilginin
öncüsü J.B. Vanmour’dur. Görsel 28’de bulunan resmi, mekân ve tarikat törenini gerçek
olarak resmettiği görülür. Mekân, Görsel 29’da da görüleceği üzere Galata
Mevlevihanesi’dir. Bu açıdan yaptığı resimler, belge niteliği taşıması açısından
Nurdane Özdemir, Anadolu Halk Kültüründe Resim, Heykel ve Müziğin Yeri, Önemi, Ankara: Özel
Yayınları, 1997, s.87.
79
Abdullah Buhari’nin yapmış olduğu tekli minyatürlerinde konuları arasında dans eden, çalgı çalan şarkı
söyleyen sanatçı cariyeler olarak genelleştirebilir. Levnî’nin çengisi zurna, musikar, tanburdan oluşan
cariyelerin saz takımı minyatürleri varken Abdullah’ta ise keman ve saz çalan cariye minyatürleri vardır.
Abdullah Buhari hakkında detaylı bilgi için Bakınız,
https://benhayattayken.blogspot.com/2018/03/osmanl-tasvir-sanatlar-kadn-ve-erkekler.html
(Erişim Tarihi:02.11.2018)
80
Renda, a.g.e., 1982, s.26.
81
Kaya Özsezgin, Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, C.3, İstanbul: Tiglat Yayınları, 1982, s.9.
78
23
önemlidir82. Bu sanatçının İstanbul’a gelmesini sağlayan Fransa kralının elçisi M.
Ferriol’dur. Malta şövalyelerinden biri olan ressam, Antoine de Favran’dan gelerek
Boğaziçi ressamları diye anılan yabancılar arasındaki önemli yerini almıştır. Bu
sanatçıları M. Parrocel, C. Vanlov gibi diğerlerinin izlediği görülür. İstanbul burjuvazisi
ile giderek daha yakın sanat ilişkilerinin kurulmasında İstanbul’daki Fransız (sarayına)
merkezine 1784’te yerleşen Comte de Choiseul-Gouffier ön ayak olmuştur. 18. yüzyılda
Türkiye’de etkinlik gösteren resim sanatçıları ve gravürcüler A. C. Caraffe, L. F.
Cassas, J. B. Hilair, J. E. Liotard, Manzon ve padişah III. Selim zamanında Hatice
Sultan gibi önemli saray kadınlarının hizmetinde çalışmış olan Melling, Brigman ve
Decamps önemli sanatçılardandır83.
17. ve 18. yüzyıl boyunca kendini gösteren ve 19. yüzyılda doruk noktasına
çıkan kültürel değişimler ve özellikle sanatta fark edilen batı etkileri, resim sanatının
yanı sıra mimari uygulamalarda da yeni açılımlara yön vermiştir. Bu yüzyıllarda ilk
önemli farklılaşma mimari dekorasyon programının değişiminde yaşanmıştır. Duvar
yüzeylerinde çinilerin yerlerini İstanbul’dan Anadolu’nun her köşesine hızla ulaşan
resimsel bezemeler yer almıştır84. Çoğunlukla duvar resmi biçiminde gelişen bu ilk
batılı resim kavramları, minyatür geleneğini henüz bütünüyle geride bırakmamış
Osmanlı sanat dünyasında, bir tür tuval resmine geçiş niteliği gösterir. 17. yüzyılda
görülen duvar resimlerinde kuru sıva üzerine açık renklerin daha çok kullanıldığı teknik
özenlidir ve süslemeci bir karakter göstermektedir. Geç devirde gerek camilerde ve
Türk evlerinde gerekse saray süslemelerinde Batı’dan öğrenilen teknikler cesaretle
uygulanmıştır. Saray içi (Görsel 30) veya Anadolu evlerinde (Görsel 31) duvar
Jean Baptiste Vanmour, 1699 yılından 1737 yılına kadar İstanbul’da yaşadığı kaynaklardan
bilmekteyiz. Bu açıdan Lale Devri sanatçıların başında gelmektedir. Yaptığı resimlerle Lale Devrinin en
önemli görsel belgelerini de Türk Sanatı açısından bize kazandırmıştır. Çok sayıda elçi kabul törenleri,
İstanbul hayatını, portreleri, Patrona Halil İsyanı gibi siyasi içerikli çalışmalar, toplumsal olaylar, yerel
kıyafetler, Osmanlı gelenek ve görenekleri, gündelik yaşamdan kesitler ve gerçeğini resimlerle anlatarak
resmetmiştir. Gerçeklikle yaptığı bu resimler bu açıdan da belge niteliği taşımaktadır. Görsel 28’
görüleceği üzere Mevlevi Dervişleri gibi Osmanlı’ya özgü tarikatları resmeden Vanmour, gerçek
mekânlar da resmi için önemli bir detaydır. Görsel 28’de dönen dervişler, Galata Mevlevihanesinde
geçmektedir. Detaylı bilgi için Bkz., https://manifold.press/lale-devri-nin-biricik-tanigi-jean-baptistevanmour
(Erişim Tarihi:02.11.2018)
83
Tansuğ, a.g.e. 2012, s.40.
84
Rüçhan Arık, Batılılaşma Dönemi Anadolu Tasvir Sanatı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
2.baskı, Ankara, 1988, s.23.
82
24
resimleri85 yağlı boya tekniğinde sepet içinde ve meyvelerden oluşan natürmortlar,
manzaralar, köşkler ve hayvan resimleriyle bezenmiştir86.
18 ve 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin batılılaşmasının etkisiyle mimaride de yeni
biçim ve teknikler kullanılmıştır. Özellikle bu dönemde Avrupa’da Barok ve Rokoko
üslupları yaşanırken Osmanlı da bundan etkilenerek mimari bir süslemeye gitmiştir. Bu
üsluplarda iç mimari daha çok ön planda tutulmuştur. Lale devrinin padişahı III. Ahmet,
Fransız saray yaşantısına ve mimari peyzajına ilgi duyduğu ve bunun için Topkapı
Sarayındaki III. Ahmet’in “yemiş odası” dönemin duvar süsleme programını yansıtacak
niteliktedir. Odayı süsleyen çiçekler, saksılar ve meyve sepetleri 17. yüzyıldan beri
benimsenen süsleme motiflerindendir. Bu dönemde saraya gelen yabancı seyyahlar 87,
yapıların duvarları hem boyama hem de alçıdan yapılan çiçek vazoları ve meyve
çanaklarıyla süslendiğini belirtmişlerdir.
18. yüzyılın ikinci yarısına doğru, iç mimaride barok süslemeler arasına manzara
da girmiştir. Batının barok etkisiyle yapılan bu manzara resimleri, kuşkusuz iç mekâna
farklı bir hava getirmiştir. Sade ya da süslü olarak yapılan bu resimler, bir duvar
resmiymiş gibi karşılanmış ve kısa bir sürede tüm Anadolu’da popülerlik kazanan yeni
bir sanat gibi uygulanmaya başlamıştır. Süslü olarak yapılan bu manzara resimlerinin
arasına süslü kartuşlar, kıvrımlı palmetler, akant yaprakları ve korint başlıklı sütunların
yerleştirildiği görülür. Sade olarak yapılan dikdörtgen çevreler veya nişlerin arasında
yapılan manzaraları da Anadolu’da görmek mümkündür. Anadolu’da yapı duvarlarında
görülen bu panolara “duvar resmi” denirken Avrupa’da “fresk tekniği” olarak
adlandırılan bu teknikle resimler yapılmıştır. Bunun yanı sıra Anadolu’da yapılan duvar
resimleri genellikle kuru sıva üzerine yapılır. Zemin eğer ahşap ise ince bir tabaka alçı
veya tutkallı üstübeçle kaplatarak tutkal-su karışımı boyalarla şekiller yapılırdı. Bu
teknik aslında Osmanlı süsleme programında “kalemişi” denilen nakışların farklı bir
çeşididir. Bugün Topkapı sarayında, özellikle anıtsal olarak Görsel 33’de görüldüğü
üzere Harem Dairesinde bulunan duvar resimleri, bu dönemin modası ve üslubu
hakkında bize bilgi verir88. Bu resimlerde Boğaziçi, Kız Kulesi, Haliç ve İstanbul’un
Konu ile ilgili detaylı bilgi için Bakınız, Deniz Demirarslan, ‘’19. Yüzyıl Türk Sivil Mimarisinde
Duvar Resmi Estetiği ve İstanbul Teması’’, Mimar ve Yaşam Dergisi, 2016, s.105-125.
86
Renda, a.g.e., 1982, s.52.
87
Renda, a.g.e., 1977, s.77.
88
a.g.e., s.78.
85
25
bölgelerinin somut görüntüleri olduğu kadar hayali manzaralar da bulunmaktadır.
Avrupa etkisiyle uygulanan anıtsal özellikler, camilerde de uygulanmıştır. Dini
yapılarda figürlü olan resimlere cesaret edilmediğinden, daha çok figürsüz manzara
resimleri görülmüştür89. Anadolu’da dini yapılara örnek olarak Yozgat Çapanoğlu
Camii, Yozgat Başçavuşoğlu Camii, Denizli Acıpayam, Yazır Köyü Camii, Amasya
Sultan II. Bayezid Külliyesi’ndeki Muvakkithane, Muğla Şeyh Camii ve Kurşunlu
Camii, Amasya Gümüşlü Camii ve Sultan II. Bayezid Camii Şadırvanı vb. gösterilebilir.
Sivil yapılara örnek olarak Ödemiş Birgi (Görsel 32), Çakırağa Konağı, Milas Bahaddin
Ağa Konağı, Bursa Yenişehir, Şemâki Evi, Elazığ Harput, Bir Havuzbaşı Köşkü
gösterilebilir90.
Anadolu’da görülen duvar resimlerinde Elazığ’ın Harput ilçesinde bulunan “Bir
Havuzbaşı Köşkü” (harput manzarası karakalem ile işlenmiştir.) hariç, diğerleri aynı
teknik ve malzemeyle yapılmıştır. Anadolu’da yapılan duvar resimlerinde kronolojik
gelişme ve bölgesel özelliklerin yoksunluğun yanı sıra bir üslup birliğinden de söz
edilememektedir91. Yapılan duvar resimlerinin sanatçılarının kimliklerinin bilinmezliği
de önemli sorunlardandır. Bunları yapan sanatçılar hakkında kesin bir bilgi olmamakla
beraber imzalı birkaç örnek dışında da sanatçıların durumu ile ilgili kimlik sorunu hala
sürmektedir92.
18. yüzyılda İstanbul’a gelerek daha çok elçilik çevrelerindeki atölyelerde
Türkiye ile ilgili resimler yapan Boğaziçi Ressamlarının, yerli sanatçılarla ilişki
kurduğu anlaşılmaktadır. Öncelikle azınlık ve levanten ustaların bu çevreyle yakınlığı,
batı teknik resimlerinin yerleşmesini hızlandırmıştır. 19. yüzyıl padişahlarının yabancı
ustalara yağlıboya portrelerini yaptırdıkları da bilinen bir gerçektir. Örneğin tuval
resminin yaygınlaşmasında II. Mahmut’un katkısı büyüktür. Bu padişah, kendi
portresinin yapılmasını emretmiş ve “Bab-ı Âli’ye astırdığı gibi, tüm devlet dairelerine
konmasını” buyurmuştur93. Boğaziçi Ressamları, 18. ve 19. yüzyılın İstanbul’unda
Fransız Merkezi aracılığıyla resim üretimleri yapmışlardır. J.F. Cassas, L. François
Cassas, Thomas Allom ve Masson gibi sanatçılar, İstanbul’da resim üreten sanatçılar
Arık, a.g.e., 1988, s.25.
Detaylı bilgi için bakınız, a.g.e., s.27-97.
91
a.g.e., s.140.
92
Renda, a.g.e., 1977, s.186.
93
Renda, a.g.e,. 1993, s.442.
89
90
26
arasında yer alırlar. L.F. Cassas’ın Görsel 34’de yer alan “Sarayburnu Panoraması” adlı
çalışması kâğıt üstüne suluboya olarak yapılmıştır. Bu sanatçıların ortak özellikleri,
doğu kültürüne hayranlık duymalarıdır ve İslam ülkelerinde gördükleri ya da
beğendikleri yerleri resimlemişlerdir94.
Renda, 18. ve 19. yy.’da minyatürlerin azaldığını belirtmekte ve bunun
sebeplerinden birini matbaa olarak ifade etmektedir. Minyatürlü resimlerin yerine Batı
etkilenimiyle oluşan iki boyutlu resim, perspektif ve konu bütünlüğü açısından değişime
uğramıştır. Renda, bu dönem resim sanatı ile ilgili olarak, tutkallı boyalarla yapılan
minyatür, suluboya ya da guvaş resimlerine dönüştüğü, iki boyutlu olan minyatürlere bu
tarihten sonra artık perspektif girmiştir95.
1.3.1. Batılı Sanat Algısını Oluşturmak: Eğitim Girişimleri
Türk resminin Batılı anlamda gelişmesinde önemli etkenlerden birisi de
azınlıklardır. 19. yüzyılda İstanbul’da yaşayan azınlıklar arasında, daha çok Ermeniler;
Serkis Dranyan, Civanyan (Görsel 35), Yazmacıyan, Rupen Manas (Görsel 36)96,
Tuzcuyan ve Koçeoğlu Kirkor gibi ressamlar batılı anlamda eserler yapmışlardır97.
I. Mahmut döneminden itibaren, I. Abdülhamid ve III. Selim batılı uzmanları
ülkeye davet ederek yeniliklere hız kazandırmışlardır. III. Selim askeri reformları ile
askeriyeyi nitelikli çağdaş kurumlar haline getirmiştir. Eğitimde, idari yapıda ve
maliyede yenilikler yaparak batılılar gibi bir ülke yaratma düşüncesine girmiştir98.
Osmanlı toprakları ve başkent İstanbul’da yabancı kökenlilerle azınlık
sanatçılarının mimarlık ve resim alanındaki etkinlikleri sürüp giderken ülkede özellikle
orduyu modernleştirme çabaları, batı yöntemlerine uygun eğitim yapan askeri okulların
kurulmasını gerektirmiştir. İlki III. Selim tarafından Mühendishane-i Berri-i Hümayun
adını taşıyan askeri okulda askeri amaçlarla yeni resim teknikleri öğretilmeye
başlanmış, böylece Batı perspektif kuralları ile nesneyi iki boyutlu yüzey üzerinde
94
Giray, a.g.e., s.20.
Günsel Renda, Osmanlı Minyatür Sanatı, 1. Baskı, İstanbul: Promete Yayınları, İstanbul, 2001, s.42.
96
Rupen Manas, 2. Mahmut döneminden itibaren Osmanlı sarayı için ressam ve diplomat olarak
çalışmıştır. Detaylı bilgi için bakınız,
https://www.academia.edu/36613074/Osmanl%C4%B1_Saray%C4%B1n%C4%B1n_Portre_Ressamlar
%C4%B1 (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
97
Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk Sanatı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2012, s.39.
98
Sema Olcay, Asker Ressamlar Soldier Painters Peintres Militaires, 1. Baskı, İzmir: Arkas Sanat
Merkezi Yayınları, 2013, s.22.
95
27
modle ederek göstermeye yarayan ışık-gölge uygulaması gibi kurallar resim eğitiminin
programı içinde yer almıştır99. Öğrenime açılan Mühendishane-i Berri-i Hümayun ve
Mekteb-i Fünun-u Harbiye-i Şahane’nin programlarına resim dersleri konulmasıyla, ilk
yağlıboya ressamları bu okullarda yetişmiştir. Bundan sonra açılacak olan Hendese-i
Mülkiye, İstanbul Galatasaray Sultanisi ve Darüşşafaka Lisesi’de 1869 yılından sonra
eğitim süreçlerine resim dersini eklemeye başlamışlardır100.
III. Selim, batı tarzı eğitim için ilk önce “Mühendishane-i Sultani” adlı okulu,
Eyüp ilçesinin Bahariye Köşkü'nde açmıştır. Öğrencilere okuyup yazacak kadar Arapça
ve Farsça eğitim verilerek iki yıl boyunca eğitilmişlerdir. 1793 yılında Hasköy’de
Humbaracı Kışlası’na nakledilmiş ve 1795 yılında yeni bir okul inşaa edilerek adına da
“Mühendishane-i Berrî-i Hümâyun” denilmiştir101. Mühendishane, Batı usulünde resim
yapan ilk önemli sanatçıların yetiştiği ve ders programlarına resim dersini ilk koyan
okuldur. Bu okula, resim dersinin konulmasının asıl amacı, sanatsal yönünden çok,
topçu istihkâm ve haritacılık gibi dallarda teknik bilgi verebilmekti. 1795 yılında
Kanunnamede: “Sınıf-ı râbi şakirdanı resm-i batt ve imlâ ve erkam ve san’at-ı
ressamiye ve bazen arabiyat ve mukaddemat-ı hendese ve hesap ve ba’de france lisanı
taallüm eylemek üzere”102 ifadesinden resim derslerinin verildiği anlaşılmaktadır.
Birinci sınıfta gösterilen bu resim dersi, sanat amacıyla değil mimarlık ve mühendislik
derslerine yardımcı olabilmesi için koyulmuştur. Türkiye’de, Batı tarzının resim
dersinde daha iyi kavranması için yabancı bir hoca temin edildiği bilinmekte ve 1805
tarihli bir belgede Mühendishane’de topçuluk ve resim dersi için Avrupa’dan hoca
getirildiğine dair bir yazı bulunmaktadır103
Mühendishane’de 1851-1852 yılından başlamak üzere mezun olan öğrenciler
“mühendis sınıfı, topçu sınıfı ve resim sınıfı” olmak üzere üç sınıf olduğunu görüyoruz.
Ressam sınıfının iyi eğitim alabilmeleri için Avrupa’dan resim öğretmenleri getirilmiş
ve mezun olanlar askeri okullarda resim öğretmeni olarak görev yapmışlardır104.
99
Cezar, a.g.e., s.72.
Giray, a.g.e., s.21.
101
Cezar, a.g.e., s.376.
102
a.g.e., s.377.
103
a.g.yer, s.377.
104
Ahmet Kamil Gören, 50. Yılında Akbank Resim Koleksiyonu, İstanbul: Akbank Kültür Sanat
Yayınları, 1998, s.29.
100
28
1877’de Osmanlı-Rus savaşı sırasında yaralı askerlerin Mühendishaneyi 105 hastane
olarak kullandıkları ve 1880 yılına kadar da kapalı tutulduğu da bilinmektedir. Bu
tarihten sonra tekrar faaliyete geçen okul, 30 kişilik “Harbiye, Topçu ve İstihkâm”
sınıflarına ayrılmıştır. Ayrıca kurmay subay rütbesinin yine ilk defa bu okulda 1847
yılında yetiştirildiği de görülür106. 1883 yılından sonra “Mümtaz Sınıfı” kurulmuştur.
Buna göre idadi sınıfı 3, harbiye sınıfı 4 ve mümtaz sınıfı ise 1 yıl olarak eğitim
verilirdi. Bu sınıflarda derslerin ne olduğuna bakılacak olursa, 1888 yılındaki eğitim
programına göre;
● İdadi’de 1. sınıfta resm-i mücessem ve tarama,
● 2. sınıfta, suluboya resim, tarama,
● 3. sınıfta, karakalem ve tarama olarak dersler verilirdi.
●
Harbiye’de ise 1. sınıfta, geometri ve harita çizimi,
● 2. sınıfta, istihkâm proje ve şekil çizimi,
●
3. sınıfta, eşkâl tersimi,
●
4. sınıfta, topçu malzemesi dersi,
● 5. sınıfta, esliba imalatı, mühendislik sanayii ve fenn-i mimari âliye
dersleri verildiği görülür107.
Tanzimat ertesinde, Avrupa’ya özellikle de Fransa’ya duyulan hayranlık
bürokrasiye ve askeriyeye özgü olmaktan çıkarak farklı alanlara yayılır. Bunun
sonucunda 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, Osmanlı diplomatlarının yanı sıra
farklı mesleklerde uzmanlaşacak öğrenciler de Paris’e yollanmıştır. Batı’da resim
eğitimine gönderilen ilk gençler, subay ya da askeri okul öğrencileridir. 1835’te108
uygulamaya konan bu program gereğince Viyana, Berlin, Paris ve Londra’ya iki yıl
içinde on iki kişi gönderilmiştir. İbrahim Paşa Viyana’da, Tevfik Paşa Paris’te eğitim
gören ressamlardır. Paris’e gönderilen askeri okul öğrencilerinin iyi yetişmesini
sağlamak için 1860’da Mekteb-i Osman-i açılmıştır. 1861’de Paris’e gönderilen
Mühendishane-i Berri-i Hümayun’da yıllara göre okutulan dersler ve mezun olan bölümlere ve
öğrenci sayılarını öğrenmek için ayrıntılı bilgi için bakınız, Cezar, a.g.e., s.385-86.
106
a.g.e., s.383.
107
a.g.e., s.384.
108
Bkz., Avrupa’ya ilk öğrenci grubu, 1829 yılında 4 kişilik grup gönderiliyor. Hüseyin Rıfkı, Ahmed,
Abdüllâtif ve Edhem kişiler gitmiştir. Bu grup ile birlikte, Batı kültürünü yakından izleme fırsatı, daha
doğrusu modernleşme olarak önemli bir hamle başlamış oluyor. Avrupa’ya giden bu 4 kişi daha
dönmeden, 1834-35 yılında 2 Subay ve 10 öğrenci daha gönderilecektir. Bu subayların ismi, Bekir Bey ve
Emin Bey’dir. Diğer 10 kişinin isimleri ise, İbrahim, Derviş, Enis, Yusuf, Süleyman, Mahmud, Tahir,
Arif, Ahmed ve Halil’di. (a.g.e., s.378)
105
29
Süleyman Bey ve Ahmet Ali (Şeker Ahmet Paşa) vardır. Bu okul 1874 yılında
öğrencilerin sıkı disiplin altında Fransız toplumundan tecrit edilmeleri zorunluluğundan
kapatılmıştır. Bazı öğrenciler yabancı dil öğrenememiş olmaları nedeniyle ülkeye
çağrılarak cezalandırılmışlardır. Resim yetenekleri üstün olan Süleyman Seyyid (Görsel
37), Cabanel’in, Ahmet Ali (Görsel 38) ise Boulanger’in atölyesinde eğitimlerini
sürdürmüş ve 1870’lerde İstanbul’a dönmüşlerdir. Asker ressamlar arasında önemli bir
kişiliği olan Halil Paşa (Görsel 39) Paris’te Ecole des Beaux–Art da ve Gerome
atölyesinde resim bilgisini artırmıştır.
19. yüzyılda Osmanlı sanat ve kültür alanında önemli bir işlevi olan Osman
Hamdi Bey, babası İbrahim Paşa tarafından 1857’de Paris’e hukuk öğrenimine
gönderilmiş ve bir yandan Boulanger ile Jean-Leon Gerome‘un atölyelerine devam
ederek resim dersleri almıştır109. 1874 yılına kadar eğitim veren okula, ilk açıldığı
dönemde sadece askeri kökenli öğrenciler kayıt olurken, daha sonra sivil okulların
çoğalmasıyla beraber bu kanun da değişmiştir. Bu okulun öğretmenleri de Fransız
hocalardan seçilmiştir. Ressam Süleyman Efendi olarak bilinen, Seyyid Efendi bu
okuldan mezun olmuştur110. Batı temelli eğitim veren bu okulların açılması, resim
sanatımız için önemli olmakla beraber; burada yetişenlerin hem resim yaparak hem de
subay olarak yaşamlarına devam etmeleri, dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak bir
olaydır111.
19. yy’dan önce yapılan minyatürlerde112, “elyazması kitap resmine”
dayandırmak gerekir113. Bu yüzyılda Batı etkisinin minyatürde en çok hissedildiği
dönem olmuştur. Abdullah Buhari’nin minyatürlerinde daha da belirginleştiği
109
a.g.e., s.360
a.g.e., s.395-96.
111
Ersoy, a.g.e., s.14.
112
Bkz., Osmanlı minyatürleri birer belgedir ve tarihi konuları ise gerçekçi bir şekilde yapmıştır. Hem
Osmanlı devleti hemde Cumhuriyet döneminde sanatçılar, tarihi, sosyolojiyi, kültür tarihi gözeterek
resimler yapması, toplum ile sanat arasında sürekli bir bağın olduğunu kanıtlar niteliktedir. 9. Yüzyıldan
sonra özellikle minyatürde etkin olan Türkler, 14. Ve 15. Yüzyılda İran topraklarında hüküm sürmüş olan
Celayirliler ve Timurluların resim üslubunu alarak, Osmanlı sanatçılarının klasikleşmesinde önemli bir
rol oynamıştır. Padişah portlerinde ilk katkı sağlayan Sinan Bey ve Şiblizâde Ahmed’tir. Kendinden sonra
gelen sanatçılar, Nigari, Nakkaş Osman, Nakkaş Hasan, Nakşî, Hüseyin İstanbuli ve Levni’nin
çabalarıyla 19. Yüzyılın sonuna kadar padişah portreciliği devam etmiştir. Mâtrakçı Nasuh, figürsüz
manzara yapan ilk sanatçıdır, Osmanlı Devleti’nde. Ayrıca yapmış olduğu kent ve liman resimleri ise
kendinden sonrakilere öncü olduğu görmekteyiz. Ayrıntılı bilgi için; Banu Mahir, Osmanlı Minyatür
Sanatı, 1. Baskı, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2012, s.185-90.
113
Adnan Turanî, Batı Anlayışına Dönük Türk Resim Sanatı Turkish Painting, 2. Basım, Ankara: Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 1984, s.V.
110
30
görülmektedir. Özellikle bu dönemde matbaanın da etkisi ile elyazma kitapları ve resim
giderek minyatür etkisinde kalmayıp, dönemin artık moda olan batı hayranlığı giderek
artmıştır114. 20. yy’a kadar sanatçılar eserlerine imza atmazlardı veya attıkları zaman ise
takma isimler kullanırlardı. Batı tarzı resim anlayışıyla beraber ressamlar yapıtlarına
çoğunlukla imza atmaya başladılar. 1908 yılından sonra esere isim ve tarih koymak adet
haline gelmiştir. Batılılaşma resmiyle üsluplarında bireyselleşme görülen sanatçılarda,
minyatür geleneğinden çıkılarak yüzler ve figürlerde gerçeklik ortaya çıkmıştır.
İnsanların belirgin bir şekilde kompozisyonları belirginleşerek en sonunda psikolojik
portre uygulaması hâkim olmuştur. Bu dönemde tam anlamıyla bireysellik kavramı
başarılı olmuştur115.
1.3.2. Türk Resminin Öncüleri: Geleneği Oluşturanlar
1840 yılında ilk yağlıboya ressamları da denilen, bazen Türk Primitifleri ya da
çoğunun askeri çıkışlı olduğu için Asker Ressamlar adı da verilen ressamlar116, sanat
açısından özgün biçimlerde eserlerini meydana getirmişlerdir. Diğer sanatçılara nazaran
figürleri daha az kullanarak, daha çok manzara resmine yönelmişlerdir. Manzaralarının
konusu ilk başlarda saray iken, giderek resimlerini model kullanarak yapmışlardır. Türk
resim sanatının minyatürden sonra dünya resmine katkı sağladığı en önemli grupların
başında Türk Primitifleri gelmektedir. Hüseyin Giritli, Osman Nuri Kasımpaşalı,
Mustafa, Salih Molla Aşki, Ahmet Ziya, Fevzi, Fahri Kaptan, Hüseyin ve Ahmet gibi
imzalar taşıyan bu resimler, Türk resminin teknik ve üslup bütünlüğü açısından
gelişiminde başarılı bir şekilde birleştirici rol oynamışlardır 117. Asker ressamlar,
resimlerinde
fotoğraflardan
yararlanmışlardır.
İstanbul’un
Fenerbahçe,
Göksu,
Sarayburnu, Ahırkapı Feneri gibi yerleri seçtikleri yapıtlarından anlaşılmaktadır.
Örneğin aşağıdaki eserde Halid Şazi’nin (Görsel 40) Göksu adlı eseri görülmektedir.
Bu eserde, geçen manzarayı kartpostal ve fotoğraflardan çalıştığı bilinmektedir. Hatta
dönemin duvar resimleriyle benzerliği ortak çalışma ürünü olduğunun düşünülmesine
114
Ersoy, a.g.e., s.12.
Oğur Arsal, Modern Osmanlı Resminin Sosyolojisi (1839-1924), Çev. Tuncay Birkan, 1. Baskı,
Ankara: Yapı Kredi Yayınları, 2000, s.119-120.
116
Günsel Renda, Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı (Çağdaş Türk Resmi), 1. Baskı, Ankara: Türkiye
İş Bankası Yayınları, , 1993, s.443.
117
Tansuğ, a.g.e., s.158.
115
31
sebep olmaktadır118. Yaptıkları tablolar, Osmanlı geleneksel ciddiyeti ve gerçeği ile
yapılmış birer belge niteliğindedirler119.
Açılan okulların asıl amacı, uzman ve modern asker yetiştirmektir. Memleketin
sivil teknik elemanlarını karşılayacak okul ise 1869 yılında açılmış olan Hendese-i
Mülkiye Mektebi’dir. Mühendis okuluna öğrenci kabulü, Galatasaray ve Darüşşafaka
mezunlarından olmaktadır. Bu okulun amacı, memlekette mühendis açığını kapatmak
ve yabancı mühendislere ihtiyacı azalttırmaktır. Eğitim-öğretim yılına 28 Ekim 1884
yılında başlayan okulun eğitim süresi 7 sene olarak belirlenmiştir. Bu okulda da resim
ve resim derslerine yakın teorik dersler verilmiştir. Bunlar arasında,
●
1. Sınıfta, karakalem ve resim,
●
2. Sınıfta, suluboya resim,
●
3. Sınıfta, suluboya resim,
●
4. Sınıfta, perspektif ve kesit alma dersleri bulunmaktadır.
●
4. Sınıftan sonra resim derslerinin yerini mimari dersler almaktadır.
Son derece önemli olan bu okul, hem mühendis elemanlar yetiştirmekte, hem de
resim dersleri vermektedir. Ayrıca okulun sivil bir yapıda olması, bu kurumu resim
sanatı ve öğretimi açısından da önemli kılmaktadır. Çok kapsamlı bilgiler olmasa bile
bu okul, kendinden sonraki sivil okulların çoğalmasında önemli derecede etkili
olmuştur. İlk defa askeri olmayan sivil bir kurum olan bu mektep ile bir nebze olsa da
özgür ve yansız resim anlayışının varlığının doğmasına zemin hazırlanmıştır120.
1867’de ilk kez Paris, Londra ve Viyana’ya giden Abdülaziz, 1867 Paris Dünya
Fuarı’na katılmış, sergiler gezmiştir. Avrupa sanatına meraklı olan padişah, birçok
sanatçıyı sarayına davet etmiştir. Türk sanatının eğitilmesi için de 1860-75 yıllarında
Paris’te, Mekteb-i Osmanî’yi kurdurtmuştur. Bu dönemde Paris’e gönderilen önemli
sanatçılardan biri Şeker Ahmet Paşa’dır121. 27 Nisan 1873’te İstanbul’da ilk kişisel
sergisini açan Şeker Ahmet Paşa, bu açıdan da Türk resminde önemli yeri olan bir
sanatçıdır. Paris’te Gerome ve Boulanger gibi sanatçıların atölyesinde çalışmıştır122. İlk
sergisini Sultanahmet Sanayi Mektebi’nde açmış ve sergi tamamıyla kendi eserlerinden
118
Renda, a.g.e., 1993, s.443.
Hasan Bülent Kahraman, Türkiye’de Çağdaş Sanat, 1. Baskı, İstanbul: Akbank Yayınları, 2013, s.20.
120
Cezar, a.g.e., s.387-388.
121
Renda, a.g.e., 1993, s.444.
122
Tansuğ, a.g.e., s.158.
119
32
oluşmuştur123. İkinci sergisi, 1874 yılında Çemberlitaş Dar’ül-fünûn binasında
(günümüz Basın Müzesi) açmıştır. Üçüncü ve son sergisi de 1900 yılında Pera Palas’ta
açmıştır124. Batıda yaygın etkileri olan Barbizon Okulu’ndan etkilenerek yaptığı ilk
peyzajlar, Osmanlı düşüncesinin doğayla kurduğu ilişkide yeni bir sanat evresi olarak
nitelendirilmektedir125.
Abdülaziz’in 1874’te Fransız ressam Guillement’in İstanbul Galata’da bir resim
okulu açmasına izin vermesi, bu dönemde sarayın sanata ve batının sanatsal okullarına
karşı duyarlı olduğunu göstermektedir126. Ayrıca 1871’de Abdülaziz’in, Batı’ya
düzenlediği gezide gördüğü kral heykelini C. F. Fuller adlı sanatçıya, at üstünde (Görsel
41) kendi heykeli şeklinde yaptırması dönemin sanatsal eğilimlerindeki değişimin
anlaşılması açısından son derece önemli bir olaydır127.
2 Mart 1883 yılında, Osman Hamdi Bey’in çabaları sonucu Sanayi-i Nefise
Mekteb-i Âlisi (Güzel Sanatlar Akademisi) kurulmuştur128. Bağcı, Çağman, Renda ve
Tanındı’nın yazmış oldukları kaynakta, saray önderliğinde batı eğilimli çalışmaların
yapıldığı ve batıya resim eğitimi için öğrencilerin gönderildiği dile getirilmektedir. Bu
dönemde açılan okullarda resim derslerinin verilmeye başlandığı ve Sanayi-i Nefise
Mektebi’nin kuruluşuna kadar geçen sürede, bu kurumlarda resim eğitimi verilmiştir.
Önceleri Mühendishane-i Berri-i Hümayun, ardından Mekteb-i Harbiye, Tanzimat’tan
sonra Sanayi ve Mülkiye Mektepleri gibi sivil idadiler, muallim mektepleri 1883’te
Sanayi-i Nefise Mektebinin kuruluşuna kadar resim eğitimini yönlendirmiştir129.
Batılılaşma bilinci ile yapılmış ilk sanat kurumu ve batı yönlü kavramın da Anadolu’da
öncülüğünü yapmıştır. Devlet eliyle oluşturulan bu kurum, batılı sanat oluşumlarını
harmanlayarak Türk Sanatı’nın kavramlaştırılması adına büyük bir hamle olarak sanat
tarihimizdeki yerini almıştır130. Osman Hamdi Bey, II. Abdülhamit’in Sadrazamı olan
Ethem Paşa’nın oğludur. İstanbul’da doğan Osman Hamdi Bey, burada Mekteb-i
Gören, a.g.e., s.34.
a.g.e., s.35.
125
Kahraman, a.g.e., s.20.
126
Renda, a.g.e., 1993, s.445.
127
Ersoy, a.g.e., s.12.
128
Şeyda Üstünipek, 1936-50 Yılları Arasında Güzel Sanatlar Akademisi: Lêopold-Lêvy Ve Atölyesi
(Doktora Tezi), İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s.8.
129
Serpil Bağcı, Filiz Çağman, Günsel Renda ve Zeren Tanındı, Osmanlı Resim Sanatı, 1. Baskı,
İstanbul: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, , 2006, s.300.
130
Zeynep Yasa Yaman, 1930-50 Yılları Arasında Kültür Ve Sanat Ortamına Bir Bakış: d Grubu
(Doktora Tezi), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi, 1992, S.66.
123
124
33
Maarif-i Adliye’de okumuştur. 16 yaşında iken önce Sırbistan’a sonra da babasıyla
birlikte Viyana’ya giderek, müzeleri ve sergileri gezip, alanında kendini geliştirmeye
çalışmıştır. 1857’de Paris’e hukuk eğitimi için giden Osman Hamdi, resim alanında da
kendini
geliştirmiştir.
Yurda
döndüğü
zaman
Bağdat’ta
Umuru
Ecnebiye
Müdürlüğü’nde ve daha sonra da İstanbul’da yabancı elçilerin protokol işlerinde görev
almıştır. 1881 yılında II. Abdülhamid döneminde D. P. Dethier’in yerine Osmanlı
Müzesi Müdürlüğü görevine olarak tayin olunmuştur. Burada sadece bir müzenin yeterli
olmadığını ve genç sanatçıların yetiştirilmesi için de bir okulun eğitim vermesi
gerektiğini vurgulayan Osman Hamdi, 1882 yılında kurumun temellerini atmaya
başlamıştır. 1883 yılında eğitim–öğretime başlayan okul, Güzel Sanatlar Akademisi ile
bilinen Sanayi-i Nefise Mektebi Âlisi’dir. Türk resim sanatı tarihinde Osman Hamdi
Bey’in üzerinde durulmasının birçok nedeni vardır. Bu nedenlerin başlıcaları sanatçı
kişiliği olması, bir arkeoloji uzmanı olması, müze müdürlüğü görevini yürütmesi ve
batıyı bilen bürokratik bir kişiliğe sahip olmasıdır131. Işık-gölge ve çizginin saf bir meta
halinde özündeki renge bağlı kalarak yeni bir hava getirmiştir. Tablolarında
başkahraman, kendisidir. Resimlerinde, konu seçiminde Osmanlı’nın günlük hayatı,
gelenek-görenekleri, sosyal hayatından kesitler alarak o zamana kadar görülmeyen insan
endeksli bir yönteme gitmiştir. Yaptığı resimlerin çoğunda figür göze çarpmaktadır.
Örneğin yaygın olarak bilinen eseri olan Kaplumbağa Terbiyecisi (Görsel 42) figüratif
bir eserdir. Sanatçı, toplumsal değişimin kaplumbağayı eğitmek gibi yavaş işleyen bir
süreç olduğunu vurgulamak, bu durumun ironisini kuvvetlendirmek amacıyla figürü
kullanmayı tercih etmiştir. Eserlerinde kullandığı ışık kurgusu, sanatçıya özgü bir
nitelik olan romantik havayı oluşturmaktadır. Bu romantik havanın oluşmasında eğitim
aldığı hocasının da katkıları olduğunu düşünülebilir. Figürlerin giyim-kuşamı, Türk
çinileri, kumaşların parlaklığı, buhurdanlıklar, türbe ve cami kapıları üzerindeki
yazıtlar, kılıçlar, hepsi kararlı ve doğru bir çizgi ve teknik içinde, gerçek hayattan
sahneleri meydana getirmiştir132.
Sanayi-i Nefise Mektebi’nin mezun olan sanatçıları, Avrupa’da Fransız
Empresyonizm akımından etkilenmişlerdir. Halil Paşa, Sami Yetik, Ruhi Arel, Avni
Lifij, Namık İsmail, Şevket Dağ, İbrahim Çallı, Mihri Müşfik, Hikmet Onat, Feyhaman
131
132
Refik Epikman, Osman Hamdi, 1. Baskı, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi Yayınları, 1965, s.1.
Epikman, a.g.e., s.3.
34
Duran bu ekolün en önemli sanatçılarındandır133. İlk açılan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin
öğretmenleri genellikle yabancıdır. Öğrencilerin çoğu da Rum ve Ermeni’dir. Bunun
yanında Türk olan öğrenciler de bulunuyordu. Buna göre karakalem hocası Polonyalı
Joseph Warnia-Zarzecki Görsel 43), 32 yıl görev yaptı. Yağlıboya hocası italyan
Salvatore Valery (Görsel 44) de 32 yıl görev yaptı. Heykel hocası Yervant Oskan
(Görsel 45) Efendi 31 yıl görev yaptı. Müdür Osman Hamdi Bey ise 28 sene görev
yapmıştır. Ayrıca Fenn-i mimari hocası Vallauri 25 yıl, tarih hocası Aristoklis Efendi 11
yıl, matematik hocası Kaymakam Hasan Fuat Bey 20 yıl, anatomi hocası Kolağası
Yusuf Rami Efendi 32 yıl görev yapmışlardır. Gravür bölümü de 1892 yılında Fransız
hoca Napier’in gelişiyle eğitim vermeye başlamıştır134.
19. yy Osmanlı toplumunda kadın, evin sınırları dâhilinde iş yükümlülüklerine
sahipti. Kadının, İslam dünyasının getirdiği koşullar gereği ve inancın da etkili olması,
evin işleri ile sınırlı iş yükünü belirlemiştir. Osmanlı aile yapısında, erkeğe evin dışında
görev verilirken kadına evin temel idaresi altında bir sınırlama konulmaktaydı. Bu
bağlamda toplumun genelinde kadınlar ev içinde sınırlandırılırken, kimi ailelerin de
kızlarını 19. yy'da Avrupa’ya eğitim için gönderdikleri bilinmektedir. Aynı dönemlerde
İstanbul’da “Amerikan Koleji ve Fransız Kız Koleji” açılmış olması, müzik ve resim
alanında nüfuzlu ailelerin kızlarını bu okullarda yeteneklerini sergilemeleri için fırsat
olmuştur. Ancak bu okullarda yetişecek olan kız öğrencilerden, meslek sahibi olmaları
beklenmediği ya da Osmanlı toplumunda bunu karşılayacak kurum ya da toplumsal
koşullardan söz edilememektedir. Bu okullardan eğitim alan nüfuzlu saygın ailelerin
amacı, kızlarının sanatçı, sanatsever ve entelektüel bir birey olarak yetişmesini
sağlamaktı. 20. yüzyılda kadının toplum içindeki kimliği, özgürlüğü açısından temel
köprüler atılmıştır. Kadınlara II. Meşrutiyet dönemine kadar belirli haklar verilmez
iken, bu dönemden sonra kadın olma yükümlülüğünün tartışıldığı, kadının eğitimi,
kıyafetleri ve sorumlulukları ilk kez bu dönemde tartışılmaya başlanmıştır. Bu
tartışmanın merkezinde ise Avrupa ülkeleri ve özellikle Fransa’nın katı burjuvasında
kendine yer edinen kadın nüfusu yer almıştır. Dönemin gazetelerinde kadınların
eşitlikleri manşetlere taşınmış, kadın-erkek eşitliği ile ilgili yazılar kaleme alınmış ve
eşit bir toplumsal ortam için eşit eğitim-öğretim imkânları yaratabilmek gerekliliği
133
134
Tansuğ, a.g.e., s.161.
Gören, a.g.e., s.41.
35
üzerinde durulmuştur. Kadın dernekleri, “Cemiyet-i Hayriye-i Nisvan, Müdafaa-i
Hukuk-u Nisvan ve Nisvan-ı Osmaniye” yine bu dönemde ilk defa kadınları anlamak ve
eşitliği vurgulamak amacıyla ortaya çıkmıştır. Meşrutiyet kararları doğrultusunda kızlar
sanat başta olmak üzere, çeşitli okullara gönderilmişlerdir. 1913 yılındaki “Tedrisat
Kanunu” ile o zamana kadar yalnızca il merkezlerinde bulunan “Kız Rüştiyeleri” artık
ilçe merkezlerinde de açılmaya başlanmış birçok il merkezine “Kız Sanayi Okulu”
açılması planlanmıştır. 1914 tarihli kanunnamesine göre kızların artık üniversite
kurumuna girmesi de yasallaşacaktır135.
1883 yılında kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi, bir erkek okulu olarak
planlanmıştır. Bu yıllarda kızlar için bazı öğretim kurumları olmakla birlikte, genç
kızların yüksek okula gönderilmesi, düşünülen bir konu değildir136. Türk sanatının ilk
kadın ressamlarından biri olan Mihri Müşfik Hanım, 1883’te kurulacak olan Sanayi-i
Nefise Mektebi’nde kızların da eğitim görmeleri için Maarif Vekili Şükrü Bey’e isteğini
dile getirmişti137. 1897 yılına kadar Paris’in sanat eğitiminin en köklü kurumu olan
I’Ecole Nationale Supêreiure des Beaux-Art’a (Ulusal Güzel Sanatlar Yüksek Okulu)
bile kız öğrencileri alınmamaktadır. Daha sonra kızlara da bu hakkın tanınmasına
rağmen erkekler ve kızlar ayrı sınıflarda ders görmüşlerdir. Kızlara böyle bir hak
verilmesi, 1914 yılının (Görüntü 46) Ekim ayında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin
açılmasına zemin hazırlamıştır. İlk eğitim yılında iki atölye kız öğrencilere ayrılmıştır.
Biri Çallı kuşağı grubunun üyesi Ali Sami Boyar hocalığa getirilirken, diğer atölye
hocalığına da Mihri Müşfik hanım getirilmiştir138. Buradan mezun olacak kadın
sanatçılar, Türk Resim Sanatı için çok önemli katkı sağlayacaklardır. Yeni yetişecek
olan kadın ressamlara da örnek olan mezun öğrenciler, devlet kurumlarında hoca
olmuşlar139. Mustafa Cezar’a göre 1914 yılında açılan okulun ilk binasının günümüzde
“İstanbul Kız Lisesi” olarak bilinen “Bezm-i Âlem Valide Sultan Mektebi” olduğunu
belirtmektedir. Bazı kaynaklara göre ise İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
olarak da bilinen Zeynep Hanım Konağı okulun açıldığı ilk binadır. Araştırmalar
135
Giray, a.g.e., s.27-28.
Gören, a.g.e., s.48.
137
Giray, a.g.e., s28.
138
Gören, a.g.e., s.50.
139
Kıymet Giray, Türkiye İş Bankası, Resim Koleksiyonu, 1. Baskı, Ankara: İş Bankası, 1998, s.33.
136
36
neticesinde okulun ilk Darülfünun binasında eğitime başladığı ve daha sonra da Bezm-i
Âlem Valide Sultan Mektebi’ne taşındığı anlaşılmıştır140.
İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde modelden çalışma, alçı heykellerden çalışma
ve manzara çalışmaları gibi gözleme dayalı faaliyetlerin yanı sıra hayalden çalışmalar,
anatomi, perspektif ve sanat tarihi gibi çeşitli derslerin verilmesi ile güçlü bir program
uygulanmıştır. Kurumda karakalem, suluboya ve yağlıboya gibi iki boyutlu resim
tekniklerinin dışında, üç boyutun kavranması ve gerçekleştirilebilmesi amacıyla
heykeltraşlık dersleri de verilmiştir. Kurumun yönetmeliğinde belirtilen derslerin
süreleri ve programda yer alma düzenleri, ayrıca sınav tipleri ve sınıf atlama kuralları
Ek-1’de ayrıntılı biçimde sunulmaktadır.
1915 yılında Sami Boyar hocalıktan ayrıldığında, kendisinin yerine Aznif Hanım
ders vermeye başlamıştır. Okulun müdürlüğünü, matematikçi Salih Zeki Bey
üstlenmiştir. Daha sonra Mihri Hanım okulun müdüresi olmuştur. Ayrıca anatomi
dersini Ali Nurettin Berkol, sanat tarihi ve estetik derslerini de Vahit Bey, sonra da
Ahmet Haşim vermiştir. Perspektif dersini Ahmet Ziya Akbulut yürütmüştür. 1919
yılında perspektif hocalığına Feyhaman Duran getirilmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla
1924-25 yıllarında kız ve erkek eğitimi birleştirilince, eğitim anlayışı da yenilenmiştir.
Mihri Hanım, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde ilk kez Türkiye’ye çıplak kadın modeli,
kızlar atölyesine getiren kişi olmuştur. Mektebe ilk başvuran öğrenci, Müzdan Sait
Hanım, ikinci öğrenci ise Belkıs Mustafa Hanım olmuştur. İnas mezunları arasında
Güzin Duran ve Nazlı Ecevit kız öğrencilerin en bilinenleri arasındadır. İnas mektebinin
heykel bölümünden mezun iki kadın heykeltraş ise Sabiha Bengütaş ve Nermin
Faruki’dir. Dönemin bir diğer kadın sanatçısı, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hikmet
Hanım’dır. İnas Sanayi-i Mektebi öğrencileri yapıtlarını sergilemek için Galatasaray
Sergilerine katılmışlardır141.
İnas Sanayi-i Nefise Mektebinin öğrencileri, öğretmenlerin gözetiminde yaz
aylarında Gülhane Parkı, Üsküdar, Köprüaltı ve Topkapı Sarayı gibi mekânları gezerek
peyzaj çalışırlardı. Bu çalışmalar sırasında kızlara polis eşlik etmekte ve özel izinler
alınmaktadır. Yarışmalar yaptırılarak ve dereceye giren kızların resimleri sergilenerek,
Burcu Pelvanoğlu, “Türkiye’de Resim Sanatının Doğuşu”, Hoca Ressamlar, Ressam Hocalar
“Sanayi-i Nefise’den MSGÜ’ye Akademi Resim Hocaları Sergisi”, 1. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 2010, s.26.
141
Gören, a.g.e., s.52.
140
37
kızlar çalışmaya motive edilmişlerdir. Birçok kadın ressamın yetiştiği bu okulun
öğrencileri, Galatasaraylılar Yurdu Sergileri olmak üzere birçok sergide yapıtlarını
izleyiciye sunmuşlardır. 1916 Galatasaraylılar Yurdu Sergisine; Müjde Esat, Müzdan
Sait, Celile Hikmet Hanım ve Harika Lifij; 1917’de ise bu isimlere, Ruşen Zamir ve
Melek Ziya katılırlar. 1920’lerde katılımcıların çoğunu bu okul oluşturur. 1921’de
Melek Celal Sofu, Mediha, Nevzat, Nazlı, Melek Fevzi hanımlar katılmıştır. 1922
yılındaki sergiye de Sabiha Bozcalı, Feride, Müzdan, Belkıs Mustafa, Zahide, Melih,
Naciye ve Müjdat Esat gibi İnas-ı Sanayi-i Mektebi mezunları katılmışlardır142.
1.3.3. Modern Türk Sanatını Kurgulamak: Plastik Bir Dil Tasarımı
Türk resminde Batılılaşma hareketi, doğayı bilimsel (gözlemci) yöntemle gören
gerçekçiliğin Batı üslubunda yağlıboya resim denemeleri ile başlar. Önceleri fotoğraftan
yararlanarak doğayı taklit etmeye çalışan ressamlar, 1910’lardan sonra izlenimcilikle
tanışmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak, gerek Batı sanatında gerekse
yansıması olarak Türk resminde akımların çalışma yöntemleri ve anlatım yolları
birbiriyle kesişmiştir. Bu açıdan, Türk sanatının temelini oluşturan ilk modern sanat
hareketi diyebileceğimiz 1914 kuşağı sanatçıları, kendinden sonraki tüm sanat kurum ve
gruplarını etkilemeyi başarmıştır. Bu sanatçılar, gerek Osmanlı bürokrasisi gerekse
Cumhuriyet için birer köprü oluşturma görevi içine girmişlerdir. Bu kuşağı oluşturan
sanatçılar; Avni Lifij, Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı, Namık İsmail, Feyhaman
Duran, Hikmet Onat ve Mehmet Ruhi Arel’dir (Görüntü 47).
Avrupa’da aldıkları eğitim sonucu figür konusunda başarılı çalışmalar ortaya
koyarak sanat hayatlarını sürdürmüşlerdir. Serbest fırça vuruşlarıyla tuval yüzeyine
yansıyan ışığı ve nesne ile figürü bir parçalanmışlık hissi verecek denetimli formla
izlenimsel olarak parçalamışlardır. Modern Türk sanatına konu çeşitliliği kadar, ışık
kullanımı, biçim parçalanışı ve soyuta yöneliş bakımından katkı vermişlerdir. Konu
seçimleri açısından da büyük bir gelişme yaşanmıştır. Primitiflerin manzaraları
gelişerek yerini yoruma müsait portrelere ve natürmortlara bırakmıştır. Bu dönemlerde
artık akılcılık unsuru resme girmiştir. Avrupa’nın sanayileşme ve bilimine bağlı olarak
gelişen bu akılcı resimlerin bize kazandırdığı en önemli etken ise kuşkusuz perspektiftir.
Perspektif, artık normal ölçülerle ve görünüşlere bağlı bir gerçeklik anlayışıyla
142
Giray, a.g.e., s.29-30.
38
uygulanmaya başlanmıştır. Yani artık nesneler, standart ölçülere bağlı olarak yapılmaya
başlanmıştır143 .
Türk resim sanatında izlenimcilik, 1914’te I. Dünya Savaşı nedeniyle Paris’ten
yurda dönen İbrahim Çallı ve arkadaşları tarafından başlatılmıştır. Peyzaj, natürmort,
portre ve nû çeşitlemeleri, konularını birdenbire ortaya çıkan kendiliğinden fırça
vuruşları ile şekillendirmeleri boya zevkinin de gelişmesini sağlayarak Türk resim
sanatında önemli bir durak olmuşlardır. “1914 Çallı kuşağı” Sanayi-i Nefise’de hoca
olduktan sonra, yabancı hocaların egemenliği sona ermiştir. İzlenimcilikle birlikte, Türk
sanatına “fırçanın bir defalık tazeliğini veren tuşları” tanıtmışlardır144. Meşrutiyet
döneminin 1914 ressamları olarak da anılan bu sanat hareketi, Türk Sanatının
temellerini atarlar. Sanayi-i Nefise’nin 27 yıllık öğretim süreci içinde yetişen
ressamların ardından bu kuşak ressamları gelmektedir. Şevket Dağ, İsmail Hakkı
Altunbezer, İzzet Mesrur gibi Sanayi-i Nefise mezunları, o dönemde sanat ortamında
imgesel manzara konulu resimler üretmişlerdir. Bu kuşağın sanatçıları, romantik
manzaraları tercih ederken, Çallı kuşağı farklı değerlere yönelerek yeni konu
arayışlarına girmişlerdir. Bireysel sanat anlayışları ile sanatçı kimliğini bütünleştiren bu
kuşak, izlenimci araştırmalar yaparak gerçekliği anlamaya çalışmış ve Paris’te
gördükleri eğitim ile ışık ve renk kullanımında uzmanlaşmışlardır145. Örneğin İbrahim
Çallı, Cumhuriyet öncesi resmi, çağdaş Türk resim sanatına bağlayan sanatçıdır. 1914
Çallı Kuşağı’na adını veren Çallı, renkleri ve ritmi profesyonel olarak kullanmıştır.
Batı’da buna “kolorist” denilmektedir. 1917 yılında Şişli Atölyesi’nde yapmış olduğu
“Milli Mücadele”, “Gece Baskını” ve “Yaralı” gibi resimlerde146. Kurtuluş Savaşı’ndaki
Türk askerlerinin kahramanlıklarını resme dökmüştür147. “Zeybekler Kurtuluş
Savaşında” isimli resimde de (Görsel 48) yine Kurtuluş Savaşı konuludur. Resimde,
dağların ufukta verilmesiyle derinlik hissi vermektedir. Odak noktası açısından
değerlendirildiğinde, 1 beyaz at ve 7 kişilik bir kompozisyon bu resimde hâkimdir.
Semra Germaner, “Cumhuriyet Döneminde Resim Sanatı”, Cumhuriyetin Renkleri, Biçimleri, 1.
Basım, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s.15.
144
Turanî, a.g.e., 1984, s.IX.
145
Giray, a.g.e., s.21.
146
İbrahim Çallı’nın hayatı ve resimleri hakkında detaylı bilgi için bakınız,
http://turkishpaintings.com/index.php?p=37&l=1&modPainters_artistDetailID=239
(Erişim Tarihi:07.11.2018)
147
Ufuk Alkan, Mehmet Emin Kahraman, “İbrahim Çallı’nın Kurtuluş Savaşı Temalı Resimlerinin
İkonografik ve İkonolojik İncelenmesi”, Kalemişi Dergisi, C.4, S.7, v.4, 2016, s.3.
143
39
Kurtuluş Savaşına gidecek 4 zeybek ve onları uğurlayan 3 kadın, grup halinde
resmedilmişlerdir. Resmin sağında birinci grup olarak nitelendirilen 2 zeybek sohbet
ettiği; ikinci grupta ise arkası izleyiciye dönük olan zeybek, atını eğerken görüldüğü ve
üçüncü grupta ise oturan 1 zeybek ile ayakta kalan 3 kadın sohbet ederlerken tasvir
edilmiştir. Giyim kuşamları Ege Bölgesi’ne has efe kıyafetleridir148. Resmin sol
tarafındaki kadınlar, korku içinde büyük ihtimalle zeybeklerin tanıdıkları olduğunu göz
önüne alınarak uğurlamaya çalışırken resmin sağ tarafında ise cesaretli ve korku
bilmeyen zeybekleri resmin köşelerine eklemiştir. Zeybeklerin ellerinde tüfekleri ve
bellerinde fişekleri ile düşmandan çekinmediklerini ve hatta üçüncü grup olarak
ayırdığımız yerde oturan zeybek, rahat bir tavır ile oturması bunun en büyük kanıtı
olabilir149. Türk resim sanatının atılımın başlangıç yıllarında, sanata getirdikleri ışık ve
renk coşkusunu, yaşamın güncel akışına kadar ulaşan çok varsıl bir konu çeşitliliği
içinde sunan ressamları tanımaktadır, çallı kuşağı150.
Çallı kuşağı, İstanbul’da Galatasaray Sergileri ile tanınan ve resim sanatında
Akademide hocalık yapan sanatçılardan oluşmuştur. Bu grup, aynı zamanda
Cumhuriyet sanatının şekillendirilip, bilinçli bir Türk sanat ekolünün de oluşturmasına
zemin hazırlamıştır151. Galatasaray sergileri, 1918’den 1928 yılına kadar devam
etmesiyle 1914 kuşağı sanatçıları halka kendini tanıtmıştır. Nazmi Ziya, mavi, mor,
turuncu renklerle Görsel 49’da görülen yaz İstanbul’unu resmetmiş, İbrahim Çallı,
manzara (Görsel 50) ve figürlerden oluşan kompozisyonlar oluşturmuştur. Feyhaman
Duran’ın portreleri (Görsel 51) ile öne çıkarken, Hikmet Onat (Görsel 52) ise Halil
Paşa’nın yolunda giderek Boğaziçi’nin tabloları yapmıştır. Namık İsmail, İstanbul’un
güzel sosyete kadınlarını (Görsel 53) çizmekle ilgilenmiştir. Bu sergilerde aynı zamanda
Sami Yetik’in harp kompozisyonları, Şevket Dağ’ın cami enteriyörlerini, Mehmet Ali
Laga’nın manzara resimleri ile de karşılaşılmıştır. Bunların yanı sıra Hikmet Onat’
yolundan giden Vecih Bereketoğlu (Görsel 54) da Galatasaray Sergilerinde sık
rastlanılan ressamlar arasındadır152.
148
a.g.m., s.5.
a.g.m., s.6.
150
Giray, a.g.e., s.32.
151
Burcu Pelvanoğlu, Hale Asaf Türk Resim Sanatında Bir Dönüm Noktası, 1. Baskı, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, 2007, s.31.
152
Nurullah Berk, Resim Bilgisi, 3. Basım, Ankara: Varlık Yayınları, 1972, s.167-168.
149
40
Çallı kuşağının yapıtlarını sergilemek için “Galatasaraylılar Yurdu” tercih
edilmiştir. Daha sonraki dönemde Galatasaray Lisesi’nin resim dershanesiyle yanındaki
iki sınıf, Çallı kuşağının sergilerine uzun yıllar boyunca ev sahipliği yapmıştır. İstanbul
için önemli bir kültür etkinliği olan sergiler, Türk Sanatının bilinmesi adına da büyük
bir olay haline gelmiştir. Sergide, yılda bir kez olmak üzere ağustos ayında “duhuliye”
giriş ücretini ödeyerek gezilme imkânı sağlanmıştır. Bu ücret, sanatçıların masraflarını
karşılama imkânı veriyordu. Sergiye tabloların yerleri “usta ve amatör sanatçılar” olarak
iki kısımdan oluşturulmuştur. Orta büyük salon usta sanatçılara ayrılırken, gençler ya da
Sanayi-i Nefise Mektebinin öğrencilerinin eserleri, yandaki sınıflarda amatör denilen
yerlerde sergileniyordu153. Galatasaray sergilerinde, yalnızca Çallı kuşağının tabloları
sergilenmemiştir önceki sanat gruplarının yapıtları ve yeni yetişen genç sanatçılarının
tabloları da sergilenmiştir. Hüseyin Zekâi Paşa, Halil Paşa, Hoca Ali Rıza, Ömer Adil,
Tahsin, Ali Cemal, Sami Boyar, Viçen Arslanyan, İsmail Hakkı gibi sanatçıların da
tablolarını görmek mümkündür154.
Çallı Kuşağı’nın Sanayi-i Nefise’de yetiştirdiği ve sonrasında Avrupa’ya
gönderdikleri bir grup sanatçı Avrupa’da hâkim olan Kübizm, Fovizm, Ekspresyonizm
gibi çağdaş akımları benimseyerek Atatürk’ün çağdaşlaşma politikasına uygun olarak
bu akımları yurda taşımış ve uygulamışlar. Böylece daha önce izlenimciliğin var olduğu
sanat ortamına yeni akımlar katılarak sanat ortamı genişlemiştir155. Ersoy, Çallı
Kuşağı’nın Türk sanatındaki plastik değişime olan katkılarından ve manzara resmi gibi
kokan doğa betimlemelerini izlenimsel etki ile yapıldığı için bunun hissedildiğini
belirtmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Çallı Kuşağı’nın Sanayi-i Nefise
Mektebi’nde hoca oldukları ve hocalıkları sırasında Avrupa’ya gönderdikleri
ressamların Anadolu’ya döndüklerinde Kübizm, Fovizm, Ekspresyonizm gibi modern
akımları, Atatürk’ün çağdaşlama politikasına uygun olarak, Anadolu’da yetiştirilerek
genç sanatçılara öğretilmiştir156.
1914-1918 savaş yıllarında, Türkiye’de savaşı anlatmak üzere “Şişli Atölyesi”
(Görsel 47) kurulur. İstanbul’un Şişli semtinde Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle
Nurullah Berk ve Adnan Turanî, Başlangıcından Bugüne Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, 1.cilt,
İstanbul: Tiglat Yayınları, 1981, s.19.
154
a.g.e., s.20.
155
Renda, a.g.e., 1993, s.446.
156
Ersoy, a.g.e., s.16.
153
41
kurulan bu atölyenin amacı, 1. Dünya Savaşı’ndaki müttefik Osmanlı’nın cephedeki
mücadelerinin resimlerini dünyaya göstermekti. 1914 kuşağı ressamlarının temasını
savaş sahneleri ve askerlerin cesaretli mücadeleleri olmuştur. İlk kez 1918 yılında bu
kuşağın resimleri İstanbul’da Galatasaraylılar yurdunda halka sergileme imkânı
sağlamışlardır. Galatasaray yurdunun sergisinden sonra, Viyana ve Berlin’e gönderilen
bu resimler ilgiyle karşılanmıştır. Şişli atölyesi, asker ressamlardan Yüzbaşı Sami
Yetik’in gayretleri ve Enver Paşa emirleri ile açılmıştır. Bu atölyede Sami Yetik,
Hikmet Onat, Ali Sami Boyar ve Ruhi gibi asker okul çıkışlı sanatçıların yanı sıra
Mehmet Ali Lâga da bu atölyede çalışmıştır. “Şişli atölyesindeki çalışmalara katılan
ressamlar, savaş sahnelerini ya hâmasi bir destan havası içinde göstermiş ya büyük bir
hareket
dinamizmi
içinde
ortaya
koymuş
ya
da
savaşın
duygusal
yanını
vurgulamışlardır”157. Şişli Atölyesi, ordunun koruması altında resim yaptığı ve burada
bulunan tüm sanatçıların milli duygularla işlerine sarıldıkları bir yer olmuştur.
Çanakkale Boğazı savunması ve cephedeki askeri başarılar, büyük yankı uyandırmıştı.
Bu mücadelenin resmini de bu atölye üstlenmişti. Şişli Atölyesini ziyaret eden saltanat
çevresinden kişiler de ilgi göstermiştir. Veliaht Abdülmecit Efendi, bizzat atölyeyi
ziyaret ederek ve destek verdiği bilinmektedir. Milli birlik ve beraberliği güçlendiren
atölye, savaşı gerçekçi bir atmosferde resimledikleri üslûplarından tanınabilmektedir.
Atölyeye savaş araçları ve askerler getirilerek model olarak kullanmışlardır158. Örneğin
Görsel 55’te Abdülmecid Efendi, 08 Eylül 1917 tarihinde Şişli Atölyesi’ne gelerek bu
sanatçıların çalışmalarını yerinde görmüştür. Şişli Atölyesi’nde çalışan ressamların
çalışmalarına bakıldığında, Kurtuluş Savaşı ve bu savaşın etkileri olarak yorumlanabilir.
Hikmet Onat’ın ‘’Siperde Mektup Okuyan Askerler’’ (Görsel 56) adlı çalışması, savaşın
duygusal yönünü resmetmiştir. Büyük ihtimalle ailesinden gelen mektubu okuyan asker,
duygusal olarak acı çekmektedir. Bu askerin sesli okuduğu mektubu, silah arkadaşları
da dikkatli bir şekilde dinlese de resmin sağ tarafında ise yüzü gözükmeyen asker de
düşmanı gözetlemektedir. Namık İsmail’in yapmış olduğu ”Son Mermi” (Görsel 57)
adlı çalışması, savaşın en acı halini yansıtmıştır. Büyük bir yıkımın olduğunu gösteren
bu tabloda, ölen bir asker, yaralı halde kıvranan bir asker, silahı onarmaya çalışan ve
elinde son mermiyi gösteren bir asker olarak gruplayarak odak noktasını vermektedir.
157
158
Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk Sanatı, 7. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 2005, s.151.
a.g.e., s.152.
42
Savaşın yıkımını gösteren detaylar olsa da özellikle mermiyi tutan askerin cesareti
önemli bir detaydır. İbrahim Çallı’nın “Topçu Mevzi Alırken” (Görsel 58) adlı
çalışması, hareketli bir figür anlayışı ile yaptığını görmekteyiz. Mehmet Ruhi’nin
“Düşman Kaçtıktan Sonra” (Görsel 59) adlı çalışması, Çanakkale Savaşı’nda bir
çarpışmanın hemen sonraki halini bize göstermiştir. Sol tarafta yatan kişi ise Celal Esad
Arseven model alınarak yapılmıştır. Bu resimlerin ortak dili kahramanlık olsa da
savaşın yıkımlarını ve bu savaştaki duygusal bağlamda kalan askerlerin acısını da
izleyiciye göstermesi açısından birer “savaş belgesi” olarak yorumlamak gerekir.
Figürlerin dinç bir şekilde gösterilmesi ya da kullanılan hayvan modellerin yine kilolu
olarak gösterilmesi, eserler Türk resim sanatında tartışmasız önemli bir konuma
sahiptir159.
20. yy’da Osmanlı sarayının destek ve gayretleri ile Batılılaşma yönünde etkili
olan ve giderek kurumlaşacak bir kültür değişimi başlamıştı. Bu değişim, Cumhuriyet
döneminde de devam ederek, bilinçli ve çağdaşlaşma arzusuyla kendi özünü yaratmaya
yönelik bir adım olmuştur. Cumhuriyetin yerleşmesinde özellikle kentleşme faktörü
etkili olmuştur. Bireye kazandırılan özgürlük, Osmanlı’daki yapıdan farklıdır. Kişisel
özgürlüklerin, inkılâpların yaşandığı ortam, sanatın da özgünleşmesine ve sanatçıların
daha kaliteli çağdaş eserler üretmesine zemin hazırlamıştır. 1920’lerden 2. Dünya
Savaşı’na süren dönemde, sanat Türkiye’de yaşanılan kültürel değişimlere ve batı
dünyasıyla aynı paralelde resim konularına yönelmiştir. Cumhuriyetin bu dönemi, Türk
Sanatı için temellerin oluştuğu ve çağdaşlaşma olgusunun şekillendiği yıllar
olmuştur160.
1923 yılında Cumhuriyetin ilan edilmesiyle Mustafa Kemal Atatürk 161 ve devlet
adamlarının üzerinde yoğunlukla durdukları konuların başında Türkiye Cumhuriyeti’ni
bilim, teknik ve sanat alanlarında çağdaşlaştırmaktır. Bu amaçla birçok farklı alandan
öğrenci, yurtdışına donanımlı bir eğitim almaya gönderilmiştir. 1924 yılında yurt dışına
gönderilenler arasında beş ressamın bulunması, cumhuriyetin sanat alanındaki ilerleme
159
http://arsizsanat.com/turk-resminde-savasin-betimi-ve-bir-savas-cephesi-olarak-sisli-atolyesi/
(Erişim Tarihi: 07.11.2018)
160
Germaner, a.g.e., 1999, s.8.
161
Detaylı bilgi için Bkz., Gültekin Elibal, Atatürk ve Resim Heykel, 1. Baskı, İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları, 1973, s.52-307.
43
planlarını önemli derecede desteklemektedir162. Cumhuriyet döneminde, sanat
oluşumlarına kaynaklık edecek ekonomik ve kültürel zenginliğe sahip bir kesim yoktur.
Bu açıdan devlet, kültür-sanat hamisi rolünü idame ettirmektedir. Sanatçıların
destekleme rolünü üstlenen devlet, bu süreci kısır bir bütçe ile sürdürmüştür. Devletin
ilk 25 yıllık sürecinde, sanat ve sanatçıya verilen değerin arkasında Atatürk’ün kültür
politikaları etkili olmuştur163.
Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı devletinden zengin bir miras kalmamıştı.
Tarım ağırlıklı daha çok insan gücüne dayalı ve teknoloji olarak geri kalmış yöntemler
kullanılmaktadır. Cumhuriyetin ilk onbeş yıllık sürecinde, ulusal sermaye ve çökme
halindeki ekonomiyi yeniden yapılandırma çalışmaları ile ilk önemli adımlar atılmaya
başlanmıştır. 1938 yılına kadar karma ekonomik sistemle ile iyileştirme çalışmaları
sürmüştür. Ülke 1933-50 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı’nın etkisini sosyal ve
kültürel bir kalkınma modeli uygulayarak ayakta kalmayı başarmıştır164. Osmanlı
devletinin mirası üzerinde 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel
sorunlarından birisi de ekonomidir. Sanayinin henüz olgunlaşmamış olması ve eski usul
tarım vardı. Bu açıdan yeni kurulan devletin ekonomisini düzenlemek için İstanbullu
Türk tüccarların “Milli Türk Ticaret Birliği”ni kurmaları ile ekonominin kurumsal
olarak düzenlenmesi adına ilk hamle atıldı. 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında
İzmir İktisat Kongresi’ne 1135 temsilcinin katılımı olmuştur. Bu kongrede ekonomik
yapılanmayı düzenlemek için milli bir yaklaşımı bütünlükle ele alan “Misak-ı İktisadi”
belirlenmiştir. Bu düzenlemenin temel amacı sanayi ağırlıklı bir ülke yaratmaktır165.
İzmir İktisat Kongresi’nin kararları doğrultusunda 1925’te Sanayi-i ve Maadin Bankası
ve 1927’de ise Sanayi-i Teşvik Yasası çıkarılmıştır. 1930 yılından sonra devletin
yapmış olduğu kanunlar sonuç vermiş ve bu tarihten sonra sanayileşmeyi özel sektörün
elinden alarak kendi tekelinde yürütmeye başlamıştır. Bu dönemde tüccarların haklarını
korumak ve ticaret hamlesini sağlayabilecek bir banka kurulması istenmektedir. Bu
Anonim, “Çağdaş Türk Sanatı Tarihi”, Fotoğraf ve Grafik (Ders Kitabı), Ankara: MEB Yayınları,
2012, s.31.
163
Mehmet Üstünipek, “Cumhuriyet’in ilk 50 yılında sanat piyasası”, (Bölüm 3 Sanat Ortamı,
Cumhuriyetin Renkleri, Biçimleri, 1. Basım, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
Yayınları, 1999, s.188.
164
O. Murat Koçtürk, Meryem Gölalan, “1923-1950 Türkiye Ekonomisinin Yapısal Analizi”, Üçüncü
Sektör Kooperatifçilik Dergisi, Sayı 45, 2010, s.49.
165
a.g.m., s.50.
162
44
amaçla 1924 yılında İş Bankası kurulur166. Böylece sanayi hamlesi yapacak kişiler için
kredi imkânı sağlanmaktadır. 1927 yılında Emlak Eytam Bankası da başkent imar
faaliyetleri için kurulmuştur. 1925 yılında ilk yatırım bankası olan Sanayi-i ve Maadin
bankası, 1932 yılında Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası’na devredilmiştir167. 1929
yılında Dünya Ekonomik Buhranı sonucu Türkiye’nin ekonomisi iyice bozulmuştur.
Dış borçlar bir süreliğine ertelenmiştir. Türkiye’de üretilen tarım üretimi fiyatlarının
düşmesiyle ithalat durma noktasına gelmiştir. Böylece dış ticaret açığı da artmıştır168.
1933 yılında I. Beş Yıllık Sanayi Planı kalkınma modeli çerçevesinde, Türkiye’de
sanayi kurmakla görevli kuruluş olarak Sümerbank kurulmuştur169. 1938 yılında I. Beş
Yıllık Sanayi Planı hazırlandıysa da 1940-45 yılları arasında Dünya Savaşı yaşandığı
için uygulamaya konulamamıştır. Türkiye, II. Dünya Savaşı’na girmemiş fakat son
dönemlerinde girmek zorunda bırakılarak, bir seçim yapmak durumunda kalmıştır.
Savaşa girme kararı alındığında savaş sona ermiştir. Savaş bittikten sonra da ekonomik
ve siyasi problemlerle boğuşmak zorunda kalmıştır170. Ayrıca savaş ortamında haksız
kazancın önüne geçmek için de 1942 yılında Varlık Vergisi alınmıştır. 1946 yılında
savaşın bitmesiyle İvedili Sanayi Planı hazırlanmıştır171. 1947 yılında Türkiye İktisadi
Kalkınma Planını, Türkiye Ekonomi Kurumu üstlenerek hazırlamıştır. Amaç, savaş
sonrası ekonomiyi düzeltmek olsa da siyasi açıdan liberal bir anlayış ile sektörel olarak
milli gelir artışının önünü açmaktır172. 1945-50 yılları arasında çok partili sisteme geçişi
ile ekonomi alanında liberalleşen bir Türkiye rejimi, döneme damga vurmuştur173.
20. yy’da Avrupa’da, sanat alanında yapılan modern akımların üreticileri genç
kuşaklardan
oluşmaktadır.
Her
modern
grubunun
avant-garde
sanatı
temellendirilmesinde ve dinamizmin sanat üstünde özgünleşmesinde de yine genç
sanatçıların etkisi vardır. Bu dönemin sanat oluşumları, daha dikkatli bakılacak olursa,
toplumsal bunalımların yaşandığı dünya toplumlarında sanatlarında belirsizlik ve
soyutlamaya yönelen bir anlayış söz konusudur. Özellikle modernite yaşamla aynı
166
a.g.m., s.53.
a.g.m., s.54.
168
a.g.m., s.56.
169
a.g.m., s.57.
170
a.g.m., s.59.
171
a.g.m., s.60.
172
a.g.m., s.61.
173
a.g.m., s.63.
167
45
paralelde yeni fikirler ile sanata da yansımıştır174. Türkiye’de kültürel çağdaş
modernleşmeyi Avrupa'da olduğu gibi genç kuşaklar oluşturmuştur. Bu dönemde genç
sanatçılar yine devlet tarafından himaye edilmiştir. Cumhuriyetin 1950’li yıllara kadar
geçen döneminde, sanat yasalarla devlet tekeli altına alınmış ve çağdaş bir toplum inşa
etme sürecinde, sanat önemli bir rol oynamıştır. Zorlu bir savaş sürecinden çıkan
devletin, yaşanan ekonomik sıkıntıları bir tarafa alarak sanat hamisi görevini üstlenmesi
ve sanat ortamının yaratılmasında büyük girişimlerde bulunması çok önemli bir kültür
hamlesidir. Devlet; resim heykel müzesini kurmuş, sergiler düzenlenmesinde
destekleyici olmuş, sanatın her alanını desteklemiş, yurt dışına öğrenciler göndermiş ve
sergilerin Avrupa’da düzenlenmesi konularında öncülük etmiş kurumsal bir sanat
merkezi gibi çalışmıştır. Cumhuriyet hükümetinin o dönemde kültür politikasındaki
etkin çalışmaları, çağdaş uygarlık düzeyinin ve modernizmin ancak sanatın
özgürleştirmesi ile mümkün olacağını düşünen bireylerin varlığını göstermektedir175.
Böyle bir ortamda sanat-devlet ilişkisine dayanan bir piyasa ortamı oluşmaya
başlamıştır. Devletin sanat ve sanat kurumlarına bağlı bir tüzüğü ilke edinmesinde
çağdaş ve ileri görüşlü kişiliği ile Atatürk’ün varlığı ayrıca önemlidir. Devletin kurucu
lideri Mustafa Kemal Atatürk, 22 Ocak 1923 yılında Bursa’da yaptığı konuşmada: “Bir
millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin icap ettirdiği
şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin tarik-i terakkide yeri yoktur”176 şeklindeki
sözleri, sanatı ne derecede benimsediğinin kanıtıdır. Avrupa’da Hitler Almanya’sı ve
Sovyetler Rusya’sının kendi ideolojilerinde baskılı ortamlar yaratmış olması, sanat
üretiminin canlanmasına sebep olmuştur. Türkiye’de ise devletin desteğiyle oluşturulan
sanat ortamında, sanatçılardan kendi lehine beklentileri olmuştur. Cumhuriyetin
ilkelerini,
kahramanlıklarını
kurtuluş
savaşında
verdikleri
mücadelelerini
ve
inkılâplarını konu alacak resimler yapılmasını istenmiştir. Çünkü bu kahramanlık
ilkeleri, yine sanatçılar tarafından yeni nesillere aktarılmalıdır. Buna istinaden, 1923’te
7. Galatasaray Sergisine Atatürk’ün yerine katılan Hamdullah Suphi Bey tarafından
sanatçılardan, ulusal konulara ve devrimlerine yönelik resimler yapmaları beklenmiştir.
1924’te 8. Galatasaray Sergisi'nde ulusal konuların ağırlıklı olduğu ve sanatçıların da
174
Germaner, a.g.e. 1999, s.9.
Germaner, a.g.e.1999, s.11.
176
Üstünipek, a.g.y., s.188.
175
46
devletin söylemlerine uyduğunu, resmî kurumların bu yapılan çalışmaları beğenerek,
satın aldıkları görülür177.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923-50 yılları arasında resim öğretmeni yetiştiren
“Güzel Sanatlar Akademisi” ve “Gazi Eğitim Enstitüsü” önemli kurumların başında
gelmektedir. 1883’te Sanayi-i Nefise Mektebi ismiyle kurulup 1926 yılında Güzel
Sanatlar Akademisi’ne dönüşmüştür. 1932 Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye
Enstitüsünde açılan resim öğretmenliği mezunlarına kadar Türkiye’de en önemli plastik
sanatlar okulu olmuşlar178. Batı tarzı sanat ortamının yerleşmesinde büyük paya sahip
Sanayi-i Nefise Mektebi’ne, Cumhuriyet döneminde de önem verilmiştir. 1927 yılında
Fındıklı Sarayı’na atölyeler ilave edilerek modern bir akademiye dönüştürülen Güzel
Sanatlar Akademisine, Avrupa sanatını iyi bilebilmek ve öğretebilmek amacıyla yabancı
hocalar getirtilmiştir. 1970’lere kadar modern sanatın oluşmasında söz sahibi olan
akademi, ülkenin sanat piyasasının oluşmasını sağlamıştır179. 1944 yılındaki
ortaokullarında 160 resim dersi veren öğretmen arasından 34’ünün Gazi Terbiye
Enstitüsü ve 20’sinin Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olması, bu kurumların sanat ve
sanat eğitimi anlamında ne kadar önemli olduklarını göstermektedir. Bu 160 kişi resim
öğretmeninin 28’inin öğretmenlik belgesi vardır. Bunlardan dokuzu yabancı bir ülkeden
mezun olmuş, ikisi harbiye ve ikisi öğretmen okulu çıkışlıdır180. 1932 yılında yeni
sistemle eğitim vermeye başlayan Güzel Sanatlar Akademisi’nde Resim bölümü,
Hakkâklık bölümü, Mimari ve Heykel bölümlerinden oluşturulmak istense de
Hakkâklık bölümünde yeterli öğretmen kadrosu bulunmadığı için bu üç bölüm sadece
ilk sene eğitime başlamıştır. Sadece 20 öğrenci okula kayıt yaptırmış ve 1894 yılında bu
sayı, yüz yirmi öğrenciyi bulmuş. Atölyede verilen dersler usta-çırak ilişkisiyle verilir.
Hocaların tamamı yabancılardan oluşmuş ve insan vücudu, tabiat, perspektif kabiliyeti
ve yağlıboya çalışmalarına ağırlık verilmiştir. Sanayi-i Nefise Mektebinden daha önemli
olmasının nedenleri arasında yabancı hocaların ve öğrencilerin çokluğundan
kaynaklanıyordu. 1922 yılında Güzel Sanatlar Akademisi programına “Resim
177
a.g.y., s.188.
Serap Etike, Cumhuriyet Dönemi Resim Eğitimi (1923-1950), 1.Basım, İstanbul: Güldikeni Yayınları,
2001, s.36.
179
Germaner, a.g.e. 1999, s.19.
180
Etike, a.g.e., s.37.
178
47
Pedagojisi” eklenmiş ve bu dersi vermesi amacıyla Baltacıoğlu getirilir. Bu dersin çok
faydası olsa da sadece sekiz sene verilebilmiştir181.
1930’lu yıllar, eğitim ve öğretim kurumlarında reformların yapıldığı ve medrese
kültürünün zamanla bitirildiği görülmüştür. Bu yıllar, modern eğitimin üniversite
kurumlarında ortaya çıktığı yıllar olarak bilinmektedir. 1933 yılında Almanya’nın
Nasyonal Sosyalist Partisi’nin siyasal açıdan uygun görmediği ve siyasal olaylara
karışan akademisyen ve bilim adamlarına baskı kurulduğu bilinmektedir. Mustafa
Kemal Atatürk’ün çaba ve gayretleriyle bu bilim insanları ve akademisyenler,
Türkiye’ye davet edilerek yeni bir eğitim kadrolaşmasının önünü açmıştır. Bu tarihlerde
birçok yabancı eğitimci Türkiye’ye gelip kurumların bilinçli bir batı eğitimi modelini
Türk halkına aşılamıştır. 1936 yılında yurda gelen yabancı eğitimciler, Akademi
eğitimine yeni bir söylem getirmiştir. Bu yabancı akademisyenlerden Akademideki
reform hareketinin bir parçasını oluşturmuşlardır. Diğer önemli bir reformist girişim ise,
Avrupa’da eğitim gören Türk ressam ve heykeltıraşlardır. Akademiden mezun olan ve
yurt dışında eğitim almış Ali Karsan, Kenan Yontunç, Zeki Kocamemi, Cemal Tollu,
Şeref Akdik, Mahmut Cûda, Ali A. Çelebi, Eşref Üren, Hamit Görele, Salih Urallı,
Ercüment Kalmık ve adını sayamayacağımız onlarca sanatçının 1923-1936 yılları
arasında akademide yer aldıkları bilinmektedir182. Güzel Sanatlar Akademisi resim
öğretmeni yetiştirmek temel amacında olmasa da yüzlerce öğretmen yetiştirmiş ve bu
öğretmenler yurdun dört bir yanında sanat dersleri vermiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün
ülkeyi “çağdaş uygarlık düzeyine” çıkarma hedefini gerçekleştirmeleri, hem ülkemiz
sanatı açısından hem de çağdaş sanat olgusunun “kimlik” açısından önem
taşımaktadır183. Avrupa’ya resim eğitimi için Acadêmie Julian’a gönderilen sanatçılar,
Paris'te gördüklerini Türk sanatı ile harmanlayarak resim yaşamlarına devam
etmişlerdir. Şeref Akdik (Görsel 60), Mahmut Cuda (Görsel 61), Cevat Dereli (Görsel
62), Refik Epikman Görsel 63), Muhittin Sebati (Görsel 64), Ratip Acudoğlu (Görsel
65) ve Hale Asaf (Görsel 66) gibi birçok sanatçı sonraları Türk sanatına yön
vermiştir184.
181
a.g.e., s.43-45.
a.g.e., s.46-47.
183
a.g.e., s.48-49.
184
Deniz Artun, Paris’ten Modernlik Tercümeleri, 1. Baskı, İstanbul: İletişim yayınları, 2007, s.42-46.
182
48
Kurtuluş Savaşı’nın coşkusu, heyecanı ve devrimleri, cumhuriyetin onuncu
yılına özgü olarak 1933 yılında “İnkılâp Sergileri” ile taçlanmıştır. Bu sergiler, resim
tarihimize yeni bir soluk getirmiştir. Eserlerin konuları arasında milli mücadele,
devrimler ve kahramanlık öyküleri yer almıştır. İlk yıllarda bu konular işlenmişse de
daha sonraki yıllarda bu konuların terk edildiği görülmektedir185. Sanat eleştirmenleri
ve sanatçılar, inkılâp konularının işlenmesi yerine yapıtın inkılâpçı olması gerektiğini
savunmuşlardır. Devlet eliyle yapılan bu sergilerde sanatçılar, inkılâplar ve milli
konulara yönlendirilmek istense de eserlerde bu konuların çok az işlendiği gerçeği inkâr
edilemez186. CHP’nin bu sergileri önemsemesinde, Atatürk’ün “Nutuk” kitabı etkili
olduğu da düşünülmektedir. 1937 yılında sanat açısından tartışılan konuların başında,
sanatçıların aylık maaşa bağlanması söylemi de yer almıştır. Bu şekilde devletin
inkılâpçılarının tanıtılması ve halk ile olan bağının güçlenmesi sağlanacak bu süreçte
devlet köprü vazifesi görecektir. Kimi çevreler, sanatçıların aylığa bağlanmasının
hakaret olacağını düşünürken, kimi çevreler bu düşünceyi şiddetle savunmuşlardır. Ar
dergisine demeç veren, Salih Urallı ise sanatçıların maaşa bağlanması konusunda
“Seçilecek 25 ila 30 ressama, her üç ayda bir 180 lira ücret verilecek ve bu sanatkârlar
başka bir işde çalışmayacaklar” şeklinde görüşlerini belirtmiştir. Üç sene içinde
yapılmış resimlerin yine devlet tekelinde büyük bir sergide halka açılması gerektiğini
ifade etmiştir. Buradaki eserlerin çoğunun resmi kurumlarca alınacağı ve “Resim
Müzeleri”nin kurulacağı öngörmüştür. Bu girişimin, bir açıdan sanatçıyı korumaya
yönelik olacağı, bir yandan da müzeleşmenin önünü açacağı görüşü, sanatçıların da bu
girişime destek vermesine neden olmuştur. 1938-44 yıllarında “Yurdu Gezen
Ressamlar” etkinliğinin, bu tartışmalardan doğmuş olma ihtimali yüksektir. Bu
sanatçılar, her yıl seçilip yurdun belirlenen yerlerine gönderilerek ve o yörede ürettiği
resimleri Ankara’da sergilenip devletin resmi kurumları tarafından alınacaktır. 1942
yılında, resmi kurumların bu sergiden resim almak için 2100 lira bütçe ayırdığı görülür.
400 lira birinciye, 350 lira ikinciye, 300 lira üçüncüye ve yedi kişiye de 150’şer lira
verilmiştir. Böylece hem maddi açıdan destek sağlanmış hem de çağdaş sanata yerel,
milli ve bölgenin tanıtımı imkânı sağlanmıştır. Devlet bu girişim paralelinde, eserlerin
185
186
Germaner, a.g.e., 1999, s.17.
Üstünipek, a.g.y., s.188.
49
konuları açısından ve teknik açıdan yenilikçilik beklentisi içerisine girmiştir. Konu
seçimi ve hangi şehre gidileceğini dair karar devlet tarafından belirlenmiştir187.
1938-43 yılları arasında “Halkevleri” katkısı ile ressamlar yurdun dört bir yanını
gezme fırsatları bulmuşlardır. Yerel folklorik değerler üzerine çalışan sanatçılar, ödüller
ve ödemeler ile sanatın halkla bütünleşmesi fırsatı doğmuştur. Halkevleri ile başlatılan
yerel folklorik araştırmalar, yerel konuların bu dönemde ilgi çekmesine zemin
hazırlamıştır. Ülkemizde folklorik çalışmaların, belki de ilk defa bu sergiler ile ortaya
çıktığı söylenmesi doğru olabilir. 1930’ların parçalanmışlığına, yerel motifler eklenerek,
konular değişime uğramış ve ana tema Anadolu’nun folklorik hayatı olmuştur188.
Halkevleri, toplumsal altyapının oluşması açısından önemli bir kurum olmuştur189.
Halkçılık ilkesine dayalı Halkevleri, “toplumdaki kültürel ikiliği yok etmeyi amaçlayan”
işlevi üstlenmektedir. Bu yolla köydeki hayat şehre, şehirdeki hayat ise köye tanıtılarak
toplumdaki kesimlerin birbirini tanıma fırsatı yaratılmıştır. Halkevleri, halk-sanatçısanat kavramlarını birleştiren ve halka sanat sevgisini aşılayan bir kurum olmuştur. Bu
anlayışta, sanatın İstanbul ve çevresiyle sınırlı kaldığı için toplumsal bir bütün
oluşmasının imkânsız olduğu görüşü hâkimdir. Bu nedenle milli sanat ideolojisi taşıyan
Halkevleri, yöreselciliğe, köylü temasına ve Anadolu gerçeğine sanat-sanatçı-toplum
üzerine yoğunlaşarak, bütünleştirme gayreti içine girmiştir. Bu yolla, farklı kesimlerden
insanlara, farklı yöreler ve kültürler tanıtılarak millileşme yolunda önemli bir atılım
yapılmıştır190. Tansuğ, 1923-50 yılları arasında sanat ve sanatı etkileyen etmenleri sekiz
madde halinde sıralamıştır. Bu maddeler, Ekler bölümünde Ek-2 olarak yazılmıştır.
1.4. BAĞIMSIZ SANATÇI GRUPLAŞMALARI VE SANAT OLAYLARI
Osmanlı devleti ile başlayan ilk gruplaşmalar, 1908 yılında kurulan “Osmanlı
Ressamlar Cemiyeti”191, 1921’de isim değiştirerek “Türk Ressamlar Cemiyeti”,
Üstünipek, a.g.e., s.189.
Germaner, a.g.e., 1999, s.20.
189
Üstünipek, a.g.y., s.189.
190
Aylin Hanay, 1930 Sonrası Türk Resminde Köylü Teması (Yüksek Lisans Tezi), Edirne: Trakya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s.20-21.
191
Bnz., Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, kuruşunu M. Ruhi Arel’in Şehzadebaşındaki evinde, Sami Yetik,
Şevket Dağ, Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Hoca Ali Rıza, Ahmet Ziya Akbulut, Şerif Abdülkadirzade
Hüseyin Haşim, Ahmet İzzet, Mehmet Muazzez, Mahmut ve İzzet Mesmur, 1908 (kimileri 1909 diyor)
sanat yaşamlarına başlamışlardır. 1835 yılından beridir Avrupa Sanatı tanıyan sanatçılar, ülkelerinde bir
birlik olma düşüncesiyle kurmuşlardır. Tek amaçları “Türk Resim Sanatını canlandırmak” olan bu
sanatçılar, 30 Ocak 1911 yılında Sami Yetik’in gazetede durumu şu şekilde ifade etmektedir: “Cemiyet,
187
188
50
ardından da 1926 yılında tekrar isim değiştirerek “Türk Sanayi-i Nefise Birliği” olarak
yapıtlar üretmiştir. Bu isim de daha sonra değişerek “Güzel Sanatlar Birliği” olmuştur.
Birlik, 1929 yılında “Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği” olarak sanat
yaşamına başlamıştır192. Topluluk, Cumhuriyet döneminde kurulan ilk sanatçı topluluğu
olma özelliğini taşımaktadır. Paris ve Münih’e sanat eğitimi için gönderilen sanatçılar
tarafından kurulan bu topluluk, sanat piyasasını denetlemek ve Avrupa ülkelerindeki
gibi bir ortamı yaratmak görevini üstlenmiştir. Cumhuriyetin ilkeleri doğrultusunda
hareket eden grubun sanatçıları, ideal atılımlar yapmışlardır. Yalnızca İstanbul ile sınırlı
kalmayarak Ankara, Zonguldak, Bursa, Balıkesir, Samsun ve İzmit’te sergiler
düzenledikleri gibi yazıları ile gazetelerde, dergilerde ve konferanslarda halkı
aydınlatmışlardır. Avrupa sanatını yakından takip etmişler ve bu sanatı kendi
kültürlerini
gözeterek
aydınlatıcı
ve
mesaj
içerikli
eserlere
dönüştürerek
uygulamışlardır193. Ali Avni çelebi, Ratip Aşir Acudoğu, Ahmet Kenan Yontuç’dan
oluşan bir grup sanatçı, 1922’de sanat eğitimi için Münih’e gitmiş, burada Sabiha Rüştü
Bozcalı’nın yönlendirilmesi ile Heinemann’ın Atölyesine girmişlerdir. Ahmet Zeki
Kocamemi ve Mahmud Cûda da bu sanatçılara ilk sene katılmış fakat Heineman
atölyesinin ücreti arttırmasından dolayı oraya tekrar gidememişlerdir. 1923’te Münih
Akademisi’nin sınavlarını ise kazanamamışlardır.
Türk resmi için dönüm noktası
oluşturacak olan anlayışın eğitimini aldıkları Hans Hofmann’ın atölyesine girmişlerdir.
Yurda döndüklerinde Yerebatan’da ahşap bir konağın birinci katında kiraladıkları bir
odada “Yeni Resim Cemiyeti”ni kurmuşlardır. Şeref Kâmil Akdik, Mahmud
Cemaleddin Cûda, Nurullah Cemal Berk, Saim Özeren, Cevad Hamid Dereli, Turgut
Zaim, Refik Fazıl Epikman ve Sabih Bey tarafından kurulan bu cemiyetin çatı katında
düzenledikleri sergi ile sanat yaşamlarına başlamışlardır. Bu sergiyi, Galatasaray
sergilerinden ayıran en temel nokta ise ücretsiz olmasıdır ve daha önce böyle bir
genel sanat hukukunun korunmasını üstlenmiş ve ülkede sanatın, Sanayi-i Nefise’nin gelişmesine gücü
yettiği ölçüde çalışmaya uzmetmiştir.’’ Şehzadebaşı toplantılarının ardından, ilgiyi iyice üzerlerine çeken
bu sanat grubu, Cağaloğlu’ndaki Sait Bey Konağı cemiyete merkez olmuştur. Daha sonra bu cemiyete
Abdülmecit Efendi, Osman Asaf, Darüşşafakalı Galip, Ömer Adil, Nazmi Ziya Güran, Hüseyin Avni
Lifij, Mehmet Ali Laga, Feyhaman Duran, Vecihi Bereketoğlu, Namık İsmail, Üsküdarlı Cevat
Göktengiz, Celal Esat Arseven, Mihri Müşfik, Mithat Rebii ve Müfide Kadri katılmıştır. Seyfi Başkan,
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Resim, 1. Baskı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1997, s.62.
192
Seyfi Başkan, Ondokuzuncu Yüzyıldan Günümüze Türk Ressamları, 1. Baskı, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1991, s.2.
193
Germaner, a.g.e., 1999, s.16.
51
düzenleme Cumhuriyet tarihinde görülmemiştir194. 1929 yılında ise Mûhittin Sebati,
Cevat Dereli, Hale Asaf, Mahmud Cuda, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi, Şeref
Akdik, Refik Epikman, heykeltıraş Hadi Bara, Ratip Acudoğlu ve Zühtü Müridoğlu
“Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği” adı altında bir grup kurmuşlardır195. Bu
cemiyetin kurulmasında en büyük etken, sanat ortamında haksızlığı önlemek ve özgür
bir ortam yaratmak istenmesidir. Bu açıdan Pelvanoğlu, bu grubun amaçlarını şu
sözlerle açıklamaktadır:
“Sanatçıların ortak hak ve çıkarlarını korumak ve bunu yaparken de
sanatçıyı çalışmalarında özgür bırakmak; yabancı ülkelerde resim
sergileri açıp yabancı sanatçıları da buraya davet ederek kültür
alışverişine girmek ve de kente, bunun yapılabileceği bir sergi salonu ile
bir resim-heykel müzesi kazandırmaktır”196.
15 Temmuz 1929 yılında resmî olarak kurulan Müstakil Ressamlar ve
Heykeltraşlar Birliği, bir de nizamname yayınlatırlar. Grup kurulmadan önce sanatçılar,
15 Nisan 1929 yılında, Ankara Etnografya Müzesinde bir sergi düzenlemişlerdir197. Bu
birlik, her yıl ilkbahar ve sonbahar olmak üzere yılda iki kez sergi açmış ve tarihlerini
“15 Eylül ve 15 Nisan” olarak belirlemişlerdir198. Çağdaş Türk resminin özgünleşmesi
açısından önemli olan bu grup, Avrupa’da gelişen sanat akımlarını zengin bir konu
çeşitliliği ile ele almışlardır199. Birliğin amacı, İstanbul ve Ankara gibi merkez illerde
her yıl sergi açmak olsa da, aynı zamanda gezici sergiler de düzenleyerek Zonguldak,
Bursa, Samsun, Balıkesir ve İzmit’te Halkevleri sergi salonlarında resimlerini halkla
buluşturma çabaları olmuştur200. 1929 yılı Nisan ayının 15’inde Ankara Etnografya
Müzesi’nde açılan ilk sergide, 30 gün süreyle 92 tablo ve 5 heykel sergilenmiştir. 15
Eylül 1929 yılında ikinci sergi açılmış ve 73 tablo ile 4 heykel sergilenmiştir. 15 Şubat
Pelvanoğlu, a.g.e., s.32-33.
Ersoy, a.g.e., s.24-25.
196
Pelvanoğlu, a.g.e., s.38.
197
a.g.e., s.32-35.
198
a.g.e., s.32-39.
199
Irmak Pınar Can, 20. Yüzyıl Resminde Manzara (Yüksek Lisans Tezi), Kütahya: Dumlupınar
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.62.
200
Kıymet Giray, Müstakil Ressamlar Ve Heykeltraşlar Birliği (Doktora Tezi), Ankara: Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1988, s.297-98.
194
195
52
1931 yılında İstanbul Caddesi, No:310’da yer alan Moskovit Salonu’nda bir sergi daha
açılmış ve bu sergiye, diğer sergilerden farklı olarak seramik, afiş ve mimari tasarımlar
da dâhil edilmiştir. Sergiye katılan sanatçılar arasında resim dalında;
Ali Hadi Bara 4 eser, Cemal Tollu 6 eser, Cevat Hamit Dereli 5 eser, Eşref Üren
5 eser, Fahrünnisa İ. Melih 2 eser, Hale Asaf 14 eser, İsmail Hakkı Oygar 2 eser,
Mahmut Cemalettin Cûda 5, Nurullah Cemal Berk 7, Refik Fazıl Epikman 4, Şeref
Kamil Akdik 5, Sabiha Ziya Bengütaş 3, Sara Akdik ve Turgut Zaim 4 eser ile
katılmışlardır. Serginin heykel bölümünde; Ali Hadi Bara’nın 4, Muhittin Sebati’nin 4,
Sabiha Ziya Bengütaş’ın 1 eseri ve 1 kabartması (rölyef) bulunmaktadır. Serginin
mimari eserlere ayrılan kısmında, Alişanzade Sedat Hakkı Eldem’in 10 adet Türk evi ve
7 adet iç mekân tasarımı sergilenmiştir. Seramik eserlerine ayrılan kısımda ise İsmail
Hakkı Oygar’ın 8 eseri yer almıştır. Serginin reklam kısmında Hasan Fahrettin Arkunlar
3 adet afiş tasarımıyla yer almıştır201.
Sergiye resmi makamların katılmaması, bu kesimin daha çok Ankara’daki
sergilere yoğunlaşmış olmasından kaynaklandığı şeklinde yorumlanmıştır. Devletin
sanat ortamındaki hareketliliğe yetişmediği gerçeği de söz konusudur. 90 kadar yapıttan
oluşan bu serginin girişinde, 20 kuruşluk bir ücret ödenmekteydi. Resim satışının kısıtlı
olduğu bir ortamda, en azından sergi masraflarının karşılanmasına ve sanatçıların belli
bir miktar gelir elde etmesine imkân sağlıyordu. Cüzî miktarda giriş ücreti alınmasının,
halkın izlemesi adına ise, bir engel teşkil ettiği görülüyordu. Müstakiller, bu önemli
sergiyi, sosyal bir etkinlik havasında danslı çaylar, caz bantları ve basın eşliğinde
gerçekleştirmesindeki amacı yine halkın ilgisini çekmek olarak tanımlamışlardır. Resim
fiyatını 150-300 lira arasında bir aralıkta belirledikleri bilinmektedir202. Müstakil
Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği, hem bireysel sanatların gelişmesine verdikleri önem
hem de sanatçıların gelişip, özgün eser üretim ortamının yaratılması açısından Türk
Sanatında önemli bir aşamaya gelindiğini göstermektedir203.
1.4.1. Türk Resminde “Dördüncü” Kavrayış: d Grubu
8 Ekim 1933 tarihinde beş ressam ve bir heykeltraştan oluşan grup, Osmanlı
Ressamlar Cemiyeti, Sanayi-i Nefise Birliği ve Müstakillerden sonra dördüncü grup
Pelvanoğlu, a.g.e., s.44-51.
a.g.y., s.189-190.
203
Giray, a.g.t., s.302.
201
202
53
olan ve bu nedenle alfabenin dördüncü harfini alan d Grubu, sanat dünyamızda önemli
bir yere sahiptir204. Nurullah Cemal Berk, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu,
Abidin Dino ve Zühtü Müridoğlu bu grubu oluşturan sanatçılardır. Cumhuriyetimizin
modern plastik sanatlarında ilk grup olma hüviyetini alan grup, Güzel Sanatlar Birliği,
Yeni Ressamlar Cemiyeti ve Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği’nden sonraki
dördüncü sanat grubu olarak da sayılmaktadır205. Müstakillerden bazı sanatçıların
ayrıldıkları ve d grubunu kurdukları görülür. Plastik sorunlar açısından daha bilinçli
tavırlar sergileyerek, Türkiye’deki akademizmi, naturalizmi ve empresyonizmi
kesinlikle reddetmiştirler. Türk sanatını modern eğilimle tanıtmak için geç kübizmin
biçim dilini amaç edinmişlerdir. Türk sanatının fikir yönünün eksik olduğunu savunan
grup, yapıtlara plastik etkiyi ön plana alan modern bir perspektif aşılamışlardır.
Görsellerde kavramsal kübizmi modern çizgide ilerletebilecek bir teknik üzerinde
yoğunlaşmışlardır. Güzel Sanatlar Akademisi kadrolarında öğretim görevini sürdüren
grup sanatçıları, yetiştirdikleri genç kuşağa da geç kübizm yoluyla modernizmi
aşılamışlardır. 1950’den sonra figürden yola çıkan soyutlama anlayışlarıyla modern
sanata katkı sağlamışlardır206.
1914 izlenimci ressam kuşağına karşı çıkarak, Paris’te eğitim gördükleri Andrê
Lhôte’un “Kübist ve Yapısalcı” ve Fernand Leger’nin “Analitik-Konstrüktivizm-Sentetik
Kübist” anlayışını Türk sanatına taşıdıkları ve “yaşayan sanat” olarak benimsedikleri
görülür. Dönemin siyasal açıdan güçlü partisi CHP’nin “halkçılık ve ulusçuluk” ilkeleri
doğrultusunda sanat yaşamlarına yön vermişlerdir. 1930 yıllarında yaygın olan halkçı
siyasal yapı ve “ulusal siyasi” anlayışla çizgilerine devam etmişlerdir. 1960 yılında son
sergilerini açan grup, sanat hayatları boyunca toplam 16 sergi açmışlardır. Bu sergilerin
15’inin 1933-51 yıllarında olduğu görülür. 1950’li yıllarda gerek Avrupa’da gerekse
Türkiye’de “soyut sanat” etkin rol oynamıştır. Bu dönemde grup bireyleri de benzer bir
biçimde soyut bir anlatım yoluna gitmişlerdir207. Safa, d Grubu’nun 1933208 yılında
Mehmet Engin Özen, Cumhuriyet Dönemi Türk Resmi’nde Kırsal Yaşamı Konu Alan Yapıtların
İrdelenmesi (Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale: Çanakkale 18 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2010, s.10.
205
Zeynep Yasa Yaman, d grubu (d groub) 1933-1951, 2. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006,
s.7.
206
Germaner, a.g.e. 1999, s.18.
207
Yasa Yaman, a.g.e., s.7-9.
208
Bakınız, 1947 yılında Fikret Adil’in yayımladığı “d Grubu ve Türkiye’de Resim” broşüründe şunları
yazmıştır: “1933 Senesi Eylülünde Cihangir’deki Yavuz Apartmanının beşinci katında ressam Zeki Faik
204
54
düzenlenen ilk sergilerinin broşüründe yer alan sanat ideolojilerini ve grup ilkelerini şu
şekilde aktarmaktadır:
“d Grubu manga değil.
Ne sağa çark, ne sola.
Ne de başçavuş.
Kendi etrafında dönen altı kafa;
Altı çift göz ki maddenin üstüne de, içine de bakıyor ve ölüde bile
gizlenen canı arıyor gibidir.
Yeni resim değil bu; Avrupalı yahut yerli resim de değil Resim.
Ne Delacroix, ne Cezanne, ne Manet, ne Monet, ne Pisarro, ne Picasso.
Hayır: Abidin, Cemal, Nurullah, Naci, Zeki, Zühtü.
Ne ekol, ne akide. Kaideleri bir kelime: Resim.
Ama öküz ve fotoğraf aynı şeyi görürler.
Hiçbir insan başka bir insanla aynı şey görmez”209.
“Nazariye yapmıyorum.
Bilinen şeyler, d Grubu’nun altı ayrı bakışı olduğunu bir kere daha
söylemek istedim.
Bu Müseddesin dılı’lerini birbirine bağlayan hiçbir şey yok mu? Olacak.
Yahut bir benzol formülü çıkarabilirsiniz.
En tabiilerini alalım: Arkadaşlık. Bir çağdan olmak ve ressam olmak.
Hatta bazı estetik bağlar bulunabilir.
Fakat aman… Söze ve nazariyeye düşmeyelim ve buyurun sergi gezelim.
Eğer orada bizim görüşümüze tıpatıp uyan bir eser varsa kötüdür.
Çünkü aynı şeyi görme hassı, aynada, fotoğrafta ve öküzde vardır.
Bizim gibi görmeyen d Grubu’nun gözlerinden öperim”210.
İzer’in evinde beş ressam ve bir heykeltraş toplanarak bir sanat cemiyeti teşkil ettiler ve adını “d Grubu”
koydular. “D grubu” ilk sergisini 8 teşrini-evvel 1933’de Beyoğlu’nda Narmanlı hanının altındaki
Mimoza Şapka Mağazasında açtı. Yalnız desenlerden ibaret olan bu sergi, mağazanın alt ve üst
salonlarını doldurmuştu…” Nurullah Berk, Hüseyin Gezer, 50 Yılın Türk Resim Ve Heykeli, 1. Baskı,
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1973, s.50.
209
Yasa Yaman, a.g.e., s.9.
210
Feray Şerbetçi, D Grubu Sanatçılarının Türk Resim Sanatının Gelişim Sürecine Kazandırdığı Farklı
Bakış Açıları (Yüksek Lisans Tezi), Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.102.
55
d Grubu, yılda bir kez Temmuz ayında Galatasaray Lisesinde düzenlenen
sergiler için bir yıl beklemek zorunda kalmıştır. Bu grubun sanatçıları, ülkedeki durgun
plastik buluşlara, canlılık getirmek amacındadır. Bu yolla, Avrupa sanatçılarının
kübizmini, konstrüktivizmini veya soyut sanatını, Türk sanatıyla yoğurarak yeni bir
anlayışa imza atmışlardır. Turgut Zaim ve Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun d grubuna geçişi
ile beraber, “yerel motiflere ve temalara” söylemine uygun olarak ki; yerel nakışlar
sözünün bu anlayışa daha uygun olacağı düşünülerek, kübizme yerellik boyutunun
eklendiği söylenebilir211. Amaçları, sanat üretimi ve sanat piyasasını canlandırmak,
kendi dönemlerine yeni bir ivme kazandırarak, estetik açıdan görünmeyen güzelliği
ortaya çıkarmaktır. Bu amaçlara ulaşmak için çeşitli sergi ve konferanslarla halkın
resme olan ilgisini çekmeye çalışmış ve başarılı olmuşlardır. Grubun, sanatta bir
başkaldırı hatta sanat devrimi de denilebilecek duruşu son derecede önemlidir.
Kendinden önceki akademi geleneğini ve 1914 kuşağını sert bir biçimde eleştirmeleri de
yenilik peşinde koştuklarını kanıtlar niteliktedir212. Grubun eski ile yeninin çatışmasında
somut bir rol aldığı söylenebilir. Düzenlenen sergilerde eskiler olarak niteledikleri
Ândre Lhote’a saldırırken, yenileri de resimlerinde kumaş kıvrımı ve el yok diye sert bir
şekilde eleştirmişlerdir213. Sergileri planlamak amacıyla Taksim’deki Petrograd
pastanesinde buluştukları ve 1950’li yıllarda pastane buluşmalarının daha da popüler
hale geldiği söylenmektedir214. Müstakiller ve d Grubu bünyesinde toplanan ve birçoğu
Avrupa’da eğitim görmüş sanatçılar, deneyimledikleri sanat ortamını Cumhuriyet’e
taşımışlardır. Bu iki grubun sanatçıları, yurtta sanatsal açıdan özgür bir ortam
yakalanabilmesi için temel teşkil etmişler ve kendilerinden sonraki nesli akademi
çatısında yetiştirmişlerdir. Grubun üretimleri, devlet himayesi altında olmuştur215.
Grubun, ilk sergilerini 1933 yılında, ikinci, üçüncü ve dördüncü sergilerini ise
1934 yılında açtıkları bilinmektedir. Topluluk açısından önemli sıçramanın iki, üç ve
dördüncü sergilerde yakalandığı söylenebilir. Beşinci ve altıncı sergileri 1935 yılında,
yedinci sergisi 1939 yılında açılmıştır. 1940’ta sekizinci, 1941’de dokuzuncu, 1943’te
211
Ersoy, a.g.e., s.26-27.
Yasa Yaman, a.g.e., s.10.
213
a.g.e., s.17.
214
a.g.e., s.18.
215
Üstünipek, a.g.s., s.189.
212
56
onuncu, 1944’te onbirinci, 1945’te oniki, onüç ve ondördüncü sergilerini açmışlardır.
1947’de onbeşinci, 1951’de onaltıncı, 1960’da da son sergileri açılmıştır216.
Sanatın devlet eliyle desteklenmesinde önemli bir rol üstlenen Atatürk’ün 1938
yılında hayattan ayrılışı ve dünyada yeni bir savaşın çıkması, henüz filizlenmiş devletsanatçı ilişkisinde büyük bir aksamaya neden olmuştur. İkinci dünya savaşına girmeyen
ülkede, İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel gibi devlet adamları, kısıtlı imkânlar dâhilinde
sanat ortamını koruyup kollamışlardır. Bu dönemde Devlet Resim ve Heykel
Sergileri’nin dördüncüsü düzenlenirken ekonomik koşulların çok da elverişli olmadığı
görülmüştür. Yılda bir düzenlenen bu serginin ilk üç yapıtının ödüllendirilmesi ile
başlayan anlayış zamanla, bankacılık ve koleksiyonerlik faaliyetinin önem kazandığı bir
anlayışa evrilmiştir. Özellikle bu serginin devamı niteliğinde olan 1940 yılındaki sergi,
bu değişimi net bir şekilde göstermektedir. 1941 yılındaki sergide yapıt fiyatlarının da
100-1000 lira arasında değiştiği görülür. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel konuşmalarında
partisi CHP’nin sanata verdiği kıymetten sıkça söz etmiştir. Bir konuşmasında “Devletin
koruyucu ve ilerletici vazifesini plastik sanat alanında da tahakkuk ettirmeye
çalıştığımızı bilmeyen kalmamalıdır. Bu ruh, Cumhuriyet Halk Partisi’nin sanatı teşvik
ve himaye hususunda almış olduğu tedbirlerde sarih olarak görülür”217 dediği görülür.
1943 yılında sergi açan Ali Çelebi, Hasan Ali Yücel’in resimlerini bakanlara anlattığını
ve “Ertesi gün de bütün bakanlıklara telefon ettirerek resimlerimin hemen hemen
tümünün satılmasını sağladı” şeklinde söylemleriyle resimlerin satışında ön ayak
olduğunu dile getirmiştir. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ankara’da bir kahvede açtığı
sergisinin “kapanışına iki gün kala İsmet İnönü’nün ziyaret ederek 75 liralık bir resme
500 lira ödediğini ve ardından iki gün içinde bütün resimlerinin satıldığını”218
söylemiştir. Devlet adamlarının sanata olan ilgisi, dönemin sanat piyasasının
biçimlenmesinde önemli rol üstlendiği açıkça görülmektedir. Bu öncü yaklaşım ile
başlatılan sanat talebi, izleyicileri sanat alımına da teşvik etmektedir. Böylece, devletin
üst bürokrasisi yapay bir ilginin sonucunda da olsa sanat yapıtı alan bir kesimi
oluşturmuştur. Devletin üst kadrolarının sanata desteği, savaş öncesi ve savaş sonrası
216
Yasa Yaman, a.g.y., s.18.
Üstünipek, a.g.e., s.191.
218
a.g.y., s.191.
217
57
da devam etmiştir. Bu desteğin odaklandığı temel etkinlikler, devlet sergileri
olmuştur219.
1.4.2. Savaş Sonrası Sanat Ortamında Yeni Bir Söylem: Yeniciler Grubu
II. Dünya Savaşı’na katılmadığı halde ekonomik bunalımlar geçiren Türkiye,
savaşın 1945 yılında bitmesiyle sosyal hayatında iyileşme sürecine girmiştir. Ressam
Ali Karsan’ın da ifade ettiği gibi harp yılları, sanatçıları da etkilemiş ve sanat
dünyasının durmasına yol açmıştır. Maarif Vekilliği görevini on yıl üstlenen Hasan Ali
Yücel’in ve 1946 yılında görevi bırakması, devlet-sanatçı ilişkilerinde zayıflamaya yol
açmıştır. Devletin artan sanat ortamınına ayak uyduramadığı ve sadece Devlet Resim ve
Heykel Sergileri’ne yoğunlaştığı söylenebilir. Sanatçılar, bu ortamda artık grup sergileri
düzenlemek yerine, bireysel sergiler düzenleyerek bağımsız çalışmalara yönelmeyi
tercih etmişlerdir. Savaşın psikolojik-toplumsal ortamının sonucunda, bireysel
etkinliklere ağırlık verilmiştir. Bu dönemde d Grubu, Güzel Sanatlar Birliği ve
Heykeltraşlar Birliği’nin sergi etkinlikleri görülmekle birlikte, kişisel sergiler de bu
dönem içinde yaygınlaşmıştır. Kişisel sergi düzenleyenlerin başında Sabri Berkel, Arif
Kaptan, Zeki Faik İzer, Ferruh Başağa, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Nuri İyem gibi
sanatçılar gelmektedir. Kişisel sergi açan sanatçılar, mekân bulma konusunda ve mali
açılardan da sıkıntılar çekmişlerdir. Çoğunlukla Halkevleri, apartman daireleri, mobilya
mağazaları ya da kitapevlerinde sergiler düzenleyerek sanatlarını halka sergilemişler.
Sanatta bireyselleşmenin arttığı ve sergi mekânı bulma sıkıntılarının yaşandığı bu
dönemde, olağan bir sonuç olarak açılan galeriler bu ihtiyaçları karşılamıştır. 1945
yılında İsmail Hakkı Oygar, Beyoğlu’da bulunan Karlman Pasajı karşısındaki
atölyesini, galeri olarak sanatçıların hizmetine sunmuştur. Sosyal hayatın merkezi
konumunda bulunan Beyoğlu, sanatçıların atölye açma konusunda sıklıkla tercih
ettikleri yerlerin başında gelmiştir. İsmail Hakkı Oygar Galerisi, sanat ortamına canlılık
getirmiş ve 1950’lerden sonra galerileşme ihtiyacına yönelik yeni galerilerin açılmasına
zemin hazırlamıştır220.
219
220
a.g.y., s.191.
a.g.e., s.192.
58
Türk resim sanatında, batılı anlayışı savunan d grubu’na karşı tepkiler, önce
Yeniciler Grubu sonra Tavanarası Ressamları ile gelmiştir221. Kemal Sönmezler, Nuri
İyem, Selim Turan, Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Nejat Melih Devrim, Faruk Morel,
Turgut Atalay, Ferruh Başağa, Agop Arad, Haşmet Akal ve Avni Arbaş bu topluluğun
bünyesi altında birleşirler222. İlk kez belli bir görüş dâhilinde bir araya gelen bu grup
üyeleri, modern resmin batı yönlü olmayacağını net bir çizgi ile ifade etmişlerdir. Batıya
karşı tavır alan bu sanat grubu, konularını toplumun gerçekçi sorunları etrafında
birleştirmişlerdir223
Yeniler, d grubu’nun Türk resmine katkı sağlamadığını; Batı’nın resim sanatını
ve tekniğini aktardıklarını; sanatlarında herhangi bir özgünlük aranmayacağını ve
batının kopyaları ile sanat denemeleri yaptıkları için net bir çizgileri, duruşları
olmadığını ifade etmişlerdir224. Bu sanatçılar, sanat terbiyesi ile yetişmiş ve
akademideki tekniklerini devam ettirmişlerdir. Memleketin temasını bozmadan milli
renk ve toplumsal konulardan beslenmişlerdir225. Toplumsal içerikli eserler veren
Yeniler Grubu, sanatçının yaşadığı toplumdan beslenmesi gerektiği görüşünü
benimsemişlerdir226.
Lêopold Lêvy227, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim bölüm başkanı
olurken; İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Feyhaman Duran gibi eski hocalar, atölyelerini
muhafaza etmişlerdir. Lêopold Lêvy’nin atölyesinde çalışan gençlerden kurulan yeniler
grubu, 1940 yılında sanat yaşamlarına başlamışlardır. Lêopold Lêvy’nin atölyesinde
eğitim almamış olmakla beraber, d grubu kurucularından Abidin Dino’nun da Yeniler
grubu sergilerine katkı sağladığını söylemekte fayda vardır. İlk sergilerini 1940 yılında
İstanbul’da Beyoğlu’nun Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde açmışlardır. Konu olarak da
liman görünümleri ve liman yaşantısını seçmişlerdir. Grup, bu sergide 228 modern resim
Gören, a.g.e., s.23.
Giray, a.g.e. 2009, s.42.
223
Ersoy, a.g.e., s.28.
224
Başkan, a.g.e., 1991, s.2.
225
Nurullah Berk, Türkiyede Resim, 1. Baskı, İstanbul: Güzel Sanatlar Akademisi Neşriyatı Yayınları,
1943, S.54.
226
Pelvanoğlu, a.g.e., s.50.
227
Bakınız, 1940-50 yılları arası, Lêopold Lêvy’nin çabalarıyla büyük form, büyük kitle anlatımı ağırlık
kazanmış ve Akademi hocaları bile bundan etkilenerek sanatlarına yansıttıkları görülmektedir. Adnan
Turanî, a.g.e., s.XI.
228
Bkz., ilk sergilerinin konusunu ‘’deniz ve yaşam mücadelesi’’ ismi alırken, 2. Sergilerinin konusu
‘’kadın’’ olarak isimlendirmeye gitmişlerdir. Sosyoloji alanında yazıları bulunan Hilmi Ziya Ülken,
221
222
59
estetiği gözetilmeden, gerçekçi bir anlayış içinde yapılmış resimler sergilemiştir. 1955’e
kadar İstanbul’da 10’a yakın sergi açmış ve ilk sergilerinde savundukları toplumcu
gerçekçi çizgiye bağlı kalmamışlardır229.
Konularını yaşadıkları toplumun olaylarından alan grubun bazı sergilerinde,
eserleri toplatılmıştır. Türk resim sanatı tarihinde, toplumun gerçekçi yanını tablolarında
konu edinerek, dayak yiyen, nezarette kalan ve işkence gören başka bir grup daha
yoktur. Gençlerin sanata ilgilerini çekmek için sergiler düzenleyen bu grup, basının da
bu sergilere yoğunlaşmasını sağlamayı başarmıştır. Özgür bir anlatımla yapıtlarını
üreten grup, 1947’de çok partili sisteme geçiş aşamasına direnen bir grup olarak
tarihimizde yer edinmiştir. Çok partili yaşama geçiş döneminde non-figüratif resimler
yapan grup, “ilerici, çağdaş ve Atatürk’ün inkılâplarına bağlı yazarlar” tarafından ilgi
odağı olmuştur230.
d Grubunun ilk yıllarından sanat hareketlerini yakından inceleyen gazeteci
Fikret Adil, 3 Mayıs 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yeniler Grubu hakkında bir
yazı yazmıştır. Adil, grubun Fransız Konsolosluğu’nda açılan “Yeniler” adlı sergisinin
diğer gruplardan pek farkı olmadığını ve isimleri üzerine yapılan eleştirilerin de
gereksiz olduğunu belirtmiştir. İlk sergilerinde yeşil rengin hâkim olduğu ve içlerinde
de “mücerred resim” sevgisini barındırdıklarını yazmıştır. En genç grup olma özelliği
taşıyan ressamları, ileri görüşlü ve ümit verici resimler yapmaları sebebiyle olumlu
bulan Adil, grup içindeki sanatçıların daha ilk iki sergilerinde tekrara düşmelerine göz
yummak gerektiğini yazmaktadır231.
Grubun sanatçılarından Avni Arbaş, Avrupa’da resim sergileri açmış, sanat
gösterilerine katılmış seçkin ressamlardan birisidir. Güzel Sanatlar Akademisinde
öğrencisi olduğu Leopold Levy’nin atölyesindeki çalışmalarından son eserine kadar
desen anlayışında ve renk uyumundaki ciddiyetini koruyagelmiştir. Resimlerindeki
içten bir duygu teması içinde yumuşak dokunuşlar ve renk uyumu, sanata olan sevgisi
kadar kişiliğindeki zarifliğini de eserlerine yansıtmıştır232. Avni Arbaş ile birlikte
Paris’e giden Selim Turan modern sanattan anladığı kadar Doğu’daki sanattan da
‘’Liman’’ sergisinde şunları söylemiştir: ‘’ulusal resmin can damarına parmak bastıklarını’’ diyerek,
tanıtılmıştır. (Ersoy, a.g.e., s.28.)
229
Berk, Gezer, a.g.e., s.69-70.
230
Giray, a.g.e. 2009, s.42.
231
Berk, Gezer, a.g.e., s.71.
232
Berk, Gezer, a.g.e., s.72.
60
anlamaktadır. Paris’e yerleşince Ranson Akademisinde Doğu minyatürü hocalığı yapan
sanatçımız, bunu kanıtlar niteliktedir. Ferruh Başağa da Leopold Levy’nin atölyesinde
yetişmiş ve daha öğrenciyken resimsel üslubunu ortaya çıkaracak bir anlayışa
yönelmiştir. Sanatçımız, Avni Arbaş gibi çok yönlü çalışmalara girmiş ve soyut sanatın
da ilk ressamlarından olmuştur. Renkli mozaikler, cam-vitray ve fresk çalışmaları
sanatının erken döneminde teknik araçlar kullanarak başarılı olmuştur. Resim
anlayışında pürüzsüz biçimleri fonksiyonel bir başarı ile üretim yapmıştır. Portre
resimleri ile ön plana çıkan sanatçımız Turgut Atalay’ın, sanatını belirgin bir biçimde
grubun diğer sanatçılardan ayıran en temel özellik grilerin karıştığı renklerle ürettiği
eserlerdir. Bir süre Şehir Tiyarosunun dekoratörü olması, sanatçının son yıllarındaki
çalışmalarını epeyce etkilemiştir. Fethi Karakaş’ın ise deseni, renkleri, boya karışımları
ve resim anlayışındaki üsluplar erken dönemden itibaren ne tarz resim yapacağını belli
ediyordu. Daha sonra üslupsal açıdan gravür yapan sanatçı, renkli-renksiz gravürlerinde
bu tekniğin ne kadar kavrandığını göstermiştir233. Turgut Zaim, yerli motifleri tercih
etmiştir. Minyatürden ilham alarak kendine göre bir tarzla milli ve yerel motifleri tüm
yaşamına aktarmıştır. Yaptıkları resimlerden halı dokuyan kızlar, orta oyunu, yeni cami
kemeri ve güvercin gibi isimler koyması, yerli bir tarz içinde ve yerel konularla millilik
içeren bir anlayışa sahip olduğu görülmektedir234. “Sanat halkın sorunlarına eğilmeli,
halkı yansıtmalı” görüşünü savunan grup, Türk resminde toplumsal gerçekçiliğin
temelini atmışlardır. Genel olarak yerel konulara ve yöresel motiflere yer veren
sanatçılar, yaratmak istenilen, özlem duyulan toplumu resmetmişlerdir235. 1950 yılında
dağılma kararı alan grup, çoğu sanatçı gibi soyut sanata yönelmişlerdir. 1955’ten sonra
da gerçeküstü figüratif anlayışa yöneldikleri görülür236. Özsezgin, Yeniler Grubu
kapatılınca, sanatçıların eserlerini Türk Ressamlar ve Heykeltraşlar Cemiyeti’nde
devam ettiği, sanat hayatı boyunca Akademi ve d Grubu’na karşı çıkan, resim sanatında
toplumsalcı bir felsefeyle yaklaşmıştır237.
233
Berk, Gezer, a.g.e., s.73.
Berk, Gezer, a.g.e., s.74.
235
Hanay, a.g.t., s.38.
236
Ersoy, a.g.e., s.28.
237
Kaya Özsezgin, Cumhuriyetin Elli Yılında Plastik Sanatlar Tunca Sanat’ın 19 Şubat-3 Nisan 2010
Tarihleri Arasında Düzenlediği Karma Sergisi’nin Kataloğu), 1. Baskı, İstanbul: Tunca Sanat Yayınları,
2010, s.111.
234
61
İKİNCİ BÖLÜM
AVRUPA’DA SOYUT YAKLAŞIMLAR: YÖNELİMLER
2. 20. YÜZYIL AVRUPA RESİM SANATINDA TEMEL EĞİLİMLER
2.1. GÖRME’NİN TARİHİ: NESNE İLE KURULAN İLİŞKİ
20. yüzyılda görsel sanatların toplum sorunlarına çözüm bulma yetisiyle endüstri
ile aynı paralellikte gelişmiştir. 1870’lerde fotoğrafın icadıyla birlikte Natüralizm’e ve
objeye bağlı gösterimlere duyulan ilgi azalmıştır. Bu açıdan sanat, Natüralizm’in saf
geleneksel yaklaşımını karşılamamıştır. Sanatın nüfuzlu bir hale gelmesi için gelenekten
uzaklaşıp Naturalizmin saf-geleneksel yapısının yıkılması gerektiği ve bu yıkılmanın ilk
evresi Post-Empresyonizm ile başladığı söylenebilir. Her ne kadar geleneksel bir
çizgide sanat üretimi gerçekleşse de Soyut Sanat’ın ilham aldığı bir akım olması ile bu
devrin sanatı, 20. yüzyıl sanat akımlarını etkilemeyi başarmıştır. Naturalizm geleneğini
yıkan ilk akım 1910’lu yıllarda Kübizm’i Picasso ve Braque ile başlatmak gerekir.
Soyut sanatın ilk temelini Kübizm denilse de asıl aktörleri Rus Konstrüktivizm
sanatçıları
olan
Kandinsky
ve
Malevich’in
“nesnesiz
sanat”
söylemleriyle
Naturalizm’in yıkıntılarını bitirmeyi başarabilmişlerdir. 20. yy. sanatı, endüstri çağının
gelişimi ile birlikte düşünmeyi öğretmiştir. Bu düşünmede eserin topluma karşı bir
sorumluluk gerektirdiği ve modern238 olma olgusunun, bilimsel düşünme tarzıyla
kazanılacağı vurgulanmıştır239. Rönesans’tan beridir devam eden Naturalizm, 19. yüzyıl
sanatına geçiş Empresyonizm’le başlamıştır. Empresyonizm ile Kübizm arasında geçen
süreçte her ne kadar Naturalizm geleneği devam etse de bu süreç atlatıldıktan sonra
Kübizm, geleneksel sanat kavramını yıkmıştır. Günlük yaşamda kullanılan nesneler,
sanat malzemesi olarak görülmüştür. Kurt Schwitters’in deyimiyle “Sanatçının
tükürdüğü her şey sanattır”240 ilkesini Kübizm, Fütürizm, Rus Konstrüktivim ve Dada
gibi akımlar da benimsemişlerdir. Kurt Schwitters’in söylemininden hareketle
sanatçının; biçimine, konusuna, içeriğine, türüne ve zihninde-düşüncesinde; yaptığını
Modernizmin, sanat açısından gelişim evreleri için detaylı bilgi bkn., Uğur Tanyeli, “Modernizm’in
Sınırları ve Mimarlık”, Modernizmin Serüveni (Bir “Temel Metinler” Seçkisi 1840-1990), Hazırlayan:
Enis Batur, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997, s.63-70.
239
Nazan-Mazhar İpşiroğlu, Sanatta Devrim (Yansıtmacılıktan Oluşturmaya Doğru), 5. Baskı, İstanbul:
Hayalperest Yayınevi Yayınları, 2011, s.9-10.
240
Kader Sürmeli, “Dada Hareketinden Kavramsal Sanata”, İnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi,
Cilt 2, Sayı 6, 2012, s.337.
238
62
sanat olarak kabullenmesinden bir anlam çıkartmak gerekir241. Pavel Florenski’ye göre
Yeniçağ’a özgü olan bu stil; Naturalizm gücünü 16. yy. estetik kuramcısı Vasari’den
almaktadır. Vasari ile başlayan doğayı taklit etme ardındaki asıl amaç fiziksel ve
matematik nedenlerdir242. 20. yüzyılda adına “modern” dediğimiz sanat, Charles
Baudelaire’in söylemleriyle geçişsel olandır, kaçak olandır, rastlantısal olandır, diğer
yarısı edebi ve değişmez olan sanatın yarısıdır243.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa, sanatın merkezi olma niteliğini kaybetmiş
ve yerini New York’a bırakmıştır. Paris, Londra, Berlin, Roma, Moskova, Zürih,
Madrid gibi kültür merkezleri, savaşın izlerini taşımaktadır. New York, kapitalizmin ve
sanatın yeni başkenti olarak çok farklı ülkelerden ve çok farklı sanat görüşü taşıyan
sanatçı kitlesine kavuşacağı döneme girmiştir. Plastik sanatlar alanında Paris,
“Varoluşçuluk ve Yeni Dalga” akımların başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Avrupa
ve Amerika’da Soyut Sanat birbirinden farklı olarak gelişirken “sanat” kavramı
açısından bireyselleşme ve benlik (kişisel görüş) ile yeni bir sanatın başlayacağı
sinyallerini de vermektedir. Avrupa sanatında, modernist bir anlayışla gelecekçi bir
tutum söz konusu iken Amerika’da Post-Modern bir anlayışla “yaşanan an” önemli bir
kavram olmuştur. Amerika’da Dışavurumcu Soyutlamalar ile ideoloji ve felsefe
önemini kaybederek “rastlantı, bir sürecin tespiti” gibi yeni denemeler yapılmaktadır.
Renk ve boyayı resim için önemli öğeler haline getiren Pollock, De Kooning, Still,
Olitski gibi sanatçılar “an’ı yaşama” arzularıyla yeni resimler yaparak Avrupa’nın
gelecekçi-gelenekçi resmine karşı çıkmaktadır. Paris, Avrupa sanatı içinde ayakta
kalabilen önemli merkezlerin başında gelmektedir. Bu dönemin sanat anlayışında
“Eleştirel Figürasyon, Geometrik Soyutlama ve Lekesel Soyutlama” başlıkları altında
sanat çeşitliliği söz konusudur. 1948’li yılların Eleştirel Figürasyonu (Art Dirigê)
Buffet, Fougeron, Taslitzky ve Amblard’ın katılımıyla “Salon d’Automme’da Le
Realisme Socialiste” sergi ismiyle başlatılmıştır. Toplumsal konulara eleştirel bir dil ile
yaklaşan bu anlayış Fransız Komünist Partisi üyelerinden Picasso ve Lêger’in
destekleriyle 1957 yılına kadar sürer. 1947’de yeni resim estetiğinin temellerini atan
Sürmeli, a.g.m., s.337.
Pavel Florenski, Çeviren: Yeşim Tükel, Sunuş: Zeynep Sayın, Tersten Perspektif, 2. Basım, İstanbul:
Metis Yayınları, 2007, s.7-24.
243
Charles Baudelaire, Çeviren: Turhan Ilgaz, “Modernlik”, Modernizmin Serüveni (Bir “Temel
Metinler” Seçkisi 1840-1990), Hazırlayan: BATUR, Enis, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
1997, s.22.
241
242
63
Wols, “Art İnformel” adlı sergisiyle Paris’te Soyut sanatın temellerini atmaktaydı.
Manessier, Bazaine, Pignon, Estêve, Soulages, Poliakoff, Nicolas de Stael, Hartung ve
Bissiêre gibi sanatçılar, Fransız geleneksel modernizmini devam ettirerek Soyuta
yönelen sanatçılardır244.
Soyut sanat; mücerret sanat, abstrait (abstre) sanat ve non-figüratif, non-objektif
gibi isimlerle adlandırılmış, Türk sanatının 1950-70 sanatında olduğu gibi dünya sanatı
açısından da ilgiyle karşılanmıştır. Soyut resim, Kandinsky’deki gibi müzik tesiriyle ya
da Mondrian’ın mimarlık tesiriyle nerede doğmuş olursa olsun, mekân fikrini reddeden,
figürü reddeden, resmi; konu olarak da hiçbir tabiat unsuru ele almadan kendi kendine
yeter, plastik imkânlarıyla kendi sanatçısını ifadeye kabiliyetli sayan bir anlayıştır 245.
Baudeloire’den Cêzanne’a; Van Gogh’tan Seurat’a, renk ve biçim yaratarak soyut
sanatın iskeleti oluşturulmuştur246. Soyut eğilimde olan ilk sanatçı 1841 yılında yaptığı
eserlerle William Turner, tabiatı yok ederek kavramsal bir çizgi ve perspektife
yoğunlaşmıştır. Soyut sanat, tabiatı yok etmeyen, sadece klasikleşmiş katı kurallı sanata
karşı biçimle yeğlemiştir247. 1910-17 yılları arasında doğduğu kabul edilen soyut sanatın
amacı, resmi, resmin öz imkânlarını koruyarak, katkısız bir resim anlayışına
yöneltmektir248. Soyut sanat, 20. yüzyılın en önemli sanat akımlarının başında
gelmektedir. 1910 yılında doğduğu; 1921 yılında Sovyetler Birliği’nde yaptığı çıkışlarla
1933 yılında Almanya’da klasikleşmiştir. 1945 yıllarından sonra Fransa ve Kuzey
Amerika’yı etkisi altına almıştır. Soyut sanat, üslup ya da ekol değildir. Bu modern
sanatın ortak anlayışıdır. Ragon’a göre soyut sanat 249, her şeyden etkilenen ve aynı
zamanda da hiçbirine benzemeyen bir sanat olgusu olduğunu söylemiştir250. Willy
Baumeister ise soyut sanat için şunları yazmıştır;
Nihal Elvan, Türk Plastik Sanatlarında Otodidakt ve Naif Sanat, Çocuk Yaratıcılığı (1950-1960)
(Yüksek Lisans Tezi), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, s.43-44.
245
Zahir Güvemli, Başlangıçtan Bugüne-Türk ve Dünya Sanat Tarihi, 1. Baskı, İstanbul: Varlık
Yayınları, 1960, s.177.
246
a.g.e., s.179.
247
a.g.e., s.180.
248
a.g.e., s.181.
249
Soyut sanatla ilgili olarak Ragon, şöyle yazmıştır: “Empresyonist, geometrik, pürist, lirik, soğuk,
sıcak, dadaya yakın, gerçeküstücülüğe yakın, fovizme yakın, hatta izlenimci, romantik, sert, abartılı,
tumturaklı, akademik, protestocu, boyun eğmiş, süsleyici, kaligrafik, müziksel, enformel (biçimsel
olmayan), taşist (lekeci), manzaracı, doğalcı, Wagnerci, Debussyci, simgeci ve kısacası dünyayı kendine
göre (kendi gözüyle) bakmasıdır.” Michel Ragon, Çeviren: Vivet Kanetti, Modern Sanat, 1. Baskı,
İstanbul: Hayalbaz Kitap Sanat Kurumları Yayınları, 2009, s.9-10.
250
a.g.e., s.9.
244
64
“Soyut resim, insan ve yaşamla kırılma anlamında soyut değildi.
Sanatçının izlenimleri tümüyle doğaldır. Ayrıca, su yüzeyleri, dalgalar ve
kum, ağaç kabuğu, yerbilimsel oluşumlar, dal yığınları, doğadaki hiçbir
oluşum ve çeşitleme, bugünkü resme yabancı değildir”251.
Sovyetlerde oluşan Konstrüktivist sanatın kökenini İtalyan Fütürizm’inde
aramak gerekmektedir. 1910’larda Fransa, Fovizm ve Kübizm’le sanat merkezi haline
gelmiştir. Almanya ise bu dönemlerde Dresden’de Ekspresyonizm, Münih’te Blaue
Reiter252 kurumsallığı yakalamış önemli modern ekollerin merkezi olmuştur. Bu dönem
Avrupa’da sanatın çok canlı olduğu bir dönemdir (Görsel 68) . İki dünya savaşı arasında
Fransa, geçmişe bağlı bir sanat belleği içinde olmuştur. Picasso, Braque, Chagall, Lêger
ya da Matisse gibi sanatçılar, 1914 yılından önce çıkmışlardır. Paris’te bu dönemde
başka bir sanat ekolünün olmadığı belirtilse de Almanya’da Bauhaus gerçeği söz
konusudur. Bu iki savaş arasında Klee, “Bugün yeryüzünün iki sanatsal başkenti Berlin
ve Paris” olarak yorumlaması da yine bu okul sayesinde gelmiştir253.
Soyut sanatın çıkış yerleri olarak gösterebileceğimiz Paris, Münih, Moskova,
Floransa, Zürih ve Amsterdam’da yetişen sanatçılar kendi şehirlerinin ekollerini
yaratmış, özgün ve kişiliksiz bir sanat malzemesiyle hareket etmişlerdir. İlk soyut
sanatçılara ise W. Kandinsky, Larionov, Kupka, Picabia, P. Mondrian, Robert
Delaunay, Malevich, Magnelli ve Hans Arp’ın anlayışlarında figürsüz ifade ile tabiatı
kopya etmedikleri gibi geçmişe sahip olmayan nesnelerin izlerini yok ederek var
olmaya çalışmışlardır254.
1910’lu yıllarda Paris Okulu Kübizm etkisindeyken, Rus sanatçılar soyut sanat
yapmışlardır. Soyut sanatta, Kandinsky pratik-soyut’un öncüsüdür. 1913 yılında
Malevich, beyaz fon üzerine siyah karesini yapmaya başladığı, Tatlin’in ilk kabartmalı
soyut sergisini açtığı bu tarihlerde, Hollandalı Piet Mondrian, soyut çalışmalara
251
a.g.e., s.12-13.
“Blaue Reiter” yani “Mavi Süvari Almanağı” ile “Köprü” yani “Die Brücke” kavramları Avrupa
sanatı açısından bu iki sanat hareketi çok önemlidir. Konuya detaylı bilgi için Bakınız, Enis Batur,
Modernizmin Serüveni Bir “Temel Metinler” Seçkisi, 5. Baskı, İstanbul: YKY, 2002, s.231-234.
253
a.g.e., s.13.
254
Güvemli, a.g.e., s.182.
252
65
geçmiştir255. Van Doesburg, bir ineği divizyonist eğilimli bir biçimde yani öz biçimlere
nasıl varıldığını deneylerle göstermiştir. Mondrian, sanatını çarmıh biçiminde, Brancusi
yumurta biçiminde gösterdikleri soyut sanatın çok farklı üslupla arayan sanatçı kuşağına
rastladığımız bir dönemdir. Sovyet Rusya’nın sanatı propaganda haline getirmiş
olmasından dolayı soyut sanatçılar ülkeyi terk etmişlerdir. 1935’te Malevich’in ölümü
ve Kandinsky’nin Almanya’ya gitmesi ve soyut sanatın Moskova’dan Berlin’e taşınmış
olmasının arkasında yine bu neden yatmaktadır. Mimar Walter Gropius’un, 1920-30’lı
yıllar arasında sanatçılardan Lyonel Feininger, Klee, Kandinsky, Moholy-Nagy, önce
Dessau’daki, sonrasında da Weimar’daki Bauhaus okullarında bu yönde bir sanatçı
grubu yetiştirmesinde rol oynamışlardır. Bauhaus okullarında, Klee yönetiminde soyut
vitraylar, Muche yönetiminde soyut desenli kumaşlar, Moholy-Nogy yönetiminde
heykellerde pleksiglas kullanılması öğretilmiştir. Soyut filmler, baleler, motorlu
cisimler hep bu okulun ürünü olmuştur. İkinci dünya savaşına doğru, Rusya’dan
avangard sanatçılar, Narsizmin iktidara gelmesiyle birlikte Almanya’dan da
kovulmuştur. Bauhaus okulu kapatılmış, sanatçı hocalar dağıtılmış, Gropius, Feininger
ve Moholy-Nangy ABD’ye taşınmıştır. 1913 yılında Paris’te Delaunay’dan etkilenen
Morgan Russel ve Mc. Wright, soyut sanatı ABD’ye taşımıştır. Kandinsky, 1933’te
Paris’e geldiğinde yalnızdı ve Neilly’e yerleşti. 1939 yılından 1944’e kadar Paris, yine
soyut sanatçılar için önemli bir yer olmuş ve bu zaman zarfında önemli bir okul haline
gelmişse de kısa zamanda dağılıp merkez yine ABD'ye kaymıştır256.
İlk soyut resim sergisi, 1930 yılında Michel Seuphor tarafından Paris’te
yapılmıştır. Sergi, Torrês Garcia’nın yardımıyla “Daire ve Kare Grubu dergisi”
tarafından hazırlanmıştır. 1932 yılından 1936 yılına kadar “Soyutlama-Yaratma Grubu”,
yıllık bir albüm yayınlamış ve 400 uluslararası üye sağlanmıştır. 1946 yılında Paris’te
“Yeni Gerçekler Sergisi” yapılmıştır257. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Van der
Vossen,
Oubourg,
Werkman,
Alkema
en
önemli
Hollandalı
soyut
resim
sanatçılarındandır. Almanya’da, Franz Mark, August Mack ve 2. Dünya Savaşı’ndan
sonra Winter, Otto Götz gibi sanatçılardan söz edilebilmektedir. İngiltere’de soyut
sanatçıların başında Ben Nicholson gelmektedir. Ayrıca Londra’da Victor Pasmore’un
etrafında çalışan bir grup soyut sanatçı vardır. Bu grupta ise Anthony Hill, Kenneth
255
Ragon, a.g.e., s.27.
a.g.e., s.28-29.
257
Güvemli, a.g.e., s.184.
256
66
Martin, Sven Blomberg ve Paula Vêzeloy İngiltere adına sayılabilecek önemli
soyutçulardandır. İtalya’da Corpora, Santomaso gibi önemli soyut sanatçılardan
bahsedebiliriz. İsviçre’de 1936 yılında Max Bill258, ilk soyut manifestoyu yayınlayan
kişi olarak tarihe geçmiştir259.
Soyut resim, Amerika sanat ortamı değişimi açısından çok önemlidir. 1959
yılında ölen mimar Wright’ın yapmış olduğu Guggenheim Modern Sanat Müzesi, soyut
resim koleksiyonerliği oluşturulması açısından ilk müzelerdendir. 1951 yılında Ocak
ayında New York’ta Modern Sanat Müzesi’nde açılan sergi, ilk resmi soyut
hareketidir260. Arndrew Ritchie, “Abstract Painting and Sculpture in America261” adlı
eseriyle bu okulun tarihçesini yazmıştır. Amerika’da Arshile Gorky ve Marc Tobey,
soyut sanatın önemli ressamlarındandır262. AICA263nın kurulmasıyla birlikte soyut sanat
yakından takip edilmiştir ve Güvemli ise soyut sanatı “Soyutlama”264 ve “Figürsüz”265
olarak iki bölümle açıklamaya çalışmıştır266.
1950 yılında Venturi’nin dediği gibi bugün soyut sanattan bahsediliyorsa
Kübizm ve ondan türeyen sanat akımı olarak yorumlanan soyut, aslında iki karşıtlık
Kübizm’de bir bütünlük içerisinde yer almıştır. Kübistler nesnenin gerçek anatomik
incelemesini yaparlarken soyutçular ise nesneyi kullanmamayı tercih etmişlerdir267.
2.2. SOYUT, SOYUTLAMA VE NON-FİGÜRATİF
20. yüzyıl sanatında, 19 yüzyılın sanatına Subjektiv-Naturalizmine karşı olarak
Objektif-İdealizmle karşılık verilir. Buna göre 20. yüzyıl sanatının genel olarak kategori
edilecek olursa, idealist yanı ağır bastığı için soyutluk kavramı daha ön plana
çıkmaktadır. Buna göre soyut felsefe istemi onu yalnızca bilgi-düşünce olmadığı için
Bakınız, kimi kaynaklarda ilk soyut sanat manifestosu Malevich denilmektedir.
a.g.e., s.185.
260
Amerika için bunu diyebilmekteyiz.
261
Amerika’da soyut resim ve heykel anlamına gelmektedir.
262
Güvemli, a.g.e., s.186.
263
AICA başlığında detaylı bilgi bulabilirsiniz.
264
Abstraction, dış gerçekle görülen figürü, onu tamamen soyut biçimler halinde sunan soyut sanat
tarzıdır. Michel Seupher’in yapıtlarını, bu gruba örnek verilebilir. Detaylı bilgi için bakınız, Güvemli,
a.g.e., s.187
265
Abstrait-non-figüratif, figürsüz yani dış gerçekten herhangi bir nesneyi almadığı gibi onu hiçbir
şekilde hatırlatmayan soyut sanat tarzıdır. Mondrian ve Kandinsky’nin eserleri bu gruba örnektir. a.g.y.,
s.187.
266
a.g.y., s.186.
267
Ragon, a.g.e., s.25.
258
259
67
insanın yaratma ve felsefesi soyuta yönelten etkenlerin başındadır. Soyut sanat, nesnevarlık anlayışını ve obje yorumunu iyi bilmekten geçmektedir268. “Soyutlama, soyutluk
ve soyut” gibi kelimelerin ne zaman ortaya çıktığı hakkında net bir genel görüş yoktur.
Marcel Brion’a göre Soyutlama terimi, Romantizm akımı ile birlikte kullanılmaya
başlanmıştır. Buna göre soyut sözcüğü, belirsiz bir anlam taşımaktadır. Yani içeriksiz
sanat (non-figüratif) veya bir şeyi temsil etmeyen anlamı taşımaktadır. Marcel Brion’a
göre “soyut” ile “soyutlayıcı” birbiriyle karıştırılmaması gerekmektedir. Çünkü soyut
sanat, soyutlayıcı sanat ve non-figüratif sözcükleri birbiriyle örtüşmeye yakın olsalar da
aynı anlamı taşımamaktadır. Soyut sanattan söz ederken, salt-soyut sanat, kendine özgü
doğa dışı (non-figüratif) kuralları olan, resim düzeninde nesne ile bağlantısı olmayan,
olsa da stilize ve şematize terimleri kullanılmaktadır. Bu da sanatın salt özüne inme
gayesini oluşturmaktadır. Soyutlayıcı sanat, doğa biçimlerinden hareketle nesneyi salt
sanat objesi olarak görme ve biçim ilkesini temel biçim ilkelerini temel olarak görme
eğilimindedirler269. İsmail Tunalı, soyut ve soyutlama sözcüklerini ise Marcel Brion’un
ikilemlerini doğrular ama genel tanım olarak üç sözcüğün de bir tanımda tutulması
gerektiğini savunmaktadır. İster soyut isterse soyutlayıcı sanat olsun, bu iki kavramın
soyut kavramının içeriğinde bir bütün olarak alınıyorsa soyut sanat kavramının ilkesi
yerine geldiği de söylemektedir. Picasso’nun “Sanatta devrim, salt yeni bir dünya
tasarımıdır” sözüne bağlı olarak, eğer soyut sanat da bu devrim niteliği içinde yer
alıyorsa ve dünya ile ilgili bir tasarım gayesi varsa salt sanatın özünü taşımaktadır. İster
nesnelerin biçimsel düzeni olsun (kübist) isterse içeriksiz (non-figüratif) olsun, bizi
soyuta götürüyorsa, nasıl bir yol aldığı hiç önemsenmemesi gereken salt soyut terimini
karşılar. Bunun için soyut sanat kavramı, temel salt-sanat, öze giden sanat olarak
genelleme yapılabilir. Soyut sanat elbette tek başına olduğu gibi geometri ile yakın bir
çizgide olan Kübist, Stijl ve Suprematizm’de birlikte kullanılmıştır. 20. Yüzyıl soyut
sanatının ilk evresini de geometrik-konstrüktiv sanat birleşimi, soyut sanatı ve soyut
mimari yapıyı şekillendirmiştir. Örneğin bir Malevich’in Mondrian’ın resimlerindeki
dikey-yatay düzlemler, Bauhaus mimarisinde de bu düzlemi görmek mümkündür270.
İsmail Tunalı, Felsefenin Işığında Modern Resim (Modern Resimden Avangard Resme), 8. Basım,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 2011, s.117.
269
a.g.e., s.118.
270
a.g.e., s.119-120.
268
68
Kandinsky, “resmin organize edilmiş renklerden meydana geldiğini” söylermiş.
Organize edilmiş renkler ile, salt renk düzeni içerisinde biçimci bir düzenleme
kastedilmiştir. Kandinsky, tabiattan bir biçim uygulamasına benzetmeksizin, renk ve
biçimlerini kendi doğal yaşamından konu edinmiştir. Bu açıdan 1910 yılında suluboya
çalışmasıyla soyut sanat renk, çizgi ve leke tasvirlerine tabiat-ötesi bir kimlik ile
yaklaşmak ve kendi iç yaşamını dışa aktarmak amacıyla kalkışmıştır271. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra sanatta, sanatçının iç dünyasının yansıtıldığı, soyut bir sanat
düşüncesi hâkimdir. 1900’li yıllardan 1940’lı yıllara kadarki dönemde ortaya çıkan
toplulukların genelinde de soyut bir düşünce ve sanatçıların (izlenimci bir anlayışla), iç
dünyasıyla eser üretmiştir272. Bu yeni üslubun, çabukluk, hareket ve dinamizm üstüne
kurulu soyut düşüncesi doğrultusunda, eylem ve lekeci bir fırça darbesiyle biçimleme
kaygısı duymadan geleneksel sanat olaylarına karşı bir görüşle üretim yapmışlardır.
Çağdaş sanatda geleneksel katı kuralı yok etme üstüne kurulu bir anlayış söz konusudur,
soyut sanat da bu geleneğe karşı kendi iç dünyasının dinamizmini aktarmasından dolayı
yok etmiştir273.
Soyutlama, “her türlü tanınabilen ve açıklanabilen gerçeğin yokluğu karşısında
resmi yalnız resim olarak” gören bir anlayıştır. Şunu belirtmekte fayda vardır, tabiatta
olan naturalizmin deformasyon süreci ne olursa olsun yine de biçimleme niteliğini
kaybetmeyeceği içindir ki soyutlama yapan sanatçıların bu deformasyon sürecini
yaşamadıklarını
eserlerinde
görmek
mümkün
olmamıştır274.
Soyutlama,
salt
kompozisyon ve renk dönüşümlerinin dışında hiçbir noktayı açığa vurmayan bir üretim
düşüncesiyle var olmuştur275. 1910’lu yıllarda Fovizm ve Kübizm akımları da biçim ve
renkle soyut bir düşüncede hareket etmiştir. Fakat ilk olarak kabul görülen soyutlama,
Kandinsky’in fırça darbeleriyle yaratmış olduğu suluboya eseri olmuştur276. Soyut
sanatın ilk düzenli olayları şunlardır:
● Seuphor ve Garcia’nın 1930 tarihinde Fransa’nın Paris kentinde düzenledikleri
ilk “Uluslararası Sanat Sergisi”.
Bülent Özer, “Plâstik Sanatlarda Soyutlama ve Soyut Ekspresiyonizm”, Kültür Sanat Mimarlık, 4.
Baskı, İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, 2004, s.110-111.
272
a.g.e., s.117.
273
a.g.e., s.118.
274
a.g.e., s.120.
275
a.g.e., s.122.
276
a.g.e., s.123.
271
69
● 1932-1936 tarihleri arasında Abstraction-Crêation Topluluğu’nun yayımladığı
yıllık albüm.
● 1936 tarihinde kurulan “Amerikan Soyut Sanat Derneği”.
● 1937 tarihinde Amerika’da açılan “Soyut Resim Müzesi” soyut sanatın artık
işlev kazandığı ve tüm dünyayı etkisi altına alması açısından ilk defa tüm dünya
sanat olaylarında bir bütünlük söz konusu olmuştur277.
277
a.g.e., s.124.
70
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1950-70 SANAT ORTAMINDA DÖNÜŞÜMLER: GRUPLAR, SANAT ORTAMI
VE DURUM
3. 1950-1970 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE’DE SANAT ORTAMI
3.1. SANAT DÖNÜŞÜMLERİ: DÖNEMİN SANATSAL ETKİLENİMİ
AÇISINDAN YORUMLAMAK
Batı tekniğiyle yorumlanan Türk resminde; 19. yy.’ın ortalarından başlayarak,
önce realizm ile empresyonizm, ardından 1928-33 yılları arasında kübizm,
konstrüktivizm, soyut
sanat
ve sürrealizmin etkin rol aldığı yıllar olarak
özetlenebilmektedir. Batı resminden türeyen tekniklerle Türk geleneklerinin aynı eserde
görüldüğü bu dönemin sanatında, öz geleneklerin (Türk minyatür geleneği)
yansıtılmadığı ve özgün bir ortama dönüşme eğilimine yer verildiği resim üretimlerinde
görülebilmektedir. Nurullah Berk’in, Türk resminin 1950’lerden sonra “herbiri kendi
sanat duygusuna bağlı olarak, ne kadar ressam varsa o kadar da teknik var”278 yorumu
doğrultusunda; Türk resminin milli geleneklerinde yatan öz sanatlarını, Batı’nın sanat
teknikleriyle yorum katacak bir düzeyde içselleştirilmiş bir sanat ortamına sürüklediği
düşünülebilir. Bu dönemin sanatçılarının uluslararası düzeye gelmesi ve Türk sanatının
artık kopya edercesine aldığı tekniklerden sıyrıldığını da dile getirmiştir279.
1923-50 sanat ortamında Türkiye, sanatçı özgürlüğünün devrim ideolojisine
eleştirel bir tavır almadıkları sürece kısıtlanmadığı özgür bir ortamdır. Bu dönem
sanatçılarından olan Malik Aksel, “Eserlerimde samimi olmaktan başka hiçbir endişem
yok”; Şeref Akdik “Eserlerim kendi görüş ve duyuşumun mahsulüdür”280; Turgut Zaim,
“Hepimizin ön plandaki gayesi, güzel eserler vermektir”281; Cemal Bingöl, “Gayemiz,
Türk resim sanatını beslemek, gücümüzün yettiği kadar zenginleştirmektir”282. Bu
sanatçılardan anlaşılacağı üzere bu dönemin sanat ortamında, sanatçıların kendi istek ve
anlayışlarını resim tuvaline döktüğü özgür bir ortamdır. Devlet desteğinden memnun
olan ve devletin yapmış olduğu çalışmalardan hep iyi bir şekilde bahseden sanatçıların,
Nurullah Berk, “Türk Resminde Eski Türk Geleneği”, Yeditepe Dergisi, Sayı 68, 1 Eylül 1954, s.1-3.
A.g.m., s.1-3.
280
Nilüfer Öndin, Cumhuriyet’in Kültür Politikası ve Sanat 1923-1950, 1. Basım, İstanbul: İnsancıl
Yayınları, 2003, s.256.
281
a.g.y., s.56.
282
a.g.y., s.56.
278
279
71
1945 yılından sonra bu algısı değişmiştir. Bu tarihten sonra devletin giderek sanattan
soyutlandığı görülmüş ve bazı sanatçılara da olumsuz tutumlar içinde sanat-sanatçıya
desteğini kestiği bir döneme girilmiştir283.
1923-60’lı yılların sanat dönüşümünde, sanat malzemesinin dayanak noktası
“Batı” olmuştur. Aynı zamanda batı yönlü çalışmasını da kendine özgü bir kısıtlama
dönemi, ayrıca cazip bir şekilde sanatçıların aynı perspektif içinde yol almasını da
tetiklemiştir. Kısıtlama ile batı dışı bir kültür ve tarihe sahip cumhuriyet tarihi, batılı
görselliği öğrenmek için batıyı örnek alan kavramsal kopyanın izlerini taşıyan
garipsenecek felsefeye sahip bir anlayış söz konusudur284. 1960-70 yılları arasında
özgün sanatçılara rastlandığı cumhuriyet resim sanatı, batıdan alınan tekniklerin
sınanmadan ve sorgulanmadan batı kaynaklı yürütüldüğü çalışmalar yoğunluktadır. Bu
dönemin sanat modası, Paris’tir. Sanatçılarımız, Paris’e gitmeden saf sanatın
yapılmayacağını, savunmuştur. Oysa geleneksel-yerel Türk sanatımız çok da
genelleştirilmediği için salt-sanat istenilen tarza girilememiştir. Salt-Paris sanatını, öziçeriği sorgulanmadan geçen sanat dönüşümleri görülmüştür285.
1933-51 yılları arası sanat, politik, siyasal ve ekonomik açıdan önemli olayların
yaşandığı dönem olmuştur. Çok partili yaşamla özellikle CHP’nin muhalefete düşmesi,
siyasi ilkelerini Avrupa’dan Amerika’ya çevirmiştir. Bu tabi ki sanat ve toplumu da
ilgilendiren en önemli siyasal gelişme olmaktadır. Kişisel sanat bu dönemde artık göze
çarpmaktadır. Sanatçının iç dünyasını resme dökmesi 1950’li yıllarda bilinçli bir hal
alacaktır. İkinci Dünya Savaşı’na girmeyen Türkiye, sıkıntılı bir dönemden geçse de
yaralarını toparlamasının pek de uzun sürmeyeceği görülecektir286.
1950-70 sanat ortamında ülkenin sosyal, siyasal, kültürel vb. sıkıntıların olduğu
ve köklü bazı değişikliklerin yaşandığı dönemdir. Köyden kente yoğun bir biçimde
yaşanan göçler, kent kültürünün de bozulmasına sebep olmuştur287. Bu dönemin sanat
anlayışının da ikilemin içinde sürüklendiği yıllar olmuştur. Ersin Yarardal, bu dönem ile
ilgili olarak, 1950’lerin üslup açısından arayış içerisinde olduğu, iki ayrı yoldan anlatım
gücünün kazandığını belirtmiştir. Bunlardan birincisi, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve
283
a.g.y., s.256.
Hasan Bülent Kahraman, Türkiye’de Çağdaş Sanat, 1. Basım, İstanbul: Akbank Sanat Yayınları,
2000, s.17.
285
a.g.e., s.26.
286
Gören, a.g.e., s.133.
287
a.g.e., s.159.
284
72
yetiştirdiği öğrencileriyle “Türk görsel geleneklerine ve Anadolu coğrafyasına yönelen
çalışmalar”dan288 oluşan eğilimdir. Türkiye sanat ortamına “soyut” görüşlü ressamların
oluşturmuş olduğu diğer eğilimdir.289.
Türkiye’de modern anlamda 1950’li yıllar, modernliğe geçişin başlandığı yıllar
olmuştur. Savaştan yorgun ayrılan dünya ülkeleri, savaşın yaratmış olduğu sosyopsikolojik etkiyle bireyselleşen sanat ortamına girilmiştir290. Bu dönemin etkisiyle sanat,
akademi dışında gerçekleşmeye başlamıştır. 1950’li yıllar, 60’lı, 70’li ve 90’lı
kuşakların temellerinin atıldığı dönem olmuştur. Tansuğ’a göre 1950’li yıllar çağdaş
sanat ortamında hazırlık dönemi; 1960 ve 1970 deneyim; 1980 yıllar ise tartışma ve
üretim yıllarının bilinçli adımları olarak yorumlamıştır. Bu dönemde batıyla ulusal-yerel
zihniyetin sorgulandığı ve hâkimiyetin belirlenmesinde temel atılmıştır. Bu sayede de
kuşak kapışmasının veya eleştirel olarak çatışmaların sanat-siyaset bileşenlerden
kaynaklı olarak Türkiye sanatında belirginleşeceği dönemlerdir 291. Tansuğ, 1950’den
günümüze doğru sanatı 10 madde ile sınırlayarak anlatmaya çalışmıştır. Bu maddeler
Ek-3’de ayrıntılı biçimde sunulmuştur. 1950’li yılların liberal politikası ile bireysel
sanat ortamının oluşması, sanatçının kendi iç dünyasını, sanat için tema olarak
seçmesine olanak sağlamıştır. Bu dönemlerde yaşanılan köyden kente yoğun göçlerle
birlikte
çarpık
kentleşmenin
yaşandığı,
nüfusun
dengesinin
bozulduğu
ve
gecekondulaşmanın ilk sorunlarının yaşandığı ortamda, sanatçıların bu konuya
yönelmelerini sağlamıştır. Modern sanatın getirisi olan sanayinin sanat üstünde hâkim
olması, Batı’da olan sanat olaylarını takip etme kolaylığı sağlamıştır. İkinci Dünya
Savaşı sonrası sanatın popülerliğinin Avrupa’dan Amerika’ya geçmesiyle beraber,
Türkiye’nin hem siyasi hem de sanatsal faaliyetlerde yeni üslupları denediği ve
1950’lerden sonra yerel-ulusal bir dönüşümle sanatı ele almıştır292.
1950 yılında Demokrat Parti görüşü olan Liberalizm, sanatçılara daha özgür bir
ortam hazırladığı gibi grup kurma düşüncesinin azaldığı bireyselleşen bir sanat ortamı
da yaratmıştır. Bu dönemin sanat çevrelerince tartışılan konuların başında soyut sanat
gelmektedir. Nuri İyem’in öğrencilerinin kurmuş olduğu Tavanarası Ressamları Grubu,
Ersin Yarardal, “Türk Ressamları”, Yeni Boyut Dergisi, Sayı 25, 1984, s.13.
a.g.yer., s.13.
290
Sezer Tansuğ, Türk Resminde Yeni Dönem, 4. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1995, s.7.
291
a.g.e., s.9-10.
292
a.g.e., s.11-12.
288
289
73
akademinin kübist etkili sanatına karşı çıkarak soyuta yönelmişlerdir. 1951-52
yıllarında ilk soyut sergileri açılmış ve mücerret-non-figüratif tartışmalarında yine bu
sergiler etkili olmuştur. d Grubu’nun artık gelenekçi ve kopyacı olduğunu dile getiren
Tavanarası Ressamları, akademinin soyuta yönelmesi gerektiğini de savunmuşlardır293.
1950’lerdeki siyasi gelişmeler, toplumsal yaşam ve kültürel ortamı etkilemiştir.
Devletçiliğin yerine özel sektörün gelişmesi bu yıllarda ağırlık kazanmıştır. 1945
yılından sonra liberalleşme politikası çağı yakalamayı ekonomik bir sorun olarak
yorumlandığından
kültürel
gelişmeleri
göz
ardı
ederek
devlet-sanat
ilkesini
zedelemiştir. Demokrat Parti’nin, kendinden önceki hükümetleri eleştirirken bir açıdan
da kültürden ve sanattan elini çekmek için bahane aradığı gerçeği söz konusudur294.
1950-60’lı yıllarda devlet ve sanatçılar arasında yaşanan kopuşla Avrupa ve
Amerika’daki sanat oluşumlarıyla örtüşen yapıtların üretildiği bir döneme girilmiştir295.
Türkiye’de 1960’larda sanatın yönünü belirleyen ön koşul, 1950’lerin İkinci
Dünya Savaşı’nın etmenleri olmuştur. Bu dönemde Demokrat Parti’nin sanat ve kültür
programlarını yönlendirmemesi ve sadece Devlet Resim ve Heykel Sergileri
düzenlenmesinde aktif rol alması da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.
Türkiye’de özel banka ve kurum galerilerinin sayısında artış olmuştur. Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi’nin kübizmi ve akademik çalışmalarının dışında kalan soyut
sanatçılar ve köylü sorunları üzerinde duran sanatçılar olmak üzere üç bölümlü bir
gruplaşmanın 1950-60 döneminin sanat ortamında yaşandığı görülür. Bu dönemin bir
diğer önemli sanat etkinliği ise “ülke sanatını yurt dışında tanıtmak için gezici sergiler”
düzenlenmesidir. Söz konusu gezici sergiler Çağdaş Türk Resim ve Heykel Sergisi
ismiyle 1963-64 yılında Paris, Brüksel, Berlin ve Viyana gibi Avrupa kentlerinde
sergilenmiştir296. Türk sanatının Avrupa’da tanıtılması adına yapılan bu sergiler, sanatın
çeşitliliği açısından önemlidir. Dışişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortak
girişimleriyle yapılan bu sergilere dış basında da ilgi uyanmıştır. Bu sergiler ilk olarak
20 Eylül 1963 yılında Brüksel Güzel Sanatlar Sarayı’nda gerçekleştirilmiştir. Gürdaş’ın
Nihal Elvan, Türk Plastik Sanatlarında Otodidakt ve Naif Sanat, Çocuk Yaratıcılığı (1950-1960)
(Yüksek Lisans Tezi), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, s.47.
294
Yıldız Öztürk Ötkünç, 1980’li Yıllarda (1980-1990) Türkiye Saat Ortamının Değerlendirilmesi: Bu
Bağlamda Dönemin, Özellikle Resim Alanında Üretilen İşlere Yansıması (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul:
İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s. 43.
295
a.g.t., s. 45.
296
Bora Gürdaş, 1960-70 Yılları Arasında Türkiye’de Kültür ve Sanat Ortamı (Yüksek Lisans Tezi),
Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.14.
293
74
tezinde, yabancı basın tarafından imzaların Türk; resimlerin Avrupalı oluşu ve
“resimlerde şark havasının sezilmediği” gerekçesiyle eleştirilmiştir. 14 Ocak 1964
yılında Paris’te yapılan sergide yine aynı eleştirilere maruz kalındığı ve “Paris
Ekolü’nün etkisinden kurtulamadığını” vurgulayan yazılarla eleştirilmişlerdir. 17 Mart
1964 yılında Berlin’de de yine aynı eleştirilerin yapıldığı bilinmektedir. 18 Mart 1964
tarihli Telgraf Gazetesi “Peçe Kaldırıldı” başlığı altında şu yazıya yer vermiştir:
“Bu dikkate değer sergiyi gezen ziyaretçi modern Türk’lerde hep o sihirli
formüle rastlıyor: Paris. Sanatın başkenti genç Türk sanatçılarını
muhteva ve teknik yönlerinden büyük ölçüde etkilemiş”297.
İstiklal Caddesi 1950-75 yılları arasında çok yoğun sanat merkezi olmuştur.
Sanatçıların, buralardaki kahvelerde, pastanelerde, meyhanelerde ve gece kulüplerinde
buluşup sanat yaşamlarını sürdürdükleri bilinmektedir. Örneğin Lâmbo’nun Pastanesi
Orhan Veli Kanık ve Sait Faik Abasıyanık ile ünlenmiştir. Baylan Pastahanesi ve
Lefter’in Meyhanesinin de bu dönemde sanatçıların uğrak yerleri olduğu bilinmektedir.
İstiklal caddesi, sanat yaşantısının yoğun olduğu ve sanat dallarının her kurumkuruluşunun mekânlarını olduğu bir düzlem olarak bilinmektedir. Baylan Pastanesi ise
Sezer Tansuğ tarafından çokça konuşulan ve dönemin en moda olan yerlerindendir. Bu
pastahane, çok güzide insanlar ve aynı zamanda da yerel ile beslenen bir Cumhuriyet
halkını298 dönemin sanatçılarının uğrak yerlerinden biri olan Asmalımescit’te birçok
atölye yer almaktadır. Gürdal Duyar, Orhan Peker, Cihat Burak gibi sanatçıların bu
semtteki bir atölyede sürekli buluşup resim üzerine sohbet ettikleri bilinmektedir.
Aslında sanatçılar artık belirli gruplara dâhil olmasa da kendi fikirleri doğrultusunda
hareket eden sanatçılarla bağlarını kurup bu şekilde üretim yapmışlardır299. 1960-63
yılları arasında özellikle İstanbul’da öğrenci festivallerinin düzenlendiği döneme
girilmiştir. Bu festivaller uluslararası boyutta, yabancı ülkelerden gelen öğrencilerin
katılımıyla kültür alışverişinin yaşandığı ortamlardır. Resim sergileri, tiyatro ve müzik
konulu olan bu festivalleri yakından takip eden genç ressam Muhsin Kut, resim
konusunda plaket üretmiştir. Yaptığı çalışma neticesinde yine bu plaketi kazanmıştır.
297
a.g.t., s.40-41.
Tansuğ, a.g.e., s.89-90.
299
a.g.e., s.24.
298
75
1970 yılında yapılacak İstanbul Festivalleri’ne ön hazırlık olması açısından da önemli
olmuştur300.
1950 yılında DP’nin iktidarı devralınmasıyla, çok partili yaşama geçiş süreci
başlamıştır. Bu dönemin belirgin gelişmeleri ise teknolojiye ilginin artması ve ağalık
sisteminden kapitalizme uzanan yolların açılmasıdır. Bu ortamda yaşanan özgürlükkapitalizm ikilemi, 1960’lı yıllarda soyut resme de zemin hazırlamış ve bu dönemden
sonra gruplaşmanın yerini “bireysel sanat” terimi sanat ortamında yerini almıştır301.
Sezer Tansuğ, bireysellik kavramı hakkında şunları yazmaktadır:
“Bireysellik kavramı 1950’li yıllardan itibaren ülkemizde de çok
vurgulanmıştır. 1950-60 yılları arasında kültür hayatı, çeşitli düşünce
akımlarının sağlı sollu irdelenmeye çalışıldığı kaotik bir sürecin izlerini
taşır. Düşünce hayatının kaotik görünümüyle dönemin sosyo-ekonomik
tablosundaki kargaşa arasında bağlantı noktaları aramak da beyhude
değildir… 27 Mayıs 1960 devrimi ve 1961 Anayasasının öngördüğü bazı
demokratik hedeflerin amaç ve anlamları zorlanarak bu türden çabalar
içine girildiği gözlenir. Siyasi tartışma ve dava konusu olan bazı plastik
sanat olayları 1960 sonrasında ortaya çıkmış ama bu yolda sanatsal bir
varlık da ortaya konulamamıştır”302.
1950’lerin siyasi-ekonomik dönüşümlerin etkisiyle köyden kente göç başlamış,
kent hayatına başlayan bu dönüşümler sanata yön veren yıllar olmuştur. Aynı zamanda
gecekondulaşma sürecinin hem sosyal yaşam konusunda hem de sanatsal faaliyetlerdeki
dönüşümler yine bu dönemde görülecektir. Köy-kent çelişkisinin ilk sanatsal
meyvelerini, Nedim Günsur ve Neşet Günal vermiştir. Her iki sanatçının ortak amaçları
“Anadolu insanının yaşam gerçekleri” olarak resimlerinde görülmüştür. Türkiye’de
1961 Anayasası’yla birlikte özgür düşüncelerin ve demokrasi adına hamlelerin atıldığı
yıllara girilmiştir. Tarım toplumu olan cumhuriyet, kırsal kesimde yaşayan insanların,
bu dönemde şehirlere akın etmesiyle büyük göç dalgalarının yaşandığı bir dönem olsa
300
a.g.e., s.91-92.
Özkan Eroğlu, Türkiye’de Resim Sanatı (Tarih, Yorum, Eleştiri), 1. Baskı, İstanbul: Tekhne Yayınları,
2015, s.113.
302
Tansuğ, a.g.e., s.34.
301
76
da bu dönemin sanatsal faaliyetleri açısından önemlidir. 1961-68 yılları arasında
yaşanan sosyal yaşam, devlet ve sanat hareketleri arasındaki olumlu ortam, 1968 yılında
Avrupa ve Amerika’da yaşanacak olaylarla sonlanacaktır. Sanatçılar, tuvallerinde bu
kargaşanın resmini en iyi derecede betimleyerek göstermişlerdir. İstanbul’da 1968
yılında Harbiye’de Yapı Endüstri Merkezi Galerisi’nde 25.06.1968-10.07.1968 tarihleri
arasında düzenlenen “Resim Sanatı ve Toplum” adlı sergide, 68 kuşağının
düşüncelerinin yansıtıldığı ve toplumsal gerçekliklerin resimlerine aktarıldığı eserler yer
almıştır. Sergiye Cihat Burak, Neşet Günal, Nedim Günsur, Nuri İyem ve Gürol Sözen
katılmıştır. Yine bu serginin devamı niteliğinde olacak başka bir sergi de 1976 yılında
“Beş Gerçekçi Türk Ressamı” adıyla açılan siyasal-sosyal içerikli sergidir. 1960’lı
yıllar, kentleşme ve modernleşmenin köy-kent ikilemindeki gerçeklerin biçim ve içerik
yoluyla sorgulanmaya başlandığı ve resme yansıtıldığı yıllar olmuştur. Bu dönemin
sanatçıları halkın sorunlarını dile getirmekten çekinmemiştir. Topluma eleştirel bir
tarzla bakıp gerçekçi sorunlar üstünde durarak resimlerini yapmışlardır. Bu nedenle
1960-70 yıllar toplumsal gerçekçiliğin amacına ulaştığı yıllar olarak ele alınmaktadır.
1968 yılında gerçekleştirilen Resim Sanatı ve Toplum Sergisi’nde, toplumsal gerçekçi
resimlerde kaldığı yerden devam eden tek sanatçı kuşkusuz Nuri İyem’dir. Anadolu’nun
yüz hatlarını çizen ressamın, yüzlerin kime ait olduğu belli olmaması nedeniyle
1960’lardan sonraki tablolarını genel bir kategoride ele almak gerekir. “Anadolu’nun
insan yüzleri” olarak gruplaştıracağımız İyem tabloları, Türk halkının yaşadığı sosyopolitik ve ekonomik-statü ikilemlerindeki çelişkilerle anlatılmak istenilenler yüz
ifadeleri ile verilir303. Sanayinin getirmiş olduğu sorunlara, grev ile bütünleşen insanlara
başarılı bir şekilde tablolarında yer veren Nuri İyem, davul-zurna terimlerini resimlere
yansıtması konusunda da neredeyse bir ilke yol açmıştır. Zuhal, bu konuyu şu şekilde
açıklamıştır:
“Bu dönemde “Grev” resimlerini üreten İyem, “Davul-Zurna” resmi ile
sanayileşen Türkiye’nin çarklarını, davulun biçimsel görünümü ile
Arda Zuhal, Sanat Eğitimcisi ve Ressam Aydın Ayan’ın Resimlerine Estetik Bir Yaklaşım (Doktora
Tezi), Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s.41-46.
303
77
özdeşleştirir. Grev sırasında çalınan davul ve zurna burada Anadolu
insanının yakarışı olarak kullanılmıştır”304.
3.1.1. Toplumsal Yaşam ve Kültürel Ortam
2. Dünya Savaşı’nın 1945’li yıllarda sona ermesiyle siyasal-ekonomik ve
toplumsal-kültürel açısından değişiminin de başlanılması adına yeni bir sürece girmiştir.
ABD-SSCB iki kutuplu bir dünyanın ilk adımlarının atıldığı dönemdir. ABD’nin
desteğiyle kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Avrupa’da yatırımların
artışında önemli bir rol üstlenmiştir. Savaştan sonra Bretton Woods konferansları ile
kurulan Dünya Bankası ve IMF, Uluslararası dünya düzeninin ekonomik açıdan da
kurumsallaşmasının önünü açmıştır. 1945-60 döneminde Türkiye, Batı Bloğu içinde yer
alarak iki kutuplu dünya düzeninde Amerika’nın müttefiği olarak yer almıştır. Çok
partili döneme (1950) geçilmesiyle NATO’ya da dâhil olmuştur. Bu açıdan 1946-60
yılları arasında toplumun bilinçlenmeye başladığı, işçi sınıfının ortaya çıktığı, modern
Türkiye’nin bilimle daha çok ilgilenmeye başladığı dönem olmuştur. Cumhuriyet’in
kuruluş aşamasının bilinçli adımları sayesinde, ilk meyveler bu dönemde alınmıştır305.
7 Ocak 1946 yılında Demokrat Parti’nin kurulmasıyla “çok partili yaşam süreci”
başlamıştır. İşçi ve köylü kitlesine karşı yumuşak yaptırımlar uygulanmış ve sorunlar
üzerinde daha kapsayıcı hamleler yapılmıştır. 1950’li yıllar Türk kültürü açısından
olduğu kadar ekonomik-toplumsal yaşam müdahaleleri bakımından da dönüm noktası
olmuştur. Türk kültürüne yönelik ilk ciddi yaklaşımlar bu dönemde başlamıştır. Bu
dönemin sosyal yapısı, siyasal dönüşüme bağlı olarak sanatı da etkilemiştir. İşçi ve
köylü tabakasının bu dönemde önemsenmesiyle sanatın da konusunda yerel dil önem
kazanmaya başlamıştır. Bu dönemin en belirgin konusu “anadolu insanı” olmuştur.
Sosyal yaşantının özgürleşmesiyle birlikte, “bireysellik” kavramının sanata yansıması,
ortak çalışma gruplarında da yaşanmıştır. Bu dönemde kişisel sergiler artmıştır. 196570’li yıllarda Türkiye ekonomisine bağlı olarak güçlü hamlelerin yapıldığı ve Türk
kültürünün araştırılması gerektiğini savunan bir düşünce yapısı ortaya atılmıştır.
1970’lerden başlanarak işçisi ve işvereni ile çelişkilerin keskinleştiği ve siyasal
304
a.g.t., s.47.
Neslihan Kıyar, Çağdaş Türk Sanatında Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi (Yüksek Lisans
Tezi), Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s.86-87.
305
78
çatışmaların başladığı bir döneme girilmiştir306. Bu dönem, sanat galerilerinin ortaya
çıktığı ve İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerde sanatın korunması adına büyük adımlar
atıldığı bir dönem olmuştur. 1980’lerin sonlarına kadar “galerileşme” devam etmiştir.
Bu dönemin en belirgin modası ise özel sanat atölyeleri kurulmasıdır. 1980’lerde
sanatın yönlendirmesini, resim alıcıları, galericiler ve koleksiyonerler sağlayacaktır.
1990’lara doğru “sanat pazarları’nın” kurulmasıyla entelektüel sınıfın ve sanatseverlerin
rolleri daha da popüler hale gelmiştir. 1987 yılında “Uluslararası İstanbul Festivali”
düzenlenmiştir. Bu sayede 1991 yılından itibaren de sanat pazarı düzenlenmesi adına
“İstanbul Sanat Fuarları” düzenlenmiştir. Bu dönemlerde Çağdaş bir sanat müzenin
olmamasından kaynaklı olarak sanatçıların giderek önemseyeceği bu tek çağdaş sanat
fuarları, büyük bir ilgiyle karşılanmıştır307. Türk toplumunun sosyo-kültürüne bağlı
olarak gelişen sanat, çağın dinamiklerine bağlı olarak gerek kültür gerekse siyasetin
belirlediği yollara uygun olarak gelişmiştir308.
Çok partili sistemin köklerinin atıldığı dönem olan 1950’ler, tek partili dönemin
yaşantısı, refah düzeyi ve ortamına tepki olan konulara yönelmiştir309. Bu dönemde
sanayileşme ve kentleşmenin hız kazandığı, aynı zamanda düzensiz kentleşmenin de
başladığı bir dönem olarak kabul edilmektedir310. Ekonomik açıdan hamlelerin yapıldığı
bu dönemde kentleşme, yoğun göçlerle birden bire plansız gelişmiştir311. Devlet, işçi
göçünü istihdam edebilmek için 13 Haziran 1961 yılında Batı Almanya ile imzalayarak
ilk işçi kafilesini göndermiştir312.
İstanbul ilinin Beyoğlu ilçesi, azınlıkların Avrupa ölçülerinde bir yaşam tarzına
sahiptir. Sergiler ve diğer sanat etkinliğinin birlikte yapıldığı bir yerdir. Avrupa’daki
popüler moda konularında aynı paralellikle hareket ettiği; cafeleri, sergileri,
meyhaneleri, sinemaları ve sosyal yaşam tarzlarının batı ile bütünleştiği bir semttir.
Avrupa’nın küçük bir şehri gibi sosyal ve kültürel rol alan bu semt, 1970’lere kadar çok
derin bir Avrupa felsefesiyle yol almıştır313. 1950’li yıllarda Rumların işletmiş olduğu
306
Ersoy, a.g.e., s.30.
a.g.e., s.31.
308
a.g.e., s.32.
309
Tansuğ, a.g.e., s.12.
310
Eroğlu, a.g.e., s.114.
311
Tansuğ, a.g.e., s.13.
312
Gürdaş, a.g.t., s.11.
313
Tansuğ, a.g.e., s.20.
307
79
ve sanatçıların, yazarların uğrak yeri haline gelen “Baylan Pastahanesi”, ünlü şairlerden
Attillâ İlhan, Orhan Veli’nin temsil ettiği Garip hareketine eleştirilerin yapıldığı
yerdir314.
1961 Anayasası’nın getirmiş olduğu siyasal-ekonomik rahatlık, toplumsal
yaşamı iyi yönde etkilemiştir. 1950 yılında yaşanan göçler (köyden kente) sonunda
1960 yılı, toplumsal düzenin şehirlileşme esasıyla bozulduğu, gecekondulaşma ve
zengin/yoksul ayrımının yaşandığı yıllar olmuştur. Şehirdeki ekonomik rahatlık
düşüncesiyle şehirlere gelen köylüler ile birlikte gecekondu olgusunun da ortaya çıktığı
yıllar olmuştur315. 1950-60 arasında oluşan siyasal çekişmeler, göç ve toplumsal yapı
İstanbul kentinin bozulmasına sebep olmuştur. Bu nedenle İstanbul, çalışmalar yapılan
ilk şehir olmuştur316.
Milli Eğitim Bakanlığı, 1960-65 yılları arasında kültürel kalkınma konusunda
planlı çalışmalar yapmıştır. Bu süreç içerisinde Kültür Bakanlığı kurulmuştur. Cevat
Memduh Altar (Güzel Sanatlar Genel Müdürü), kültür kurumlarının örgütlenmesi ve
planlı bir şekilde hizmet vermesi için rapor hazırlayarak Başbakanlığa sunmuştur. Bu
rapor istenilen sonucu vermemiştir. 1961 yılında “Güzel Sanatlar Komitesi” adıyla bir
başkan ve 12 üyeden oluşan yeni ve kapsamlı ikinci rapor kabul edilmiştir317.
3.1.2. Siyasi ve Ekonomik Durum
1900’lu yılların ilk yarısı, dünyada imparatorluk düzeninin yıkılmaya başladığı,
siyaset ve ekonominin hız kazandığı bir dönem olarak bilinmektedir. İkinci Dünya
Savaşı’nın galipleri olan ABD ve SSCB’nin küresel güce ulaşması, iki kutuplu bir
dünya hâkimiyetine neden olmuştur. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti savaşa
girmemiş olsa da savaşın getirmiş olduğu ekonomik bunalımlar yine de ülkeyi
etkilemiştir. Türk-Amerikan diplomasisi, 1945 yılında San Fransisko Konferansı ile
yeni bir döneme girildiğinin sinyalini vermiştir. Bu yakınlığı, 1947’de Truman Doktrini
ve Marshall Planı izlemiştir318.
314
a.g.e., s.20-21.
Gürdaş, a.g.t., s.10.
316
Tansuğ, a.g.e., s.38.
317
a.g.t., s.15.
318
Elvan, a.g.t., s.42.
315
80
1950-60’lı yıllarda Türkiye’de siyasal yaşamın dönüşümünü, 14 Mayıs 1950
tarihine yapılan seçimde Demokrat Parti’nin tek parti olarak iktidara gelmesi
sağlamıştır. Demokrat Parti ile milletvekili seçilen toplumun farklı kesimlerinden
kişiler,
ülke yönetiminde söz sahibi olmuş, CHP’nin yirmi yedi yıllık iktidarı
döneminde bürokrasi ve askeri formasyona sahip vekiller ön planda iken Demokrat
Parti ile halkın içinden gelen genç insanlar mecliste yerlerini almıştır319. Demokrat
Parti, iktidara geldiği 1950 yılında, ekonomik gelişme planında liberal serbest pazar
politikasını savunmuştur. Bu söylemle yöneldiği ilk konu, tarım olmuştur. Burada amaç,
Amerika’dan getirdiği uzmanların raporlarına göre çiftçinin iktisat uygulamaları ile
çıkarlarını korumaktır. 1950’li yıllarda şehirleşme oranının artması neticesinde
gecekondulaşma sorunu kendini göstermeye başlamıştır. Her ne kadar tarımsal
kalkınma modeli uygulansa da olumlu durumdan faydalananlar büyük toprak sahipleri
olmuştur. Köylü kesiminin bundan pek yararlanmadığı ve yerleşme arzusuyla geldiği
şehirlerde de gecekondulaşma ve çarpık kentleşme sorununun başladığı yıllar olmuştur.
Demokrat Parti’nin uyguladığı liberal tarzı ekonomik politika, memurların ve
köylülerin yaşam düzeylerinde gerilemeye yol açarken ticaretle uğraşan kesime kazanç
sağlama imkanı vermiştir. Bu dönemde yaşanan toplumsal ve kültürel çalkantılı olaylar,
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile sonuçlanmıştır. 1968 kuşağı, öğrenci olaylarının
yoğun olarak yaşandığı Uluslararası yapıdaki Türkiye’de, toplumsal baskılara verilen
ilk şiddetli tepkinin simgesi olmuştur. Güney Amerika’dan Avrupa’ya, Doğu
Avrupa’dan Türkiye’ye dünyanın dört bir yanında kuşatan alevlerin en ateşlisi olarak
nitelendirilmekteydi. Amerika’nın sömürgeci zihniyetinin sert biçimde eleştirildiği bu
kuşağın oluşması, hem sanatta hem de toplumsal yaşamda hissedilen sonuçlar
doğurmuştur.
Öğrencilerin
oluşturduğu
Fikir
Kulüpleri
Federasyonu
(FKF),
Amerika’nın zencilere yapmış olduğu ırksal soykırımı protesto etmek için “Hiroşima”
adlı resim sergisi düzenlemiştir. Bu sergide atılan bombanın izlerini ve bütün bu
katliamların emperyalizmin ürünü olduğunu vurgular nitelikte resimler yapılmıştır. Bu
dönemde Ernesto Che Guevera’nın yakalanarak öldürülmesi tüm dünyada sert bir yankı
uyandırmış ve tabiki yine Amerikan emperyalizminin eleştirilmesinin önünü açmıştır320.
Erkan Özgür, Cumhuriyetten Günümüze Türkiye’nin Muhalif Sanatçıları, 1. Baskı, İstanbul: Efege
Yayınları, 2013, s.104-105.
320
Ayşe Uzun, 1950 Sonrası Toplumsal Olayların Sanata Yansıması (Yüksek Lisans Tezi), Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014, s.10-11.
319
81
3.2. SERGİLER
1916-45 yılları Türk sanat ortamında, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin
öncülüğünde
gerçekleştirilen
Galatasaray
Sergileri,
sanat
tarihimiz
açısından
gerçekleştirilen ilk sürekli sergilerdir. Yine sürekliliği olmasa da Beyoğlu ve
Tepebaşı’nda da yabancı ressamlarca gerçekleştirilen sergiler yapılmıştır. Yabancı
ressamların yapmış olduğu sergiler, Türk-Batı sanatı açısından önemli rol üstlenmiştir.
Şeker Ahmet Paşa’nın öncülüğünde yapılan sergileri de unutmamak gerekir. OsmanlıCumhuriyet sanat ortamının oluşmasına vesile olan Şeker Ahmet’in bu sergileri,
sürekliliği olmasa da dengeleme açısından önemli sergilerdir. Galatasaray Sergilerinde,
sergiyi gezen sanatseverlerden “Duhuliye” adı altında alınan ücretler sanatçılar için
önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Bu dönemde önemli bir grup olan “1914 KuşağıAsker Ressamlar” eserlerini sergilettirme imkânı bulmuştur. Yine bu sergiler genç
sanatçılar için de önemli bir kurum haline gelmiştir. Galatasaray sergileri, kültür-sanat
açısından İstanbul sergilerine ev sahipliği yapmıştır. Genel olarak Yaz mevsiminin
Ağustos ayında gerçekleştirilen bu sergiler, Devlet tarafından da desteklenmiştir321.
Devletin sanatçıları teşvik etmek ve destek olmak amacıyla düzenlediği bu sergiler;
eserlerin satın alındığı, sergiler düzenlenmesi için ekonomik yaptırımların uygulandığı
ve sanatın sekteye uğramaması için de sanatçılara ödenek verildiği bir dönemdir. 1921
yılında “Türk Ressamlar Cemiyeti”, 1926’da “Türk Sanayi-i Nefise Birliği” ve 1929’da
“Güzel Sanatlar Birliği” ismini alan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”nin öncülüğünde
düzenlenen Galatasaray Sergileri, 1923 yılından sonra Ankara’da (önce Etnografya
Müzesi daha sonra da Türk Ocağı binalarında sergi yapılmıştır.) yapılacak olan “Ankara
Sergileri” bunun önüne (Galatasaray Sergileri) geçmiştir. Galatasaray Sergileri yerini
Ankara Sergilerine bırakıp kapanmıştır. Güzel Sanatlar Birliği’nin açtığı bu sergiler,
sanat tarihimiz açısından büyük bir başarı öyküsü olmuştur. Burhan Toprak,
Galatasaray Sergilerinin, devlet tarafından açılmamış olması ve 25 yıl boyunca Türk
sanatçılarınca binlerce sergiye ev sahipliği yapması, başarıdır demiştir322.
1950’lere kadar Türk sanatçıların, Taksim’deki Fransız Konsolosluğunda sergi
düzenledikleri görülür. Maya Galerisi açılmadan önce özellikle Tavanarası Ressamları,
321
322
Öndin, a.g.e., s.222.
Öndin, a.g.e., s.223.
82
eserlerini bu mekânda sergilemişlerdir323. Maya Galerisi’nin maddi nedenlerle kapanıp,
yabancı kişilerce işletilen bir mekân haline gelmesi Türk resim sanatı için ilginç
sayılabilecek bir olaydır. 1956 yılında Türk-Alman Kültür Derneği ile başlayan sergiler,
1959 yılında verimli olmaya başlamıştır. 1960-70 yılları arasında İstanbul'daki en
önemli sergi salonu, Beyoğlu’da bulunan Alyon Sokak, daha sonrasında ise Tünel’deki
Müeyyet Han’da bulunan mekânlar döneme damga vurmuştur. 1959 yılından sonra
düzenli sergi düzenlemeye mahal olmuş Türk-Alman Kültür Derneği Galerisi’nde; Nuri
İyem, Adnan Çoker, Aliye Berger, Ömer Uluç, Sarkis, Adnan Varınca, Mustafa
Esirkuş, Tülây Tura Kuzgun ve Ferruh Başağa sergi açan önemli sanatçılarındandır.
1959 yılında Beyoğlu Alyon Sokak’taki küçük galeri salonunda gerçekleşen üç önemli
sergi; Yüksel Arslan, Orhan Peker ve Adnan Çoker’e aittir324.
“Yarışmalı sergilere özel sermayenin”325 desteklediği özel kurumların başında
gelen DYO Resim Yarışması’dır. Türkiye sanat ortamında 1960’lı yıllardan günümüze
kadar gelen bu yarışmalar silsilesi, 1980’lere doğru Yaşar Holding tarafından
desteklenen önemli yarışmalardır. 1967 yılında düzenlenen DYO Resim Yarışması,
koleksiyonerliğe teşvik ettiği gibi sanatçıların da kendini kanıtlamaya başladığı bir
yarışmadır. Sergilerin, öncüsü olan Devlet Resim ve Heykel Sergileri’ni anımsattığı
vurgusunu yapan Sülün, kurulduğu dönem itibariyle yılda bir yapılacağı planlanırken,
1993 yılında ise iki yılda bir yapılmasına karar verildiğine değinmektedir. Bu
yarışmanın benzerleri 1984-98 yıllarında Esbank Sanat Yarışmaları, 1981-91 yıllarında
TPAO Resim Yarışması,1987-2003 yıllarında Tekel Resim Yarışması, Sedat Simavi
Görsel Sanatlar Yarışması, Türkiye sanat ortamı açısından önemli özel kurumların
desteklendiği, sanatın ilkesel bir boyut içerisinde hız kazanması ve sanatçıların teşvik
edilmesi açısından önemlidir326.
3.2.1. İnkılâp Sergileri
Ekim 1933’dan 1936 yılına kadar varlığını sürdüren İnkılâp Sergileri, konularını
“Kurtuluş Savaşı ve Devrimleri”nden almıştır. 1933’te Milli Eğitim Bakanı olan Reşit
Tansuğ, a.g.e., s.41.
a.g.e., s.42.
325
Özel kurumların ve koleksiyonerlik faaliyetleri ile ilgili detaylı bilgi için bakınız, Ebru Nalan Sülün,
Türkiye’de Çağdaş Sanat Koleksiyonculuğu (1990-2010) (Doktora Tezi), Antalya: Akdeniz Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018.
326
Sülün, a.g.t., s.91.
323
324
83
Galip’in girişimiyle yapılan sergiler, tüm sanatçılar için sergi tanıtımı olduğu ve belli bir
grup adına açılmamış olması çok önemli bir kuraldır. Yalnızca konu bakımından
sınırlama getirilmesiyle ilginç bir yaklaşımdır. Dönem içindeki her eserin sergilenmesi
ile tepki çeken sergi, 4. İnkılâp Sergisi’nde seçici bir kurul oluşturarak ve uygun bir
nizamname ile yeni bir yapılanmaya gitmiştir. 1937 yılından itibaren “Birleşik Resim
Sergisi” alarak isim değiştirilmiş ve 1939 yılında ise “Devlet Resim ve Heykel
Sergileri” adını alarak tarihe geçmiştir. 4 sene boyunca çok eleştirildiği ve
sınırlandırılan konunun yetersiz olduğu söylense de milli bilincin oluşması ve
sanatçıların burada kendini göstermesi açısından çok önemli bir olaydır327.
3.2.2. Devlet Resim ve Heykel Sergileri
İnkılâp Sergilerinin devamı niteliğinde olan bu sergiler, 1936 yılından günümüze
kadar aktif bir şekilde sanat yaşamını sürdürmüştür. Maarif Vekilliği’nin hazırlamış
olduğu kurallar çerçevesinde eserler üretilmiş, sergiler düzenlenmiştir. Bu sergide ilginç
olan ise, 7. maddesinde yer alan, Türk sanatçılardan başka bir uyruklu sanatçıların
sergide yer almaması kuralıdır328.
8. maddesinde, daha önce kopya edilmiş veya
sergilenmiş eserlerin kabul edilemeyeceği gibi bir kuralın yer alması yine özgün bir
kimlik oluşturulması açısından çok önemli bir maddedir. 10. madde’de bir gruba üye
olan sanatçı ise grubun seçici kurul oluşturulup onayı alındıktan sonra sergileme iznine
yer verilecektir. 12. Madde’de ise sergiye gönderilecek eserin imzalı olması
zorunluluğudur. 23. Maddesinde ise ilk üç arasına girecek olan esere, bütçe imkânı
sağlanacaktır. Bütçe yeterli ise jüri heyetinin seçmiş olduğu eserler, Maarif Vekilliği
tarafından satın alınıp “Resim ve Heykel Galerisi”ne konulacağı gibi sanatı destekleyen
ve resim faaliyetlerine bütçe ayıran devlet anlayışı, sanat ortamının oluşması açısından
çok önemli bir yaklaşımdır. 24. Madde’de, sergi jürisi oluşturmak için;
● Maarif Vekilini temsil edecek Güzel Sanatlar Umum müdürü,
● Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye Heyetinden seçilen bir mümessil,
● CHP tarafından seçilen bir mümessil,
● Güzel Sanatlar Akademisi müdürü,
● Akademiden bir resim muallimi,
327
328
Öndin, a.g.e., s.225.
a.g.y., s.225.
84
● Akademiden bir heykeltraş muallimi,
● Maarif Vekili tarafından seçilen bir edip,
● San’at teşekkül ve grupları tarafından ve kendi âzâları içinden seçilen
birer sanatkâr,
● Hiçbir sanat grubuna bağlı olmayan kişilerden Maarif Vekilliği’nin
seçeceği bir sanatkâr, jüri üyesini oluşturmuştur.
24. madde gereği jüri üyeliğini yapmış önemli sanat eleştirmeni ve sanatçıları
şunlardır:
● 1. sergide; Salah Cimcoz, Reşat Nuri Güntekin, Suud Kemal Yetkin,
Burhan Toprak, Sabahattin Eyüboğlu, Zühtü Müridoğlu, Ali Hadi Bara,
Turgut Zaim ve Mahmut Cûda.
● 2 ve 3. sergide; Mehmet Tevfik Ararad, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet
Muhip Dranas, Sabahattin Eyüboğlu, Burhan Toprak, İbrahim Çallı,
Mahir Tomruk, Ayetullah Sümer, Ziya Keseroğlu, Cemal Tollu ve
Turgut Zaim.
● 4. sergide; Mehmet Tevfik Ararad, Yusuf Kani, Salah Cimcoz, Burhan
Toprak, İbrahim Çallı, Mahir Tomruk, Hakkı İzzet, Ahmet Kutsi Tecer,
Şeref Akdik, Nusret Suman, Eşref Üren ve Turgut Zaim.
● 5. sergide, Mehmet Tevfik Ararad, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Kani
Köni, Burhan Toprak, İbrahim Çallı, Mahir Tomruk, Malik Aksel, Suut
Kemal Yetkin, Zühtü Müridoğlu, Şeref Akdik, Edip Hakkı Köseoğlu ve
Turgut Zaim.
● 6. sergide; Suut Kemal Yetkin, Vecih Bereketoğlu, Rami Uluer, Mahmut
Cûda, İbrahim Çallı, Enver Ziya Karal, Mahir Tomruk, Abidin
Elderoğlu, Burhan Toprak, Vahti Hatay, Malik Aksel ve Ali Avni Çelebi
● 7. sergide; Burhan Toprak, Mahir Tomruk, Cemal Tollu, Seref Akdik,
Cevat Dereli, Ziya Keseroğlu, Abidin Elderoğlu, Suut Kemal Yetkin,
Numan Pura, Hamit Görele ve İlhami Demirci.
● 8. sergide; Halil Vedat Fıratlı, Lêopold Lêvy, İbrahim Çallı, Hikmet
Onat, Cemal Tollu, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Hamit Görele.
● 9. sergide; Lêopold Lêvy, Rudolf Belling, İbrahim Çallı, Şeref Akdik,
Ali Hadi Bara, Zeki Faik İzer, Kemal Zeren, Cevat Dereli, Hamit Görele.
85
● 10. sergide; Lêopold Lêvy, Hikmet Onat, Zeki Faik İzer, İbrahim Çallı,
Eşref Üren ve Refik Epikman.
● 11. sergide; Zeki Faik İzer, Eşref Üren, Hikmet Onat, İbrahim Çallı ve
Cevat Dereli’den oluşmuştur329.
3.2.3. Halkevleri Sergileri
19 Şubat 1932 yılında halkevlerinin kuruluş amacına bakıldığı zaman, Türk
Ocakları’nın kapatılması, 1930 Dünya ekonomik buhranı ve çok partili sisteme geçiş
sürecinde Serbest Fırka deneyiminin başarısızlığının etkili olduğu görülmüştür.330.
Halkevleri, CHP ve Atatürk yönlü bir siyasi kuruluşun sanat ve bilimsel rol oynayan
kanadını oluşturur. Bunun da bu yönde olduğunu belirleyen etmen ise Halkevleri’nin
kuruluş Talimatnamesi’nin 1. maddesine dayandırabiliriz. Bu madde de;
“Halkevi,
CHP’nin
cumhuriyetçilik,
ulusçuluk,
halkçılık,
laiklik,
devletçilik ve devrimcilik prensipleri içinde çalışan bir kurumdur.
Halkevleri’nin kapıları, partiye yazılı olan veya olmayan bütün
yurttaşlara açıktır. Ancak Halkevi Yön Kurulu ve şube yönetim
komitelerinde üye olabilmek için CHP'ye yazılı (üye) olmak şarttı”331.
Halkevlerinin, kendi kuralları doğrultusunda sergiler düzenlemesi, büyük kentler
dışında sergi yerleri açması ve genç sanatçılara destek verip kendilerini göstermeleri
açısından önemli bir kurumdur. Halkevleri’nin düzenleyeceği sergilerin, bildiri ve
ilkeleri CHP tüzüğüne göre belirlenmiştir332. Halkevleri’nin uyması gereken kuralları
(maddeler) şu şekilde özetleyebiliriz:
● 1. madde: Halkevleri’nin bulunduğu her ilde şubat ayında bir resim
sergisi açılır.
● 2. madde: Sergilerinin düzenleneceği ilde her amatörün katılması izni
vardır.
● 5. madde: Sergiye eser yapacak için konu sınırlandırılması yoktur.
329
a.g.e., s.228.
a.g.e., s.80.
331
a.g.e., s.83.
332
Öndin, a.g.e., s.235.
330
86
● 7. madde: Konu açısından her ne kadar serbestlik kararı alınmışsa da
tabiattan yapılmış manzara resmi olma zorunluluğu vardır. Kartpostaldan
alınan kopyalar kabul edilmediği gibi tespit edilmesi durumunda bu tarz
bir sergiye bulunmayacağı ilkesi de yatıyor.
● 10. madde: Eserlerin derecelendirme ve ödüllendirme işi, Halkevi
reisinin veya Güzel Sanatlar Komitesi reisinin başkanlığı altında bulunan
3 veya 5 jüri üyesinin oyu ile kabul edilir.
● 11. Madde: Her halkevi için 3-5 jüri üyeliği bulundurulmalıdır.
● 13. Madde: Sergiden alınıp seçilecek eserler, jüri tarafından seçilip
derecelendirilmelidir.
● 15. madde: Dereye uygun bulunan eserler, imkân dâhilinde olursa belli
bir ücret ile ödüllendirilir.
● 16. madde: Ankara’da Mayıs ayında toplanacak olan Halkevleri Umumî
Resim Sergisi ücret dâhilinde değildir.
● 17. madde: Kendi bölgesinde (ilinde) dereceye giren resimler, Mayıs
ayında Ankara’da açılacak Halkevleri Umumî Resim Sergisi’ne
gönderilmek üzere 15 Nisan’a kadar CHP Genel Sekreterliği’ne
gönderilmesi gerekiyor (kendi bölgesinde dereceye giren için bu söz
konusudur).
● 20. madde: Halkevleri Umumî Resim Sergisi’nde dereceye giren ilk 5
eser, sahiplerine derece sırasına göre para mükâfatı verilir. Buna göre
dereceye giren eserler de partice hediye olarak kabul edilip kendi
bünyesine dâhil edilecektir.
1940’lı yıllarda Halkevleri’nin düzenlemiş olduğu resim yarışmasına giderek
ilginin arttığı ve halkın da resim yapma olanağı bulması, resim sanatının yalnızca
yüksek zümrenin bir uğraşı olmadığını da göstermesi açısından son derece sanatımız
açısından önemli bir olaydır333.
3.2.4. Yurt Gezileri Sergisi
Halkevleri’nin öncülüğünde, 1938-43 yılları arasında, yurdun her tarafına
gönderilen ressamların ürettikleri eserler “Yurt Gezileri Sergisi”ne kaynaklık eden bir
333
Öndin, a.g.e., s.236-238.
87
sanata dönüşmüştür. 23 Mart 1939 yılında 1. Yurt Gezisi, sergisi adına yapılan sanat
eserleri, Ankara HalkEvi’nde sergiye açılmıştır. İlk defa düzenlenmiş olması sebebiyle
resimlerin çoğu Maarif Vekâleti ve Cumhuriyet Halk Partisi tarafından satın alınmıştır.
2. Yurt Gezisi, 31 Ekim 1939 yılında açılır. CHP’nin 2. defa düzenlediği yurt gezisi
sergisine 10 ressamın belirlenen şehirlerdeki yapıtları, Ankara Sergievi’nde sergilenir.
3. Yurt Gezisi, 31 Ekim 1940 yılında açılacak sergideki eserler Devlet Resim ve Heykel
Sergisi ile birlikte sergilenmiştir. Halkevleri’nin 10. kuruluş yıldönümü münasebetiyle
4. Yurt Gezileri Sergisi, 25 Şubat 1942 yılında Ankara Halkevi Sergisi’nde bağımsız
olarak açılacak sergide, 4 yıla ait tüm eserler sergilenmiştir334.
1938-43 yılları arasında yapılmış olan, Halkçılık ilkesinin sanattaki yansıması
olan bu geziler, bu tarihler arasında 48 ressamın Anadolu’nun çeşitli illerini gezerek
etkinliklerini halk-sanatçı ilkesiyle birleştirme amaçlıdır. Yurt Gezileri’ne katılmış olan
sanatçılar;
● 1. Yurt Gezisi (1-30 Eylül 1938); Feyhaman Duran, Hikmet Onat, Cemal
Tollu, Zeki Kocamemi, Ali Avni Çelebi, Bedri Rahmi Eyüboğlu Güzel
Sanatlar Akademisi adına katılırken; Mahmut Cûda İstanbul Üniversitesi
Coğrafya Enstitüsü (Kartograf) adına; Hamit Görele ortaokul resim
öğretmeni; Saim Özeren lise öğretmeni; Sami Yetik serbest ressam
olarak katılmıştır.
● 2. Yurt Gezisi (15 Ağustos-30 Eylül 1939); Ayetullah Sümer, Seyfi
Toroy, Zeki Faik İzer, Cevat Dereli Güzel Sanatlar Akademisi adına
katılırken; Malik Aksel, Refik Epikman ise Gazi Terbiye Enstitüsü;
Sabiha Bozcalı, Ali Karsun, Abidin Dino da serbest ressamlar olarak
katıldığı; Turgut Zaim ise Devlet Opera öncülüğünde katılmıştır.
● 3. Yurt Gezisi (15 Ağustos-30 Eylül 1940); Edip Hakkı Köseoğlu,
Nurullah Berk Güzel Sanatlar Akademisi; Eşref Üren, Şeref Akdik, Saip
Tuna lise-ilköğretim öğretmenliği; Halil Dikmen İstanbul Resim ve
Heykel Müzesi müdürü; Elif Naci TEM müdür yardımcısı; Arif Kaptan,
Melahat
Ekinci,
Nurettin
katılmışlardır.
334
a.g.e., s.238-39.
88
Ergüven
serbest
ressan
statüsünde
● 4. Yurt Gezisi (1 Temmuz-30 Eylül 1941); Salih Urallı, Hakkı Anlı,
Fahri Arkunlar, Kemal Zeren, Nusret Karaca öğretmen statüsünde; Ali
Rıza Bayezit, Refia Edren, Sadık Göktuna serbest ressam statüsünde;
Sami Lim devlet demir yollarında dekoratör; Selim Turan ise Güzel
Sanatlar Akademisi öğrenci olarak katılmıştır.
● 5. Yurt Gezisi (1 Temmuz-30 Eylül 1942); İbrahim Çallı, Ali Avni
Çelebi, Cemal Tollu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cevat Dereli, Şefik Bursalı
Güzel Sanatlar Akademisi adına katılırken; Refik Epikman, Malik Aksel
Gazi Terbiye Enstitüsü adına; Malik Aksel Gazi Terbiye Enstitüsü; Celal
Uzer Eğitim Enstitüsü; İlhami Demirci Eğitim Enstitüsü; Abidin
Elderoğlu, Hamit Görele lise öğretmeni statüsünde, Turgut Zaim Devlet
Opera dekoratörü; Avni Arbaş ise Güzel Sanatlar Akademisi öğrenci
statüsünde katılmışlardır.
● 6. Yurt Gezisi (1 Temmuz-30 Eylül 1943); Nurullah Berk Güzel Sanatlar
Akademisi; Eşref Üren, Şeref Akdik, Saip Tuna, Cemal Bingöl liseilköğretim öğretmenleri statüsünde; Halil Dikmen İstanbul Resim ve
Heykel Müzesi müdürü; Mahmut Cûda İstanbul Üniversitesi Coğrafya
Enstitüsü Kartograf; Hulusi Mercan, Arif Kaptan ve Melahat Ekinci
serbest sanatçı statüsünde katılmışlardır335.
Sanatçıların, Anadolu’yu gezerek çizdikleri manzaraları, halk-sanatçı ikilemi
açısından yakın bağ kurmaları açısından önemlidir. Her yapılan gezi için sanatçılara kaç
resim yapmaları konusunda net rakam vermişlerdir. Bu rakamın altında resim
yapılmayacağı; 1. Yurt Gezisi’nde 4’er resim; 2.ve 3. Yurt Gezisi’nde 6’şar resim; 4.
Yurt Gezisi’nde 6’şar resim ama boyut olarak da 1-2 metre olma zorunluluğu
getirilmiştir. 5 ve 6. Yurt Gezisi’nde 10’ar resim ile birlikte 1-2 metre uzunluğunda
sanatçılardan talep edilmiştir. 6. yılın sonunda geziden toplanılan resim sayısı 675
tanedir. 1. Yurt gezisinde görevlendirilecek ressamlar, Güzel Sanatlar Akademisi’ne
bırakılırken, 2. Yurt gezisinden sonra CHP’nin dönemin sanatçı gruplarıyla birlikte
ressamlar tespit edilip gönderilmiştir. Gezilerde oluşturulan eserler Ankara’da
düzenlenecek sergide tanıtılır. 1944 yılında 6. Yurt Gezisi’nden sonra bütün eserler
335
Öndin, a.g.e., s.107-108.
89
toplanıp sergilenir ve bundan sonra düzenlenemeyeceği gibi bu gezilerden elde edilmiş
675 eser ilgisizlikten dolayı, günümüze gelmemişlerdir336.
3.2.5. Köy Enstitüleri
1935 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilen Hakkı Tonguç tarafından
“Köy Enstitüleri Projesi” olarak hanzırlamıştır. 17 Nisan 1940 yılının 3803 sayılı kanun
uyarınca kurulmuştur. Cumhuriyet’in ilanıyla kültür-sanat alanında yapılan köklü
devrimler, şehir için geçerli olmuştur. Halkevleri’nin kent ve beldelerinde yapılan
başarılı çalışmalar neticesinde modernleşme idealine kaynaklık etmiştir. Halkevleri,
köyden kente gelen insanlara çare olmadığı gibi köylerin modern bir şekilde üretim
yapması için farklı bir kuruma ihtiyaç duymuştur. Bu sayede, köy hayatının düzenli
şekilde bilim ve sanatla örgütlenmesi, çalıştığı iş sektöründe kalitenin yükseltilmesi bu
kurumun kurulması açısından önemli nedenler olmuştur337.
1950’ler öncesi Türkiye Cumhuriyeti, temelini halka dayandırmıştır ve yaptığı
çoğu icraatlar da hep bu yönde olmuştur. Bu sayede küçük yerleşmelerin bulunduğu
köylerde, bir sözcü bulundurmak ve bu sözcünün yetiştirilmesi amacıyla Köy
Enstitüleri, köy kökenli öğretmen yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Köy Enstitüsü, rejimi
tanıttırmak ve dış dünyaya açık laik bir sistemle işlev kazandırmak amacında olan bu
enstitüler, köylünün yaşam seviyesini yükseltmek için bir kalkınma projesidir de
denilebilir338. Ulusal kalkınmada katkısının olacağı bu enstitüler, eğitim kurumları gibi
bir işlev ile hareket etmiştir. Bu eğitimin içinde sanat da önemseyerek öğretilmiştir.
Bunun için Hakkı Tonguç, sanatı sevmek için sanatın öncelikle tüm yurtta tanıtılması
gerektiğini savunur. Derslerde öğretilecek olan sanat teknikleri ile sanatın kavranmasına
ve sevilmesine sebebiyet verecektir. Bu açıdan Hakkı Tonguç, ıstampa ile basma işleri,
fırça ile tezyinat, mücessem (cismi olan) ile modeller yapmak ile aslında bu teknikleri
öğretmekten maksat, onları bu araç ve gereçlerle modern sanatı tanımaya çalışacağını
söylemiştir. Ancak bu şekilde tanıtarak çocukları ve gençleri sanat ile bilinçli bir şekilde
yetiştirebileceğini savunan Tonguç, ilk defa sanatın temellendirilmesi açısından sevgisevme ve pratik-tanıtma ile ders eğitimine yeni bir anlayış getirmiştir339.
Öndin, a.g.e., s.108-115.
a.g.e., s.97.
338
a.g.e., s.98.
339
a.g.e., s.102.
336
337
90
Köy Enstitülerinin, 1946 yılından sonra çok partili hayata geçiş sürecinde, milli
ve kültürel değerlere önem verilmediği dile getirilerek, kapatılması gerektiği
düşünülmüştür. Bunun için de bu enstitülerin kapatılması gerektiğini savunurlar.
Enstitülerin, ülke bekası için büyük sorun teşkil ettiğinin söylenmesi neticesinde 1946
yılında Meclis Başkanı Kazım Karabekir ile maiyeti Hasanoğlu Yüksek, Köy Enstitüleri
hakkında inceleme başlatmıştır. Bu sayede yapılan incelemeler neticesinde 1954 yılında
Demokrat Parti hükümeti tarafından kapatılmıştır.340.
3.2.6. Vilayet Tabloları Sergisi
1950’li yılların “devlet/sanat-sanatçı” ilişkilerinde, hat safhaya çıkan olayların
başında Vilayet Tabloları Sergisi gelmektedir341. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
yeni binasına geçilmesiyle 1955-56 yılları arasında meclis binasına resim konulması
için yarışma düzenlenir. 1955 yılının Ağustos’unda yapılan duyuru neticesiyle 160
sanatçıdan 100 ressam seçilerek masrafları devlet tarafından karşılanmak suretiyle
şehirlere eşit olarak görevlendirilmişlerdir. Masraf ücretleri 1000 lira olarak
belirlenmiştir. Her birine 1 metrekare büyüklüğünde iki resim yapma zorunluluğu
koyarak 1956 yılının Nisan ayına kadar Meclis Başkanlığı’na teslim etmeleri
istenilmiştir342. Yeni yapılan meclise, dekoratif amaçlı tablo ile donatılmak istegiyle
yapılan bir sergidir. Sanat eseri ile donatılacak meclis, komisyon oluşturulması için
çalışmalar belirlenir. Belirlenen komisyon üyeleri tarafından başlatılan konu seçimi,
sanatçılardan destek görmüştür. Bir açıdan da Türk sanatçıları için devlet kurumlarınca
destekli çalışma yapma imkânı da doğurmuştur. Bu ressamların amaçları, Anadolu’nun
peyzajını ve kompozisyonunu içeren resimler yapmak olmuştur343. Kıymet Giray
“Mahmut Cûda” adlı kitabında bu sergiye yer vermiştir. Cûda’da bu sergi için başvuru
yapmıştır. Dolayısıyla komisyon tarafından bir mektup ile kabul edildiği belirtilmiştir.
Konumuz ile alakalı kapsamlı bilgi içerdiği için bu mektuba Ek-4’te yer verilmiştir.
340
a.g.e., s.105-106.
Ayşe Hande Orhan, Türkiye’de Resim ve Çoksesli Müzik Alanlarında Geleneksel Kaynaklara
Yönelimler (Doktora Tezi), Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.332.
342
Vildan Işık, Türk Resminde 1930-1970 Tarihlerinde Yapılan Sanat Tartışmaları ve Tartışmaların
Odağındaki Sanatçı: Bedri Rahmi Eyüboğlu (Yüksek Lisans Tezi), Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2007, s.49.
343
Anonim, Ressamlarımız Yurt Gezisinde, Yeditepe Dergisi, Sayı 91, 15 Eylül 1955, s.5-6.
341
91
TBMM’nin yeni binası için sergiye katılım izni alan Cûda’nın yerine getirmesi gereken
şartlar bu mektupla belirtilmiştir344.
Sergi, 100 ressamın yaptığı toplam 208 eser ile 05 Mayıs 1956 yılında, törenle
Ankara Sergievi’nde açılmıştır. Seçici kurul, meclis için beğendiği resimlerin üzerine
“satıldı” etiketini koyarak aldığını belirtmiştir. Ancak beklenilen açılış töreni
yapılmadan iptal edilmiştir. 07 Mayıs 1976 yılında Dünya Gazetesi, DP’nin Grup
Başkanı Burhanettin Onat’ın, açılış töreninde eserleri meclise layık olarak görmediğini
ve jüri heyeti ile sert tartışmalara girdiğini yazmıştır. Tören için hazırlanan kurdelanın
bile kesilmediği ve jüri tarafından layık bulunan eserler üzerine bırakılan “satılmıştır”
etiketinin Onat tarafından yırtılarak atıldığı yazılmıştır345.
Vilayet Tabloları Sergisi, TBMM yeni binasının resimlerle donatılması fikri
Bedri Rahmi Eyüboğlu’na aittir. 1955’te İbrahim Çallı’nın da aralarında bulunduğu 7
kişilik bir seçici kurul oluşturulmuştur. Demokrat Parti ile jüri üyeleri arasında çıkan
tartışmalardan dolayı sergi açılmadan kapanmak zorunda kalmıştır. Bedri Rahmi
Eyüboğlu, “Yurt Gezileri Sergisi” hayal ettiği fikrinin gerçekleşmediği görülmüştür346.
Bülent Ecevit yarışma hakkında Ulus Gazetesi’nde sert bir dille Onat’ı eleştirdiği
yazısında şunları dile getirmiştir347:
“Böyle bir rejimde, bir ressam hangi cesaretle iktidarın ileri gelenlerinin
anlayış derecesini, kültür seviyesini aşacak resimler yapabilir? Hele bir
jüri yeni bir Meclis binasının duvarları için böyle resimlerden satın
almaya
kalkışırsa,
on’lara
hadleri
bildirilmeli,
o
resimlerin
çerçevelerindeki “alınmıştır” etiketleri, bir politikacının iki dudağı
arasından çıkacak bir “kazıyın şunları” emri ile bir çırpıda kazınmalıdır.
İşte bu dramatik sahne, 5 Mayıs günü Ankara’da açılan Vilayet Tabloları
Sergisinde cereyan etmiştir”348.
Kıymet Giray, Mahmut Cûda, 1. Basım, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2002, s.33-35.
Işık, a.g.t., s.50.
346
Işık, a.g.t., s.52.
347
Bülent Ecevit, ‘’Bizim Zdanof’’lar ve Modern Sanat, Ulus Gazetesi, Ankara, 1956.
348
Orhan, a.g.t., s.337-338.
344
345
92
Bedri Rahmi Eyüboğlu349, “Bizim Koruyucu Meleğimiz” adlı yazısında
Burhanettin Onat’a sert eleştiriler yapmıştır. Eyüboğlu’na göre Burhanettin Onat,
sergiyi gezerken resimlere “Felaket! Rezalet! Kepazelik! Bizimle alay ediyorlar! Beş
para etmez!” gibi yorumlar yaptığını söylemiştir. Bu serginin bir yarışma olduğunu ve
nezaketen de olsa “Eline Sağlık!” demesi gerektiğini yazmıştır. Bu sergiyi iptal eden
Onat’a katılmadığını ve bundan beslenen bir sürü sanatçının olduğunu yazmıştır. Bedri
Rahmi, sözlerine şu şekilde devam ederek Onat’ı “Resimden anladığını, resim yaptığını
savunan bir Bay Burhanettin Onat çıktı ve koskoca bir sergiyi yalnız başına kuşa
çevirdi” sözleri eleştiri oklarının tamamını Onat’a çevirmiştir. Onat da bu yazıya
cevabını Cumhuriyet Gazetesi’nde 9 gün sonra verecektir350. Burhanettin Onat351,
Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmış olduğu “Hem Suçlu Hem Güçlü” adlı yazısında,
konunun tam da anlaşılmadığını ve istenilen konudan saptıkları için iptal ettiğini
söylemektedir. Bu serginin asıl amacının Orta Asya’dan Cumhuriyet dönemine kültürsanatı, tarihini, zaferlerini ve özgürlük mücadelesinin anlatıldığı konudan saptıklarını
dile getirmiştir352. Onat, sanat için en önemli kurumların başında olan Akademi için de
sert eleştiriler yaparak bu alanda çalışan insanların da gereksiz bir sanat üretimi
yaptıklarını dile getirmiştir353.
Vilayet Resimleri Sergisi, sanat-sanatçı/rejim arasında tartışma odağı olan bir
yarışmadır. Bu sergi ile ilgili eleştiriler hep olumsuz olduğu gözlenmektedir. Turan
Erol354 şunları yazarak tek olumlu yönden bakmış kişidir:
“Vilayet Resimleri Sergisinin asıl olumlu etkisi, kıyıda köşede unutulmuş
birçok sanatçıyı harekete getirmesi ve çok belirgin bir ölçüde görülmese
bile, resim sanatımızda konu çeşitliliğinin, yöresel motif zenginliğinin
güçlenmesine yardım etmiş olmasıdır”355.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bizim Koruyucu Meleğimiz, Cumhuriyet Gazetesi, 1 Ekim 1956.
Orhan, a.g.t., s.339.
351
Burhanettin Onat, Hem Suçlu Hem Güçlü, Cumhuriyet Gazetesi, 10 Ekim 1956.
352
Orhan, a.g.t., s.340.
353
Orhan, a.g.t., s.341-344.
354
Detaylı bilgi için bakınız, Turan, Erol, “Sanatımızda Parti ve “Vilayet Ressimleri” Olayı”, Milliyet
Sanat, Sayı:35, c.1, 1981, s.27-28.
355
Orhan, a.g.t., s.346.
349
350
93
3.3. TÜRK RESMİNDE SOYUT YAKLAŞIM
Soyut sanat, Fransızca “I’art abtrait” olarak yazılırken, Almanca’da ise
“abstrakte Kunst” olarak yazılmaktadır. “Abstrak” sanat anlamı taşımaktadır. Doğa
görüntülerine bağlı olmayan soyut, 20. yüzyıl heykel-resim anlayışında yeni bir söylem
dili geliştirmiştir356. Latince “abstrahere” olarak türetilen soyut sanat357, Türkiye’deki
soyut sanat ile Avrupa’daki soyut sanat arasında eş zamanlılık sanatımız açısından göze
çarpan önemli bir olgudur. Buna karşın “mücerret/abstre” ile “non-figüratif/figürsüz”
konusunda farklı tartışmalar yaşandığı Türk sanatında, Türkiye’de kalan sanatçılar ile
Avrupa’ya gidenlerin soyut sanat anlayışları da farklıdır. Bu açıdan kavram/terim
ilişkisi olarak nitelendirilden soyut sanat, her ne kadar tartışma konusu olsa da
Cumhuriyet sanatı açısından Avrupa’yla aynı zaman diliminde aynı sanat yönünü tercih
etmiş olması da önemli bir sanat başarısıdır358.
Soyut sanat, gözleme biçimsel yok edilişle yaklaşan bir sanat anlayışıdır.
Resmin biçimsel kırılmalarına neden olan sanatçının iç dünyasını, güdülerini belirtmek
için daha geniş bir düşünceyle uyandırdığı ilgi çokluğu, abstre sanatını doğmasına
neden olmuştur. Sanatçı eserini yaratırken kendi değerini, biçimsel kaygı veya kuralları
bir tarafa bırakan yapıta, kendi malı olma sorunu üzerinde salt sanat yaratma peşindedir.
“Sanatı salt sanat için benimseyen”lere karşı soyut sanat, bireysel ve psikolojik bir
rahatlama ile yapma peşinde olmuştur. Soyut sanat, sanatçının iç derinliklerinde özgür
bir estetik anlayışı yaratmıştır359. Soyut sanat, ressamın hayal gücüne bağlı olarak
“biçim”siz lekelere anlam yüklediği, gerçeğe karşı gerçek ve gerçeğe karşı bireysel bir
tekniktir360.
Batur, Soyut sanatı; “Bir başına kendini temsil eden sanat yapıtı dışında hiçbir
dış gerçekliği temsil etmeyen, başka objelere ve konulara gereksinme duymaksızın
estetik duygular uyandırmayı hedef tutan teknik”361 olarak tanımlamaktadır. Soyut
sanat, tekniğin sorgulanmasından kaynaklanan sanat anlayışıdır. Çizgi, renk, düzlem ve
Adnan Turanî, Sanat Terimleri Sözlüğü, 3. Baskı, Ankara: Toplum Yayınları, 1975, s.117.
Aslı Naymanlar, Çağdaş Türk Resim Sanatında Figüratif Soyutlama (Yüksek Lisans Tezi), Kütahya:
Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010, s.8.
358
Zeynep Yasa Yaman, “1950’li Yılların Sanatsal Ortamı ve “Temsil” Sorunu”, Toplum ve Bilim
Dergisi, Sayı 79, 1998, s.109-110.
359
Zehra Agralı, “Abstre Anlamı”, Yeni İnsan-Bilim Sanat Düşün Edebiyat dergisi, Cilt 2, Sayı 1, 1964,
s.19.
360
Nurullah Berk, “Resim ve Konu”, Varlık Dergisi, Sayı 617, 1964, s.6.
361
Enis Batur, “Soyut Sanat: Bir Büyük Parantez”, Sanat Dünyamız Dergisi, YKY, Yıl 16, Sayı 45, 1991,
s.11.
356
357
94
oylum ile ilgili bağlantılardan bağımsız yeni bir teknik gelişim felsefesidir. Soyut
sanatın hızla sanat ortamına girmesi, Kandinsky’den Klee’ye, Mondrian’dan Dubuffet’e
kadar giden soyut sanat anlayışında, sanatçının yalnızca pratik yoldan olmasa bile teorik
düzlemde teknik ve düşünsel boyutta sanat-dış dünya estetik bir görünüm kazanmıştır.
Soyut sanat, gerçek-plastik sanatların gramer kuralları oluşturmak adına klasik
kuralların sorgulanmaya başlanıldığı devinimdir. Fernan Lêger, 1931 yılında
yayınladığı “Soyut Sanat Üzerine” adlı yazısında, son 25 yılda yaşanılan en ilginç ve en
önemli atılımın soyut sanat olduğunu yazmıştır. Bu sanatın deneysel bir merak
olmadığını, kendi içinde değeri olan bir sanattır diyerek bu sanatın birçok koleksiyoncu
tarafından tutkuyla bağlandığını dile getirmiştir. Herbert Read ise soyut sanat için, öcü
olarak kabul edildiğini oysa soyut sanattan korkmamamız gerektiğini söylemiştir362.
Soyut sanat; eşya, bitki, doğa ve canlıların görünüşlerinden faydalanmayı
reddeder. Resimde; renk, çizgi ve düzlemleri düzenleyerek, heyecan verici
kompozisyonlar veren kompozisyonu elde etmeyi amaç edinir. Renk ve tonları heyecan
yaratan çizgiler ile doğadan soyutlanarak oluşturulan bu sanat, soyut görünüşlü doğadan
uzaklaşma ilkesine dayanmaktadır363. Genel anlamıyla soyut sanat, gerçekliği
betimlemek yerine biçim ve renkle öznel bir gerçeklikle yapılan sanattır. Nonfigüratif
sanat terimi ile eşanlamlı olarak kullanılır. Soyut sanat, 20. yy. zaman diliminde ortaya
çıkmış demek doğru değildir. Özellikle İslam ve Musevi dinlerinin getirmiş olduğu
resim yasaklama geleneğiyle kaligrafi ve hat sanatını da nonfigüratif olarak
gruplandırmak gerekir364. Soyut sanat ile uğraşan ressamlar, hat sanatının kaligrafik
özelliklerinden hareket ederek çizgisel üslubu denemişler ve yenilenme sorunlarını
yüzey şematizmanın geometrik renk kuralları çerçevesinde çözüm aramışlar365.
1950’li yılların Sanat Piyasası’nda özel kurumların çeşitli etkinlikler yapması ve
sanat eğitimini veren kurumların artması, özel eğitim atölyeleri, İstanbul dışındaki
yerlerde müze ve devlet galerilerinin açılması, sergilerin artması Türk Sanatının
362
Batur, a.g.y., s.11.
Turanî, a.g.e., s.118.
364
Tayfun Ernur, 20. Yy. Resim Sanatında Portrenin Yeri (Yüksek Lisans Tezi), İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2012, s.45.
365
Meher Bayramoğlu, “20. Yüzyıl Türk Resim Sanatında Geleneksel Türk Sanat Özelliklerinin Etkisi”,
Kalemişi Geleneksel Türk Sanatları Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 2013, s.6.
363
95
uluslararası sanat ortamıyla paralellik taşımasına zemin hazırlamıştır366. 1950’lerde
başlayan soyut sanatın 1960’lı yıllara doğru denemelerin hızlandığı bilinçli bir döneme
girilmiştir. Adnan Çoker’in çoğunlukta geometrik soyutlama resim denemeleri
yapmıştır. Selçuklu-Osmanlı anıtsal mimarisinden ilham alan Çoker, üretimlerini
oluştururken siyah zemin üzerine yerleştirdiği geometrik öğeler ile yalın mekân
duygusunu, ince renk değerleriyle kompoze etmiştir. Adnan Turanî’nin soyut
üretimlerinde ise, renk coşkusu ve yaptığı lirik soyutlamalarda motif, kaligrafi ve figür
belirtileri gözlemlenmektedir367.
1950 sonrası Türk resminde Anadolu halk sanatı ve bezemesi ile Eren Eyüboğlu;
İslam hat sanatı ve Uzakdoğunun kaligrafik öğelerine yer veren Abidin Elderoğlu’nun
kompozisyonları; Liman ve deniz manzarasıyla kıvrımlardan hareket kompozisyonu
yaratan Ercüment Kalmık; Sabri Berkel’in geometrik biçimleri; Zeki Faik İzer’in renk
ritmi ile hareket eden kompozisyonları; Soyut denemelere devam eden Ferruh Başağa,
Arif Kaptan ve Cemal Bingöl’ün çalışmaları; Leger’den izler taşıyan Neşet Günal’ın
çalışmaları; Anadolu insanını abartılı boyutlarla ifade eden Neşe Erdok, Aydın Ayan,
Özer Kabaş; Toplumsal eleştiriyi yeni biçimleme dalgası ile resmeden Mehmet
Güleryüz; Toplum-insan ilişkisindeki fanteziyi ele alan Alaaddin Aksoy, Ergin İnan ve
Utku Varlık; Motifsel kaligrafi sanatçısı olan Özdemir Altan. Pop-art’tan kolâjlara
uzanan denemelerle Devrim Erbil; Yurtdışında olup da Türk sanatını yansıtan
soyutçulardan Hakkı Anlı, Fahrünnisa Zeid, Nejat Devrim, Selim Turan ve Abidin
Dino; Soyut Ekspresyonist sanatçı Erdal Alantar, Ömer Uluç ve Burhan Doğançay;
Mimariyi geometri ile birleştiren Erol Akyavaş; Figüre yön veren sanatçı Gürkan
Coşkun, Türk sanatı için bu dönemin önemli sanatçıları başında yer alırlar368.
İkinci Dünya Savaşının ardından, psiko-sosyal bunalım ile temellenen soyut
sanat, figüratif deformasyon ilkesi aşılarak figürsüz-informel düzen ile oluşturulmuştur.
Çağdaşlığın bireysel üsluplara ilişkin soyutlayıcı farklılaşma kategorisi, özgür
sınırlardan kaynağını almıştır. Resim; akademizmin tüm kurallarının yok edildiği ve
sanatsal özgürlüğü reddeden anlayışlara karşı oluşturulmuş bir felsefe barındırmaktadır.
Türk sanatında 1930’lu yıllara dayanan bir geçmişe sahip olan soyut sanat, 1950’lerde
Günsel Renda, Çağdaş Türk Resmi, Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı, 2. Baskı, Ankara: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 1993, s.454.
367
Renda, a.g.e., s.452.
368
Renda, a.g.e., s.450-454.
366
96
non-figüratif ya da informel arayışların bilinçlendirmesiyle eser üretilmeye başlanmıştır.
Çoğu sanatçının modern olarak ele aldığı veya sanatta modernizmi savunan ressamlar,
irdelemeden bu yönelimde eser üretmişlerdir. Türkiye’de modern soyutlama, geleneksel
kültürlerinde yatan malzemeyle temellendirmeye gidilmiştir. Türkiye’de soyut nonfigüratif resim, geleneksel imgeleri çağrıştırdığı koşullarda bile özgün eser vermede gibi
figürsüz yaratımla biçimsel bir kurgu olacak bu ilk deneyimler, nakışlarla bağlantı
kurularak soyut bir dönüşümle hareket edilmiştir369.
Soyut sanat, zihinsel ve ruhsal görünüm ile ele alınmıştır. Soyut sanat, 1960’lı
yılların Yeni Figüratif araştırmalara değin Türk resminde geçmiş kültürün hammaddesi
haline gelmiştir. Batıya giden Paris ekolü içinde soyut yöntemlerle ilişki kuran Türk
sanatçıları ise daha verimli bir ortam bulmuşlar. Fakat 1950’li ve 1960’lı yıllardaki
soyut sanat çalışmalarında kendi sanat geçmişlerine dayanan bir farklılığı yansıtmaya
dayanan bir yaklaşımı yansıtmaya çalıştıkları görülmüştür. Türk soyutlamacıların 195070 arası sanat ortamında, geçmiş verilerde temellenme konusunda, günümüzün genç
soyutlamacılarından 1980’lerin soyut anlayışında yerel kültürlerine yönelik bilinç
çabaları, sanat dünyamız açısından daha baskındır. Geleneksel kaligrafi ve yerel renk
kavrayışına ilişkin sorunları çağdaş soyutlamanın temel ilkeleriyle çözülmesi gereken
bir sorun olarak ele alınması gerekmektedir. Geleneksel kaligrafi, bu dönemde dekoratif
olarak yapılmıştır370.
Soyut sanat, Cumhuriyet resmine ilk pratiğe geçmesi, 1940’lı yılların sonu ve
1950’lili yılların başında İstanbul, Ankara ve Paris’te başlamıştır. Paris’te Hakkı Anlı,
Nejad Melih Devrim, Selim Turan, Abidin Dino, Fahrünnisa Zeid, Mübin Orhon
Paris’te eser veren önemli sanatçılardır. İstanbul’da soyut çalışmaları Nuri İyem ile
başlatmış; Zeki Faik İzer, Sabri Berkel, Ferruh Başağa ve Adnan Çoker aynı çerçevede
eser üretmişlerdir. Bu ressamlar figürsüz soyut resimden hiç kopmayan kişiler olarak
nitelendirmek gerekmektedir. Ankara’da ise Cemal Bingöl, Lütfü Günay ve Abidin
Elderoğlu, İslami Türk kaligrafisinden esinlenen çalışmaları ile kaynak sorununu
soyutlamanın temel ilkeleriyle uzlaştırmaya çalıştıkları görülmüştür. 1980’li genç
kuşağı, özel galerinin etkinlikleri çerçevesinde ve mevcut piyasa koşullarında bu yönde
soyut çalışmalara itmiştir. Erdal Alantar, Burhan Doğançay ve Erol Akyavaş bu
Sezer Tansuğ, “Türk Resminde Figürsüz Soyutlamanın Dünü Bugünü”, Sanat Dünyamız Dergisi,
YKY, Yıl 16, Sayı 45, 1991, s.13.
370
Tansuğ, a.g.m., s.14-15.
369
97
dönemin önemli sanatçıları olduğu kadar, Nazlı Damlacı, Murat Sinkil, Kemal Önsoy,
Yüksel Özen, Bahar Kocaman, Talat Enlil, Mithat Şen, Selma Gürbüz, Güngör Taner,
Asım İşler, Adnan Genç, Halil Akdeniz ve Abdurrahman Öztoprak genç kuşak soyut
sanat alanında eser vermişlerdir. Ali Hadi Bara, İlhan Koman ve Kuzgun Acar gibi
heykel sanatçılarını da dikkatle vurgulanması gereken soyut eser üreten heykel
sanatçılarıdır371.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle “Paris Okulu” öncülüğünde soyut sanat
Avrupa’da etkili olmuştur. Türk sanatçılar, özellikle savaştan sonra “Paris ekolü’ne”
bağlı bir sanat akademisinin söz konusu olduğu sanat ortamında, soyut çalışmalara
yönelmesi garipsenecek bir olay olmaması gerekir. 1946’da Selim Turan’ın ilk
denemeleri yaptığı, 1948 yılında Fahrünnisa Zeid’in non-figüratif çalışmalar yaptığı
bilinmektedir. Bu iki sanatçı da Avrupa’yla hep ilgilendikleri gibi Avrupa sanat
modasını da yakından takip etmişlerdir. İki sanatçının da Avrupa’da uzun süre
kaldıkları bilinmektedir. 1952’de Türkiye’de “Soyut Sergisi” adlı sergiyi Maya Sanat
Galerisi’nde açtığı zaman büyük yankı uyandırmıştır. Ankara’da 1953 yılında Helikon
Sanat Galerisi’nde “Sergi Öncesi” adlı sergiyi Adnan Çoker ve Lütfi Günay’ın açtıkları
bilinmektedir. Bir yıl sonra 1954 yılında ikinci soyut sergiyi yine aynı galeride açtıkları
bilinmektedir. Bu dönemde Paris’te bulunan sanatçılar; Nejad Melih Devrim, Selim
Turan, Alber Bitran ve Mübin Orhon’un da yine soyut çalışmalar yaptığını bilmekteyiz.
1946-60 süresince “Paris ekolü” olarak adlandırılan süreçte önce figüratif çalışmalarla
tanınan sanatçılar, soyut sanatın popüler bir hal alması bu yönde çalışmalar yapmalarına
zemin hazırlanmıştır. Refik Epikman, Elif Naci, Sabri Berkel, Hakkı Anlı, Ali Hadi
Bara (Heykel), Bedri Rahmi Eyüboğlu (İslam yazılı soyut Kaligrafi çalışmalar), Abidin
Dino ve Nuri İyem soyut çalışmalar yapan sanatçılardan bazılarıdır372.
2. Dünya Savaşı’nın yaratmış olduğu yıkım, soyut resim ideolojisinin
gelişmesinde etken rol oynamıştır. 1945’lerde başlayan soyut sanat, karmaşıklığın
insana verdiği belirsizlikle doğmuştur. Sanat Tarihçi Norbert Lynton’un sözlerinden
anlaşılacağı üzere “edebi öğeleri en aza indirgenmiş” bir sanat oluşumu, Türkiye’de ise
d grubu’nun sanatçıları tarafından gündeme gelmiştir. Avrupa’da eğitim gören Türk
371
a.g.m., s.16-17.
Kaya Özsezgin, Cumhuriyetin Elli Yılında Plastik Sanatlar (Tunca Sanat’ın 19 Şubat-3 Nisan 2010
Tarihleri Arasında Düzenlediği Karma Sergisi’nin Kataloğu), 1. Baskı, İstanbul: Tunca Sanat Yayınları,
2010, s.179.
372
98
sanatçıları, Cemal tollu ve Nurullah Berk Kübizm ve sonrasında yaşanan savaş ile
soyuta dönüşen bir çizgide rol değiştirmiştir. 1947 yılında düzenlenen Devlet Resim ve
Heykel Sergisinde Ferruh Başağa’nın “Aşk” adlı non-figüratif çalışmasının birinci
seçilmesiyle soyut sanatın resmen tanınmasını sağlamıştır373.
1930-53 yıllarında şematik kübizme dayanan modern resim, ilk bilinçli halini de yine bu
tarihlerde görülmektedir. 1943 Avrupalı sanatçılardan Picasso-Braque “Sentetik
Kübizm” etrafında Sabri Berkel, Refik Epikman, Nurullah Berk ve Cemal Tollu’yu bu
gruba dahil etmek gerekir374. Bu dönemin yazıları incelendiğinde kübist ve fov
anlatımın ön planda olduğu görülecektir. Nurullah Berk ve akademiden hocası olan
Andrê Lhote kübist etkili soyut üretim yapsalar da soyut resme değinen ressamımız
Malik Aksel’de yine bu yıllarda resim yapmıştır375. Malik Aksel’in soyut resme
değinmesi önemlidir ama 1950 yılında Sırrı Özbay Balıkesir’de açtığı sergide,
Türkiye’de soyut sanat olarak geometrik non-figüratif eserleri sergilemiştir376. Bu
konuda Bülent Ecevit, “non-figüratif” diye yazılarında bahsederken, 1953-54 yılları
arasında Cemal Bingöl, Nejat Devrim, Eren Eyüboğlu ve Füreya Kılıç’ı örnek
göstermiştir. Bu sanatçıların, soyut sanatın öncüleri olduğu belirtmektedir377.
1945 yılında parlamenter sistem- içinde uygulanan çok partili demokratik rejim,
ülkenin sosyo-kültürel yapısının iyileşme sürecinde hızlı adımların atıldığı dönemin
başlangıç noktasını oluşturmaktadır. 1950’li yılların Türkiye sanatında çok farklı
görüşlerin yaşandığı dönemdir. Bir yandan yerel kaynaklı Türk motifleriyle süslü
konular yer alırken, diğer yandan uluslararası akımların etkilediği Batıya yönelen
sanatçıların modernleşme çabalarıyla sanat ortamı içinde farklı görüşlere neden
olmuştur. Demokrat Parti’nin yönetimi devralması ile bir yandan “ulusalcılık”
düşüncesi hâkim olurken bir yandan da hedeflenen evrensel ekonomik düzenlemeler,
sanatı da etkilemiştir. Çok partili yaşama geçilmesi, özgürlük ve demokrasi ümitlerini
taşıyacak sanatçılar, sosyo-ekonomik değişime bağlı kalarak sanat yaşamın çok yönlü
olmasına imkân hazırlanmıştır. 1950’den sonra kalıplaşmış sanat içselleştirilerek ve
yerel kaynaklı motifler eklenerek modern sanatın temelleri bu dönemde atılmıştır. Bir
Ahmet Oktay, Resim Yazıları, 1. Baskı, İstanbul: Bilim Sanat Galerisi Yayınları, 2002, s.210.
Berk, Turanî, a.g.e., s.139.
375
a.g.e., s.142.
376
a.g.e., s.146.
377
a.g.e., s.146-147.
373
374
99
yandan sanat üreten, yerel konulara özlem duyan bilinçli bir nesil var olmuş, bir yandan
da toplumsal bilincin artması için çaba harcayan ve topluma eğitim açısından örnek
olacak çağdaş ülkenin temelleri atılmıştır. 19. yüzyıldan günümüze kadar kopya
edilerek üretilen sanatta, artık sanatçıların kendilerini sorgulayacağı bir döneme
girilmiştir.
Özgür sanat ortamının yaşandığı bu dönemde, sanatçıları bir grup içinde
toplamak ve belli bir eğilim içerisinde sınıflandırmak çok güç olmuştur378. 1950’lerden
sonra iki önemli görüş ortaya çıkmaktadır. Birincisi, milli kültür ve karakterini koruyan,
geleneksel minyatür sanatına yönelen anlayıştır. İkincisi ise, Batı sanatının etkisiyle
soyut sanata yönelen ve modernite ile bir tutulan “non-figüratif” sanatın dönemin
sanatına hâkim olmasıdır379. Bu dönemin bir başka varyasyonu ise modern-nonfigüratif
ve ulusal-milli sözcüklerinin dönüşümüdür. Çok partili dönemin getirmiş olduğu
bireysel sanat non-figüratifi beslerken aynı zamanda milli olma duygusunun yine bu
dönemin folklorik sanatında etkileri olmuştur. Türk sanatçılarının bu moderniteye ayak
uydurarak özgün eserler yapma gayesi, soyut sanata sevk etmiştir. Türkiye’de iki farklı
sanat bilincinin oluşması da bu çelişkilerden sonra çıktığı aşikârdır. “Milli karakteri
koruyan, el sanatlarının esinlerini taşıyan” sanat anlayışı tamamıyla olmasa bile Türk
kültürünün izlerini yaşatma ve milli bir bilinç ile sanat yaratma tutkularının ağırlık
kazanması ile bu yönelime girmişlerdir. Bu aslında 1950 yıllarının ilk sanat görüşünün
fikrini oluşturmuştur. Bir diğer görüş ise “çağdaş uygarlıkların sanat değerlerini izleme
tutkusu içinde soyut hareketin yorumlama” isteğidir. Bu görüşe Göre Batı sanatının
resme odak olması gerektiğini savunan insanların dayanak noktasını oluşturur. İşte tam
da bu dönem bu iki görüş etrafında tartışan sanatçılar, non-figüratif olarak Batı’dan
sanat hayatımıza giren soyut sanattır. Bu dönemden sonra yaygınlık kazansa da el
sanatlarına olan tutku da sanat camiası tarafından başka bir çerçeveden bakılmasına
sebep olacaktır380. Varlık dergisinin yaptığı bir araştırmada “Non-figüratif için ne
düşünüyorsunuz?” sorusuna sanatçıların farklı anlamlar yüklediği görülür. Bu
sanatçılardan:
378
Ersoy, a.g.e., s.33.
Kıymet Giray, Manzara (İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Kompozisyonundan Örneklerle), 1. Baskı,
İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1999, s.510.
380
Kıymet Giray, Türk Resim Sanatının Bir Asırlık Öyküsü II Yollar-Yıllar-İzler-İzmler (The Centenial
Tale Of Turkish Painting), 1. Baskı, İstanbul: RHM Rezan Has Müzesi Yayınları, 2009, s.43.
379
100
“Bedri Rahmi Eyüboğlu “nakış”; Sabri Berkel “dekoratif”; Atıfet
Hançerlioğlu “sanatkârla sanatı baş başa bırakan sanat”; Orhan
Hançerlioğlu “yalnızca renk ve çizgiden ibaret, sanatçının kendisini
gösteren”; Sabahattin Kudret Aksal “resim sanatının değerlerini
araştıran, tartışan bir metod, eskiden beri süregelen çabanın, resmi
katıksız olarak çizgi ve renkle kurma çabasının bir sonucu, soyut resmin
son aşaması”; Zahir Güvemli “resmi sadece göze hitabeden bir renkli
imkân olmaktan kurtarıp asrın felsefi görüşünü sığdırmak istemiş bir
tekâmülün mahsulü”; Oktay Akbal “kişioğlunun yaratıcı zekâsının ve
sanat gücünün yepyeni bir hamlesi, değişik bir arayışı”; Adalet Cimcoz
“tabiatın
taklitçisi
ve
modelinin
kopyacısı
olmayan”
diye
yanıtlamışlardır”381.
1950’lerde geometrik ve dışavurumcu soyutlamanın Türkiye’de gelişmeye
başladığı görülmüştür. 1954 yılında Adnan Çoker ve Lütfü Günay’ın Ankara’da
Helikon Derneği’nde açtıkları sergi “Nonobjektif ve Abstre Resimler” bu anlamda ilk
izlenimler olarak soyuta yakın üretimler sergilenmiştir. Yine aynı yıl içerisinde Adnan
Çoker ve Lütfü Günay, İstanbul Maya Sanat Galerisi’nde ve Ankara Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi’nde soyut çalışmalarını sergilettirme imkânını sağlamışlar382.
1950’lerden sonra geometrik ve dışavurumcu soyutlamanın Türk sanatında gelişmeye
başladığı dönemdir. Özellikle yerel nitelikli sanat üreten ressamlar bu dönemden sonra
dışavurumcu soyut çalışmalara yöneldikleri görülmüştür383.
Fuat Pekin’in “Mücerret Resim” başlıklı yazısında soyut sanat çalıştıkları iddia
edilen Halil Dikmen, Ferruh Başağa, Hasan Kavruk ve Salih Urallı’dan söz etmektedir.
Oysa bu sanatçıların nasıl soyut resim yaptıklarını söylememektedir. 1955’te yazdığı
“Devlet Resim ve Heykel Sergisi” yazısında, soyut sanat ile ilgili tek bir cümle
yazmazken kendisinin bu sanattan anlamadığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır384.
Nilüfer Tuba Yılmaz, Türkiye’de Soyut Sanatın Gelişimi İçerisinde Burhan Uygur’un Yeri (Yüksek
Lisan Tezi), Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s.28.
382
Berk, Turanî, a.g.e., s.149.
383
Oktay, a.g.e., s.210-211.
384
Berk, Turanî, a.g.e., s.148.
381
101
1950-58 yıllarında soyut konulu resimler Türkiye’de az iken Avrupa’da Türk
ressamların açmış oldukları sergiler daha fazladır. Nejat Devrim, Selim Turan ve
Fahrünissa Zeid gibi sanatçılar Avrupa’da sergi açan önemli kişiler arasındadır. Bu
yıllarda Adnan Turanî’nin Hannover, Hamburg ve Batı-Berlin Galerisinde açılmış
sergileri vardır. Avrupa’da ilk non-figüratif çalışmalarıyla soyut resim sergisi açan
sanatçımız, Selim Turan da Avrupa kültürüne yabancı değildir385.
1950 yılında Paris’te kurulan “Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği
(AICA)” sanatın birçok alanında kurumsallığa doğru gitmiştir. Türkiye’de bu kurumsal
dernek 1954 yılında, “Sanat Tenkitçileri Derneği” ismiyle İstanbul’da kurulmuştur.
Avrupa’da bu derneğin kurulmasındaki amaç, non-figüratif sanatının ilkeleri
doğrultusunda sanat üretimini desteklemektir. Avrupaya eğitim için giden sanatçılar,
savaş sonrası non-figüratif sanatı Andre Lhote atölyesinde öğrenmişlerdir386. Türkiye
dönüşlerinde yaptıkları resimlerle büyük beğeni toplamışlar ve 1959 Devlet Sergilerinde
çoğu resim bu doğrultuda yapılmıştır. Aynı yıl içerisinde yine non-figüratif çalışmaları
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nin önemli sanatçılarından Zeki Faik İzer, Sabri
Berkel ve Halil Dikmen yapmıştır387.
1958 Brüksel Dünya Fuarında Türk Pavyonu için Bedri Rahmi Eyüboğlu
soyutlamaya yer yer rastlanılmışsa da Figüratif olarak nitelendirmek gerekir. Bedri
Rahmi Eyüboğlu, Almanya gezisi sırasında soyut çalışmalarıyla ünlü sanatçılar olan
Ernst Wilhelm Nay ve Heinz Trökes’i ziyaret etmiştir. İstanbul dönüşünde soyut sanata
başlayan sanatçı, 1959 yılından sonra da atölyesinde öğrencilerine de aktarmıştır388.
1950’den 1960’lara doğru Batı hayranlığı ile Avrupa seyahatlerinin sıklaştığı bir
dönem olmuştur. Savaşın yaratmış olduğu psikolojik baskıya bağlı olarak kübist ve lirik
bir soyutlamanın önü açılmıştır. Bizim bu dönemdeki sanatımızda kübist, fovist ve
dışavurumcu anlayışları kurallaştırırken, Batı’da bu grupları yıkmaya yönelik sanat
çalışmaları yapılmıştır. Batı, gelenekçi resim anlayışlarını terk ederek soyuta geçmiştir.
Bu geçiş Türkiye’deki sanatçıların çok sonra anladıkları bir konu haline gelmiştir. 195560’lı yılların ortasına doğru d Grubu ve Müstakiller kuşağının üyeleri soyut kübizme ve
lirik soyutlamaya yöneldiklerini yaptıkları resimlerden anlayabiliriz. Özellikle Bedri
Berk, Turanî, a.g.e., s.150.
a.g.e., s.150.
387
a.g.e., s.152.
388
a.g.e., s.153.
385
386
102
Rahmi Eyüboğlu ile birlikte Sabri Berkel, Refik Epikman ve Eşref Üren bu yönde
kübist etkili soyut çalışmalara yönelmişledir. Adnan Turanî, bu dönemin resim
anlayışlarını 5 gruba ayırmıştır:
1- Çallı kuşağının akademik izlenimciliği ile
“Boğaziçi
manzaraları” geleneğini sürdürenler; Şefik Bursalı ve Güzel Sanatlar
Birliği ile “Boğaziçi manzaraları” sanatçıları bu gruba dâhil edebilir.
2- Lhote Kübizmasını yerlileştirerek hayali doğa resmi ya da
figürlü kompozisyonlar yapanlar; Bu gruba, 1926 yılında Avrupa’ya
giden sanatçılarla 1960’larda bu anlayışla resim yapanlar eklenebilir.
Cemal Tollu bu anlayışa sahip ilk sanatçımızdır. Kübist bir anlayışla
yöresel konulara ağırlık vermiştir. Refik Epikman, gençlik yıllarından
1960’lı yıllardaki soyut anlayışına kadarki dönemde, bu anlayışla üretim
yapmıştır. Sabri Berkel, Ali Çelebi, Halil Dikmen, Hamit Görele, Bedri
Rahmi Eyüboğlu’da bu gruba dâhil edilebilir.
3- Yöresel manzara, motif ve folklora değin konulara bağlanıp,
bunları üsluplaştıranlar; Anadolu’yu peyzaj ve güzellikle resmeden
Turgut Zaim, yöresel bir anlatımı, örf ve adetlerine göre yapmıştır. İhsan
Cemal Karaburçak, Eşref Üren, Malik Aksel, İsmail Altınok, Neşet
Günal, Nedim Günsür, Haşmet Akal, Cihat Burak, Turan Erol, Orhan
Peker, Nevzat Akoral ve Aslan Gündaş bu anlayışta resim çalışmaları
yapmıştır.
4- Lirik soyutlamaya ve geometrik soyutlamanın pürizmine önem
verenler; Bu grubu üç başlığa ayırmak gerekir:
A. Geometrik non-figüratif çalışma yapan sanatçılar; Cemal
Tollu, Adnan Çoker, Hamit Görele, İsmail Altınok, Altan Gürman ve
Halil Akdeniz eklenebilir;
B.Lirik non-figüratif çalışma yapan sanatçılar; Adnan Turanî,
Adnan Çoker, Hasan Kavruk ve Nuri İyem bu gruba eklenebilir.
C. Soyutlamacılar, Sabri Berkel, Zeki Faik İzer, Abidin
Elderoğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ercüment Kalmık, Adnan Turanî,
Ömer Uluç, Hasan Kaptan, Arif Kaptan, Mustafa Ayaz, Turan Erol ve
Ferruh Başağa gibi sanatçıları bu gruba dâhil edebiliriz.
103
5- Sayıları çok az da olsa, genç Pop’çular389.
1959’lu yıllarda, İstanbul’da Zeki Faik İzer, Sabri Berkel, Halil Dikmen, Şemsi
Arel, Ercüment Kalmık, Ferruh Başağa, Nuri İyem ve Adnan Çoker ön plana çıkarken
Ankara’da Cemal Bingöl, Adnan Turanî, Lütfü Günay ve Cemil Eren ön plana çıkan
sanatçılardır390
Soyut resim hakkında, 1960’lı yılların başında, özellikle bilim adamları ve
sanatçılar tarafından yazılar yazılmaktaydı. Öyle ki Suut Kemal Yetkin ve Mazhar
Şevket İpşiroğlu, bu dönemde sanat eleştirmenliği yaparak dönemin sanat modasına
yazılar yazarak katkı verilmekteydi. Yakındıkları konuların başında salt soyutun özünü
anlamadan resim yapan sanatçılardır. Türkiye’de 1950 ve 1960’lı yıllarda kuramsal
anlamda tartışmalara girilmesi Türk Sanatı için ümit vericidir. Sanatın merkezleri
niteliğinde bulunan İstanbul ve Ankara’da soyut sanata dair farklı yorumlar yayılmıştır.
Geometrik-Lirik soyutlamacılar, Geometrik ve Lirik-nonfigüratif soyutlamacılar,
kaligrafik çalışanlar ve özgür bir anlatım dili seçen sanatçılar olarak yorumlamak
gerekir. Sanat gösterileri çoğalması, sergiler ve sergilerde yer alan sanatçıların artması,
ressamların belli topluluklar çevresinde toplanması Türk resim sanatının ilginç bir
evrimleşme içinde olduğunu göstermiştir. Kuşkusuz bunun bu şekilde olması, resim
sanatımızın nicelik-nitelik olarak hızlı bir gelişim içinde olduğunu doğrular
niteliktedir391.
1960-70 sanat ortamında Ömer Uluç, Behçet Safa, Adnan Çoker, Lütfü Günay,
Sarkis, Altan Gürman, Tülay Tura Börtecene, Cevdet Altuğ, Yaşar Yeniceli, Cemil
Eren, Şemsi Arel, Ercümen Kalmık, Oktay Günday gibi sanatçılar bu dönemin soyut
çalışmaları
açısından
önemli
eserler
üretmiştirler.
Bu
sanatçılar
kendilerini
Dışavurumcu olarak tanıtırlar392. Soyut resimde “doğa izlenimi” olmadığı ve bu açıdan
da bazı sanatçıların doğayı resmin içine aktararak “izlenimsel figüratif sanat”ın
oluşmasına zemin hazırlamaktaydı393. Bu tarihlerde soyut sanata karşı olanların bile bu
alana yöneldiği gerçeği yadsınamaz. Soyut sanat, bu dönemin modasıdır. İlgi ve sanat
Adnan Turanî, Batı Anlayışına Dönük Türk Resim Sanatı Turkish Painting, 2. Basım, Ankara: Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 1984, s.XI-XXXI.
390
Berk, Turanî, a.g.e., s.157.
391
Neslihan Şaşihüseyinoğlu, 1970’lerden Günümüze Bireysel Sanat ve Türkiye’deki Resim Sanatı
Eğitimine Yansımaları (Yüksek Lisans Tezi), Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü,
2015, s.
392
Oktay, a.g.e., s.231.
393
Berk, Turanî, a.g.e., s.159.
389
104
nüfuzu da bu yönde çalışmalara yoğunlaşınca ister istemez figürlerini soyutlaştıran ve
ne olduğu belli bir olamayan bir sanat çelişkisi, döneme damgasını vurmuştur394.
Figür resmi, doğanın ölçüsüne, çizgisine, renk ve mantığına bağlı geleneksel
figür mantığı, nesne üzerinden soyutlamadan salt bir gerçeklikle oluşmaya
başlamıştır395. Figür resminde “doğa biçimini yakalamada bir araç ve hatta bir
inceleme aracı olan model karşısında yapılan desen, soyut resimde geleneksel
anlamdaki gerekliliğini yitirmiştir”396 Bizde de figür ve soyut, çelişki halindedir. Doğa
ölçüsüyle yapılan resimle soyutluk bambaşka iki kutbu ifade etmektedir. 1970’lere
kadar bu ikilemin olduğu fakat bundan sonra “figüratif doğa” daha çok önemseneceği
ve bu yıllardan sonra artık soyut bir şey ifade etmeyeceği mantığıdır 397. Figür resmi ile
soyut sanat arasındaki çelişkinin öz’ünü “mekân içindeki sıralanmasına dayanan
derinlik yaratma işlemi”398 bu iki sanatı birbirinden ayırt ediyor. Figür resminde “salt
doğanın mekânsal kuruluş mantığı”, soyut resimde en aza indirgenmiş olması ve
doğanın belli derecede mekânsal sıralanma yapmaması, ikisi arasında bağ kurmayı
engellemektedir-r399. Soyut sanat, mekânı yok sayar. Dolayısıyla perspektif de
aranmamalıdır400. Maniyerist dönemden beridir kullanılan “açık kompozisyon”, soyut
sanatla birlikte “kapalı kompozisyon” halini alacaktır401.
Günümüzün Türk resmine yönelişi maddeler ile Akdağlı’nın tezinde, Kaya
Özsezgin’den alıntı yaparak bu dönemi şu şekilde gruplara ayırmıştır:
“1. İzlenimci bir anlayış doğrultusunda, kazanılmış eserlere bağlı
kalarak, çalışmalarını kararlı bir çizgi üzerinde sürdürenler.
2. Eski eserleri, yeni anlayışlara doğru geliştirenler, biçimci ve inşacı
eğilimde yapıt verenler.
394
a.g.e., s.160.
a.g.e., s.161.
396
a.g.y., s.161.
397
a.g.e., s.161-162.
398
a.g.yer, s.161-162.
399
a.g.e., s.164.
400
a.g.e., s.165.
401
a.g.e., s.157.
395
105
3. Yöresel görünümleri ve Türk insanını çağdaş anlayışla yorumlayanlar.
Geleneksel Türk kültüründen ve sanatından yararlanma çabası
gösterenler.
4. “Naif” ressamlar, ya da resimlerinde belirli ölçülerde “naif” öğelere
yer verenler.
5. Eleştirel, toplumsal ya da toplumcu gerçekçiler.
6. Fantastik gerçekçiler, Türk resmine özgün bir kişilik katmak
isteyenler.
7. Non-Figüratif ya da soyutçular”402.
Soyut resmin sınıflandırılmasına girmeden soyut sanatı anlama ve Türk resmine
nasıl geldiği konusuna da değinmek gerekir. Avrupanın taklidi ile yorumlamaya giden
sanatçılarımız, “izlenimci, sentetik-kübist ve dışavurumcu” Avrupalılaşma merakı, sanat
yönümüzü belirleyen acıklı bir göstergesidir403.
3.3.1. Türk Sanatı’nda Soyut Resmin Sınıflandırılması
Sanatçılarımız
ve
aydınlarımız,
Avrupa’da
oluşan
sanat
ekollerini
üsluplaştırmadıkları ve kültürlerine indirgemeden yapmacık, ithal edilircesine kopya
etmişlerdir. Salt soyut sanatın 1910 yıllarında Kandinsky'nin lirik-non-figüratif
yönlendirmeleri ile ortaya çıkmıştır. Soyut sanat, Avrupa’da 1910’lara doğru başlanılsa
da bizim sanatımızda bilinçli olarak 1955'lerde rastlanılmaktadır. 1955’ten önce
Avrupa’nın lirik-non-figüratifine karşılık, bizim sanatımızda üslup geliştirilmediği için
geometrik-non-figüratif sınırlamasında sanat bilinci görülecektir.
1907’de Paris’te
açtıkları kübist sergilerle Picasso-Braque biçimsel sonuçları, 1908’de Kandinsky'nin
dışavurumcu soyut çalışmaları, soyut resmin doğmasında öncü olmuştur. Türk sanatı
anlayışında, Cezanne’nin görüntüye dayalı kübist sınırlaması,modern sanat bağlamında
ilerlenilmesi açısından engel olmuştur. Bu dönemde resim anlayışımız ile kültürümüz,
çelişkiler içerisinde ilerlemiştir. Bu nedenledir ki soyut sanatta kavram karışıklığı
görülmüştür. Soyut çalışmalar her ne kadar geometrik-non-figüratif desek de 1926-30
yıllarında Avrupa’ya giden sanatçılarımızın, renk ile ilk bağımsızlıklarını kazandığını da
Serpil Akdağlı, 1950 Sonrası Türk Resminde Soyut Eğilimler (Yüksek Lisans Tezi), Erzurum: Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s.24-25.
403
Berk, Turanî, a.g.e., s.167-171.
402
106
söylemek gerekir. 1926’da İngres’in biçim bozmaları, Cezanne, Picasso ve Braque’nin
kübist biçim parçalanmışlıkları, bu kuşak tarafından dikkate alınmamıştır. Bu dönemin
kuşağında renk soyutlaması yapan ressamlar, Müstakiller ve d Grubu'nda da
görülmüştür. Her ne kadar böyle bir algı görülse de genel olarak buna uyulmadığı için
de lirik-non-figüratif anlayışına geç kalınmıştır. 1930’lardan 1955’lere kadar “renk
soyutlaması” yerine “çizgisel biçim” egemen olmuştur. Sanatçılarımızın belki de yoğun
olarak biçimsel sorunlara girmesi, Lêopold Lêvy’nin atölyesi ile İstanbul Güzel Sanatlar
Akademisi’ne bağlamak daha gerçekçi olur. Lirik soyutun geç kalması da biçim
bozmalarına bağımlı olan sanatçıların Fovist Akımı ile dışavurumcu oluşum nedenlerine
inilmediğinden de kaynaklanıyor olabilir404.
1945’lerde dünya sanatının en moda hali soyut sanattır. 1970’lerde soyut sanat
modası bitmiştir. Batıda ve Türkiye’de sanat ortamı artık yerini figüratif resme
bırakmıştır. 1970’lerde çağdaş olmayan bir “kaçak” sanat olarak görülmüştür. Soyut
sanat, “devrim” olarak tüm dünyayı etkisi altına almıştır405. Soyutlamanın düşünsel
eforu dünyayı ve nesneleri uzama açmıştır. Derinlik kazandıran soyut, taklitçiliğin de
sona erdirilmesi açısından önemli bir sanat ekolü haline gelmiştir406.
Soyut sanat ile ilgili sınıflandırmayı, Nurullah Berk ve Adnan Turanî’nin soyut
çalışmalarında 4 bölümde inceledikleri görülmektedir. Bu araştırma tezinde yine bu
tipolojiye bağlı kalınarak incelemek faydalı olacaktır. Bu nedenle 4 grup halinde ele
alınan bu bölüm, aynı tipolojik sistem ile incelenmiştir.
3.3.1.1. Geometrik Soyutlamacılar
Geometri, geo (dünya) ve metri (ölçüm) türetilen “dünya ölçümü” anlamı
taşımaktadır407. 20. yüzyılın başında endüstri ve teknolojinin gelişimiyle resimde
biçimler parçalanmaya, betimlemeye başlanılmış. Cezanne’nin etkisiyle nesneler
küreye, koniye ve silindir gibi geometrik düzenlemelere dönüştürmüştür408. Buna bağlı
olarak geometrik soyut sanatın temellerinin atıldığı ve modern sanatın geometri ile
anlaşılacağı fikri ile dünyanın özünü bulmaya çalışmışlar. Bu açıdan bakıldığında;
Berk, Turanî, a.g.yer, s.167-171.
Güven Turan, “Soyut Resmin İzinde”, Sanat Dünyamız Dergisi, YKY, Yıl 16, Sayı 45, 1991, s.19.
406
Semih Kaplanoğlu, “Soyuttan Bize Kalan”, Sanat Dünyamız Dergisi, YKY, Yıl 16, Sayı 45, 1991,
s.22.
407
Naymanlar, a.g.t., s.10.
408
a.g.t., s.11.
404
405
107
“Biçimcilik ve karşıt-biçimcilik hareketi sanat tarihi içinde her zaman
var
olmuştur.
Buna
geometrikleştirilmesine
bağlı
sanat
olarak
organik
tarihinin
formda
birçok
nesnelerin
döneminde
rastlanmaktadır. Fakat bu durum Cezanne ile bir üslup sorunu haline ve
modern sanat akımlarında görünen gerçekliğin yansıtılması endişesi
büyük ölçüde ikinci planda kalmıştır. Böylece bu başlık altında
incelenecek sanat yapıtları arasında daha çok modern sanat akımları,
özellikle kübizm içinde olan eserler yer bulacaktır. Çünkü kübist
anlayışta resim artık doğayı taklit eden, bir sanat olmaktan çıkmış ve
soyut biçimlerin oluşturduğu, doğa düzenine paralel, lojik matematik bir
düzen gösteren bir konstrüksiyon olmuştur. Bu soyut, yalın biçimlere
bakıldığında geometrik biçimler ile karşı karşıya gelinmektedir. Bu
durum kübizmin, dünyanın özünü geometrik figürlerde bulduğunun ve
biçimi matematik özü içinde çözümlediğinin göstergesidir”409.
Doğaya bağlı kalmadan kendi izlenimlerinden hareket ederek sanatlarını icra
etmişlerdir. Sabri Berkel, Veysel Erüstün ve ilk soyut-geometrik formlarla resim üreten
sanatçılar, yapıtlarını renkleri sınırlayarak soyut çalışmalar yapmışlar 410. Geometrik
soyutlamacılar, geleneksel Türk süsleme ve yazı sanatları ile biçimsel ilgiden ilham
alarak sanat üretimine katkıda bulunmuşlar. Gördüğümüz her şeyin, görünen gerçek
varlığından ziyade, geometrinin düzenlendiği bir yapılanma söz konusu olmuştur.
Cezanne’nin sanatından geliştiği geometrik soyut düzenlenme, salt soyut sanatın
kavramlaşması açısından da önemli kılan sanatçıların başında geliyor. Geometrik
eğilimlerin görüldüğü 1930’lardan günümüze, sanatçıların doğası geometrik şekillerden
kurulan bir matematik söylemi görülür. Kübizmin en saf halinin soyut sanata
aktarımıdır. Dolayısıyla Ülkemizde kübizmi benimseyen d grubu sanatçılarının, bu
yönelimde eser verilmesi de kaçınılmaz bir gerçektir. 1950 sonrasında tam anlamıyla
409
410
Naymanlar, a.g.t., s.12.
Ersoy, a.g.e., s.36.
108
kendi üslup ve biçemlerini oluşturan sanatçılarımız, geometrik ve non-figüratif soyut
sanatın kavramsallaşması da yine bu dönemde ortaya çıkmıştır411.
Ferruh Başağa, İsmail Altınok, Mübin Orhon, Abdurrahman Öztoprak, Adnan
Çoker, Özdemir Altan, Nüzhet Kutluğ, Altan Gürman, Bekir Sami Çimen, Âdem Genç,
Halil Akdeniz, Mehmet Mahir, Bubi, Zekai Ormancı, Pesent Doğan, Tanju Demirci, H.
Avni Topçu ve Devabil Kara geometrik non-figüratif çalışmalar yapan sanatçılar arasına
girmiştir. Hamit Görele’de resimlerinde salt renklerle sınırlandırıp geometrik biçimlerle
içini doldurmaktaydı. Geometrik biçimlerle yapmış olduğu bu resimleri, araştırılmadan
dönem odağından etkilendiği görmek mümkündür. Buna göre, tual üzerine düz yüzeyler
halinde sembolik biçimler yaratılarak renk skalasını ikinci plana itmiştir412.
Salih Urallı’da “Figüre bağımlı soyutlama ile bizde modleden ilk vazgeçenler
arasında” yer alan sanatçı, daha 1945’lerde kübizmin çizgisel kesişmelerine
dayandırmıştır. Figür çizgilerini, dengeli arabeskler halinde üretmiştir. Dolayısıyla
yaptığı resimlerinde bilinçli bir geometrik biçim görmek mümkündür413.
Refik Epikman ise “Geometrik inşalı çalışmalarına rağmen, renkçi bir
duygululuğun egemen olduğu resimler yapmıştır. Bu nedenle, onun geometrik kuruluşlu
resimlerinde, lirik sayılabilecek bir sevimlilik, bir samimiyet de gözlemlenir”. 1926’da
Avrupa'ya giden sanatçılar, kübizmi 1950 sonrası geometrik soyutlamaya oturttukları
görülür414.
3.3.1.2. Lirik Soyutlamacılar
Lirizm, içsel duyguların dışavurumudur. Sanatçı özgür ve özgürlüğü ifade
ederken de istediği malzemeyi araç olarak resimde figür olarak kullanabilir. Sanatçının
gözünde fırça, boya, tuval ve her türlü iç yaşantıyı ifade edecek konular, araç olarak
düşünülebilir. Gerek konudaki özgürlük gerekse teknik bakımdaki özgürlük, bu resim
grubunun şekillenmesinde önemli rol üstlenir. İç dünyasında bir çiçek, bir kadın, bir
erkek, sanatçı için esin kaynağı olabilmiştir.
Akdağlı, a.g.t., s.26.
Berk, Turanî, a.g.e., s.175.
413
a.g.e., s.176.
414
a.g.e., s.177.
411
412
109
“Lirik soyutlamacı bir edinim renksel ipuçlarıyla dolu olan yüzey, varlık
katmanlarının espastan yana kullanırken, bir yandan da devingenliği
elden bırakmayan –çizgi ve lekenin uzlaşmaz arayışıyla bizi yap-bozlarla
bileşik puzzle’sı bir estetiğe doğru sürükler. Işıksal alanların önemiyle
bir kez daha ortaya çıkan renksel boyut, tanımsız ikonografik
çözümlemelere gebedir. Şüphesiz bunlar sanatçının bilinçaltındaki anısal
izlenimlerden doğan ve kendinden başka öncülü olmayan bireysel etki
kökenli sorgulamalardır”415.
Hasan Kavruk, Mustafa Çömekçe, Nejat Melih Devrim, Lütfü Günay, Adnan
Turanî, Orhan Tamer, Burhan Doğançay, Erdal Alantar, Ediz Tezel, Güngör Taner,
Asım İşler, Gökhan Anlağan, Bilal Erdoğan, Gören Bulut, Hasan Pekmezci, İsmet
Çavuşoğlu, Fevzi Tüfekçi, Salih Turan, Lütfü Cülcül, Bahattin Odabaşı, Orhan Benli,
Mehmet Gün, İrfan Okan ve Bahar Kocaman lirik soyutlamacı sanatçılar arasında yer
alınmaktadır416.
Lirik soyutlamacılar, var olan öze, geometrik, katı ve mantığa dayalı biçimler ile
ulaşacaklarına inanmadıkları için, resimlerinde bu unsurlar yoktur. Lirizm, öz geometrik
biçimler, mutlak varlık ve duyular ötesi ile de elde edilemez. Çünkü hareket yoktur ve
oluş sadece hareket ile belirlenebilir. Evren eğer hareket halindeyse sanatımız da öz,
statik ve somut biçimlere indirgenmemelidir. Bir açıdan doğaya ters olan bir geometrik
biçimle resim yapmak çok da birbiriyle örtüşülemeyecek bir gerçektir. Dolayısıyla öz
olan şeyi resmetmek için hareket şarttır. Soyut sanatın lirizmini anlamak için kendi
içlerine yönelmeli ve kendi duyum algılayışlarından yola çıkarak soyut biçimleri ortaya
çıkartabilmelidir417.
Zeki Faik İzer, lirik non-figüratif çalışmalar yapan en önemli sanatçılar
arasındadır. 1950’lerden sonra yaptıkları çalışmalarında, nesneden bağımsız bir üslup
seçerek çizgi ve rengin hareketli formlarla bütünleşmiştir. Abidin Elderoğlu, lirik
soyutlamalarında rastlantı sayılabilecek çizgileri ve lekesel bir üslupla konuyu ele alır.
Konularında daha çok rastlantı üzerine yoğunlaşan ressam, belli-belirsiz yazıları resim
için bir araç olarak görür. Belirli bir anlamı olmayan bu yazılar belki de biçeminde zıtlık
Akdağlı, a.g.t., s.32.
Berk, Turanî, a.g.e., s.179.
417
Yılmaz, a.g.t., s.48.
415
416
110
yaratmak için kullanılmaktaydı418. Ercüment Kalmık, lirik manzara soyutlaması ressamı
olarak da bilinir. Renkli kişiliğe sahip ressam, balıkçı kayıkları, ağlar, çardaklar
konuları belirgin salt lekesel üslupla yapmıştır. Doğa sevgisiyle lirik soyutlamayı bir
bütün halinde renk-leke uyumu içinde resimler yapmıştır. Renk ve leke uyumunu
hemen her tablosunda dengeli olarak yapması, rastlantı olmayan bir özelliğidir. Bütün
lirizm kokan tablolarında bilinçli dokunuşlar ve dengeleyici renk unsurları çalışmaları
başarılı bir ressam haline getirmiştir419. Abidin Dino’nun, yaptığı bazı çalışmaları ile bu
gruba dâhil etmekte fayda vardır. “Siyah Deniz” adlı tablosundaki siyah-mavi, kırmızımavi renk uyumuyla soyut lirizmi başarılı bir şekilde yapmıştır. Ankara’da 1977 tarihli
‘’Doksan Çiçek Dokunsun Çiçek’’ adlı sergisinde, lirik soyutlama ağırlıklı olarak
yapmıştır420. Fahrünnisa Zeid, 1950’de Paris’te açmış olduğu “Galerie Allendy Sergisi”,
soyut çalışmalarla Avrupa’da önemli bir sanatçı haline getirmiştir. Lirik soyutlama
eserlerini 1964 yılında Ankara’da Hitit Müzesi’nde sergilediği görülür. Zeid, kendi iç
dünyasını, resimlerine aktardığı ve yumuşak-sert dokulu zıt renklerbiçemini güçlendiren
en belirgin özellikleridir. Bu zıt dokulu çalışmaları arasında “Melekyağı, Hayaletler ve
Boyalı Çerçeve” adlı tabloları lirik kokmaktadır421.
Arif Kaptan, ilk lirik soyutlama yapan sanatçılarımız arasında yer edinmiştir. Bu
kanıya varmamızın nedeni ise 1953 yılında yapmış olduğu yapıtlar örnek verilebilir.
1947 yılında Andrê Lhote atölyesinde geometrik bir soyutlamaya gidildiği ve bu
atölyeden sonra belirginleşen doğa sevgisi ile lirizm eserlere ağırlık vermesine neden
olmuştur. Renkçi bir kişiliğe sahip olan sanatçı, eski İstanbul manzarasına renkçi bir
anlayışla yaklaşmıştır422.
Resimlerinde, düz bir zemin ve üstündeki geometrik motifler olarak ayırt etmek
gerekir. Motifler zarif ve renklidir. Motifleri üst üste bindirildiği ve kadife etkisi
hissettiren dokunuşları görmek mümkündür. Resimlerini besleyen en önemli faktör,
doğadır423. Hasan Kavruk’da lirizm kokan ilk sanatçılar arasındadır. Her ne kadar Andrê
Lhote atölyesinde eğitim aldıysa da doğa soyutlamasına yöneldiği görülür. Resim
Berk, Turanî, a.g.e., s.181.
Berk, Turanî, a.g.y., s.181.
420
a.g.e., s.182-183.
421
a.g.e., s.183.
422
a.g.e., s.184.
423
a.g.y., s.184.
418
419
111
anlayışında, konudan çok boyalarla yarattığı biçimsel formlar, anlayışını belirlemiştir424.
Özdemir Altan, 1966 yılından bu yana soyutlayıcı resimler üretse de 1975’li yıllarda
figüre de yöneldiği söylemekte fayda vardır. Soyutlama üretiminde renkli, geniş parçalı
düz yüzeylerle oluşturulmuş ve bu parçalı düz yüzeylerde yazısal kokan çizgilerle
oluşturmuştur. Hareketli fırça darbeleriyle zıt etki yaratacak siyah ve beyaz renkleri
derin hacimler oluşturmuştur425. Devrim Erbil, 1962 yılından sonra kendi kişiliğini lirik
soyutlamada aramıştır. O dönemlerde yarattığı soyut resimlerinde, zemini kahverengi ve
kalın fırça darbeleriyle motif yaratmıştır426.
Bu tarihten sonra, giderek inceleşecek boya vuruşları, grafik gibi yazısal
hamleleri ve İstanbul’un kuşbakışı resim peyzajları önemli bir soyutlama ustası
yapmıştır427. Mustafa Ayaz, doğa soyutlamacısı olarak bilinmektedir. Non-figüratif
çalışmaları da başarılı olsa da renkçi lirizmi daha ön plana çıkan sanatçının, doğaya
dayandırdığı lekesel formlarla soyut yüzeye indirgendiği renkçi bir resim anlayışıyla
yapmıştır428.
Konularında köy, köy manzarası ve halk dansları çok kullanılmıştır. Leke ve
çizgileri soyutlayarak ortadan kaldırmıştır. En son tevallerini bölerek çizgisel anlatımla
renkli bir renk skâlası ile formu yakalamak istemiştir429. Burhan Uygur’da lirik
soyutlama ile yapılmış çalışmaları bulunmaktadır. Ancak figürlerinde tamamıyla
soyutlanmış dışavurumcu resimleri de çoğunluktadır430.
3.3.1.3. Geometrik Non-Figüratif
Batı ile eşzamanlı geometrik non-figüratif çalışmalar yapan ressamlarımız, nesne
ve figürleri renk yoluyla parçalayarak yeni sanatı oluşturmuşlar. Geometrinin salt
kurallarını ve tasarımını oluşturmada yeni arayışlara girerek sanat eserlerini
yaratmışlardır431. Figür olmadan tamamen salt soyut biçimlerinden oluşturulan
424
a.g.e., s.185.
a.g.e., s.187.
426
a.g.y., s.187.
427
a.g.e., s.188.
428
a.g.e., s.189.
429
a.g.e., s.189-190.
430
a.g.e., s.191.
431
Akdağlı, a.g.t., s.44.
425
112
geometrik non-figüratif çalışmalar, lekeci parçalanışı geometrik kurallara bağlar 432. Batı
ile farklı bir çizgide gelişen geometrik non-figüratif çalışmalar, Picasso-Braque
kübizminin
nesne
biçimine
karşı
olmuşlar.
Batıda
kübist
etkiler
renkle
parçaladıklarından bizim sanatımıza etki edilmediği görülüyor. Buna göre;
“Kübizimde nesne, biçim olarak zorlanıp parçalanmasına rağmen,
resimde, görüntüye dayanan konu terkedilmemiştir. Bu nedenle, kübizmi
yaratanlar arasında, geometrik non-figüratif tek bir yapıt verene bile
rastlanmamıştır”433.
Bizim geometrik non-figüratif anlayışımız, batınkinden farklı olduğu kadar,
alınıp getirildiği yerden de farklıdır. Batı, Picasso-Braque kübizmin yolundan soyut
sanata varmıştır. Dolayısıyla kübizmin nesne anlayışında parçalanmışlık ve görüntüye
dayanan konu stili terk edilmemiştir. Batının salt-soyut anlatımı, nesnenin renkle
parçaladığına inanılan bir resim anlayışı, bizde bu oluşum söz konusu olmamıştır. İlginç
olan konu ise 1953 yılında Avrupa sanatında moda olan geometrik non-figüratifi, Batı
ile paralel olarak benimsemişler. Özellikle 1960’lara doğru İstanbul ve Ankara’da
yaygınlık kazanan bu soyutlama türünde, rengin non-figüratif anlayışı benimsenip
çalışmalar yapıldığı görülmüştür434.
Modernleşmenin öncülerinden biri de kuşkusuz Sabri Berkel’dir. Soyut sanatla
özdeşleştirmek gerekir. Kendi görüşlerini geometriye, doğaya bağlı kalmadan, büyük
bir ustalıkla aktarabilmiştir. Sanatçı eserlerini yaparken “kurgulama anlayışı” içinde
lirizm kokan ne varsa terk etmiştir. İnşacı ve ritmik çizgi dokusunun karmaşık ve katı
formlarını geometriye aktararak form oluşturmada ustadır. Sanatçı, geometri
kompozisyonları yaptığı gibi lekesel çalışmaları da bulunmaktadır. Tüm çalışmalarında
ortak olan şey, önceden planlanmış kompozisyon düzenine bağlı olmasıdır. Tesadüf
veya anlık fırça darbeleriyle eser üretmemiş ve ne yaptıysa da akılcı bir mantık ve
düzenli kompozisyon dâhilinde kurgu oluşturarak değer vermiştir435. Kübizmin sert
Yılmaz, a.g.t., s.41.
Berk, Turanî, a.g.e., s.195.
434
Maide Kasapoğlu, Çağdaş Türk Resminde Soyut Resim
(http://www.sanatduvari.com/cagdas-turk-resminde-soyut-resim/#prettyPhoto İletişim Tarihi: (04.06.18).
435
Ersoy, a.g.e., s.36.
432
433
113
hatları ile soyut sanata başlamıştır. Çağdaş yorumu, salt renk ve geometrik formları,
pastel renk armonisiyle yakalamıştır. Boyayı ölçülü kullanmayı bilen, gerektiğinde de
kontrast renkler ve güçlü çizgiler ile resim bilincine girmiştir. Siyah-beyaz renk zıtlığı
ile bunların arasında kalan boşlukları özenli biçimde dolduruşu, valör değerler vermede
uzman olduğunu kanıtlamıştır436. Türkiye’de ilk non-figüratif çalışmalar, 1953 yılında
Cemal Bingöl resimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Kolâjlardan yararlanarak soyut
resme yer veren sanatçı, nitelikli matematik kuralları çerçevesinde olay örgüsünü
yaratmıştır437. Boyaların dokusal özelliklerine ve yüzey parçalanmalarına yer
vermeyerek akılcı bir üslupla geometriye yönelmiştir. Az renk ve katı geometrik
formlarla resimlerini üretmiştir438.
Cemal Bingöl; kesin çizgilerle, son derece sade ve sürpriz sonla motiflerini
tamamlamıştır. Çalışmalarını yaparken disipline çok değer verir ve matematik kuralları
onun sanatını şekillendiren en büyük etmenlerin başında yer alır. 1953’ten 1975’e kadar
bu üslupta devam etmiştir439. İsmail Altınok, Halil Akdeniz, Gencay Kasapçıgil, Bekir
Sami Çimen, Hüseyin Bilişik ve 1960’lardan sonra geometrik soyutlamaya giden Elif
Naci’de çalışmalarında siyah-beyaz zıtlık Soyut parçalanmış figürlerle yapıtlarını
oluşturur440.
3.3.1.4. Lirik Non-Figüratif
İnsan psikolojisini derinlemesine resme aktaran lirizm, fantastik ve gerçek
olmayan konuları içselleştirip resim yüzeyine aktarmıştır. Çevredeki deformasyonu
açıklamak için algılama yoluyla düşünsel kavramlara inildiği ve resme farklı boyutlar
getirmişlerdir. Bilinmeyen bir âlemde bilinmeyen bir resim hikâyesine başlamak
öncelikli tercihleri olmuştur. Lirizm açısından çevre çok önemli bir etkendir.
Soyutlamayı yapan her sanatçı çevreyi ya olduğu gibi alır ya da soyutlayarak alır. Oysa
lirik non-figüratif sanatçılar, çevreyi hayali bir boyut halinde alır. İşte tam da burada
boyut farkı oluşmuştur. Fantastik doğanın biçimli soyutlanması onlar için özgürlüğün
436
a.g.y., s.36.
Berk, Turanî, a.g.e., s.196.
438
Ersoy, a.g.y., s.36.
439
Berk, Turanî, a.g.e., s.197.
440
a.g.e., s.206.
437
114
sembolüdür441. Lirik anlatım, yazısal özellikler taşıyan boyasal bir savaştır. Fransızların
motifsel lekeciliğine karşı Amerikalıların motifsiz lecekiliğini yine bu anlayışta
sınıflandırabiliriz. Türk sanatı, lirizm soyutlama çalışmalarında her iki değerlendirmeye
göre de eser verilmiştir442. Sanatçılar, bu grupta eser üretirken içinden gelen dürtühislere bağlı kalıp; bu hisleri resme aktarmıştır. Lirik non-figüratif çalışan sanatçılar,
doğal-yalın bir perspektif kullanıp, nesneyi de renkle ifade etmişlerdir. Nesne ile
yaratılan renk, parçalanan bir biçim, resimsel doku ile diğer soyut tipolojisinden
ayrılmıştır. Bu nedenle soyutlamadan soyuta geçiş için doğal oluşumları bir araç olarak
görmekte fayda vardır443.
Uzun yıllar Paris’te kalan Zeki Faik İzer, 1930’lu yıllarda figür deformasyonuna
dayalı biçimsel üslupta başladığı sanat yaşamında, 1950’lerde ise nesneden bağımsız
çizginin ve rengin hâkim olduğu hareketli non-figüratif üslubu belirginleşmiştir.
Resimlerinde görülen hareketli arayışlar, ritmik formlar ve ince kıvrak dönüşler her
yöne dağılarak resim kompozisyonunu oluşturmuştur. Geleneksel Türk sanatının
etkisiyle yaldızı kullanmayı sever. Çok renkli bir üsluba sahip sanatçı, kontrast renkleri
en çarpıcı biçimde kullandığını görmek mümkündür. Batı resim sanatında usta yapıtlar
verdiği gibi Uzakdoğu sanatlarında da usta çizimler yapmıştır. Yüzey üzerine, hareketli
fırça darbeleriyle resmi iki boyutlu olmaktan çıkarmıştır. Lirik çizgilerini belirleyen
hareketli fırça darbeleri, perspektif yakalamada araç olarak görmüştür. Perspektifi, fırça
darbelerinde kat kat sürmesi ve bir formun içinden, arasından gelecek şekilde hareket
sağlamasıyla elde etmiştir. Odak noktası belli olmayan bu çok katlı resim programını,
yüzeye dağılmış renk skâlası ile başardığını söylemek gerekir444.
1945 yılında Paris’e yerleşen ressamlarımızdan Nejat Devrim ve Selim Turan,
Musêe d’Art Moderne’de lirizm çalışmalarıyla bu grup açısından ilk eser verenlerdir.
1948’de ise Fahrünnisa Zeid’de lirizm tadında eser vermiştir. 1955-60 yılında katı bir
geometri çalışmalarıyla soyutlamaya giden Abidin Elderoğlu da bu gruba dâhil etmek
gerekir. 1960 yılından sonra lirik çalışmalar yapan sanatçı, taslak çalışmalarıyla ön
plana çıkar. Taslak çalışmalarını Hollanda’da bulunan Goblen Halı İmalatı için
Akdağlı, a.g.t., s.55.
Maide Kasapoğlu, Çağdaş Türk Resminde Soyut Resim
(http://www.sanatduvari.com/cagdas-turk-resminde-soyut-resim/#prettyPhoto İletişim Tarihi: 04.06.18).
443
Yılmaz, a.g.t., S.43.
444
Ersoy, a.g.e., s.48.
441
442
115
yapmıştır445. Abidin Elderoğlu, 1930 yılında Paris’te Julian Akademi’sinde iki yıl sanat
eğitimi aldıktan sonra 1932 yılında renk lekelerinin egemen olduğu soyut
çalışmalarında figüratif soyutlama yapmıştır. Bu tarihlerden sonra soyut çalışmalarına
geleneksel hat sanatını ekleyerek milli Türk sanatı kokan soyutlamaya gitmiştir. Sanatçı
yapıtlarında çizgisellikten lekesel soyutlamaya gider. Bir çizgi ağı oluşturan sanatçı,
tuval yüzeni harflerin okunurluğunu bozmayarak kendine özgü ritmik bir görünüm
kazandırmıştır. Lirik soyut çizgi sentezine eski yazıların plastik değerinden
faydalanarak
ulaşmıştır.
Çalışmalarında
lekeci
bir
anlayışın
hâkim
olduğu
soyutlamalarıyla, geometrik soyutlamanın düzenlendiği yüzeylerde açık-koyu renk
değerleriyle üslubunu ortaya koymuştur. Kaligrafik çalışmalarında, yuvarlak ve kıvrımlı
hatlarla tuğra şeklini andıran hareketli biçimleri ve yazı formunu ortaya koyarak
çalışmıştır. Eski yazıtlardan yararlanarak yaptığı çalışmalarda çizgisel müzikaliteleri,
çukur ve kabartmalı kompozisyonlar şeklinde soyut sanatı yansıtmayı başarmıştır. 1960
yılından sonra suluboya ve yağlıboya biçimleri kalın siyah hareketli, konturlarında
kıvrımlı çevre çizgilerle belirlenen bir anlayış benimsemiştir. Kaligrafik öğeleri
okunabilir ve anlamlı birer doğu geleneklerini yansıtarak ortaya koymuştur.
Çalışmalarında aydınlık ve renkçiliğin gözle görüldüğü soyut lirizminde, duygunun,
sosyo-kültürel hayatın canlı tarihi belgesine rastlamak mümkündür446. Selim Turan,
Anadolu'nun geleneksel kültürünü, Batı ile kaynaştırılıp çizgi ve lekesel uyumunu
resimlerine yansıtmıştır. Eserlerinde Batı ve Doğu kültürünü ustalıkla kullanmayı
bilmiştir. Atlan ve Hartung’la olan arkadaşlığı sayesinde soyut çalışmalara yöneldiği ve
Batı’da uzun yıllar kaldığı için de burada salt soyut sanatın dinamiklerini yerinde
görmesi bile ustalığını kanıtlar. Sanatının başarılı olması, çizgi ve leke uyumunundaki
dengede gizlidir447. Eren Eyüboğlu ve eşi Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun da lirik soyutlama
yaptığı görmek mümkündür. Ferruh Başağa, Türk sanatında ilk soyutlamacılar arasında
yer alır448. 1953’ten 1970’e kadar soyut çalışmalar yapan sanatçı, Nuri İyem ve
Akademideki birçok hoca arkadaşını da etkileyerek soyut çalışmalar yapmasının yolunu
açmıştır449. Buna göre lirik soyut anlatım;
Berk, Turanî, a.g.e., s.208-209.
Bayramoğlu, a.g.m., s.12-15.
447
Ersoy, a.g.y., s.48.
448
Berk, Turanî, a.g.e., s.210.
449
a.g.e., s.212.
445
446
116
“Lirik soyut anlatımın, yazısal özellikler taşıyan boyasal bir savaş
olduğunu.. Fransızların motifsel lekeciliği ile Amerikalıların motifsiz,
rastlamsal lekeciliği de gene bu anlayış içinde sınıflanır. Bizde lirik nonfigüratif resim yapanlarda bu iki değerlendirme de görülür”450.
Fethi Arda, yazısal fırça darbeleri yaparak soyutlamaya giden bir sanatçımızdır.
Fırça darbelerindeki serbestlik ve heyecanlı yazısal dil ile figürlerini şekillendirmiştir451.
Turan Erol, Adnan Çoker, Eren Eyüboğlu, Hasan Kaptan, Muammer Bakır, Erdal
Alantar, Fethi Kayaalp, Mübin Orhon, Zahit Büyükişleyen ve Altan Gürman lirk
soyutlamaya giden önemli sanatçılar arasında yer alır. Mübin Orhon, salt lirik-soyut
çalışmalar yapmıştır. Sulandırılmış yağlıboya ve soyut lekeciliği, eserlerinde etkili
resim karakterinin şekillenmesinde yardımcı olmuştur452.
3.4. DÖNEMİN SANAT GRUPLARI
3.4.1. On’lar Grubu
1950’li yıllar “Türk Resim Sanatı” açısından bir kırılma yılının temelidir. Soyut
sanat kendisini içten içe göstererek giden etkin bir resim anlayışına ve tabiki dönem
modası haline gelecektir. 1960’lı yıllardan sonra “bireyselleşme” faktörünün giderek
yoğunlaşmaya başladığı dönemdir. Buna göre Bedri Rahmi’nin öğrencileri tarafından
çağdaş ve geleneksel motifleri bir araya getirip sanat yapma merakı ile bu dönemde
moda olacak soyut; bireyselleşecek sanattan uzak, yeni bir sanat ortamı yaratmak
istemişlerdir453.
Doğu ve Batı bireşimine yönelen grup, özgün resim üzerinde yoğunlaşmışlar.
Resmin çıkmazını, yine doğrudan doğruya resmin kendisi olduğunu gördüklerinden
toplum ile sanat arasında bağ kurmaya çalışmışlardır454. Bedri Rahmi Atöylesi’ndeki 10
öğrencisi tarafından 1946 yılında kurulmuştur. Dışavurumcu üslupla toplumsal
450
a.g.y., s.212.
a.g.e., s.214.
452
a.g.e., s.212.s.216.
453
Özsezgin, a.g.e., s.9.
454
Öndin, a.g.e., s.194.
451
117
çelişkiler konu edilerek resmedilmiştir455. Akademideki yemekhanede bir sergi açarak
sanat hayatına başlamıştır. Grubun amacı, Anadolu’nun süsleme öğelerini Çağdaş Batı
sanatıyla özleştirerek yöresel bir anlayışla soyutlama yapmaktır. Akademi’de açtıkları
ilk sergilerinde afişlerde, birinde kilim nakışına ve diğerinde El Greco’ya ait figüre yer
verirler. Bu iki farklı sanatı aynı anda kullanmaları, her iki sanata da sahip çıktıkları
anlamı taşır. Bedri Rahmi Eyüboğlu, öğrencilerine destek çıktığını ve grubun üyelerinin
Batı sanatı eğitimi aldıktan sonra Türk süsleme sanatlarını incelemeye başladığını
belirterek:
“Türk tezyini sanat dehasıyla ancak Garp resminin temeli üzerinde
esaslı bir şekilde durduktan sonra temasa geldiler. Tezyini sanatlarımızı
âbâd (bayındır) eden, icat fikrini, biçimde, renkte, istifte son haddine
ermiş, vuzuhu benimsemeye başladılar. Bu benimsemede bir gün bir
Fransız, bir İspanyol, bir Alman ressamın da öteye gideceklerine eminim.
Çünkü
benimsemeye
çalıştıkları
vuzuh,
babalarının,
dedelerinin
malıdır”456.
1950'lere kadar sanatı Batıda arayan sanatçılar, bu dönemden sonra Türk
tezyinini önemseyerek ve süsleme programlarını değiştirerek ulusal-yöresel bir eğilim
gerçekleştirmişlerdir. Ulusal-yöresel konuları da artık Batı sanatı kadar önemseyen
grup; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mustafa Esirkuş, Nedim Günsür, Leyla Gamsız Sarptürk,
Hulusi Sarptürk, Fahrünnisa Sönmez, İvy Strangali, Osman Oral, Adnan Varınca,
Remzi Raşa, Turan Erol, Orhan Peker, Mehmet Pesen ve Fikret Otyam’dan oluşur457.
Amaçları Anadolu’nun geleneksel Türk nakış ve motiflerini Batı resminin anlatım
öğeleri ile birleştirerek, doğadan ve yaşanılan çevrenin konularını yöresel bir dille
sanatın soyutlama anlayışıyla işlemektir. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sanatına ve resme
bakış açısıyla etkilenen grup, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki eğitimleri
boyunca Batılı ustalar olan Dürer ve Leonardo Da Vinci gibi ressamların çalışmaları
Seyfi Başkan, Ondokuzuncu Yüzyıldan Günümüze Türk Ressamları, 1. Baskı, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1991, s.2.
456
Burcu Pelvanoğlu, “Türkiye’de Resim Sanatının Doğuşu”, Hoca Ressamlar, Ressam Hocalar
‘’Sanayi-i Nefise’den MSGÜ’ye Akademi Resim Hocaları Sergisi’’, 1. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 2010, s.53-54.
457
Gören, a.g.e., s.135.
455
118
üzerinde çalışarak Türk motiflerini, yöresel çizgilerini sağlam temeller üstünde DoğuBatı sanatına hayran bir kitle söz konusudur. Grup ortak bir sanat görüşü geliştirmiş ve
üyelerinin her biri kendi özgün çizgilerini kaybetmeden donanımlı bir şekilde sanat
yaşamlarına devam etmiştir458.
İlk sergiyi açtıkları zaman on kişi de son sınıfta öğrenciydiler. Grup Üyelerinden
Fikret Otyam, grub isminin gelişim sürecini ve anısını şu kelimelerle ifade etmektedir:
“Öğreticimiz/ ustamız/ arkadaşımız/dert bölüşenimiz “Bedri Hoca” yani
Bedri Rahmi Eyüboğlu, bir sabah her zamanki gibi “reisler” diye
başlamıştı söze ve birlikten/ topluluktan/ anlayış ortaklığından derken
sonuçta adı konulmuştu, “10’lar Grubu” … Elli bir yıl mı geçmiş ne?
Burnuma matbaa mürekkebi bulaştığından, davetiye işi bana düştü. İki
renk olacaktı, kreme kartona ve matbaacı arkadaş olurunda 7. 5 lira,
yazıyla yedi buçuk lira mı ne istemişti de bizden 6. 5 lira çıkabilmişti”459.
Temelini Batı’da aradıkları modern sanata, ulusal-yöresel eğilimlerle halk
sanatımızın süslemeci öğelerini katarak yeni bir yol bulmak isteyen On’lar Grubu
üyelerini tetikleyen Bedri Rahmi Eyüboğlu yeni bir ivme kazandırmıştır. Devlet-sanatçı
ikilemi içinde yetişen akademi hocaları, genç kuşağı yönlendirmeleriyle birlikte sanatsal
anlayışları biçimlenmiştir. Geleneksel kaynaklarla, halk oyunlarıyla, Anadolu
topraklarıyla sıkı ilişkiler içinde olan bu gençlerin tek derdi de geleneksel
motiflerimizin zenginliğini göstermektir. İşte bu cevheri Doğu kültüründeki biçimlerde
aramak ve kendi özlerini oluşturan sanatlara sırt çevirmeden çağa uygun eserler
verilmeye çalışılmıştır460.
1946 yılında çok partili siyasi gelişmelerin paralelinde sosyo-ekonomik hayatın
özgürleşmesi sanatı da etkilemiştir. On’lar Grubu, Yeniler Grubu’nun benimsediği
toplumsal gerçekçilik, köylü teması ve yöresel değerlerin etkisini devam ettirerek
ulusal-yöresel anlayışlarıyla toplumsal ideoloji benimsediği görülür. Bedri Rahmi
Neclâ Arslan, “Onlar Grubu”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, Cilt 3, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Endüstri
Merkezi Yayınları, 1997, s. 1376.
459
Arzu Bulut, Çağdaş Türk Resim Sanatı’nda “Onlar Grubu” (Yüksek Lisans Tezi), Erzurum: Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s.23-24.
460
Elif Günay, Nuri İyem ve Neşet Günal’ın Türk Resim Sanatı’ndaki Yeri (Yüksek Lisans Tezi), Burdur:
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.17.
458
119
Eyüboğlu, Batının sanatını bilmemiz kadar doğunun da sanatını bilmemiz gerektiğini ve
iki kutuplu sanatın da kendine göre bir güzelliği olduğunu belirtmiştir461.
On’lar Grubunun asıl amaçları, halk sanatının sevilip benimsenmesiyle toplumcu
hareketleri benimseyen bir resim anlayışıyla üretim yapmaktır. Uluslaşma, yöreselleşme
ve özgünleşme çevresinde toplumsal olay-sorunları sanatlarına yansıtarak üretimi
amaçlamışlardır. Millileştirilmiş bir sanat olayını kendi özlerinin derinliklerinde yatan
gelenek-göreneklerle resim yapma sevdaları asıl ilham aldıkları konularıdır462. Çağdaş
sanatımızda Doğu-Batı yönlü eserleri yansıtan grup, yöresel kültür değerlerini evrensel
kültür değerlerine üretim için bir esin kaynağı olacağı gibi evrensel sanata yön veren
sanatçılarının çalışmaları benimsenerek kendi gelişim evrelerini özgün ustalar
tarafından yönlendirilmiş çalışmalar yapmak peşindedirler. Siyasi olarak İsmet
İnönü’nün politikası olan Anadolu ve Batı sentezini hedef alan düşünce yapısı, On’lar
grubunun biçem konusunu belirler. Bu dönemlerde tarım öncelikli bir sırada ve tabiki
Türkiye’nin ekonomisinin de dayanak noktasıydı. Bu dönemin Anadolulaşma üzerinde
yoğunlaştığı, her türlü edebi yazıya konu olduğu bir dönemdir. Köy Enstitüleri’nde
tarım dersleri gören gençlerin, klasik müzik aletlerini çaldığı ve yorumladığı,
ressamların gezilerle Anadoluyu gezdiği, Halkevleri’nin çeşitli resim sergilerin,
konserlerin,
tiyatro
oyunlarının
yurda
yaymaya
çalıştığı
bir
dönemden
bahsetmekteyiz463.
On’lar Grubu, Elif Naci’nin “Türk Resminin kaynakları Alp’lerin ötesinde değil,
Toroslar’ın eteğinde aranmalıdır” sözünü dikkate alarak sloganlanları yapmıştır.
1946’dan 1955 yılına kadar başarılı eserler veren sanatçı grubu, yöreselliği bu kadar
titiz bir şekilde Batı ile kıyaslama yaparak işlemesi, Türk Sanatı açısından çok önemli
bir harekettir. Daha ilk sergilerinde bile bu amaca hizmet etme gayelerini açıkça
göstermişlerdir. İlk sergilerinde girişe asılan kilim ve karşısında El Greco’nun
reprodüksiyon çalışması, Doğu-Batı eksenli çalışma stratejilerini ortaya koymuştur.
İkinci sergileri bir apartman dairesinde, sonraki sergileri Beyoğlu’nda Sanatseverler
Kulübü ve Amerikan Haberler Merkezi’nde gerçekleşmiştir. İkinci sergiden sonra gruba
Aylin Hanay, 1930 Sonrası Türk Resminde Köylü Teması (Yüksek Lisans Tezi), Edirne: Trakya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, S.41.
462
Mehmet Ali Avcı, Çağdaş Türk Resim Sanatında Kimlik Sorunu (Yüksek Lisans Tezi), Ağrı: İbrahim
Çeçen Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.178.
463
Ahmet Musa Koç, Türk Resminde Ulusal Kimlik Arayışları:1930-1950 (Yüksek Lisans Tezi), Ankara:
Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2013, s.77.
461
120
Turan Erol, Osman Oral, Fikret Otyam, Remzi Paşa, Orhan Peker, Adnan Varınca gibi
sanatçıların katılımıyla sayıları 21’e ulaşmıştır. Son sergilerini 1954 yılında İstanbul
Amerikan Haberler Merkezi’nde açan grup üyeleri, bu sergiden sonra dağılarak bireysel
üretim yapmışlardır464.
Milli sanat ve non-figüratif sanat tartışmalarının yoğun yaşandığı bu dönemde,
yağlıboya resim sanatının kaynakları yerine, geleneksel el sanatlarına yönelik yöresel
motiflerin doğruluğu üzerinde sanat oluşturma gayesi taşınmaktadır. Halkı sanata
yönlendirmek için resim faaliyetlerini sanatçı-toplum tanımı üzerinden halkı sanatçılara
tanımak için 1940’lı yıllarda Yurt Gezilerine katılan, Batı resminin çağdaş ilkelerini
bilen aynı zamanda da Türk halk kültürü öğesine de önem veren Bedri Rahmi Eyüboğlu
gerçeği yatmaktadır465. Orta Asya’dan günümüze uzanan halı, kilim, oya, çorap, cam
altı resimleri ve karagöz motiflerini ilham alarak Doğu sentezi yapılmış ve Türkiye’de
ortak bir kültür çevresinde olaya bakma fırsatı yakalanmıştır. Birlik üyeleri her ne kadar
birbirinden farklı yorum ve teknikle çizim yapsa da Türk resminde çağdaş sanat
akımlarının milli duyguyla beslenme fırsatı doğmuştur466.
Grup, Anadolu-Batı sentezinin en yoğun olarak tartışılan dönemde ortaya
çıkmıştır. Ulusal kimliklerini sanata yansıtılması gerektiğini savunan ve Türk resminin
geleneksel kollarını öz kimliğe göre hareket edilmesi gerçeği yatkındır. Bunun için de
geleneksel el sanatlarımız, ilham olarak aldıkları bilinçle sanatımıza katkı vermişlerdir.
“Milli kaynaklara yönelme düşüncesi” 1940’lı yılların başında tartışma konusu
olmuştur. Çünkü bu dönemde Avrupa ile sanat kopyacılığı modası var iken millileşme
ve geleneksel el sanatları motifleri çok da demode olarak görülecek bir düşünce yapısı
hâkimdir. Çağdaş resim sanatımızda, Türk motifleriyle soyut sanatı birleştiren çizgide
hareket eden ilk kuşak Sabri Berkel, Nurullah Berk, Cemal Tollu, Elif Naci gibi
sanatçılardan etkilendiği bir gruptur. Çünkü özellikle bu kuşak dediğimiz sanatçılar,
aynı zamanda da sanat yazıları da yazmaktaydı. Özellikle Nurullah Berk, “Türk Resmi”
için kaygılı olduğunu ve salt sanatın iyi bir şekilde işlev görmesi için gelenekselliğe
inilmesi gerektiğini yazardı. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, Güzel Sanatlar Akademisi’nde
464
a.g.t., s.78-79.
Bulut, a.g.t., s.26-27.
466
a.g.t., s.88-89.
465
121
hoca olduğu dönemlerde bu görüşe uygun olarak geleneksel el sanatlarını, batı resmi ile
birleştirip özgün bir sanat teorisi yaratma gayesi bulunuyordu467.
Onlar Grubu, Bedri Rahmi’nin bu teorisinden hareket ederek kurulmuştur.
Doğu-Batı sentezini iyi bilmek için El Greco, Albert Dürer, Leonardo Da Vinci,
Rembrandt, Michelangelo gibi Batı resminin öncü isimleri; Levni, Nakkaş Osman gibi
Türk minyatür geleneğinin önemli ustalarının resim analizlerini yaparak salt bir resim
anlayışı yaratma eğilimi içerisine girerler. İlk sergilerini 1946 yılında ve sırasıyla, 1947,
1948, 1949, 1951, 1952, 1953 ve 1954 yılında son sergileri ile grup dağılır. 1946 yılında
yapılan ilk sergi, akademinin yemekhanesinde gerçekleşir. 1947 yılında açtıkları ikinci
sergi mekânı ise Beyoğlu Asmalımescit, Balyoz Sokak, 25 Numaralı Leyla Gamsız’ın
“2,5 odalık daire”sinde gerçekleşir. 1948 ve 1949 yılında Beyoğlu Sanatseverler Kulübü
mekânında iki sergi açtıkları bilinmektedir. 1951’de Taksim Fransız Konsolosluğunda;
1952, 1953 ve 1954 yıllarında Beyoğlu Amerikan Haberler Merkezi’nde sergiler
düzenlenmiştir468.
Grup, kısa bir zaman varlığını sürdürse de Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelip
bu grubu, atölyede, Bedri Rahmi’nin teşvikiyle açmaları açısından Türk Sanatına yeni
bir ivme kazandırdığı gerçeği kuşkusuz önem arz etmektedir. Türk resminin Avrupa ile
geleneksel el sanatları motifinin bütünsellik-dengesini aramaya yönelik açılan ilk
grubudur. Türk sanatı açısından kendi kültür dengemizin önemle üstünde duran grup,
Doğu-Batı sanatlarını ve içeriğini anlamak açısından kurulan bir sanat grubudur469.
Onlar Grubu, Bedri Rahmi’nin görüşleri doğrultusunda grup kurmuş ve yine eleştirilerin
odağında Eyüpoğlu yer almıştır. Grubun, Bedri Rahmi’den çok etkilenmeleri, hem çok
sert eleştirilmelerine hem de özgün eser üretememelerine sebep olmuştur470.
Sanat çevrelerinden destek görmelerinin nedeni yine Bedri Rahmi Eyüboğlu faktörü
olsa da belli bir sanat felsefesine (manifesto) sahip olmamaları gelişme göstermeden
dağılmalarına sebep olmuştur471. Resimde çağdaş olma ilkesiyle hareket eden grup
Elif Karaaslan ve Turan Enginoğlu, ‘’Onlar Grubu ve Grubun Kayıp Üyesi: Ivy Stangali’’ İdil Sanat
ve Dil Dergisi, Ankara, Cilt 7, Sayı 43, 2018, s.250.
468
Karaaslan, Enginoğlu, a.g.m., s.251.
469
a.g.m., s.252-53.
470
Vildan Işık, Türk Resminde 1930-1970 Tarihlerinde Yapılan Sanat Tartışmaları ve Tartışmaların
Odağındaki Sanatçı: Bedri Rahmi Eyüboğlu (Yüksek Lisans Tezi), Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2007, s.78.
471
Özsezgin, a.g.e., s.141.
467
122
üyeleri, taklitten kaçınarak, halk sanatları ve kültürlerinde buldukları değerleri evrensel
bir kimlikle yayma düşüncesi açısından önemli bir sanat grubu olmuştur472.
3.4.2. Tavanarası Ressamları
1942 yılında sanat ortamına “Yeniler Grubu” olarak Nuri İyem, soyut çalışmalar
yaparak Akademi’nin katı ve gelenekçi kurallarına karşı çıkmıştır. Soyut Sanat söylemi
ile sanat ortamına katkı vermek amacıyla öğrenciler yetiştirmek istemiştir473. Bu açıdan
1950 yılında Nuri İyem, Fethi Karakaş ve Ferruh Başağa’nın İstanbul’un Beyoğlu
ilçesinde Asmalımescit Sokağı’nda açtıkları kurslarla Tavanarası Ressamları ile sanat
yaşamına katkı için ilk adımlar atılır474. 1951-52 yılında akademiye karşı olan
Tavanarası Ressamları, Nuri İyem’in Asmalımescit’teki atölyesinde çalışan, Erdoğan
Behnasavi (Behnasov), Baha Çalt, Atıfet Hançerlioğlu, Seta Hidis, Ömer Uluç, Haluk
Muradoğlu, Ümit Mildon, Vildan Tatlıgil, Yılmaz Batıbeki (Atıf Yılmaz) grubun diğer
sanatçılarıdır. Tavanarası Ressamları, yeni sanatın (modern sanat) kitaplardaki
ezberleme çizimlerinden ve röprodüksiyonlardan öğrenilmesi gerektiğini savunan
Akademi’ye karşı olan sanatçıların kurduğu bir gruptur. Bu dönemin akademi
kadrolarında olan d Grubu da 1951 yılından sonra eski-gelenekçi-kopyacı olarak
anılmaktadır. Tavanarası Ressamları, Zeki Faik İzer’in “İnkılâp Yolunda” ve Nurullah
Berk’in “Tayyareciler” adlı resimlerini dile getirerek onları kopyacılıkla suçlamıştır.
1951-52 yıllarında Fransız Kültür Merkezi’nde iki sergi açarlar. Onlara göre Türk
resminin ilerleyebilmesi için kopyacılıktan uzak durması gerekmektedir. Sanatın özgür
atölyelerde kopyasız bir sanatla mümkün olacağını ve yeni sanat, soyut (dönem modası)
ve özgün olarak belirlenmelidir. Tavanarası Ressamları, gelenekçi resimden
kurtulmamız gerektiği ve yeni resim için acele edilmesi gerektiğini savunmuştur475.
Resim çalışmalarını Akademi hocalarının (d Grubu) dışında yapan grup bireyleri,
kendinden önceki sanat gruplarına karşı çıkmaktadırlar. B. Tomris, d Grubu ve
Tavanarası Ressamları’nın farklı olan sanat anlayışlarını şu kelimelerle dile getirmiştir:
Esra Halıcı, Türk Resmi’nde On’lar Grubu ve Orhan Peker (Yüksek Lisans Tezi), Erzurum: Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s.116.
473
Yasa Yaman, agm., s.107.
474
Seyfi Başkan, ‘’Türk Resminde Modernite İle İlk Temas: 1940-1960’’, İdil Dergisi, Cilt 3, Sayı 14,
2014, s.112.
475
Pelvanoğlu, a.g.y., s.54.
472
123
“Çağımızın plastik sanatı karşısında kim geçmişin eserlerine fazla
hayranlık gösterirse onun mahdut zekâlı olması gayet tabidir. Geçmişteki
bütün şeylerin bir daha dirilmemek üzere ölmüş olduğu ve şimdi her
şeyin değiştiği bir çağda kendi zamanına uyarak eser yaratmak gerektiği
bilinmelidir. O halde neden hala bugünün sanat anlayış şekline göre
resim yapanlara akademikler hücum ediyorlar? Bunda biraz da
kıskançlık ve aciz sezilmektedir. Zira artık eskiler, yani akademikler eser
veremez bir hale gelmişler. D Grubu tarihe karışmıştır. Bugün
memleketimizde yeniler grubuyla Tavanarası ressamlarından başka
ayakta duran bir grup kalmadığını söyleyebiliriz. Modern sanatı bütün
canlılığı ile temsil eden bu iki grubun durumu eskileri gerçekten endişeye
düşürmüş bulunuyor. Tavanarası ressamları ile eskiler arasındaki
münakaşanın esası bundan ibarettir”476.
Kendi sanat görüşlerini ve plastik etkilerinde yatan çağdaş etkilerle d Grubu
üyelerine (Akademi) karşı ilk grup olarak görmüşlerdir. Akademi’nin d Grubu üyelerine
savaş açan grup üyeleri, “yeni, soyut ve özgün” ilkeler doğrultusunda hareketle
gelenekçi yaklaşıma karşı çağdaş sanatı savunmaları önemli bir yaklaşım olmuştur.
1950-52’li Türkiye sanat ortamı açısından dönemin modası haline gelecek olan çağdaş
sanatın belirleyicisi soyut sanatı ilke edinmeleri, sanat ortamımız için alışılmışın dışında
bir durumdur. Soyut sanat söyleminin grup olarak savunucuları olan Tavanarası
Ressamları, Akademiye karşı duruşla sanat üretimi yapmaları yine önemli bir olay
olarak söylemek gerekmektedir477. Demokrat Parti’nin Liberalleşme politikasını izlediği
bir ortamda, soyut sanat ile Akademi’nin eğitime ve sanat felsefelerine karşı durmuş bir
anlayışla hareket etmiştir478.
Tavanarası ressamları, Türk sanatının özgün bir sanat ortamının yaratılabilmesi
için kopyacalıktan uzak durması gerektiğini savunmuştur. Akademi sanatının
savunduğu Lhote kübizmi/Anadolu Kübizmi'nin yeni sanat sayılan soyut sanatı
görmezlikten gelmiştir. Bu açıdan grup bunları eleştirdiği, öğrencilere modern sanat
yönlü bir düzenle yaklaşmadığını savunmuş ve sert bir dille yazılarında akademiyi
http://www.poetikhars.com/wikihars/doku.php/akimlar/tavanarası-ressamları (04.06.2018)
Başkan, a.g.m., s.112-113.
478
Yasa Yaman, a.g.m., s.109.
476
477
124
eleştirmişlerdir. Türk Sanat ortamında Akademi’ye karşı olan grup, dönemin modası
haline gelen soyut sanatın kabul edilmesi ve bu tekniklerle resim yapılması gerektiğini
savunan ilk gruptur. Burcu Pehlivanoğlu’nun yazmış olduğu “Tavanarası Ressamları”
adlı yazısında, Tavanarası Ressamları’nın yapmış olduğu soyuta yönelim sayesinde,
soyut sanatın popülerliğinin tanınmasına ve yeni yönelmelerin başladığı bir dönem
olmuştur. Bu açıdan, 1953 yılında Ankara’da açılan Helikon Derneği kurulmuştur.
Pehlivanoğlu; Adnan Çoker ve Lütfü Günay’ın “Sergi Öncesi” adlı soyut sergisi ve
1954 yılında Adnan Çoker, Ferruh Başağa, Nuri İyem, Kuzgun Acar, Sadi Öziş’in yer
aldığı “Yirmi Yedi Sanatçı”nın Kuyucu Murat Paşa Medresi’nde ki soyut sanat
sergisinin bu grupla bağlantılı olduğunu söylemiştir479.
3.4.3. Yenidal Grubu
1950’lerin sonunda halk sanatındaki süslemeli öğeleri çalışmalarına katılan
Onlar Grubu’nun devamı olan Yenidal Grubu, d Grubu sanatçılarına karşı bir tavır ile
resim yaptıkları görülür480. 1959 yılında İbrahim Balaban, İhsan İncesu, Kemal İncesu,
Avni Mehmetoğlu, Marta Tözge ve heykeltraş Vahi İncesu’dan oluşmaktadır481. Grubun
sanat bildirisini, Ek-5’te Avni Memedoğlu tarafından kaleme aldığı “Yenidal Grubu
Ressam ve Yontucuları’nın Sanat Bildirgesi” olarak bulabileceğiniz ve sanat
görüşlerinin felsefelerinde yatan plastik etkiyi ele almıştır. Bildiride, eğitimin önemine
vurgu yapılmış ve plastik sanatların en önemli kurumu olarak Güzel Sanatlar
gösterilmiştir. Ardından İstanbul ve yurdun her tarafında kurulan Güzel Sanatlar’ın
“Batı Kültür Aktarmacılığı” dışında bir şey yapmadığını dile getirmiştir482.
Sanat amaçlarının, işçi sınıfı ve emek vermiş tüm yurttaşların sesi olmak isteyen
grup, gerçekçi bir üslupla bireysel ve soyuttan kaçındıklarını, toplum yararına sanat
üretimi amacıyla eser vermiştirler. Batının geleneksel ve emperyalizmine karşı sert
duruşla beliren grup, Türk sanatının gelenekçi anlayışına eserlerinde gönderme
yaptıkları eserlerinden bilinmektedir. Türk toplumunun folklorik malzemesi olan heybe,
479
http://www.kulturservisi.com/p/tavanarasiressamlari/?fbclid=IwAR3QVDQPoOmJPiIqqT_pLVXQay
R7UVeVMbgOV1XAEOrwg8SuBfxJ_M_m3C8 (Erişim Tarihi: 19.04.2019)
480
Gören, a.g.e., s.23.
481
a.g.e. 1988, s.142.
482
Işık, a.g.t., s.80-81.
125
kilim, giysilerinde ve Türk sanatında mal edilmiş ikonografiyle halk sanatını
yapmışlardır483.
Yenidal Grubu, resimlerinin yargılanıp yasaklandığı, hapis cezasının grup
bireylerine verildiği ve özgür bir sanat ortamımının ancak rejimle aynı paralelde
yürünürse ilerleyebileceğini görebilmekteyiz. Sanatın terörizmin bir aracı olmadığı
sürece ne olursa olsun kesinlikle özgür bırakılması gerekir. Bu açıdan bu gruba verilen
cezalar, sanat-kültüre ve bu sanatın ortamından beslenen sanatçılara verilen birer
ideolojik harekettir484. Amaçları toplumsal sorunlar olsa da kısa bir süre içinde dağılan
grup, 1961 yılında İstanbul Belediye Şehir Galerisi’nde açtıkları 2. sergi sonlarını
getirmiştir. Buna en büyük delil ise rejimi sert bir dille eleştirmelerinden
kaynaklanmıştır485.
27 Mayıs 1961 yılında İstanbul’da sergi açmışlardır. Sergi’de, hükümete ve
toplumsal ilkelerin çiğnendiğini varsayanlar, sergi daha bitmeden zorla gözaltına
alınmıştır. Sanat tarihinde böyle bir tutuklanmanın daha önce olmadığı ve savundukları
Türk sanat motiflerini, halk söylemini ve işçi/köylü haklarını savunmaları onların
tutuklanması adına utanç verici olmuştur. Grubun sanat bildirilerinde görüş ve
amaçlarını dile getirdikleri ve o dönemde sanat eleştirmenlerin bile sessiz kalması,
grubu yalnızlığa ittiği gibi kapanmasına da sebep olmuştur.
Ek-6’da Avni Memedoğlu’nun tutuklanmaları hakkında söyledikleri ve
haklarında açılan davadan çıkan karar detaylı olarak sunulmuştur. Memedoğlu, ikinci
sergilerini Şehir Galerisi salonunda düzenlediklerini, kurucu arkadaşların dışında
Balaban’ın da yer aldığını söylemiştir. Komünizm diye grubu lanse eden Akademi ve
devlet yetkilileri, serginin 5. gününde savcılık tarafından kapatıldığını söylemiştir.
Mahkemenin bilirkişiliğini hukuk ve resim alanında önemli akademi profesörlerin
kararları doğrultusunda tutuklandığını belirten Memedoğlu’nun, 15 eserine el konulmuş
ve grup üyelerinin tutuklanmasına sebep olmuştur. Bilirkişinin savunduğu konu ise
resimlerin estetik kaygısı olmayan “teknik unsurlardan mahrumdur” denildiği ve Güzel
Sanatlar Akademisi müdürü olan Zeki faik’in kinayeli bir biçimde para karşılığı ile
verdiğini söylemiştir. 18 Temmuz 1961 yılında 961 Karar Yasası’na göre toplumu
483
a.g.s., s.80-81.
a.g.t., s.81.
485
ZUHAL Arda, Sanat Eğitimcisi ve Ressam Aydın Ayan’ın Resimlerine Estetik Bir Yaklaşım (Doktora
Tezi), Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s.40-41.
484
126
galyana getirmek, halkı askerlikten soğutmak ve sosyal realizmin Rusya’dan mı ya da
Fransa’dan mı ele alındığı konusunda net bir karar çıkmamıştır486.
3.4.4. Siyah Kalem Grubu
Siyah Kalem Grubu, ilk sergilerini 1961 yılında Ankara’da Türk-Amerikan
Kültür Derneğinde açmalarıyla sanat hayatına başlamıştır. “Siyah Kalem” ismi Cemal
Bingöl tarafından konulmuştur. Cemal Bingöl, İsmail Altınok, Selma Arel, Lütfü
Günay, İhsan Kemal Karaburçak, Asuman Kılıç, Ayşe Sılay ve Solmaz Tusaç bu
grubun üyeleridir. Grup, 1961’de Avusturya’da sergi açmış ve bu sergi ile Avrupa’da
tanınmıştır. 1965 yılında dağılan grup üyelerinin ortak noktası bulunmamaktadır. Cemal
Bingöl’ün Helikon Derneği’nde düzenlediği atölye çalışmaları, grubun bir arada
kalmalarına sebep olmuştur487. Ortak bir amaç ve sanat görüşü olmaktan ziyade Cemal
Bingöl’ün atölyesinde kurulup 1965 yılında dağılan Siyah Kalem Grubu, net bir resim
karakteri oturtulmadan dağılmıştır488.
3.4.5. Mavi Grup
1960’lı yıllarda Türk resminde Mavi Grup ismiyle yeni bir grup ortaya çıkar.
Üyleri Adnan Çoker, Sarkis, Tülay Tura, Devrim Erbil ve Altan Gürman’dır. Gruba
duyulan yoğun ilgiden dolayı Özdemir Altan, Ömer Uluç, Erol Akyavaş, Fethi Arda ve
Burhan Uygur sanat grubuna dâhil olmuşlardır489. 1963 yılında “Mavi Grup” adı altında
figüratif resme, foto-realist ve kavramsal sanata yönelen bir sanat grubu ortaya çıkar.
Amaçları soyut resme yeni bir hamle yaparak kavramsal bir sanat etkinliğiyle özgün bir
sanat ortamı yaratmaktır. Mavi rengin grup ismi olarak belirlenmesinde 1950 yılından
beridir bu renk üzerinde birçok spekülasyonlar yapıldığı için alınmış olma ihtimali
yüksektir. 1960 yılından önce “Mavi dergisi” ismiyle süreli bir yayın çıkartılan sanat
ortamında ve hemen akabinde bu grubun ismini yine bu rengin olması çözülemeyen
konular arasında kendine pay edinmiştir. Dergide, Attilla İlhan, Adnan Çoker olmak
üzere Tülây Tura, Altan Gürman ve Sarkis gibi sanatçılar soyut biçem anlayışı hâkim
iken Devrim Erbil de grafik yanı ağır basan resimler yapmıştır. Tülây Tura, Mavi
Işık, a.g.t., s.82-83.
Gören, a.g.e., s.143.
488
a.g.e., S.23.
489
Başkan, a.g.e. 1991, s.2.
486
487
127
Grup’taki soyut resim çalışmaları yaptığı, 1970 ve 1980’lere doğru bu çizgiden
sıyrılarak figüratif çalışmalara yönelmiştir490. Fatma Doğan yüksek lisans tezinde bu
grup hakkında şunları yazmaktadır:
“1963’de “Mavi Grup” adı verilen ve Devrim Erbil öncülüğünde kurulan
grup, daha sonra figüratif, foto realistik ve kavramsal sanat gibi çeşitli
eğilimlere yönelen sanatçılar, soyut sanatta örnekler vermişlerdir.
Grubun isminin “Mavi” renk olması, 1950’lerden itibaren pek çok
spekülasyonun olmasıdır”491.
3.4.6. Akatünvel Sanat Topluluğu
Akatünvel Sanat Topluluğu492, 1967 yılında “sanatla teşhis ve tedavi yöntemi”
üzerinde çalışmalar yapan Süleyman Velioğlu, Tangül Akakıncı, Tamer Akakıncı,
Jülide Atılmaz, Nafi Çil, Belma Artut, Aynur Okay ve Ulu Sungur tarafından
kurulmuştur. Sanat tarihi açısından düşünsel bir yapılanma ile oluşturulmuş olan
topluluk, öz ve özgün olmak için bireysel sanata bir tepki olarak doğmuştur493.
Akatünvel kelimesi, anlam olarak bir şey ifade etmediği, sanatçıların isimsoyisimleri hecelenerek oluşturulmuştur494. 1960’lı yıllarda Türk sanatının Liberalleşme
politikası ile bireyselleşmeye gidildiği bir dönemde, düşünsel hareketle gruplaşmaya
gitmiştir. Bu açıdan bireysel anlayışa karşı ilk tepkidir495. Ölüm gerçeği karşısında
ölümsüzlüğü seçen topluluk, bu görüşlerini estetik dille sezgi yoluyla eserlerine
yansıtırlar496. Topluluğun kendine özgü plastik dilleri ve yöntemi vardır. Bu dilin
temelinde sezgi, heterojen dünya ve dünya varlığı içerisinde mikrokozmik alanı
Tansuğ, a.g.e., s.95.
Fatma Doğan, Batı Anlayışı Doğrultusunda Türk Resmi, Restorasyon ve Gerekliliği (Yüksek Lisans
Tezi), İstanbul: Yeni Yüzyıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s.52.
492
Konu ile detaylı bilgi için bakınız, Salih Gezen, Doğan Yavaş, “Bir Ontolojik-Estetik Yaklaşım
Örneği: Akatünvel Sanat Topluluğu”, Akra Kültür Sanat Dergisi, Cilt 8, Sayı 18, 2019, s.99-126.
493
Zeynep Rona, Neclâ Arslan, “Akatünvel Grubu”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, 1. Cilt, 1. Baskı,
İstanbul: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 1997, s.40-41.
494
Özlem Tarzan, Yeni Dışavurumcu Tavrı Oluşturan Sanatçı Kimliği ve Yapıtlarındaki Psiko-Sembolik
Öğeler (Yüksek Lisans Tezi), İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, 2010, s.7
495
Nurhayat Güneş, Resim sanatında Kolâj, Asamblaj ve Türk Resmine Yansımaları (Yüksek Lisans
Tezi), Edirne, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s.98.
496
Abdülkadir Günyaz, “Akatünvel Sanat Topluluğu: Velioğlu, Akakıncı’lar, Çil, Zeyrek ve Sungu
Resmi”, Sanat Çevresi Dergisi, Sayı 136, 1990, s.52.
490
491
128
belirleyen denge olarak ifade etmek gerekir497. Plastik dilleri, 4 başlık altında üretim
yaptıkları ve bu başlıklar, “arkaik-soyut biçim”, “taş dokusu”, “nötr renk” ve “dinginlik
ve sadelik” olarak sıralanmaktadır498.
“Arkaik-soyut biçim”de figürler, zaman-mekân ikileminde bağımsız olarak
soyutlandığı, biçimsel olarak kirlenilmemiş arkaik bir biçim verilerek, seyirciye
düşünme fırsatı vermeyi amaçlamıştır. “Taş dokusu”da figürler, ontolojik varlık
katmanlarından oluşturulduğu, ölüm korkusu yaşayan insan ile ölüme karşı
ölümsüzlüğü dengelemek amacıyla sert, korkusuz ve kişiliği olmayan bir anlayış tercih
edilmiştir. “Nötr renk”te ise istenilen ve amaçlanan asıl düşünceyi vermek, figür-izleyici
arasında bağ kurulmasıdır. Üretimlerinde nötr rengin tercih edilmesi ölümsüzlük
karşısında öze gitmek anlamı da çıkarılabilir.
“Dinginlik ve sadelik” kavramında
figürlerde mesajlar sezgi yoluyla verilmek istenilmiştir. Bu açıdan insan kavramını,
bütünsellikten sıyrıldığı bir dinginlikle ve parçalanmış-çökmüş tinsel varlık katmanına
sadelik ile yaklaşarak üretim yapmışlardır499.
Akatünvel Sanat Topluluğu’nun eserlerini “Lirik Soyutlamacılar” başlığı altında
biçimsel özellikleriyle ele alan Nurullah Berk-Adnan Turanî, bu sınıflandırmayı
topluluğun iç dünyası yaklaşımlarıyla yapılandırmışlardır. Bu anlayışa göre sanatçının,
iç dünyasındaki imgelem ve coşkusu, bilincine de yansımaktadır500. Oysa topluluğun
eserleri incelendiği zaman sadece biçim yönüyle yaklaşıldığı ve felsefe temelli bir
yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. Bu biçimci yaklaşımın doğurduğu bir başka tartışma
konusu ise Burhan Uygur-Akatünvel Sanat Topluluğu’nun karşılaştırılarak benzer
yönde ilerledikleri ya da yakın özellikler taşıdıkları düşüncesidir. Bu düşünceye göre
Uygur’un figüratif eğilimli yeni-dışavurumcu501 yapıtlarıyla biçimsel ve plastik yapısal
bir takım benzerlikler görülürken, topluluğun figüre yükledikleri ontik varlık olma
statüsü, anlam-biçim ilişkisi yönünden farklılıklar olduğunu göstermektedir.
497
Ersoy, a.g.e., s.78.
Selvi Molva, “Akatünvel Sanat Grubunun Avrupa Sergileri”, Ege Mimarlık Dergisi, Cilt 4, Sayı 32,
1999, s.44.
499
Sevgi Oktay, “Hocam Prof. Dr. Süleyman Velioğlu’nun Yaşamı ve Sanat Felsefesi (1 Mart 1927 – 30
Eylül 2001)”, İ.Ü. F.N.H.Y.O. Hemşirelik Dergisi, Cilt 12, Sayı 47, 2001, s.117.
500
Berk, Turanî, a.g.e., s.179.
501
a.g.e., s.191.
498
129
Topluluğun biçimsel özellikleri nedeniyle yakın bulunduğu bir başka sanat akımı
ise Art Brut’tür. Art Brut Akımı502 ve akımın kurucusu olan Jean Dubuffet’yin eserleri
incelendiğinde Akatünvel Sanat Topluluğu’nun insana yaklaşım felsefesi ve ontik-yapıt
anlayışının anlaşılmadığı gerçeği önemle üzerinde durulması gereken bir konudur.
Benzer biçimsel özellikler üzerinden gerçekleştirilecek bir benzetmenin503 yanısıra
farklılıklara dikkat çekmenin önemli bir yolunu sunmalıdır. Plastik sanat kültüründe batı
yönlü bir sanat ortamında, Akatünvel Sanat Topluluğu’nun, sanatta ekol yaratılması ve
özgün bir plastik üretimle sanat tarihinde pek bilinmeyen bir grup olsa da ilkelerinden
vazgeçmemeleri üstünde durulması gereken bir konudur504.
Akatünvel Sanat Topluluğu, Türkiye’de halen tanınmayan ve kurulduğu
yıllardan beri garipsenen bir hareket olma özelliğini taşımaktadır. Her ne kadar ortak bir
çalışma alanı yaratılmışsa da Süleyman Velioğlu’nun 2001’de ölümünün, grup
söylemini yavaşlattığı söylenebilir. Grubun yaygın olarak bilinmemesindeki bir diğer
etken ise felsefeye dayalı bir sanat anlayışını savunmasıdır. Savunulan dünya görüşü
nedeniyle sanatsal kaygıların geri plana atıldığının düşünülmesi, grubun çok yakından
tanınmadığının göstergesidir. Ayrıca, kurulduğu dönemin bireyselleşen sanatını da göz
önüne alırsak grubun ilgi görmeyişinin nedenlerini daha iyi anlayabiliriz.
Türk resim tarihinde kendi sanat amaçlarını bildiri yazarak sunan tek grup
kuşkusuz
Akatünvel
Sanat
Topluluğu’dur.
Akatünvel,
1960-1970’li
yılların
bireyselleşen sanat dönüşümleri göz önüne alınarak oluşturulan grup olma tutkusu,
ortak bir fikir ile bireyleşen, parçalanan sanat camiasına bir tepkidir. Süleyman
Velioğlu’nun sisteme oturmuş felsefi tutumu ile oluşturulan 2000 yılındaki manifestoda
da bunu görmekteyiz. Yani aslında oluşturdukları bu manifesto ve bildirilerde, sanat
düşünceleri her zaman net bir felsefe ile temellendirilmiştir. Açtıkları her sergide yeni
bir bildiri yani her zaman üstüne yeni bir şeyler ekleyip geliştirmişlerdir. Öyle ki 1990
yılında açtıkları 2. sergi ve 2000 yılında açtıkları 3. sergide bu bildiri geleneği devam
etmiştir. Batılı sanat anlayışlarına son derece karşı durmuşlardır. Keza Doğu’nun sanat
olaylarına da bu nedenle yaklaşmışlardır. Akatünvel sanatçılarının bildirilerinde açık bir
Başak Kamacı, Süleyman Velioğlu Ve Akatünvel Sanat Topluluğu Bağlamında Psikiyatri Ve Sanat
İlişkisi (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2004, s.92.
503
a.g.t., s.40
504
İsmail Tunalı, “ “Akatüvel Sanat Topluluğu” Resim Sergisi”, Sanat Çevresi Dergisi, Sayı 136, 1990,
s.46.
502
130
şekilde bahsettikleri “Çağdaş İnsan” kavramının, günümüz postmodern çözümlemeleri
açısından da ilgi odağı olan özne kavramıyla yakından ilişkisi kurulabilmektedir.
Özellikle insan kavramını, çevre ilişkileri açısından sosyal-kültürel bir varlık hâlinde
inceleyen
Akatünvel,
ölüme
karşı
insanın
ölümsüzlüğüne
kendilerini
koşullandırmışlardır. Ölüme karşı dirençli olmamanın sebeplerini yine insan olgusunun
çevresi ve kültürel etmenlerdeki tutarsızlıklarda arayan topluluk, ölümsüzlüğü
kazandırmak için, insanı bunlardan soyutladıkları bir figür anlayışını benimsemişlerdir.
Yapılan her iş ya da oluşumun, insanın ölümlü bir varlık olduğu kanıtını yok
etmeyeceğini, ama yaratarak, özgün bir şeyler üreterek ölümsüz olunabileceğini
kuvvetle savunmuşladır505. Sanatçılar, bireyselleşen toplum sanatında ortak kavramlarilkeler etrafında, sanat eserlerini dört küme etrafında açıklamışlardır. Her konuşma ve
sohbetlerinde sıkça dile getirdikleri arkaik ve soyut biçim, dinginlik, sadelik, nötr
renkler ve taş dokusu plastik dillerinin ne kadar sağlam ilkeye oturduğunun kanıtıdır.
Düşüncelerini tinsel-psişik ve patolojik bağlamda görselleştirdikleri, zaman-mekân
sınırlandırmasını kaldırdıkları idea-plastik bir dünya yaratmışlardır. Bildirgelerinde
karşı oldukları Batılı sanat anlayışına, 1960-1980 sanat ortamındaki kültürel
değişimlerle gelen figür anlayışı da hız kazandırmıştır. 1980’lerden sonra kısmi olarak
da Avrupa’nın yeni-figürasyon ve yeni-dışavurumculuk sanatı ile uyuşan birtakım
konular da söz konusu olmuştur. Görülen benzerlikler, ölüm-yaşam paradoksu
içerisindeki özneden kaynaklı stres, kaygı, korku, yabancılaşma ve inanç yitimi gibi
konulardaki ortak çağdaş oluşumlardır506. Çağdaş insan ontolojilerinde yatan şimdi ve
buradaki insan kavramı beraberinde bilimsel etmenlerin takip edildiği tinsel bozukluk,
insan kavramı ile düşünsel biçimde hareket etmeleri nedeniyle düşünce yapılarının ne
yönde ilerlediğini görmemiz açısından önemlidir507.
3.4.7. 1970’lere Dogru “FİGÜRATİF” Arayışlar
1950 yılının soyut resminin önemsendiği yıllarda bile insan figürü çok
kullanılmıştır. Soyut resim 1950-60 yılları arasında Türkiye’de dönemin modası haline
gelmiştir. 1960 yılından sonra soyut resim etkileri azalmış ve bu tarihten sonra figüratif
Mümtaz Sağlam, Retrospektif Güven Zeyrek 1957-2007, 1. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2007, s.48.
506
a.g.e., s.49.
507
a.g.e., s.50
505
131
çalışmalar hâkim olmuştur. Her ne kadar çağdaş resmin Batı etkili olduğunu söylesek de
konu olarak yine Anadolu insanının yaşamı, adetleri ve gelenekleri işlendiğini de
unutmamak gerekir508. Cumhuriyet dönemi sanatının 25 yıllık sürecinde batılı bir
zihniyetin resim anlayışı hâkim iken 1950 sonrası soyut ve yerel bir anlayış tercih
edilmiştir. Bedri Rahmi Eyüboğlu ile figüre yönelme söz konusu olmuşsa da
akademideki öğrencileri daha bilinçli olarak bu geleneği sürdürecekler. 1960 yıllarında
soyut-figüratif ikileminde tartışan sanatçıların, soyut resmin daha ön plana çıkmasına
mani olmamışsa da 1970’lerde ise soyut sanatın giderek yerini kaybedip figüre yönelen
bir arayışa gireceklerdir. Neşet Günal, Turan Erol, Nuri İyem, Cihat Burak, Orhan
Peker, Nedim Günsur, Neşe Erdok, Alaettin Aksoy, Cihat Aral, Mehmet Güleryüz,
Komet, Burhan Uygur, Utku Varlık gibi sanatçılar figüratif resim arayışında olan
sanatçılardandır509.
508
509
Ersoy, a.g.e., s.80.
Eroğlu, a.g.e., s.117.
132
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. SANAT KURUMLARI:
GALERİLER, ELEŞTİRİ KURUMLARI, BANKALAR
4. 1. DÖNÜŞÜMÜN BELİRLEYİCİSİ KURUMLAR: GALERİLER
Galeri’nin510 kelime anlamı, “Sanat eserlerinin konulduğu ya da sergilendiği
salon” olarak açıklanır511. Başka dillerdeki yazılış olarak ele alacak olursak, Fransızca
“galerie”, İngilizce “gallery” ve Almanca “galerie” sözcüklerinden türetilerek
günümüze gelmiştir. 1950’lerde sanat üretiminin artmasına ve sanat piyasasının
oluşumuna bağlı olarak, sanatçıyı tanıtacak, ürünlerini sergilettirecek ve güvenilir
koleksiyon bilincinin oluşmasını sağlayan, alım-satım konusunda öncelikli hedefi
“sanat pazarlığı” olan kurumlardır. 1939 yılında ilk galerilere rastlanılan Türkiye sanat
ortamı, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Bursa gibi şehirlerde “Devlet Güzel Sanatlar
Galerileri” resmî olarak açılan devlet destekli galerilerdir. Bu galerilerin açılmasındaki
ana amaç, kişiselleşen sanat gündeminin sergilerinin sergilenmesi ve devletin şahsi özel
koleksiyonlarını sergilemektir. Bu galerilerin çoğu da bilinçli bir galeri kültürü ile
yapılmadığı ve asıl amaç sergi indeksli bir amaçtır. Bu tarihlerden sonra görülecek
sergiler ise yavaş yavaş bilinçlenmeye başlandığı ve “meslek” olarak kurulacak
kurumların ilkini bu galerilerden sonra sanatımızda hâkim olacaktır. Türkiye’de “ilk
özel sanat galerisi” sahibi olarak nitelendirebileceğimiz kişi İsmail Hakkı Oygar’dır.
1947-48 tarihlerinde İstanbul Beyoğlu’da açtığı galeri, bilinçli bir meslekî nitelikli
ünvan olarak görmek gerekmektedir. Her ne kadar bilinçli galeri olgusunu kullanılsa da
Türkiye sanat ortamını göz önüne alarak betimlemek gerekmektedir. Oysa tam
anlamıyla galerileşme bilinci oturtulamadığı için Türkiye’deki sanatseverlerin talepleri
doğrultusunda oluşturulan bu kurumlar çok da sanat yaşamlarını sürdüremediği apaçık
ortadadır. Sanatın Türkiye ortamı bu kurumlara gerekli ekonomik yatırımların
yapmadığı ve şahsi olarak da yetersiz kaldıkları görülür. İsmail Hakkı Oygar’ın galerisi
de bu ortama bir sene gibi küçük bir zaman diliminde açık olmayı başarmıştır. 1948
yılında kapanan galeri, galerileşme adına ilk hamle olan “özel galeri” statüsünde,
kendinden sonra oluşacak sanat kurumlarına ön ayak olmuştur. Dönemin Uluslararası
Galeriler ile ilgili ayrıntılı bilgi Bakınız:
http://www.e-skop.com/skopbulten/sanat-galerisinin-sonu/3477 (Erişim Tarihi: 16.10.18)
511
https://www.arkhesanat.com/sanat-terimleri-sozlugu/ (Erişim Tarihi: 16.10.18)
510
133
galericilik anlayışına uygun olarak “ilk bilinçli galeri” ise Adalet Cimcoz tarafından
1951 yılında İstanbul’da açılan Maya Sanat Galerisi’dir. Sanatçıların yanı sıra şair ve
edebiyatçıların buluşup sohbet ettiği, bir nevî “Enstitü” olarak görev yapan Maya,
ülkemiz galerileşme adına önemli bir kurumdur. Yine bu dönemlerde Ankara’da ressam
Rasin Arsebük, müzikçi Bülent Arel ve Bülent Ecevit’in çabalarıyla Helikon Sanat
Derneği kurulmuştur. Sanatçıların, müzikçilerin ve edebiyatçıların Ankara’da buluşup
sohbet ettikleri dernek olan ve 1952 yılında bir de galerisi açılmıştır. Maya’dan ayrılan
yönü Derneğe bağlı bir orkestranın kurulmasıdır. 1969 yılında Mêfkure Şerbetçi’nin
İstanbul Beyoğlu’da kurduğu Galeri I’de hem kişisel sergilerin hem de Fransız-Türk
ressamların birlikte düzenledikleri “Karma Sergiler” Türk sanat ortamı için nadir
rastlanan bir gerçekliktir. Galeri I’de sergilenen bu eserler neticesinde araştırılan
belgelere dayanılarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk olduğu söylenebilir. Karma
sergiler bu açıdan burada açılması galeri için önemli bir faaliyet olmuştur. Mêfkure
Şerbetçi’nin 1971 yılında kapattığı Galeri I, aynı tarihlerde Melda Kaptana’nın kendi
ismiyle bir galeri açtığı görülür. İstanbul’da Nişantaşı’nda açtığı galeri, 1976 yılına
kadar önemli sergilere ev sahipliği yapmıştır512.
1950’lerin başında İstanbul’da 8’i Taksim ve Tünel arasında birçok sergi
salonundan bahsedilebilir. Güzel Sanatlar Akademisi, Fransız Konsolosluğu, Amerikan
Haberler Merkezi, Maya Galerisi, Olgunlaşma Enstitüsü Galerisi, Vezneciler’deki
Kuyucu Murat Paşa Medresesi, Gamsız Galerisi, Galatasaray Lisesi Antresi, Tiyatro
Derneği, Sanat Dostları Derneği, Casa d’Italia, Spor Ve Sergi Sarayı, Şehir Galerisi,
Çevre Sanat Derneği, Filarmoni Derneği bu dönemin en önemli sergi mekânlarıdır.
1952 yılında Ankara’da açılan Helikon Sanat Derneği, kurulan ilk soyut sanat
galerisidir ve düzenlediği sergilerle özel galeri kimliği taşımaktadır. DTCF’nin salonu
da sergi için kullanılmıştır. 4 Mayıs 1954 yılında “Yenilerden Yirmisi” adlı sergi,
Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nde soyut sanat sergisi için açılmış olması yine çağdaş
sanat için mekân grubunun oluşturulması açısından önemli bir yerdir. Maya’nın
entelektüel yaşamına katkıda bulunduğu gibi öncü sanat olan soyut sanatın da
sergilerine ev sahipliği yapması bağlamında önemli bir kurum olarak görülmelidir. 30
Neclâ Çakmakoğlu, “Galeri”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, 1. Cilt, 1. Baskı, İstanbul: Yem
Yayınları, 1997, s.640.
512
134
Kasım 1956 yılında İstanbul’da Ertem Galerisi açılmış fakat önemli bir galeri olması
beklenirken 1957 yılında kapanmıştır513.
1950’lerden sonra oluşan bilinçli galerileşme oluşmaya başladıysa da ülkemizde
ilk sanat galerisi, 1910 yılında Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin Cağaloğlu’nda açmış
olduğu resim galerisidir. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin sanat sergilerine ev sahipliği
yapacak bu galeri, 8 Ocak 1911’de çıkarılan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi’nde
galerinin bulunduğu yeri ilan ettiği “Cağaloğlu’nda fırın bitişiğinde-her gün açıktır.
Giriş bir kuruştur. Pazartesi günleri kadınlara mahsustur” diyerek resmî bir gazetede
ilk ilanını vermiştir. Sanatçıların burada sergilenecek olan eserlerin fiyatlarını da
kendileri belirlemiştir. Kurul ise buna müdahil olabilir veya resmin kopya olupolmadığı yine bu kurul tarafından denetlenmiştir. Sergilenecek eser için yarım
metrekareye 5 kuruş, bir metrekareye 7,5 kuruş alınmıştır. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti
tarafından Avrupalı galeriler gibi Tüzük de hazırlanıp belirli bir kural ile yönetilmiştir.
1911 yılında yapılan Balkan Savaşları ve daha sonra 1. Dünya Savaşı’nın çıkması ile
kapanmıştır514.
1950’lere kadar devletin eliyle yürütülen sanat ortamı, bu dönemin ortalarında
yerini özel sektöre bırakmıştır. Devlet, sanat piyasasını denetleme ve hamilik yapma
vazifesini çok partilileşme sürecinin de etkisiyle özel kurum-kuruluşlara bırakmak
zorunda kalmıştır. Bu dönemin sanat ortamını etkileyecek ve sanatın ilerleyebilmesi için
fayda sağlayacak galeriler ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de uzun yıllar galericilik terimi
ile aynı görevi gören resmi kurumların salonları, sergileme açısından etken olmuştur.
1950’lerde gerçek bir galeri olarak kurulan Maya Sanat Galerisi’ne kadar Müstakil
Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği’nin sergilerine ev sahipliği yapan “Dağcılık ve Tenis
Kulübü” bu döneme kadar önemli sergilere ev sahipliği yapmıştır515. “Sanat Galerileri”
teriminin bilinçli bir tarzda yürütüldüğü ilk galerisi olan Maya Sanat Galerisi, açık
kaldığı süre zarfında resim sanatımızda birçok sergiye ev sahipliği yapmıştır. Bu
yıllarda İstanbul Belediyesi’nin öncülüğünde açılacak olan Şehir Galerisi, İrfan
Ertem’in, Melda Kaptana’nın galerileri, Ankara’da Güzel Sanatlar Birliği’nin Güzel
Sanatlar Galerisi bu döneme damga vurmuş önemli sanat olaylarını kendinde
513
Yasa Yaman, a.g.m., s.121-122.
Oğuz Erten, Türk Plastik Sanatlarında İlkler, 1. Baskı, İstanbul: Artam Antik A.Ş. Kültür Yayınları,
2012, s.84.
515
Gören, a.g.e., s.20-23.
514
135
barındırmıştır. 1970’lere doğru Yapı Kredi Bankası, İş Bankası ve Akbank gibi özel
bankalar, birçok farklı şehirdeki şubeleriyle galerileşme yolunda önemli adımlar
atmışlardır. 1973’te kurulan Cumalı Sanat Galerisi ve Artisan, 1975’te Galeri Baraz,
1976’da Maçka Sanat Galerisi ve Vakko Sanat Galerisi, 1978’de Hobi Sanat Galerisi,
1979’da Ümit Yaşar Galerisi kurumsal olarak sanat dünyasına başlamıştır. Bu galeriler,
özel galericiliğin yeni bir ivme kazandığını görmekteyiz. 1980’lere doğru kurulan
galeriler ise uzmanlaşma bilinciyle yapıldığı yıllar olmuştur516.
4.1.1. Türkiye’de Galerileşme Olgusu ve Sanat Galerilerinin Gelişimi
4.1.1.1. Dönüşümün İlk Adımı: Maya
Profesyonel anlamdaki ilk sanat galerisi olan Maya’nın kelime anlamı “dilek”
olan sanat galerisi, Ferdi Tayfur’un kızkardeşi tarafından “Beyoğlu’nda Kallavi Sokak
20/1 numarada” yer alır. İki odalı olan Maya, 1951-55 yıllarında sanat sergilerine ev
sahipliği yapmış Maya, amblemi ise “Anadolu halı ve kilimlerinde görülen uçan geyik
motifi”dir. Ekonomik giderini sergi ve gazete-dergi tanıtımından karşılamaktadır517. İlk
özel sanat galerisi olan Maya Galerisi, sanatı ticaret olarak görmeyen ve sanatın
geliştirme ve koruma-sergileme amacı ile kurumsal hal almıştır518.
Maya, yapmış
olduğu bilinçli galericilikle ilk yenilikçi galerisi olmuştur. Kurulmasından kapanmasına
geçen süre içerisinde, gençlerin üretimlerini tanıtma ve sergileme merakıyla galeri
olgusuna bakılmıştır. Ressamların, yazarların, aydınların bir araya geldiği, sanat ve
kültür olaylarının konuşulduğu, bir çeşit kulüp faaliyeti ile galeriye yaklaşılmıştır519.
Galerinin amacı, genç sanatçıları destekleme ve sanat yapıtlarını sergilemektir.
Galeriyi açan Cimcoz, ticari bir amaçla açmadığını ve sanat ortamı için fayda sağlama
düşüncesindedir. Galeri, masraflarını çıkarmak için %25 komisyon almış ve 1951-55
yılları arasında sanatçıların uğradığı, sohbet ettiği ve düzenli olarak sanatçıların eseriyle
mekânda sergilendiği bir ortam olmuştur. Sait Faik’in, Ahmet Hamdi’nin, Fikret
Adil’in, Abidin Dino’nun, Eren ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, Aliye Berger’in, pek
çok sanatçı, yazar ve şairin buluşmuştur520. Genç kuşak açısından sergileme imkânı
Gören, a.g.e., s.73.
Erten, a.g.e., s.138.
518
Eroğlu, a.g.e., s.114-115.
519
Yahşi Baraz, “Türkiye’de Galericilik ve Sanat Pazarının Gelişmesi”, Antika Kültürü Dergisi, Sayı 1,
1993, s.18.
520
Üstünipek, a.g.t., s.124.
516
517
136
buldukları Maya’da, sanatsal ortamın içine de girmelerini sağlayarak piyasa yaratabilme
şansını da artırmışlardır. Ancak, sanatsal ortamın güzelliği, ekonomik olarak
masrafların karşılanmasına yeterli olmadığı, Adalet Cimcoz’un da sadece aylık kirası
olan 200 lirayı ve elektrik gibi masrafların ödeyebileceği bir gelir için açık kalması için
en büyük nedenidir. Açtığı düzenli sergilere rağmen ekonomik anlamında yetersiz
kalmıştır521. Sanatçılarla oluşturduğu imkânı, ne yazık ki sanat yapıtını alacak kişilerle
bir ortamın gelişmediğinden dolayı kapanmıştır522.
1951-55 yılları arasında açılan Maya Sanat Galerisi’nin 1950’lerin ekonomik
sıkıntılı dönemde açılması adına şanssız bir kurum olmuştur. 1954 yılında kapanma
riskine karşın ‘’kurtarıcı sergi’’ adı altında sanatçılardan destek gördüğü ve sanat hayatı
boyunca birçok sanat dalının sergilendiği güzide bir mekândır. Galerisinde resim,
heykel, seramik (Füreya Koral), fotoğraf (N. İpşiroğlu) ve karikatür sergilerine yer
vermiştir523.
4.1.1.2. Açılan Diğer Özel Sanat Galerileri
1950’lerin başında artan ekonomik refah düzeyi, sanatçıların sergileme
faaliyetlerini etkilemiştir. Bu dönemden sonra Demokrat Parti’nin ülkeyi yönetmesiyle
devlet-sanatçı modeli terk edilerek sanata destek azalmıştır. Bu dönemin özgürleşme
gayesi sonucu sanatçılarda bireysel üretim
yapılmasına zemin hazırlamıştır.
Bireyselleşen sanatçılar, yaptıkları çalışmaları sergileme arzusu ile yeni mekân bulma
telaşına girdikleri ve bu sayede yeni sergi mekânlarının açıldığı görülür. Bu dönemden
sonra sanata ve sanatçıya destek çıkacak kurumların başında “Sanat Galerileri”
gelmektedir. Maya, Helikon, Ertem, Milar gibi özel galeriler, bireyselleşen sanatçıların
sergilerini yapılması açısından sanat tarihimizde önemli yer kaplamaktadır. Bu yerel
galerilerin yanında, bir de yabancı mekânlar döneme damga vurmuştur. 1960’lara doğru
“galerileşme olgusu” bilinçli olarak atılmaya başlanmış ve 1970’lerden sonra “meslek”
olarak sanat camiasına dönüşecektir524.
521
a.g.t., s.125.
a.g.t., s.126.
523
Tansuğ, a.g.e., s.40.
524
Bora Gürdaş, 1960-70 Yılları Arasında Türkiye’de Kültür ve Sanat Ortamı (Yüksek Lisans), Ankara:
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.43.
522
137
Cumhuriyet tarihi sanat olaylarını bilmeden, 1950 ve sonrasını bilmek çok da
mantıklı değildir. 1950 öncesi sanat merkezleri devlet tekelinde bulunan Halkevleri,
galericilik faaliyetleri üstlenen kurumların başında gelir. 1939 yılında açılan “Daimi
Resim-Heykel Satış Galerisi” Cumhuriyet döneminde açılan ilk galerilerindendir. Bu
galerinin resimlerini çoğunu Maarif Bakanlığı ve Bürokrasi’den sorumlu devlet
mercileri alımıştır. Bu dönemde devletin sanat-pazarlama üstünde duyarlılığı ile “devlet
için yapılan resimler, devlet tarafından satın alınmakta” olduğunu görülür. Bu da
devletin sanat-sanatçıya piyasa edinebilme imkânı ve plastik sanatlardaki canlılığı bize
gösteren kanıtıdır. 1946-50’li yıllar UNESCO ve ICOM kültür-sanat ortamında etkili
olarak bilinçli sanat olgusuyla hareket edilen bir dünya söz konusudur. Elbette
Türkiye’deki sanat kurumları ve bilinçlenme-ekonomik yatırımlar bu sayede
gerçekleşmiştir. Açılan bu galerilerden sonra “Cimcoz Ailesi” de yatırım amaçlı
İbrahim Çallı ve Feyhaman Duran’ın resimlerini alarak koleksiyonerliğe başlamıştır. Bu
da bu dönemde özellikle Adalet Cimcoz’un koleksiyonerlik sevdasını tetikleyen ilk
etkili söylemdir. Bu dönemde de artık devlet, kültür-sanat açısından kendini
soyutlamaya başlamış ve yeni özel galerilerin kurulması adına imkân doğmuştur. Bu
sayede Maya Sanat Galerisi, bu olaylardan sonra doğacaktır. İmkân olarak kısa sürse de
işlev olarak sanat piyasası açısından çok önemli bir kurumdur. 1950’lere kadar devlet
desteğinin çok olduğu sanat piyasasında, bu tarihten sonra özellikle Demokrat Parti’nin
başa geçmesiyle son bulacaktır. Bunun ilk yankıları 1952’de İzmir’de Turgut Pura’nın
gayretleriyle “Devlet Galerisi” açılmıştır. Bundan sonraki süreç çok daha aceleci-amatör
olarak yapılsa da 1970’li yıllardan sonra meslek-bilinçli olarak yapılacaktır525.
İstanbul’da Maya’nın faaliyetlerini sürdürdüğü dönemde, Ankara’da bir grup
gencin kurmuş olduğu Helikon Derneği, sanatçıların sergi yapılması adına mekân
açmışlardır. 1950’li yıllarda soyut ve non-figüratif resim ve heykel mekânı olarak
kendini adlandıran Helikon, gelirini ise resim-heykellerden alacağı yüzde yirmi
komisyondan elde etmekteydi. Helikon’un önceliği soyut sanatçıların eserlerini
sergileyebileceği mekân yaratmaktır526.
1950-60 Türkiye sanat ortamında, artan talebe göre sergi mekânlarında da artış
gösterilmiştir. Sergilerin illere göre dağılımına bakıldığı zaman %75 oranla İstanbul
Fatma Doğan, Batı Anlayışı Doğrultusunda Türk Resmi, Restorasyon ve Gerekliliği (Yüksek Lisans),
İstanbul: Yeni Yüzyıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s.112-136.
526
Üstünipek, a.g.y., s.126.
525
138
gelmektedir. Bu da anlaşılıyor ki sanatçıların tercihini çeken uluslararası bu şehirde,
Beyoğlu, sergi mekânlarının sıralandığı ve kültürel etkinlik merkezinin en canlı olduğu
yerdir. Sanatçılar, Beyoğlu’nda Taksim-Tünel hattında yoğunlaşan sergilere sanat
etkinliği açısından, kafeleri, sinemaları, meyhaneleri sanatçı yaşantısı açısından ilgi
çekici olmuştur527.
Özel kurumlar içinde 1940’ların yarısından başlayarak sergilere ev sahipliği
yapan yabancı kültür kurumların başında Fransız Konsolosluğu gelmektedir. Beyoğlu,
Taksim’in girişinde olan mekân, birçok sergiye ev sahipliği yapmıştır. 1952 yılında
Beşiktaş’ta Fethi Karakaş’ın Küçük Galerisi, özel kurum olmasından dolayı önemlidir.
1956 yılında İrfan Ertem’in kurmuş olduğu Ertem Galerisi, İstiklal caddesinde 69/2
adresinde sergilere ev sahipliği yapmış özel bir kurumdur. 1957 yılında Ankara’da
Selçuk Milar’ın kurmuş olduğu Milar Galerisi, dekorasyon ağırlıklı sergilere ev
sahipliği yapmıştır528.
1954 yılında İstanbul Valisi olan Fahrettin Kerim Gökay tarafından İstanbul
Belediyesi Şehir Galerisi, Beyoğlu’da bulunan İpek Sineması’nın üzerinde açılmıştır.
Kurulduğu yıllarda heykel sanatçısı Zerrin Bölükbaşı yönetimine geçmiştir. Maya sanat
galerisinin kapanmasının ardından sanatçıların tercih ettiği Şehir Galerisi, mekân
kurgusu açısından kusurlu olduğu da bilinmektedir529.
1950-60 sanat ortamı açısından galerileri değerlendiren Üstünipek, DP’in
iktidara gelmesiyle devlet-sanat arasındaki bağın kaybolduğunu ifade etmiştir. Bu bağın
kaybolması ile beraber yeni alternatif kurum ve kuruluşları beraberinde getirmiştir.
DP’nin serbest ekonomi hamleleriyle refah seviyesinde ilerlemeye gidildiği ve sanata
olan ilgi-desteğin yine bu refah döneminde hoş karşılayacak özel ilginin oluşmasına
zemin hazırlamıştır. Artan sanatçı sayısına bağlı, sergilerin de çoğaldığı ve sanatçıların
kendini kanıtlamaya gittiği bir dönem olmuştur. Sergilerde oluşan hızlı artışa bağlı
olarak hızlı bir şekilde mekânlaşma açısından da ilk bilinçli özel galeri kurumları
açılmaya başlanmıştır. Sergilerin çoğunluğunun İstanbul ve Ankara’da açıldığı ve ilk
özel galeri olan Maya’nın, Ertem’in ve diğer kurumların oluşmaya başlandığı dönem
olmuştur. Sergilerden geçinmeye çalışan sanatçıların bu dönemde olumlu yanları
olduğu kadar sergilerde tek tablonun bile satılmadığı bir ortamdan bahsedildiği ve Sanat
527
a.g.t., s.127.
a.g.t., s.128.
529
a.g.t., s.128-29.
528
139
Yönetimi açısından meslek edinmenin halen
yaşanmadığı bir sanat ortamı
yaşanmıştır530. Bankaların koleksiyon oluşturmaya başladığı ve uluslararası yarışmalar
ile birlikte Avrupa sanatı hakkında ilginin arttığı, soyut sanatın Türkiye’de etkili olmaya
başlandığı bir dönem olmuştur531.
Vakho Mağazası, 1962 yılında İstiklal Caddesi’nde 125-127 numaralı binalarda
sergi açmış ve sanat ortamına katkı sağlamak için de Vakho Sanat Galerisini kurmuştur.
1954 yılında açılan İstanbul Şehir Galerisi ile 1967 yılında açılan Taksim Sanat
Galerisi, Haşim İşcan tarafından belediyelerce açılmış galerilerdir. Bu dönemin
galerileşme rolünü yerli insanların olduğu kadar yabancı insanların da açmış oldukları
görülür. 1959 yılında Beyoğlu Alyon Sokak’ta daha sonra taşınarak İstiklal Caddesi
394-96 Müeyyet Han’a gelen Türk-Alman Kültür Merkezi, Fransız Konsolosluğu ve
Amerikan Haberler Merkezi sergiler düzenleyen yabancı kurumlardır. Yine Devlet
Güzel Sanatlar Galerileri de bu dönemde açılmaya başlanılacaktır. Sanat dönüşümleri,
1960-70’li yıllarda İstanbul ve Ankara dışında başka merkezlerde görülmeye
başlanacaktır. Kütahya, Bolu, Antalya, İzmir ve Bursa gibi şehirlerde galerilerin
açılması söz konusudur. Beyoğlu'nda bulunan Filarmoni Derneği’de sergilere ev
sahipliği yaptığı, yine Olgunlaşma Enstitüsü, Darüşşafaka Sanat Galerisi, Ankara’da
Milli Kütüphane ve Sanatseverler Derneği de bu dönemin sergilerine ev sahipliği
yapmış yarı-resmi nitelikli mekânlardır532.
1960-70’lerde sanat eserinin sergilenmesinde Özel Sanat Galerileri ev sahipliği
yapmıştır. İstanbul Beyoğlu’da Beker Sokak, no:1 adresinde Mêfkure Şerbetçi’nin
açmış olduğu Galeri 1 mekân düzenlenişi açısından dikkat çekmektedir. 1968’den sonra
önemli sanat eserlerine ev sahipliği yapan Galeri 1 sanat kurumu, Abidin Dino, Kuzgun
Acar, Ömer Uluç Adnan Çoker, Orhan Peker, Turan Erol, Leyla Gamsız ve Selim Turan
gibi sanatçılar sergiletme mekânı olarak kullanmışlardır533.
Üstünipek’in değerlendirmesine göre, 1960-70 yıllar, Türkiye’de sanat
piyasasının kurumsal bir hüviyet kazanması için önemli yıllar olmuştur. Toplum-sanat
arasındaki ilginin arttığı ve sanat üretiminin buna bağlı olarak arttığı bir dönem
olmuştur. Devlet desteğinin tamamıyla azaldığı sanat ortamında, özel kurumlar bu
530
a.g.t., s.137-38.
a.g.t., s.139.
532
Gürdaş, a.g.t., s.44.
533
Gürdaş, a.g.t., s.45.
531
140
görevi üstlenmiş ve çeşitli yarışmalar düzenleyerek sanatçıları desteklemiştir. Banka
kurumlarının galeriler oluşturduğu, eserlerin satın alınıp sergilemeye çalışıldığı ve
uluslararası etkinlikler düzenleyerek Avrupa’nın önemli sanat merkezlerinde yaşamaya
başlayan bir sanat oluşumu söz konusudur534.
4.1.2. Sanat Galerisinin Kültürel Sorumlulukları
Sanat galerilerinin kültürel sorumlulukları açısından düşünüldüğünde 1950-70
sanat ortamı açısından galeriler, sergi ihtiyacını gidermektedir. Özellikle 1970’lere
doğru bu algı değişmiş ve halk-galeri ikilemi açısından eğitici bir okul olarak katkı
sağlamıştır. Yaşlısından gencine kadar her insanın vakit geçirebileceği bu mekânlarda,
sanatçıların da eserlerini tanıttırması ve tanınması açısından önemli kültürel
sorumlulukları olan kurumlar haline gelmiştir535. Sanat galerileri, kültür kurumu olarak
topluma sanatsal gelişim ile ilgili bilgilendirmekle yükümlüdür. Galeride bulunan
eserleri, arşiv oluşturularak kültür yazımı için veriler oluştururlar. Sanatçının eserini,
geleceğe güvenli olarak aktarılmasında rol aldıkları gibi galeride bulunan tüm eserleri
de sistematik dosyalama ile arşiv niteliği kazandırılacak bir düzenleme yaparlar536.
Türkiye’de plastik sanatlara yönelimini yaygınlaştırılarak geliştirilmesi adına,
halkın yine bu yönelimle sanat-toplum arasında bağ kurmasını ve eserlerin değer
yargısını vurgulanmasını sağlaması ana ilkeleri olmuştur. Sanatçıların kendi
görünürlüğünü topluma yansıtmak ve sergiler yaparak, sanatçının maddi anlamda
destek verdikleri gibi sanat dünyasının bireyselleşen ortamına sanatçı-toplum arasında
köprü oluşturulmuştur. Toplumda, sanat zevki geliştirmek amacıyla gerek Türk
sanatçıların gerekse dünyada ün yapmış sanatçıların eserlerinin tanıtımını yaparak ve
sanat ile bağlantısı olan kişileri yetiştirilmesi açısından birtakım çalışmalarla sanatın
refah düzeyini geliştirmiştir. Galeride, insanlara merak duygusunu uyandırmak ve sanattoplum arasında bilgi alışverişini hızlandırmalar yapmak için eğitim modeli rolüne
bünyelerinde görev olarak yaklaşmışlardır. Yetenekli sanatçıların kendini kanıtlaması
Üstünipek, a.g.t., s.154.
1950-70 sanat ortamı açısından galeriler hakkında detaylı bilgi için bakınız, Üstünipek, a.g.t., s.120139.
536
Alper Murat Öz, Sanat Yönetimi Açısından Maya Sanat Galerisi (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul:
İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s.20.
534
535
141
için destek verilmesi ve plastik sanat konularında halkı bilgilendirmek için kurs ve
seminerler düzenlemiştir537.
4.1.3. Sanat Piyasasında Galeriler
Sanat Tarihi açısındam galerilerin pek önemsenmediği oysaki toplumun ilgisine
sunulan bir kurum olarak görmek gerekmektedir538. Sanat piyasası, alıcının eseri
pazarlamasıdır. Sanatın piyasayla para karşılığı, sipariş gibi yollarla sanatçıların
tablolarını aldığını ve bu yolla da sanatçıların maddi konuda rahatlamaları sağlanmış
olacaktır539.
Sanat galerileri, sanatçıya destek verdiği kadar sanatsal üretimin devam etmesi
için maddi konuda destek olduğu, yeni eserleri yapması ve bu eserleri izleyici ile
buluşturması adına kurumsal bir sanat piyasası rolü üstlenmiştir540. 1950-70’lerle
birlikte oluşan sanat piyasası kendini geçindirme üstüne kurulu iken 1970’lerden sonra
ekonomik olarak bakılmıştır541.
Galerilerin, sanat yöneticisi542 olarak sanatçıların eserlerini aldığı, izleyici ile
koleksiyonerlerle buluşmasını sağlayan ve sanat pazarının gelişmesi açısından önemli
bir kurum olmuştur. Sanatı bir açıdan ticarete döktüğü gibi sanatçıların da tanıtılması
açısından sanat ortamına canlılık getirdiği ve galerilerin kazanç elde edebilmesi için
elindeki eserleri satması gerekmektedir543.
Mehmet Üstünipek’in Doktora Tezi’nde özel galeriler ile görüşme sonuçlarını
maddeler halinde yazmıştır. Bu maddeleri yorumlamak gerekirse, Ekim-Haziran arası
yapılan, 5 ile 8 arasında sergi düzenledikleri görülmüştür. Yaz aylarında ise özel
galerilerin karma sergiler yaptığı ve dönemin önemli sanatçılara yer verdiği kadar yeni
sanatçıların kendisini kabul edilebilmesi için sergi iznine yer verdikleri de görülür. Bir
http://www.guzelsanatlar.gov.tr/TR-158803/guzel-sanatlar-galeri-yonetmeligi.html (Erişim Tarihi:
16.05.2019)
538
https://www.e-skop.com/skopdergi/sanat-piyasasi-ve-galerilerin-orgutlenmesi/2602 (Erişim Tarihi:
19.05.2019)
539
Seniha Ünay Selçuk, Evren Selçuk, “Sanat Piyasası ve Sanatçı”, İdil Dergisi, Cilt 6, Sayı 36, 2017,
s.235-36.
540
Öz, a.g.t., s.67.
541
a.g.t., s.68.
542
Detaylı bilgi için bakınız, Aysun Kısaoğulları, “Sanat Yönetimi ve Sanat Yöneticisi”, Ulakbilge, Cilt
1, Sayı 1, 2013.
543
Feyza Ağlargöz, Sevgi Ayşe Öztürk, “Sanat Dünyasının Kültürel Aracıları: Türkiye’deki Sanat
Galerilerinin Profili”, Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Hakemli Dergisi, Sayı 15,
2015, s.28.
537
142
sergi için davetiye, posta, katalog, basın tanıtımı gibi masraflarla boğuştuğu, kimi
galerilerin katalog için destekleyici bulduğu ve bazen da sanatçı tarafından katalog
ücretinin alındığı bir uygulama söz konusudur. Özel galerilerin çoğu, satıştan komisyon
aldığı ve bu şekilde kendi varlığını idame ettiği görülmüştür 544. Galerilerin kendine
özgü müşteri grupları olduğu, koleksiyonerlerin olduğu ve sergi açılırken bunlar
haberdar edilmektedir. Sergide bulunan eserlerin satış işleminin galeri komisyoncusu
tarafından belirlenen bir fiyatlanma söz konusu olduğu gibi galeri ile yakın bir takipte
olan müşterisine pazarlık imkânı da tanımıştır. Elde edilen satıştan komisyon esasına
göre çalışan özel galeriler, %30-50 arası oran almaktadır545. Özel galerilerin
kütüphanesi ve arşivi bulunmaktadır546. Bazı galerilerin sergi masrafı olarak sanatçıdan
eser aldıkları ve bazı galerilerin ise sergilenen eserleri satın aldığı görülür547. Özel
galerilerle gelişen sanat piyasası, sanatçılar için olumlu olmuştur548. Sanat yapıtının
fiyatlandırma konusunda arz-talep üstünde kurulduğu ve sanatçının tanınırlığı,
eserlerinin satılması açısından önemli etkendir. Eserin malzemesi ve boyutunun fiyatını
belirleme konusunda önemli etken olmuştur549.
Özel galeriler dışında banka galerilerin sanat yönetimi açısından önemli
sanatsever ve koleksiyonerlik faaliyetlerini sürdüren kurumlar olmuştur. 1940’lardan
başlayan bankalar 1950 ve 1960’lı yıllara doğru yoğunluk kazanmıştır. Koleksiyon
oluşturma fikrinin banka yöneticilerinden çıkmış ve zamanla birçok banka kültürel bir
program niteliğinde yaklaşmıştır. Bankalar; Devlet Resim ve Heykel Sergisi yoluyla,
sanatçıların atölyelerine ve sergilerine giderek yoğun bir şekilde eserler almıştır. Sanat
piyasasının olmadığı dönemlerde, sanatçılar kendilerinden resim almaları için bankalara
çalışmalarını götürdüğü de olmuştur. Bankaların sanat danışmanlığını yapmış Vedat
Nedim Tör, banka ile sanatçı arasında bağ kurma konusunda başarılı bir kişiliğe
sahiptir. Bankalar, kendi koleksiyonlarına eser alınması konusunda ciddi miktarda bütçe
ayırmıştır. Bu bütçenin sanat ortamı açısından canlılık getirdiği gibi sanatçının
Mehmet Üstünipek, Cumhuriyet’ten Günümüze Türkiye’de Sanat Yapıtı Piyasası (Doktora Tezi),
Ekler, 2. Cilt, İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998, s.91.
545
a.g.t., 2. Cilt, s.92.
546
a.g.t., 2. Cilt, s.93.
547
a.g.t., 2. Cilt, s.94.
548
a.g.t., 2. Cilt, s.95.
549
a.g.t., 2. Cilt, s.98.
544
143
ekonomik sıkıntısının giderilmesi açısından da önemli bir durumdur550. Bankaların
kültür-sanat açısından net bütçe ayırmamış ve koleksiyon için resim alınma kararına
göre miktar belirlenmiştir. Bankalar, sergilerden eser almamış, müzayedelerden ve
galerilerden eser almıştır. Banka kurumları, eseri satın aldıktan sonra özel galeriler gibi
kar elde etme amacıyla satın almadığı ve koleksiyon yapma amacıyla olaya
yaklaşmıştır551. Banka galerisinde açacağı sergi için sanatçılardan mekân, katalog,
davetiye ve her türlü masrafı kendisi sağlamaktadır. Banka galerileri yılda 6-8 arasında
sergi düzenlemiş ve sergiyi uzman kişiler tarafından hazırlanmıştır. Yapı ve Kredi
Bankası dışında diğer banka kurumları komisyon için ücret almamış552, Yapı ve Kredi
Bankası %35 oranında komisyon almıştır553.
1951’de açılan Maya sanat galerisi, 1969 yılında Mefkûre Şerbetçi’nin açmış
olduğu “Galeri 1” ile canlılık kazanmış, mimari açıdan da modern bir yapıdır. Türkiye
sanat ortamında Mefkûre Şerbetçi ile başlayan sergiler, burjuva ailelerinin dikkatini
sanata ve koleksiyonerliğe çevirmiştir. Sanat piyasası açısından canlılık getirdiği
Türkiye sanat ortamında, bu dönemden sonra burjuva sınıfı da etkili bir koleksiyonerlik
sevdası tutması açısından galeri önemli hamle yapmıştır. Şerbetçi, burjuva ve ticarete
döktüğü galeriyi ayakta tutamamıştır. 1970’lerde Türkiye’de galericilik anlamında
canlılık getiren önemli kurumların başında yer almıştır. 1971’de Melda Kaptana’nın
“Kaptana Galerisi” Nişantaşı’nda kurulmuştur. Türkiye’de galericilik anlamında ilk
ciddi resim satışlarını yapan Melda Kaptana, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhan Peker,
Halil
Paşa
ve
önemli
türk
ressamlarının
eserlerinin
sergilenmesi,
satışını
gerçekleştirmesi açısından sanat yönetimi ile kendinden sonraki galerilere örnek
olmuştur. 1000-1500 lira olan resim fiyatları, 1950-70 arasındaki dönemde 1500 liradan
500 liraya kadar indiği bir ortam olmuştur. Bu dönemde en pahalı resimler ise 1000 ve
1500 lira olduğu, bu dönemin sanat ortamında iyi bir pazarlama yaratmak amacı taşıyan
galeriler, resim fiyatlarının indirmiş ve Melda Kaptana da desteklemiştir. Sanat piyasası
açısından 1990’lı yılların, Yahşi Baraz’ın deyimiyle “büyük para getirdiği”, 1950-70
sanat ortamında resim fiyatlarının çok pahalı olmadığı ve gelen galericilerin de
desteklendiği bir dönemdir. Kaptana Galerisi, Türkiye’de ticari bir galeri mantığıyla
550
a.g.t., 2. Cilt, s.126.
a.g.t., 2. Cilt, s.127.
552
a.g.t., 2. Cilt, s.128.
553
a.g.t., 2. Cilt, s.129.
551
144
hareket etmesi bakımından önemli bir kurum olmuştur. 1973’te İstanbul’da Aydın
Cumalı ve Ankara’da Ertan Mesçi, Türkiye sanat yönetimi açısından ilk profesyonel
sanat galerilerinin tohumlarını atmış ve 1970-80’li yıllarda bilinçlenmeye başlayan
galericilik açısından önemli iki kurum olmuştur. Aydın Cumalı’nın açmış olduğu
“Cumalı Galerisi”ni, Moda’da açmış ve Kadıköy burjuvazisine resim satmıştır. Cumalı,
reklam ve ticaret açısından profesyonel bir şekilde hareket etmiştir. “Artisan Galerisi”
ise Ankara’nın sergi mekânlarına ev sahipliği yapması açısından önemli kurum
olmuştur554.
4.1.4. Modern Sanat’tan Çağdaş Sanata Geçiş Yıllarında, Türkiye Sanat
Piyasası
1950’li yılların sanat piyasasında devlet destekli üretimin desteklenmesi, iyice
azalmaktadır. Bu boşluğu dolduracak iki önemli galeri, sanat piyasası açısından geçiş
aşaması olarak görmek gerekir. Bunlardan biri İstanbul’da kurulan Maya Sanat Galerisi
diğeri ise Ankara’da kurulan Helikon Sanat Galerisi’dir. Bu iki galerinin açılmasındaki
etken, devletin imkânları dâhilinde azalan sanat ilgisi ve bireyselleşen üretimdir. İki
galeri de kurumsal-galerileşme açısından temel oluşturulabilecek şekilde Türkiye’deki
sanat ortamına hareket getirmiştir. Özel sektörün sanat ortamında gelişmeye başladığı
bu dönemde, sanat yapıtının bir yatırım nesnesi olarak algılanmasına da yol açmıştır.
Ali Teoman Germaner bu iki galeri hakkında şunları yazarak bir açıdan da dönem içi
sanat piyasasının nasıl bir konumda olduğunu da açıklamaktadır:
“Her iki merkez de en az sayıdaki aydının amatör olanak ve çabalar
ıyla, devlet desteği olmadan kurulmuştur. Bundan sonra çok yavaş bir
gelişmeyle de olsa, devletin bu alanda bıraktığı boşluğun, özel kesim
tarafından doldurulması çabası göze çarpar. Bununla birlikte sağlıklı,
planlanmış, devletin öncülüğünde yaygın ve örgün eğitim kurumlarını
içeren bir kültür ve sanat piyasası konusundaki gelişim 1950 sonrasında
zedelenmiştir”555.
554
Baraz, a.g.m., s.18-19.
Yıldız Öztürk Ötkünç, 1980’li Yıllarda (1980-1990) Türkiye Sanat Ortamının Değerlendirilmesi: Bu
Bağlamda Dönemin, Özellikle Resim Alanında Üretilen İşlere Yansıması (Yüksek Lisans), İstanbul:
İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s. 44.
555
145
1960-70 sanat ortamı, galerileşme açısından geçiş yılları olmuştur. Sanat
galerileri bilinçli olarak açılmış, sanat eserleri sergilenmiş ve koleksiyonerlik popüler
hale getirilip bilinçli-sanat piyasası oluşturulmuştur. İlk akademik düzeyde ilerlemeyi
bu döneme bağlamak gerekir. Bu nedenle yeni galerilerin bu dönemde çıkması tesadüf
değildir. Bu dönemde açılan galeriler, sadece sanat yapıtını alan kurumlar değil, sergi
mekânı olmaları ve devamında sanat dergilerinin katkılarıyla sanat ortamının
temellendirilmesinde
yadsınamayacak
derecede
önemli
roller
üstlenmişlerdir.
1960’ların süreli yayın ve kaynaklarından derlenen sergiler dikkate alındığında 300
sergiden 225’inin kişisel nitelikte olduğu gözlenmiştir. Bu bilgiden yola çıkarak bu
dönemin sergilerinin bireyselleştiği bir sanat piyasası olduğu gözlenmiştir. Kişisel
sergilerin artması, modern sanattan çağdaş sanata geçiş aşaması açısından önemli bir
hamledir. Türkiye’deki sanat piyasasına bakıldığında, sergilerin düzenlendiği şehirlere
bakıldığında konumuz daha verimli olacaktır. İstanbul’da 159 sergi, Ankara’da 121
sergi ile sanat piyasasının en çok canlı olduğu iki şehir göze çarpmaktadır. Bu
dönemden itibaren sergilerde artış olmaya başlandığı ve sergiyi düzenleyen sanat
kurumlarının da bu paralellikte artış halinde olduğunu görmek gerekir. Yine sergilere ev
sahipliği yapan bu kurumların başındaki şehir İstanbul’dur. Bu kurumlar İstanbul Şehir
Galerisi, Türk-Alman, Türk-Amerikan, Türk-Fransız (yabancı kurumlar), Milli
Kütüphane, İstanbul Filarmoni Derneği, Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, Ankara Doğuş
Galerisi, Galeri 1, Modern Galeri, Ak Galeri (özel) dönemin en önemli sanat eserlerinin
sergilendiği mekânlardır556.
1960 Türkiyesi sanat piyasası açısından ilk evrenin yaşandığı daha doğrusu
“hazırlık dönemi” denilen yılların başıdır. Bu dönemde Şehir Galerisi, Taksim Sanat
Galerisi, Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde sergilerin sürekliliği sağlanmıştır. Koç ve
Sabancı Holdinglerinin, sanat yapıtlarını almalarıyla sanatta hareketler yaşanmaya
başlanmıştır. Bu dönemlerde başlayan DYO resim yarışmaları, devam eden yarışma
niteliği taşıması açısından da bir kez daha önemli bir hale gelmiştir. 1960’lı yıllar hem
bankaların hem de özel koleksiyonerlerin almış olduğu sanat eserlerini sergiletmeye
başlamışlardır. Bu dönemde sanatı daha kaliteli olarak yaygınlaştırmak için derneklerin
varlığı söz konusudur. “Güzel Sanatlar Birliği” İstanbul ve Ankara gibi illerde sergilere
556
Gürdaş, a.g.t., s.68.
146
devam etmiştir. Bu dönemin en önemli olayların başında gelen “Türkiye Çağdaş
Ressamlar Cemiyeti”, genç sanatçıları teşvik edici yarışmalar yaparak sanatı popülerkaliteli hale getirmiştir. “Birleşik Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneği”, halk-sanatçı
ilişkisini bütünleştirmek için sanat yapıtlarının fiyatlarını düşürmeye başlamıştır. 1966
yılında ilk sergilerini açan “Türk Plastik Sanatçıları Derneği” sanatı-sanatçıyı koruyan
hamleleriyle önemli bir teşkilat olmuştur. “Türk Seramik Sanatçıları Derneği, Türk
Yüksek Heykeltraşlar Derneği” gibi gruplar yine bu dönemde sanat piyasası açısından
önemli olan kurumlardır. Bunların en büyük amacı ise kendi sanatları doğrultusunda
sanat alanlarını iyileştirmek ve bu alanda çalışacak sanatçılara ekonomik denge
sağlamaktır ki kurulan cemiyet ve derneklerin de bu amaca göre hareket ettiğini
söylemek gerekir. Sanatçı haklarının korunma isteği de bu sosyal dernek-cemiyetlerin
oluşumlarını gerçekleştirmiştir. Bu dönemin sanat gruplarından Yeni Dal, Mavi Grup ve
Soyutçu 7’ler” gibi oluşumlar, dönemin koşullarına karşı, sanatı korumak ve belirli bir
ilkeye koymak için uğraş halinde olmuşlardır. 1970’lere doğru gidildiğinde
Akademi’nin geleneksel sanatı ile çağdaş yenilikçi genç sanatçıların kutuplaştığını,
“soyut mu? Figüratif mi?” tartışmalarının yapıldığı bir süreç olarak genellenebilir. Bu
derneklerin kuruluş amacı dikkate alındığında 1970-80 döneminde,
fiyat dengesinde
pek başarılı oldukları söylenemez. Sırma tezinde, bu dönem ile ilgili şunlara yer
vermiştir:
“1970-80 arasında Türkiye’deki sanat piyasasında; talebe göre fiyatlar
da giderek yükselmiştir. Sanatta talebi belirleyen kesimin özellikleri,
sanat yapıtı piyasasının da niteliği ve niceliğini göstermektedir.
Yoğunlaşan talebin en büyük nedeni, sanat eserinin bir yatırım değerinin
farkına varılmasının yanı sıra; orijinal sanat eserine sahip olmanın
getirdiği prestij ve bunun verdiği haz da itici bir faktördür… Galeriler;
satıştan belli bir komisyon alınması esasına dayanan galericilik
prensibiyle çalışmaya başlamışlardır artık. Böylece sanatın üzerindeki
satış sorumluluğu da göreceli olarak galericiye geçmiş olur”557.
Yıldız Sırma, Türkiye’de Çağdaş Sanat Piyasasında “Alternatif” Oluşumlar: Sanatçı İnisiyatifleri
(Yüksek Lisans), İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010, s.40-43.
557
147
1970’li yılların sanat ortamında, grupların ortak bir amaçtan çok, ortak bir konu
etrafında toplanmıştır. Bu dönemde kurulan birçok grup bulunmaktadır. Bu gruplardan
bazıları şunlardır;
● Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneği,
● Suluboya Ressamlar Grubu,
● Ankara Kadın Ressamlar Derneği,
● Altılar Grubu,
● Görsel Sanatçılar Derneği,
● Türkiye Muharipler Derneği Plastik Sanatlar Kolu,
● Sanat ve Dil Grubu,
● Sanat Tanımı Topluluğu (STT),
● Soyutçu 7’ler Grubu,
● Maltepe Ressamları gibi dernek ve gruplardan bahsedilebilir.
1968 yılında Nejat Eczacıbaşı tarafından kurulan “İstanbul Sanat Festivali” film,
caz blues, tiyatro gibi festivalleri bünyesinde barındırmaktadır. 1973 yılında ismini
değiştirip, “İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı” (İKSV) olarak sanat-kültür yaşamına devam
eden bu kurum, sosyalleşme açısından önemli bir hale gelmiştir558.
1970’li yıllarda, Türk resmi açısından, devlet destekli sanat piyasası yerini tamamen
dönüşüm geçirerek özel sektöre bırakmıştır. Sanat piyasasında; koleksiyonerler,
galeriler, bankalar ve holding sanat merkezleri dönemin sanat üretimini etkileyen en
büyük faktörler olmuştur. Aksanat, Garanti Platform, Yapı Kredi Kazım Taşkent
Galerisi önemli sanat kurumlarını oluşturan bankalardan birkaçıdır. Sabancı ve Koç
Holding en gözde sanat yönlü kurumlardır. Bu özel kurumlar, sanatın gelişmesinde,
yayılmasında ve sanat piyasasının çok yönlü işlev kazanmasında rol oynamışlardır559.
Sanat piyasasını şekillendiren galeriler, sanat yapıtlarının sergilenmesinde, sanat
üretiminin teşviğine ve pazarlamasına katkı sağlamaktadır. Toplumda “sanat algısını
yaratmak” açısından rol üstlenen ve küresel anlamda Türkiye’yi temsil eden galerilerin
önemli olduğu gerçeği söz konusudur. Türkiye’nin ilk galerilerinden birini açan kişi
İsmail Hakkı Oygar’dır. 1945 yılında açtığı galeri, sanat piyasasının şekillenmesi ve
bilinçli bir üretim açısından çok önemlidir. İsmail Hakkı Oygar’ın açtığı galeriden sonra
558
a.g.t., s.45-48.
Mehmet Ali Avcı, Çağdaş Türk Resim Sanatında Kimlik Sorunu (Yüksek Lisans), Ağrı: İbrahim
Çeçen Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.179.
559
148
1950-85 yılları arasında galerilerin açılması ve bilinçli bir sanat piyasası açısından,
galerilerin açılma dönemidir. Galeriler, bu dönemde sırasıyla;
● 1950 yılında Adalet Cimcoz’un Maya Sanat Galerisi;
● 1969-71 yılları arasında Mêfkure Şerbetçi’nin Galerisi;
● 1973 yılında Moda’da açılan kuran Aydın Cumali’nin Aydın Cumali
Galerisi, yine 1973 yılında Ankara’da açılan Ertan Mestçi’nin Artisan
Sanat Galerisi;
● 1975 yılında Kurtuluş’ta açan Yahşi Baraz’ın Baraz Sanat Galerisi;
● 1971-76 yılları arasında Melda Kaptana Galerisi ve bu tarihlerde yine
Fethi Kayaalp’in Nişantaşı’nda açmış olduğu Küçük Galerisi; 1976
yılında Serpil Bozer’in Ankara’da açtığı Evrensel Sanat Galerisi;
Künmat, İrfan Ertem’in Teşvikiye’de açtığı Ertem Sanat Galerisi, Tiglat,
Vakho, Ümit Yaşar Galerileri; 1976 yılında Maçka Sanat;
● 1977 yılında Ferit Edgü’nün Bedri Rahmi Sanat Galerisi;
● 1978 yılında Hobi Sanat Galerisi;
● 1980’de açılan Lebriz Sanat Galerisi,
● 1984 yılında Faruk Sade’nin kurduğu Siyah Beyaz Galerisi, bu yıllarda
Ankara’da Tanbay ve Nev Galerisi;
● 1985 yılında Mine Gülener’in kurduğu Mine Sanat Galerisi ve Nahit
Kabakçı’nın Ramko Sanat Galerisi;
● 1986 yılında Tem Galerisi ve Dağhan Özil’in Ankara’daki Galeri Artist
gibi galeriler, Türkiye’deki sanat piyasası açısından önemli olan
galerilerdendir560.
4.2. ELEŞTİRMENLER VE ELEŞTİRİ KURUMLARI ÖRGÜTÜ: AICA
4.2.1. AICA
UNESCO561, 2. Dünya Savaşı’nın yıkımından kurtulmak için faaliyetlerini şu
başlıklarda toplamıştır:
Işıl Aydemir, Türkiye’li Sanatçıların 1950 Sonrasından Günümüze Bienal ve Fuar Katılım Analizi
(Yüksek Lisans), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2016, s.11.
561
Türkiye, UNESCO’nun kurucu üyeleri arasında yer almaktadır. 16 Kasım 1945 yılında Milli Eğitim
Bakanı olan Hasan Ali Yücel’in kuruluş yasasını imzaladığı ve 4895 sayılı kanun hükmünce 20 Mayıs
1946 tarihinde ülkemizde de yürürlüğe girmiştir. UNESCO’da ülkemizi temsil eden kişiler arasında
Reşat Nuri Güntekin (1946-49), Ahmet Kutsi Tecer (1949-52), Bedrettin Tuncel (1958-66), Erdal İnönü
560
149
● Kalkınma
● Eğitim
● Doğa ve insan bilimleri
● Kültür
● Fikir yayımı
Kültür kategorisi:
● Güzel sanatlar
● Müzeler
● Kitaplıklar
● Telif hakkı
● Ortadoğu ile kültür ilişkileri
● Milletlerarası kültür sözleşmesi
UNESCO562, “Kültür” başlığındaki amacını, uluslararası alanda karşılıklı
anlayış, barışın önemine vurgu yapmak ve bilim-sanat alanında milletleri birbirine
tanıtmak ve yakınlaştırmaktır. UNESCO, bu açıdan “Uluslararası Plastik Sanatlar
Derneği” (AIAP), “Uluslararası Müzeler Derneği” (ICOM) ve “Uluslararası Sanat
Eleştirmenleri Derneği (AICA)”563 gibi oluşumlarla bu görüşe katkı vermeyi
amaçlamıştır. Benim tezimin “AICA” konusu ile ilgili bağlantılı olduğundan, bu
oluşumla ilgili bilgi vereceğim.
1940’ların sanat tarihçileri ve eleştirmenleri, UNESCO bünyesinde 1946 ve
1949 yıllarında iki konferans verilerek AICA’nın temellerini atmışlardır. Çoğu kaynakta
1949 yılında toplanılan ikinci konferansta bu cemiyetin kurulmasından dolayı 1949
tarihini verdiğini ve bazı kaynaklarda ise 1950 olarak geçse de Paris’te kurulmuştur564.
AICA, çağdaş sanat üzerinde yoğunlaşarak bilinçli bir sanat ortamı peşindedir. AICA
(1978-83) ve Talat Halman (1991-95) bulunmaktadır. Detaylı bilgi için bakınız, Zeynep Özaltın, Sanat
Eleştirisi Kültürünün Türkiye’de Gelişimi 1880-1980 (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Yıldız Teknik
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2016, s.58.
562
2. Dünya savaşı sonrasında, ulusların birbirini tanıması ve sanat yoluyla kültürel birikime sahip bir
barış ve sevgi ortamını sağlayacak olan UNESCO, bütün insanlığın düşünüş ve duyuşlarına tercüman
olacaktır. Sanatın artık bilinçli uluslararası düzeye kavuştuğunu ve bunda UNESCO kurumunun etkin rol
almıştır. AICA, AIAP ve ICOM gibi alt kuruluşları sayesinde sanatın desteklendiği, geniş bir yelpazede
rol aldığı ve sınırların sanat yoluyla kalktığı bir kurumdur. Nurullah Berk, “UNESCO ve Sanat”, Kültür
Dünyamız Dergisi, Sayı 26-27, 1956, s.8-9.
563
1950’li yıllar boyunca “Sanat Tenkitçileri Cemiyeti” olarak isimlendirildiği ve 1970’li yıllarda ise
“Sanat Eleştirmenleri Derneği” olarak değiştirildiği görülmektedir. Özaltın, a.g.t., s.61.
564
Özaltın, a.g.yer, s.61.
150
TR565 ise 1953 yılında Nurullah Berk, Suut Kemal Yetkin, Fikret Adil, Yaşar Nabi,
Burhan Toprak, Hüsamettin Bozok, Bülent Ecevit ve Cemal Tollu gibi isimlerle
kurulur. 1953 yılında 4. AICA, Dublin’de toplanmıştır. Kongrede “Figüratif ve NonFigüratif Sanatta Konunun Yeri” ve “Sanatın Yayılması Açısından Sinemanın
Üstlenebileceği Rol” iki konu üzerinde konuşmalar yapılmıştır. Dönemin modası haline
gelmiş olan soyut sanat üzerine de farklı konuşmalar yapıldığı bir kongredir566. AICA,
1953 yılında Dublin’de 4 madde ile toplanmıştır:
● “a. Sanat eserinin, zamanındaki sanat kültürü ile münasebeti
● b. İlim ve sanat arasındaki münasebetler
● c. Sinema vasıtasiyle sanat tenkidi
● d. Bugünün plastik sanatlarında tem ve konu”567.
Toplantıda “Bugünün plastik sanatlarında tem ve konu” başlığında verdikleri
bildiride, topluma hizmet amacıyla sanat yapıtının temelini savunanlar olduğu kadar,
“Sanat için sanat: Öz sanat” savunanların geçerliliğini yitirdiğini, özellikle 2. Dünya
Savaşı ile birlikte “güdümlü sanat” ve “mücerret sanat” ile karşı karşıya kaldıklarının
sonuncuna varılmıştır. 20-26 Temmuz 1953 yılında İrlanda’da toplanan Kongrenin
konusu bu amaçla “Dünün mücerret sanatı ile bugünün mücerret sanatı arasındaki
münasebetler, yakınlıklar” üzerinde olmuştur. Bu tartışmaların sonucunda Kongre,
soyut sanatı, doğu-batı etkilişimleri açısından doğu’da İstanbul’da tartışma kararı
çıkmasının dönemin sanatını anlama ve yorumlama açısından önemli bir hamle
olmuştur. 1953 yılında Dublin kongresine katılan Nurullah Berk ve Suut Kemal
AICA TR’nin kültürlerarası boyutta çağdaş yaratıcılığa hizmet etmek amacıyla görevlerini şu şekilde
açıklamışlardır:
“Sanat eleştirmenliğini bir disiplin olarak geliştirmek ve metodolojisine katkıda bulunmak.
Dernek üyelerinin etik ve profesyonel çıkarlarını korumak ve haklarını savunma konusunda işbirliğine
açık olmak. Teknolojik gelişmelerin sunduğu olanaklar ile küresel diyaloğu önemsemek ve üyeler
arasındaki iletişimi canlı tutmak. Sanat dünyasında var olan görsel sanatlar ve estetik alanındaki
gelişmelere, karşılıklı iletişime ve etkileşime katkıda bulunmak. İfade ve düşünce özgürlüğünü tarafsız
olarak savunmak ve sanatta da bu bağımsızlığın, özgürlüğün kurgulanmasına katkı sağlamak.”
(http://aicaturkey.org/misyon (Erişim Tarihi: 11.05.2019)
566
Nihal Elvan, “İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi Yarışması, Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954
Yapı Kredi Resim Yarışması, İstanbul: YKY, 5 Kasım 2004-8 Ocak 2005, s.8.
567
Yasa Yaman, a.g.m., s.101.
565
151
Yetkin’i, İstanbul ‘da toplanması için önermişlerdir. Yetkin’in ‘’ Doğu sanatının batı
sanatı üzerinde tesiri’’ne ilişkin önerisinden sonra kabul edilmiştir568.
4. AICA’da soyut sanatın geçmişinin araştırıldığı bu kongrede, AICA Tr adına
Türk sanat ortamı hakkında bilgi vermek amacıyla Nurullah Berk ve Suut Kemal Yetkin
bildiri sunmuşlardır. Berk ve Suut Yetkin, Türk sanatının “yerel-ulusal” kavramları
üstünde durdukları ve Batı-Minyatür (Batı-Doğu) arasında kalmış bir ortamdan
bahsetmişlerdir. Kongrenin sonucunda “soyut sanat ve doğu-batı etkileşimi” iki konu
belirginleşmiştir. Türk delegelerinin önerisiyle kongrenin bir sonraki toplantısının
İstanbul’da düzenlenmesi istenmiştir. Bu açıdan “Doğu sanatının Batı sanatı üzerinde
etkinliği” konusunu tartışmak amacıyla İstanbul'da 5. Kongresi’nin yapılmasına karar
verilmiştir569.
Berk’in Varlık Dergisi’nde yazdığı yazısında, beşinci kongresinin İstanbul’da
yapacak olan AICA, Türk sanatı için önemli bir hamledir. Doğu-Batı konusunun
tartışılacak olması açısından yeni nesil için de önemli bir olay olacağının altını çizen
Berk, Dünyaca önemli sanat tarihçilerin ve eleştirmenlerin İstanbul’da yer alması da
Türk sanatının Avrupa’ya tanıtma imkânının doğması açısından çok daha önemli bir rol
oynayacak demiştir. “Sanat tenkidi ve felsefe”, “Plastik sanatta kalite ve üslup”, “Sanat
ve terbiye” ve “Bilim ve sanat arasında münasebetler” gibi birçok konu başlığında
tartışma yapılacağı söylenmiştir570. Berk, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti’nin amaçlarının
sanat eleştirmeni yetiştirmek, sanat ve sanatçıyı korumak, sanat yazarlarını bir araya
toplamak, yazdıkları yayınları dünyaya tanıtmak yıllık raporlarını ve tezlerini sunmak
olarak yorumlamıştır. AICA Tr, kurulmadan önce ülkede sanat eleştirmeni olmadığını
ve Üniversitelerde Sanat Tarihi hocaları bu işi yürütmekteydi. Oysa sanat eleştirmeni ile
sanat tarihi öğretmeni arasında farkın olduğunu bu derneğin yardımıyla aşılmaya
çalışılmıştır. Özellikle bu işi yapan yani günlük gazetelerde gördüklerini eleştiri
formatında yazan “kronikciler” ile sanat ele alındığını söylemiştir. Bu açıdan resmi,
tiyatroyu, sinemayı, müziği, süsleme sanatlarını ve edebiyat konularını da bu kişiler
yazılarında yer verdiğini ama bunların sanat adına kimlik taşımadıklarını söylemiştir.
Milletlerarası çapa yükselen ressamın ve heykeltraşın bu cemiyet ile kendini
568
Yasa Yaman, a.g.m., s.101-103.
Elvan, a.g.m., s.9.
570
Nurullah Berk, “Sanat Tenkitçileri İstanbulda”, Varlık Dergisi, Sayı 410, 1 Eylül 1954, s.5.
569
152
göstermişlerdir. Cemiyetin kurulduğu ortamda571, bazı konuları değiştirmenin çok zor
olduğunu ve bu cemiyetin bunları değiştirdiğini söylemiştir. 1949’dan 1970’li yıllara
kadar cemiyetin toplantılarına katıldığını belirten Berk, ilk toplantısının acemi olduğunu
belirttikten sonra Dublin ve Zürih toplantılarına birlikte katılan Suut Kemal Yetkin’in
Dublin’de İslam sanatını dekoratif olarak nitelendiren Raymond Cogniat’yı ezercesine
susturduğunu söylemiştir. Amaçlarının Türkiye’de gerçek eleştirmenler, sanatçı
olamayan, eleştirmen kıtlığında sanat yazısı yazma zorunluluğu duyan mimar, ressam,
heykeltıraş olmayan yazarlar demek istediğini belirtmiştir. Sanatçı yalnız sanat
yapacağını, yazar da yalnızca yazı yazacağı bir ideal ile konuyu bitirmiştir572.
Suut Kemal Yetkin’in kaleme aldığı “Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Şimdiye Kadar
Ne Yaptı?” adlı yazısında, 1953 yılından 1969 yılına kadar AICA Tr’nin573 yapmış
olduğu faaliyetleri hakkında plastik sanatlarımızın yurtiçi ve yurtdışında tanıtılması
açısından hizmet ettiğinden bahsetmiştir. Çağdaş Avrupa ve Türk sanatları hakkında
konferanslar düzenleyerek tanıtıldığını ve bu kurum ile yakın ilişkiler kurulduğundan
bahsetmiştir. Bunun sonucunda 1954 yılında İstanbul’a gelen bu örgütün 8-17 Eylül
tarihlerinde dünya sanat eleştirmenleri katıldığını belirtmiştir. Kongrede, Türk
üyelerinin çağdaş sanat sorunları üzerine neler düşündüğü Batılı sanat eleştirmenlerine
iletmekle kalmadıklarını, Türk sanatının bütün zenginlikleriyle İstanbul’un tabii
güzellikleri içinde tanıtıldığının vurgulamıştır. Öyleki 1954 yılında yapılan kongrenin
kendinden sonraki yapılacak memleketlere örnek olmuştur. Derneğin, çalışmalarına
milli çizgiyi koruyarak konferanslar verdiklerini, radyodan bile açık oturumlar
düzenlediklerini ve Türkiye’deki sanatseverler için 1965-66 yılı boyunca devam edecek
“Sanat ve Sanatçılar dergisi” çıkartılarak bunu tüm memlekete yaymışlardır. Bunu
takiben AICA Tr’nin Sorbonne’a bağlı “Institut d’Art et d’Archêologie” de Çağdaş Türk
Plastik Sanatları arşivi kurduklarını belirtmiştir. Bu açıdan Türk sanatını merak eden
Nurullah Berk yazısında bu ortam hakkında sözlerine şu şekilde yazarak, aslında cemiyetin ne yapmak
istediğini ve amaçları olan çağdaş sanatın bilinçlendirilmesi ve sanatın eleştirisini yapacak yeni nesil
yetiştirmektir. Bu açıdan sözlerine “Bir toplum ki plastik sanatta emekler, bir toplum ki dünya sanatına
sokabileceği ressamı, heykeltıraşı yetiştirememiş, bir toplum ki sanat eleştiricisinden, sanat eleştiriciliği
ve yazarlığını, meslek edinmiş uzmanlardan yoksun ve nihayet, bir toplum ki kör geleneklerin devamıyla
“suret” ve “tasvir”den hazzetmez. Böyle bir toplumda Sanat Tenkitçileri Cemiyeti kurup yaşatmanın
zorluğunu, mucizesini düşünüyor musunuz?” Nurullah Berk, “Sanat Tenkitçileri Cemiyeti”, Sanat
Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi Yayınları, 1969.
572
Berk, a.g.m. 1969.
573
AICA TR’nin yönetmeliği ve tüzüğü hakkında bilgi için bakınız,
http://aicaturkey.org/yonetmelik--tuzuk (Erişim Tarihi: 17.03.2019)
571
153
yabancı kişiler, bu arşive başvurduklarını söylemiştir. Dernek, genç sanatçıları ve Türk
resminde iyi bir gelecek için yarışmalar yaptırdıklarını, genç kuşaklara yardım etmek
için çalışmalardan bahsetmiştir574.
AICA Tr’nin plastik sanatlar alanında, yeni görüşleri desteklemek, özgün
sayılabilecek konuyu sınıflandırmak ve sonra değerlendirilmiş olarak Türk toplumuna
sunmaktır. Öncelikli amaçları, yeni nesil olan gençleri doğru hamleler ile yönlendirmek
olan cemiyet, aynı zamanda sanat yapma tutkusu olan insanların bilinçlendirilmesi
sağlamaktır. Adnan turani sanatın575, bilinçli bir kurum olduğunu ve bu kurumun
başında da AICA Tr olduğunu söylemiştir576. AICA Tr, düzenlemiş olduğu 1969
yılındaki yarışmaya 174 sanatçının katılıp ilgi göstermesi, sanatçılardan ve sanatı amaç
edinmiş kurumun güvenilirliğinden kaynaklanmaktadır. Refik Epikman’nın yazmış
olduğu yazısında, yoğun bir titizlikle 62 eser sergileme hakkı kazanmıştır. Kurulun
seçmiş olduğu sanatçılar arasında Ramiz Aydın, Osman Güngör, Mustafa Ayaz, Devrim
Erbil, Mustafa Altıntaş, Alaettin Koçak, Fethi Arda, Cemalettin Çoğulu, Remzi Savaş
ve Oya Katoğlu yer almıştır577.
4.2.2. V. AICA Kongresi
AICA’nın 1953 yılında İrlanda’nın Dublin şehrinde 20-26 Temmuz'da
toplanmıştır. Kongreye Almanya, Amerika, Arjantin, İrlanda, İsviçre, İtalya, Türkiye
gibi 12 ülkenin delegeleri katılmıştır. Türkiye delegesi olarak Nurullah Berk ve Suut
Kemal Yetkin katılmışlardır. Konuşmalar yapan delegeler578, 25’inci gecesi, dünün
Suut Kemal Yetkin, “Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Şimdiye Kadar Ne Yaptı?”, Sanat Tenkitçileri
Cemiyeti Tarafından Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi
Basımevi Yayınları, 1969.
575
“Biz ulus olmanın önemli nedenlerinden birini teşkil eden sanat eserini, sanatçıların gelip geçici
heveslerinden doğan bayağı bir olay olarak kabul etmiyoruz. Bugün İstanbul, Türk İstanbul ise, bunun
nedenini ‘’kubbeler şehri’’ olmasında aramak gerekir. Bu bakımdan Anadolu’nun değerlerini ortaya
koymak için, çiçek verme mevsiminde olanları keşfedip bulmanın gereği açık olarak ortaya çıkmaktadır”.
Adnan Turanî, “Bu Yarışmayı Niçin Düzenledik”, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından Düzenlenen
Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi Yayınları, 1969.
576
Turanî, a.g.m. 1969.
577
Refik Epikman, “Bu Sergi”, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından Düzenlenen Gençler Arası Resim
Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi Yayınları, 1969.
578
4. AICA toplantısında şu dört konu üzerinde yapılmıştır:
“a) Sanat eserinin, zamanındaki sanat kültürü ile münasebeti.
b) İlim ile sanat arasındaki münasebetler.
c) Sinema vasıtasiyle sanat tenkidi.
574
154
soyut sanatı ile bugünün soyut sanatı arasındaki ilişkiler tartışması üzerine
yoğunlaşmıştır. Fransız delege Raymond Cogniat’nın “Arkadaşlar! Yanılıyorsunuz
vaktinizi boşuna kaybediyorsunuz! Dünün soyut dediğimiz sanatı ile bugünün soyut
sanatı arasında hiçbir münasebet yoktur. Geçmişin soyut sanatı süsleyici (dêcoratif) bir
sanattır, bugünün soyut sanatı ise, bir şey söyleyen, anlam taşıyan (significatif) bir
sanattır”579 demesi üzerine tartışmanın şiddetlenmiş, ortaya çıkan çeşitli görüşlerden
dolayı tartışma kapanmak zorunda kalmıştır. V. Kongrenin nerede yapılacağı konusuna
geldiğinde ise Nurullah Berk’in 1954 yılı için İstanbul’u önerdiğini belirten Yetkin, bu
vesile ile hazırlanacak resim sergilerinin, görülecek anıtların sanatta yaratıcılığımızı
dünyaya tanıtılması açısından önemli olacağını söylemiştir. Bu kararlar doğrultusunda
1954 yılında yapılacak Doğu sanatının Batı sanatı üzerine teklifi kabul edilen Yetkin’in
eylül ayının ilk haftasında toplanılması kararı verilmiştir580.
1954 yılında yapılan kongre, Yıldız Sarayı Şale Köşkü’nde 8 Eylül’de açılmıştır
(Görsel 69)581. 8-16 Eylül 1954 tarihlerinde yapılan AICA Kongresi, Güzel Sanatlar
Akademisi’nde oturumlar yapılmıştır. V. AICA kongresine Fransa, Hollanda, Belçika,
ABD, İngiltere, Almanya, İrlanda, İsviçre, Lüksemburg, Yugoslavya ve Türkiye’nin
aralarında bulunduğu toplam 18 ülke katılmıştır. 107 delegenin katıldığı kongreye, Türk
delegeler Nurullah Berk’in başkanlığında, Suut Kemal Yetkin, Celal Esat Arseven,
Burhan Toprak, Haluk Şehsüvaroğlu, Halil Dikmen, Bülent Ecevit, Cemal Tollu ve
Zahir Güvemli olarak AICA Türkiye adına ev sahipliğinde bizi temsil etmişlerdir582.
Güvemli, V. Kongre için 6 konu başlığı altında değerlendirme yapılacağını ve DoğuBatı sanat olaylarının karşılıklı tesirleri üzerinde sınırlandırmaları tavsiyesi vermiştir.
Bu açıdan yıllardır üstünde tartışılan konuyu sonuca bağlaması açısından önemli
olacaktır diyerek jürinin de bu yönde bir çalışma yapması gerektiğini vurgulamıştır.
Doğu-Batı sanat olayları için belirtilen 6 başlık şunlardır;
d) Bugünün plastik sanatlarında tem ve konu.” Suut Kemal Yetkin, “AICA’nın 1954 Yılı Kongresi”,
Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara:
Ankara Üniversitesi Basımevi Yayınları, 1969.
579
Suut Kemal Yetkin, “AICA’nın 1954 Yılı Kongresi”, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından
Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi Yayınları,
1969.
580
Yetkim, a.g.m., 1969.
581
Özaltın, a.g.t., s.62.
582
Ayşe Hande Orhan, Türkiye’de Resim ve Çoksesli Müzik Alanlarında Geleneksel Kaynaklara
Yönelimler (Doktora Tezi), Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.310.
155
“1-Batı ve Doğu
2-Sanat tenkidi ve felsefe
3-Plastik sanatlarda kalite ve stil
4-Sanat ve terbiye
5-İlim ve sanat arasındaki münasebet.
6-Sanat yayınları ve çağdaş sanat arşivlerinin kırılması”583.
8 Eylül 1954’te Akşam Gazetesi’nde Şale Köşkü’nde açılan kongrenin, açılış
konuşmasını Hariciye Vekili Fuat Köprülü yapmıştır. Saat 10.30’da başlayan kongreye
İstanbul Valisi, Belediye Başkanı, Üniversite rektör, dekan, profesörlerin katıldığı açılış
konuşmasını AICA adına konuşma yapan kişi ise Cemiyetin Başkanı olan Paul Fierens,
ardından Türk delegeleri adına Nurullah Berk yapmıştır. Berk, İstanbul’da toplanılan bu
kongrenin Türk sanatı açısından önemine vurgu yapmıştır. Ardından Fuat Köprülü ise
İstanbul’a gelen tüm delegeleri selamladığını ve Türk-İslam sanatı hakkında yorumlarda
bulunmuştur. Köprülü konuşmasının sonunda V. Milletlerarası Sanat Münekkitleri
(AICA) Kongresini açmıştır584.
Kongrede ilk gün üstünde durulan konu Zahir Güvemli’nin de yazdığı gibi
“Doğu-Batı İlişkileri”585 olmuştur586. V. Beynelmilel Sanat Tenkidçileri Kongresi’nin
(günümüzde Uluslararası Sanat Eleştirmenleri) ilk gününde (Görsel 70) “Doğu ve Batı
Sanatları” konusunda Celal Esad Arseven587, Nurullah Berk588, Otto Benesch, F. Henry,
Zahir Güvemli, “Ayın Sergileri”, Varlık Dergisi, Sayı 405, 1 Nisan 1954, s.23.
Anonim, “Milletlerarası Sanat Münekkitleri Kongresi”, Akşam Gazetesi, 9 Eylül 1954, s.5.
585
Soyut sanatın geçmişinin araştırıldığı bu kongre, Doğu-Batı açısından kavramsal olarak konunun
pekiştirilmesi sağlanmıştır. Özellikle AICA Tr adına konuşma yapacak olan Nurullah Berk ve Suut
Kemal Yetkin’in Türk sanat ortamı açısından genel bir soyut anlamlı meseler ile Türk sanatına etkisi gibi
problemler de eleştirel olarak çözüme kavuşmuştur. Detaylı bilgi için, Elvan, a.g.y., s.9.
586
Orhan, a.g.t., s.311.
587
Kongrenin birinci gününde Celal Esat Arseven, “Türk sanatını başlı başına bir alan olarak görme
zamanının geldiğinden, modern sanatın ilham kaynaklarının – kilimlerin, nakışların, halıların,
minyatürün ve folklor sanatının geniş bir şekil, renk ve plastik kombinezon repertuarı – Türkiye’de
bulunduğundan’’ bahsetmiştir. Bu açıdan da ‘’20. Yüzyılın başından beri Avrupa’ya yönelen Türk
gençleri, Arseven’e göre artık geleneklerinin değerini anlayarak kendi ulusal kaynaklarıyla yeni bir
devrin açılmasını sağlıyordu.” Elvan, a.g.m., s.10.
588
Nurullah Berk’in kongrede bildirim yaptığı konu “Modern Türk Resminde Eski Türk Gelenekleri”
adlı sunumunda, Türk resmininin Levni ve Türk minyatürleri, 1900 yılından sonra Türk sanat ortamında
İzlenimcilik, 1933 yılında kurulan d Grubu’nun çağdaş sanat üstüne etkisi olarak Türk resminin kimlik
bulma konusunda kendini sürekli denetlediğinden bahsetmiştir. Kongre için detaylı bilgi için bakınız,
Orhan, a.g.t., s.311.
583
584
156
J. Sweeney, W. Grohmann, Suut Kemal Yetkin, Bülent Ecevit 589, R. Assunto, Argan, L.
Venturi, P. Francastel ve J. Leymarie konuşma yapmışlardır. Türk sanatı hakkında bilgi
veren ise Zahir Güvemli’nin “Modern Türk Resminde Eski Sanatların Akisleri”590
başlığıdır. 13 Eylül 1954’te H. Read “Sanat ve Eğitim”, W. Grohmann “Sanat
Tenkidçisi ve Eğitim”, P. Francastel “Çağdaş Sanat Arşivleri” konusunda Fransa’da;
Argan İtalya’da; Spiteris Yunanistan’da; Fares Mısır’da; Bonoviç Yugoslavya’da olan
sanat etkinlikleri hakkında Kongreye bilgi vermişlerdir. 14 Eylül 1954’te P. Francastel
“İlim ve Sanat Arasındaki Münasebetler” adlı bildiri ile kübizm ve renk ile ilgi çeken
fikirler sunmuştur. G. Habasque’ın “Kübizmin Kaynağı”na dair konuşmasından sonra
Jaffe, Fares, Fleming, Leymarie arasında tartışma açılmış ve Kongre Francastel’in
açıklaması ile kapanmıştır591.
Kongrede
sunulan
bildirilere
bakıldığında;
Françoise
Henri
“İrlanda
Minyatüründe Doğu Unsurları”, Franz Roh “Rembrand’ın Sanatında Doğunun
Etkileri”, S. K. Yetkin “Batı Sanatında Doğunun Etkileri”, Bülent Ecevit “Doğu
Sanatında Ve Modern Sanatta Perspektifin Tahrifi”, Zahir Güvemli “Modern Türk
Resminde Eski Sanatın İzleri”, Nurullah Berk “Bugünkü Türk Resminde Eski Türk
Gelenekleri”, Gideion-Welcker “Modern Sanatta Sembol İfadelerinin Tekamülü”, Will
Grohmann “Klee Ve Kandinsky’nin Eserlerinde Asya, Avrupa”, J.J. Sweeney “Çağdaş
Avrupa Resminde Grafik Elemanlar”, C. Argon, L. Venturi, R. Assunto “Sanat Tenkidi
Ve Felsefe”, Will Grohmann “İlimle Sanatın Münasebetleri”, Pierre Francastel, J.
Leymarie “Sanat Yayınlarının Durumu” ve Pierre Francastel “Çağdaş Sanatın Arşivi”
bu kongrede sunulan bildirilerdir.
AICA, İstanbul’da iken Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Yapı ve Kredi
Bankası’nın düzenlemiş olduğu yarışma sergisinin Spor ve Sergi Sarayı’nda, Sadi
Bülent Ecevit, “Doğu Sanatında ve Modern Sanatta Perspektifin Tahrifi” adlı konuşmasında,
perspektifin Doğu sanatında çok yaygın olduğunu ve Doğu sanatçıları tarafından ustaca kullandıklarını
söylemiştir. Eğer şuan Doğu sanatında perspektif sorununa değinilip kullanılmıyor denilse de bu onların
kültürlerini takip etmediği anlamına gelmelidir demiştir. Her ne kadar Doğu sanatında perspektif,
“dekoratif” olarak algılanıp bu yönde bir hal almışsa da sebeplerini yine Doğu sanatında aramak
gerekiyor diyerek, Doğu sanatının eğilimleri ve perspektif hakkında bilgi vermiştir. Detaylı bilgi için
bakınız, Bülent Ecevit, “Doğu Sanatında ve Modern Sanatta Perspektifin Tahrifi”, Yeditepe Dergisi, Sayı
68, 1954, s.1-3.
590
Zahir Güvemli, ilk gün konuşması yapan Nurullah Berk’e değinerek çağdaş resimde geleneğin
dekoratif üzerindeki etkisinin nedenleri üzerine bilgi vermiştir. Bu açıdan daha önce Soyut ile Dekoratif
konularında karışıklığa giden delegeyi de düzeltmiştir. Detaylı bilgi için bakınız, Orhan, a.g.y., s.311.
591
Anonim, “Tenkidçiler Kongresinde Görüşülen Meseleler”, Cumhuriyet, 20 Eylül 1954 (Sanat
Dünyamız, yıl 16, Sayı 46, YKY, 1992, s.39.)
589
157
Diren’in Moderno’daki sergisi, Cemal Tollu’nun Beyoğlu Fransız Konsolosluğundaki
sergisi devam etmekteydi592. Akademide açılan sergiler “Modern Türk Mimarisi”, “Eski
Türk Eşyaları”, “Eski Türk Halılarının Renkli Resimleri” ve “Modern Türk Resmi ve
Heykeli” gibi isimlerle bölümlere ayrılmıştır. Modern Türk Resmi ve Heykeli başlıklı
sergide593 ise Eren Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabri Berkel, Nurullah Berk,
Hakkı Anlı, Kuzgun Acar, İlhan Koman, Ali Hadi Bara, Adnan Çoker, Nuri İyem,
Cemal Bingöl, Ferruh Başağa, Abdurrahman Öztoprak, Adnan Varınca, Orhan Peker ve
Hakkı Anlı594 eserleriyle birlikte katılmışlardır595.
4.3.
TİCARİ
KURULUŞLARIN
SANAT
PİYASASINDA
VARLIK
GÖSTERMESİ: BANKA GALERİLERİ VE ETKİLERİ
1920’lerin başından günümüze doğru gelişen koleksiyonculuk, özel kurumların
başında “banka koleksiyonu” gelmektedir. 1924 yılında ilk koleksiyon çalışmalarına
başlayan banka İş Bankası’dır. Ardından 1926 yılında Ziraat Bankası, 1930’larda
Merkez Bankası, 1944 yılında Yapı ve Kredi Bankası, 1946 yılında Garanti Bankası,
1948 yılında Akbank ve 1970’lerde ise Türkiye Kalkınma Bankası, koleksiyon
oluşturan ilk Cumhuriyet bankalarıdır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet tekelinde
olan koleksiyon oluşturma fikri, bu alanla ilgili önemli sanat hamleleridir. Koleksiyon,
devlet tekelinin haricinde, bürokrat tekelinden sonra zamanla doktor, mühendis gibi üst
mesleklerdeki sanat meraklılarınca tutku haline gelmiştir. Bu dönem 1923-60 yıllarını
kapsadığı gibi Türkiye’de ilk defa serbest meslek gruplarının koleksiyon yaptığı
dönemdir. 1960’lı yıllara doğru İşadamları ve tüccarlar, koleksiyon yapma meraklarıyla
dönemin popüler hale gelmesinde büyük roller üstlenmişlerdir. 1980’lere doğru ise
bilinçli sanat piyasasının koleksiyonu, bir yatırım aracı olarak görmüşlerdir. 2000’lilere
doğru ise müzayedelerle, birçok koleksiyoncunun ortaya çıktığı, sanatçıların uluslararası
AICA kongresi için hazırlanmış bu sergiler, amaçları ise Türk sanatını tanıttırmaktır.
Modern Türk Resim ve Heykeli sergisine katılan AICA delegelerine göre eserler, 19. yüzyıl sanatının
izlerini taşıdığını söylemişlerdir. Venturi “19. yüzyıl etkisi”, Hans Theodor Flemming “Paris ekolünün
etkisi” ve daha diğer eleştirmenler de aynı etkiye sahip olduğunu belirtmişlerdir. Akademi dışında eser
alınmayan bu sergiye, dönemin eleştirmenleri tarafından modern olunmadığını söylemişlerdir. Elvan,
a.g.e., s.14.
594
Hakkı Anlı, o dönem Paris’te yer almaktaydı.
595
Elvan, a.g.e., s.13.
592
593
158
platformlarda kendini gösterdiği ve yeni meslek olan koleksiyoncu sıfatının en modern
halini Türk sanat ortamında görülmektedir596.
1960’larda başlayan “bankaların galerileşme politikası” sanatçıların sergi
mekânlarının çoğaltması adına önemli olduğu kadar eserlerin satılması ve gelir elde
edilmesi açısından da çok önemli bir hamledir. Türk Ticaret Bankası’nın Galatasaray’da
bir sergi mekânı ayırttığı, Halk Bankası’nın Şişli şubesinde sergi açtığı ve dolayısıyla
1960’ların sanat ortamında bankaların sadece sanat yapıtı satın alamadıkları, sergi
mekânları açtıkları ve devamında da çeşitli sanat dergilerine bile destekleyici oldukları
görülür. Bankaların yapmış olduğu sanat kurumculuğu, yurt dışına gelip-giden
işadamları (özel sektör) sanat yapıtı satın almaya başladığı ve sanata destek verdikleri
görülür. Bu olanağı galerileşme çatısı altında bankalara borçludur597.
Bankalar, Türkiye’de sanat ortamına çeşitli kültürel etkinliklerle koleksiyon
oluşturdukları ve koleksiyonerliğini sergilettirmek için de 1970’lere doğru küresel-sanat
ihtiyaçtan dolayı galeriler açılmıştır. Bu dönemlerde bankaların koleksiyonerlik
faaliyetleri sürdürmeleri ve galerileşme adına gayret göstermesindeki en büyük amaç,
“saygınlık” olarak görmek mümkündür598. Günümüze doğru gelindiğinde bankalar,
gerek sergileme mekânları olsun gerekse banka mekânları açısından kültür-sanat
sergileri düzenleyen birçok banka ve özel kurumlar vardır. İstanbul’da bile 200’e yakın
galeri bulunmaktadır. Bu günümüzde bulunan galeri sayısı, antika ve dekoratif eşyanın
yanı sıra sınırlı da olsa resim satışı yapıldığını da bilmemizde fayda vardır. “Satış
dükkânları” olarak adlandırılan küçük işletmelerde bu yönlü resim satışını yaptığı ve
tamamıyla “sanat tüccarlığı” söylenmesinde sakınca yoktur. Galerilerde resim
tüccarlığı yapmak nicelik açısından bir artışa yol açsa da nitelik açısından yapay
galericilik/bankacılık koleksiyonerliği anlamına gelmektedir. Bu da sanatı ve sanatçıyı
“tüccar kimlikli” bir ekonomiye yönlendiren çok yıpratıcı bir gelişmedir599.
Cumhuriyet döneminde banka kurumları, sanat ve koleksiyonerlik açısından
önemli hamleler yapılmıştır. Bankalar, kültürel ve çağdaşlaşma politikası ile sergilerden
satın aldıkları eserleri, çağdaş sanat ortamı için önemli katkılar yapan kurumlardır. Bu
Oğuz Erten, Özel Koleksiyonlardan Örneklerle Türkiye’de Sanat Koleksiyonculuğu I, 1. Basım,
İstanbul: Galeri Baraz Yayınları, 2017, s.19.
597
Gürdaş, a.g.y., s.44.
598
Çakmakoğlu, a.g.y., s.640.
599
a.g.e., s.641.
596
159
açıdan sanat-sanatçıyı devlet tarafından yeteri kadar desteklenmediği bir ortamda,
bankalar bu işi üstlenerek sanatın gelişmesi ve kültürel faaliyetlerin hızlanması adına
hamleler yapılmıştır600.
1930’lu yıllarda banka kurumları“özel koleksiyon yapma ve sanat eserleri için
bir bütçe açma” temelinde bu süreci ele almıştır. 1923-1946 yılları içerisinde devletin
sanat ve kültüre çok önem verdiğini ve bu yükü devlet tarafından sırtladığı
bilinmektedir. Sülün’ün Doktora Tezi’nde, devlet kurumlarında sergilenen eserlerin
satın alındığı ve teşvik ettiği, bu açıdan da bankaların da şubeleri için eserleri satın
alındığını ve bankaların koleksiyon ile tanıştığını söylemiştir. 1940’larda bankaların
açmış oldukları galeriler ile bankaların sanat ortamı açısından güç kazanmasını
sağlamıştır. Özellikle bu süreçten sonra 1950’lerde devletin sanat ile olan ekonomik ve
teşvik edici bağını kesmesinden dolayı özel sektör güçlenmiş ve böylece bu özel
kurumlar sanatı daha yoğun bir anlayışta ele almışlardır601. 1960’lı yıllarda banka
kurumlarının yapmış oldukları faaliyetleri sanat piyasası açısından önemli hamleler
olarak yorumlamak gerekmektedir. Bankaların, koleksiyonerlik kimliğini geliştirip
yayınlamaları, 1990’lı yıllara tekabül etmektedir. Bankaların koleksiyonerlik602 merakı,
Türkiye’de sanat eserinin kâr ve faiz oranlarıyla paralel olarak 1980’li yıllardan sonra
gelmeye başlandığını ve sanat eserinin bu dönemlerde ekonomi dengeleri içerisinde
anılmaya başlandığını savunmaktadır603.
Akbank, Yapı ve Kredi Bankası, İş Bankası, Merkez Bankası, Şekerbank,
Dışbank, Ziraat Bankası, Garanti Bankası ve Türkiye Kalkınma Bankası, Türk sanatında
koleksiyonerlik açısından önemli özel ticaret kurumlarıdır. Bankaların koleksiyonunda,
Türk sanatçılarının resimleriyle donatıldığı ve özellikle İş Bankası 2800, Akbank 1827,
Yapı ve Kredi 1150 eserle Türkiye sanat ortamında koleksiyonerlik anlamında en büyük
özel koleksiyonuna sahip kurumlar olmuştur. Cumhuriyetin ilk bankaları olan İş
Bankası, koleksiyonculuk girişimi ilk başlatan özel kurumların başında yer alır. Tüm
banka kurumlarında en büyük amacın sanatçılara destek olma fikriyle ilk eserlerinin
toplanmasıdır. 1930’lardan günümüze doğru, bankaların sanat yapıtı biriktirme
Kaya Özsezgin, Yapı Kredi Resim Koleksiyonu: Çağdaşlar, 1. Basım, İstanbul: YKY, 9 Temmuz-15
Ağustos 2004, s.7.
601
Nalan Sülün, a.g.t., s.102.
602
Banka koleksiyonerliği hakkında detaylı bilgi için bakınız, a.g.t., s.101-108.
603
a.g.t., s.101.
600
160
politikası, belli bir tutarlılıkla olmasa da mali duruma ve gelire göre sanat eseri aldıkları
görülmektedir. 1970’lerden sonra gerek koleksiyoner mesleği yürütenler gerekse bu
banka kurumlarının bilinçli adımlarla tablo alım-satım belirli bir statü ile hareket
etmişlerdir. Bu dönemde “resim piyasası” fikrinin de oluşmaya başladığı ve 1980’lere
doğru ise daha fazla sanatçıya destek olarak gördükleri mantığın giderek ekonomik bir
düşüncenin yoğunlaştığı bir döneme girilmiştir. 1990’larda ise bankalar, aldıkları
eserleri kendi banka isimleriyle galeri açtıkları, sergilerin yapıldığı ve sanat yayıncılığıdanışmanlığı yapıldığı bir döneme girilmiştir604.
4.3.1. Akbank Sanat Galerisi
1948 yılında kurulan ve 1954 yılında İstanbul’a taşınan Akbank, 1960-1970’li
yıllarda Ankara’da Kavaklıdere’de hizmet vermeye başlayan sanat galerisi ile önemli
bir kültür-sanat bankası olmuştur605. 1976-1980 yılları arasında Osmanbey’de galeri
açtığı, 1993 yılında Beyoğlu’da “Aksanat” dâhil olmak üzere İstanbul’da 4, Ankara’da
3 ve 16 ilde birer galeri açarak Akbank kültür-sanat dâhilinde önemli bir kurum
olmuştur606. Tarihsel süreçte Akbank, 1948 yılında kurulurken bankacılık, eğitim, kültür
ve sanat alanlarında işlevsel olarak hareket etmiştir. Konunun sınırları içerisinde
anlatılan Akbank, çeşitli sanat galerileri ve sanatçıyı himaye etmesi açısından ele
alınarak incelenmiştir. 1993 yılında Akbank, Parmakkapı şubesinin de bulunduğu
binaya “Aksanat” ismiyle kültür merkezi açtığı, sanat ve kültür politikaları açısından
koleksiyoner bir bankadan ziyade destekleyici bir sanat kurumu olmuştur.1950
yıllarında kültür ve sanat etkinliklerinin yanı sıra reklam ve tanıtım alanlarındaki
çabaları da Türkiye sanat koleksiyonerliği açısından önemli bir hamle olmuştur. 6 Şubat
1970 tarihinde Umum müdürü Ahmet Dallı, kültür sanat dünyasında ün yapmış Vedat
Nedim Tör’ün Akbank bünyesine alınmasıyla birlikte yaklaşmakta olan 25. yıl için de
bir sürü projeler yapmıştır607. Kuruluşunun 30. yılına yaklaşırken 15 Mart 1976 yılında
Nejdet Kalay’ın bir sergisiyle hizmete giren, daha sonraki yıllarda da sanatçıların sergisi
devam etmiştir. Mustafa Aslıer, Hoca Ali Rıza, Hasan Vecih Bereketoğlu gibi
sanatçıların sergisiyle devam eden Akbank Osmanbey Sanat Galerisi, 1977 yılında
https://www.evrensel.net/haber/132161/banka-kasalarindan-sergiye (Erişim Tarihi: 12.05.2019)
Gürdaş, a.g.t., s.43.
606
Çakmakoğlu, a.g.y., s.640.
607
Bakınız Akbank, kuruluşunun 25. Yıldönümü 1973 yılına denk gelmektedir.
604
605
161
çalışmalarıyla
sanat
ortamında
önemli
bir
konuma
yükselmiştir.
Akbank
Osmanbey’deki galerisi 1977 yılında, 1914 Kuşağı üyelerinden Türk resminin önemli
sanatçısı Hikmet Onat’ın ilk ve son kişisel sergisine608 ev sahipliği yapmıştır609. 1977
yılında yapmış olduğu son sergisiyle gözlerini hayata kapatan Hikmet Onat’ın bu
dönemde 3 tane tablosu banka koleksiyonuna dâhil edilmiştir. Bu tablolardan en
önemlisi “Fındıklı Sahili”dir. Bu eser 160x200 cm boyutundadır. Hikmet Onat’ın
tabloları ile başlayan koleksiyonerlik, bu dönemden sonra giderek daha hızlı bir biçimde
önemsenmiştir. Akbank, Medeni Berk’in müdürlüğü ile başlayan koleksiyonerlik ve
sanat çalışmaları, uzun yıllar boyunca Umum Müdürlüğü’nü üstlenen Hamit Belli’nin
çabaları yadsınamayacak derecede önemlidir. Akbank Osmanbey Sanat Galerisi’nde
Zerrin Bölükbaşı, Hakkı Karayiğitoğlu ve Haluk Tezanar heykel sergileri açılmıştır.
Yine bu dönemde “50 örnekle 40 Türk ressamı” adlı bir sergi de açılmıştır. Daha sonra
Kemal Erhan’ın katkılarıyla açılan “Nazmi Ziya ve arkadaşları” sergisinde, 1914
Kuşağı üyelerinden ressamların yanında, Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği
üyelerinden Şeref Akdik ve Hasan Vecih Bereketoğlu gibi ünlü sanatçılar da yer
almıştır. Yıllara göre sanatçılar gruplara ayrıldığında, 1970’li yıllardan 1997 yılına
kadar banka koleksiyonunda;
● 1914 Kuşağı sanatçılardan Hikmet Onat, Feyhaman Duran ve Namık
İsmail;
● Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği’nin üyeleri arasında bulunan
Şeref Akdik;
● D Grubu üyelerinden Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Elif Naci, Cemal
Tollu, Abidin Dino, Zühtü Müridoğlu ve bu gruba sonradan giren Halil
Dikmen, Eşref Üren ve Bedri Rahmi Eyüboğlu;
● İstanbul manzaralarının İzlenimci ressamı İbrahim Safi;
● Bu dönemde bağımsız çalışan Şefik Bursalı, Leyla Gamsız, Maide Arel,
Abidin Elderoğlu;
● Soyut çalışan ressam Nejat Devrim, daha sonra bu çizgiden sanat üreten
Adnan Çoker, Lütfü Günay, Selim Turan, Fahrünnisa Zeid ve Adnan
Turanî;
3 Şubat 1977-26 Şubat 1977 yılları arasında sergi açık kalmıştır. Sergi ile ilgili detaylı bilgi için
bakınız, Gören, a.g.e., s.15-16.
609
a.g.e., s.15.
608
162
● 1930’lu yılların sonunda toplumsal gerçekçi anlayışıyla öne çıkan akım
olan Liman Resim Ressamları olarak anılan ve daha sonra Yeniler Grubu
oluşturacak sanatçılardan Nuri İyem, Avni Erbaş, Ferruh Başağa, Agop
Arad;
● 1959 yılında, toplumsal gerçekçi bir ressam grubu olan Yeni Dal Grup
üyelerinden İbrahim Balaban;
● 1960’lı yıllardan başlayarak resme biçem katan sanatçılardan Cihat
Burak ve Ömer Uluç;
● 1970’li yıllarda etkinliklerini artıran Burhan Uygur, Neşe Erdok,
Mehmet Güleryüz, Utku Varlık, Devrim Erbil ve Balkan Naci İslimyeli;
● 1980’li yıllarda adları günümüze kadar gelen Bedri Baykam, Mehmet
Gün, Şenol Yorozlu, Mustafa Ata ve adı sayılmayan birçok sanatçının
eserleri olan geniş çaplı bir kültür-sanat kurumu olduğunun kanıtıdır.
1914 Kuşağı üyelerinden günümüze doğru gelen sanatçılara kadar her sanat
grubundan sanat eseri bulunan koleksiyonda, Türk resim sanatının tanıtılması
düşüncesiyle hareket eden bilinçli bir banka olmuştur. 1940-1950’lerde, Müstakil
Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği, d Grubu ve devamında ortaya çıkan grupların etkin
oldukları dönemde, kendi sanat grupları doğrultusunda sanat yaşamlarına devam
ederken; 1960 ve 1970 sanat ortamında bunun değiştiği görülmektedir. 1960 ve
1970’lerden giderek günümüze kadar ulaşan biçem arayışlarının yoğunluk kazandığı bu
süreçte, bankanın galerisinde ağırlık kazanmıştır610.
4.3.2. Garanti Bankası Galerisi
Garanti Bankası, ilk galerisini 1983 yılında Harbiye’de açmıştır. 1991-1993
yılları arasında sanat etkinliklerini Beyoğlu’da bulunan Çemeli Hamam’da sürdüren
Garanti Bankası, 1993’te Nişantaşı’nda açılan ve Garanti Bankası’na bağlı olan “Yonca
Sanat Galerisi”nin yerine taşınarak “Garanti Bankası Modern Sanat Galerisi” adını
almıştır611.
610
611
Gören, a.g.e., s.16-17.
Çakmakoğlu, a.g.y., s.640.
163
4.3.3. İş Bankası Sanat Galerisi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte ekonomik kalkınma ve planlı bir
maliye oluşturmak isteyen hükümetin başındaki Mustafa Kemal Atatürk’ün arzuhaliyle
1923 yılında İzmir’de İktisat Kongresi612 toplanmıştır. Bu kongreye tüccar ve büyük
toprak sahibi katılmıştır. Yapılan çalışmalar neticesinde “Teşvik-i Sanayi Kanunu”
kanunnamesi hazırlanmıştır. Bu kararlar doğrultusunda, sanayi kuruluşlarına teşvik
verilmesi için bankaların kurulması kararlaştırılmıştır. 26 Aralık 1924 yılında, İzmir
İktisat Kongresi’nin kararları doğrultusunda sanayiye katkı vermek amacıyla İş Bankası
kurulmuştur. Özel kurum bankası gibi bir düşünce yaratılmışsa da işleyiş-yönetimi
bakımından devletle iç içe ve büyük hisseleri de Cumhuriyetin kurucularına aittir613.
Türkiye İş Bankası, ekonominin yanında kültür-sanata da önem veren bir banka
olmuştur. Sanat eserlerinin korunması ve bilinçli bir koleksiyon anlayışı ile hareket
etmiştir. İlk kez 1940 yılında Genel Müdür Yardımcısı Saim Aybar’ın büyük destek
verdiği koleksiyon oluşturma merakı ile toplanmaya başlanmıştır. Bu tarihte düzenlenen
“Devlet Resim ve Heykel Sergisi”nde sergilenen eserler satın alınarak banka
koleksiyonuna dâhil edilmiştir. İlk defa alınan bu resimler, yerel nitelikli
sanatçılarımızın eseri olması açısından önemli bir neticedir. “Müstakil Ressamlar ve
Heykeltraşlar Birliği”, “d Grubu” ve “CHP Yurt Sergileri” gibi yerli üretimli sanat
gruplarından banka koleksiyonuna eserleri dâhil eden banka, ilk koleksiyon faaliyetleri
yerel nitelikli sanatçılardan almak istemesi, Sanat Tarihimiz açısından önemli bir olay
olarak görülmektedir. Sanatçıların sergilerinden ya da atölyelerindeki resimler alınma
isteği ayrıca tarihsel bir öneme vurgu yapmak gerekmektedir. Banka, koleksiyonunda
bulunan ilk resimden günümüze kadar gelen resimlere, “Envanter Künyesi”
oluşturularak kaydedilmiştir. Özgün adları, ölçümleri, satın alınma tarihleri ve
612
Detaylı bilgi için Bakınız, Ceyhan Koç, “İzmir İktisat Kongresi’nin Türk Ekonomisinin Oluşumuna
Etkileri” http://dergipark.gov.tr/download/article-file/26040 (Erişim Tarihi: 18.10.2018). Rıfat Erdinç
Bağdadi, Birinci İzmir İktisat Kongresi Ekonomik Felsefesinin Türk Ekonomisine Yansımalarının Analizi
(Yüksek Lisans), İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010. Zeki Hafızoğulları,
“İzmirİktisat
Kongresi
Görüşler
ve
Değerlendirmeler”
http://www.atam.gov.tr/wpcontent/uploads/ZekiHAFIZO%C4%9EULLARI-%C4%B0zmir-%C4%B0ktisat-KongresiG%C3%B6r%C3%BC%C5%9Fler-ve-De%C4%9Ferlendirmeler.pdf (Erişim Tarihi: 18.10.18)
613
Giray, a.g.e., s.17.
164
kullanılan her şey bu künyede kayıtlıdır. Eserleri envanterleyen bu kurum, bir bankadan
ziyade sanat işlevi ağır bir “Sanat Müzesi” olarak genel bir tanım yaratılabilir614.
1924’ten günümüze doğru koleksiyona dâhil edildiği ve bilinçli bir
koleksiyonerlik anlayışıyla hareket eden bir kurum olan banka, Ebru Nalân Sülün
doktora tezinde; İş Bankası’nın “koleksiyon yapmaya başlayan ilk banka özelliği”ne
sahip olduğunu 1960-1970 yıllarında koleksiyona dâhil edilen altıyüz altmış bir
sanatçının bin dokuz yüz yirmi iki adet eserinin olduğunu söylemiştir615. Giray’ın
kitabında yıllara göre kaç resim alındığı, maddeler halinde sıralanabilir:
● 1940 yılının Aralık ayında, 3 resim alınarak ilk koleksiyon çalışmaları
başlatılmış oldu. Bu eserler, Hikmet Onat’ın “Ortaköy”, Vecih
Bereketoğlu’nun “Kayık ve evler” ve Şevket Dağ’ın “Rüstem Paşa Camii
İçi” tablolarıdır.
● 1943 yılında Saip Tuna’nın “Boğaziçi” adlı resmi, 3 yıl sonra banka
koleksiyonuna alınarak resim sayısı 4’e yükselmiştir.
● 1944 yılında Ali Rıza Beyazıt’ın “Alpu Köy’de Sis”, Ziya Keseroğlu’nun
“Peyzaj” ve Yurdu Gezen Türk Ressamları Sergisi’nden alınan resimler,
koleksiyona dâhil edilmiştir.
● 1945’te Ayetullah Sümer’in “Kış Manzarası” tablosu alınmıştır.
● 1946 yılında 7 resim alınmıştır. Bu eserlerden en önemlisi Hoca Ali
Rıza’nın “Boğaz” adlı peyzaj çalışmasıdır.
● 1947 yılında 3 resim alınmıştır. Turgut Zaim’in “Adalar Görünümü” adlı
çalışması, en önemlilerindendir.
● 1948 yılında 2 resimden biri olan Feyhaman Duran’ın “Çiçekleri” adlı
tablosu, banka koleksiyonuna dâhil edilmiştir.
● 1949 yılında 4 resimden Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Saksağanlı” adlı
peyzaj çalışması en önemli resimlerin başında gelir. Bu çalışma ayrıca
şunu
göstermektedir,
popüler
sanatçıların
da
resim
alındığının
göstergesidir.
● 1950’li yıllarda İş Bankası, koleksiyon çalışmalarına önem verdiği yıllara
girilmiştir. 10 yılda toplam 26 resimle koleksiyonda bulunan banka, bu
614
615
a.g.e., s.18-19.
Nalan Sülün, a.g.t., s.155..
165
tarihte 14 resim alınarak dâhil etmiştir. Toplam 36 tabloya ulaşan banka,
bu tarihten sonra çok daha zengin bir resim koleksiyonuna sahip olmak
için kültür-sanat alanına önem verecektir. Alınan 14 tablo arasında en
önemlisi Hikmet Onat’ın ‘’Anadolu Hisarı’’ adlı çalışmasıdır.
● 1951 yılında 11 resimden en önemlisi Leopold Levy’nin “Natürmort”
adlı çalışmasıdır.
● 1952 yılında iki resim koleksiyonuna eklenmiştir.
● 1953 yılında 20 resim alınarak bankada bir senede en çok tablo alınan
dönem olarak tarihimizde yerini almıştır. İbrahim Çallı’nın “Manolyalar”
adlı tablosu ve Feyhaman Duran’ın “Elmalar” adlı çalışması en
önemlilerindendir.
● 1954 yılında 11 resimden en önemlisi Nazlı Ecevit’in “Balkonlu” adlı
peyzaj çalışmasıdır.
● 1955’te toplam 25 resimden Eren Eyüboğlu’nun “Bursa Kapalı Çarşı
Girişi” ve Leyla Gamsız’ın “Köylü Kadınlar” adlı tablolar en
önemlilerindendir.
● 1956’da 14 resimden Hikmet Onat’ın “Boğazdan” adlı peyzaj çalışması
banka koleksiyonuna dâhil edilmiştir.
● 1957’de 15 resim alınmıştır.
● 1958 yılında 25 resim alınarak koleksiyona dâhil edilmiştir.
● 1959 yılında 5 tablodan en önemli çalışma Namık İsmail’in “Yamaç”
adlı tablosu banka koleksiyonuna dâhil edilmiştir.
● 1960’lı yıllarda banka, koleksiyon kimliğinin yansıtılmaya başladığı ve
resme olan ilginin arttığı bir dönemdir. Bu yıl için 42 resim satın alınarak
koleksiyona dâhil edilmiştir.
● 1961 yılında 56 resim,
● 1962 yılında 50 resim,
● 1963’te 53 resim,
● 1964’te 38 resim,
● 1965’te 34 resim,
● 1966 yılında 28 resim,
● 1967’de 11 resim,
166
● 1969 yılında 28 resim,
● 1969 yılında 30 resim,
● 1970 yılında 34 resim,
● 1971’de 41 resim,
● 1972 yılında 57 resim,
● 1973 yılında 20 resim,
● 1974 yılında 136 resimden 40’ı Eşref Üren’e ve 45’i de Melahat Üren’e
aittir.
● 1975 yılında 92 resim,
● 1976 yılından 1987
yılına kadar dönemde 795 resim banka
koleksiyonuna dâhil edilmiştir.
● 1988 yılında 140 resim,
● 1989 yılında 15 resim,
● 1990 yılında 8 resim,
● 1991 yılında 2 resim,
● 1992 yılında 10 resim,
● 1993 yılında 20 resim,
● 1994 yılında 5 resim,
● 1995 yılında 12 resim,
● 1996 yılında 5 resim alınmıştır616 (1996 yılından 2018 yılına kadar
yaklaşık olarak 3000 resim alınmıştır).
Türkiye İş Bankası, Türk resmi açısından en çok koleksiyonu bulunan
kurumdur. Kronolojik bir düzende sürekliliği olan banka, kültür-sanat açısından önemli
bir
koleksiyon
deposuna
dönüşmüştür.
Cumhuriyet
döneminde
Türk
resim
koleksiyonerliği sevdası ile başlatılan resim alma tutkusu, Sanat Tarihi açısından da
inanılmaz bir resim deposuna sahiptir. Türk resminin ilk evresini Asker Ressamlar
oluşturmaktadır. Bu dönemde alınan resimlerin çokluğu, belki de müzelerimizde
bulunan koleksiyonlarından daha fazla sayıda bulunur. Çallı Kuşağı ressamların
tabloları da resim koleksiyonunda çok bulunduran banka, Nazmi Ziya, İbrahim Çallı,
Hikmet Onat, Avni Lifij, Namık İsmail ve Feyhaman Duran gibi sanatçılarının tabloları
bulundurmaktadır. İnas Sanayi-i Nefise Mektebinin ilk mezunları olan kadın
616
Giray, a.g.e., s.26-31.
167
ressamların da yine bu koleksiyonda önemli bir yere sahiptir. Nazlı Ecevit’in 24 resmi,
Bedia Güleryüz’ün 4 resmi, Afife Ecevit’in 8 resmi, Belkıs Mustafa’nın 3 resmi ve
Güzin Duran’ın 1 resmi bulunmaktadır. Bu açıdan da önemli bir koleksiyon haline
gelen ve ilk kadın
ressamların
tanıtılması
açısından da önemlidir. Vecih
Bereketoğlu’nun 75 tablosunun satın alınmasıyla en fazla eseri satın alınan ressam
olmuştur. İbrahim Safi’nin 65, Eşref Üren’in 56, Selahattin Teoman’ın 34, Hulusi
Mercan’ın 26, Cevat Erkul’un 22, Numan Pura’nın 20, Nusret Karaca’nın 19, Ayetullah
Sümer ve Celal Uzel’in 19, Naci Kalmukoğlu’nun 18, Nurettin Ergüven’in 17, Saip
Tuna’nın 16, Adil Doğançay’ın 10 resmi bulunmaktadır. Müstakil Ressamlar ve
Heykeltraşlar Birliği üyeleri de Çallı Kuşağından sonra gelen grubun en
önemlilerindendir. Mahmut Cûda’nın 4, Refik Epikman’ın 3, Fahrettin Arkunlar’ın 1,
Ali Avni Çelebi’nin 6, Cevat Dereli’nin 1 resmi, banka koleksiyonunda bulunuyor. Bu
grubun en fazla resim satın alınan ressamı ise 50 resim ile Şeref Akdik’e aittir. d Grubu
sanatçılarından Elif Naci’nin 6, Nurullah Berk’in 6, Abidin Dino’nun 4, Cemal
Tollu’nun 3, Zeki Faik İzer’in 2, Halil Dikmen’in 1, Ercüment Kalmık’ın 6, Sabri
Berkel’in 1, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 4 resmi bulunurken bu grupta en fazla resme
Eşref Üren’in 56 tablosu bulunmaktadır. Non-figüratif resimlerin ustalarının birleştiği
Yeniler Grubu’nda ise Selim Turan’ın 2, Ferruh Başağa’nın 1, Kemal Sönmezler’in 1,
Nuri İyem’in 3, Turgut Atalay’ın 1, Agop Arad’ın 1 ve Avni Erbaş’ın 3 resmi, bu
dönemde koleksiyona dâhil edilen sanatçılardır. 1950’lerde Onlar Grubu’nun
sanatçılarından Orhan Peker’in 4, Nedim Günsür’ün 2, Leyla Gamsız’ın 3, Mehmet
Pesen’in 1, Fikret Otyam’ın 5, Osman Zeki Oral’ın 5 ve Turan Erol’un 6 resmi
bulunmaktadır617.
4.3.4. Merkez Bankası
1923 İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda “milli devlet
bankası” kurma fikri, 1927 yılında dönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda
tarafından kanun taslağı vermesiyle Merkez Bankası’nın kurulması hız kazanmıştır.
Bankanın sağlıklı ilerleyebilmesi için diğer ülkelerin merkez bankalarından görüşler de
alınmıştır. 1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi
Üyesi G. Vissering’in devlet tekelinde olmayan bağımsız bir kurum olması gerektiğini
617
Giray, a.g.e., s.32-34.
168
vurgularken, 1929’da ise İtalyan Uzman Kont Volpi ise Türk parasının değer kazanması
için milli bir bankanın şart olduğunu belirtmiştir. Görüşleri dikkate alan dönemin
hükümeti ise Lozan Üniversitesi’den Leon Morf’un yasa tasarısı hazırlattırdığını ve
tasarının 11 Haziran 1930 yılında TBMM’de kabul edilerek, 1715 sayılı Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası kanunu adı ile 30 Haziran 1930 yılında Resmi Gazete’de
yayınlayarak kurulmuştur618.
Merkez Bankası, kurulduğu ilk günden beridir sanat ve sanat koleksiyonerliği
önemseyen bir kurum olarak bahsetmek gerekmektedir. 1930’larda eser almaya
başlayan
banka,
koleksiyonculuğa
bilinçli
olarak
yaklaşılması
1990’larda
gerçekleşmiştir. Bu dönemde koleksiyona dâhil edilen tablolar, 1950 sonrası üretilen
eserler olmuştur. Ayrıca, koleksiyonerliğin bilinçli olabilmesi için uzman kişiler
gözetiminde ve eserlerin kataloglanması, belgelenmesi, sergi yoluyla sanatseverlere
sunulması planlanmıştır619.
4.3.5. Yapı ve Kredi Bankası
4.3.5.1. Yapı ve Kredi Bankasının Tarihçesi
Yapı ve Kredi Bankası, Bakanlar Kurulu’nun 6 Temmuz 1944 tarihli
kararnamesi ile kurulmuştur. Banka, Esas Mukavelenamesi 7 Temmuz’da İstanbul
Asliye Ticaret Mahkemesi ve Sicilli Ticaret Dairesi tarafından tescil ettiği ve 8 Temmuz
1944’de resmî olarak kurulmuştur. Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Taşkent, Genel
Müdür ise Sermer Çifter oldu. Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde kurulan ilk özel
bankalarından olan Yapı ve Kredi Bankası, 9 Eylül 1944 tarihinde Cumartesi günü,
İstanbul Bahçekapı şubesinin açılışı ile (Görsel 71) hizmet vermeye başlamıştır620.
Kazım Taşkent, “Yaşadığım Günler” adlı kitabında, kendisinin Kimya Mühendisi
olduğunu ve banka kurumlarından da anlamadığını dile getirmiştir. Banka kurmasındaki
en büyük amacının ise sadece hizmetten başka bir şey olmadığı gerçeği yer almaktadır.
Bu açıdan ülkedeki birçok iş alanları üzerine kurulu ve modern bir banka yaratarak
ülkenin refahını ilerletmeyi amaçladığını dile getirmiştir621. Kazım Taşkent, banka
618
https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Banka+Hakkinda
(Erişim Tarihi: 12.05.2019)
619
Nalan Sülün, a.g.t., s.105.
620
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
621
Kazım Taşkent, Yaşadığım Günler, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 1997, s.32-34.
169
kurmaya karar verdiğinde, 5 kamu ve 22 özel bankanın olduğunu ancak kamu ile İş
Bankası dışındaki bankaların yerel düzeyde faaliyet göstermişlerdir622.
Yapı ve Kredi Bankası, kuruluşu için resmi formaliteler 8 Temmuz 1944’te, 106
maddelik banka esas mukavelename’yi 6 Temmuz 1944’te Bakanlar Kurulu’na ve 7
Temmuz 1944 tarihinde İstanbul Asliye Ticaret Mahkemesi kararı ile tasdik edilmiştir.
7 Temmuz 1944 tarihinde sicil ve ticaret dairesince tescil edilen banka, 8 Temmuz 1944
yılında ilan edilmiştir. 2 Ağustos 1944 tarihinde ilk olağanüstü genel kurulunda
sermayesi 1.000.000 lira ile 7 ortak katılıp Türk ekonomisi ve kültür-sanat kurumu
resmen göreve başlamıştır. Doğan Sigorta Anonim Şirketi’nin %60 payı, Demir Toprak
Anonim Şirketi’nin %30 payı ve kalan %10 payın ise beş küçük ortak arasında
dağılmıştır. 5 Ekim 1944 yılında ise yapılan genel kurulda sermayeyi 2.000.000 liraya
çıkartılmıştır623.
Abaç, Kazım Taşkent’in banka için iki önemli sözcük olan “Yapı” ve “Kredi”
sözcüklerinin banka isminde yer almasının en büyük amacının konut sorununu çözmek
olduğu mantığı yer almaktadır. Savaşın yıkımından ülkeler için ihtiyaç olan konut
sorunu, ülkemizde ise gelişmişliğin simgesi olacağını savunmuştur. Her aile için ev
alma hayalini gerçeğe dökmek için bankanın aktif rol aldığını, bu açıdan konut sahibi
olmak için bankanın güvenilir ve mali-teknik alanda her türlü imkânın bu banka
kurumunda yer aldığını söylemiştir624. Taşkent’in bu konuşmasından anlaşılacağı üzere
sanayileşme yoluyla kredi verme hedefini geri plana atıldığı ve konut sorununun
çözümü için kredi vermeyi planlamasına dönüşmüştür. Konut sorununu çözüme
kavuşturulması için insanların tasarruf yapması gerektiğini savunan Taşkent, “bankadan
da kredi alarak ev sahibi olabilme olanağının sağlanması” imkânını, banka kurumunun
ilk hedefi haline gelmiştir625.
1944-1972 yılları arasında Taşkent döneminde, Yapı ve Kredi Bankası önemli
bir gelişme kaydetmiştir. Dönem içinde kurulan özel bankalardan farklı olarak Türkiye
İş Bankası’nın ardından en büyük özel mevduat bankası (Görsel 72) haline gelmiştir626.
Taşkent’in genel gayretleri ile açılan banka, görevde olduğu süre içerisinde Ziraat
Hasan Ersel, Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 2014, s.18.
a.g.e., s.19.
624
Sadi Abaç, Kâzım Taşkent ve Yapı Kredi Bankası, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 1999, s.25-28.
625
Ersel, a.g.e, s.20-21.
626
a.g.e., s.26.
622
623
170
Bankası ve İş Bankası ardında sürekli büyüdüğü ve bu açıdan da 3. büyük banka
olmasını, yaptığı kurumsal işlerinden de anlaşılmaktadır. Bu dönem zarfında, bankanın
yapmış olduğu pek çok yenilik bankanın güvenliği açısından yenilikçi, liderlik
duruşuyla sürekli bir çaba içerisinde olması, başarılı bir kurum haline gelmesine iten en
büyük bilinçli faktörler olmuştur. Dönem içinde ele alınan bankalar, rekabetçi ve hızlı
bir gelişim kaydetmediği halde Yapı ve Kredi Bankası’nın gelişmesinin ardındaki geniş
görüşlülük, çağdaş bir banka düzeniyle hareket etmesi ideali yatmıştır627. Taşkent, ilk
şubesini kurunca, yaptığı konuşmasında “topluma karşı görevi” olduğunu belirterek
1944’te bankanın ilk amacının topluma karşı hizmet etme ve ekonomik sorunların
yığıldığı yerde bu bankanın oraya yönelmesi yatmaktadır628. Banka, bireysel
özgürlüklerinin korunması için “liberal yurttaşlık” hakkı yatmaktadır. Bu hak kavramını
ise “toplum olmanın ilk şartı, kendi hakkını istemek ve başkalarının haklarına da
saygılı” olma fikri, hem devletin hem de toplumun oluşturduğu bireylerin kurallara göre
hareket etmesi için kuralların olmasını isterken, bankanın da bu yurttaşlık hakkını
suistimal etmemesi gerektiğini düşünen bir banka olması gerektiğini savunmuştur629.
Taşkent’in 1944 yılında kurduğu banka için “Tarih ilklerle yazılır, ilklerle anılır.
İlkler öncüdür. Ufuk açar, peşinden sürükler, çıtayı yükseltir” ifadesiyle, 1944-2019
yılları arasında geniş bir geniş görüşlülük ile Türk sanatında önemli kültür-hizmet banka
görevini üstlenmiştir. 1944’li yılların ekonomik krizinden etkilenen Türk halkı için
Ankara’da Türkiye’nin ilk Kooperatifçilik Kongresi toplanmış ve konut sorununu
çözmek için radikal kararların alındığı raporlarda bu yönde konut yapılması için ilk
hamleler yapılmıştır. Bankanın kurumsal ağır bir yaptırımla girmesi kadar ülkenin
gelecek nesilleri için 23 Nisan 1945’te “Doğan Kardeş” (Görsel 73) çocuk dergisini
çıkartmıştır630. Kazım Taşkent’in Alp dağlarında hayatını kaybeden oğlu Doğan
Taşkent’ten ismini aldığı bu dergi, 1945-1978 yılları arasında kesintisiz olarak
yayınlanmıştır. 1978-1988 yıllarında derginin kesintiye uğramasının ardından yine
1988-1993 yılları arasında yayın yapmıştır. Çocuk dergilerinin en soluklu sembolü
haline gelen dergi, “okul” gibi bir görev edindiği, gelecek nesillerin yetişmesinde ve
627
a.g.e., s.41-42.
a.g.e., s.45.
629
a.g.e., s.48.
630
M. Rıfat Akbulut, “Çok Yaşa Aykırılık, Çok Yaşa Farklılık- Yapı Kredi 70 Yaşında”, Crystal Dergisi,
Sayı 17, 2014, s.33.
628
171
gelişmesinde katkı sağlamıştır. Dergide, dönemin önemli karikatüristlerinden Altan
Erbulak, Mıstık, Ferruh Doğan, Yalçın Emiroğlu, Güngör Kabakçıoğlu ve İbrahim
Ersaraç gibi sanatçıların yetişmesinde önemli rol üstlenmiştir631.
Bankanın CEO’su ile yapılan röportajda, Bahçekapı’da tek şubeli bir banka
olarak serüvenine başlayan Yapı ve Kredi Bankası, bugün 1000’e yakın şubesi, 170,6
Milyar lira aktif büyüklüğü ve 18.500’ün üzerindeki çalışanıyla Türkiye’nin dört büyük
bankasından birisidir. Bankanın hizmette sınır tanımadığını ve Türk finans sektörüne
hizmeti vurgulamıştır632. Açıkalın, sözlerine;
“Türkiye’yi kredi kartı ile ilk biz tanıştırdık. Bünyesinde ilk kültür ve
sanat müşavirliği oluşturan, Türkiye’nin çocuklara yönelik ilk dergisi
Doğan Kardeş’i çıkaran, bir çocuk tiyatrosuna ilk destek veren,
çocukları ilk çocuk sineması ile buluşturan banka yine bizdik. Bilgisayarı
ve bilgisayarlı teknolojileri iş süreçlerine dahil eden, ilk tüketici ve taşıt
kredisi ürününü sunan, ilk telefon, ilk online bankacılık hizmetini veren
banka da biz olduk. Bankacılık hizmetini müşterinin ayağına götüren, bu
amaçla semt şubeleri açan ve hatta köyde bile şubeleşen ilk ticaret
bankası olma ünvanını da biz taşıyoruz. “Herkese eşit bankacılık”
ilkesinden hareketle engelli vatandaşlarımıza yönelik ilk ve en kapsamlı
uygulamaların altına da yine biz imza attık”633.
Kamuoyunun dikkatini yeni kurulan bankaya çekmek için çeşitli gazete ve
dergilerde reklamlar verilmeye başlayan banka, bu reklamların (Görsel 74) en çok
dikkat çeken yönü, gazetelerde almış oldukları yer ve içerikleri olmuştur. Yapı ve Kredi
Bankası’nın kuruluşundan önceki yıllarda, bankalarımızın gazete reklam ve ilanları,
genellikle gazetelerin son sayfalarında yer alırken banka, bu politikayı altüst ederek,
gazetelerin en önemli sayfalarında ve daima değişen şekiller ve metinlerle, ilgi çekici
reklamlar yaparak bankanın daha açılmadan tanınmasını sağlanmıştır. Ayrıca ilk duvar
reklamı, neon lambalarının ilk defa kullanılması, sinema ve tiyatro perdeleri ile radyoya
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Anonim, “Yapı Kredi’nin Gerçekleştirdiği İlkleri, Sektördeki Öncü Rolünü Ve Hedeflerini CEO’su
Faik Açıkalın Anlatıyor-Röportaj”, Crystal Dergisi, Sayı 17, 2014, s.38.
633
a.g.m., s..39.
631
632
172
ilk defa reklam verilmesi Yapı ve Kredi Bankası’nın reklamcılık alanına getirmiş
olduğu diğer yeniliklerdir634.
Banka, 1944 yılında kurulmasının ardından o dönemin ekonomik ve sosyal
koşullarını dikkate alarak iki hedefle kendi çizgisini belirlemiştir. Birinci hedefi, çeşitli
krediler verilerek sanayinin gelişmesi için destek vermek; ikincisi ise halkın konut
sorunun çözüme kavuşturmak için tasarruf mevduatı toplamayı hedeflemektedir. Bu
dönemin koşullarında en büyük eksikliğin konut açığı olduğu için birinci hedefinden
saparak ikinci hedefe doğru giden bir banka anlayışı görülmektedir. Bu açıdan konut
açığını kapatmak için krediler verilmiştir. Bankanın halktan istediği ise ailelerin
tasarrufa yönelterek bu sorunu çözüme kavuşturmak ve bunun için “yapı tasarruf
hesabı” seçeneğiyle bu sorunu çözmek istemiştir. Ancak hükümetin de bu konuyu
çözmek istemesinden anlaşılacağı üzere Türkiye Emlak Kredi Bankası kurmasıyla bu
düşüncenin şekillenmesi açısından sekteye uğratmıştır. Yapı ve Kredi Bankası’nın bu
soruna çözüm oluşturmak hedefiyle oluşturduğu bu hesap, sektöre hizmet ve halkın
sorunlarını göz önünde bulundurmasına ilk işarettir635.
Türkiye'deki halk bankacılığını başlatan Yapı ve Kredi Bankası, görülen ilgi
nedeniyle büyük takdir toplamıştır. Bankanın müşterilerine karşı güler yüzlü ve hizmeti,
toplumun aslında bankadan beklediği ilk konudur. Bu açıdan banka, halkın ilgisini ve
hizmet algısını hep disiplinli bir şekilde olaya yaklaşmıştır. Bankanın ilk hizmeti olan
konut sorunu, halkın ev kazanması ümidiyle birikmiş oldukları birikimlerini bankaya
taşınması bu sayede sağlanmıştır. Bankanın yoğun talep karşısında Bahçekapı Şubesinin
ardından Kordon, Karşıyaka ve Karaköy Şubeleri bu yoğunluğa hizmet için açılmıştır.
Bankanın, Türk ekonomisinin dilinden anlaması etkeni ve halkın bankası hedefiyle
yaklaşması sayesinde hemen akabinde semt şubelerini açarak Türkiye’nin her şehrine
sermayesini kısa zamanda artırmıştır636. 1951 yılında Y. Mimar Halit Femir ve Feridun
Akozan’ın tasarladıkları Yapı Kredi Beyoğlu Şubesi açılmıştır. Bu bina, modern
anlamda çizgiler taşımasıyla finans kurumlarının yeni bir döneme girdiğini
göstermektedir637.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
636
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
637
Akbulut, a.g.m., s.34.
634
635
173
Yapı Kredi Bankası, 1949’dan itibaren çocuklara yönelik olarak İstanbul Şehir
Tiyatrosu’nda birtakım faaliyetler üstlenmiştir. Bankanın sadece ekonomik alanda
yaptırımlarının olmadığı ve her insana farklı bir faaliyet ile yaklaştığı görülmektedir.
1950’lerde yapılan bu atılımlar, Doğan Kardeş Dergisi 638 sponsorluğunda hizmete
konulmuştur639. Bankanın bu faaliyetlerindeki temel amacının ise özellikle okulların
kapanmasından sonra çocukların eğlenmesi ve eğitim olarak sanata yönelmesi hedefiyle
yapılmıştır. Yapı Kredi Bankası, üç aylık yaz döneminde her cumartesi günü,
Beyoğlu’da bulunan Atlas Sineması’nda (Görsel 75) tek seansla gösterime giren filmleri
İngiltere ve Amerika’dan almıştır. Sadece yaz ayları için düşünülen bu çocuk
gösterimleri, yoğun istek alması üzerine 1 Nisan 1951 tarihinde Küçük Sahne ile
daimilik kazanmıştır640. Türkiye sinema sektöründe ilk ödenekli özel tiyatro olan
“Fareler ve İnsanlar” adlı oyun ile modern Türk tiyatrosu açısından dönüm noktası
olmuştur. Küçük Sahne’nin (Görsel 76) kadrosunu Muhsin Ertuğrul, Asuman Korat,
Heyecan Başaran, Uğur Başaran, Agâh Hün, Münir Özkul, Mücap Ofluoğlu, Şükran
Güngör, Sadri Alışık, Haldun Dormen, Lâle Oraloğlu, Altan Karındaş, Nur
Sabuncuoğlu ve Kâmuran Yüce yer almıştır. Küçük Sahne Tiyatrosu’nda sadece tiyatro
gösterimleri yapılmadığını, konferansların verildiği, şiir gecelerinin düzenlendiği ve
resim sergilerine ev sahipliği yapıldığı dönüşümlü bir mekân algısıyla sanat ortamı
açısından önemli bir yer olmuştur641. Muhsin Ertuğrul tarafından açılan Küçük Sahne,
1956 ‘da Ankara’ya gitmesinin hemen akabinde sekteye uğramasına ve 1957 yılında
kapanmasına neden olmuştur642. Türkiye’de sinema alanında da bir filme ilk mali
desteği veren kurum yine Yapı ve Kredi Bankası olmuştur. 1951 yılında Doğan Kardeş
sponsorluğunda gerçekleştirilen “Evli mi, Bekâr mı?” adlı bu kısa film, Muhsin Ertuğrul
tarafından yazılmıştır643.
Yapı ve Kredi Bankası, modern sinema anlamında “Halıcı Kız”ın (Görsel 77)
sponsorluğunu Doğan Kardeş tarafından üstlenerek Türk film tarihimize katkı sağlayan
Bakınız, Doğan Kardeş Dergisi’nin ilk yöneticisi Vedat Nedim Tör’dür. Tör’ün daha önce dergi
çıkartma faaliyetleri olduğunu ve Ankara’da 1932-35 yılları arasında Kadro Dergisi’ni Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir ve Burhan Asaf Belge ile çıkarmıştır. Bu konu ile ilgili detaylı
bilgi için bakınız, Tuğba Çelik, “Türkiye’de Çocuk Olmanın Tarihi: Doğan Kardeş Dergisi”
https://nigde.academia.edu/Tu%C4%9Fba%C3%87elik (Erişim Tarihi: 09.05.2019)
639
Ersel, a.g.e., s.173.
640
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
641
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
642
Ersel, a.g.y., s.173.
643
a.g.e., s.174.
638
174
ilk Türk filmi, Doğan Kardeş tarafından finanse etmiştir644. Türk sineması için iki
önemli rol üstlenen bu film, ilk uzun ticari film ve ilk uzun renkli filmlerden birisi
olması bakımından finansını yine bu kurum tarafından desteklenmesi tesadüf değil, halk
için hizmettir. Senaryosunu Mebrure Sami Alevok yazmıştır. Şunu belirtmekte fayda
vardır, “Halıcı Kız” adlı piyesi yazan Vedat Nedim Tör’ün isim benzerliği olduğu ve
içerik ile ilgili benzemediğini belirtmek gerekir. Oyuncu kadrosunu, Sadri Alışık, Münir
Özkul, Mehmet Aslan, Heyecan Başaran, İbrahim Delideniz, Handan Uran Ertuğrul,
Neriman Esen, Şükran Güngör, Viktorya Haçikyan, Agâh Hün, Altan Karındaş, Müfit
Kiper, Asuman Korad, Kadri Ögelman, Suna Pekuysal, Suat Tamer, Kemal Tözem,
Mehdi Yeşildeniz ve Kâmran Yüce’den oluşmaktadır645.
“Yapı Tasarrufu Hesapları”nın gördüğü ilgiden sonra banka, 1946 yılından
itibaren “Esnaf Kredi”si (Görsel 78) yapmış olduğu başarılı çalışmalar neticesinde ve
devamında sektör kredilerini de müşterilerinin hizmetine sunduğu imkânlar sayesinde
devamlı gelişerek yeni bir imaj kazanmıştır646.
Bankanın kuruluşunun 15. yıldönümü olan 1959 tarihinde, fotoğrafçılığa ve
fotoğraf sanatına teşvik etmek amacıyla “Türkiye'deki Çeşitli Medeniyet Çağlarına Ait
Sanat Eserleri” konulu bir yarışma düzenlemiştir. Bankanın kuruluşundan itibaren
sanata ve sanatçılara verdiği “teşvik edici” ödüller sayesinde Türkiye’de modern
anlamda çeşitli branşlara ilginin artmasına vesile olmuştur. Bu açıdan fotoğraf
sanatçılarına verilen önem yine bu alanla ilgili çalışan profesyonel ve amatör sanatçıları
desteklemek gayesi ile oluşturmuştur. Birinciliği Ara Güler ve İlhan Arakon’un
kazandığı yarışma, Türk sanatı içerisinde kendine yer edinmiş tarihi zenginliklerin
halkın bilincinde yer edinmesi açısından önemlidir. Yarışmanın yoğun ilgi ile
karşılanması üzerine 1961 ve 1963 yıllarında tekrarlanmıştır. Bankanın 20. yıldönümü
münasebetiyle yaptığı “kültür ve sanat hizmetleri” yine fotoğraf sergisi devam etmiştir.
5-21 Kasım 1964 tarihinde “tarih ve sanat memleketi Türkiye” adlı fotoğraf sergisiyle
sanatseverlerden tam not almıştır647.
Yapı ve Kredi Bankası her alanda olduğu gibi Türk halk kültür ve sanatını
koruyan ve desteğini eksik etmemiştir. El sanatlarını geliştirmek ve yaşatmak amacıyla
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Ersel, a.g.y., s.174.
646
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
647
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
644
645
175
uzman öğretmenler kurslar (Görsel 79) düzenlemiştir. Bu kurslarda resim, tezhip, ebru
gibi birçok el sanatları dalında kurslar düzenlemiştir. El emeği göz nuru olan halıcılık
için ise 1962 yılında Gemlik’in Umurbey köyünde 20 tezgâh ve 60 kursiyerle bu alanda
ilk deneyimini yaşamıştır. Ardından Orhangazi, Yeniköy, İznik, Konya ve Şile’de
köylerinde devam etmiştir. Bu kursların verilmesindeki amaç, Türk sanatı içerisinde
unutulmaya yüz tutmuş motifleri canlandırmak ve köylerdeki ekonomik bir katkı
sağlamaktır. Bankanın desteğiyle yapılan bu kurslar tamamıyla ücretsiz olup 1985
tarihinde Yapı ve Kredi Sanat Galerisi’nde sergilenmesinin ardından büyük takdir
toplamıştır648.
Yapı ve Kredi Bankası “bir işyerinde çalışanların yüksek moral ve gelecek
güvencesi içinde olmaları, verimliliğin ilk ve baş şartıdır” amacını ilke edindiği, bu
sayede 1964 yılında Türkiye bankacılık alanında ilk defa görülecek toplu iş sözleşmesi
imzalamıştır (Görsel 80). Bank-İş Sendikası ile yapılan bu toplu sözleşmenin temel
prensip amacı, kendi çalışanlarının işe giriş ücretleri, bir gün içerisinde çalıştığı saatler,
mesai ücretlerinin, terfi süreçlerinin, zam oranlarının sosyal yardım ve tüm hizmetleri
karara bağlanarak ilkesel bir duruşla kendi kurumlarında çalışacak insanların hak ve
hukukunu garantiye almıştır649. Bankanın böyle bir izlenimi yaratması açısından
güvenilir bir banka olmasından ziyade bankanın kendi çalışanlarına verdiği kıymeti,
aslında tüm ülke yurttaşlarına verdiği katkıyı simgelemektedir. Kurulduğu ilk günden
bu güne kadar ilkesel bir duruşla gerek sanata gerekse bankacılığın halk üzerinde etkisi
konusunda kuşkusuz halkın bankası olmaya layık bir kurumlar birliği olmuştur. Bu
açıdan bu bankanın her alanında güven kokması ve denenmemiş tüm faaliyetleri yine bu
banka tarafından destek görmesi bana göre tesadüfî bir durum değildir.
Yapı ve Kredi bankası, bilgi güvenliğini sağlamak ve hızlı işlem yapmak (Görsel
81) amacıyla teknolojinin tüm gelişmelerini takip etmiştir. Bu sayede teknolojik verilere
bağlı elektronik banka amacıyla Türkiye bankacılık sektöründe birçok yeniliği yine
kendisinde barındırmıştır. Bu sayede Galatasaray’da bulunan Genel Müdürlük binasında
“elektronik hesap merkezi” kurulmuş ve tüm şubelerin kayıtları, bu merkezin
648
649
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
176
bilgisayarlarında kaydedilerek hata oranlarını bu sayede hızlı bir şekilde bulmaları da
sağlanmıştır650.
4.3.5.2.Yapı ve Kredi Sanat Galerisi
Cumhuriyetin çağdaşlaşma politikası ile başlayan kurumsal bankacılığın ve bu
çağdaşlaşmanın göstergesi olan kültür-sanat’ta “iyi bir ücret” ile fonlarla desteklenerek
yeni bir atılım içinde olan bankaların başında kuşkusuz Yapı ve Kredi Bankası’nın
Sanat Galerisi gelmektedir. Yapı ve Kredi Bankası, kurulduğu günden bu yana, Türk
resmindeki gelişim aşamalarını somut bir biçimde izlenebileceği koleksiyonerlik
çabaları ile sergileme ve tanıtım yoluyla önemsenen bir kurumdur. 1944 yılında Yapı
Kredi kurulmuştur ve kurulduğu ilk günden beridir sanata ciddi bir katkı verme amacını
taşıyan, milli kültür sanatının tanıtılmasını sağlayan önemli bir bankadır 651. 16 Ekim
1964 yılında Kültür-Sanat bünyesinde katkı vermek amacıyla “Kazım Taşkent Sanat
Galerisi” adıyla kurulmuş ve bilinçli galericilik anlayışıyla banka bünyesinde kültürel
birikim sağlamıştır. Kuruluşunun onuncu yılından başlayarak yapmış olduğu yarışmalar
ve sanatçılara verdiği destekle günümüzün önde gelen galerici-bankalarından birisidir.
1930’lu kuşaktan günümüze kadar uzanan Cumhuriyet sanatçılarını banka galerisinde
çeşitli sergiler ile elindeki yapıtları tanıttırmasından ziyade, koleksiyoner bankacı
sıfatını da kendi bünyesinde barındırmıştır. 1930’lu kuşağın önde gelen sanatçılardan
Cevat Dereli, Ali Avni Çelebi, Zeki Faik İzer ve Maide Arel’in birçok eserini
koleksiyerliğinde barındırmıştır. 1920 doğumlu sanatçılar Nejad Melih Devrim, Şükriye
Dikmen, Adnan Varınca, Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Ferruh Başağa
resimleri koleksiyonda yer alırken; 1950 kuşağın ressamları Neşet Günal, Leyla Gamsız
Sarptürk, Adnan Turanî, Turan Erol, Mustafa Esirkuş ve İbrahim Balaban’ın tabloları
satın alınarak banka galerisine konulmuştur. 1930’larda doğan sanatçılar (Özdemir
Altan, Özer Kabaş, Mehmet Güleryüz, Devrim Erbil, Tülay Tura Börtecene, Oya
Katoğlu) ve 1960’lı yılların ressam kuşağı bu sanatçıları koleksiyonda yerini almıştır.
Doğum tarihleri 1940-50 olan sanatçılardan (1980 kuşağı ressamları) Âdem Genç, Emin
Çizenel Mustafa Altıntaş, Utku Varlık, Ekrem Kahraman. Zafer Gençaydın, Umur
Türker, Fatma Tülin, Neş’e Erdok, Ömer Uluç. İbrahim Çiftçioğlu, Aydın Ayan, Yavuz
650
651
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Özsezgin a.g.e., s.8.
177
Tanyeli, Can Göknil, Sali Turan, Selim Cebeci, Yusuf Taktak ve Ertuğrul Ateş yine bu
dönemin sanatçılarının tablolarının banka koleksiyonunda yerini almıştır652. Yapı
Kredi’nin koleksiyonunda kuşak ayrımı gözetilerek resimler bölünmüştür. Bu kuşak
ayrımı ise dönemlerini iyi anlamak ve işlevsel yönden aktarma yapılması gereklidir653.
Kâzım Taşkent’in yönetimini yaptığı 1944-72 yılları arasında bankanın, topluma
karşı sorumluluğunun “kültür ve sanat”654 olduğunu ve bunun için bu kurumun da bu
anlayışıyla hareket etmiştir655. Kültür ve sanat, banka için bağımsız bir konu
olmuştur656. Banka, 1944’te kurulduktan sonra sanat danışmanlığına Vedat Nedim
Tör’ü getirmiştir. Tör’ün 25 yıl süresince çalıştığı Yapı ve Kredi Bankasını
yönlendirilmesi ve katkıları yadsınamayacak kadar büyüktür. Bankanın, 1947 yılında
Yönetim Kurulu’nun Ortaklar Genel Kurulu’na sunduğu I. Dönem Raporu’nda, kültür
ve sanat için şöyle yazılıdır;
“Bankamızın mesken ve ev eşyası sahasında, bulabildiğimiz imkânlar
nisbetinde devam ettiği çalışmalarını yalnız maddi yuva kurmada
bırakmayarak o yuvaların içinde manevi bir varlık, irfan ve kültür yuvası
da kurulmasına hizmet etmek emeliyle AİLE dergisinin neşrine geniş
mikyasta yardım ettik. Bankamız milli aile hayatımızın madi ve manevi
sahalarında faydalı bir uzvu olmak bahtiyarlığını kazanmıştır”657.
Yapı ve Kredi Bankası’nın kültürel ve sanat olaylarını takip etmek ve bu alanda
sanatçıları desteklemek amacıyla 1964 yılında Galatasaray’da, Yapı ve Kredi
Bankası’nın kurucusu olan Kazım Taşkent’in ismiyle “Kazım Taşkent Yapı Kredi Sanat
Galerisi” açılmıştır. Kurulduğu yıllarda asıl amacının amatör sanatçıları destekleyerek
sanatı sevdirmek ve geniş bir kitleyle bu anlayışla hareket etmekti. Bu anlayış 1988
yılına kadar başarılı bir şekilde uygulandı. 1988 tarihinden sonra “her tarzın en iyi
örnekleri sergilenmeye başladı”. Türk sanat tarihimiz açısından önemli olan klasik
dönemin büyük ressamlarımızdan Osman Hamdi Bey’den başlayarak Hoca Ali Rıza,
652
a.g.e., s.9-10.
a.g.e., s.11.
654
Kültür ve sanat ile ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız, Ersel, a.g.e., s.115-142.
655
a.g.e., s.115.
656
a.g.e., s.142.
657
a.g.e., s.147-148.
653
178
Halil Paşa, Şevket Dağ, İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Hikmet Onat, Avni Lifij, Namık
İsmail, Feyhaman Duran, Ruhi Arel. Diyarbakırlı Tahsin, Halife Abdülmecid, Ali Sami
Boyar, Mahmud Cuda, Ayetullah Sümer, Hayri Çizel, Naci Kalmukoğlu, İbrahim
Safi’den Şefik Bursalı’ya kadar birçok ressamın gibi sanatçılardan eserler koleksiyon
oluşturulmuştur. Modern ve Çağdaş Türk ressamlarımızdan Cevat Dereli’den
başlayarak Cemal Tollu, Ali Avni Çelebi, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu,
Abidin Dino, Ferruh Başağa, Şükriye Dikmen, Adnan Varınca, İbrahim Balaban, Aliye
Berger, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Nejad Melih Devrim, Neşet Günal, Orhan Peker,
Turan Erol. Ömer Uluç, Mehmet Güleryüz, Özdemir Altan, Oya Zaim Katoğlu, Utku
Varlık, Devrim Erbil, Emin Çizenel, Fatma Tülin, Aydın Ayan, Gülsün Karamustafa,
Ali Cabbar, Ferhat Özgür, Şükran Moral, Handan Börüteçene, Selim Cebeci’ye kadar
birçok Türk ressamın eseri bankanın koleksiyonunda yerini almıştır. Yabancı
sanatçılardan Andy Warhol, Gentile Bellini, Bruno Taut, George Baselizt, Joseph
Beuys, Otto Dix, Ayvazovski, Francesco Casanova, Max Rabes ve Frederic Lewis,
Falavio Favelli, Marco Govanni, Peter Hristof gibi sanatçılardan eserler alınarak sanat
galerisine konulmuştur658.
Yapı Kredi’nin 1950-70 Türkiye sanat ortamına katkısı, bankanın topluma karşı
görev seçtiği kültür ve sanat alanlarında yaptığı etkinliklerle önemli bir sanat kurumu
haline gelmesinde önemli bir sanat kurumu haline gelmiştir. Doğan Kardeş Yayınları
sayesinde dergi ve kitap basımına yönelik hamlelerin hız kazandığı, 1954-1964 yıllarda
kuruluşunun yıldönümü olarak yaptığı yarışmalar neticesinde Türkiye sanat ortamına
katkı sağlamıştır. Bu açıdan kendini topluma karşı görev olarak bildiği sanatın bu
dönemde iyi bir sanat imajı yaratmıştır659.
Yapı ve Kredi Kültür Merkezi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde 15 Aralık
2000-26
Aralık
2001
tarihleri
arasında
Veysel
Uğurlu
koordinatörlüğünde
gerçekleştirilen “En Sevdikleri: 50 Koleksiyoncunun Seçtikleriyle Türk Resim Sanatı”
sergisinde, tüm eserler bir arada sergilenme fırsatı bulmuştur. Bu sergide yer alan
sanatçılardan bazıları ise Naile Akıncı Özdemir Altan, Cihat Aral, Yüksel Arslan,
Aydın Ayan, Ferruh Başağa, Bedri Baykam, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Neşe
Erdok, Turan Erol. İnci Eviner, Mehmet Güleryüz, Nuri İyem, Leyla Gamsız Sarptürk,
658
659
https://www.yapikredi.com.tr/yapi-kredi-hakkinda/kultur-ve-sanat/galeri (Erişim Tarihi: 17.08.2018)
Ersel, a.g.e., s.178-179.
179
Ömer Uluç, Adnan Varınca, Utku Varlık gibi adını sayamayacağımız sanatçıların
eserleri ile sanatseverlerin karşısına çıkmıştır660. Daha önce sergilenmeyen eserler de
böylece sergilenme fırsatı bulunduğu ve bu sergilenen eserlerin ise 300-500 bin dolar
değerindedir661. Yapı ve kredi Bankası, sergileme konusunda Türk Sanatı ortamı
açısından en önemli özel kurumların başında gelmektedir. Bu açıdan kültür ve sanat
anlamında da önemli katkılar yaptığı ve halen yapmaya devam etmesi bakımından
süreklilik açısından önemli bir konuma getirilmektedir662.
Detaylı bilgi için bakınız, http://sanat.ykykultur.com.tr/basin-odasi/basin-bultenleri
(Erişim Tarihi:12.05.2019)
661
Nalan Sülün, a.g.t., s.156-157.
662
Detaylı bilgi için bakınız, a.g.t., s.155-159.
660
180
BEŞİNCİ BÖLÜM
SANAT ETKİNLİKLERİ YARIŞMALAR:
İŞ VE İSTİHSAL
5. İŞ VE İSTİHSAL YARIŞMASI VE SERGİSİ
5.1. BİR YARIŞMA PLANLAMAK: TEMAYI BELİRLEMEK
Sanat yarışmaları, sanat üretimi açısından önemli bir yaptırım gücüne sahiptir.
Yarışmalar, eserlerin üretilmesi, resme teşvik etmesi ve sanat yönlü ilginin artması
açısından önemli olmuştur. 1923-1950’li yıllarda sanat, devlet destekli politikaya
karşılık, 1950-1970’li yıllarda özel kurumlar tarafından desteklendiği ve bu dönemde
devletin sanat üzerinde rolünün kaybettiği anlaşılmış, Türkiye’de sanat dönüşümü yeni
bir ivme kazanmıştır. Cumhuriyet sanat anlayışında 1923-1950’li yıllar, devletin kendi
ideolojilerini halka yaymak ve çağdaş sanat dünyasında yer edinebilmek amacıyla sanat
faaliyetlerini, propaganda niteliğinde yaptığı dönemdir. Bu propaganda anlayışı, sanatın
işlevsel bir biçimde yer edinebilmesi ve devlet-sanat ikilemi açısından özgüven
içerisinde yol alması adına önemli olmuştur. CHP, sanat açısından gerek yaptığı
yarışmalar gerekse desteklediği, teşvik ettiği, sipariş yoluyla sanatçıya ekonomik imkân
tanıdığı için sanat dünyasının ödüllendirildiği ve bu açıdan sanatın en çok ilgi uyandıran
siyasi kurumu olmuştur663. CHP, 1932 yılında Halkevleri’nde halkı eğittiği, Atatürk’ün
ilke ve devrimlerini halka yaydığı ve çağdaş yaşamın gerekliliğini ifade ettiği halkdevlet ikilemi ile birleştirici rol oynamıştır. 1939-40’lı yıllarda “Sanat Mükâfatları”
adıyla yarışmalar düzenlemesi, sanatçıları ödüllendirmesi, sanat-toplum bütünlüğü
açısından devlet tarafından ekonomik ve düşünsel destek görmüştür. 1942 yılında
“Sanat Mükâfatları” sistematik bir yarışma olarak ve sanata teşvik amacıyla 7 dalda664
ödül vermiştir. “Sanat Mükâfatları” devam ederken 1946 yılında “İnönü Sanat
Armağanları” adıyla yeni bir yarışma düzenlemiştir. CHP’nin düzenlemiş olduğu
yarışmalar, sanat hâkimiyetini propaganda sayesinde elinde tuttuğu gibi bu yarışmalar
ile sanatçıya iş imkânı da sağlamıştır. Bu iki yarışma da DP’nin iktidara gelmesiyle son
bulmuştur. Bu dönemde Maarif Vekâleti’nin desteğiyle “Devlet Resim ve Heykel
Ali Asker Bal (Editörler: Emine Gürsoy Naskali, Hilal Oytun Altun) “Türkiye’de Sanat Yarışmaları;
Tartışmalı Bir Temsil Alanı-Kültür Tarihimizde Yarış”, Acta Turcica Çevirimiçi Tematik Türkoloji
Dergisi, Yıl 2, Sayı 1, 2010, s.157.
664
Roman, Musiki, Tiyatro, Şiir, Resim, Heykel ve Mimari dallarında ödül verilmiştir.
663
181
Yarışması”, “İnkılâp Sergileri (1933-36)”, “Birleşik Sergi (1937-38)” gibi yarışmaların
yapıldığı bilinmektedir665. Dolayısıyla 1923-50’li yıllarda yarışmaların varlığından
haberi olan Türk sanat dünyası, 1954’te yapılan yarışmanın da bu tarz yarışmaların
devamı olduğu ve tek farkının ise devlet desteği yerine özel kurum olan bankanın
desteğiyle yapıldığı bilinmelidir. Bu açıdan yarışma kültürüne sahip Cumhuriyet, ilk
kez özel bir kurum tarafından yarışma yapılmış olması açısından önem kazanmıştır.
Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1950’li yıllar, Türkiye ekonomisinin
düzenlenmesi ve iyileştirmesi açısından çözüm olarak bulduğu Liberalleşme
politikasıyla666, modernleşme, tarımsal yönlü sanayileşme faaliyetlerinin önem
kazandığı yıllar olmuştur. Modern tarım uygulamasının görüldüğü Türkiye'de, kırsal
kesimin kalkınması, ürünlerde verimin artması, köy-kent nüfusunun birleştirici
unsurunun bilinçlendirmesi ile kentte yaşama ilkesi bu dönemin panoramasını
oluşturmuştur. Liberal söyleme uygun olarak sanatta bireyleşme-bireyselleşmenin önem
kazandığı görülmüş ve bireysel özgürlükle gelen siyasi ortam, sanata malzeme
olmuştur. Grup etkinliklerin yerine bireysel çalışan sanatçılar, dönemi etkisi altına
almıştır667. Yarışmada, Anadolu folklorunu idealize ederek estetik gelenekle yaklaşan
sanatçılardan bahsedildiği gibi İbrahim Balaban, Neşet Günal ve Nedim Günsür gibi
sanatçılar da ilk defa Anadolu’yu tüm gerçekliğiyle ele almıştır. 1950’lerde Türkiye ve
Dünya sanat ortamı, resim alanında başlıca tartışma konusunun ‘‘soyut sanat’’ olduğu
döneme girmiştir. “Abstre/mücerret/non-figüratif/suretsiz” gibi kelimelerle ifade edilen
soyut sanat, Doğu-Batı sanatının üzerinde tartıştığı bir konu olmuş ve soyut sanatın
çıkış yeri tartışılmıştır. 1923’te Cumhuriyet sanatında köyü-köylüyü idealize eden
Picasso/Braque “Fütürizm” söylemlerini hareket noktaları olarak seçen Akademi,
1950’lere doğru Doğu-Batı sentezinde AICA kongresinde kültürel sanatlarını soyut dille
modern sanata uyarlamaya çalışmıştır. Akademi’nin sanatı içerisinde 1954 yılında
yapılan yarışma, bu açıdan “dönüm noktası” olmuştur668.
665
a.g.m., s.158.
1950’lerin Liberal söyleminde “memleketçilik” ve “ilerleme” gibi kavramların çok sık kullanıldığı ve
bu bağlamda gerek ekonomik yaptırımların gerekse sanatın dönüşümü açısından bu yılların “milli” olma
yaşamının etkilerinin en çok hissedildiği yıllar olmuştur. 1950’lerin panoraması hakkında detaylı bilgi
için bakınız, Necmi Sönmez, “1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’nın Çağdaş Türk Sanatı Üzerine
Etkileri”, Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat., “Katkılar”, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 2014, s.277.
667
Nihal Elvan, “50’ler Dönüşüm Yıllarıdır”, Resim Tarihimizden: “İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi
Resim Yarışması, 1. Basım, İstanbul: YKY, 5 Kasım 2004-8 Ocak 2005, s.17.
668
a.g.e., s.19.
666
182
1950’lerin sanat dönüşümünde, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı tek sanat kurum
olan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, 1930’lardan 1950’li yıllara kadar
Türkiye ve Dünyada gerçekleştirilen tüm sanat etkinliklerinde “merkeziyetçi” bir
yaklaşımla yeni sanatçıların yetişmesi adına kurumsal bir görev rolü almıştır. Akademi
mezunu olup Akademi’nin fikrine karşı çıkan Eşref Üren, Hamit Görele, Cihat Burak,
Malik
Aksel
gibi
gerçekleştirmişlerdir.
sanatçılar,
Nuri
İyem’in
kendi
amatör
üretimlerini
sanatçılarla
Akademi’den
kurduğu
uzakta
‘‘Tavanarası
Ressamları’’, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kendi atölyesinde sergi yaşamlarına başlayan
‘‘Onlar Grubu’’ bu dönem sanatında önemli etkiler ile üretim yapmışlardır. Sanat
Eleştirmenliği ile bilinçli sanat ortamı yakalamaya çalışan Fikret Adil, Şevket Rado gibi
uzmanlar; Liberalleşme etkisiyle ekonominin gelişmesine bağlı gelişen özel sektörün
güçlenmesi, bu dönemin özeti olarak ortaya çıkmaktadır. Yapı ve Kredi Bankası, bu
dönemin sanat rolünü üstlenmesi açısından zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır.
“Kurumsal Sponsorluğu” önemseyen banka, bu açıdan da ilk sanat merakı uyandıran
kurumdur ve sanat yoluyla yarışma konusu da bu dönemin sanat özetini
betimlemektedir. Tema olarak “Türkiye’nin iktisadi heyetinden çeşitli istihsal
faaliyetlerini” konusunu seçmesi ne tesadüftür ne de dönemden bağımsız olduğunu
göstermektedir. Bu konu sanatın da ekonomiye ve halkın yaşam boyutuna göre
şekillendiğini göstermiştir669.
Kâzım Taşkent’in yönetiminde bulunduğu banka, onuncu yıldönümü nedeniyle
1954 yılında kültür ve sanat alanında670 “fikir ve sanat ürünlerinin gelişmesini
özendirmek” ilkesiyle yarışmalar düzenleyerek 102.500 Tl’lik671 daha önce Cumhuriyet
tarihinde görülmeyen bir rakam ile fon oluşturulup ilk planlamayı yapmıştır672. Kâzım
Taşkent’in kültür-sanat açısından öneminin hafife alınamayacağı gibi Vedat Nedim
Necmi Sönmez, “Çoksesli Bir Görsel Sanat Ortamına Doğru İlk Adımlar-1954 Yapı Kredi Resim
Yarışması’nın Çağdaş Türk Sanatı Üzerine Etkileri”, Resim Tarihimizden: “İş ve İstihsal” 1954 Yapı
Kredi Resim Yarışması, 1. Basım, İstanbul: YKY, 5 Kasım 2004-8 Ocak 2005, s.41-42.
670
Ersel, a.g.e., s.151.
671
“1954 yılında resmi kurdan hesaplandığında 1 ABD Doları 2,82 Türk Lirası idi. Bu durumda Yapı
Kredi söz konusu etkinlikler için 36347,5 ABD doları kaynak ayırmış oluyor. ABD dolarının arada geçen
süredeki değer kaybı hesaba katılarak bu harcamanın 2013 sonu itibariyle karşılığı 252,502 dolardır”
Ersel, a.g.e., s.152. 252,502 dolar 28.04.2019 tarihli dolar kuru (5,9334) olarak hesaplandığında rakam
1.498.195,3668 Tl tutmaktadır. http://bigpara.hurriyet.com.tr/doviz/dolar/ (Erişim Tarihi: 28.04.2019)
672
Ersel, a.g.e., s.152.
669
183
Tör’ün673 de sanata katkıları yadsınamaz. Tör’ün sanata ve sanatçıya verdiği katkıyı
anlamak için Tanaltay’ın yazdığı kitaptaki ifadeye bakmak yeterlidir. Ferruh Başağa’nın
1954-55 yıllarında sergi açmak için Burhan Toprak’tan destek istediğini ve Burhan
Toprak’ın söz verdiği halde maddi açıdan destek olmadığını söylemiştir. Başağa, son
çare olarak Yapı ve Kredi Bankası’na giderek Vedat Nedim Tör’e durumu anlattığını,
normalde 300 lira istediklerini ama Tör’ün 500 lira verdiğini dile getirmiştir. Bu sayede
Ferruh Başağa’nın sergisini açtığını ve sırf destek olmak için sergiye gelen Tör’ün, 500
liralık resim satın aldığını söylemiştir674. Yapı ve Kredi Bankası’nın kültür-sanat
alanında sanatçılara verdiği destek bu hikâyeden de anlaşılabilmektedir. Bu açıdan
düşünüldüğünde ise onuncu yıl dönümü etkinlikleri için verilecek ödüllerin sahibi,
sadece sanat oluşumlarını korumakla kalmayan bir bankadan bahsedilmektedir. Aynı
zamanda kurumsal sanata bilinçli yaklaşmakta olan banka, geleceğini sanat ile
aydınlatmak için çaba içerisinde olan yönetici bir disiplinle hareket etmiştir675.
9 Eylül 1954 yılında, Yapı ve Kredi Bankası’nın Liberal yönetimindeki Türkiye,
sanat ortamında onuncu yıl dönümü münasebetiyle resim, afiş, müzik, senaryo, kitap
yazma ve folklor alanlarında “kurumsal sponsorluğun” sanat ortamına bağlı kalarak
yarışma (Görsel 82 ve 83) düzenlemiştir676.
5.1.1. Jürinin Belirlenmesi
Yarışma, Türk resim sanatı açısından ilk kez Avrupa’dan gelen sanat
eleştirmenlerinin jürisi olduğu bir yapılanmadır. Üç sanatçı AICA kongresi için
İstanbul’da olmuş ve buna istinaden banka, tarafsız bir tespit için bu kişileri çağırmıştır.
Türk sanatının sorgulanması açısından önemli olan bu üç jüri üyesi (Read, Fierens,
Vedat Nedim Tör hakkında detaylı bilgi için bakınız, Hikmet Yaman, Bir Cumhuriyet Aydını: Vedat
Nedim Tör (Yüksek Lisans Tezi), Eskişehir: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2017, s.5-91.
674
Erdoğan Tanaltay, Sanat Ustalarıyla Bir Gün, İstanbul: Tekin Yayınları, 1993, s.109.
675
Sanat ve banka koleksiyonerliği açısından günümüzde bile Yapı ve Kredi Bankası, İş Bankası,
Akbank ve Ziraat Bankası gibi kurumlar, bilinçli bir sanat tutkusuna sahiptirler. Bu açıdan kuruldukları
günden beridir, sanatı seven, sanatçıya destek veren bu kurumlar, sanatçıların yetişmesi açısından da
teşvik edici bir rol oynamaları ile şuan kendi bünyesinde barındırdıkları binlerce tablonun yok edilmemesi
açısından Türkiye ve Türk sanatı açısından önemle bahsedilmesi gereken faydalı kurumlar olarak
görülmektedir. Kurumsallaşmanın ötesinde bir disiplin ile yaklaştıkları sanata, sadece saygınlık için
eserleri satın almadıkları gibi yöneticilerin de sanatsever olmasının nedeni yatmaktadır. Bu açıdan bu
bankaların 1940’ların başından günümüze kadar gelen süreçte sanata verdikleri katkı ve sanatçıları
korumak için çeşitli yarışmalar ve ödüllerle destekleyen banka, kurumsal bir kimlikle sanat ortamına
damga vurmuştur.
676
Sönmez, a.g.e., s.277.
673
184
Venturi) bu sayede Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türk resminin sorgulanması açısından
Avrupalı sanatçılarca görme imkânı vermesiyle ilk uluslararası düzeyde bir jüri üyesi
kazandırmıştır677. AICA V. Kongresi’nin konusu Doğu-Batı sanatıdır. Bu açıdan ilk
defa uluslararası bir kongrede bu konu tartışıldığı görülmüş ve bunun ilk somut
örneğinin jürisini oluşturan 3 üye, resim ve afiş yarışması için önem arz etmektedir. Bu
yarışma sadece Türk sanatı için değil, aynı zamanda Doğu-Batı ikileminde kalan AICA
üyeleri için de Doğu sanatı hakkında bilgi ve görsel şölen anlamı taşımaktaydı 678. 1949
yılında kurulan AICA’nın jüri üyelerinin yapacağı resim ve afiş yarışması ve Türk sanat
ortamının bu uluslararası dernekte yer almış olması, o dönemin sanat çabasının
kalitesini göstermektedir. Doğu-Batı sentezinde hareket eden sanat camiası, bu tarihten
sonra modern olma tutkusu ile karşı karşıya kalmıştır679. Ersel kitabında, jüri üyeleri
için yazdığı yazısında, Yapı ve Kredi Bankası’nın bu yarışması için böyle bir jüri
kurabilmesini büyük bir başarı olduğunu dile getirmiştir. AICA’nın V. Kongresi’nin
İstanbul’da yapılması fırsatını iyi değerlendiren banka ve Ersel’in deyimi ile “Banka,
Türkiye’de
sanatın
düzeyi
hakkında
fikir
edebilmelerine
katkı
sağlamayı
hedeflemekteydi.” tanımını ortaya koymuştur680.
5.1.1.1. Lionello Venturi
Lionello Venturi, 1885-1961 yılları arasında yaşamış İtalyan tarihçi ve sanat
eleştirmenidir. 1919 yılında Torino Üniversitesi’ne Sanat Tarihi profesörü olarak atanan
Venturi, 1931 yılında Roma Üniversitesi’nde Sanat Tarihi Kürsüsü başkanlığı
yapmıştır. Bu dönemlerde Mussolini rejimine karşı bağlılığı ve and içmeyi kabul
etmemesinden dolayı istifa ettirilerek görevine son verilmiş, çeşitli baskılar neticesinde
yurdunu terk etmek zorunda bırakılmıştır. Önce Fransa, ardından ABD’ye giden
Venturi, bazı üniversitelerde öğretim üyeliği yapmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın bitimi ve
Mussolini’nin faşist iktidarının son bulmasıyla ülkesi İtalya’ya geri dönmüştür. Roma
Üniversitesi, Sanat Tarihi Kürsüsü’nün başkanlığına tekrar getirilen Venturi, Sanat
Oğuz Erten, Türk Plastik Sanatlarında İlkler, 1. Baskı, İstanbul: Artam Antik A.Ş. Kültür Yayınları,
2012, s.178-179.
678
Elvan, a.g.e., s.21.
679
Ayla Merih, Memleketimizde Toplanan İlk Sanat Kongresi A.İ.C.A. İstanbulda, Yeni İstanbul, 7 Eylül
1954, s.2.
680
Ersel, a.g.e., s.154-155.
677
185
Tarihi alanında kitaplar yazmıştır. 1954 yılında AICA’nın Başkan Yardımcısı olan
Venturi, Yapı ve Kredi Bankası’nın resim alanında üyeliğini yapmıştır681.
5.1.1.2. Herbert Read
Sir Herbert Read, 1893-1968 yılları arasında yaşamış İngiliz şair ve sanat
eleştirmenidir. V. AICA için İstanbul’a gelmiştir ve Yapı ve Kredi Bankası’nın
düzenlemiş olduğu resim yarışmasının jüri üyelerinden birisidir. Modern sanatın
getirdiği yenilikleri yakından bilen ve sanat felsefesi açısından uzman bir kimliğe sahip
Read, gerek şairlik gerekse sanat eleştirmenliği alanlarında yazılar yazmıştır. Leeds
Üniversitesi’nden mezun olan Read, 1915-18 Birinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklı
orduda görev almıştır. Savaşta başarısından dolayı ödüllendirilmiş ve savaşın bitiminde
Londra’da bulunan Victoria Albert Müzesi’nin seramik bölümünde görev yapmıştır.
1929-30’da Cambridge Trinity College’de öğretim üyesi olarak sanat yaşamına
profesyonel bir başlangıç yapan Read’in, 1931 tarihinde Edinburg Üniversitesi’de
Güzel Sanatlar Profesörü olduğu, bu tarihlerde yine Liverpool Üniversitesi’nde de
öğretim üyeliği görevini de üstlendiği görülmüştür. 1930’lı yıllarda “Avant-Garde”
sanat grubuyla yakın ilişkiler kuran Herbert Read, grubun sözcülüğünü de üstlenmiştir.
Bu grupta yer alan sanatçılardan H. Moore, Hepwort ve B. Nicholson en
ünlülerindendir. Sürrealist sanatçıların 1936 yılında Londra’da sergi açmaları
konusunda rol almış ve aynı yılda “Surrealism (Sürrealizm)” kitabını yayınlayarak grup
ve sanatçıları tanıtmıştır. 1947 yılında Roland Penrose’yle birlikte “Çağdaş Sanatlar
Enstitüsü”nü kurmuş ve 1954’lerde ise Harvard Üniversitesi’de Güzel Sanatlar
Profesörlüğü yapmış olan Read, 1960’lı yıllarda başkanlığını yaptığı “İngiliz
Estetikçiler Birliği” ve yine bu tarihlerde “Uluslararası Estetikçiler Komitesi” üyeliğini
de yapmıştır682.
5.1.1.3. Paul Fierens
Paul Fierens, 1895-1957 yılları arasında yaşamış Belçikalı şair ve sanat
eleştirmenidir. Brüksel şehrinde Institut St. Louis’de felsefe üzerine öğrenim görmüştür.
1921 yılında Brüksel Özgür Üniversitesi’nde hukuk doktorasını yaptıktan sonra Liêge
681
a.g.e., s.155.
U. Tükel, “Herbert Read”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, Cilt 3, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Endüstri
Merkezi Yayınları, 1997, s.1540.
682
186
Üniversitesi’nde Estetik ve Modern Sanat Tarihi dersleri vermiştir. 1936’da yine aynı
üniversitede profesör olarak sanat yaşamına devam etmiştir. Brüksel’de Kraliyet Güzel
Sanatlar Akademisi’nin sanat sorumlusu olmuş, AICA’nın başkanlığı Uluslararası
Müzeler Konseyi’nin Yönetim Konseyi Sekreterliği’ni üstlenmiştir. Sanat alanında çok
kitabı bulunan Fierens, 1954 yılında AICA öncülüğünde İstanbul’da toplantıya katılmış
ve Yapı ve Kredi Bankası’nın resim yarışmasında jüri üyeliği yapmıştır683.
5.1.2. Yarışmaya Katılan Eserler: Resim ve Afiş Yarışması
5.1.2.1. Resim Yarışması Alanında
Çoğunluğu Akademi’de hoca olan 36 ressam “İş ve İstihsal” konulu yarışmaya,
2x3 metre684 boyutlarında toplam 38 tablo ile katılmışlardır. Yarışmaya, Akademi’den
katılan sanatçılar Refik Epikman, Şeref Akdik, Eren Eyüboğlu, Cevat Dereli, Hamit
Görele, Zeki Faik İzer, Ferruh Başağa, Cemal Tollu, Nurullah Berk, Sabri Berkel,
Hakkı Anlı, Şeref Bigalı gibi hocalar, halk sanatçısı İbrahim Balaban ve genç sanatçılar
Aliye Berger, Özden Ergökçen ve Antranik Kılıçcı olarak kategorize edilebilir. “İş ve
İstihsal” konusu, Türk sanatçıların yıllardır tema olarak seçtikleri, yöneldikleri ve
idealize ettikleri konuların başında gelmektedir. Konu ve biçem olarak eserler
incelendiği zaman, plastik dilleri birbirine benzeyen685 konular tercih edilmiştir. Üretim
ve kalkınmayı somut bir plastik dille ele alan sanatçıların konuları; tarlada çalışan,
üzüm, mısır, portakal, tütün toplayan; ekin biçen insanlar; denizle alakalı olan veya
balık tutan insanlar olarak genellenebilir686. Şunu belirtmekte fayda vardır: Resim
yarışması için 2x3 metre boyutunda olacak eserlerin boyutu, Türkiye sanat ortamının
çok da alışık olmadığı bir boyuttur. Bankanın bu kadar büyük boyutlu eserlerin
yaratılmasındaki temel hedefi ise “Türkiye’nin üniversite, akademi, enstitü, fabrika,
hastane, bakanlıklar ve diğer büyük amme müesseseleri binalarının boş duran
duvarlarının süslenmesi ile çalışmada rahatlık, halkın gözüne güzellik ve ferahlık
683
Ersel, a.g.e., s.154.
“O yıllarda 2x3 metrelik bir tabloyu yapabilmek için çok fazla boya gerektiği için, Adnan Çoker gibi
sanatçılar parasızlık yüzünden yarışmaya katılmadıklarını hatırlattırmaktadırlar. Yarışmada mansiyon
miktarında 500 liralık ödül kazanan Abdurrahman Öztoprak ise, o yıllarda bu miktarın bile yüksek
olduğunu bu sayede kendisinin bir yıllık resim malzemesi ihtiyacını karşıladığını” bildirmiştir. Sönmez,
a.g.e., s.283.
685
Plastik dilleri ve konuya yaklaşım tarzları birbirine benzeyen Akademi’nin genelinde Anadolu
Kübizmi anlayışı hâkim olmuştur.
686
Elvan, a.g.e., s.21.
684
187
getirecek olan “çıplak duvarlar davasını halletme” yolunda güzel bir adım atmış
olacaktır.
Dolayısıyla
sanatçılara
geniş
iş
imkânları”687
olarak
sıralamak
gerekmektedir. Bu açıdan bu durumu bankanın kültür-sanat alanında kendi olanakları
açısından hedeflediği bir durum olarak görmek gerekiyor. Çünkü kamu kurumları bu
özel kurumların duvarlarını doldurmak ve insanların burada ferahlayacağı görsel bir
şölen yaratmak istemişlerdir. Bankanın kendisine görev olarak bildiği sanatı, bu
yarışmanın temel etmenlerinde bulundurması sebebiyle önemli bir izlenim yarattığını
söylemekte fayda vardır.
1954 yılında Yapı ve Kredi Bankası, onuncu kuruluş yıl dönümü münasebetiyle
“İş ve İstihsal” konulu yarışması688 (Görsel 83), 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin,
liberalleşme politikalarının ana amaçlarından birisi “tarımsal kalkınma” modelinin
Türkiye ekonomisine girmiş olmasıdır. Demokrat Parti’nin, bu modelin üç yıl içinde
meyvesini gördüğünün ve tarımsal liberalizmin önemli bir toplumsal kabul gördüğünün
kanıtı ise 1954 yılında yapılacak olan “Türkiye’de İş ve İstihsal (üretim) Yarışması”na
katılan sanatçıların hemen hemen tümünün konuyu ele alışı, tarım yoluyla kalkınma
modeline dayandırılmasıdır689. Bu dönemin sektörel yoğunluğunun tarımda olması
sebebiyle bankanın bu tutuma karşı yarışma konusu belirlemesi, dönem sanatının
bilinmesi açısından da önemlidir690.
Özel bankacılıkta tartışma yaratacak olan bu yarışmaya dönem için büyük bir
rakam ayıran banka, resim sergisi için 16 bin Lira ve tüm yarışmalar için toplamda 102
bin liradan fazla bir meblağ ayırmıştır. O günkü ismi “Spor ve Sergi Sarayı” olan,
şimdiki ismiyle “Lütfü Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı”691 yapıtların sergileneceği yer
olarak belirlenmiş ve sergi için hazırlanmıştır. 11 Eylül – 17 Eylül 1954 tarihleri
arasında tablolar imzasız olarak sergilenmiştir692 ve ödül almaya hak kazanan resimlerin
Sönmez, a.g.e., s.279.
Orhan Koçak, Modern ve Ötesi-Elli Yılın Sanatına Kenar Notları, 2. Baskı, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları (Santralistanbul’da 8 Eylül 2007-29 Şubat 2008 tarihleri arasında gerçekleşen
“Modern ve Ötesi” sergisi kataloğu), 2009, s.18.
689
Yasa Yaman, a.g.m., s.96.
690
Sezer Tansuğ, “AICA 1954”, Sanat Dünyamız, Yıl 16, Sayı 46, 1992, s.37.
691
Yarışmanın yapıldığı mekân, 1947 yılında yapılacak olan Dünya Güreş Şampiyonası için dönemin
İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfü Kırdar tarafından yaptırılan Spor ve Sergi Sarayı, 1992 yılına
kadar spor müsabakalarının yapıldığı bir merkez iken, bu tarihten sonra sadece kongre ve sergi sarayına
dönüştürülmüştür. Erten, a.g.e., s.179-180.
692
İmzasız olarak sanatçıları tanıtılacak isim ve amblem olmaması, jüriyi etkisi altına almamak ve jüriyi
etkilememek içindir.
687
688
188
sahipleri “Yeditepe Dergisi”nin Ekim sayısında açıklanacaktır693. Yağlıboya resim
olacak 2x3 metrekare boyutunda ve “İktisadi hayatta istihsal faaliyetleri” olarak
belirlenecek resim yarışmasında, birinciye 5 bin, ikinciye 3 bin, üçüncüye 2 bin,
dördüncü ve beşinciye 1.500, altıncıdan onuncuya kadar dereceye giren ressamlara
mansiyon ödülleri 500 lira olarak mükâfat verilecektir694. Çoğunluğu Akademi
çevresinden, 36 ressamın yaptığı 38 tablo yarışma için sergilenmiştir. Yarışmanın
konusuna bakıldığı zaman da ressamlarımızın yıllardır yaptığı ve Anadolu Kübizm’in
simgesi haline gelen Anadolu üretimi, Akademi tarafından büyük bir anlayışla
karşılanmıştır695.
Resim yarışmasına katılan eserler:
1. Refik Epikman,
2. İbrahim Balaban,
3. Antranik Kılıçcı,
4. Mehmet Yücetürk,
5. İlhami Demirci,
6. Hasan Kavruk,
7. Remzi Türemen,
8. İbrahim Safi,
9. Kemal Yükselengil, Halit Doral
10. –
11. Şeref Akdik,
12. Fahrettin Arkunlar,
13. –
14. Mehmet Yücetürk,
15. Aliye Berger,
16. Nazlı Ecevit,
17. Haşmet Akal,
18. Eren Eyüboğlu,
19. Abdurrahman Öztoprak,
693
a.g.e., s.158.
a.g.e., s.179.
695
Ayşegül Sönmez, Türk Resminde Modernizme Rağmen Modern (1908-1954) (Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul: İstanbul Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 2005, s.68.
694
189
20. Fethi Karakaş,
21. Cevat Dereli,
22. Hamit Görele,
23. Zeki Faik İzer,
24. –
25. Ferruh Başağa,
26. Cemal Tollu,
27. Nurullah Berk,
28. Sabri Berkel,
29. Hakkı Anlı,
30. Arif Kaptan,
31. –
32. Haşmet Akal,
33. –
34. Eşref Üren,
35. Özden Ergökçen (Akbaşoğlu),
36. Salih Acar,
37. Anonim,
38. Şeref Bigalı”696.
Yarışmaya katılan sanatçılara bakıldığında, 6 kişinin ismi bilinmemektedir.
Haşmet Akal ve Mehmet Yücetürk iki tablo ile yarışmaya katılmışlardır. 10 numaralı
tablo olarak gösterilen ve kime ait olduğu belli olmayan ve üzerinde “mahallinde bizzat
müşahede edilerek yapılmıştır. Ege bölgesi Aydın ili incir ve pamuğu” yazılıdır. 13
numaralı tablo olarak gösterilen, kime ait olduğu tespit edilemediği ve üzerinde “Yeni
ses Opereti için güzel bir reklam panosu olabilir. Girls ve Boys’ları var. Vakıa bunlar
da istihsal mevzuna girebilirse de, burada yeri yok” şeklinde bir yorumlama yapılarak
konusunun da bu yönde olacağı düşünülmektedir. 24 numarada gösterilen tablonun
üzerinde ise “içinde tütünden çocuk emziren kadına, krom taşıyan şilepten kazlara, gök
kuşağından köprülere, şafaktan traktörlere kadar her şey bulunan” değerlendirilmesi
yapılmıştır. 31 ve 33 numaralı tabloların kime ait olduğu ile ilgili hiçbir fikir ve
malzeme yoktur. 37 numaralı anonim olarak yazılan tablonun kime ait olduğuna dair
696
Elvan, a.g.e., s.33.
190
birçok söylenti vardır. Bir görüşe göre Antranik Kılıçcı olabileceği ve diğer görüşe göre
de “Bundan başka 1900 Paris Sergisi’nden sonraki duvar kâğıtlarını hatırlatan bir
pano var. Portakalları, ekinleri ve denizi ile 37 numaralı tablo da bikes bir yere
konulmuş. Çalışma tarzı itibariyle bize, rahmetli Hale Asaf’ı hatırlattı ve aynı
mektepten bir ressama ait intibaı uyandırdı” gibi görüşler olsa da net bir bilgi yoktur697.
Necmi Sönmez’in yazısında resim yarışması ile ilgili olarak ‘‘Yapı ve Kredi
Bankası’nın yağlı boya tabloların 2x3 metre boyutunda olması gerektiğini şart koşmakla
Türkiye’deki kurumların boş duvarlarını süsleme amacı, halkın gözüne güzellik ve
ferahlık getirecektir.’’ diyerek “çıplak duvarlar davası”
yolunda güzel bir adım
atılmıştır demiştir. Bu yarışmanın bir diğer avantajının ise “sanatçılara iş imkânı”
doğacak olması olduğunu söylemiştir. Sanatçıların eserlerinin satılmasıyla sanat ortamı
açısından iyi bir gelir getireceğini ifade etmiştir. Bankanın dağıttığı yüksek ödüller de
bunu kanıtlar nitelikte olduğunu göstermektedir698.
5.1.2.2. Afiş Yarışması Alanında
Türkiye sanat ortamında afiş yarışmaları, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmaya
başlanan bir alan olmuştur. Yapı ve Kredi Bankası, ilk afiş yarışmasını 1951 yılında
yapmış ve onuncu yılında yine bu alanla ilgili bir yarışma düzenlemiştir. Bankanın
özellikle afiş yarışmalarına verdiği önem, reklam ve yapmış olduğu ürünlerinin
tanıtılması açısından çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu açıdan bakıldığında
televizyonların ön planda olmadığı dönemlerde bile gazete ve dergilerde afiş yapılarak
ürün tanıtımı açısından reklama büyük ilgi gösterilmiştir. Nasıl ki yaptığı diğer
yarışmalarda bilinçli bir ortam hazırlama amacı güdülmüşse, afiş için de aynı düşünce
etkili olmuştur.. Güzel Sanatlar Akademisi’nin Afiş ve Dekorasyon bölümlerinde
yetişen gençleri “teşvik etmek” amacıyla 17 Eylül 1954 yılında Cumhuriyet
Gazetesi’nde yayınladığı yazısına göre resim yarışmasının jüri üyeleri, afiş
yarışmasındaki jüriyi oluşturmuştur699.
697
a.g.e., s.34.
Necmi Sönmez, “Çoksesli Bir Görsel Sanat Ortamına Doğru İlk Adımlar-1954 Yapı Kredi Resim
Yarışması’nın Çağdaş Türk Sanatı Üzerine Etkileri”, Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı
Kredi Resim Yarışması, 1. Basım, İstanbul: YKY, 5 Kasım 2004-8 Ocak 2005, s.43.
699
Ersel, a.g.e., s.163.
698
191
5.1.2.3. Folklor Yarışması Alanında
Yapı ve Kredi Bankası, 1953 yılında “Halk Oyunlarını Yaşatma ve Yayma
Tesisi” kurarak, Türkiye’nin her bölgesinde yaşatılmaya çalışılan halk oyunlarını
araştırılmasını ve bu yörelerde oynanılan çeşitli oyunları toplumla tanıştırarak kültürsanat kapsamında araştırma modelini kendinde görev bulmuştur. 1953 yılından
başlayarak Anadolu’nun her yöresinde ekipler kurulmuş, oyunların düzenli olarak
oynanması için özellikle İstanbul’da açık hava tiyatrosu’nda halkla buluşturma telaşına
girilmiştir. Halk oyunlarının devamlı ve düzenli olarak yaşatılması için enstitü faaliyeti
gibi araştırma yapılacak kurumun adı “Türk Halk Oyunlarını Yaşatma ve Yayma Vakfı”
olarak değiştirmiştir. ‘‘özgün oyun yapısının korunumu’’ ilkesine bağlı kalan bu vakıf,
Türkiye’nin her tarafından gelip bu düşüncede olan insanlarla, gösteriler yapmıştır. Bu
gösteriler arşivler halinde filmlere ve kasetlere kayıt edilerek belge gibi saklanmıştır.
1964 yılına kadar yapılan bu gösteriler, zengin bir folklor arşivinin oluşturulmasına
katkı sağlamıştır. Türk Halk Oyunlarını Yaşatma ve Yayma Vakfı, Vedat Nedim Tör’ün
başkanlığında 1964-1970’li yıllara kadar devam eden Uluslararası Halk Oyunları
Bayramı düzenlenmiştir (Görsel 84) . Yapı ve Kredi Bankası İdare Meclisi Reisi Kazım
Taşkent’in de bu Türk sanat olaylarını yakından takip ettiği ve desteklediğini
bilmekteyiz700.
Akşam Gazetesi 3 Eylül 1954’te yazmış olduğu yazıda Gazeteciler cemiyetinin
ve Yapı Kredi Bankası’nın Halk Oyunları Yarışması’na (Görsel 85) katılacak 23 şehrin
ekiplerinin İstanbul’a geldiğini aktarmıştır. Almanya’da yapılan milli oyunlar
festivalinde büyük başarı elde eden Erzurum ekibinden sonra 2’inde Rize gelmiştir. 8
kişilik Rize ekibi öğretmen Ziya Işık Dermi’nin başkanlığında gelmişlerdir. Dermi
konuşmasında Halk Oyunları Yarışması’na yoğun ilginin olduğunu ve şehrimizde de
yankı uyandırdığını söylemiştir. 3 Eylül’de biletler satışa çıkmıştır701. 23 ekibin
katılacağı bu yarışmada toplamda 200 oyuncu vardır. 09 Eylül-12 Eylül 1954 tarihleri
arasında katılacak ekipler belirlenmiştir. Yarışmaya Adana, Adapazarı, Artvin, Aydın,
Balıkesir, Bergama, Bursa, Çorum, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Gaziantep, Hatay,
İzmir, Kars, Kastamonu, Konya, Ödemiş, Sivas, Trabzon ve Şanlıurfa illerinden gelen
ekipler kendi yörelerini temsil etmişlerdir. Her ekip geldiği şehrin yöresel kıyafetine
İlke Kızmaz, 1960-1980 Yılları Arasında İstanbul’da Halk Dansları-Sözlü Tarih çalışması (Yüksek
Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s.35.
701
Anonim, “Halk Oyunları Müsabakası”na Ait Haber Bülteni, Akşam Gazetesi, 3 Eylül 1954, s.3.
700
192
uygun olarak oynayacaktır. Oyuncular, Komedi Tiyatrosu’nda prova yapma imkânı da
(Görsel 86) bulmuştur702.
6 Eylül’de Halk Oyunları için Celal Esat Arseven’in başkanlığında jüri
üyelerinin derecelendirme konusunda toplanmıştır. Adnan Saygun, Halil Bedii
Yönetken, Kutsi Tecer, Muzaffer Sarısözen, Nedim Akçer ve Behçet Çağlar’a
yarışmanın iyi bir şekilde ilerleyebilmesi için ve ekip provalarını yapılabilme imkânı
verilmiştir. Burada alınan kararlardan bir diğeri ise ekiplerin oyun süreleri provalardan
sonra belirlenecektir (Görsel 87). Aslında bunu sağlayacak kişiler ise adını saydığımız
kişilerden oluşmuştur. 6 Eylül’de ele alınan bir diğer konu ise derecelendirme
sistemidir. Buna göre oyunlardan ziyade oyuncuların performansı daha ön planda
olmalıdır ve ekipler müzik, ritim, kostüm gibi alanlarda derecelendirmeye tabi
tutulacaktır. 7 Eylül’de ise ekiplerin provası hız kazanmıştır703.
Banka 1954’te, zengin halk kültürümüzün en önemli unsurlarından biri olan halk
oyunlarını yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla, İstanbul Gazeteciler
Cemiyeti ile birlikte Türkiye'de ilk kez, bir halk oyunları yarışması düzenlemiştir
(görsel 88)704. Bugünkü ismiyle “Harbiye Açıkhava Tiyatrosu” olan Açıkhava
Tiyatrosu’nda yapılmıştır. Bankanın yapmış olduğu yarışma için ekipler, Galatasaray
Lisesi’nin yatakhanesinde misafir edilmiş, yoğun ilgiyle karşılanmış ve bu sayede
sonraki yıllarda705 da yapılmaya başlanmıştır706.
09 Eylül 1954 yılında halk oyunları yarışmasında, ilk yarışmacılar hünerlerini
sergilemişlerdir (Görsel 89). Yaklaşık olarak dört-beş bin kişinin izlediği bu yarışma,
hayranlık uyandırmıştır (Görsel 90). Yarışma 10, 11 ve 12’de yine akşam olarak devam
etmektedir707.
1954 yılında yapılan halk oyunları 43 kişilik jüriden oluşmuştur. Fikret Adil,
Nedim Akçer, Selmi Andak, Eşref Antikacı, Burhan Arpad, Celal Arseven, Leyla
Arzuman, Adnan Benk, Celal Bulkat, Adalet Cimcoz, Behçet Kemal Çağlar, Fikri
Anonim, “Halk Oyunları Festivali” 23 Ekip, 200 Oyuncu ile Festivale Katılacak, Akşam Gazetesi, 6
Eylül 1954, s.3.
703
Anonim, Halk Oyunları, Akşam Gazetesi, 7 Eylül 1954, s.2.
704
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
705
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu olduğu Türk Halk Oyunları Yarışması, karşılaşılan
yoğun ilgiden dolayı önem verilerek diğer senelerde yapılmaya başlanılan şölen haline gelecektir. Detaylı
bilgi için bakınız, Kızmaz, a.g.t.
706
Kızmaz, a.g.t., s.55.
707
Anonim, Milli Oyunlar Müsabakası, Akşam Gazetesi, 10 Eylül 1954, s.1-2.
702
193
Çiçekoğlu, Ulvi Cemal Erkin, Muhsin Ertuğrul, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bediî Faik,
Burhan Felek, Eflatun Cem Güney, Yaşar Kemal, Max Meinecke, Zühtü Müridoğlu,
Doğan Nadi, Yaşar Nabi Nayır, Ahmed Vâlâ Nureddin, Olga Olcay, Tahsin Öztin,
Cevdet Perin, Cemal Reşit Rey, Muzaffer Sarısözen, Ahmet Adnan Saygun, Cahit
Tanyol, Selim Sırrı Tarcan, Ahmet Kutsi Tecer, Mesut Cemil Tel, Cemal Tollu, Hıfzı
Topuz, Vedat Nedim Tör, Semih Tuğrul, R. Cevat Ulunay, Tunç Yalman ve Halil Bedii
Yönetken folklor yarışması için jüri üyesi olmuşlardır. 22 ekibin katıldığı bu yarışmaya,
her biri kendi illerini temsil ederek gelmiştir. 7 Ekim 1954 yılındaki Dünya gazetesinde
yer alan habere göre jürinin değerlendirme ölçüsü oyun değildir. Ersel’in yine kitabında
konu ile ilgili olarak “Jürinin değerlendirme yapacağı konu, ekiplerin müzik, kostüm
durumları ve seyircilerin beğeni derecesine göre belirlenecektir.” demiştir. Jüri kararı
tarafından hazırlanan beş gruba göre sonuçlar şu şekilde yer almıştır:
“A Grubu: Erzurum, Balıkesir, Trabzon
B Grubu: Çorum, Diyarbakır, Sivas
C Grubu: Adana, Bursa, Elazığ, Gaziantep, Kars, Kastamonu, Şanlıurfa
D Grubu: Artvin, Aydın, Ödemiş, Hatay, Bergama
F Grubu: Adapazarı, İzmir, Rize, Konya”708.
22 ekibin 5 grupta sonuçlandığı ve buna göre en fazla oy alan şehirler A grubu
1500-1600, B grubu 1250, C grubu 1000, D grubu 500-600 ve F grubu ise 400-450 lira
alarak ödüllendirmişlerdir. Ekiplerde yer alan kadınlara altın verilirken, erkeklere ise
gümüş madalya verilmiştir. A grubunda yer alan Erzurum, en çok puan toplayan ekip
olmasına rağmen Balıkesir ekibiyle sorun yaşamış olmasından dolayı belirlenememiştir.
Her ne kadar 5 grup şeklinde sonuca gidilmişse de ne gibi bir değer ile bu grupların
oluşturulduğuna dair net bilgi yoktur. Yarışmanın değere göre değil de kostüm, icra,
müzik gibi etkenlere göre yapılması da çok ilginç bir konudur. Burada yer alan ekiplerin
folklor merakında mı olduklarına, ne giydiklerine ya da ne tarz bir müzik ile yarışmaya
katıldıkları na belli bir anlam verilememiştir709. Bankanın onuncu yıl dönümü
münasebetiyle ilk kez düzenlenen halk oyunları yarışmasında değişik yöre ve oyunlar
708
709
Ersel, a.g.e., s.170.
a.g.e., s.152.
194
sergilenmiş, Diyarbakır’ın giysileri ve Adana-Pozantı ekibinin kadın-erkek karışık
şekilde oynadıkları oyunlar ilgi çekmiştir710.
Yapı ve Kredi Bankası ve Gazeteciler Cemiyeti’nin bugünkü ismiyle Harbiye
Açıkhava Tiyatrosu olan o dönemdeki Açıkhava Tiyatrosu’nda ‘‘Türk Halk Oyunları
Yarışması’’ gerçekleştirildi. Kendi şehirlerinden gelen 200 kişinin yarışmada ter
döktüğü görülmüş ve bu gösteriler büyük ilgi çekmiştir. AICA üyelerinin de bu
yarışmayı hayranlıkla seyrettiklerini Amerikalı profesörün “hayatımda bu kadar
muazzam bir performans seyretmedim.” bu ifadesinden anlamak mümkündür. İtalyan
delegesi
“Hiçbir
sanat
hadisesinin
beni
bu
kadar
fazla
heyecanlardığını
hatırlamıyorum. Milli oyular, Türkler için harcanmakla bitmez bir servettir.” demiştir.
Fransız delegesi ise şu sözlerle düşüncelerini dile getirmiştir: “Biz sanat cephesinden
Türkiye’yi sadece İstanbul olarak mütalâa ederdik. Fakat ne kadar yanılmışız. Her
köşesinden sanat fışkıran Türkiye’yi her defasında hürmetle yâd edeceğim.” İngiliz
delegesi “Dillere destan olan Türk kuvvet ve cesaretinin nereden geldiğini şimdi
anlamış bulunuyorum: Tarih, anane ve folklor.” AICA delegelerinin sözlerinden
anlaşılacağı üzere folklor yarışması büyük bir ilgi ile izlenildiği ve Türk sanatının bir
parçasını oluşturduğu bir gerçektir. Bu yıllardan sonra yapılmaya başlanılacak olan
Halk Oyunları Yarışması, bankanın yoğun çabaları sonucunda ortaya çıkmıştır711.
5.1.2.4. Diğer Branşlardaki Yarışma
Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu yıl münasebetiyle birçok alanda yarışmalar
düzenlendiğini ve bu bölümde resim, afiş ve folklor yarışması dışında gerçekleştirmiş
olduğu yarışmaların da olduğu bilinmektedir. Bu konu çok az kaynak tarafından
işlenmiş ve burada Hasan Ersel’in ‘’Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat’’ adlı
kitabından ana kaynak olarak yararlanmıştır.
Yapı ve Kredi’nin Bale Müziği Yarışması’nın konusu “halk ozanlarımızın
musikisi üzerine yazılmış bir bale suiti”712 olarak belirlenmiş ve bu konuda yazım banka
Kızmaz, a.g.t., s.54.
Cemal Refik, Folklorumuzun Kıymetini Bilelim, Akşam Gazetesi, 13 Eylül 1954, s.3.
712
Suite (Suit), aynı tonalda, birbirine benzer farklı dans parçalarının art arda sıralanmasına denilir.
Terim, ilk olarak dans müziği için kullanılsa da sonraları çalgı müziği olarak da kullanılmaya
başlanılmıştır. https://www.bilgiustam.com/suitesuit-nedir/ (Erişim Tarihi: 12.04.2019) Suite, İngilizce
bir kelimedir ve Türkçe karşılığı ise demet anlamına gelmektedir.
https://www.dersimiz.com/terimler-sozlugu/suit-nedir-ne-demek-2615 (Erişim Tarihi: 08.05.2019)
710
711
195
tarafından şart koşulmuştur. Fikri Çiçekoğlu’nun 26 Eylül 1954 yılında Vatan
Gazetesi’nde yayımlanan “Musiki Mükâfatları” adlı yazısında Igor Straviski, Paul
Hindemith ve Arthur Honegger713 ‘i yarışma için jüri üyesi olarak davet eden bankanın
jüri üyesi, üyeliği kabul eden tek kişi olmasıyla Arthur Honegger olmuştur714. Bale
Müziği Yarışması’na toplamda sekiz eserin katıldığını varsayan ilgili yazıyı yazan
Ersel, dönemin önde gelen Türk bestecilerinin bu yarışmaya ilgi göstermediklerini dile
getirmiştir715. Ersel, yazısının devamında şunları eklemiştir:
“Jüri konusunda Yapı Kredi’nin resim dalındaki yaklaşımının korunduğu
görülüyor. Yapı Kredi’nin, olabildiğince jürileri kendi alanında dünya
ölçüsünde yetkin kabul edilen yabancılardan kurmayı hedeflemiş olduğu
görünüyor. Böylelikle jürinin hem saygınlığını hem de tarafsızlığını
güvence altına almak istediği anlaşılıyor. Ancak, resim dalında büyük
ölçüde başarılı olan bu yaklaşım, bale müziği dalında beklenen sonucu
verememiştir. Igor Stravinsky ve Paul Hindemith’in jüri üyesi olmayı
kabul etmemeleri ve yerlerine başka saygın kişilerin bulunmaması bunu
engellemiş görünüyor”716.
Senaryo mükâfatları (Görsel 91) için ise jüri, dereceye girecek kadar iyi bir esere
rastlamasa da bankaya danışıldıktan sonra, yarışmaya katılan senaristlere emekleri için
10.000 lira ödül eşit oranda paylaştırılmıştır. Kültür mükâfatı için (Görsel 91) 10.000
lira ödül ayıran banka, “iyi insan, iyi vatandaş” adlı kitap için gelen üç esere jüri
tarafından
5.000
Lira
dağıtılırken
geriye
kalan
5.000
Lira
ise
eserlerin
beğenilmemesinden dolayı dağıtılmamıştır717.
Senaryo yarışmasına kaç kişinin başvurduğu, jürinin kimler olduğu ve
eserlerinin içeriği ile ilgili bilgilere ulaşılamamıştır. Kültür yarışması konusunda ise iki
Arthur Honegger, 1892-1955 yılları arasında yaşamış Fransa’da Le Havre’da doğmuş, aslen İsviçre
vatandaşıdır. Yaşamının büyük bir bölümünü Fransa’da geçiren Honegger, Zürih Konservatuvarı’nda
başladığı müzik öğrenimine, Paris Konservatuvarı’nda Lucien Capet, Andrê Gêdalgei, Charles-Marie
Widor ve Vincent d’Indy ile çalışarak tamamlamıştır. Ersel, a.g.e., s.163-164.
714
Konu ile ilgili detaylı bilgi için bakınız, Ayşe Hande Orhan, Türkiye’de Resim ve Çoksesli Müzik
Alanlarında Geleneksel Kaynaklara Yönelimler (Doktora Tezi), Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2011, s.378-380.
715
Ersel, a.g.e., s.163-165.
716
a.g.e., s.165.
717
Anonim, Sanat ve Kültür Mükâfatları Jüri Kararları, 16 Eylül 1954, Yeni Sabah Gazetesi, s.3.
713
196
ayrı ödül söz konusudur. Birincisi “İyi İnsan İyi Vatandaş” adlı konuya yöneliktir. Bu
konuya yönelik nasıl bir yayın içeriği istenildiği ve yine senaryo yarışmasında olduğu
gibi jürinin kimler olduğu konusunda net bir bilgi bulunamamıştır. Ayrıca kaç yapıtın
bu yarışmaya katıldığı ve yarışmaya katılanlar arasında üç kişinin dereceye ne gibi bir
etkenle layık olduğu konusunda da bir bilgi yoktur. Kültür alanında yapılan yarışmanın
konularından ikincisi ise “Diğer Kültür”dür. Bu başlıkta 5000 liralık ödülün neden
verilmediği konusunda da yine net bir bilgi yoktur718.
5.1.3. Değerlendirme Süreci
Resim yarışması için 11 Eylül 1954 yılında, Spor ve Sergi Sarayı’nda
gerçekleşmiştir719. Resim yarışması için toplam mükâfat 16.000 lira olarak
belirlenmiştir720. Resim yarışmasının konusu ve özellikleri bakımından Yapı ve Kredi
Bankası’nın şartnamede koyduğu şartlar neticesinde tablolar 2x3 m büyüklüğünde,
yağlı boya ile yapılmış toplam 38 tablodan oluşmuştu. Spor ve Sergi Sarayı’nda 38
tablo ve afiş yarışmasına katılan eserlerle birlikte sergilenmiştir (Görsel 92)721.
Resim yarışmasına katılanların çoğu “Anadolu Kübizmi” denilen anlayışla eser
üretmişlerdir. Bu açıdan jüri üyeleri, değerlendirme yaptıkları sırada bu anlayışı iyi bir
şekilde karşılamamış ve bu sayede de çağdaş sanata yönelik olan eserleri daha ön
planda tutarak değerlendirme yapmışlardır722. Yapı ve Kredi Bankası’nın açmış olduğu
konu “Ulusal Sanat”ın Anadolu Kübizmi’dir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yurtdışına
giden
sanatçılar,
Paris’in
sanatını
oluşumlarıyla
yakından
inceleme
fırsatı
bulunmuşlardır. 1946 yılında Paris’e giden Nurullah Berk, dönemin sanat oluşumunu
yakından takip ederek İstanbul’a geldiğinde Akademi (d Grubu) sanatçılarını harekete
geçirerek Anadolu Kübizmi oluşturma temelini atmıştır.. Yarışmaya katılan tüm eserler,
bu oluşum içinde olan sanatçılara aittir ve bu sanatçılar Anadolu Kübizmi ile eser
üreterek yarışmaya girmişlerdir. Jüri üyeleri değerlendirme yaparken bu yaklaşımla eser
üreten sanatçıları özgün bulsalar da eserleri modası geçmiş plastik bir dille
yorumlamışlardır. Bu sayede Akademi çevresinin ulusal sanat fikrinin bu yarışma ile
718
Ersel, a.g.e., s.172-173.
Sönmez, a.g.e., s.44.
720
a.g.e., s.281.
721
Ersel, a.g.e., s.154.
722
Kaya Özsezgin, Cemal Tollu: Retrospektif, İstanbul: YKY, 2005, s.23-24.
719
197
sarsıldığı görülüyor. 1954 yılında yapılan bu yarışmada Türk resmi, önemli bir
gerçeklikle karşılaştı: Özgün olmak için, belirli reçetelerin dışında sanatçının “kendi
yolunda” ilerlemesi gerekiyordu723.
Paul Fierens yarışmayı değerlendirirken, her tabloda memleket havasının
kuvvetle hissedildiğini, değişen ve modern Türkiye’yi yansıtan bu yapıtlar arasında
seçim yapılırken zorlandıklarını dile getirmiştir. Birkaç tablo dışında geri kalanların ise
konuya çok bağlı kaldıklarını söyleyerek konudan en çok uzaklaşan tabloya birinciliği
verdiklerini söylemiştir724.
Resim yarışması için jürinin nasıl bir karar ile sonuca vardığı veya ne gibi bir
yöntem belirleyerek 10 tabloyu belirlediği ile ilgili Ersel’in yazısında, Jürinin “çok
ölçütlü bir karar alma kuralına” dayandığını söylemiştir. Bu açıdan jüri üyelerinin, bu
kural ile hareket ettiklerini ve sonuca varmak için birden çok ölçüte başvurduklarını
söylemek mümkündür. Jüri üyelerinin yapmış oldukları açıklamalardan da anlaşılacağı
üzere konudan en çok uzaklaşan yani özgür düşünce; yaratıcılık, kompozisyon ve
konuyu sembolik açıdan değerlendiren eserleri daha ön planda tutulması durumunun
sonuçta etkili olduğu görülmüştür. Jüri üyelerinin “özgür düşünce ve yaratıcılık”
konusunda çağdaş olabilecek bir ölçüde değerlendirdiği mantığı daha ön plandadır.
Buna göre ele alınan eserlerin özgün bir kimlik ve çağdaş-modern sanatın bir ürünü
olması önemli görülmüştür. En önemli malzeme olarak gördükleri soyut sanata en
yatkın malzemeyle yoğrulan eser daha ön planda tutulmuştur725.
Tablolar incelendiğinde, Aliye Berger’in (Görsel 93 ve Görsel 94) Güneş’i tema
ettiği ve resmin soyuta yakın bir çalışma ile yapıldığı görülmektedir. Nurullah Berk’in
istihsalinde (Görsel 95)726 halı dokuyan kadınları tema ettiği ve sırtı dönük olan açık
kadının ise çocuğu izleyiciye karşı tuttuğu görülmektedir. Çeşitli geometrik şekillerin
bulunduğu tabloda, Anadolu Kübizmi’nin izlerine rastlamak mümkündür. Fethi
Karakaş’ın yapmış olduğu ‘‘İstihsal’’ adlı tabloda (Görsel 96) ise balık tutan insanları
istihsal olarak tema etmiştir. Atılan salın içindeki balıklar ve denizin içinin de
Sönmez, a.g.e., s.48.
Ayşegül Sönmez, Türk Resminde Modernizme Rağmen Modern (1908-1954) (Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul: Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 2005, s.69.
725
Ersel, a.g.e., s.157-159.
726
Bakınız, Veysel Uğurlu ile yapılan 12 Nisan 2018’de yapılan telefon görüşmesinde, Nurullah Berk’in
kendi tablosunu incelemek için Bankaya 500 Lira verdiği ve para verdikten sonra inceleme fırsatını
bulmuştur.
723
724
198
görüldüğü ve 8 kişinin balıkları çektiği, 1 kişinin ise onlara baktığı bir tablodan
bahsetmekteyiz. Hakkı Anlı’nın yapmış olduğu istihsal tablosunda (Görsel 97) ise siyah
ve beyaz renk karşıtlığı içinde kübi etki vardır. Sabri Berkel’in Anadolu kübist biçimli
eserinde insanların tütün topladıkları (Görsel 98) görülmektedir. Remzi Türemen’in
istihsalinde (Görsel 99), zeytin toplayan insanlar parçalı bir tabloya bölünerek Anadolu
Kübizmi ile yapılmıştır. Taşlaşmış kübist bedenlerden balık tutan insanlar, resmeden
Haşmet Akal’ın istihsalinde (Görsel 100) gece olduğu anlaşılmaktadır. Resmin
kompozisyonunda duran iki figürden biri sandalı çekerken diğerinin ise balık ağını
çektiği ve balıkların olduğu görülmekle birlikte bu figürlerin yüzlerinde matem havası
bulunmaktadır. Bu figürlerin sağında ve solunda ise iki sal daha bulunmaktadır. Sol
salda bir kişi gözükürken, sağ salda ise iki kişinin sandalı çektiği bir kişinin de etrafa
baktığını görmekteyiz. Böylelikle resimde üç kişi olduğunu anlamaktayız. Mavi ve
tonlarının, siyah ve sarı rengin kompozisyon renklerini oluşturduğu tabloda balık tutan
insanların Türkiye istihsaline örnek verdiği Akal’ın eserinde, parçalanmışlık söz
konusudur. Cemal Tollu’nun istihsalinde (Görsel 101) parçalanmış biçimsel
kompozisyonlar kübist etkili bir söylemle yapılmıştır. Tollu’nun tablosunda saz çalan,
çobanlık yapan üzüm toplayan ve başak toplayan kişiler gibi konular işlenmiştr.
Kompozisyonda Türk gelenekleri ve o dönemin giysileri hakkında önemli ipucu veren
bu tablolar, dönem için sosyo-kültürel açısdan da önemli bilgiler sunmaktadır. Salih
Acar’ın yapmış olduğu istihsal tablosunda (Görsel 102) biçime indirgenmiş az renk
kompozisyonu
ile
üretimini
bize
Rusya’da
Konstrüktivistlerin
1900-15’lere
benzetildiğini göstermekle birlikte burada Türk kültüründen izler de görülmektedir. Biri
kadın toplamda dört figürün yer aldığı tabloda figürleri, elma toplayan, üzüm toplayan
ve küpleri taşıyan figürler olarak belirtmek gerekmektedir. Bu üç figürün ayakta olduğu
ve solda yer alan figürün ise çökmüş bir vaziyette çiçekle ilgilendiği görülmektedir.
Sahnede bu figürlerden sonra başak ve atın yer aldığı görülmüş ve kompozisyon fonunu
kırmızıya boyayan ressam, gölgelendirme konusunda ise siyah rengi kullanmıştır.
Vücutları
çıplak
olarak
resmeden
ressam,
kübist
etkisinde
resmettiği
için
kompozisyonda vücutlar antik duruşlu olarak resmedilmiştir. Kime ait olduğu
bilinmeyen ‘‘Anonim’’ olarak betimlediğimiz istihsal tabloda (Görsel 103) Türk
kültüründen izler görülmektedir. Dört figürün yer aldığı tabloda, tırpan biçen, portakal
toplayan, tütün toplayan ve ekini toplamaya çalışan figürler yer almaktadır. Hayvan
199
olarak koyunun tabloya konulduğu görülmüş ve Türkiye istihsali üzerinde bir
kompozisyon alanı yaratılmak istenmiştir. Bu figürler İlhami Demirci’nin istihsalinde
(Görsel 104) ekin yapanlar olarak tablosunda yer edinmiştir. İbrahim Safi’nin
istihsalinde (Görsel 105) fabrika ve bacaları, iş araçları ve kadının Türkiye’de çalışması
konularıyla üretime gidilmiştir. Nazlı Ecevit’in istihsal düşüncesinde kadın işçiler
(Görsel 106) yer almaktadır. Kadının sosyo-kültürel ortamda çalıştığını, ailesini
geçindirmesi açısından önemli faktör ile konuya dâhil olunduğunu mutlu yüzler ile
betimlemiştir. Fahrettin Arkunlar’ın istihsalinde üzüm toplayan insanlar (Görsel 107)
tema olarak düşünülmüş ve ikişer gruplara bölünerek toplamda altı figürden
oluşturulmuştur. Eren Eyüboğlu’nun istihsalinde (Görsel 108) mozaik bir fon ile ağaç
yer almaktadır. Kalabalık figürün yerleştirildiği tabloda, Türk kültürünün izlerinin
görselleştirildiği görülmektedir. Bunu ağaç ile köklerinin uzunluğu gibi bir düşünceyle
seyirciye iletmektedir.
Zeki Faik İzer’in istihsalinde Türkiye’de tarımla geçimini
sağlamaya çalışan insanları (Görsel 109) tema olarak seçtiği ve tablonun odak
noktasında ise çocuğunu emziren kadının yer aldığı görülmektedir. Kübist biçimli bir
parçalanmışlık hissi ile tabloyu oluşturan İzer, üzüm ezen, ekin toplayan insanları;
fabrika, keçi ve tavuk gibi figürleri tema edinmiştir. Özden Ergökçen’in istihsalinde
(Görsel 110), konu tarım sektörü olmuştur. Tabloda parçalanmışlığa giden Ergökçen,
keçileri, tırpancıları, tütünleri çuvala dolduran kişileri ve hasat zamanını tema
edinmiştir. Cevat Dereli (Görsel 111)’nin istihsalinde üzüm toplayan, saz çalan insanlar,
mimar, hasat işi yapan kadınlar gibi kalabalık bir figür grubu tema olarak seçmiştir.
Ferruh Başağa’nın istihsalinde (Görsel 112) ise parçalanmış kübist etkili formla
resmedilmiş figürler yer edinmiştir. Başağa’nın parçalanmışlığı renklerle elde ettiğini
görülmektedir. Başağa çeşitli figürlerin Türkiye’deki istihsalini konu edinmiştir.
5.2. DERECEYE GİRENLER
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu yarışma, “Sanat ve Kültür
Mükâfatları Jüri Kararları” 16 Eylül 1954 tarihinde gazete ve dergilerde verdiği ilanla
duyurularak açıklamıştır. Dereceye girenlerin, ödüllerini alacağı yer ise “Mükâfat
Kazananların Yapı ve Kredi Bankasının İstiklâl Cad. No. 336’daki Genel Müdürlük
Umumi Kâtipliğine müracaatları rica olunur.” olarak Akşam gazetesinde ilan (Görsel
200
113) edilmiştir727. Resim dalında dereceye girenler aşağıda yazılmış ve 16.000 liranın
verildiği ödüllendirmede, sıralama şöyle olmuştur:
1. Aliye Berger 5000 lira,
2. Fethi Karakaş 3000 lira,
3. Hakkı Anlı 2500 lira,
4. Remzi Türemen 2000 lira,
5. Haşmet Akal 1000 lira,
6. Cemal Tollu 500 lira,
7. Abdurrahman Öztoprak 500 lira,
8. Kemal Yükselengil-Halit Doral 500 lira,
9. Salih Acar 500 lira,
10. Antranik Kılıççı 500 lira728.
Jüri üyeleri, yarışmaya katılan 38729 tablodan sadece 10 tanesini (Görsel 114)
ödüllendirmeye layık bulduklarını söylemişlerdir. Jürinin730 sonucuna itiraz edenler
olduğu kadar kararı olumlu bulanlar da vardır. Bunlar böylelikle iki grupta ele
alınabilir731. Bu açıdan yazılan yazıları konuyu iyi bir şekilde anlamlandırmak için bir
alt başlık olan Basında Sergi’de üzerinde durulan yazılarla konuyu alan kişilerin
görüşleri tanıttırılmıştır. Ekler bölümünde ise basında çıkan yazıların önemli
bulduğumuz kadarıyla tanıtmayı amaçlanmıştır.
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu yarışma açısından resim, iki
nedenden dolayı çok önemli bir statü kazanmıştır. Bunlardan birincisi, Türkiye
Cumhuriyeti sanat ortamında ilk defa özel bir kurumun yarışması yoluyla sanatçılar
özendirilerek onların resim yapma tutkusu perçinlenmiştir. İkincisi, günümüze kadar
gelen çağdaş ve modern sanat anlayışının sorgulanması konusunda yine bu yarışmanın
sonucunu oluşturmuştur. Bu açıdan düşünüldüğünde hem o dönemde basında yer alması
hem de sanat oluşumlarının kendi sanat düşüncelerini sorgulatmaya başlatması
Anonim, Sanat ve Kültür Mükâfatları Jüri Kararları, 16 Eylül 1954, Akşam Gazetesi, s.2.
a.g.g., s.2.
729
38 tablonun yarışmaya girdiğini ve yarışmanın hemen akabinde 18 tablo satılmıştır. Sönmez, a.g.e.,
s.280. Bu sayı bile yarışmanın düşünsel boyutundan ziyade o dönemde banka kurumunun böyle bir
yarışma düzenleyerek bu kadar tabloyu satabilmesi, Türk Sanat Tarihi açısından önemlidir.
730
AICA üç önemli üyesi Fierens, Venturi ve Read’ın 11 Eylül 1954 yılında Spor ve Sergi Sarayı’nda
sergide tabloları ve afişleri değerlendirmek için gezdiklerinde çok dağınık olmasından ve uzun
dolaşmalardan bıktıklarını dile getirmişlerdir. Kararını netleştiren Jüri üyeleri, soyut çalışmalara daha çok
dikkat etmişlerdir. Işık, a.g.t., s.87-88.
731
Ersel, a.g.e., s.157-158.
727
728
201
açısından büyük ve ehemmiyetli bir banka olmasından ziyade düzenlediği yarışma,
sanat tarihimiz açısından soluksuz bir tartışmaya yol açması nedeniyle çok önemli bir
yarışmadır732. Yarışma bittikten sonra kurumlar bu tabloları satın (Görsel 115)
almışlardır733.
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu resim yarışmasının beklenmeyen
birincisi Aliye Berger’in “Güneşin Doğuşu” tablosuna karşı yapılan sert bir eleştiri,
yarışmanın önüne geçmiştir. Ardından ifade edilen birçok farklı görüşe de bir alt
başlıkta yer verilmesindeki amaç, o dönemin sanat ortamında rol olarak bir
gruplaşmanın olmasından kaynaklanmaktadır. İncelenen kaynaklar neticesinde, birinci
grup,
içinde Akademi sanatçıların bulunduğu ve Cumhuriyet’te resim faaliyetleri
konusunda birçok konuda kendini geliştiren sanatçıların oluşturduğu gruptur. İkinci
grup, Aliye Berger ve Avrupa’da moda haline gelmiş soyut sanatın Türkiye’de üretim
yapacak
sanatçılardan
oluşan
gruptur.
Üçüncü
grup
ise
bankanın
konu
belirlenmesindeki sıkıntılardan kaynaklı olup, İstihsal konusunun hem sanatçıların iyi
ifade etmediğini hem de belirlenen jüriye bunu izah edemediği görüşünü savunan
kişilerden oluşur. Üç grupta bunları toplamak mümkündür. Yarışmaya katılanların
birçoğu, Avrupa’nın sanat ortamıyla ilgilendiği gibi dönemin modası haline gelen Soyut
Sanat hakkında da fikirleri ve eser denemeleri olan kişilerdir. Bu açıdan yarışmaya
Anadolu Kübizmi olarak nitelendirdiğimiz bir anlayışla katılmaları ve bu kişilerin
çoğunluğunun Akademi hocalarından oluşması, tesadüf değildir. Türk resim sanatında,
Soyut Sanatın ilk zaferi olarak nitelendirilen bu yarışmada farklı bir anlayış ve farklı
yorum tekniğiyle yapılan tek eserin Aliye Berger’e ait olması, eserin jüri tarafından
seçilmesi kaynaklardan ve farklı görüşlerden anlaşılmaktadır. Resimler incelendiğinde
ise katılan eserlerin çoğunda insan-doğa arasındaki ilişkiden kaynaklı sanayi öncesi
üretim malzemesi olan tarım, balıkçılık gibi konularda eser veren akademik bir anlayış
göze çarpmaktadır. Yarışma için konuşan Paul Fierens ise Berger’in tablosu konusunda,
renklerin cümbüş içinde dönmesinden ve bunu izleyiciye aktarması konusunda sağlam
bir duygu yoğunluğundan bahsetmiştir. Dönen renklerin, tema olarak Güneş’in
bereketinin
hissetirmesinin
yanında
heyecanlandırdığını
ve
düşündürdüğünü
söylemiştir. Fierens, tabloyu üçe böldüğünde bunları Güneş, Toprak ve Deniz’in
732
733
a.g.e., s.152.
Anonim, Resim Sergisinin Satışları, Akşam Gazetesi, 29 Eylül 1954.
202
nimetleri olarak belirmesine karşılık jüriyi epeyce heyecanlandırdığı da söylemiştir.
Sembolik olarak Güneş ve toprağı çok tesirli bulduklarını renklerin hareketli olmasının,
birincilik kazanmasında etkili olduğunu haklı bir söylem ile dile getirmiştir.734.
Resim yarışmasında dereceye giren ilk üç sanatçı için Ayla Merih “Yeni
İstanbul’da” adlı yazısında birinci olan Aliye Berger’in tablosu için renklerin
hareketliliğinden çok etkilendiğini söylemiş ve sarı-kırmızılılar arasında güneşin ana
motif oluşundan övgüyle bahsetmiştir. Tablo üçe bölündüğünde ise güneş, toprak ve
denizle ilgili sembolik anlatımların göze çarptiğını dile getirmiştir. Resim karşısında
duygulandığını belirten Merih, sembolik olarak gösterilen motifleri, renkleri ve
kompozisyon mükemmelliğinde ahenkle şehvete kapılmamanın güç olduğunu ifade
etmiştir. İkinci olan Fethi Karakaş’ın tablosu için ise aynı güzellikle haklı bir anlayışa
layık olmasını dile getirmiştir. Tek kusurunun ise kenarlarında çerçevenin çizilmesi
olduğunu ve İstihsal konusunu başarılı bir konu perspektifinde bulunduğunu
söylemiştir. Üçüncü olan Hakkı Anlı’nın eseri için renk kompozisyonun başarılı bir
şekilde yapıldığını ve neşeli bir şekilde resmin canlılığından bahsetmiştir735.
Aliye Berger’in736 birinci olduğu yarışmada, istihsal konusu güneş, su ve toprak
ile temsil edilmiş, “Güneşin Doğuşu” adlı tablosuna tartışmalar eşliğinde ödül
verilmiştir. Sanatçının özgür düşünme ve çalışma tarzıyla yaşadığı toplumun sosyoekonomik yapısına bağlı kalmadan düşünsel boyutun dışına çıkması ve çağdaş sanatı
özümseyerek alması, sanat tarihimizin yeni bir boyut kazanmasına sebep olmuştur.
Berger, gravür ve az da olsa yağlı boya resimlerinde daha çok Soyut Dışavurumcu
tarzda örnekler yapmıştır. Kendi iç dünyasını, kompozisyonlarına taşıdığını göstermiş,
Koçak, a.g.s., s.18.
Ayla Merih, Resim ve Afiş Konkurunu Bir Kadın Ressam Kazandı., Yeni İstanbul, 12 Eylül 1954, s.2.
736
1903 yılında İstanbul’da doğan Aliye Berger, Babası Mehmet Şakir Paşa ve annesi de Sare İsmet’tir.
Türkiye’nin ilk kadın gravür sanatçısı olan Berger, ilk eğitimi 1909-12 yılları arasında Büyükada’da
okumuştur. 1912 yılında İstanbul’da Notre Dame de Sion’daki ilkokula devam etmiştir. 1. Dünya Savaşı
nedeniyle kapatılınca okul, 1915 yılında Madame Braggiotti okuluna devam etmiştir. 1920 yılında
Fransız Büyükelçiliği’nde sınavlara girerek diplomasını almıştır. Berger’e göre edebiyat, resim, müzik ve
sanat “güzellik” demektir. İlk resmini 17 yaşında iken yaptığını ve asıl meslek yaşamına Macaristan’daki
ayaklanması sonucunda Türkiye’ye sığınan müzisyen Carl Berger Boronai ile evlendikten 6 ay sonra
eşinin kalp krizi geçirmesinden sonra sanata başlamıştır. 1947-50 yılları arasında Londra’da John Bucland
Wright Atölyesi’ne devam etmiştir. Hocaları onu gravüre yönlendirilmesi ile gravür tekniklerini
öğrenmiştir. 1951 yılında İstanbul’a gelen dönen Berger, ilk kişisel sergisini burada açmıştır. Böylece
Türkiye’de ilk gravür sergisi de açılmış olacaktır. 1951-72 yılları arasında yurtiçi ve yurtdışı kişisel
sergiler açan Berger, birçok grup sergisine de katılmıştır. 1955 yılında Tahran Bienali’nde ikincilik ödülü
almıştır. Meltem Noyan, “Aliye Berger ve Sanatı”, Bilim Eşiği 1 – Sanat Tarihinde Gençler Semineri
2003, Bildiri Kitabı, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2004, s.267-268.
734
735
203
bunu öznel bir ifadeyle tuvale aktarmıştır. Gravürlerinde renksiz çalışmalar olduğu gibi
renkli çalışmalar da yapmıştır. Tekniğe önem veren Berger, baskıyı çoğaltmak yerine
gravür kalıbı üzerinde her gravür için farklı denemeleri kâğıtlara aktarmıştır. Bu açıdan
gravürleri birbirine benzemez. Kendi yaşamını sanata uygulayan Berger, hayatında
önemli olan manzaraları çok kullanmıştır. 9 Ağustos 1974 tarihinde Büyükada’da
hayata gözlerini yuman Berger, halen de konuşulduğu bu yarışmayı birincilikle
kazanması bakımından Türk sanat tarihi açısından önemli bir yere sahip olmuştur737.
Jürinin belirlediği sonuçlar neticesinde Afiş Yarışmasında738 5 eser dereceye
girmeye (Görsel 116) hak kazanmıştır. Afiş yarışmasına ayrılan ücretin 4000 Lira
olduğu ve birinci olan Bülent Akgürgen 1500 lira ödül aldığı, ikinci olan Mesut
Manioğlu 1000 lira aldığı, üçüncü olan Yüksel Güçsan 1000 lira aldığı ve 4. ve 5. olan
yarışmacı Fikret Akgün’e 500 liradan toplam 1000 lira ile mükâfata layık görüldüğü
görülmüştür739.
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu afiş yarışmasında Bülent Akgürgen
ve üçüncü gelen Yüksel Güçsan o dönemde çok gençlerdi. Bu iki sanatçıya ilişkin bilgi
bulunmamaktadır. Zaten bankanın afiş yarışması için sadece öğrencilerin katılmadığı,
aynı zamanda mezun olan gençlerin de başvurduğu bir yarışma olduğu bilinmektedir.
İkincilik ödülünü alan Mesut Manioğlu da 1949 yılının GSF Afiş Atölyesi mezunudur.
Dördüncü ve beşincilik ödülünü alan Fikret Akgün Akademi’yi 1951 yılında bitirmiştir.
1954 yılında yapılan afiş yarışması, Türkiye’de ilk değildir. Radyo Hastası Dergisi’nin
1 Nisan 1951 tarihli sayı 46’da yayınlanan bir ilanında Yapı ve Kredi Bankasının
düzenlemiş olduğu afiş yarışmasında Vedat Sargın’ın ikincilik ödülü kazandığının
belirtilmesinden bunu anlayabilmekteyiz740.
Musiki Mükâfatları741 için Jüri’nin kararları (Görsel 117) doğrultusunda bale
müziği yarışmasına, melodi yarışmasına ve gençlik marşına toplam 12.500 lira ayrıldığı
söylenebilir. 10.500 lira bale müziği yarışmasına, 1.000 lira melodi yarışmasına ve
737
a.g.m., s.268.
Türkiye’de afiş yarışmaları ile ilgili detaylı bilgi için bakınız, Sadık Karamustafa, “Yapı Kredi Afiş
Müsabakaları, Genç Tasarımcılar ve Ötesi’’, Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat., “katkılar”, 1.
Baskı, İstanbul: YKY, 2014, s.235-244.
739
Anonim, Sanat ve Kültür Mükâfatları Jüri Kararları, 16 Eylül 1954, Yeni Sabah Gazetesi, s.3.
740
Karamustafa, a.g.e., s.235-236.
741
1954 yılında Yapı ve Kredi Bankası tarafından düzenlenen Bale Müziği Yarışması ile ilgili detaylı
bilgi için bakınız, Mehmet Nemutlu, “Yapı Kredi Bankası 1954 Bale Müziği Yarışması”, Kâzım Taşkent,
Yapı Kredi ve Kültür Sanat., “katkılar”, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 2014, s.245-275.
738
204
1.000 lira da gençlik marşına ayrılmıştır. Sonuca göre ise birinci olan Bülent Tercan’a
6.000 lira, ikinci olan Ferit Tüzün’e 3.000 lira ve üçüncü olan yarışmacı Nuri Sami
Koral’a ise 1.500 lira verildiğini gazeteden anlamaktayız. Melodi yarışmasında iki kişi
dereceye girmiştir. Birinci olan Nevit Kodallı’ya ve ikinci olan Canan Akın’a 500’er
lira mükâfat verilmiştir. Gençlik Marşı yarışmasına katılan eserlerin mükâfata layık
görülmemesinden dolayı kimseye ödül verilmemiştir742.
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu bale yarışması ile ilgili çok az
bilgi ve belge bulunmaktadır. Bu açıdan Türk sanat müzik yaşamı için önemlidir743.
Bale süiti yarışmasında jüri olan Arthur Honegger, üç eseri ödüllendirmeye değer
bulmuştur. Bülent Tarcan’ın744 “Bale Süiti” ile birinciliği kazanmış, “Anadolu-Büyük
Orkestra İçin Beş Bölümlü Süit”i ile ikinciliği kazanan Ferit Tüzün ve “Beş Halk
Dansı” ile üçüncü olan Nuri Sami Koral ödüle layık görülmüştür. Birincilik ödülünü
kazanan Bülent Tarcan’ın yarışmaya katılması için haber veren kişi, bir yıl önce
ameliyat ettiği Ferit Tüzün olmuştur745. Bülent Tarcan bu yarışmaya beste yaptığında 40
yaşındaydı. Esere Ağustos 1953 yılında başlayan Tarcan, eseri Mayıs 1954 yılında da
tamamlamıştır746.
Yarışma için beste yapan sanatçı Tarcan’ın müzik yaşamı adına, bu yarışma
büyük önem taşımaktadır. 1980’lerde yazdığı yazıda da bunun kendi besteleri ve
tanıtımı açısından önemli olduğunu dile getirmiştir. Bu açıdan Türk sanatı açısından
besteci olarak ön plana çıkan Tarcan, sözlerine şöyle devam ederek “Birinci Süit, beni
Türk kompozitörleri arasında tanıtan ilk büyük partisyonumdur. Bu yönden, bütün
zaaflarına ve boşluklarına rağmen bu partisyonumu hâlâ sevmekteyim”747. bu
yarışmanın kendisi için dönüm noktası olduğunu bildirmektedir. Tarcan bu bestenin
yarışmada birinci olmasını hiç beklemediğini dile getirmiştir. Bale Süiti’nin iki
bölümünü Sirto ve Horon, 1956 yılında Francesco Mander yönetiminde Ankara’da
Palazzo Pitti Orkestrası seslendirmiştir. Tamamı ise 1957 yılında Pertev Apaydın ile
Riyaseti-Cumhur Filarmoni Orkestrası tarafından seslendirilmiştir. İstanbul’da ilk kez
742
Anonim, a.g.g., s.3.
Nemutlu, a.g.e., s.245.
744
Türkiye’nin ilk Beyin Cerrahisi olan Bülent Tarcan hakkında detaylı bilgi için Bkz., Evin İlyasoğlu,
Bülent Tarcan-Bir Hekimin Senfonik Öyküsü, İstanbul: Dünya Yayınları, 2006.
745
Ersel, a.g.e., s.165-166.
746
Nemutlu, a.g.e., s.246.
747
Ersel, a.g.e., s.166.
743
205
1957 yılında Cemal Reşit Bey tarafından İstanbul Senfoni Orkestrası ile
seslendirilmiştir. 1958 yılında Brüksel’de düzenlenen Dünya Sergisi etkinliklerinde
Çağdaş Türk Yapıtları başlıklı dinletide Cemal Reşit Rey tarafından Concerts Colonne
Orkestrası’nca seslendirilmiştir. Birinciliği kazanmasında etkili olan tek jüri üyesi olan
Honegger ile Tarcan’ın birbirlerini tanıdıkları ifade etmiş ve bir konuşmasında ise
şunları demiştir; “bu büyük adamın yazdıkları tamamen gerçeği yansıtır. Çünkü ben bol
saz kullanayım diye bazı yerlerde orkestrayı aşırı kalabalık hale getirmişim. Bunu şimdi
çok daha iyi görüyorum. Honegger’e teşekkür mektubu yazmak istediysem de,
ihmalkârlığım ve fazla meşguliyetim yüzünden bu iş bir türlü gerçekleşmedi ve bir sene
sonra da Honegger vefat etti”748. 1954 yılında yarışma için bestelediği süite dair
elimizde 1984/87 tarihli partisyonu bulunmakta ve burada tek fark, zurna ve çığırtma
gibi sazları hatırlatacak dublörler bulunmasıdır. 1954 yılında Tarcan’ın 6 bölümlük
versiyon ile katıldığı söylenilse de bazı kaynaklarda da 5 versiyonla katıldığını
belirtilmektedir. Bu 5 versiyonun muhtemelen 1984/87 yıllarındaki bölümlerinden yola
çıkarak söylemişlerdir. Bu açıdan Mehmet Nemutlu’nun yazısına göre şu bölümler
kullanmıştır. 1. Sirto (Görsel 118), 2. Zeybek (Görsel 119), 3. Halay, 4. Hoş Bilezik, 5.
Hançer Barı ve 6. Horon. 1984/87 versiyonunda ise 1. Sirto, 2. Zeybek, 3. Halay, 4.
Çağrışımlar ve 5. Horon749.
Bale Müziği Yarışması’nda ikinci olan Ferit Tüzün’ün Anadolu Süiti’ni, kendisi
Ankara Devlet Konservatuvarı’nda asistan iken ilk üç bölümü bestelemiş ve geriye
kalan iki bölümü de Münih şehrinde bestelemiştir. Eser bu biçimiyle seslendirilmiş ise
de 1958 yılında Leuckart Yayınevince ilk üç bölümü çıkarılıp basılmıştır. 1958 yılında
ilk kez Adolf Mennerich yönetimindeki Münih Filarmoni Orkestrası tarafından
seslendirilmiştir. Tüzün’ün bu yapıtı, 19 Şubat 1965 yılında ilk kez Dame Nimette de
Valois’nin yönetiminde Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelenmiştir750.
Yarışmaya katılanlar arasında en şanslısı olan Tüzün’ün eseri, orkestra süiti olarak
defalarca seslendirilmiştir. Bugün “Çeşmebaşı Bale Süiti” olarak bildiğimiz eserin,
gerçekte ise dört versiyonu vardır. Bunlardan, 1. Yarışmaya katıldığı versiyonu olan
Anadolu Bale Süiti’dir. 2. 1958 yılında Münih Filarmoni Orkestrası’nca seslendiren
748
Ersel, a.g.e., s.167.
Nemutlu, a.g.e., s.246-247.
750
Ersel, a.g.e., s.167-168.
749
206
versiyondur. 3. 1959 yılında F.E.C. Leuckart Munich yayınevinin bastığı versiyonu ve
4. 1963-64 yıllarında Çeşmebaşı Bale Süiti versiyonu olarak sıralayabiliriz751.
Nuri Sami Koral’ın yarışmaya tek versiyon olarak katıldığı “Beş Halk Dansı”
hakkında çok az bir bilgiye sahibiz. Bu esere Nemutlu’nun yazdığı yazıya göre Ankara
Milli Kütüphanesi’nde 1979 envantere kayıtlı 130 sayfadan oluşan bir cilt sayesinde
eserle ilgili bilgi sahibi olmaktayız. 1953 yılının Şubat ayında bu esere başlayan Koral,
5 Temmuz tarihinde eseri tamamlamıştır. Orkestra diğerleri gibi üçlü olarak yapılmıştır.
Bundan da anlaşılmaktadır ki banka üçlü olarak eser yapılmasını istemiştir. Orkestraya
tahta üflemeler, vurmalar grubu ve arp eklenmiştir. Esere bakıldığında ise toplamda
yirmi iki dakika süren beş bölümden oluşmaktadır. Partisyonda sırasıyla 1. Zeybek
(Görsel 120), Bergama, 2. Karşılama, Tekirdağ, 3. Kadın Oyun Havası, Kütahya, 4.
Ağır Zeybek (Görsel 121) ve 5. Bar, Tunceli olarak yörelere göre bölümlendirilmiştir.
Koral’ı Tüzün ve Tarcan’dan ayıran en önemli özelliği yerel kurgu ile malzeme seçmiş
olmasdır. Tüzün ve Tarcan ise daha çok bu kuraldan ziyade özgün bir kompozisyon ile
izlenimsel olarak bir versiyon hazırlamayı tercih etmişlerdir752.
Melodi Yarışması’nda jürinin kimler olduğu, bu yarışmaya kimlerin katıldığı ile
ilgili bilgilerin olmaması ve iki kişinin sadece ödüle neden layık görülmüş olduğu
konusunda net bir bilgi yoktur. Birincilik ödülünü alan Nevit Kodallı’nın yazmış olduğu
“Ölmeden Bir Dem Vuralım” adlı eseri, ilk kez 26 Ocak 1958 yılında Tenor Cemil
Sökmen tarafından seslendirilmiş ve bu eser muhtemelen piyano için bestelenmiştir.
İkincilik ödülünü alan Canan Akın’ın hangi melodi ile katıldığı bilinmese de “Hasret”
adlı şarkısı konusunda genel bir bilgi verilmektedir753.
5.3. BASINDA SERGİ
Yarışmanın “bir saat” içerisinde incelendiğini, 40’a yakın resmin sağlıklı
değerlendirilmediğini ve jüri üyelerinin “taraflı” bir şekilde değerlendirme yaptığını
dile getiren Cemal Tollu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu, Berger’in resmini “çoçuksu” bir
etki ile eleştirmişlerdir. Oysa Cemal Tollu’nun “İstihsal” adlı tablosu incelendiğinde
Cezanne’nin hacim ve kütle duygusu görülmektedir. Tablosunun üst orta kısmında
751
Nemutlu, a.g.e., s.246-257.
a.g.e., s.264-266.
753
Ersel, a.g.e., s.169.
752
207
Cezanne’nin “Le Mont Sainte-Victorie”754 dağı ile benzer kale vurgusunu yansıtmıştır.
Kaleden ve altındaki yükseltiden çeşitli yönlere doğru giden çizgi ve düzlemler,
Tollu’nun hacim-kütle oluşturmak istemesinden kaynaklı figür nesneleri sahneye
dağıtılmaktadır. Arka arkaya sıralanan keçiler aynı düzlemde yer almış gibi
görünmektedir. Sağda ard arda duran figürler de birbirlerinden uzak olduğu gibi
yapışıklardır. Tollu’nun İstihsal’inde, Cezanne/Kübist eğiliminde batı yönlü bir resim
anlayışı açısından son derece kusurlu bir resim varken Berger’in resmi için “Van
Gogh’un güneşli bir manzara resminin bir köşesi ufak bir değiştirme ile büyütülmüş
tesiri uyandıran” gibi kopya olarak nitelendirilerek eleştirmesi çok mantıklı bir eleştiri
değildir755.
Hasan Ali Yücel’in “Yarışmaya Alışma” adlı yazısında, 1954 yılında yapılan
yarışmanın kendisinde sorun aranması gerektiğini savunmuştur. Bu yarışmaya katılan
sanatçıların yaptıkları resim anlayışlarından jürinin ne kadar haberdar olduğu konusunu
dile getiren Yücel, “Jüri, yarışmaya katılan sanatçıları biliyor muydu?” diyerek aslında
jüri tarafından Türkiye’deki resim tarzının bilinmediğini göstermektedir. Bir diğer
eleştirisi ise yarışmanın değerlendirilmesinin bir saat içinde gerçekleştirilmesinedir. 38
tablonun nasıl incelendiği ile ilgili sorusu yazısında yer almaktadır. Yapı Kredi
Bankası’nın düzenlemiş olduğu bu yarışmayı, sergi kurallarına uygun bulmayan ve
sanatçıların yapıtlarından bir saat içinde değerlendirilmesini etik olarak görmeyen
Yücel, bankanın, eğer bu sanatçılardan jüri yapılmak isteniyorsa sanatçıları 15 gün
misafir etmesi ve Türk sanatı hakkında bilgilendirme yapması gerektiğini savunarak
Akademi-Aliye Berger ikilemi dışında bankanın eleştirisini yapmıştır756. Semih Nafiz
Tansu’nun Lionello Venturi ile yaptığı röportajda ise Venturi, yarışmaya katılan
sanatçıların tablolarında, 19. yüzyıl Fransız etkilenmelerin ağırlıkta olduğundan
bahsetmiştir. Türk resminde ekolleşme sorunsalına değinen Venturi, Avrupa-Batı
sanatının uzantısı olan bir anlayışla resim yapma geleneğinden sakınarak çağdaş sanat
düşüncesinde olan Aliye Berger’in birinci olmasını gayet normal olduğunu dile
getirmiştir. Jüri üyelerinin tabloları incelerken istediği kriterlerin başında bilinçaltı,
sezgi ve sembollerin resme aktarım biçimi, resme bakış açısının soyut yönelimli
Bakınız, Tollu’nun St. Victorie Dağı ile yaptığı bu çalışmasına benzer kale, diğer eserlerinde yine bu
dağa göndermeleri- kopyaları vardır. Koçak, a.g.e., s.25.
755
a.g.e., s.25-26.
756
Hasan Ali Yücel, Yarışmaya Alışma, 26 Eylül 1954, Cumhuriyet Gazetesi, s.2.
754
208
olduğunu dile getiren Venturi, ‘‘Hareketli ve heyecan verici darbe vuruşlarıyla
üçümüzde de aynı etkiyi uyandırdığı için birinci seçtik” demiştir757.
Ahu Antmen’in Radikal Gazetesi’nde çıkan iki yazısı incelenmiştir. “Tollu’nun
Kendine Özgü Kübizmi” adlı yazısında, Cemal Tollu’nun yarışma sonrası yazmış
olduğu yazıları eleştirerek Tollu’nun Aliye Berger’e yönelttiği “mesleğin çilesini
çekmemiş biri” yorumunu kıskançlık olarak yorumlamıştır. ‘‘1937 yılından 1964 yılına
kadar Güzel Sanatlar Akademisi hocalığı yapan Tollu’nun, Berger’in eleştirme
gerekçeleri konusunda jüriyi suçlayacağına onun yaptığı sanatı sorgulamalıdır.’’ diyerek
Berger’in üzerinde haksız bir eleştiri yapıldığını yazmıştır758. Yarışma ile ilgili olarak
kaleme aldığı
“Resim Tarihine Yolculuk…” adlı yazısında ise yarışmaya katılan
akademi hocalarının yapmış oldukları tabloları “Stalin dönemi Rusya’sında resmi
ideolojik söylemi görselleştiren mutlu mesut köylü resimleri” olarak değerlendirmiş ve
bunların modasının geçtiğini söylemiştir. Kübizm’in artık Avrupa’da yerini soyut
dışavurumcu sanata bıraktığını ve Picasso’dan Pollock’a geçiş sürecinin başladığını
belirterek, bu dönemde Amerika’nın sanatsal özgürlüğünden ve Avrupa’da oluşan bu
sanatın hepsinin Aliye Berger ile aynı ölçüde olduğundan bahsetmiştir. Bu açıdan Türk
sanatımız için sanatsal dönüşümlerin başında yer alan bu özgür sanat dünyasında
Berger’in bu yorumu ile sanatsal olarak onlarla aynı ölçüde sanat ürettiği için bu
yarışmadaki önemine vurgu yapmıştır759.
Ekler bölümünde toplam 19 başlık altında o dönemin gazetelerinde çıkan
yazıların önemli olanlarını olduğu gibi eklemek konunun anlaşılması açısından yardımcı
olacaktır. Beral Madra, Tunç Yalman, Selmi Andak, Kemal Özer, Cemal Tollu, Adnan
Benk, Bedri Rahmi Eyüboğlu, VÂ-NÛ, Zahir Güvemli, İhsan Cemal Karaburçak,
Bülent Ecevit, Ayşe Nur, Şevket Rado, Vedat Nedim Tör, Ülkü Demirtepe ve
Anonimlerden oluşmaktadır.
Ek-7’de Beral Madra’nın AICA ve AICA Tr hakkında konularında Radikal
Gazetesi Ocak 2006 yaptığı söyleşisinde bilgi verilmiştir. Madra, 1954 yılında
İstanbul’da
toplanan
AICA’nın
tesadüfî
bir
biçimde
gelmediğini
belirterek
sanatçılarımızın buradan gelen delegelerce değerlendirilme isteklerini dile getirmiş ve
Yapı ve Kredi Bankası’nın kuruluş yıl dönümü münasebetiyle düzenlediği yarışmada
Samih Nafiz Tansu, L. Venturi İle Bir Konuşma, 3 Ekim 1954, Cumhuriyet Gazetesi, s.5.
Ahu Antmen, Tollu’nun Kendine Özgü Kübizmi, Radikal Gazetesi, 07 Aralık, 2005.
759
Ahu Antmen, Resim Tarihine Yolculuk, Radikal Gazetesi, 17 Kasım, 2004.
757
758
209
Aliye Berger’in ilk yağlı boya tablosunun kazandığını söylemiştir. Bankanın böyle bir
eylemi ilk sponsor olarak gördüğünü dile getiren Madra, Berger’in ödül almasını kadın
için bir rastlantı olarak görmemiştir760.
Ek-8’de sunulan Anonim yazı, Yapı ve Kredi Bankası’nın resim alanındaki
yarışma için bilgiler verildiği haberdir761. Ek-9’da Selmi Andak’ın Aliye Berger ile
söyleşisi yer almaktadır. Berger’in sanatçı bir aileden geldiğini ve müsabaka için tablo
hakkında çok düşündüğünü belirtmiştir. Tabloyu toprak, deniz ve güneş ile bir bütün
olarak düşündüğünü ve bir köşesinde buğday yüklü arabanın, diğer tarafında buğday
yıkayan kadınların, bir fabrikanın ve bir koyun sürüsünün olduğunu belirten Berger,
daha sonra Ege Bölgesi’nde süngercilik işi ile ilgilenen kişileri de eklediğini
söylemiştir. Buna rağmen İstihsal olarak değerlendirilmeyen kişilerin olduğunu belirten
ressam, ayrı ayrı motiflerle koyduğunu belirtmiştir762.
Ek-10’da sunulan yazıda, V. AICA kongresi hakkında bilgi veren Selmi Andak,
“Folklor Enstitüsü”nin kurulması adına hamlelerin yapıldığını ve Eylül ayında
İstanbul’da yarışma dâhilinde olan Türk Halk Oyunları ile zengin kültürümüzün simgesi
haline getirdiğini söylemiştir. Resim yarışmasının sonuçlarını beğenmeyen Akademi
hocaları dışında AICA delegelerinden Prof. Dr. Will Grohmann’ın birincilik ve ikincilik
alan kişilerde Norveçli ressamlardan E. Munch ve Krogh’un biçemlerinden izler
olduğunu belirtmiştir. Türk ressamların, Fransız sanatçılarına benzemek yerine kendi
folklor malzemelerinden kullanmaları gerektiğini dile getirirerek Türk imitasyonu olan
harman resminin birinci olması gerektiğini söylemiştir763. Ek-11’de sunulan Kemal
Özer’in Hakkı Anlı ile söyleşisinde, Anlı yarışma yapılırken Paris’te olduğunu ve
birinci ve ikinci gelen tabloları fotoğrafta gördüğünü dile getirmiştir. Birinci gelen
tablolun espri değil, yeni bir söylem olduğunu ve ikinci tablonun ise orijinallik ile ilgisi
olmadığını dile getirmiştir764.
Yarışma sonucuna en büyük tepkiyi verenlerin başında Cemal Tollu
gelmektedir. Cemal Tollu’nun kaleme aldığı ve Ek-12’de sunulan yazısında üç jüriyi
760
http://aicaturkey.org/_files/aica_beral-madra-ocak-2006-aica-hakkinda-soylesi.pdf (Erişim Tarihi:
22.10.2018)
761
Anonim, Bir Ressamın Sancılı Doğumu Türk Ressamları Beynelmilel Sanat Jürisi Karşısına Çıkacak,
Cumhuriyet Gazetesi, 3 Eylül 1954.
762
Tunç Yalman, Aliye Berger Anlatıyor, Vatan Gazetesi, 19 Eylül, 1954.
763
Selmi Andak, V’inci Beynelmilel Sanat Tenkidcileri Kongresi, Cumhuriyet Gazetesi, 17 Eylül 1954.
764
Kemal Özer, Hakkı Anlı ile Bir Konuşma, Yenilik, Şubat 1955.
210
sert bir dille eleştirmiştir. Söze büyük ressamlar ile başlayan Tollu, kanıtlılırlığını
Romantizm sanatçısı Eugêne Delacroix’ten Andrê Lhote’a kadar süreçte, Jean Auguste
Dominique Ingres, Auguste Rodin, Vincent Van Gogh, Pierre Auguste Renoir ve
Modern sanatın önemli sanatçıları Henri Matisse ve Picasso’dan sözlerine ve
eleştirmenlerine dayandırmaktadır. AICA’nın 3 delegesinin jüri üyeliği yaptığı
yarışmada jüri olan Lionello Venturi bir kitabının önsözünde “resim sanatından
anlayabilmek için en iyi usül resim yapmaktır” demiştir. Tollu ardından Venturi’nin
resim yapıp yapmadığını bilmediğini ve yarışmada diğer iki jüri üyesi ile aynı yönde bir
düşünceyle hareket etmişse, kendisinden bile şüphe duyacağını söylemiştir. Tollu,
hükmün bu sonuçla sonuçlandırılması karşısında gerçek olması gereken bir kaidede
yazdığını ifade ettiğini ve 35 yıllık eğitim birikimine, bu yarışmayla bir şey
olmayacağını söylemiştir. 36 tablonun iki saat gibi kısa bir zamanda incelenmesi ve 10
tablonun derecelendirilmesi karşısında, Yapı ve Kredi Bankası’nın yöneticilerinde suçu
aramak gerektiğini söylemiştir; çünkü bu üç jüri üyesinin de resimden anlamadığı
gerçeği bulunduğunu ve onların anlamayışlarının böyle bir ortamın oluşmasındaki
etkisinin gayet doğal olduğunu söylemiştir. Birinci seçilen tablonun, Yapı ve Kredi
Bankası’nın yarışmayı sanatçılarca ilan ederken söylediği konu “Türkiye’nin iktisadi
hayatından çeşitli istihsal faaliyetlerini gösteren tablolar” mantığı üzerineydi. Oysa
burada kâinattan bir bölüm alınmış değildi. Bankanın. Türkiye’nin doğal yer altı ve
yerüstü zenginlikleri konusundaki ısrarına rağmen birinci olan tablonun istihsali sadece
Güneş’le taçlandırılmıştır. Güneş ise Türkiye’nin istihsali olmamış ve tablo Van
Gogh’un güneşli manzara tablolarının bir parçası şeklinde olmuştur. Mesleğin çilesini
çekmiş bir kişi olduğunu ve Yapı kredi Bankası’nın yarışma yapmasını hata olarak
gördüğünü ifade etmiş ve bankanın sanatçıları davet ettiği zaman oluşan tabloların
birkaçını derecelendirmeden satın almasını ve geri kalan eserlerin ise diğer kurumları
tarafından satın alınarak yardım edilmesi gerektiğini söylemiştir765. Cemal Tollu’nun
asıl amacı birinci olmak ve maddi olarak rahatlamak istemesiydi. Olmayınca da gerek
jüri üyelerine saldırması gerekse birinci seçilen tablonun bir şey ifade etmediği gibi
söylemleri, bir yarışmanın ardından bu kadar kin ve nefretle haykırması, sanatımız
açısından görülmüş bir durum değildir. “mesleğin çilesini çekmiş” biri olduğundan
bahseden Tollu’nun, orada yarışmaya katılanların çoğu Akademi üyeliği yapmış ve
765
Cemal Tollu, San’at Tenkidcileri ve Bir Netice, Yeni Sabah Gazetesi, 15 Eylül 1954.
211
AICA delegeleri için başka sergiler düzenlenmiştir. Bu sergilerde AICA’nın ortak
kararın, 19. yüzyıl Fransız resim kopyacılığına benzer yönde eser üreten bir anlayış
Türk resminde hâkim olduğu kanaati olmuştur. Madem bu kadar eğitime düşkün ve
eğitimin kalitesi açısından bu kadar sene emek vermiş, niye halen Paris kopyacılığı
devam etmiştir? Türk sanatı kopya değildir, bunu oraya katılan akademisyenlere eleştiri
olarak yapmamalı, aksine bu yarışma onun adına kendini yenilemek ve sorgulamak için
gereken bir ders olmalıydı.
Ek-13’de Adnan Benk’in yazısı olarak sunulmuş ve Cemal Tollu’nun yazısı
üzerine kaleme alınmıştır. Benk, Tollu’nun ne birinci seçilen tabloyu ne de jüriyi
beğendiğini, 6. olarak 500 lira aldığını söylemiştir. Tollu’nun en başındaki “Ş”
harfinden en sondaki “r” harfine kadar kötü bir niyetle yazdığını söyleyen Benk, kendi
doğruluğunu kabul ettirmek için dönemlerin önemli sanatçılarının sözlerini kendine
siper ettiğini söylemiş ve kendi doğrularını da bunlarla bütünleştirmekle haklı çıkarmak
istemiştir. Tollu’nun, kendini doğrulama ve jüriyi eleştirme hakkı varken eleştiriyi
sadece ressama mal etmek istemesinin bile büyük hata olduğunu söylemiştir. Tollu,
Fierens-Read-Venturi’yi üstün olarak görüp “Ben olsam bu yargıyı vermezdim” demesi
bile bunu kanıtlar nitelikte olduğunu göstermektedir. Tollu’nun bir diğer cümlesi ise
“Otuzbeş yıl emek vererek inandıklarımı bu gülünç netice ile değiştirecek değilim”
demesi durumu garipsediğini belirtmektedir. Benk, Tollu ve Eyüboğlu’nun da “çile” ve
“emek” kelimelerini tekrarlayarak bazı sanatçıların otuzbeş yılda ders almadığını,
bazılarının da diğerlerinin otuzbeş senede çektiğini bir senede çektiğini söyler. Yoksa
çilenin de bir kanunun mu olduğu sorusunu soran Benk, haklı olarak çile ve emek
arasında bağın ne olduğunu bize aktarmıştır. Tollu’nun çelişkilerle dolu yazısında,
eserlerinin birbiriyle karşılaştırılmasını sakıncalı olarak gördüğünü ve arkasından da
bunun normal olarak gördüğünü dile getiren Benk, sanat eserlerinin kıyaslanmasının
doğal olduğunu söylemiştir. Akademi’nin genel başarısızlığınının faturasını Berger’e
atan Tollu’nun, bunun nedenlerini somut bir ifade ile söylemesi gerekirken Berger’in
Van Gogh’a benzemekle yetindiği yönündeki söylemleri dikkat çekici bulmaktadır, zira
kendisine Grommaire taklitçisi diyenler olduğunu da hatırlatmaktadır. Son olarak Benk,
yarışmalara güvenmeyenin istifa etmesi gerektiğini ve Akademi’nin paralı yarışmalar
düzenleyerek ceplerini doldurduğu ve gençlere öğüt vermekle işin çözülmeyeceği
gerçeğini vurgulamıştır. Gençlerin çalıştığı yerde resim çilesini çektiğini ifade eden
212
Benk,
gençlere
seslenerek
artık
Akademi’de
usta-çırak
ilişkisinin
bittiğini
söylemiştir766.
Ek-14’de sunulan yazıda, Bedri Rahmi Eyüboğlu Tollu gibi, jüri üyesi üstünden
Berger’i sert bir dille eleştirmiştir. Yarışmaları, at yarışına banzeten Eyüboğlu, gerek
Türk Halk Oyunları gerekse resim ve afiş yarışması olsun, bunların “denk kuvvette”
olduğunu belirterek bu süreçten de beklenilmeyen sonuçlar doğurduğunu söylemiştir.
20’den fazla oyun olduğu ve bunların yarısının denk güçte olduğunu savunan Eyüboğlu,
Trabzon, Bursa, Erzurum, Kars, Adana, Balıkesir, Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Artvin
ekiplerinin diğer ekiplerden daha güçlü olduğu ve en değerli ekiplerin ise Erzurum,
Trabzon ve Bursa olduğunu belirtmiş, ekiplerin kadınlı erkekli olmasına ayrıca önem
verdiklerini yazmıştır. Bazı illerin oyunlarında kadınların olmayışının, kadınlarımızın
oynamadığı anlamına gelmediğini ve kına gecelerinin asıl marifet sahiplerinin her ilde
kadınlar olduğunu hatırlatarak kadının, her oyunda olması gerektiğini savunmuştur.
Resim
yarışmasında, Akademi’nin en önemli sanatçılarının arasında
“gönül
eğlendirmek” için yarışmaya katılan “bir kadın” Berger birinci oldu. Jüri’nin
Avrupa’nın tanınmış 3 jüri üyesi olduğunu hatırlatan Eyüboğlu, bir senede hazırlanan
eserleri bir saat gibi kısa zamanda incelenerek kararildiğini vurgulamıştır. Sözlerine
daha sonra “Acaba kendi memleketlerinde de bu kadar çabuk mu davranırlardı” diyerek
devam eden ve bunun böyle olmadığını dile getiren Eyüboğlu, ikinci ve üçüncü olan
kişilerin mesleğin çilesini çektiğini, derece almalarına kimsenin şaşırmadığını
söylemiştir. Birinci olan kişiye kendisi dâhil herkesin şaşırdığını söyleyen Eyüboğlu,
Akademi’de konuşma yapan AICA delegelerinin konuşmalarını Halk Oyunları
Yarışması olduğu için kaçırdığını ve üzüldüğünü, sonuçlanan resim yarışmasının
ardından katılmadığı için artık üzülmediğini yazmıştır. Berger’in gravür konusunda
mesleki çilesini bildiğini ama en iyi yağlı boya resimde ise çilesinin olmadığını
söylemiştir. Jüri’nin birinci seçtiği tablonun “çocuk elinin tazeliğini buldu”ğunu ve
bunun resmi meslek edinen kişileri olumsuz bir şekilde etkilediğini yazmıştır767.
Ek-15’de sunulan yazıda, ikincinin birinci olması gerektiğini ve Aliye Berger’in
istihsalinin “ekmek elden su gölden” olarak algılanmasının bile bu yarışmayı ne derece
766
767
Adnan Benk, Cemal Tollu’nun Tenkidçiliği, Dünya, 1 Ekim 1954.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bir, İki, Üç, Cumhuriyet, 20 Eylül 1954, s.2.
213
gölgede bıraktığını yazmıştır768. Ek-16’da sunulan Zahir Güvemli’nin yazısında,
tabloların imzasız olduğu, resimlere bakılınca üsluplarından dolayı ressamların
isimlerini tespit etmede zorluk yaşamadığını ve d grubu sanatçıların bu yarışmada
yaptığı hatanın tek nedeninin aynı biçem ile olaya yaklaşması olduğu ifade edilmiştir.
Aliye Berger’in tablosu, yarışmaya katılan eserler arasında en canlı, hayat dolu,
hareketli ve ritmi yüksek olan eserdir. Fethi Karakaş’ın ikincilik tablosunda, karanlık
olması dışında kusurunun bulunmadığı ve istihsali balık tutan kişiler olarak
yorumlamaya gittiğini yazmıştır. Denizin altının da gösterilmesini, duvar resmininin
özelliği olarak gören Güvemli, Karakaş’ın ikinci olmasına sevindiğini belirtmiştir.
Balaban’ın derece alması gerektiğini düşünen Güvemli, Eren Eyüboğlu’nun hayal
kırıklığı yaşattığını ve böyle bir fikre nasıl düştüğünü anlayamadığını dile getirmiştir 769.
Ek-17 ve 18’ de sunulan İhsan Cemal Karaburçak’ın yazısını incelediğimizde,
Yapı ve Kredi Bankası’nın üç jüri üyesinin İstanbul’da olmaları açısından en iyisi
olduğunu vurguladığını ve Türk sanat ortamında en bilinilen ressamların derece
almadıkları söylediğini görmekteyiz. Buradan anlaşılan Akademi’nin katı kurallı bir
çizgide hareket ettiğidir. Yarışma açıklandığında Venturi’nin darp edilmese de
sözleriyle darp ettiğini yazan Karaburçak, birincilik alanın resminde istihsal olmadığını
savunan akademizme karşı “Her şer var. İşte bu kadar!” ifadelerini ve Akademi
sanatçılarının yapmış olduğu eylemleri doğru bulmamıştır770.
Bankanın yarışmayı
düzenleme tarzının yanlış olduğunu savunan Karaburçak, para karşılığında yollarından
fedakârlık yapan önemli Türk ressamlarının yine aynı hataya düştüklerini belirtmiştir.
Bu yarışma neticesinde daha net beliren memlekette Akademi sorunu gerçeği
yatmaktadır. Sadece İstanbul’da değil memleketin her tarafında “Güzel Sanatlar Umum
Müdürlüğü”nün tertiplenmesi ve buna önem verilmesi gerekmektedir771.
Ek-19, 20 ve 21’de sunulan Bülent Ecevit’in yazılarında, üç jüri üyesinin çağın
en önemli eleştirmenleri olduğunu ve başka hiçbir yarışmada olamayacak derecede
önemli bir ekip oluşturulduğu bildirilmiştir. Karar anında salonun birbirine girdiğini
belirten Ecevit, jürinin ressamlardan seçilmesi gerektiği gibi fikirlerle jürinin resimden
anlamadıklarını dile getiren asılsız bir sürü fikirlerin ortaya atıldığını ve etkisinin halen
Vâ-Nû, Münekkidlerin Tenkidi, Cumhuriyet, 16 Eylül 1954, s.2.
Zahir Güvemli, Kalkınan Türkiye, Vatan, 16 Eylül 1954.
770
İhsan Cemal Karaburçak, Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. II, Zafer, 19 Ekim 1954.
771
İhsan Cemal Karaburçak, Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. III, Zafer, 20 Ekim 1954.
768
769
214
bile sürdüğü bir yarışma olarak Türk sanatına damga vurduğunu söylemiştir. Fierens,
Read ve Venturi’nin sanat zevkine güvenmeyen bir ressamın, kendini üstün gördüğünü
dile getirdiğini ve her ressamın her yarışmaya girmemesi gerektiğini aksi halde de çıkan
sonuçlara da saygı duyulması gerektiğini belirtmiştir. Bu ressamın Cemal Tollu’nun
olduğunu göstermektedir. Bu yarışmaya kadar ressamların eser verdikleri sergilere jüri
üyesi olduğunu, kendi üretimleri için oy kullandıklarını ve Yapı ve Kredi Bankası’nın
düzenlemiş olduğu yarışmada bağımsız bir jüri üyesi olduğunu vurgulamıştır772. Yapı
ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu yarışma bittikten sonra birkaç gencin birtakım
geometrik şekillerle resim çizmeye koyulduğunu belirten Ecevit, jürinin yanıldığı ve
Aliye Berger’in ressam bile sayılmadığı sonucuna varmıştır. Daha sonra ünlü bir Sanat
Tarihçi’sinin 10 tablo için cetvel hazırlandığını ve jürinin doğru olduğu yanlar olsa da
birinciliğin yine yanlış olarak değerlendirdiğini belirtmiştir. Bu zihniyetten ise modern
sanatın olmadığı ve sanatçının bütün yaratıcılığının tıkandığı anlamını çıkartmıştır773.
Türkiye’nin istihsali olan konunun olduğu yarışmayı Aliye Berger gibi bir gravürcünün
kazanması, Türkiye’ye dair gözle görülür bir gerçekliğin olmaması gibi durumların
kıyametin kopmasına neden olduğunu savunan Ecevit, Güneş ve tabiatın Türkiye’ye
mal edilmesi gerektiğini düşünmektedir774.
Ek-22’de sunulan Ayşe Nur’un yazısında, Yeni İstanbul Gazetesi’nde üç jüri
üyesi ile yapmış olduğu görüşmeye yer vermiştir. Yazısı, üç jüri üyelerine Türk resmi
ve yarışmada tabloların seçilme kriterlerinin sorulduğu bir yazı olmuş ve bu yazı söyleşi
şeklinde olmuştur. Venturi, Akademideki sergide Adnan Çoker’in soyut bir çalışmasını
beğendiğini ve Türk sanatı açısından önemli bir detay olduğunu ifade etmiştir. Yarışma
için söylediği ise birinciliği konudan en çok uzaklaşan ve konunun ismi ile hareket
etmeyen özgür ruhlu tabloya verdiklerini söylemiştir. Avrupa’da genç sanatçıların
sergilerde olması biraz zor iken Akademide açılan sergide bunu gördüğüne sevinen
Fierens, eserler arasında non-figüratif olanların göze hoş geldiğini dile getirmiştir.
Yarışmada ise Akademideki gibi canlı ve hareketli eserlerle karşılanmadıklarını,
konunun üstünde zorlama bir tavrın bu izlenimi yarattığını söylemiştir. Türk sanatçıların
halk sanatının izlerine yer vermelerini ve bu gayretle eser vermelerini olumlu bulan
Fierens, bunun bu şekilde tam yönlü olarak gitmesini de tasnif etmediğini söylemiştir.
Bülent Ecevit, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına I, Halkçı, 16 Eylül 1954.
Bülent Ecevit, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına II, Halkçı, 17 Eylül 1954.
774
Bülent Ecevit, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına III, Halkçı, 18 Eylül 1954.
772
773
215
Read, yarışma için konunun sınırlandırılması sonucu bu sonucun çıktığını dile
getirmiştir. Ayşe Nur’un “Yarışmada bir köylü ressam vardı?” sorusuna karşı, eserin
üstünde durduklarını belirttikten sonra o eserde bile uluslararası etkilenmişlik olduğunu
gördüklerini ve artık uluslararası etkilerin köylü sanatçıları bile etkilediğini
savunmuşlardır775.
Ek-23’de sunulan Şevket Rado’nun yazısında, Rado jüri üyesilerini Türkiye’deki
hakemlere benzettiğini ve hakemlerin üstündeki haksız havanın, yarışmada da olduğunu
savunmuştur776. Ek-24’de Vedat Nedim Tör’ün kaleme aldığı yazısında, Banka ve
Vedat Nedim Tör’e atılan laflardan sonra bu yazıyı kaleme aldığı bildirilmiştir. Modern
sanattan nefret ettiği hakkındaki sözlere katılmadığını dile getiren Tör, böyle bir
yarışma yapıldığında bunların göz önüne alınmasını ve söylenilen sözler ya da Akis’in
19 sayısında konuşmasına aldanılmaması gerektiğini ifade etmektedir777. Ekler-25’de
Füreya Koral ile yapılan söyleşiye yer verilmiştir. Aliye Berger’in yaşamı ve dönemin
en tartışmalı yarışması olan İş ve İstihsal Sergisi hakkında konuşmuştur. Aliye
Berger’in o yarışma için çok emek harcadığını ve teslim edilmeye yakın bile üstünde
fırça darbelerinin halen durduğu tabloya, birincilik gelmesine sevindiklerini dile
getirmiştir778. Bu yazı tarafımızdan kısa ve özet bir şekilde gazetelerden alınmış ve aslı
bozulmadan EKLER kısmına eklenmiştir. Bu başlıktaki amacımız, bunların sergi ve
yarışma açısından birer belge unsuru olduğunu savunarak, siz okuyuculara aşılamaktı.
Bu açıdan, dönem içinde yazılmış olan ve içerisinde entelektüel kimliklerin,
siyasetçilerin, köşe yazarların bulunduğu bu yazılar, dönemi anlamamız açısından
önemli kaynaklar olmuştur.
.
5.4. SERGİNİN TÜRK SANATI AÇISINDAN ÖNEMİ
1950-60 sanat ortamında, AICA’nın öncülüğünde İstanbulda gerçekleştirdikleri
kongre sebebiyle Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu yıl dönümü münasebetiyle
düzenlediği yarışmalar, döneme damga vurmuş, hatta bu yarışmaların etkisi günümüze
kadar devam etmşitir. “İş ve İstihsal (üretim)” konulu resim yarışması, AICA’nın
Ayşe Nur, Üç Sanat Tenkitçisinin Türk Sanatına Dair Görüşü, Yeni İstanbul, 16 Eylül 1954.
Şevket Rado, Hakeme İtiraz, Jüriye İtiraz, Akşam, 18 Eylül 1954.
777
Vedat Nedim Tör, Bir Müsabaka ve Bir Ders, Akis, 25 Eylül 1954.
778
Ülkü Demirtepe, Füreya Koral İle Söyleşi Alyoşa Efsanesi, Sanat Dünyamız Dergisi, Yapı Kredi
Yayını, Yıl 16, Sayı 46, Kış 1992, s.29-36.
775
776
216
üyelerinden H. Read, P. Fierens ve L. Venturi tarafından Aliye Berger’in “Güneşin
Doğuşu” adlı tablosunun birinci seçilmesiyle Akademi ilk sarsılmasını yaşamıştır.
Akademi’nin Anadolu Kübizmi’nin779 Türk sanatçılar etrafındaki büyüklüğü, onun
işlevsel olarak öneminin yitirdiğinin göstergesidir. Sanatçı bir aileden gelen Berger’in,
soyut denemeler yapan ablası Fahrünnisa Zeid, yeğeni Nejat Melih Devrim ve Füreya
Koral’da seramik sanatının yayılmasını sağlayan öncü sanatçılardır 780. Türk Sanat
Ortamında, aktif sanat çalışmalarıyla Nurullah Berk ve Suut Kemal Yetkin’in, 1953
yılında UNESCO’ya bağlı olan AICA’ya üye olmaları çok önemli bir hadisedir.
Türkiye’de ise bu üyeliği denetlemek ve üye seçimi yapmak için “Türkiye Ulusal
Komitesi”ni kurmuşlardır. 1954 yılında yapılan kongrenin İstanbul’da V. AICA
kongresi yapılması yine bu komiteye bağlanmalıdır781. Demokrat Parti’nin tarım
alanındaki büyük çabaları, edebiyat ve plastik sanatlarda da konu olarak yansımıştır.
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu resim yarışmasına katılan sanatçıların
eserlerinde tarım yoluyla kalkınma konusunun işlenmesi, bankanın bu konuyla ilgili bir
yarışma da düzenlemesi tesadüf olarak algılanmamalıdır782. AICA’nın ilk kez
Türkiye’ye gelmiş olması Türk sanatının tanıtılması açısından da önemli bir hamle
olarak algılandığı ve bunun için çoğunun Akademi’den olan hocaların eser gönderdiği
Anadolu Kübizmi olarak adlandırdığımız sanat düşüncesi, Türk sanat ortamı için “ulusal sanat” olarak
söylenmesinde fayda vardır. 2. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde birçok sanatçının Avrupa’ya özellikle
Paris’e gitmiştir (Nejat Devrim, Selim Turan, Avni Arbaş, Nurullah Berk, Zühtü Müridoğlu, Hakkı Anlı,
Mübin Orhon, Tiraje Dikmen, Albert Bitran, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabri Berkel ve Fahrünnisa Zeid).
Bir grup sanatçının devlet tarafından araştırma için gönderildiği (Nurullah Berk, Sabri Berkel, Bedri
Rahmi Eyüboğlu ve Zühtü Müridoğlu), bir grubun orada yaşamak için gittiği (Nejat Devrim, Selim
Turan, Hakkı Anlı gibi) görülmektedir. Berk, 1946 yılında kaldığı Paris’te incelemelerde bulunmuştur.
İstanbul’a dönünce d grubu sanatçılarıyla Avrupa’dakinin “Latin Amerika Sanatı”nı, bizde ise “Anadolu
Kübizmi”ne uyarlayarak Türkiye’nin yerel motiflerin kübist bir teknikle yorumlanmasından doğurmuştur.
1948-1955 yılları arasında Türkiye sanat ortamına hâkim olan “Anadolu Kübizmi” Akademizmin her
sanat alanında görebileceğimiz geniş bir kitleye dönüşmüştür. Bu sayede modern sanatın başını çeken
Kübizm ile Türk motiflerini birleştiren Berk, “Ulusal Türk Sanatı” yaratmak için yoğun bir çabaya
girmiştir. Bu harekâta karşı Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlemiş olduğu resim yarışmasının simgesi
haline gelecek “Soyut Sanat” son vermiştir. Aslında yarışmada derece alan ilk üç eserden başka hepsinin
Anadolu Kübizmi ile yapıldığını genelleştirmemizde sakınca yoktur. Jüri, modası geçmiş sanat
düşüncesini beğenmediğini, bu sayede yarışmanın ardında ise bu düşünceden sıyrılarak sorgulamaya
giren bir Akademiden söz edilmektedir. Bu sanatçılardan “birçoğu kaligrafi çıkışlı soyut resim yapmayı,
soyutlama üzerine eğilmeyi “geleneksel”in yorumlanmasında bir yol olarak kabul etti; bu da Çağdaş
Türk Resmi’ne Yapı Kredi yarışmasının getirdiği en önemli katkılardan biridir.” Yarışmanın sonucunda
yeni bir rota ile hareket eden sanatçılarımız, özgün olmak için yeni girişimlere ve soyut sanatı
sorgulamaya başlamıştır. Sönmez, a.g.e., 2014, s.287-288.
780
Tansuğ, a.g.e., 1998, s.23-24.
781
G. Esra Genim, Nurullah Berk’in Sanat Yazıları (Doktora Tezi), İstanbul: İstanbul Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2007, s.23.
782
Bora Gürdaş, 1960-70 Yılları Arasında Türkiye’de Kültür ve Sanat Ortamı (Yüksek Lisans Tezi),
Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.14.
779
217
yarışma, o dönemin gazetelerinde büyük ilgiyle karşılanmıştır783. 1954 yılında yapılan
bu yarışma, soyut resmin Anadolu topraklarında popüler olmasında kırılma anını
oluşturmuştur. Hem sergi sonrası yaşanılan tartışma açısından hem de Akademi’nin
kendini sorgulanması açısından, sanatımız için dönüm noktası olmuştur784. Sezer
Tansuğ, bu yarışma için “Soyutlayıcı bir tavrın ödüllendirilmiş olduğu anlamına
geliyor”
demesi,
sanat
eleştirmenliği
yapan
kişilerin
ortak
tavrıyla
bunu
doğrulayabiliriz. Tabloda, belli bir kural olmamasına karşın üretim enerjisini
simgeleyen kocaman bir güneş motifi ve sararmış bir toprak ile birleşen etki, konuya
yönelik yapılmış olduğunu göstermektedir785.
Yapı ve Kredi Bankası’nın öncülüğünde düzenlenen yarışma, ilk sivil-kurum
sanat yarışması olarak sanat tarihimizde önemli bir yer edinmiştir. Yarışmanın,
Akademi’nin kendini sorgulamaya başladığı ilk kırılma noktası oluşu da yine
Akademilerin kendini iyileştirmesi ve moda olan soyut sanatın da bu kırılma noktasıyla
öğrencilere aktarılacak olaması, sanatımız açısından yeni bir ivmenin ilk hamlesidir786.
Türk Sanatı açısından modern sanattan çağdaş sanata geçişin ilk ödüllendirilişidir. Bu
açıdan modern sanatın Anadolu Kübizmi’nin işlevsel olarak bittiğini söylemek ve
çağdaş sanatın simgesi olan soyut sanatın, Türkiye sanatına girişinin ilk ödülü olarak
betimlemek gerekmektedir. Anadolu Kübizm’i, her ne kadar Akademi’nin sanat
dönüşümü açısından kurallara bağlı olsa da yarışmada, Yapı ve Kredi Bankası’nın
istediği amaçla yapılmadığı için büyük tepkilere maruz kalmıştır. Bedri Rahmi
Eyüboğlu ve Cemal Tollu’nun sert eleştirileri için Akademi’nin çöküşünün ilk
belgeleridir, denilebilir787. Bu çöküşün sebebi, Cemal Tollu’nun beklediği bir sonucu
alamamış olmasından kaynaklanan küskün tavrının günümüze yansıyan bir gölgesi ya
da onun acı bir tezahürü olarak mı yorumlamalıdır? Söz konusu yarışmada altıncılık
gibi bir sonuçla karşılaşınca yarışmaya katılanların tümüne yakınının ele aldıkları
konuları, kübist anlayış paralelinde yorumlamaları nedeniyle Anadolu Kübizmi’nin
yaratabileceği etkiyi göstermek yerine jüri üyelerinin sanattan anlamadığı gibi
Gürdaş, a.g.t., 2008, s.78.
Eroğlu, a.g.e., s.119.
785
Tansuğ, a.g.e., 1998, s.87.
786
Ali Asker Bal, “Türkiye’de Sanat Yarışmaları; Tartışmalı Bir Temsil Alanı”, Acta Turcica Çevrimiçi
Tematik Türkoloji Dergisi, Yıl 2, Sayı 1, 2010, s.159-160.
787
Tansuğ, a.g.e., 1998, s.87-88.
783
784
218
eleştirilerde bulunmuştur788. Eserleri konu ve biçim olarak aynı olan Akademi hocaları,
jürinin konuşmalarında da dile getirdikleri gibi gerçekliğin yerine bilinçaltının,
sezgilerin,
sembollerin
ve
soyutlamacı
anlayışın
baskın
ol
göz
önünde
bulundurduklarını ve bu açıdan da Aliye Berger’in birinci olduğunu savunmuşlardır789.
Bu kurulun kararıyla akademi-akademi dışı gerginliği, figüratif-non figüratüf
tartışmaların başlamasına, Akademinin eğitimine ve öğretmenlerine duyulan güvenin
sarsılmasına neden olduğu gibi seçici kurul tarafından 38 tablo sergilenmeye layık
görülmüştür. 38 tablodan 10’unun ödüle layık görülüp ödüllendirilmesiyle ve Akademi
dışından birinin birinci olmasıyla tartışmaların fitili de günümüze kadar ateşlenmiştir790.
Yasa Yaman, sözlerine şöyle devam ederek yarışmanın Türk sanatı açısından önemini
vurgulamıştır:
“Akademi dışında gelişen ve Akademi’ye hücum için kullanılan ‘soyut
sanat’ savaşımının yasallaşmasını, uluslararası bir seçici kurulun
kararıyla durumun tescillenmesini sağlamıştır. Tek ‘soyut’ anlatımlı
resmin sahibi Aliye Berger, farkında olmadan çevresinde bir fırtına
koparıyor ve bu yolla, çoğunluğunu d Grubu üyelerinin oluşturduğu ve
Akademi yönetimini elinde tutarak sanatı güdümledikleri savlanan,
Cumhuriyet’in bu ilk kuşak sanatçılarına; onların kübist/ konstrüktivist/
fütürist anlayışına saldırılar artıyordu. Uzun bir aradan sonra ilk kez
yabancı uzmanların beğenisine ve takdirine sunulan yapıtlar üzerine
verilen kararlar önemseniyordu”791.
Dünya çapında önemli sanat tarihçilerin jüri üyesi olacağı bu yarışma, dönemin
sanat ortamı açısından sanatın nasıl bir yol aldığını belirlemek için şu soruların
sorulması gerekir: “Sanat alanında demokrasinin, sindirimin, yerellik-evrensel
tartışmaların acaba neresindeyiz şimdi?” ya da “Sanata toplum katında ilginin
neresindeyiz?” ya da “Uluslararası platformun neresindeyiz?”792 gibi sorular
Kaya Özsezgin, “Uyanış”ın Bilinçli Modernizmi, Cemal Tollu: Retrospektif Retrospective, İstanbul:
YKY, 2005, s.24.
789
Gürdaş, a.g.t., 2008, s.77.
790
Yasa Yaman, a.g.m., s.105.
791
a.g.m., s.106.
792
Enis Batur, “1954 Resim Yarışması”, Sanat Dünyamız, YKY, Yayın yılı 16, Sayı 46, 1992, s.9.
788
219
yöneltilerek insanları düşünmeye iten Enis Batur, bu sorularla sanat camiasındaki
konumumuzun 1954’te gerçekleşen AICA’nın 1992 yılına kadar süreçte niye bu kadar
düştüğünü sorgulamaktadır.
AICA’nın Aliye Berger’e birincilik ödülü vermesiyle Modern Türk Sanatı’nda
ilk dönemsel kırılma yaşanmıştır. Kübizm’i modern sayan d Grubu’nun sanatçılarının,
yarışmada derece almamaları büyük yankı uyandırmıştır. Aliye Berger’in soyutlama
yaparak üretim konulu resmi, güneşi kendine tema etmişti. Akademik sanat ile bağımsız
sanat arasındaki çekişme olduğu kadar kadın-erkek sanatçıların çekişmesinde kadın
yönlü çabanın ilk zaferidir. Bu yarışma, 1954’li yılların Türkiyesi’nde cinsiyet ve
mesleki açısından Akademi’nin çöküşüdür793. Berger, 1951 yılında Londra’dan
döndüğünde ilk sergisini İstanbulda açmıştır. İstanbul manzaralarını, metal kalıplara
oymuş ve bu kalıpları basım tekniğiyle ‘’İntimiste’’ diye bilinen küçük boyutlu bakır
oymalar dâhilinde eser vermiştir. Küçük boyutla eser veren sanatçı yarışmaya, 2x3
metre gibi büyük bir boyut ile ilk denemesini yaptığı yağlı boya resim ile katılmıştır.
Anadolu Kübizmi’nin akademik anlamda en önemli hocalarının katıldığı bu yarışmaya
birincilikle geçmesiyle, Akademi’den hoca olan sanatçıların eleştirilerine maruz
kalmıştır. Anadolu Kübizmi olarak nitelendirilen hocaların buğday, tütün, çay üretimi,
hayvancılık, balık avı olarak ele aldıkları istihsali, Aliye Berger’in soyuta yakın
çalışması ile güneşi tema etmesi farklılık oluşturmuştur. Berger, akademik sanat
kurallarını, bilgiyi, eski değerleri bir kenara bırakarak soyuta yakın güneşi tablosunun
ana teması haline getirerek renkli bir tuval yüzeyi yaratmıştır 794. Berger’in bu konuyu
tema olarak ele alması “yetiştiği toprak, aile ortamı sanata teşvik ediciydi”. Babası
Şakir Paşa, kitap yazıp çeviri yapmış, annesi Sare Hanım, eğitim almadığı halde yağlı
boya ve sulu boya çalışmaları yapmıştır. Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen ağabeyi,
Cevat Şakir ressamdı. Kendisinden iki yaş büyük olan Fahrünnisa Zeid ressamdı. Bu
açıdan düşünüldüğünde, sanatçı Berger’in, kocası Carl Berger ile yaşadığı yıllar göz
önüne alındığında ‘’Güneşin Doğuşu’’nu resmin amacı yapması tesadüf değildir795.
Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlediği yarışmayı önemli kılan, dünya çapında
tanınmış Sanat Tarihçilerinin yarışmada jüri üyesi olmasıdır. Yarışma, yapılmadan tüm
Necmi Sönmez, “İstihsal” Sarmal Helix Yapı Kredi Koleksiyonlarından Bir Seçki, İstanbul: YKY, 12
Eylül – 31 Aralık 2017, s.185-188.
794
Emel Koç, Alyoşa Aliye Berger Biyografisi, 1. Basım, İstanbul: Can yayınları, 2004, s.159.
795
Koç, a.g.e., s.160.
793
220
katılacak kişilerin ve Türkiye’de sanat ile uğraşanların fırsat bildiği bir yarışmadır; fakat
yarışma sunucu açıklandıktan sonra jüri üyelerine büyük eleştiriler yapılmıştır.
Akademi hocaları, eleme kurulunca istenilen ölçüde eser yapmışlardı ve bu açıdan da
dereceyi Berger’e kaptırınca tartışmaların günümüze kadar sürmesi kaçınılmaz
olmuştur. Akademide çoğu hoca olan d Grubu sanatçıları göze çarpan üyelerden
oluşmuştur. Nurullah Berk, kübist anlayışlı geleneksel minyatür ve hat sanatıyla
birleştirdiği Anadolu Kübizmi’ni, Cemal Tollu, Anadolu ve Hitit motifleriyle kübist
etkiyle çalışırken; Sabahattin Eyüboğlu, Anadolu motiflerini kullanmıştır. Zühtü
Müridoğlu soyut denemeler yaparken Zeki Faik İzer, Paris’te öğrendiği sanatı, soyut ve
dışavurumcu üsluplu denemelerle yansıtmaktaydı. Türk ressamlarınca benimsenen Paris
eksenli Kübizm ve Anadolu Kübizmi bu dönemde etkilidir796.
Aliye Berger’in tablosunun birincilikle kazanması, büyük şaşkınlığa yol
açmıştır. Tablosunda, hayal gücünü en çok soyuta yaklaştıran “en yaratıcı” kişi
olduğunu savunan jüri, hareketli rötuşlarla çevrili bir kompozisyon yapmasının onu
birinciliğe taşıdığını söylemiştir. Tabloda, güneş, toprak ve deniz birleşir; buğday
yıkayan, küp taşıyan kadınlar, buğday yüklü bir araba, fabrika, koyun sürüleri, balıklar
ve balık dolu sepet gibi detayla belli belirsiz figürler kendilerini göstermiştir. Yarışma,
ilk kez AICA tarafından yapılmasıyla, “memleket” ve “Türk Sanatı” açısından önemli
bir fırsat olmuştur. “sürpriz sonuç”la Berger’in kazanmasından, günlerce manşetlerinde
övgüyle bahseden gazeteciler, sonuçla birlikte jürinin Berger’i kasten seçtiğini
vurgulamış ve Berger’i ağır dille eleştirip jüriyi yerin dibine sokmuşlardır. Batının
gözüyle değerlendirilen bu yarışmada, jüri üyelerinin objektif olmadığı, Türk sanatının
resim anlayışının önemsenmediği, sanatçıların uzun uğraşlar verdikleri tablolarının kısa
bir zamanla seçildiği ve sanat camiasının küçümsendiği gibi konuları basın günlerce
yazmıştır. Aliye Berger’in tablosunda güneş, toprak ve denizin sembollerle anlatılması,
Türk sanatında “emek” unsurunun dikkate alınmadığı ve bizim insanımızın yoksullukla
baş edebildiğinin bu tabloda yer almadığı gibi söylemlerle yankılanmıştır797.
“İlk kez” bir banka, kültür ve sanat ödülü vermesi, amacının da “sanatçıları
desteklemek ve boş duvarları doldurmak” ilkesiyle belirtilmesi üzerinde durmamız
gereken bir konudur. Yarışmanın diğer getirisi, “boyut ve konu açısından Türk resminde
796
797
a.g.e., s.161.
Elvan, a.g.e., s.23-24.
221
sınırların kalkmasıdır”. İstanbul’un sanat ortamında sergileme olarak da bankanın
yapmış olduğu yarışma önemlidir. Ayrıca yarışmadan sonra 18 tablonun satılması da
sanat piyasası açısından çok önemlidir. Bu sergiye eserlerin yarısının satıldığı ilkesi de
bunun önemini vurgular niteliktedir798.
Batı’da Kübizm, 1920’lerde tamamen etkisini yitirdiği halde 1954’lerde
Akademi’nin ‘’analitik kübizm’’ anlayışıyla eserlerin üretildiği bu yarışmada, Aliye
Berger’in Batı ile çağdaş konu olan soyutun kazanması, yeni sanatın Türkiye’deki ilk
resim başarısıdır. d Grubu’na karşı kazanılan soyut sanat üretimi, Türkiye’de o
dönemde Adnan Çoker, Lütfü Günay, Sabri Berkel, Mübin Orhon, Orhan Peker,
Kuzgun Acar, İlhan Koman, Ali Hadi Bara, Sadi Çalık, Abidin Dino, Fahrünnisa Zeid,
Nejad Devrim, Albert Bitran, Tiraje gibi resim-heykel sanatçılarının soyut sanat ile ilgili
kompozisyonlarının başarısıdır799. 1950’lerde sanat yazarlığı yapan Tunç Yalman,
Bülent Ecevit, Adnan Benk, Zahir Güvemli ve Vedat Nedim Tör’de, Türk resminin bu
yarışma sonucu ile kendini sorgulanmaya başlaması ve ders çıkartması gerektiğini
yazılarında vurgulamışlardır800.
1950-60 Türk sanat ortamı açısından önemli olan bu yarışma, AICA’nın
öncülüğünde sonuçlanmasının ardından Akademi’nin sorgulanmaya başlandığı o
döneme Cumhuriyet ilkesinin sanatla değişen Türkiyesi ile bakmak gerekiyor. 1954
yıılnda AICA’nın V. Kongresi’nin İstanbul’da yapılmış olması da tesadüftür. Jürinin
kongre için gelen sanatçılardan seçilmiş olması daha önceden planlanan bir durum
değildir. 36 ressamın, 38 tablonun genel bir Anadolu Kübizm’i sanatıyla ele alması da
tesadüf değildir. İstihsal konulu resim yapma gayretini yıllardır ortak bir dille ele alan
sanatçılar, “Yurt Gezileri” ve “Halkevleri” ile aynı çalışmaların devamı niteliğindedir.
Tarlada çalışan, üzüm, tütün, portakal, pamuk toplayan, ekin biçen, traktör süren
insanlar, eğlenen ve mutlu yüzlerin çizilerek bir açıdan kendilerinin yaptıklarıyla
tekrarlandıkları, modern Anadolu’nun portresini yapmışlardır. Anadolu konulu bu
tablolardan, Anadolu’nun mutlu yüzleri ve bir nebzede olsa gerçek bir yoksul Anadolu
yüzleri çizilmediği anlamları da çıkartılabilir801. Dönemin modası haline gelen soyut,
798
a.g.e., s.29.
Sönmez, a.g.e., s.45-46.
800
a.g.e., s.49.
801
Anadolu’nun mutlu yüzlerini tercih etmeyen İbrahim Balaban, köylü ressam olarak nitelendirilen, bu
yarışmada yine köylü gerçekçiliği felsefesi ile olaya yaklaştığını ve o dönemin sanat ürünlerinde yapılmış
eserlerinden de anlaşılmaktadır. 1945-50’li yılların köylü söylemini yazarlar, entelektüel insanlar
799
222
AICA jüri üyelerinin Aliye Berger’in seçilmesinde rol almıştır. Berger’in plastik
söylemindeki soyut anlayışın, diğer sanatçıların Kübist etkisinden çok uzakta bir söylem
ile yapıldığı tablolarından da anlaşılabilir. Jüriye göre Berger’in tablosu, hayal gücü
kullanan ve dönemin moda etkisi ile en yaratıcı kişi olması dolayısıyla seçilmiştir.
Yarışmanın sonucunda Akademi’nin kendisini sorgulaması açısından ve Akademiyenilik ikilemi açısından yeni bir kabuk yaratılması konusunda kendini yenilemeye
gitmek zorunda kalmasında bile yarışmanın tesiri sonradan anlaşılacaktır802.
25 Eylül 1954 tarihli “Bir Ayın Sanat Olayları”803 adlı yazısıyla Ferhat Sılacı,
serginin Türk sanat tarihi açısından önemine vurgu yapmıştır. Eylül ayında
gerçekleştirilen yarışmanın sanat ortamı açısından folklorda, resimde, afişte ve diğer
farklı branşlarda yapıldığını ve bunun sanatçılara destek olarak yansıtıldığını, farklı
branşlara teşvik edici rol üstlenen Yapı ve Kredi Bankası’nın ileri süreçlerde daha
kapsamlı bir durumla kendisini geliştirdiğini söylemiştir. Halk Oyunları Festivali’nin,
beklenildiğinden çok daha fazla ilgiyle karşılandığını ve 4 gece üst üste oynanılan
oyunlarda, Açıkhava Tiyarosu’nda boş yer olmadığını söylemiştir. Halk oyunları
konusunda
“primitif”
kendine
has
gelenekleri
olan
ve
taklid
edilemeyen
folklorumuzdur. Türk ressamlarımızın ilk kez Avrupa jürisi karşısına çıktığını belirten
Sılacı, 2x3 metre boyutlarında tabloların yapıldığı ve bu boyutun ülkemizde
denenmemiş büyüklükte olduğunu belirtmiştir. 36 sanatçının 38 tablo ürettiği bu
yarışmada, sonucun açıklanması sanat çevremizde hayal kırıklığına neden olmuştur.
Dedikoduların yapıldığı, tartışmaların olduğu resim yarışması, Akademide görev alan
hocaların mükâfat alamayışları, bazı kişilerce “bir iktidar değişikliği” olarak
yorumlamışlardır. Yarışmada genç sanatçıların ön plana çıktığı görülmüş ve bu tartışma
alanı içerisinde jüridekiler “konunun sınırlandırılmasının sanatçının hayaline engel
olduğunu” düşünmüşlerdir ki bu açıdan da “dereceleri konudan uzaklaşmaktan
olmuştur. “Köylü Söylem” anlayışı, sanat dünyamızın malzemesi haline yine bu dönemlerde olmuştur.
Ressam İbrahim Balaban’ın 1953 yılında açmış olduğu “İlk kişisel sergisi de bu dönemin “en çok” rağbet
gören ve hâsılat yapan” köylü temalı bir nitelik vardır. 1950’li yıllarda köylerden kentlere göçlerin
yaşanması açısından başlangıç noktası olmuş ve kente gelen insanların konut sorunları, işsizlik ve nüfus
dengesinde çarpıklaşma, resim sanatına da yansımaya başladığı yıllar olmuştur. Detaylı bilgi için bakınız,
Yasa Yaman, a.g.m., s.97.
802
Yusuf Çetin, Mehmet Ali Avcı, “Türkiye’de Cumhuriyet ile Birlikte Değişim-Dönüşüm Sürecinin
Sanata Yansıması ve “İstihsal (Üretim)”, “İmgenin Gücü” Resim Yarışmaları Üzerine Bir
Değerlendirme”, The Journal of Academic Social Science Studies, Number 24, Spring 2014, p.50-51.
803
Eylül ayının tüm sanat olayları ve yarışma ile ilgili detaylı bilgi için bakınız, Ferhat Sılacı, Bir Ayın
Sanat Olayları, Akşam Gazetesi, 25 Eylül 1954, s.4-5.
223
korkmıyanlara, konuya zincirle bağlı kalmıyanlara verelim” demişlerdir. Söyledikleri
gibi de yapan jüri üyeleri, Akademinin salt kalıplı kübist anlayışının tersine soyut
anlamlı çalışmaları dikkate alarak sırasıyla Aliye Berger, Fethi Karakaş, Hakkı Anlı,
Remzi Türemen, Haşmet Akal, Cemal Tollu, Kemal Yükselengil ile Halit Doral,
Abdurrahman Öztoprak, Salih Acar ve Antranik Kılıçcı olarak derece yapmışlardır. Öte
yandan AICA delegeleri için Güzel Sanatlar Akademisi’nde “Modern Türk Resim
Sergisi”de aynı akademi hocalarıyla yapıldığını vurgulayan Sılacı, Türk resmini 19.
yüzyılın realizmi ve Avrupa’nın modern resminin taklidi olarak yorumlamışlardır. Bu
sergi bile yarışmanın nasıl bir değerlendirme yaptığını kanıtlamaktadır804.
Türk kültürüne, yarışma yaparak katkı veren Yapı ve Kredi Bankası tarafından,
tarımsal toplumdan endüstri toplumuna geçişin hedeflendiği 1950’li yılların sosyokültürel ve sosyo-politik gelişmeler neticesinde “İstihsal” konusu ele alınmıştır. 1950’li
yıllarda, “memleketçilik” ve “ilerleme” gibi söylemlerin kavramsallaştırıldığı
görülmekte ve plastik sanatın düşüncesi “milli” bir sanat ile Batı plastik etkilerini bir
arada kullanmaktır. Bankanın açmış olduğu yarışma, Türkiye’deki milli ilerleme ve
liberal söyleme uygun olduğundan ve bu sayede “ilk geniş çaplı kültürel destek olması
açısından” bir ilke etrafında yapılmıştır. Liberal politikasının gelişme kaydettiği bu
yıllarda, ekonomik olarak özel kurumların yükseldiği görülmüş, bu kurumlar kendini
kültür-sanat destekleriyle göstermeye çalışmıştır. Yapı ve Kredi Bankası’nın açmış
olduğu yarışma dönüşüm yılları etrafında “Türkiye’nin iktisadi hayatından çeşitli
istihsal faaliyetleri” konu edinmesi, doğal olarak görülmelidir. Bu durum Sanat Tarihi
açısından da son derece önemli olunmuştur. Türk resmi ilk defa uluslararası jürinin
önünde değerlendirilmiştir. Aliye Berger’in ilk kez yaptığı yağlı boya ile birinci
olmasının arkasında, hareketli bir kompozisyon şeması ile soyuta yönelim söz
konusudur. Berger’in eserinde “form-renk birlikteliği”, akademik kurallara bağlı
olmayan ve resmin kompozisyonda hiç bitmek bilmeyen “araştırıcı çizgi”ler tüm eserde
özgür hamleli hareketle bitmemişlik hissi vermiştir. Jürinin bu kararı almasında en
büyük etken ise Kübizm’dir. Bilinildiği üzere Avrupa’da kübist etkiler 1920’li yıllarda
bittimiş ve buna rağmen Türkiye’de sanat ortamında geleneksel bir hal alan, Anadolu
kübizmine, jürinin gözüyle Analitik Kübizm yorumlaması yapılmıştır. Kübizm’in
bitmişliğine karşı, Avrupa’da moda olan Soyut Sanat’ı tercih eden jürinin böyle bir
804
Sılacı, a.g.g., s.4.
224
kararı vermesi gayet normaldir. Şunu da belirtmek de fayda vardır: Türkiye’de soyut
çalışmaları bu tarihlerde yapılmıştır. Adnan Çoker, Lütfü Önay, Sabri Berkel, Zühtü
Müridoğlu, Mübin Orhon, Kuzgun Acar, İlhan Koman, Fahrünnisa Zeid, Nejat Devrim
gibi sanatçıların resim ve heykel plastisisizminde soyut vardır. Türk resim sanatı
açısından önemli sonuçlar doğuran yarışma, sanat konusunda resmi her ne kadar Yapı
ve Kredi Bankası’nın istediği gibi yönlendirmeye çalışmışsa da jürinin verdiği kararın
önüne geçilemeyen bir sonuç çıkmıştır. O dönemin yazılarında Ekler bölümünde
sunulan, Tunç Yalman, Bülent Ecevit, Adnan Benk ve Zahir Güvemli gibi dönemin
sanat eleştirmenleri bu yarışmanın “ders” niteliğinde olduğunu vurgulamışlardır. Aliye
Berger ve jüriye karşı girişilen eleştirilere Necmi Sönmez, Türk resminin kendisini
sorgulanması gerektiğini ve yarışmanın 1950-60’lı yıllarda “söz ve yaratma”
özgürlüğüne açık bir katkı olarak yorumlamıştır805.
Necmi Sönmez, “1954 Yapı ve Kredi Bankası’nın Resim Müsabakası ve Çağdaş Türk Sanatı Üzerine
Etkileri”, Aliye Berger Güneşin Doğuşu, Maçka Sanat Galerisi Kataloğu, 20 Aralık 1994 – 7 Ocak 1995.
805
225
ALTINCI BÖLÜM
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
DEĞERLENDİRME
1.Bölümün Değerlendirmesi
Figüratif ve geleneksel Türk minyatür sanatı, kültürümüz ve geleneklerimizin
sonucu olarak figüratif tasvirlere ihtiyaç duyulması açısından önemlidir. Bu bölüm,
özellikle sonradan batılı bir anlayışla soyut sanata geçişin anlaşılması açısından temel
bir zemin oluşturmaktadır. 1. bölümde açıklanan tüm alt bölümler, bu figüratif zeminin
bilimsel açıdan güçlendirilmesi amacıyla yapılmıştır.
Türk
resim
tarihi
açısından
değerlendirildiğinde,
Türklerin
ilk
uygarlıklarının konar-göçer toplumdan Uygur yerleşik yaşamına geçtikleri süreçte,
taşınabilir eserler ve sanatsal faaliyetler ile uğraştıkları söylenebilir. Uygurların farklı
alanlarda yapmış olduğu yenilikler, sanatta da görülmektedir 806. Uygurlar, Türk sanat
tarihi açısından ilk resim örneklerinden söz edilebilen fakat biçimsel kaygılar taşımayan
örneklerle
görülmüştür807.
Uygurlardan
Anadolu’ya
gelen
Türklerin,
resim
anlayışlarında Uygur perspektifinin benimsendiği ve bununla birlikte, birçok Orta Asya
geleneğini Anadolu’da İslam sanatı ile bütünleştirmeye yönelik uygulandığı;
Selçuklu’nun mimarisindeki detaylar ve Beylikler dönemi mimari eserlerinde Orta Asya
izlerine rastlandığı bilinmektedir. Osmanlı’da yeni minyatür denemelerinin yapıldığı ve
bunların saray tarafından desteklediği bir dönem söz konusu olmuştur. 18 ve 19.
yüzyıllarda batı ile minyatür çekişmesinin hızlandığı ve bu yüzyıllarda batı
hayranlığının birçok alanda olduğu gibi resim alanında da baskın biçimde yaşandığı bir
dönüşüm söz konusudur.
1923 yılı ve sonrasında yaşanan dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlık
idealleri, sanatçıları devlet eliyle yönlendirmek, yetiştirmek ve eğitim için Avrupa’ya
göndermek boyutlarında görünür olmuştur808. 1923-1946 yıllarında devlet tekelinde
yürütülen bir sanat politikası izlenmiştir. Bu dönem, resim alanında sanatçıyı teşvik
Detaylı bilgi için Bakınız, Yaşar Çoruhlu, Erken Devir Türk Sanatının ABC’si, 2. Basım, İstanbul:
Kabalcı Yayınevi Yayınları, 1998, s.9-115.
807
Güner İnal, Türk Minyatür Sanatı (Başlangıcından Osmanlılara Kadar), Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Yayınları, 1995, s.5-7.
808
Nurullah Berk, Hüseyin Gezer, 50 Yılın Türk Resim ve Heykeli, 1. Baskı, İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları, 1973, s. 41-43.
806
226
etmek amacıyla yarışmaların düzenlendiği, ödüllerin verildiği verimli bir dönemdir809.
Öndin, bu dönemde, sosyo-kültürel ve sanatsal açıdan CHP’nin devrimlerine karşı
gelmedikçe özgür bir sanat ortamı olduğundan söz etmiştir810. 1946’da Liberal
söylemleriyle başa geçen Demokrat Parti, sanat ve sanat kurumlarına karşı tutucu bir
yaklaşımla yerleşik her algıyı yok etmiştir811.
2. Bölümün Değerlendirmesi
Tezin çizgisel tarih yaklaşımı nedeniyle sunulan ardışık bölümlerine bu kısımda
Avrupa’da soyut sanat kısmı, özellikle eklenmiştir. Bu kısmın, soyut-soyutlama ve nonfigüratif kavramlarının 1950-1970 dönemi sanat ortamını anlayabilmek açısından ayrıca
önemli olduğu düşünülmektedir. Buna göre; 2. bölümde ayrıntılarıyla açıklandığı gibi
soyut sanat, doğada var olan gerçek nesneleri betimlemek yerine, biçimler ve renklerin,
temsili olmayan veya öznel kullanımı ile yapılmasıdır. Non-figüratif sanatta, objeler ve
betimlemeleri gerçek birer nesne ya da varlık olarak tanınamaz, yalnızca sanatsal
gerçeklik düzleminde var olurlar812.
Soyutlama, nesnenin sahip olduğu ayrıntıları
arındırma veya silme işlemidir. Soyutlama; felsefe, sanat, toplum bilimi, politika gibi
birçok alanda kullanılır. Soyutlamada doğa izlenimi yoktur ve insan zihninde yapılır813.
Soyut ifadecilik, soyutlama yada non-figüratif (figürsüz) diye adlandırılan bu
sanat, objelerin doğadaki görüntülerine bağlı olmayan bir perspektif ile hareket etmiştir.
Soyut sanatın kuramcısı olarak gösterilen Kandinsky’ye göre gerçek figürsüz resim;
tamamıyla soyut olarak tasarlanan, sanatçının rengi kendi duygularını ifade etmek için
kullandığı yaklaşımdır. Soyut resimde sanatçının amacı, çizgi ve renkleri düzenli bir
biçimde yüzey üzerine yerleştirerek duygusal kompozisyonlar elde etmektir. Soyut
sanat, canlıların görünüşlerinden faydalanmayı reddedip, resimde renk, çizgi ve
düzlemleri düzenleyerek bunlarla heyecan verici kompozisyonlara ulaşmayı amaçlar814.
Detaylı bilgi için Bakınız, Berk, Gezer, a.g.e., s.41-79.
Nilüfer Öndin, Cumhuriyet’in Kültür Politikası ve Sanat 1923-1950, 1. Basım, İstanbul: İnsancıl
Yayınları, 2003, s.256.
811
Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950, 3. Baskı, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1990, s.125.
812
https://edebiyatvesanatakademisi.com/resim-sanati/non-figuratif-sanat/19216
(Erişim Tarihi: 11.07.2019)
813
http://furkanucar.com.tr/soyutlama/ (Erişim Tarihi: 11.07.2019)
814
https://edebiyatvesanatakademisi.com/resim-sanati/non-figuratif-sanat/19216
(Erişim Tarihi: 11.07.2019)
809
810
227
Bu bölüm değerlendirildiğinde, tezin diğer bölümlerine yapılan katkının yanı
sıra soyut, soyutlama, non-figüratif kavramları arasındaki kavram karmaşasına da
açıklık getirilmiştir.
3. Bölümün Değerlendirmesi
1950-1970 sanat ortamında köklü adımların atıldığı, liberal ekonomik yöntemle
hareket eden Demokrat Parti’nin Türk sanat ortamı adına özgürleşme ve
bireyselleşmenin devlet tekelinden kalkmasıyla beraber bireysel sanat dönüşümü ile
hareket eden bir yapılanmaya girmiştir. Modernitenin Türkiye’de geçerlilik kazandığı
soyut sanatın ilk evresinin ve üslup kavramının tartışıldığı, geçerliliğinin hissedildiği
ortamda, sanat grupların veya resimde perspektif olan dönemin modası soyuta
yönelimin yaşandığı bir dönemdir. Bu bölümün değerlendirilmesi yapıldığında, İstanbul
ile sınırlandırılan sanat merkezinin bu dönemden sonra İzmir, Ankara gibi illerde
varlığını sanat kurumları, banka ve koleksiyonerlerle oluşturulan yeni mekâna ihtiyacın
galerileşme olgusu ile yaşandığı bir dönemdir. 1950’lerde Türkiye’de sanat dönüşümün
kendisini bulması açısından arayış ve yönelim içerisinde olduğu, Türk sanatçıların
geleneksel ve batı ilkesi etrafında üretim yaptıklarını ifade edilebilir. 1960’lı yılların
kültürel canlılığı ve sanatçının bireysel üslupla hareket ettiği, siyasi açısından ise
Türkiye’de kaotik bir düşünce sistemine girecektir. 1970’lerden başlanarak işçi- işveren
ilişkisinin yaşandığı toplumsal yaşamda kentte gelen köylü nüfusunun hızlı artışının bu
dönemde, gecekondulaşma faktörü sanat açısından belirgin bir hal almıştır.
4. Bölümün Değerlendirmesi
Sanat dönüşümü, 1950’den 1970’li yıllara ve hatta günümüze kadar gelen özgür
mekân sahipleri tarafından açılan galeriler, sanatçıları destekleyen sergi ihtiyaçlarını
gideren kurumlar ile yaşanmıştır. Sergi mekânlarının yaratılması açısından özel
galerilerin ilk faaliyetlerini sürdürmesi ve Maya 815 galerisinin açılması diğer girişimlere
örnek olmuştur816.
Özel galeriler ile ilgili detaylı bilgi için Bakınız, Mehmet Üstünipek, Cumhuriyet’ten Günümüze
Türkiye’de Sanat Yapıtı Piyasası, (Doktora Tezi), İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi sosyal Bilimler
Enstitüsü, 1998.
816
Neclâ Çakmakoğlu, ‘’Galeri’’, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, 1. Cilt, 1. Baskı, İstanbul: Yem
Yayınları, 1997, s.640.
815
228
1950-1970 sanat ortamında özel galeriler, sanata meta olarak bakmasa da 1970’li
yıllarda sanat yeni bir iş imkânı olarak görülmeye başlanmış ve bir sektör haline
dönüşmeye başlamıştır. Bu sanat ortamında, sanat ve koleksiyonerliği ticaret olarak
görmeyen diğer özel kurum ise bankalardır. Bankanın yapmış olduğu koleksiyonerliğin
temelinde, eserlerin alınıp satılması bağlamından daha çok, nicelik kaygılarıyla
temellenen bir prestij kaygısı olarak açıklanabilir. Bu amaçla beraber, çoğu bankaların
kendi arşivlerini oluşturması ve bunları izleyicilerle buluşturmak üzere galeriler
açmaları, 1950-1970 dönemi sanatçılarını motive eden önemli bir kaynağa
dönüşmüştür.
UNESCO’nun kültür kategorisinde yer alan AICA, Uluslararası Sanat
Eleştirmenleri Derneği, 1949 yılında Paris’te kurulmuştur817. AICA Türkiye, 1953
yılında Nurullah Berk, Suut Kemal Yetkin, Fikret Adil, Yaşar Nabi, Burhan Toprak,
Hüsamettin Bozok, Bülent Ecevit ve Cemal Tollu gibi isimlerle kurulmuştur818. AICA
ve AICA TR’nin amaçları, sanat eleştirmenlerini disiplinlerarası bir arenada bilinçli bir
gelişime dâhil etmek, bu konuda katkı sağlamak, görsel sanatlar alanlarındaki
etkileşime katkıda bulunmak ve derneğin kendi bünyesinde bulunan eleştirmenlerin
haklarını korumaya çalışmaktır819.
5. Bölümün Değerlendirmesi
Yapı ve Kredi Bankası’nın 1954 yılında düzenlediği onuncu yıldönümü
etkinliklerinde farklı dallardaki yarışma için yüklü bir miktar bütçe ayrılmıştır820.
Yarışma, özel bankaların düzenlendiği ilk sanat yarışması olması nedeniyle de önemli
bir yer edinmiştir. Yarışmada resim, afiş, müzik, senaryo, kitap ve halk oyunları gibi
farklı dallarda yapılan yarışmada821, resim ve afiş kategorisi jüri üyeliğini AICA
delegelerinden L. Venturi, H. Read ve P. Fierens ile yapmışlardır 822. Sanat dünyası
açısından olumlu ve bununla birlikte resim alanında tartışmalı yanlarıyla da ses getiren
Zeynep Özaltın, Sanat Eleştirisi Kültürünün Türkiye’de Gelişimi 1880-1980 (Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2016, s.61.
818
(http://aicaturkey.org/misyon (Erişim Tarihi: 11.05.2019)
819
(http://aicaturkey.org/misyon (Erişim Tarihi: 11.05.2019)
820
Hasan Ersel, Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat., 1. Baskı, İstanbul: YKY, 2014, s.18.
821
Necmi Sönmez, ‘’Çoksesli Bir Görsel Sanat Ortamına Doğru İlk Adımlar-1954 Yapı Kredi Resim
Yarışması’nın Çağdaş Türk Sanatı Üzerine Etkileri’’, Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı
Kredi Resim Yarışması, 1. Basım, İstanbul: YKY, 5 Kasım 2004-8 Ocak 2005, s.61.
822
Oğuz Erten, Türk Plastik Sanatlarında İlkler, 1. Baskı, İstanbul: Artam Antik A.Ş. Kültür Yayınları,
2012, s.178-179.
817
229
AICA jüri değerlendirmesi, Türk resminin çeşitli açılardan sorgulanması açısından ilk
hamle olarak Türk sanat tarihine geçmiştir. Değerlendirme sonuçları, Aliye Berger’in
bir lirik soyutlama olarak nitelendirilebilecek eseri ve aynı zamanda ilk yağlıboya
tablosuyla birinci olması nedeniyle, tartışma konusu olmuştur. Bu yeni durum,
yarışmaya yoğun bir katılım gösteren ve Lhote Kübizmini benimseyen Akademi
sanatçılarının, kültürel izler taşıyan Anadolu Kübizmi’ni oluşturmaya çalıştıkları yeni
biçimci yaklaşımlarının değer bulması nedeniyle tartışmalı bir olguya dönüşmüştür. Bu
olgu, akademi sistemin sorgulanmaya başlaması nedeniyle bir kırılma noktası olarak
değerlendirilmektedir. Bu kırılma, Akademi’nin kendini yenileme çabaları ve dönemin
modası olan soyut sanatın823, 1954 yılından 1960’lara kadar Türkiye’de sanat ortamına
hâkim olması nedeniyle, sanatsal bir açılım sunar.
Yapı ve Kredi Bankası, düzenlediği çeşitli etkinlikler ve yarışmalar ile Türkiye
sanat ortamın önceleri belli bir süreliğine de olsa canlılık getirmiş fakat sonraları sanatı,
Avrupa’da yaygınlaşmış bir çağdaşlıkla ele alarak sanatsal faaliyetleri tutarlılıkla
sürdürmüştür.
Ali Asker Bal, “Türkiye’de Sanat Yarışmaları; Tartışmalı Bir Temsil Alanı”, Acta Turcica Çevirimiçi
Tematik Türkoloji Dergisi, Yıl 2, Sayı 1, 2010, s.159-160.
823
230
SONUÇ
Tezin sonuç kısmında, araştırmanın bilimsel niteliğini artırmak amacıyla,
araştırma sorularıyla örtüşen tutarlı bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu yaklaşımın yanı
sıra bölümlerde ayrıntılarıyla sunulan bulgular arasında anlamlı ilişkiler kurularak Türk
sanatı tarihi açısından önem taşıyan sonuçlara varılmıştır. Giriş bölümünde çalışmanın
ilgili bölümlerine yönelik sorulan sorular, bu kısımda yanıtlar oluşturması amacıyla,
maddeler halinde sunulmuştur;
Birinci Bölüm’de Türk sanatında geleneğin oluşması bağlamında sorulan
sorulardan biri “Türk sanatında geleneğin konumu nedir?” sorusudur. Bu soruyla ilişkili
olarak Türk sanatının kökeninde, Uygur geleneği minyatür sanatının yer aldığı
söylenebilir. Bu geleneksel yaklaşım, Orta Asya’dan Anadolu’ya kurulan Türk
devletlerinde tutarlı bir perspektifle gelişme kaydetmiştir. Kurulan Türk devletlerin
coğrafi kültürü, minyatür sanatı ve dönemin yaşamına uygun bir perspektifle döneme
ayak uydurmuştur. Minyatür sanatının geleneksel biçiminde 18. yüzyıla kadar bir Uygur
perspektifi ile iskeletin oluştuğu, bu dönemin batılılaşma etkisiyle minyatür-batı resmi
arasında kalan sanatçı kuşağının geleneksel-uygur etkisini yok ettiği kayıtlara geçmiştir.
Bölümün ikinci sorusu “Türklerin toplumsal gelişme süreci içinde yarattıkları ve
sanatlara yansıyan maddi ve manevi değerler nelerdir?” şeklindedir. Buna göre, Türk
minyatür sanatının geleneksel ifade gücü, yaşam biçiminden ve toplumsal inanış,
gelenek, görenek siyasi ve dini inançlarından kimlik bulmuştur. Bu bölümde sorulan
diğer soru ise “Türk resim kültürü nasıl oluşmuştur?” olmuştur. bu soruya kısaca, Türk
kültürünün şekillenme sürecinin Orta Asya’da aranması gerekmektedir görüşü ile yanıt
verilebilir. Bu kültürün izinde konar-göçerlikten yerleşik yaşama geçen Türklerin,
plastik geleneğinin yaşam ile bağlantılı olmasından kaynaklıdır.
İkinci Bölüm, çalışmanın ana yapısını oluşturan soyut sanat yaklaşımının
anlaşılmasına zemin oluşturan bir yapıdadır. Bu bölümde, bu yapı oluşturulurken bir
çok soru sorulmuştur. Bunlardan ilki, “Soyut sanatın oluşumunda ortaya çıkan felsefe
ve toplumsal farklılıklar nelerdir? şeklindeki sorudur. Soyut sanatın oluşmasında en
etkili olan olgu, İkinci Dünya Savaşının yaratmış olduğu psikolojik etkilerdir. Soyut
görüşlü felsefenin zemini 20.yüzyıl modern akımları ve resim dilini nesnesiz sanat ile
bulmaya çalışan Moskova ekolünde görmek mümkündür. Soyut felsefede, insanların ve
toplumların dışlanmadığı evrensel bir söylem olduğu, insana zarar veren her türlü
231
kirliliğinin yine sanata yansıtıldığı eserlerdeki öğelerden anlaşılmaktadır. Bölüm için
bağlantı olacak bir diğer soru ise “Rusya’dan Amerika’ya soyut sanat, nasıl bir plastik
dönüşüm geçmiştir?” sorusudur. Soyut sanatın Malevich ve Kandinsky kökenli
Moskova’dan sıyrılıp, Avrupa’ya (Paris-Londra-Berlin) geçişi ve İkinci Dünya
savaşının yıkımının etkisiyle Amerika’ya giden sanatçıların (New York) soyut sanatı bir
ifade biçimi olarak kullanmaları, bu dönüşümün plastik niteliğini göstermektedir. Buna
göre nesnesiz sanat yerini, dokusal ve jestüel etkilerin yoğun olduğu arayışlara
bırakmıştır. Bu dönüşüm, soyut sanatın düşünsel plastik yapısının yüzeysel bir plastik
yapıya doğru evrildiğini göstermiştir.
Üçüncü Bölüm’de, 1950-1970 sanat ortamının, Türk siyasi-ekonomik yapısının
ve
toplumsal
olaylarının
bilgi
ve
belgeleri
yardımıyla
araştırılmasını
ve
anlamlandırılmasını amaçlayan bir yol izlenmiştir. Sanat dünyası açısından bu dönem
ve bu bölüm, Türkiye sanatının gelişmesi ve değerinin perçinlenmesi açısından hazırlık
dönemi olarak yorumlanmalıdır. Bu bölümde ele alınan konu ve olaylar, sanata olan
devlet desteğinin kesilmesinden doğan eksiklik, çeşitli kurum ve kuruluşların
desteklerini ve sanat gruplarının bireyselleşmesi ile kapatılmaya çalışılmıştır. 19231970 sanat ortamının önemli sergileri, yarışmaları ve 1950-1970 dönemi sanat
ortamında kurulan gruplar bu bölümde ele alınmıştır. Türk resminde, soyut sanatın
temellerinin atıldığı, geliştiği ve 1970’lere kadar süren bu dönemin betimlenmesi amacı
ile hareket edilmiştir. Bu açıdan bölüm için şu sorularla yola çıkılmıştır: “Türk
toplumuna özgü düşünce ve sanat eserleri nelerdir?” sorusu ile uzun süredir tartışılan,
Türk sanatına özgü denemelerin ve sanat düşüncesinin belirgin bir temele alma
düşüncesinin açıklanması amaçlanmıştır. Bu soruda, özellikle konunun sınırlılıkları
dâhilinde yaygın olarak bilinen gruplar bu tanımlamaya uygun bir perspektifle, bilgi ve
üretimleri ile değerlendirilmişlerdir. Bu bölümde, Türk sanatının temellendirilmesi
açısından sorulan bir diğer soru ise “Türk kültürünün izleri nasıl araştırılmalıdır?”
sorusudur. Bu soru, minyatür ve modern resim ortaklığı üzerinde kurulan bağlantılar,
özgünleşme ve kimlik bulma olguları üzerinde yoğunlaşmıştır. Türk kültürünün izleri,
geçirdiği birçok evre ve bölgesel ortak nitelikler üzerinde araştırılmalıdır. Orta Asya’da
Türk kültürü konusunda araştırma yapacakların, toplumsal yaşam biçimini ve
gelenekleri bilmesi gerekmektedir. Gök Tanrı inancına mensup olan ilk Türk kültürünü,
islam dininin getirdiği arap kültürü ve yaşam biçimi giderek değiştiği ve buna kaynaklı
232
olarak sanatının da değiştiği anlaşılmaktadır. Modern bir devlet düşüncesi ile kurulan
Cumhuriyet, Türk kültürünün araştırılması konusunda ciddi girişimlere destek vermiş,
geçmişinin izlerini sanata yaşam biçimine ve bilimine yansıtmıştır. Bir diğer soru ise
“Toplumsal değişimin yaşandığı 1950-70 sanat ortamında toplum ve sanat arasındaki
etkileşim nasıldır?” sorusudur. Tarımsal toplumdan (1923-1950) endüstri toplumuna
geçişin (1950-1970) yaşandığı cumhuriyet dönemi ve sonrası, toplum ve ekonomisine
ve yaşam kalitesine bağlı olarak sanatı da etkilemiştir. Çok partili yaşamla birlikte,
sanat ve toplumu ilgilendiren önemli siyasi dönüşümler yaşanmıştır. Bu dönemde
özellikle köyden kente yoğun göç yaşandığı ve sanatta da bu sorunları, köy temasıyla
resim üretimlerine yansıdığı bir dönemdir. Dünyada ve Türkiye'de yaşanan dönüşümler
“1950 sonrası dünyada sosyal, ekonomik, kültürel ve sanatsal olayların Türk resmine
nasıl yansımaları olmuştur?” sorusu ile sorulmuştur. 1950’lerle başlayan kaotik ve
bireysel sanat ortamı, dünya savaşının piskolojik ürünü olan soyut sanatın Türk sanatı
açısından tanınırlığının ifade edildiği bir dönem olarak bilinmektedir. 18. yüzyıla kadar
geleneksel figüratif çizgide ilerleyen Türk sanatı, 18. yüzyıldan itibaren batılılaşma
hareketleriyle birlikte batı sanatının etkisi altına girmiştir. 1923-46 yıllarında, CHP’nin
devlet-halk bütünlüğü politikası ve Mustafa Kemal Atatürk’ün sanata verdiği önemi
gösteren çizginin sürdürüldüğü bir ortamdan 1946-1970 sanatında bireysel sanat
faaliyetlere yaklaşılmış ve bireysel girişimler destek bulmuştur. Liberal ekonominin
sanat ortamına vermiş olduğu özgürlük ortamı karşısında ve devletin “sanat
kurumculuğu”nu bırakması nedeniyle özel kurum ve kişiler, sanat piyasası açısından
söz sahibi olmuştur. Bölüm için sorulan bir diğer soru da, ”1950-70 sanat ortamında
kurulan gruplar, Türk kültüründe hangi izleri taşımaktadır? Kurulan sanat grupları,
hangi amaçlarla kurulmuş ve nasıl son bulmuştur?” sorularıdır. Bireysel sanat ortamı
bağlamında kurumlar, Batı anlayışı çizgisiyle hareket eden Anadolu Kübizmi’nin
temsilcileri olan Akademi hocaları, On’lar Grubu, Akatünvel Sanat Topluluğu, Yeni
Dal Grubu, Tavanarası Ressamları, Siyah Kalem Grubu, Mavi Grup ve 1970’lere doğru
figüratif sanatçıların sanat ortamına katılımının belirleyicisi olmuştur. Bu dönemde
kurulan bu gruplar, Türk kültürü açısından değerlendirildiğinde; On’lar Grubu, Yeniler
Grubu’nun toplumsal gerçekçilik, köylü teması ve yöresel değerlerin etkisini devam
ettirecek ulusal-yöresel anlayışlarıyla toplumsal ideolojinin benimsendiği bir anlayışla
üretim yapmıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun genç sanatçıları teşvik ettiği grup kurma
233
fikri, Türk resminin Avrupa resmi ile geleneksel el sanatlarının motifinin bütünsellik
dengesinin aramaya yönelen ilk grup olması bakımından önemlidir.
Tavanarası
Ressamları, Yeniler Grubu’nun katı ve gelenekçi sanat kurallarına karşı çıkmış, bu
açıdan Akademinin savunduğu sanat ağırlıklı ilkeleri, grup tarafından reddedilmiştir.
Yeni Dal Grubu, On’lar Grubu’nun devamı niteliğinde d Grubu’nun sanat ve
sanatçılarına karşı bir tavırla resim üretmişlerdir. Siyah Kalem Grubu, Mavi Grup,
Akatünvel Sanat Topluluğu ve 1970’lere doğru figüratif bir resim üretimi olduğu Türk
sanatının 1950-1970 sanatçıların bireysel bir sanat düşüncesiyle hareket ettikleri gibi
belli bir sanat örgütü etrafında üretim ortaklığı ile hareket eden grupların varlığından da
söz edilebilir. Bölüm için sorulan bir diğer soru ise “Nurullah Berk ve Adnan
Turanî’nin,
geliştirdikleri
soyut
sanat
tipolojisi,
hangi
sanatsal
temellere
dayanmaktadır?” sorusudur. Bu bağlamda sanatçıların üretimlerinin biçimsel olarak
sorgulandığı bu tipolojide, eserlerin hem biçimsel hem de plastik yapılarına göre bir
izlenim gözetilerek oluşturulduğu görülmüştür. Buna göre, tipoloji Lhote kübizmine
dayanan eserleri geometrik non-figüratif ve geometrik soyutlama başlığı altında
toplarken, dokusal ve renkçi izler taşıyan eserleri lirik non-figüratif ve lirik soyutlama
başlığına yerleştirmiştir. Bu yaklaşıma göre bu plastik temeldeki sınıflandırma aynı
zamanda eserlerdeki imgelerin ne kadar natüralist ifade edildiğine bağlı olarak soyut ya
da soyutlama tanımlarına da uymaktadır. Bu yaklaşımın bir dönemin ortak biçimsel ve
plastik kaygılarını taşıyan eserlerinin anlamlandırılması bağlamında yararlı olduğu
düşünülmektedir.
Dördüncü Bölüm’de, sanat kurumları, galeriler, bankaların araştırıldığı ve Türk
sanatı açısından modern sanattan çağdaş sanata geçiş yıllarında, Türkiye sanat
piyasasına katkıları değerlendirilmiştir. Uluslararası eleştiri kurumu olan AICA, sanat
piyasasısının korunması açısından sanat dönüşümüne katkı vermeyi amaçlayan bir
örgütlenme olarak değer bulmuştur. Ticari kuruluşların sanat piyasası açısından varlık
gösterdiği banka ve banka galerilerinin kültürel sorumluluklarının araştırılmasının
amaçlandığı bu bölümde, Akbank, Garanti Bankası, İş Bankası, Merkez Bankası ve
Yapı ve Kredi Bankası’ndan örnekler verilerek bir dönüşüm ele alınmıştır. Bu bölüm
için sorulan sorular şunlardır: “Türk Sanatının gelişimi açısından, sanat dünyasının
geleceği ile ilgili olarak galerilerin rolü nasıl açıklanabilir?” sorusu, 1950’lerde sanat
üretiminin artması ve sanat piyasasının oluşumuna bağlı olarak sanatçıyı tanıtan;
234
ürünlerini sergileyen; güvenilir koleksiyon bilincinin oluşmasını sağlayan ve alım-satım
konusunda önceliği sermaye olan kurumlardır.
Galeriler, sanat yöneticisi olarak
sanatçıların eserlerini satın alan, izleyici ve koleksiyonerlerle buluşmasını sağlayan ve
sanat pazarının gelişmesi açısından önem taşıyan kurumlar olmuştur. Türkiye resim
anlayışında, yeni denemelerin ve yeni gruplaşmanın sanatı olumlu etkilediği duruma
yönelik “Resimde yaşanan değişimler, galeriler ve koleksiyonerler tarafından nasıl
karşılanmıştır?” sorusu sorulmuştur. Bu değişim, dönemin sanat dünyası açısından
olumlu karşılanmışsa da Türkiye sanat pazarında hâkim olan düşüncenin altında, almasatma düşüncesi hâkimdir. Bu nedenle dönemin, koleksiyonerlik yapan ve koleksiyon
merakı olan kişilerin, mali değeri yüksek ve ünlü kişilerin tablolarını almalarının normal
karşılandığı bir dönem olduğu söylenebilir. Soyut sanatın önemsendiği 1950-1970 sanat
ortamında, galeriler ve koleksiyonerlerin Asker Ressamlar, Çalı Kuşağı’nın tablolarını
tercih ettikleri görülmektedir. Banka koleksiyonlarına yönelik olarak “Galericilik
faaliyetleri konusunda tüzel kişiler (şirketler) veya bankaların görüş ve yaklaşımları
nasıl olmuştur?” sorusu sorulmuştur. Bankaların galerileşme politikası, sergi
mekânlarının çoğaltılması açısından önemli olduğu kadar eserlerin satılması ve gelir
elde edilmesi açısından da önemli bir hamledir. Bankaların yapmış olduğu sanat
kurumculuğunda, yurtdışıyla bağlantıları olan iş adamlarının sanat yapıtı satın almaya
başladıkları ve sanata destek verdikleri görülür. Bu bağlamda bankaların aracı kurumlar
olduğu söylenebilir. “1950-1970 arası dönemde, bankaların sanata yaklaşımları nasıl
açıklanabilir?”
sorusunda,
1950-1970
sanat
ortamı,
banka
koleksiyonerlik
faaliyetleriyle galerilerin oluşturduğu özel galerilerin çoğaldığı ve bilinçlenmeye
başladığı bir dönem olmuştur. Sanat piyasası ve yönetimi açısından düşünüldüğünde, bu
kurumların Türk plastik sanatların üretiminde hızlı adımlar attığı, 1970’lerin ortasına
doğru bir meslek grubu olarak varlık gösterebildiği bir yapılanmadan ve bunun
öneminden söz etmek gerekmektedir. Bankalar, Türkiye’de sanat ortamına çeşitli
kültürel etkinliklerle koleksiyon oluşturdukları ve koleksiyonerliğini sergilemek için de
1970’lere doğru galeriler açtıkları kayıtlardan görülmektedir. Bu dönemlerde bankaların
koleksiyonerlik faaliyetlerini sürdürme ve galerileşme adına gayret göstermelerindeki
amaç, prestijdir. Günümüze doğru gelindiğinde bankalar, sergileme mekânları açısından
kültür-sanat sergileri düzenleyen birçok banka ve özel kurum vardır.
235
Beşinci Bölüm için sorulan “İş ve İstihsal konusunun seçim sebepleri nelerdir?”
sorusu, tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişin hedeflendiği Türkiye’de
gözlemlenen sosyo-politik gelişmelerin kültür hayatına dolaysız yansıması bakımından
büyük bir öneme sahiptir. 1950’lerin “memleketçilik, ilerleme” gibi kavramları, belli
modeller etrafında kavranmaktadır. Bu bağlamda, kültür ve sanata katkı “milli” bir
mesele düzeyine yükseltilerek, hedef alınan Batı kültürüne yakınlaşmak için yalnızca
devletin değil, özel teşebbüsün de çaba harcaması gerektiğine yönelik bir inanç
hâkimdir. 1950’lerde Türk iktisadi yaşamında DP’nin özel teşebbüsleri destekleyen
yaklaşımı, o zamana dek uygulanan “devletçi-korumacı sanayileşme anlayışı”nın
yıkılarak
yerine,
“kapitalist-serbest
piyasa
ekonomisi”ne
dayalı
kalkınmanın
hedeflendiğinin göstergesidir. Yapı ve Kredi Bankası’nın 1954 yılında açtığı yarışmalar,
özel bir kurumun ülkemizde giriştiği ilk geniş çapta kültürel destek olması açısından
kendine özgü bir tarihselliğe sahiptir. Bölüm için sorulan bir diğer soru ise “Serginin
modernist bağlamda Türk resmine ve Türk sanatına etkileri nelerdir?” sorusudur. İkinci
Dünya Savaşı ardından, özellikle 1950 ve 1960’lı yıllarda batıda yaygın olan soyutdışavurumcu ve geometrik-non-figüratif sanat eğilimleri Türkiye sanatında da artmıştır.
Hem pratikte hem de kuramsal olarak üzerinde durulan ve tartışılan bir konu halini alan
soyut sanat, bu özel bankanın müdahalesi ile işlevsel bir statüye kavuşmuştur. 1954
yılında Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu yıl kutlamaları için düzenlenen “İş ve İstihsal
Yarışması”, modern sanatın ulusal bağlamda olgunlaştığı ilk yarışması ve çağdaşlığın
ilk ödüllendirildiği yarışmadır. Türkiye’nin iktisadi hayatından çeşitli istihsal
faaliyetlerini gösteren temaya uygun konuyla yarışmaya katılacak sanatçılar, AICA’nın
önemli sanat eleştirmenleri olan Sir Herbert Read, Lionelli Venturi ve Paul Fierens’in
jüri olmasıyla Avrupalı eleştirmenlerin Türk sanatını değerlendirme imkânı tanıması
açısından önemlidir. Yarışmanın resim, müzik, senaryo, kitap, afiş, folklor gibi
alanlarda dağıttığı ödüller, dönemin sanat ortamına damga vurmuştur. Bu yarışmalar,
Türkiye sanat ortamı açısından tarımsal toplumundan endüstri toplumuna geçişin
hedeflendiği 1950’lerde gözlemlenen sosyo-politik gelişmelerin kültür hayatına
yansıması bakımından büyük bir öneme sahip olmuştur. Nurullah Berk’in Lhote
Kübizmi çeviri ve araştırmalarını sanat literatürüne kazandırması, d Grubu üyesi
akademi sanatçılarının Türk motif ve izlerini kullandıkları Anadolu Kübizmi’nden söz
edilebilmesine neden olmuştur. Oluşan yeni plastik dilin, soyut sanat karşısındaki
236
durumu günümüze kadar ulaşan bir tartışma olsa da; Avrupa sanatı ile Türk sanatı
arasında benzer bir soyutlama eğiliminden söz edilmesi konusunda dikkat çekicidir.
Beşinci Bölüm’ün sergi kapsamı, önemi ve amaçlarıyla ilgili içeriğe ilişkin
birçok araştırma sorusu sorulmuştur “Modern anlamda Türk resmi için bu sergi ne
anlam taşımaktadır?” soru araştırma için ayrıca önemlidir. Sergi, Türk resmi için soyut
sanatın Türkiye’de ödüllendirildiği ve Avrupa ile Türkiye’nin sanat dönüşümü
açısından ilk kez eşzamanlı bir yaklaşımla hareket ettiği olaydır. Yapı ve Kredi
Bankası’nın öncülüğünde düzenlenen yarışma, ilk sivil kurumsal sanat yarışması olarak
literatürde önemli bir yer edinmiştir. Yarışma, Akademi’nin kendini sorgulamaya
başladığı ilk kırılma noktası oluşu ile anlamlı olduğu kadar, Akademi’nin kendini
güncelleştirmesi ve güncel sanat pratiklerini öğrencilere aktarması açısından, sanatımıza
yeni bir ivme kazandırmıştır. Bu ivme nedeniyle, modern sanatın Anadolu Kübizmi’nin
yerini aldığı, modern sanatın simgesi olan soyutun, Türkiye sanatına girişinin ilk ödülü
olarak betimlemek gerekmektedir. Her ne kadar Akademi’nin sanat dönüşümü açısından
kurallar üstüne kurduğu Anadolu Kübizmi’ne karşı belirli bir kurala bağlı olsa da Yapı
ve Kredi Bankası’nın istediği amaçla yapılmadığı için büyük tepkilere maruz kalan bir
yarışmadır. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Cemal Tollu’nun sert eleştirilere yönelik
Akademi’nin çöküşünün ilk belgesidir. “Yarışmanın Türk sanat tarihi açısından önemi
nedir?” sorusu önemli diğer sorulardan biridir. Yarışmanın önemli bir getirisi, “boyut ve
konu açısından Türk resminde sınırların kalkmasıdır”. İstanbul’un sanat ortamında
sergileme olarak da bankanın yapmış olduğu yarışma önemlidir. Ayrıca yarışmadan
sonra 18 tablonun satılması da sanat piyasası açısından çok önemlidir. Bu sergide
eserlerin yarısının satılması bunun önemini vurgular niteliktedir. Yarışma, Türk resim
sanatının ilk kez AICA tarafından yapılması, ülkenin medeniyet adımları ve sanat tarihi
açısından önemli bir fırsat olmuştur. İlk kez bir banka, kültür ve sanat ödülü vermesi,
amacının da “sanatçıları desteklemek ve boş duvarları doldurmak” ilkesiyle belirtilmesi
üzerinde durulması gereken bir konu olmuştur. Bu önemli getirilerin yanı sıra olumsuz
görüşlerle de karşılaşılmıştır. Bu görüşlerden bazıları, Batı’nın gözüyle değerlendirilen
bu yarışmada jüri üyelerinin objektif olmadığı; Türk sanatının geleneksel resim
anlayışının önemsenmediği, sanatçıların uzun zaman uğraştıkları bu tabloların kısa bir
zamanda seçildiği ve Türk sanat camiasının küçümsendiği gibi konular, ulusal basında
günlerce yer almıştır. Bununla beraber, Aliye Berger’in birincilik aldığı tablosunda
237
güneş, toprak ve denizin sembollerle anlatması, “emek” unsurunu dikkate almadığı ve
toplumun yoksullukla baş ettiği gerçeğine bu tabloda yer vermediği gibi söylemler,
dönemin basınında büyük tartışmalar yaratmıştır.
Bölüm için sorulan bir diğer soru da, “Modern sanat ile çağdaş sanat arasındaki
geçiş anlamında serginin konumu nasıl açıklanabilir?” sorusudur. 1950-1970 yılları
arasında etkileri yoğun bir şekilde hissedilen bir olay olarak “İş ve İstihsal” yarışma ve
sergisine; gelenek, kültür, sanat, akademi, plastik yapı ve çağdaşlık olgusu gibi
başlıklarla oluşturulacak kapsamlı bağlamdan yaklaşılmıştır. Bu bağlam yoluyla, bu
soruya cevap olarak öncelikle yarışmada değer bulan yapıtlarda söz konusu olan
ortaklıklar
üzerinde
durulmuştur.
Bu
ortaklıklar,
belirli
eğilimler
üzerinden
değerlendirildiğinde eserler, plastik yapı, biçimsel nitelikler ve soyut-soyutlama gibi
bağlamlarda ortaklıklar taşımaktadır. Anadolu Kübizmi’ni benimseyen (Akademi
hocaları) Hakkı Anlı, Remzi Türemen, Anonim, Nurullah Berk, Özden Ergökçen
(Akbaşoğlu), Haşmet Akal, Cemal Tollu, Salih Acar’ın eserlerinde, biçimsel
parçalamalar yoluyla yüzeysel bir divizyonist eğilimden söz edilebilir. Formun analitik
bir değerlendirmesi yerine, biçimsel ve daha geometrik bir düzlemde çözümlemeye
gidilmiştir. Eserlerde, Lhote Kübizmi’nin temel yapısal niteliklerini az renk kullanarak
da uygulayan indirgemeci bir anlayış benimsenmiştir. Bu anlayışı kültürel öğelerle
yaşamsal düzlemlere taşıyan sanatçılar, Anadolu kübizminin değerlerini inançla
sürdürmüşlerdir.
Lirik soyutlama eğiliminde olan bir eser olarak Aliye Berger’in eseri, plastik
yapı olarak sürüş ve rengin yoğun kullanımının güçlü etkilerinden yararlanmıştır.
Kompozisyon kurulumu açısından, öğelerin seçimi önemlidir. Öğelerin tanınma
durumu, izleyiciye birçok bilgi vermektedir. Bu nedenle eser, soyutlamacı bir eğilime
sahiptir. Eserde konuya yaklaşım, doğadan görünümlerin tercih edildiği yakınsak bir
anlayışla gerçekleştirilmiş ve izleyici, üretim bağlamında düşünsel bir gerilime
sürüklenmiştir. Üretim konusunda yerel bağlamda bir perspektiften yaklaşmamış
olmasına rağmen eserin ödüle takdir görülmüş olması; yenilikçi, evrenselci bir bakış
açısını savunuyor olması nedeniyle seçildiği yönündeki görüşleri kuvvetlendirmiştir.
Gerçekçilik bağlamında değerlendirilebilecek Fahrettin Arkunlar ve Zeki Faik
İzer’in eserleri, temsil konusunda gerçekçi bir eğilimin izini sürmüşlerdir. Eserlerde
gözlemlenen gerçeklik olgusu, natüralist bağlamdan toplumsal iletiler taşıyan felsefi bir
238
realizme yakındır. İbrahim safi, Nazlı Ecevit, Cevat Dereli ve İlhami Demirci’nin
Cezanne sürüşler yoluyla gözlemlenen forma yönelik arayışları, Cezanne’la söz
edilmeye başlanan forma yönelik post-izlenimci sürüşlerini hatırlatmaktadır. Fırça
hareketleri ve sürüşle ortaya çıkan bu eğilim, konu seçimleri açısından bütüncül
değerlendirildiğinde, izlenimcilik felsefenin toplumsal realizm bağlamında ele alındığı
ve sürüş etkileriyle desteklendiği çok boyutlu bir durum olarak yorumlanabilir. Bu
bağlamda ele alınabilecek diğer bir eğilim ise realist anlayışı daha sembolik öğelerle
yorumlayan Fethi karakaş’ın eseridir. Karakaş’ın eseri, “İstihsal” konusuna yaklaşımı
açısından diğer çalışmalarla benzerlikler göstermekle beraber, kullanılan öğelerin
kompozisyona yerleştirilmesi, birlik ve çalışma duygusunu gerçeküstü (realist) bir
bağlamda yüceleştirmektedir.
Anadolu yaşamının toprak, kum, talaş, kil gibi malzemelerini, mozaik tekniğiyle
ve dokusal etkilerle kullanan diğer bir eğilim, kültürel yapılar taşıyan yeni bir plastisizm
olgusuna dikkat çekmektedir. Bu tür yaşamsal verileri dokusal etkilerle yüzeyleştiren
Eren Eyüboğlu’nun eseri, Anadolu’dan biçimsel ve dokusal izler taşıması nedeniyle,
üretim olgusuna deneyimsel bir boyuttan yaklaşmaktadır. Bu deneyimsellik, resim
yüzeyinde karşılaşılan dokusal bir plastik dile dönüşmektedir.
Bu ortaklıkların yanı sıra, serginin dönemin modern sanata bağlılığının
açıklanması açısından önemli göstergeleri taşıması önemli olduğu kadar, bulgularda
sayılan tüm kurumsal, kültürel ve bireysel girişimlerin toplumda ve kültürde çağdaşlık
olgusu açısından önemli etkileri olduğu da bir gerçektir.
239
KAYNAKÇA
ABAÇ Sadi, Kâzım Taşkent ve Yapı Kredi Bankası, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 1999,
s.s.25-28.
AGRALI Zehra, “Abstre Anlamı”, Yeni İnsan-Bilim Sanat Düşün Edebiyat dergisi, Cilt
2, Sayı 1, 1964.
AĞLARGÖZ Feyza, ÖZTÜRK Sevgi Ayşe, “Sanat Dünyasının Kültürel Aracıları:
Türkiye’deki Sanat Galerilerinin Profili”, Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi Hakemli Dergisi, Sayı 15, 2015.
AKBULUT M. Rıfat, “Çok Yaşa Aykırılık, Çok Yaşa Farklılık- Yapı Kredi 70
Yaşında”, Crystal Dergisi, Sayı 17, 2014.
AKDAĞLI Serpil, 1950 Sonrası Türk Resminde Soyut Eğilimler (Yüksek Lisans Tezi),
Erzurum, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
ALKAN Ufuk, KAHRAMAN Mehmet Emin, “İbrahim Çallı’nın Kurtuluş Savaşı
Temalı Resimlerinin İkonografik ve İkonolojik İncelenmesi”, Kalemişi Dergisi, C.4,
S.7, v.4, 2016.
AND Metin, Osmanlı Tasvir Sanatları: 1 Minyatür, 2. Basım, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2004.
ANDAK Selmi, V’inci Beynelmilel Sanat Tenkidcileri Kongresi, Cumhuriyet Gazetesi,
17 Eylül 1954.
Anonim, “Çağdaş Türk Sanatı Tarihi”, Fotoğraf ve Grafik (Ders Kitabı), Ankara: MEB
Yayınları, 2012.
Anonim, “Halk Oyunları Festivali” 23 Ekip, 200 Oyuncu ile Festivale Katılacak, Akşam
Gazetesi, 6 Eylül 1954.
Anonim, “Halk Oyunları Müsabakası”na ait haber bülteni, Akşam Gazetesi, 3 Eylül
1954.
Anonim, ‘’Milletlerarası Sanat Münekkitleri Kongresi’’, Akşam Gazetesi, 9 Eylül 1954.
240
Anonim, “Tenkidçiler Kongresinde Görüşülen Meseleler”, Cumhuriyet, 20 Eylül 1954
(Sanat Dünyamız, yıl 16, Sayı 46, YKY), 1992.
Anonim, “Yapı Kredi’nin Gerçekleştirdiği İlkleri, Sektördeki Öncü Rolünü Ve
Hedeflerini CEO’su Faik Açıkalın Anlatıyor-Röportaj”, Crystal Dergisi, Sayı 17, 2014.
Anonim, Bir Ressamın Sancılı Doğumu Türk Ressamları Beynelmilel Sanat Jürisi
Karşısına Çıkacak, Cumhuriyet Gazetesi, 3 Eylül 1954.
Anonim, Halk Oyunları, Akşam Gazetesi, 7 Eylül 1954.
Anonim, Milli Oyunlar Müsabakası, Akşam Gazetesi, 10 Eylül 1954, s.s.1-2.
Anonim, Resim Sergisinin Satışları, Akşam Gazetesi, 29 Eylül 1954.
Anonim, Ressamlarımız Yurt Gezisinde, Yeditepe Dergisi, Sayı 91, 15 Eylül 1955.
Anonim, Sanat ve Kültür Mükâfatları Jüri Kararları, 16 Eylül 1954, Yeni Sabah
Gazetesi.
ANTMEN Ahu, Resim Tarihine Yolculuk, Radikal Gazetesi, 17 Kasım, 2004.
ANTMEN Ahu, Tollu’nun Kendine Özgü Kübizmi, Radikal Gazetesi, 07 Aralık, 2005.
ARDA ZUHAL, Sanat Eğitimcisi ve Ressam Aydın Ayan’ın Resimlerine Estetik Bir
Yaklaşım (Doktora Tezi), Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
ARIK Rüçhan, Batılılaşma Dönemi Anadolu Tasvir Sanatı, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, 2.baskı, Ankara, 1988.
ARSAL Oğur, Modern Osmanlı Resminin Sosyolojisi (1839-1924), Çev. Tuncay
Birkan, 1. Baskı, Ankara: Yapı Kredi Yayınları, 2000.
ARSLAN Neclâ, “Onlar Grubu”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, Cilt 3, 1. Baskı,
İstanbul: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 1997.
ARTUN Deniz, Paris’ten Modernlik Tercümeleri, 1. Baskı, İstanbul: İletişim yayınları,
2007, s.s.42-46.
ASLANAPA Oktay, Türk Sanatı, 2. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 1989.
241
ASLANAPA Oktay, Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı (14. Yüzyıl), 1. Baskı, Ankara:
M.E. B. Devlet Kitapları, 1977.
AVCI Mehmet Ali, Çağdaş Türk Resim Sanatında Kimlik Sorunu (Yüksek Lisans Tezi),
Ağrı: İbrahim Çeçen Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011.
AYDEMİR Işıl, Türkiye’li Sanatçıların 1950 Sonrasından Günümüze Yurt Dışı Bienal
ve Fuar Katılım Analizi (Yüksek Lisans), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2016.
BAĞCI Serpil, Filiz Çağman, Günsel Renda ve Zeren Tanındı, Osmanlı Resim Sanatı,
1. Baskı, İstanbul: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, , 2006.
BAĞDADİ Rıfat Erdinç, Birinci İzmir İktisat Kongresi Ekonomik Felsefesinin Türk
Ekonomisine Yansımalarının Analizi (Yüksek Lisans), İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010.
BAL Ali Asker, “Türkiye’de Sanat Yarışmaları; Tartışmalı Bir Temsil Alanı-Kültür
Tarihimizde Yarış”, Acta Turcica Çevirimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, Yıl 2, Sayı 1,
2010.
BARAZ Yahşi, “Türkiye’de Galericilik ve Sanat Pazarının Gelişmesi”, Antika Kültürü
Dergisi, Sayı 1, 1993.
BAŞKAN Seyfi, “Türk Resminde Modernite İle İlk Temas: 1940-1960”, İdil Dergisi,
Cilt 3, Sayı 14, 2014.
BAŞKAN Seyfi, Ondokuzuncu Yüzyıldan Günümüze Türk Ressamları, 1. Baskı,
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991.
BAŞKAN Seyfi, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Resim, 1. Baskı, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları, 1997.
BATUR Enis, “Soyut Sanat: Bir Büyük Parantez”, Sanat Dünyamız Dergisi, YKY, Yıl
16, Sayı 45, 1991.
BATUR Enis, 1954 Resim Yarışması, Sanat Dünyamız, YKY, Yayın yılı 16, Sayı 46,
1992.
242
BATUR Enis, Modernizmin Serüveni Bir “Temel Metinler” Seçkisi, 5. Baskı, İstanbul:
YKY, 2002, s.231-234.
BAUDELAİRE Charles, Çeviren: ILGAZ Turhan, “Modernlik”, Modernizmin Serüveni
(Bir “Temel Metinler” Seçkisi 1840-1990), Hazırlayan: BATUR, Enis, 1. Baskı,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997.
BAYRAMOĞLU Meher, “20. Yüzyıl Türk Resim Sanatında Geleneksel Türk Sanat
Özelliklerinin Etkisi”, Kalemişi Geleneksel Türk Sanatları Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 2013.
BENK Adnan, Cemal Tollu’nun Tenkidçiliği, Dünya, 1 Ekim 1954.
BERK Nurullah, “Resim ve Konu”, Varlık Dergisi, Sayı 617, 1964.
BERK Nurullah, “Sanat Tenkitçileri Cemiyeti”, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından
Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi
Basımevi Yayınları, 1969.
BERK Nurullah, “Sanat Tenkitçileri İstanbulda”, Varlık Dergisi, Sayı 410, 1 Eylül
1954.
BERK Nurullah, “Türk Resminde Eski Türk Geleneği”, Yeditepe Dergisi, Sayı 68, 1
Eylül 1954, s.s.1-3.
BERK Nurullah, “UNESCO ve Sanat”, Kültür Dünyamız Dergisi, Sayı 26-27, 1956,
s.s.8-9.
BERK Nurullah, GEZER Hüseyin, 50 Yılın Türk Resim Ve Heykeli, 1. Baskı, İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1973.
BERK Nurullah, Resim Bilgisi, 3. Basım, Ankara: Varlık Yayınları, 1972.
BERK Nurullah, TURANÎ Adnan, Başlangıcından Bugüne Çağdaş Türk Resim Sanatı
Tarihi, 1.cilt, İstanbul: Tiglat Yayınları, 1981, s.19.
BERK Nurullah, Türkiyede Resim, 1. Baskı, İstanbul: Güzel Sanatlar Akademisi
Neşriyatı Yayınları, 1943, S.54.
BULUT Arzu, Çağdaş Türk Resim Sanatı’nda “Onlar Grubu” (Yüksek Lisans Tezi),
Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.
243
CAN Irmak Pınar, 20. Yüzyıl Resminde Manzara (Yüksek Lisans Tezi), Kütahya:
Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011.
CEZAR Mustafa, Sanatta Batı’ya Açılış Ve Osman Hamdi, 1. Basım, 1. Cilt, İstanbul:
Erol Kerim Aksoy Kültür, Eğitim, Spor Ve Sağlık Vakfı Yayınları, 1971.
ÇAĞMAN Filiz, TANINDI Zeren, Topkapı Sarayı Müzesi İslâm Minyatürleri, 1. Baskı,
İstanbul: Tercüman Sanat ve Kültür Yayınları, 1979.
ÇAKMAKOĞLU Neclâ, “Galeri”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, 1. Cilt, 1. Baskı,
İstanbul: Yem Yayınları, 1997.
ÇETİN Yusuf, AVCI Mehmet Ali, “Türkiye’de Cumhuriyet ile Birlikte DeğişimDönüşüm Sürecinin Sanata Yansıması ve “İstihsal (Üretim)”, “İmgenin Gücü” Resim
Yarışmaları Üzerine Bir Değerlendirme”, The Journal of Academic Social Science
Studies, Number 24, Spring 2014.
ÇORUHLU Yaşar, Erken Devir Türk Sanatının ABC’si, 2. Basım, İstanbul: Kabalcı
Yayınevi Yayınları, 1998, s.s.9-115.
DEMİRARSLAN Deniz, “19. Yüzyıl Türk Sivil Mimarisinde Duvar Resmi Estetiği ve
İstanbul Teması”, Mimar ve Yaşam Dergisi, 2016, s.s.105-125.
DEMİRTEPE Ülkü, “Füreya Koral İle Söyleşi Alyoşa Efsanesi”, Sanat Dünyamız
Dergisi, Yapı Kredi Yayını, Yıl 16, Sayı 46, Kış 1992, s.s.29-36.
DERMAN Uğur, “Surnâme’nin Resimlendirilmesine Dair Bir Belge”, Gelenek, Kimlik,
Bireşim: Kültürel Kesişmeler ve Sanat, 1. Baskı, Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Hastaneleri Basımevi, 2011, s.s.95-105.
DİLMAÇ Oğuz, 16. Ve 20. Yüzyıllar Arasında Avrupa’da Akademik Düzeyde Sanat
Eğitiminin Oluşumu ve Türkiye’deki Sanat Eğitimine Katkıları, (Doktora Tezi),
Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.
DOĞAN Fatma, Batı Anlayışı Doğrultusunda Türk Resmi, Restorasyon ve Gerekliliği
(Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Yeni Yüzyıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2013.
ECEVİT Bülent, “Bizim Zdanof”lar ve Modern Sanat, Ulus Gazetesi, Ankara, 1956.
244
ECEVİT Bülent, “Doğu Sanatında ve Modern Sanatta Perspektifin Tahrifi”, Yeditepe
Dergisi, Sayı 68, 1954, s.s.1-3.
ECEVİT Bülent, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına I, Halkçı, 16 Eylül 1954.
ECEVİT Bülent, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına II, Halkçı, 17 Eylül 1954.
ECEVİT Bülent, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına III, Halkçı, 18 Eylül 1954.
ELİBAL Gültekin, Atatürk ve Resim Heykel, 1. Baskı, İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları, 1973, s.s.52-307.
ELVAN Nihal, “50’ler Dönüşüm Yıllarıdır”, Resim Tarihimizden: “İş ve İstihsal” 1954
Yapı Kredi Resim Yarışması, 1. Basım, İstanbul: YKY, 5 Kasım 2004-8 Ocak 2005.
ELVAN Nihal, “İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi Yarışması, Resim Tarimizden: “İş ve
İstihsal” 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması, İstanbul: YKY, 5 Kasım 2004-8 Ocak
2005, s.8.
ELVAN Nihal, Türk Plastik Sanatlarında Otodidakt ve Naif Sanat, Çocuk Yaratıcılığı
(1950-1960) (Yüksek Lisans Tezi), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2001.
EPİKMAN Refik, “Bu Sergi”, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından Düzenlenen
Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi
Yayınları, 1969.
EPİKMAN Refik, Osman Hamdi, 1. Baskı, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi Yayınları,
1965.
ERNUR Tayfun, 20. Yy. Resim Sanatında Portrenin Yeri (Yüksek Lisans Tezi), İzmir:
Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2012.
EROĞLU Özkan, Türkiye’de Resim Sanatı (Tarih, Yorum, Eleştiri), 1. Baskı, İstanbul:
Tekhne Yayınları, 2015.
EROL Turan, , “Sanatımızda Parti ve “Vilayet Ressimleri” Olayı”, Milliyet Sanat,
Sayı:35, c.1, 1981.
245
ERSEL Hasan, Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat. 1. Baskı, İstanbul: YKY,
2014.
ERSOY Ayla, Günümüz Türk Resim Sanatı (1950’den 2000’e), 1.Baskı, İstanbul: Bilim
Sanat Galerisi Yayınları, 1998, s.
ERSOY Ayla, Sanat Kavramlarına Giriş, 3. Baskı, İstanbul: Yorum Sanat Yayıncılık
Yayınları, 2002.
ERTEN Oğuz, Özel Koleksiyonlardan Örneklerle Türkiye’de Sanat Koleksiyonculuğu
1, 1. Basım, İstanbul: Galeri Baraz Yayınları, 2017.
ERTEN Oğuz, Türk Plastik Sanatlarında İlkler, 1. Baskı, İstanbul: Artam Antik A.Ş.
Kültür Yayınları, 2012.
ETİKE Serap, Cumhuriyet Dönemi Resim Eğitimi (1923-1950), 1.Basım, İstanbul:
Güldikeni Yayınları, 2001.
EYÜBOĞLU Bedri Rahmi, Bizim Koruyucu Meleğimiz, Cumhuriyet Gazetesi, 1 Ekim
1956.
EYÜBOĞLU Bedri Rahmi, Bir, İki, Üç, Cumhuriyet, 20 Eylül 1954.
FLORENSKİ Pavel, Çeviren: TÜKEL Yeşim, Sunuş: SAYIN Zeynep, Tersten
Perspektif, 2. Basım, İstanbul: Metis Yayınları, 2007, s.s.7-24.
GENİM G. Esra, Nurullah Berk’in Sanat Yazıları (Doktora Tezi), İstanbul Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2007.
GERMANER Semra, ‘’Cumhuriyet Döneminde Resim Sanatı’’, Cumhuriyetin Renkleri,
Biçimleri, 1. Basım, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları,
1999.
GEZEN Salih, YAVAŞ Doğan, “Bir Ontolojik-Estetik Yaklaşım Örneği: Akatünvel
Sanat Topluluğu”, Akra Kültür Sanat Dergisi, Cilt 8, Sayı 18, 2019, s.s.99-126.
GİRAY Kıymet, Mahmut Cûda, 1. Basım, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları,
2002, s.s.33-35.
246
GİRAY Kıymet, “Yüzyılın Resim Sanatı: Yollar-Yıllar-İzler-İzmler”, Türk Resim
Sanatının Bir Asırlık Öyküsü II (The Centennıal Tale Of Turkish Painting II), C.2, 1.
Baskı, İstanbul: Rezan Has Müzesi Yayınları, 2009.
GİRAY Kıymet, Manzara (İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Kompozisyonundan
Örneklerle), 1. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1999.
GİRAY Kıymet, Müstakil Ressamlar Ve Heykeltraşlar Birliği (Doktora Tezi), Ankara:
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1988.
GİRAY Kıymet, Türkiye İş Bankası, Resim Koleksiyonu, 1. Baskı, Ankara: İş Bankası,
1998.
GLADİB Almut Von, Ed. HATTSTEİN Markus ve DELİUS Peter, Çev. ELHÜSEYNİ
Nurettin, “Bezeme Sanatları”, İslam Sanatı ve Mimarisi, 1. Baskı, İstanbul: Literatür
Yayınları, 2007.
GÖREN Ahmet Kamil, 50. Yılında Akbank Resim Koleksiyonu, İstanbul: Akbank
Kültür Sanat Yayınları, 1998, s.29.
GÜNAY Elif, Nuri İyem ve Neşet Günal’ın Türk Resim Sanatı’ndaki Yeri (Yüksek
Lisans Tezi), Burdur: Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011.
GÜNEŞ Nurhayat, Resim sanatında Kolâj, Asamblaj ve Türk Resmine Yansımaları
(Yüksek Lisans Tezi), Edirne, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013.
GÜNYAZ Abdülkadir, “Akatünvel Sanat Topluluğu: Velioğlu, Akakıncı’lar, Çil,
Zeyrek Ve Sungu Resmi”, Sanat Çevresi Dergisi, Sayı 136, 1990.
GÜRDAŞ Bora, 1960-70 Yılları Arasında Türkiye’de Kültür ve Sanat Ortamı (Yüksek
Lisans Tezi), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
GÜVEMLİ Zahir, “Ayın Sergileri”, Varlık Dergisi, Sayı 405, 1 Nisan 1954.
GÜVEMLİ Zahir, Başlangıçtan Bugüne-Türk ve Dünya Sanat Tarihi, 1. Baskı,
İstanbul: Varlık Yayınları, 1960.
GÜVEMLİ Zahir, Kalkınan Türkiye, Vatan, 16 Eylül 1954.
247
HALICI Esra, Türk Resmi’nde On’lar Grubu ve Orhan Peker (Yüksek Lisans Tezi),
Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.
HANAY Aylin, 1930 Sonrası Türk Resminde Köylü Teması (Yüksek Lisans Tezi),
Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.
IŞIK Vildan, Türk Resminde 1930-1970 Tarihlerinde Yapılan Sanat Tartışmaları ve
Tartışmaların Odağındaki Sanatçı: Bedri Rahmi Eyüboğlu (Yüksek Lisans Tezi), Sivas:
Cumhuriyet Üniversitesi sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
İLYASOĞLU Evin, Bülent Tarcan-Bir Hekimin Senfonik Öyküsü, İstanbul: Dünya
Yayınları, 2006.
İNAL Güner, Türk Minyatür Sanatı (Başlangıcından Osmanlılara Kadar), Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1995, s.
İPŞİROĞLU Mazhar Şevket, “Bozkır Rüzgârı” Siyah Kalem, 1. Basım, İstanbul: Ada
Yayınları, 1985.
İPŞİROĞLU Nazan-Mazhar, Sanatta Devrim (Yansıtmacılıktan Oluşturmaya Doğru),
5. Baskı, İstanbul: Hayalperest Yayınevi Yayınları, 2011.
KAHRAMAN Hasan Bülent, Türkiye’de Çağdaş Sanat, 1. Basım, İstanbul: Akbank
Sanat Yayınları, 2000.
KAMACI Başak, Süleyman Velioğlu Ve Akatünvel Sanat Topluluğu Bağlamında
Psikiyatri Ve Sanat İlişkisi (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2004.
KAPLANOĞLU Semih Kaplanoğlu, “Soyuttan Bize Kalan”, Sanat Dünyamız Dergisi,
YKY, Yıl 16, Sayı 45, 1991.
KARAASLAN Elif, ENGİNOĞLU Turan, “Onlar Grubu ve Grubun Kayıp Üyesi: Ivy
Stangali” İdil Sanat ve Dil Dergisi, Ankara, Cilt 7, Sayı 43, 2018.
KARABURÇAK İhsan Cemal, Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. II, Zafer, 19
Ekim 1954.
KARABURÇAK İhsan Cemal, Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. III, Zafer, 20
Ekim 1954.
248
KARAMUSTAFA Sadık, “Yapı Kredi Afiş Müsabakaları, Genç Tasarımcılar ve Ötesi”,
Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat.,”katkılar”, 1. Baskı, İstanbul, YKY, 2014,
s.s.235-244.
KESER Nimet, Sanat Sözlüğü, Ankara: Ütopya Yayınları, 2005.
KISAOĞULLARI Aysun, “Sanat Yönetimi ve Sanat Yöneticisi”, Ulakbilge, Cilt 1,
Sayı 1, 2013.
KIYAR Neslihan, Çağdaş Türk Sanatında Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi
(Yüksek Lisans Tezi), Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
KIZMAZ İlke, 1960-1980 Yılları Arasında İstanbul’da Halk Dansları-Sözlü Tarih
çalışması (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2013.
KOÇ Ahmet Musa, Türk Resminde Ulusal Kimlik Arayışları:1930-1950 (Yüksek Lisans
Tezi), Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2013.
KOÇ Emel, Alyoşa Aliye Berger Biyografisi, 1. Basım, İstanbul: Can yayınları, 2004,
s.159.
KOÇAK Orhan, Modern ve Ötesi-Elli Yılın Sanatına Kenar Notları, 2. Baskı, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ‘’Modern ve Ötesi’’ sergisi kataloğu, 2009.
KOÇTÜRK O. Murat, GÖLALAN Meryem, “1923-1950 Türkiye Ekonomisinin
Yapısal Analizi”, Üçüncü Sektör Kooperatifçilik Dergisi, Sayı 45, 2010.
KÜHNEL Ernst, Doğu İslam Medeniyetlerinde Minyatür, çevirenler; YETKİN Suut
Kemal, ÖZGÜ Melahat, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, sayı
2, 1952.
MAHİR Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, 1. Baskı, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2012,
s.s.185-90.
MERİH Ayla, Memleketimizde Toplanan İlk Sanat Kongresi A.İ.C.A. İstanbulda, Yeni
İstanbul, 7 Eylül 1954.
MERİH Ayla, Resim ve Afiş Konkurunu Bir Kadın Ressam Kazandı., Yeni İstanbul, 12
Eylül 1954.
249
MOLVA Selvi, “Akatünvel Sanat Grubunun Avrupa Sergileri”, Ege Mimarlık Dergisi,
Cilt 4, Sayı 32, 1999.
MÜLAYİM Selçuk, Sanat Tarihi Metodu, 2. Baskı, İstanbul: Bilim Teknik Yayınevi,
1994.
NAYMANLAR Aslı, Çağdaş Türk Resim Sanatında Figüratif Soyutlama (Yüksek
Lisans Tezi), Kütahya: Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010.
NEMUTLU Mehmet, “Yapı Kredi Bankası 1954 Bale Müziği Yarışması”, Kâzım
Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat., “Katkılar”, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 2014,
s.s.245-275.
NOYAN Meltem, “Aliye Berger ve Sanatı”, Bilim Eşiği 1 – Sanat Tarihinde Gençler
Semineri 2003, Bildiri Kitabı, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2004, s.s.267-268.
NUR Ayşe, Üç Sanat Tenkitçisinin Türk Sanatına Dair Görüşü, Yeni İstanbul, 16 Eylül
1954.
OKTAY Ahmet, Resim Yazıları, 1. Baskı, İstanbul: Bilim Sanat Galerisi Yayınları,
2002.
OKTAY Sevgi, “Hocam Prof. Dr. Süleyman Velioğlu’nun Yaşamı ve Sanat Felsefesi (1
Mart 1927 – 30 Eylül 2001)”, İ.Ü. F.N.H.Y.O. Hemşirelik Dergisi, Cilt 12, Sayı 47,
2001.
OLCAY Sema, Asker Ressamlar Soldier Painters Peintres Militaires, 1. Baskı, İzmir:
Arkas Sanat Merkezi Yayınları, 2013.
ONAT Burhanettin, Hem Suçlu Hem Güçlü, Cumhuriyet Gazetesi, 10 Ekim 1956.
ORHAN Ayşe Hande, Türkiye’de Resim ve Çoksesli Müzik Alanlarında Geleneksel
Kaynaklara Yönelimler (Doktora Tezi), Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2011.
ÖNDİN Nilüfer, Cumhuriyet’in Kültür Politikası ve Sanat 1923-1950, 1. Basım,
İstanbul: İnsancıl Yayınları, 2003.
ÖNEY Gönül, Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, 1. Baskı, Ankara:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992.
250
ÖTKÜNÇ Yıldız Öztürk, 1980’li Yıllarda (1980-1990) Türkiye Saat Ortamının
Değerlendirilmesi: Bu Bağlamda Dönemin, Özellikle Resim Alanında Üretilen İşlere
Yansıması (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2007.
ÖZ Alper Murat, Sanat Yönetimi Açısından Maya Sanat Galerisi (Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013.
ÖZALTIN Zeynep, Sanat Eleştirisi Kültürünün Türkiye’de Gelişimi 1880-1980
(Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2016.
ÖZDEMİR Nurdane, Anadolu Halk Kültüründe Resim, Heykel ve Müziğin Yeri, Önemi,
Ankara: Özel Yayınları, 1997.
ÖZEN Mehmet Engin, Cumhuriyet Dönemi Türk Resmi’nde Kırsal Yaşamı Konu Alan
yapıtların İrdelenmesi (Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale: Çanakkale 18 Mayıs
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010.
ÖZER Bülent, “Plâstik Sanatlarda Soyutlama ve Soyut Ekspresiyonizm”, Kültür Sanat
Mimarlık, 4. Baskı, İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, 2004.
ÖZER Kemal, Hakkı Anlı ile Bir Konuşma, Yenilik, Şubat 1955.
ÖZGÜR Erkan, Cumhuriyetten Günümüze Türkiye’nin Muhalif Sanatçıları, 1. Baskı,
İstanbul: Efege Yayınları, 2013.
ÖZSEZGİN Kaya, “ “Uyanış”ın Bilinçli Modernizmi”, Cemal Tollu: Retrospektif
Retrospective, İstanbul: YKY, 2005.
ÖZSEZGİN Kaya, Cemal Tollu: Retrospektif, İstanbul: YKY, 2005, s.s.23-24.
ÖZSEZGİN Kaya, Cumhuriyetin Elli Yılında Plastik Sanatlar (Tunca Sanat’ın 19
Şubat-3 Nisan 2010 Tarihleri Arasında Düzenlediği Karma Sergisi’nin Kataloğu), 1.
Baskı, İstanbul: Tunca Sanat Yayınları, 2010.
ÖZSEZGİN Kaya, Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, C.3, İstanbul: Tiglat Yayınları,
1982.
251
ÖZSEZGİN Kaya, Yapı Kredi Resim Koleksiyonu: Çağdaşlar, 1. Basım, İstanbul:
YKY, 9 Temmuz-15 Ağustos 2004.
PELVANOĞLU Burcu, “Türkiye’de Resim Sanatının Doğuşu”, Hoca Ressamlar,
Ressam Hocalar “Sanayi-i Nefise’den MSGÜ’ye Akademi Resim Hocaları Sergisi”, 1.
Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.
PELVANOĞLU Burcu, Hale Asaf Türk Resim Sanatında Bir Dönüm Noktası, 1. Baskı,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007, s.31.
RADO Şevket, Hakeme İtiraz, Jüriye İtiraz, Akşam, 18 Eylül 1954.
RAGON Michel, Çeviren: KANETTİ Vivet, Modern Sanat, 1. Baskı, İstanbul:
Hayalbaz Kitap Sanat Kurumları Yayınları, 2009, s.s.9-10.
REFİK Cemal, Folklorumuzun Kıymetini Bilelim, Akşam Gazetesi, 13 Eylül 1954.
RENDA Günsel, Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı (Çağdaş Türk Resmi), 2. Baskı,
Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1993.
RENDA Günsel, Batılılaşma Döneminde Türk Resim Sanatı 1700-1850, Ankara:
Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1977.
RENDA Günsel, Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, c.1, İstanbul: Tiglat Yayınları,
1982.
RENDA Günsel, Osmanlı Minyatür Sanatı, 1. Baskı, İstanbul: Promete Yayınları, 2001.
RENDA Günsel, Türk Minyatür Sanatı, 1. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1996.
RONA Zeynep, ARSLAN Neclâ, “Akatünvel Grubu”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi,
1. Cilt, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 1997.
SAĞLAM Mümtaz, Retrospektif Güven Zeyrek 1957-2007, 1. Baskı, İstanbul: Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 2007.
SELÇUK Seniha Ünay, Evren, ‘’Sanat Piyasası ve Sanatçı’’, İdil Dergisi, Cilt 6, Sayı
36, 2017.
252
SEVİM Ali, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, 1.
Basım, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, s.s. 524-526.
SILACI Ferhat, Bir Ayın Sanat Olayları, Akşam Gazetesi, 25 Eylül 1954.
SIRMA Yıldız, Türkiye’de Çağdaş Sanat Piyasasında ‘’Alternatif’’ Oluşumlar: Sanatçı
İnisiyatifleri (Yüksek Lisans), İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2010, s.s.40-43.
SÖNMEZ Ayşegül, Türk Resminde Modernizme Rağmen Modern (1908-1954) (Yüksek
Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 2005.
SÖNMEZ Necmi (Editör: HAYDAROĞLU Mine), “İstihsal” Sarmal Helix Yapı Kredi
Koleksiyonlarından Bir Seçki, İstanbul: YKY, 12 Eylül – 31 Aralık 2017, s.s.185-188.
SÖNMEZ Necmi, “1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’nın Çağdaş Türk Sanatı Üzerine
Etkileri”, Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat., “Katkılar”, 1. Baskı, İstanbul:
YKY, 2014.
SÖNMEZ Necmi, “Çoksesli Bir Görsel Sanat Ortamına Doğru İlk Adımlar-1954 Yapı
Kredi Resim Yarışması’nın Çağdaş Türk Sanatı Üzerine Etkileri”, Resim Tarihimizden:
“İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması, 1. Basım, İstanbul: YKY, 5 Kasım
2004-8 Ocak 2005.
SÖNMEZ Necmi, “1954 Yapı ve Kredi Bankası’nın Resim Müsabakası ve Çağdaş Türk
Sanatı Üzerine Etkileri”, Aliye Berger “Güneşin Doğuşu”, Maçka Sanat Galerisi
Kataloğu, 20 Aralık 1994 – 7 Ocak 1995.
SÜLÜN Ebru Nalan, Türkiye’de Çağdaş Sanat Koleksiyonculuğu (1990-2010) (Doktora
Tezi), Antalya: Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018.
SÜRMELİ Kader, “Dada Hareketinden Kavramsal Sanata”, İnönü Üniversitesi Sanat ve
Tasarım Dergisi, Cilt 2, Sayı 6, 2012.
ŞAŞİHÜSEYİNOĞLU Neslihan, 1970’lerden Günümüze Bireysel Sanat ve
Türkiye’deki Resim Sanatı Eğitimine Yansımaları (Yüksek Lisans Tezi), Van: Yüzüncü
Yıl Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2015
253
ŞEKERCİ Osman, İslam’da Resim ve Heykelin Yeri, 1. Baskı, İstanbul: Çanakkale
Seramik Fabrikaları Kültür ve Araştırma Hizmetleri Yayınları, 1974, s.
ŞERBETÇİ Feray, D Grubu Sanatçılarının Türk Resim Sanatının Gelişim Sürecine
Kazandırdığı Farklı Bakış Açıları (Yüksek Lisans Tezi), Edirne, Trakya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
TANALTAY Erdoğan, Sanat Ustalarıyla Bir Gün, İstanbul: Tekin Yayınları, 1993,
s.109.
TANINDI Zeren, Türk Minyatür Sanatı, 1. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1996, s.s.59-61.
TANSU Samih Nafiz, L. Venturi İle Bir Konuşma, Cumhuriyet Gazetesi, 3 Ekim 1954.
TANSUĞ Sezer, “AICA 1954”, Sanat Dünyamız, Yıl 16, Sayı 46, 1992.
TANSUĞ Sezer, “Türk Resminde Figürsüz Soyutlamanın Dünü Bugünü”, Sanat
Dünyamız Dergisi, YKY, Yıl 16, Sayı 45, 1991.
TANSUĞ Sezer, Çağdaş Türk Sanatı, 7. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları,
2005.
TANSUĞ Sezer, Resim Sanatının Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2006.
TANSUĞ Sezer, Türk Resminde Yeni Dönem, 4. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi,
1995, s.s.9-10.
TANYELİ Uğur, “Modernizm’in Sınırları ve Mimarlık”, Modernizmin Serüveni (Bir
“Temel Metinler” Seçkisi 1840-1990), Hazırlayan: Enis Batur, 1. Baskı, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, 1997, s.s.63-70.
TARZAN Özlem, Yeni Dışavurumcu Tavrı Oluşturan Sanatçı Kimliği ve
Yapıtlarındaki Psiko-Sembolik Öğeler (Yüksek Lisans Tezi), İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, 2010.
TAŞKENT Kazım, Yaşadığım Günler, 1. Baskı, İstanbul: YKY, 1997, s.32-34.
TOLLU Cemal, San’at Tenkidcileri ve Bir Netice, Yeni Sabah Gazetesi, 15 Eylül 1954.
TÖR Vedat Nedim, Bir Müsabaka ve Bir Ders, Akis, 25 Eylül 1954.
254
TUNALI İsmail, “ “Akatüvel Sanat Topluluğu” Resim Sergisi”, Sanat Çevresi Dergisi,
Sayı 136, 1990.
TUNALI İsmail, Felsefenin Işığında Modern Resim (Modern Resimden Avangard
Resme), 8. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2011, s.s.119-120.
TURAN Güven, “Soyut Resmin İzinde”, Sanat Dünyamız Dergisi, YKY, Yıl 16, Sayı
45, 1991.
TURANÎ Adnan, “Bu Yarışmayı Niçin Düzenledik”, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti
Tarafından Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi Yayınları, 1969.
TURANÎ Adnan, Batı Anlayışına Dönük Türk Resim Sanatı Turkish Painting, 2. Basım,
Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1984.
TURANÎ Adnan, Dünya Sanat Tarihi, 19. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları,
2015.
TURANÎ Adnan, Sanat Terimleri Sözlüğü, 3. Baskı, Ankara: Toplum Yayınları, 1975.
TÜKEL U., “Herbert Read”, Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, Cilt 3, 1. Baskı, İstanbul:
Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 1997.
UZUN Ayşe, 1950 Sonrası Toplumsal Olayların Sanata Yansıması (Yüksek Lisans
Tezi), Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014.
UZUNÇARŞILI İbrahim Hakkı, Osmanlı Tarihi, c.4, Ankara: TTK Yayınları 1996.
ÜSTÜNİPEK Mehmet, “Cumhuriyet’in ilk 50 yılında sanat piyasası”, Cumhuriyetin
Renkleri, Biçimleri, 1. Basım, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
Yayınları, 1999, s.188.
ÜSTÜNİPEK Mehmet, Cumhuriyet’ten Günümüze Türkiye’de Sanat Yapıtı Piyasası,
(Doktora Tezi), 1. Cilt, İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi sosyal Bilimler Enstitüsü,
1998, s.s.122-124.
ÜSTÜNİPEK Mehmet, Cumhuriyet’ten Günümüze Türkiye’de Sanat Yapıtı Piyasası
(Doktora Tezi), Ekler, 2. Cilt, İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 1998.
255
ÜSTÜNİPEK Şeyda, 1936-50 Yılları Arasında Güzel Sanatlar Akademisi: LêopoldLêvy Ve Atölyesi (Doktora Tezi), İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.
Vâ-Nû, Münekkidlerin Tenkidi, Cumhuriyet, 16 Eylül 1954.
YAKUTCAN Ahmet, ÖMÜR Cuma, İslâm’da Resim, Heykel ve Mûsikî, 1. Baskı,
İzmir: Nil Yayınları, 1991.
YALMAN Tunç, Aliye Berger Anlatıyor, Vatan Gazetesi, 19 Eylül, 1954.
YAMAN Hikmet, Bir Cumhuriyet Aydını: Vedat Nedim Tör (Yüksek Lisans Tezi),
Eskişehir, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017, s.s.5-91.
YARARDAL Ersin, “Türk Ressamları”, Yeni Boyut Dergisi, Sayı 25, 1984.
YASA YAMAN Zeynep, “1950’li Yılların Sanatsal Ortamı ve “Temsil’’ Sorunu”,
Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 79, 1998.
YASA YAMAN Zeynep, 1930-50 Yılları Arasında Kültür Ve Sanat Ortamına Bir
Bakış: d Grubu (Doktora Tezi), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Fakültesi, 1992.
YASA YAMAN Zeynep, d grubu (d groub) 1933-1951, 2. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 2006.
YENİŞEHİRLİOĞLU Filiz Çalışlar, “Sanat İdeolojisi ve Osmanlı Sanatı” Osmanlı
Kültür ve Sanat, Cilt 9, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
YETKİN Suut Kemal, “AICA’nın 1954 Yılı Kongresi”, Sanat Tenkitçileri Cemiyeti
Tarafından Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu, Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi Yayınları, 1969.
YETKİN Suut Kemal, “Sanat Tenkitçileri Cemiyeti Şimdiye Kadar Ne Yaptı?”, Sanat
Tenkitçileri Cemiyeti Tarafından Düzenlenen Gençler Arası Resim Yarışması Kataloğu,
Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi Yayınları, 1969.
YILMAZ Nilüfer Tuba, Türkiye’de Soyut Sanatın Gelişimi İçerisinde Burhan Uygur’un
Yeri (Yüksek Lisan Tezi), Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.
256
YÜCEL Hasan Ali, Yarışmaya Alışma, Cumhuriyet Gazetesi, 26 Eylül 1954.
ZUHAL Arda, Sanat Eğitimcisi ve Ressam Aydın Ayan’ın Resimlerine Estetik Bir
Yaklaşım (Doktora Tezi), Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007,
s.s.41-46.
İnternet kaynakları
http://aicaturkey.org/_files/aica_beral-madra-ocak-2006-aica-hakkinda-soylesi.pdf
(Erişim Tarihi: 22.10.2018)
http://aicaturkey.org/misyon (Erişim Tarihi: 11.05.2019)
http://aicaturkey.org/yonetmelik--tuzuk (Erişim Tarihi: 17.03.2019)
http://arsizsanat.com/turk-resminde-savasin-betimi-ve-bir-savas-cephesi-olarak-sisliatolyesi/ (Erişim Tarihi: 07.11.2018)
http://bigpara.hurriyet.com.tr/doviz/dolar/ (Erişim Tarihi: 28.04.2019)
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/26040 (İletişim Tarihi: 18.10.2018)
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/344788 (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/426863 (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
http://english.isam.org.tr/documents/_dosyalar/_pdfler/osmanli_arastirmalari_dergisi/os
mal%C4%B1_sy35/2010_35_KAZANH.pdf (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
http://sanat.ykykultur.com.tr/basin-odasi/basin-bultenleri (Erişim Tarihi:12.05.2019)
http://turkishpaintings.com/index.php?p=37&l=1&modPainters_artistDetailID=239(Eri
şim Tarihi:07.11.2018)
http://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/Zeki-HAFIZO%C4%9EULLARI%C4%B0zmir-%C4%B0ktisat-Kongresi-G%C3%B6r%C3%BC%C5%9Fler-veDe%C4%9Ferlendirmeler.pdf (İletişim Tarihi: 18.10.2018)
http://www.e-skop.com/skopbulten/sanat-galerisinin-sonu/3477 (İletişim Tarihi:
16.10.2018)
http://www.gozlemci.net/4512-resimde-isik-ve-golge.html (Erişim Tarihi: 25.09.2018)
http://www.guzelsanatlar.gov.tr/TR-158803/guzel-sanatlar-galeri-yonetmeligi.html
(Erişim Tarihi: 16.05.2019)
http://www.kulturservisi.com/p/tavanarasiressamlari/?fbclid=IwAR3QVDQPoOmJPiIq
qT_pLVXQayR7UVeVMbgOV1XAEOrwg8SuBfxJ_M_m3C8 (Erişim Tarihi:
19.04.2019)
http://www.poetikhars.com/wikihars/doku.php/akimlar/tavanarası-ressamları
(04.06.2018)
http://www.sanatduvari.com/cagdas-turk-resminde-soyut-resim/#prettyPhoto İletişim
Tarihi: 04.06.2018).
257
http://www.tamsanat.net/atolye/tasarim-atolyesi/ilkeler-elemanlar.php?post=171
(Erişim Tarihi: 25.09.2018)
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
https://benhayattayken.blogspot.com/2018/03/osmanl-tasvir-sanatlar-kadn-veerkekler.html (Erişim Tarihi:02.11.2018)
https://gorselsanatlar.wordpress.com/tag/valor-nedir/ (Erişim Tarihi: 25.09.2018)
https://kelimeler.gen.tr/isik-golge-nedir-ne-demek-158055 (Erişim Tarihi: 25.09.2018)
https://manifold.press/lale-devri-nin-biricik-tanigi-jean-baptiste-vanmour (Erişim
Tarihi:02.11.2018)
https://nigde.academia.edu/Tu%C4%9Fba%C3%87elik (Erişim Tarihi: 09.05.2019)
https://tr.scribd.com/document/59847641/Nakkas-Osman-MinyaturlerindeKompozisyon-Duzeni-Ve-Sanatsal-Uretimler-Order-of-Composition-in-the-MiniaturePaintings-of-Nakkas-Osman-and-Artistic-Pro (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
https://www.academia.edu/36613074/Osmanl%C4%B1_Saray%C4%B1n%C4%B1n_P
ortre_Ressamlar%C4%B1 (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
https://www.arkhesanat.com/perspektif-nedir/ (Erişim Tarihi: 25.09.2018 )
https://www.arkhesanat.com/sanat-terimleri-sozlugu/ (İletişim Tarihi: 16.10.2018)
https://www.bilgiustam.com/suitesuit-nedir/ (Erişim Tarihi: 12.04.2019)
https://www.dersimiz.com/terimler-sozlugu/suit-nedir-ne-demek-2615 (Erişim Tarihi:
08.05.2019)
https://www.e-skop.com/skopdergi/sanat-piyasasi-ve-galerilerin-orgutlenmesi/2602
(Erişim Tarihi: 19.05.2019)
https://www.evrensel.net/haber/132161/banka-kasalarindan-sergiye (Erişim Tarihi:
12.05.2019)
https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Banka+Hakki
nda (Erişim Tarihi: 12.05.2019)
https://www.yapikredi.com.tr/yapi-kredi-hakkinda/kultur-ve-sanat/galeri (Erişim Tarihi:
17.08.2018).
258
GÖRSEL LİSTESİ
Görsel 1: Orta Asya dağlarını gösteren harita.
Görsel 2: Uygur duvar fresklerinden detay.
Görsel 3: Uygur kadın figürlerini gösteren fresk.
Görsel 4: Maniyerizm dini ile ilgili dini sahne.
Görsel 5: Bezeklik’te Uygur asilzâdelerin tasvir edildiği duvar resmi.
Görsel 6: Hoço’da bulunan üzerinde Buda portresinin tasvir edildiği 9. yy’a tarihli
ipekli kumaş.
Görsel 7-8: Leşker-i Bazar Sarayı’nın Divânhanesinde yan yana sıralı 44 figür ve bu
figürlerden detay.
Görsel 9: Erzurum Çifte Minareli Medresenin taç kapısında stilize edilen hayat ağacı,
iki başlı kartal ve ejder figürleri.
Görsel 10: Mezar taşlarında kullanılan fes görünümlü başlıklardan detay.
Görsel 11: Varka ve Gülşah birbirlerine veda ederken, Varka ve Gülşah Albümü,
Anadolu Selçuklu Dönemi, İstanbul, 13. yy. başı.
Görsel 12: Şehnameci Seyyid Lokman ve Nakkaş Osman’ın birlikte hazırladığı “Siyeri
Nebi” elyazma kitabından “Hz. Muhammed miraç yolunda” adlı minyatür sayfası.
Görsel 13: Hüsrev’in Şirin’i görmesi, Nizami, Hamse, Tebriz, 1481.
Görsel 14: Beyşehir Kubadabad Sarayı, Bağdaş kuran figürler, çini, 13. yy.
Görsel 15:Gentile Bellini, Fatih Portresi, Victoria ve Albert Müzesi, Londra, 1480.
Görsel 16: Şiblizâde Ahmet, Gül Koklayan Fatih Sultan Mehmet Portresi, 1475-1500.
Görsel 17: Mâtrakçı Nasuh, Beyan-ı Menzil, İstanbul, 1537.
Görsel 18: Nakkaş Osman, Surname-i Humayun, Mimarlar loncasının Süleymaniye
Camisi'nin maketini getirilmesi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, İstanbul, 1582.
Görsel 19: Şehnameci Seyyid Lokman, Hünernâme, 2. cilt, Kanuni Sultan Süleyman’ın
Macaristan’a gidişi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, İstanbul, 1524.
Görsel 20: Seyyid Lokman, Şehname-i Selim Han, Topkapı Sarayı Müzesi 3. Ahmet
kitaplığı, İstanbul, 1581.
Görsel 21: Seyyid Lokman, Şehinşahname, Takiyüddin ve yardımcıları öğrencilerle
birlikte rasathanede, İstanbul rasathanesi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, 197588.
Görsel 22: Şehnameci Seyyid Lokman, Hünernâme, 2. cilt, Fatih Sultan Mehmet,
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, İstanbul, 1524.
Görsel 23: Seyyid Lokman, Surname, Şehzade Mehmet’in sünnet şenliğinin tasviri,
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, İstanbul.
Görsel 24: Sultan 2. Mahmud döneminde Sadabad Sarayı’nı tasvir eden Preault
tarafından çizilmiş gravür.
Görsel 25: Levnî, Surname-i Vehbi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, 3. Ahmet,
İstanbul, 1729-30.
Görsel 26: Levnî, Surname-i Vehbi, Şenlik için kurulan çadırlar, Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi, İstanbul, 1729-1730.
Görsel 27: Abdullah Buhari, İki kadın, Albüm, 17. Yy.
Görsel 28: Jean Baptiste Vanmour, Dönen Dervişler, 1720-1737.
Görsel 29: Galata Mevlevihanesinin bugünkü durumu.
Görsel 30: Topkapı Sarayı Yemiş Odası.
Görsel 31: Rize Okman evinin başodasında yer alan İstanbul konulu duvar resmi ve
detayında da tren tasviri.
259
Görsel 32: Ödemiş Birgi, Çakıroğlu Konağı başodalık kısmında bulunan İstanbul
manzarası.
Görsel 33: İstanbul, Topkapı Sarayı, Harem Dairesi, Valide Sultan Odası Sofası üst
katında yer alan duvar resmi ve detay görünüşü.
Görsel 34: Louis-François Cassas, Sarayburnu Panoraması, 75x237 cm. Oryantalist
Akımı, Kâğıt üstüne suluboya, 1787-1827.
Görsel 35: M. Civanyan tablosu.
Görsel 36: Rupen Manas, Sultan Abdülmecid, TSM, Tuval üzerine yağlıboya, 1857.
Görsel 37: Süleyman Seyyid, Derviş.
Görsel 38: Ahmet Ali, Tarlada koyun sürüsü.
Görsel 39: Halil Paşa, peyzaj.
Görsel 40: Halid Şazi, Göksu.
Görsel 41: C.F. Fuller, Sultan Abdülaziz heykeli, Beylerbeyi Sarayı Müzesi, 1871.
Görsel 42: Osman Hamdi Bey, Kaplumbağa terbiyecisi, Tuval üstüne yağlıboya,
221.5x120 cm. Pera Müzesi, 1906.
Görsel 43: J.W. Zarzecki, Paşa eğleniyor, 1896.
Görsel 44: S. Valeri, Manzaralar.
Görsel 45: Yervant Oskan, Osman Hamdi ve eşi Naile Hanımın büstleri, Türkiye salon
sergileri 1901-3.
Görsel 46: 1914 yılında İnas Sanayi-i Mektebi’nde eğitime başlayan heykel bölümü
öğrencileri
Görsel 47: Son Halife ve ressam Abdülmecid Efendi, Şişli Atölyesinde (sağdan sola
doğru; Ali Sami Boyar, Sami Yetik, Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Namık İsmail,
Abdülmecid Efendi, Ali Cemal ve Mehmet Ruhi Arel).
Görsel 48: İbrahim Çallı, Zeybekler Kurtuluş Savaşı’nda, Tuval üzerine yağlıboya,
154x186 cm, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu, 1923.
Görsel 49: N. Ziya, İstanbul limanı.
Görüntü 50: İbrahim Çallı, Saraylı Hanım.
Görüntü 51: F. Duran, Atatürk portresi.
Görsel 52: H. Onat, Boğaziçi.
Görsel 53: N. İsmail, Mediha Hanım.
Görsel 54: V. Bereketoğlu, Tekneler.
Görsel 55: Abdülmecid Efendi Şişli Atölyesi’nde ressamlarla birlikte (soldan sağa: Ali
Sami Boyar, Ali Cemal Benim, Namık İsmail, Abdülmecid Efendi, İbrahim Çallı,
Hikmet Onat, Sami Yetik ve Ruhi Arel).
Görsel 56: Hikmet Onat, Siperde Mektup Okuyan Askerler, Şişli Atölyesi, 1917.
Görsel 57: Namık İsmail, Son Mermi, Şişli Atölyesi, 1917.
Görsel 58: İbrahim Çallı, Topçu Mevzi Alırken, Şişli Atölyesi, 1917.
Görsel 59: Mehmet Ruhi, Düşman Kaçtıktan Sonra ve detayında ise Celal Esad
Arseven figürü model olarak gösterilmesi, Şişli Atölyesi, 1917.
Görsel 60: Şeref Akdik, İstanbul Sokağı, 57.50x40 cm, 1964.
Görsel 61: Mahmut Cuda, Sara, 1929.
Görsel 62: Cevat Dereli, Balıkçı, Kedi ve Martı, 121x96.5, Tuval üzerine yağlıboya,
1970’li yıllar.
Görsel 63: Refik Epikman, Bar, Tuval üzerine yağlıboya, 1928.
Görsel 64: Muhittin Sebati, Ankara’dan, 1901-1932.
Görsel 65: Ratip Acudoğlu, Milli Şef İnönü, Erzincan, 26 Aralık 1939.
Görsel 66: Hale Asaf, Otoportre (kendisi), 1920’ler.
260
Görsel 67: 15 Eylül 1933’de Zeki Faik İzer’in İstanbul Cihangir semtindeki Kumrulu
Yokuşu, 20 no’lu Yavuz Apartmanı’nda bir araya gelen d Grubu’nun kurucularından
Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Elif Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino ve heykeltraşressam Zühtü Müridoğlu.
Görsel 68: 1936 New York Modern Sanatlar Müzesi, Kübizm ve Soyut Sanat Sergi
Kataloğunun Kapağı.
Görsel 69: Sanat Münekkidleri Kongresi,8 Eylül 1954.
Görsel 70: Milletlerarası Sanat Münekkitleri Kongresi.
Görsel 71: 1944 İstanbul Bahçekapı Şubesi.
Görsel 72: Yapı ve Kredi bankası’nın Mevduatı.
Görsel 73: Doğan Kardeş Dergisi kapağı.
Görsel 74: Gazetelerdeki Reklam İlanları.
Görsel 75: Çocuk Sineması.
Görsel 76: Küçük Sahne Özel Tiyatrosu.
Görsel 77: İlk Renkli Türk Filmi Olan “Halıcı Kız” Broşörü.
Görsel 78: Esnaf Kredisini Gösteren Bir Pankart.
Görsel 79: Geleneksel Sanat Kursları.
Görsel 80: Yapı Ve Kredi Bankası’nın 1964 Yılında Türkiye Bankacılık Alanında İlk
Defa Görülecek Toplu İş Sözleşmesi İmzalanması.
Görsel 81: Galatasaray’da Bulunan Elektronik Hesap Merkezi.
Görsel 82: Yapı ve Kredi Bankasının 10’uncu yıldönümü ilanları.
Görsel 83: Resim ve Afiş Sergisi.
Görsel 84: 1954 yılında ilk kez Açık Hava Tiyatro’da yapılan Yapı ve Kredi Bankası
Halk Dansları Yarışmasının Afişi.
Görsel 85: Halk Oyunları Yarışma ilanı.
Görsel 86: Halk Oyunları Provası.
Görsel 87: Halk Oyunları Provası.
Görsel 88: Milli oyunlar müsabakası yarın akşam başlıyor.
Görsel 89: Adana milli oyunlar ekibinin performansını gösteren detay.
Görsel 90: Elazığ milli oyunlar ekibinin küçük davulcusunu gösteren detay.
Görsel 91: Senaryo ve Kültür Mükâfatları.
Görsel 92: Sergi Sarayı’ndaki yarışmaya katılan resimlerden bir kaçı.
Görsel 93: Aliye Berger, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 metre, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
Görsel 94: Aliye Berger, istihsal, Gravür, 2x3 metre, 1954, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu.
Görsel 95: Nurullah Berk, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 metre, 1954,
Yapı Kredi Resim Koleksiyonu.
Görsel 96: Fethi Karakaş, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
Görsel 97: Hakkı Anlı, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m.
Görsel 98: Sabri Berkel, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, İstanbul Resim
ve Heykel Müzesi Koleksiyonu.
Görsel 99: Remzi Türemen, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
Görsel 100: Haşmet Akal, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
261
Görsel 101: Cemal Tollu, , 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, İş Bankası Resim
Koleksiyonu.
Görsel 102: Salih Acar, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
Görsel 103: Anonim, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu.
Görsel 104: İlhami Demirci, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
Görsel 105: İbrahim Safi, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Ziraat Bankası
Koleksiyonu.
Görsel 106: Nazlı Ecevit, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Tekel Resim
Koleksiyonu.
Görsel 107: Fahrettin Arkunlar, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı
Kredi Resim Koleksiyonu.
Görsel 108: Eren Eyüboğlu, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
Görsel 109: Zeki Faik İzer, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu.
Görsel 110: Özden Ergökçen (Akbaşoğlu), istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3
m, Yapı Kredi Resim Koleksiyonu.
Görsel 111: Cevat Dereli, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, İstanbul
Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu.
Görsel 112: Ferruh Başağa, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, CavitArmağan Arca Koleksiyonu.
Görsel 113: Sanat ve Kültür Mükâfatları Jüri Kararları.
Görsel 114: Resim Mükâfatları.
Görsel 115: Resim sergisinin satışları.
Görsel 116: Afiş Mükâfatları.
Görsel 117: Musiki Mükâfatları.
Görsel 118: Bülent Tarcan, Sirto.
Görsel 119: Bülent Tarcan, Zeybek.
Görsel 120: Nuri Sami Koral, Bengi.
Görsel 121: Nuri Sami Koral, Ağır Zeybek.
262
GÖRSELLER
Görsel 1: Orta Asya dağlarını gösteren harita.
(https://eodev.com/gorev/10685585) (Erişim Tarihi: 21.05.2019)
Görsel 2: Uygur duvar fresklerinden detay.
(https://okuryazarim.com/uygurlarda-sanat/ (Erişim Tarihi: 01.11.2018))
Görsel 3: Uygur kadın figürlerini gösteren fresk.
https://www.google.com.tr/search?q=uygur+%C5%9Fehri+duvar+resimleri&rlz=1C1GTPM
263
_trTR737TR737&tbs=isz:l,ic:color&tbm=isch&source=lnt&sa=X&ved=0ahUKEwiNuNfRy7HeAh
WlsKQKHXAyAbIQpwUIHw&biw=1366&bih=646&dpr=1#imgrc=x72u80J7EQQ7MM:
(Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 4: Maniyerizm dini ile ilgili dini sahne.
https://tr.pinterest.com(Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 5: Bezeklik’te Uygur asilzâdelerin tasvir edildiği duvar resmi.
http://www.hurriyetdailynews.com (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
264
Görsel 6: Hoço’da bulunan üzerinde Buda portresinin tasvir edildiği 9. yy’a tarihli ipekli kumaş.
https://islamansiklopedisi.org.tr/uygurlar (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 7-8: Leşker-i Bazar Sarayı’nın Divânhanesinde yan yana sıralı 44 figür ve bu figürlerden
detay. http://warfare.ga/11/Lashkari_Bazar-wall_paintings.htm?i=1 (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
265
Görsel 9: Erzurum Çifte Minareli Medresenin taç kapısında stilize edilen hayat ağacı, iki başlı kartal
ve ejder figürleri. http://www.mustafacambaz.com (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 10: Mezar taşlarında kullanılan fes görünümlü başlıklardan detay.
http://gencdergisi.com (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
266
Görsel 11: Varka ve Gülşah birbirlerine veda ederken, Varka ve Gülşah Albümü, Anadolu Selçuklu
Dönemi, 13. yy. başı, İstanbul. https://www.academia.edu (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 12: Şehnameci Seyyid Lokman ve Nakkaş Osman’ın birlikte hazırladığı “Siyeri Nebi”
elyazma kitabından “Hz. Muhammed miraç yolunda” adlı minyatür sayfası.
https://www.sanatinyolculugu.com/hz-muhammedin-hayatisiyeri-nebi/ (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
267
Görsel 13: Hüsrev’in Şirin’i görmesi, Nizami, Hamse, Tebriz, 1481.
https://www.academia.edu (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 14: Beyşehir Kubadabad Sarayı, Bağdaş kuran figürler, çini, 13. yüzyıl.
http://www.habitat.org.tr/?option=com (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
268
Görsel 15:Gentile Bellini, Fatih Portresi, Victoria ve Albert Müzesi, Londra, 1480.
https://www.sanatabasla.com (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 16: Şiblizâde Ahmet, Gül Koklayan Fatih Sultan Mehmet Portresi, 1475-1500.
https://www.uludagsozluk.com/k/fatih-sultan-mehmet-in-%C3%A7i%C3%A7ek-koklarken-resmi/
(Erişim Tarihi: 01.10.2018)
Görsel 17: Mâtrakçı Nasuh, Beyan-ı Menazil, 1537, İstanbul.
https://www.academia.edu (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
269
Görsel 18: Nakkaş Osman, Surname-i Humayun, Mimarlar loncasının Süleymaniye Camisi'nin
maketini getirilmesi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, İstanbul, 1582.
https://twitter.com/sofosistanbul/status/836563631756230657 (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 19: Şehnameci Seyyid Lokman, Hünernâme, 2. cilt, Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan’a
gidişi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, İstanbul, 1524 (Hazine, vr. 276b).
https://islamansiklopedisi.org.tr/hunername (İletişim Tarihi: 01.11.2018)
270
Görsel 20: Seyyid Lokman, Şehname-i Selim Han, Topkapı Sarayı Müzesi 3. Ahmet kitaplığı, İstanbul,
1581. http://www.wikiwand.com/tr/Osmanl%C4%B1_minyat%C3%BCr%C3%BC (Erişim Tarihi:
02.11.2018)
Görsel 21: Seyyid Lokman, Şehinşahname, Takiyüddin ve yardımcıları öğrencilerle birlikte
rasathanede, 1975-88, İstanbul rasathanesi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi.
https://osmanliminyaturmuzesi.omeka.net/items/show/22 (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
271
Görsel 22: Şehnameci Seyyid Lokman, Hünernâme, 2. cilt, Fatih Sultan Mehmet, Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi, İstanbul, 1524 (Hazine, vr. 276b). https://www.google.com.tr (Erişim
Tarihi: 02.11.2018)
Görsel 23: Seyyid Lokman, Surname, Şehzade Mehmet’in sünnet şenliğinin tasviri, Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi, İstanbul. https://islamansiklopedisi.org.tr/surname (Erişim Tarihi:
02.11.2018)
Görsel 24: Sultan 2. Mahmud döneminde Sadabad Sarayı’nı tasvir eden Preault tarafından çizilmiş
gravür. https://islamansiklopedisi.org.tr/sadabad (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
272
Görsel 25: Levnî, Surname-i Vehbi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, 3. Ahmet, İstanbul, 172930. https://islamansiklopedisi.org.tr/sadabad (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
Görsel 26: Levnî, Surname-i Vehbi, Şenlik için kurulan çadırlar, Topkapı Sarayı Müzesi
Kütüphanesi, İstanbul, 1729-1730. https://www.academia.edu (Erişim Tarihi: 01.11.2018)
273
Görsel 27: Abdullah Buhari, İki kadın, Albüm, 17. yüzyıl.
https://benhayattayken.blogspot.com (Erişim Tarihi:02.11.2018)
Görsel 28: Jean Baptiste Vanmour, Dönen Dervişler, 1720-1737.
https://manifold.press/lale-devri-nin-biricik-tanigi-jean-baptiste-vanmour (ErişimTarihi: 02.11.2018)
274
Görsel 29: Galata Mevlevihanesinin bugünkü durumu (Fotoğraf: Nergis Abıyeva).
https://manifold.press/lale-devri-nin-biricik-tanigi-jean-baptiste-vanmour (Erişim Tarihi:02.11.2018)
Görsel 30: Topkapı Sarayı Yemiş Odası.
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/344788 (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
275
Görsel 31: Rize Okman evinin başodasında yer alan İstanbul konulu duvar resmi ve detayında da
tren tasviri. http://dergipark.gov.tr/download/article-file/344788 (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
Görsel 32: Ödemiş Birgi, Çakıroğlu Konağı başodalık kısmında bulunan İstanbul manzarası.
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/344788 (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
Görsel 33: İstanbul, Topkapı Sarayı, Harem Dairesi, Valide Sultan Odası Sofası üst katında yer alan
duvar resmi ve detay görünüşü. http://dergipark.gov.tr/download/article-file/344788 (Erişim
Tarihi: 02.11.2018)
276
Görsel 34: Louis-François Cassas, Sarayburnu Panoraması, 75x237 cm. Oryantalist Akımı, Kâğıt üstüne
suluboya, 1787-1827. https://www.peramuzesi.org.tr/Eser/Sarayburnu-Panoramasi/48/1#!prettyPhoto
(Erişim Tarihi: 02.11.2018)
Görsel 35: M. Civanyan, manzara.
http://thearthistoryjournal.blogspot.com (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
Görsel 36: Rupen Manas, Sultan Abdülmecid, TSM, 1857, Tuval üzerine yağlıboya.
https://www.academia.edu (Erişim Tarihi: 02.11.2018)
277
Görsel 37: Süleyman Seyyid, Derviş.
http://www.antikalar.com/suleyman-seyyid-bey/ (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
Görsel 38: Ahmet Ali, Tarlada koyun sürüsü.
http://www.antikalar.com/seker-ahmet-pasa/ (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
Görsel 39: Halil Paşa, peyzaj.
http://www.antikalar.com/halil-pasa/ (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
278
Görsel 40: Halid Şazi, Göksu.
http://thearthistoryjournal.blogspot.com (İletişim Tarihi: 03.11.18)
Görsel 41: C.F. Fuller, Sultan Abdülaziz heykeli, 1871, Beylerbeyi Sarayı Müzesi.
http://kadimuleyyam.blogspot.com (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
279
Görsel 42: Osman Hamdi Bey, Kaplumbağa terbiyecisi, Tuval üstüne yağlıboya, 221.5x120 cm.
1906, Pera Müzesi (2004 yılında 3,5. milyon dolara satın alarak kendi koleksiyonuna dâhil
etmiştir). https://www.peramuzesi.org.tr (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
Görsel 43: J.W. Zarzecki, Paşa eğleniyor, 1896.
http://www.leblebitozu.com (Erişim Tarihi:03.11.18)
Görsel 44: S. Valeri, Manzaralar.
http://www.leblebitozu.com (Erişim Tarihi:03.11.18)
280
Görsel 45: Yervant Oskan, Osman Hamdi ve eşi Naile Hanımın büstleri, 1901-3, Türkiye salon sergileri.
https://www.google.com.tr/search?q=Osman+Hamdi+ve+e%C5%9Fi+Naile+Han%C4%B1m%27%C4%
B1n+b%C3%BCst%C3%BC&rlz=1C1GTPM_trTR737TR737&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=0a
hUKEwjRt4inbbeAhUKWywKHW33CdgQ_AUIDigB&biw=1366&bih=646#imgdii=kanrVoUWBTT73
M:&imgrc=GQbxmV94NNKCNM: (Erişim Tarihi:03.11.18)
Görsel 46: 1914 yılında İnas Sanayi-i Mektebi’nde eğitime başlayan heykel bölümü öğrencileri.
https://ec.europa.eu/epale/sites/epale/files/turkiyede_sanat_egitiminin_baslangici.pdf (İletişim Tarihi:
03.11.2018)
281
Görsel 47: Son Halife ve ressam Abdülmecid Efendi, Şişli Atölyesinde (sağdan sola doğru; Ali Sami
Boyar, Sami Yetik, Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Namık İsmail, Abdülmecid Efendi, Ali Cemal
ve Mehmet Ruhi Arel) (Semra Germaner, a.g.e. 1999, s.15.).
Görsel 48: İbrahim Çallı, Zeybekler Kurtuluş Savaşı’nda, Tuval üzerine yağlıboya, 154x186 cm,
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu, 1923.
http://turkishpaintings.com/index.php?p=37&l=1&modPainters_artistDetailID=239
(Erişim Tarihi:07.11.2018)
282
Görsel 49: N. Ziya, İstanbul limanı.
http://www.leblebitozu.com (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
Görüntü 50: İbrahim Çallı, Saraylı Hanım.
http://www.turkishpaintings.com (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
Görüntü 51: F. Duran, Atatürk portresi.
http://ismek.ist/blog/icerik.aspx?p=6913 (İletişim Tarihi: 03.11.2018)
283
Görsel 52: H. Onat, Boğaziçi.
http://maksivizyon.blogspot.com (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
Görsel 53: N. İsmail, Mediha Hanım.
http://www.turkishpaintings.com (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
Görsel 54: V. Bereketoğlu, Tekneler.
https://www.istanbulsanatevi.com (Erişim Tarihi: 03.11.2018)
284
Görsel 55: Abdülmecid Efendi Şişli Atölyesi’nde ressamlarla birlikte (soldan sağa: Ali Sami Boyar,
Ali Cemal Benim, Namık İsmail, Abdülmecid Efendi, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Sami Yetik
ve Ruhi Arel). http://arsizsanat.com (Erişim Tarihi: 07.11.2018)
Görsel 56: Hikmet Onat, Siperde Mektup Okuyan Askerler, Şişli Atölyesi, 1917.
http://arsizsanat.com (Erişim Tarihi: 07.11.2018)
285
Görsel 57: Namık İsmail, Son Mermi, Şişli Atölyesi, 1917.
http://arsizsanat.com (Erişim Tarihi: 07.11.2018)
Görsel 58: İbrahim Çallı, Topçu Mevzi Alırken, Şişli Atölyesi, 1917.
http://arsizsanat.com (Erişim Tarihi: 07.11.2018)
Görsel 59: Mehmet Ruhi, Düşman Kaçtıktan Sonra ve detayında ise Celal Esad Arseven figürü
model olarak gösterilmesi, Şişli Atölyesi, 1917.
http://arsizsanat.com (Erişim Tarihi: 07.11.2018)
286
Görsel 60: Şeref Akdik, İstanbul Sokağı, 57.50x40 cm, 1964.
https://www.istanbulsanatevi.com (Erişim Tarihi: 12.11.2018)
Görsel 61: Mahmut Cuda, Sara, 1929.
http://www.sanatteorisi.com/sanatteorisi.asp?sayfa=Galeri&icerik=Goster&id=2893&syfno=1
(Erişim Tarihi: 13.11.2018)
Görsel 62: Cevat Dereli, Balıkçı, Kedi ve Martı, 121x96.5, Tuval üzerine yağlıboya, 1970’li yıllar.
http://www.beyazart.com/sanatci/Cevat-Dereli (Erişim Tarihi: 13.11.2018)
287
Görsel 63: Refik Epikman, Bar, Tuval üzerine yağlıboya, 1928.
http://www.milliyetsanat.com (Erişim Tarihi: 13.11.2018)
Görsel 64: Muhittin Sebati, Ankara’dan, 1901-1932.
http://www.leblebitozu.com/20-unlu-turk-ressamin-manzara-resimleri/ (Erişim Tarihi: 13.11.2018)
Görsel 65: Ratip Acudoğlu, Milli Şef İnönü, Erzincan, 26 Aralık 1939.
http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/ERZiNCAN/heykel/index.htm (Erişim Tarihi: 13.11.2018)
288
Görsel 66: Hale Asaf, Otoportre (kendisi), 1920’ler.
https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Hale_Asaf_Self_Portrait_1920s.jpg (Erişim Tarihi:
13.11.2018)
Görsel 67: 15 Eylül 1933’de Zeki Faik İzer’in İstanbul Cihangir semtindeki Kumrulu Yokuşu, 20
no’lu Yavuz Apartmanı’nda bir araya gelen d Grubu’nun kurucularından Zeki Faik İzer,
Nurullah Berk, Elif Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino ve heykeltraş-ressam Zühtü Müridoğlu.
https://circlelove.co/cumhuriyet-donemi-ilk-ressam-gruplari/ (Erişim Tarihi: 13.11.2018)
289
Görsel 68: 1936 New York Modern Sanatlar Müzesi, Kübizm ve Soyut Sanat Sergi Kataloğunun
Kapağı. https://tr.pinterest.com/pin/213076626098114362/ (Erişim Tarihi: 07.03.2019)
290
Görsel 69: Anonim, Sanat Münekkidleri Kongresi, Akşam Gazetesi, 8 Eylül 1954, s.3.
Görsel 70: Anonim, Milletlerarası Sanat Münekkitleri Kongresi, Akşam Gazetesi, 9 Eylül 1954, s.5.
291
Görsel 71: 1944 İstanbul Bahçekapı Şubesi.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Görsel 72: Yapı ve Kredi bankası’nın Mevduatı (Cumhuriyet, 16 Eylül 1954, s.3.).
292
Görsel 73: Doğan Kardeş Dergisi.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Görsel 74: Gazetelerdeki Reklam İlanları.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
293
Görsel 75: Çocuk Sineması.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Görsel 76: Küçük Sahne Özel Tiyatrosu.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
294
Görsel 77: İlk Renkli Türk Filmi Olan ‘’Halıcı Kız’’ Broşörü.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Görsel 78: Esnaf Kredisini Gösteren Bir Pankart.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
295
Görsel 79: Geleneksel Sanat Kursları.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Görsel 80: Yapı Ve Kredi Bankası’nın 1964 Yılında Türkiye Bankacılık Alanında İlk Defa
Görülecek Toplu İş Sözleşmesi İmzalanması. http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/
(Erişim Tarihi: 12.03.2019)
Görsel 81: Galatasaray’da Bulunan Elektronik Hesap Merkezi.
http://www.yapikredikss.com.tr/zaman-tuneli/ (Erişim Tarihi: 12.03.2019)
296
Görsel 82: Anonim, Yapı ve Kredi Bankasının 10’uncu yıldönümü, Akşam Gazetesi, 9 Eylül 1954, s.1-3.
Görsel 83: Resim ve Afiş Sergisi, Akşam Gazetesi, 11 Eylül 1954, s.3.
297
Görsel 84: 1954 yılında ilk kez Açık Hava Tiyatro’da yapılan Yapı ve Kredi Bankası Halk Dansları
Yarışmasının Afişi (İlke Kızmaz, a.g.t. 2013, s.55).
Görsel 85: Halk Oyunları Yarışma ilanı (Akşam Gazetesi, 3 Eylül 1954, s.6).
298
Görsel 86: Halk Oyunları Provası, (Akşam Gazetesi, 7 Eylül 1954, s.1).
Görsel 87: Halk Oyunları Provası, (Akşam Gazetesi, 7 Eylül 1954, s.1).
299
Görsel 88: Milli oyunlar müsabakası yarın akşam başlıyor (Anonim, Akşam Gazetesi, 9 Eylül 1954, s.1).
Görsel 89: Adana milli oyunlar ekibinin performansını gösteren detay (Anonim, Milli Oyunlar
Müsabakası, Akşam Gazetesi, 10 Eylül 1954, s.1.).
300
Görsel 90: Elazığ milli oyunlar ekibinin küçük davulcusunu gösteren detay (Anonim, Milli Oyunlar
Müsabakası, Akşam Gazetesi, 10 Eylül 1954, s.1.).
Görsel 91: Senaryo ve Kültür Mükâfatları (Akşam Gazetesi, 16 Eylül 1954, s.2).
301
Görsel 92: Sergi Sarayı’ndaki yarışmaya katılan resimlerden bir kaçı (Akşam, 16 Eylül 1954, s.3).
Görsel 93: Aliye Berger, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 metre, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu. (http://1.bp.blogspot.com Erişim Tarihi: 20.05.2019)
302
Görsel 94: Aliye Berger, istihsal, Gravür, 2x3 metre, 1954, Yapı Kredi Resim Koleksiyonu.
(http://www.antikavesanat.com Erişim Tarihi: 20.05.2019)
Görsel 95: Nurullah Berk, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 metre, 1954, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu. (http://artistwonders.com/sarmal-helix/ Erişim Tarihi: 25.05.2019)
303
Görsel 96: Fethi Karakaş, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim Koleksiyonu.
(‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.58.)
Görsel 97: Hakkı Anlı, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m. (http://www.aliartun.com Erişim
Tarihi: 12.05.2019)
304
Görsel 98: Sabri Berkel, İstihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, İstanbul Resim ve Heykel
Müzesi Koleksiyonu. (http://docs.neu.edu.tr Erişim Tarihi: 25.05.2019)
Görsel 99: Remzi Türemen, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu. (‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.60.)
305
Görsel 100: Haşmet Akal, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu.(‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.61.)
Görsel 101: Cemal Tollu, , 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, İş Bankası Resim Koleksiyonu.
(‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.62.)
306
Görsel 102: Salih Acar, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim Koleksiyonu.
(‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.63.)
Görsel 103: Anonim, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim Koleksiyonu.
(‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.64.)
307
Görsel 104: İlhami Demirci, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu. (‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.65.)
Görsel 105: İbrahim Safi, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Ziraat Bankası Koleksiyonu.
(‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.66.)
308
Görsel 106: Nazlı Ecevit, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Tekel Resim Koleksiyonu.
(‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.67.)
Görsel 107: Fahrettin Arkunlar, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu. (‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.69.)
309
Görsel 108: Eren Eyüboğlu, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu. (‘’Resim Tarihimizden: ‘’İş ve İstihsal’’ 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’’ kitabı, s.71.)
Görsel 109: Zeki Faik İzer, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi Resim
Koleksiyonu. (“Resim Tarihimizden: “İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması” kitabı, s.73.)
310
Görsel 110: Özden Ergökçen (Akbaşoğlu), istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Yapı Kredi
Resim Koleksiyonu. (“Resim Tarihimizden: “İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması” kitabı,
s.75.)
Görsel 111: Cevat Dereli, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, İstanbul Resim ve Heykel
Müzesi Koleksiyonu. (“Resim Tarihimizden: “İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması” kitabı,
s.77.)
311
Görsel 112: Ferruh Başağa, istihsal, 1954, tuval üzerine yağlıboya, 2x3 m, Cavit-Armağan Arca
Koleksiyonu. (“Resim Tarihimizden: “İş ve İstihsal” 1954 Yapı Kredi Resim Yarışması” kitabı, s.79.)
312
Görsel 113: Sanat ve Kültür Mükâfatları Jüri Kararları, (16 Eylül 1954, Akşam Gazetesi, s.2.)
Görsel 114: Resim Mükâfatları. (Akşam, 16 Eylül 1954, s.2.)
313
Görsel 115: Resim sergisinin satışları. (Anonim, 29 Eylül 1954, Akşam Gazetesi, s.5.)
Görsel 116: Afiş Mükâfatları. (Akşam, 16 Eylül 1954, s.2.)
Görsel 117: Musiki Mükâfatları. (Akşam, 16 Eylül 1954, s.2.)
314
Görsel 118: Bülent Tarcan, Sirto. (Nemutlu, Yapı Kredi Bankası 1954 Bale Müziği Yarışması, s.246249.)
Görsel 119: Bülent Tarcan, Zeybek. (Nemutlu, Yapı Kredi Bankası 1954 Bale Müziği Yarışması, s.246249.)
315
Görsel 120: Nuri Sami Koral, Bengi. (Nemutlu, Yapı Kredi Bankası 1954 Bale Müziği Yarışması,
s.267.)
Görsel 121: Nuri Sami Koral, Ağır Zeybek. (Nemutlu, Yapı Kredi Bankası 1954 Bale Müziği Yarışması,
s.270.)
316
EKLER:
Ek-1: İnas Sanayi-i Nefise Mektebi Yönetmeliğinde Belirtilen Derslerin
Süreleri ve Programda Yer alma Düzenleri, Sınav Tipleri ve Sınıf Atlama
Kuralları
“1. Kızların güzel sanatlar alanında geliştirilmesi ve kız okullarına resim
öğretmeni yetiştirmek amacıyla Sanayi-i Nefise Mektebi şubesi olmak üzere başlangıç
olarak bir resim dershanesi tesis edilmiştir. Daha sonra heykeltıraş yetiştirmek üzere
bir dershane daha kurulacaktır.
2. Resme karşı istidatlı olduğu imtihan ile tespit edilen ve yaşları on altıdan
aşağı olmayanlar resim dershanesine ücretsiz kayıt ve kabul edilir. Fakat çizimle ilgili
araç-gereçleri öğrenciler kendileri temin edeceklerdir.
3. Resim dershanesinde mücessem modellerden, alçı heykellerden ve tabiattan
karakalem, suluboya ve yağlıboya resimler yaptırılır.
4. Tahsil süresi üç sene olup her sene yarışma ile bir üst sınıfa geçilir. Her
senenin sonunda öğrencilerin yarışma işlerinden bir sergi düzenlenir.
5. Öğrencilere pratik eğitimden başka menâzır (perspektifli manzara), sınât-ı
nefise tarihi (sanat tarihi), teşrih (anatomi) dersleri de verilir. Her sene sonunda
(öğrencilerin) bu derslerden imtihana girmeleri mecburidir. Perspektif ve güzel
sanatlar tarihi haftada birer saat olup birinci sınıfta, anatomi dersi yine haftada bir
saat olmak üzere ikinci sınıfta okutulacaktır.
6. Muntazam olarak okula devam ederek tahsilini tamamlayan öğrencilere
diploma verilir.
7. Resim dershanesi Cuma gününün dışında her gün saat ondan akşam saat
dörde kadar açıktır. Bu süre içinde dershanede sürekli bir kız veya erkek öğretmen ve
bir de gözetmen bulunacaktır. İhtiyaç duyulursa ikinci bir öğretmen de tayin edilebilir.
8. Örnekler, her çeşit modeller ve sair eğitim malzemeleri okul idaresi
tarafından hazırlanır.
9. Okula düzenli bir şekilde devam etmeyen, okul idaresince uygun görülmeyen,
okul kurallarına uymayan öğrencilerin kayıtları derhal silinir”824.
Burcu Pelvanoğlu, “Türkiye’de Resim Sanatının Doğuşu”, Hoca Ressamlar, Ressam Hocalar
“Sanayi-i Nefise’den MSGÜ’ye Akademi Resim Hocaları Sergisi”, 1. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 2010, s.26.
824
317
Ek-2: 1923-50 Yılları Arasında Sanat Ve Sanatı Etkileyen Etmenler
“1923’den sonra;
1-Resmin sanatında son Osmanlı dönemi programlarının yeni temalara
yönelerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür ve sanat politikasına ayak uydurması.
2-Sanatçı kesimleriyle resmi ve yarı-resmi kurumlar arasındaki ilişkilerin
sürmesi.
3-Avrupa’da modern sanat akımlarına belirleyici bir yön veren ilkelerin,
özündeki içeriğin benimsenmediği yollarda kullanılması
4-Sanatçıların bireysel iç dünyalarını resim diline aktaracak bir duyarlılık
atmosferine sahip olmayışları.
5- Sanat yaşantısının sosyo-ekonomik yapıdaki belirti ve yönlendirmeler gereği
sınırlı bir özgürlük içinde bulunuşu.
6-Resimsel üslup etkinliğinin kesinlikle sanat eğitimi kurumunun tekelinde
bulunuşu.
7-Çağdaş Türk resim sanatının tarihsel gelenekler üzerinde temellendirilmesi
yolunda belirli bir tavrın ortaya konulmamış olması.
8-Resim sanatının tek yönlü gelişmesi, farklı eğilim ve üslup alternatiflerinin
gündeme gelmemiş olması”825.
825
Sezer Tansuğ, Türk Resminde Yeni Dönem, 4. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 1995, s.11.
318
Ek-3: 1950’den Günümüze Sanat Ve Sanatı Etkileyen Etmenler
“1- Sosyo-ekonomik yapının liberalleşmesi çabalarına paralel olarak sanatsal
davranışlar ve üslup değerlerinin bireysel özellikler kazanması.
2- Resimsel temaların seçiminde sanatçıların iç dünyaları ve kişisel
yaşantılarına ilişkin gerçekleri ön plana almaları. Dıştaki doğal ve toplumsal çevrenin
resim diline aktarılmasında özel yorum haklarının serbestçe kullanılmaya başlanması.
3- Sanayileşme ve kentleşme sürecinin hız kazanışına paralel olarak kentsel
temaların kırsal temalara tercih edilmesi. Düzensiz kentleşme ve nüfus yoğunlaşmasının
getirdiği sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlara karşı genişleyen ilgiler.
4- Sanat eğitiminde, sanayileşme ve ürün çeşitlenmesinden doğan biçimsel
tasarım ve tanıtım ihtiyaçlarının ele alınması, ancak sanayide dışa bağımlılık yüzünden
bu tür programların başarıya ulaşamaması.
5- Batı’daki sanat ve düşünce akımlarının daha hızlı bir tempoyla izlenmesinde
yeni zorunlulukların ortaya çıkması.
6- İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’de doğan sanat akımlarının Avrupa’da
etkinlik hakları araması sonucunda, ortaya çıkan kültürel savaşım ve rekabetten
Türkiye’ye de birtakım yeni üslup sorunlarının yansıması.
7- Resim alanında evrensel değerler savı karşısında yerel-ulusal kültürlere
ilişkin değerler sorununun güçlenerek gündemde kalması.
8- Ülkede resimsel üslup etkinliğinin sanat eğitimi yapan kurumlar dışında
gerçekleşmesi.
9- Figüratif ve soyut eğilimler alanında ortaya konan alternatif üslup
çabalarının yeni teknikler ve çeşitli malzeme kullanımıyla farklılaşan yeni boyutlara
yönelmesi.
10- Liberalleşme ve serbest piyasa ekonomisinin geçerlilik kazanması
sonucunda resmin bir meta olarak yatırım ve sanatsal değer ikileminden oluşan yeni bir
kültürel boyut kazanması”826.
826
Tansuğ, a.g.e., s.11-12.
319
Ek-4: Vilayet Tabloları Sergisi İçin Mahmut Cûda’nın Kabul Edildiğine
Dair Mektubu
“Sayın Mahmut Cûda,
Aynalı Çeşme Caddesi 69/3 Beyoğlu/İstanbul
T.B.M.M. Yeni binası için yapılacak Vilayet Tabloları gezisine iştirak hususunda
vaki müracaatları tetkik eden alâkalı heyet bu geziye katılmak üzere talipler arasında
sizi de seçmiş bulunmaktadır.
Tablolarınızla temsil etmek üzere etütlerinizi mahallinde yapacağınız vilayetimiz
aynı heyet tarafından tespit edilmiş olup aşağıda bildirilmiştir.
Şartnamenin 8’inci suretiyle en geç 15.10.1955 tarihine kadar T.B.M.M. İdare
Amirliğine gönderilmesini
rica ederim.
Aksi
halde yerinize bir başkasının
gönderilmesine zaruret hâsıl olacaktır.
Şartnamede yazılı meblağ muvafakat mektubunuzun akabinde ilişik formda
yazılı adresinize gönderilecektir.
Gideceğiniz vilayette kendinizi Valiye tanıtmak suretiyle işe başlamanızı rica
ederiz.
Seçilmeniz dolayısıyla tebrik eder, hazırlayacağımız eserler için başarılar
dileriz.
Gideceğiniz Vilayet: Edirne
Saygılarımla,
İdare Amiri”827.
827
Kıymet Giray, Mahmut Cûda, 1. Basım, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2002, s.33-35.
320
Ek-5: Avni Memedoğlu tarafından kaleme aldığı “Yenidal Grubu Ressam
ve Yontucuları’nın Sanat Bildirgesi”
“Bireylerin ve toplumların gelişip ilerlemesinde Eğitim en başta gelen bir
faktördür. Eğitimin en önemli araçlarından birisi ise hiç kuşkusuz Güzel Sanatlar’dır.
Bu nedenle birçok ülkede olduğu gibi, bizim ülkemizde de tüm eğitim kurumlarında
Güzel Sanatlara yer verilmiş bulunmaktadır. Ama ne yazıktır ki, başta İstanbul Güzel
Sanatlar Akademisi olmak üzere, diğer tüm okullarımızda bugüne değin Güzel Sanatlar
Eğitimi adına “Batı Kültür Aktarmacılığı”nın dışında hiçbir şey yapılmamıştır.
Uygarlıklar hiç kuşkusuz birbirlerinden etkilenirler. Geçmiş Bilim (Tarih) bunu
kanıtlamaktadır bizlere… Ne var ki çağımızda Toplumsal Bilincin özüne varmış uluslar
ve ülkeler, teknolojik gelişmenin yanı sıra, kültürel alanda da kendi ürünlerini,
kendilerinin olan Kültür ve Sanat üretmenin de kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu kesin
yargısı ve kanısı içindedirler. 1935’lerden sonra, Batılılaşma çabasını Kendinden
Uzaklaşma biçiminde yorumlayan sözümona uzman ve sanatçılar, bazı bürokratların
bilgisizliğinden yararlanarak, özellikle İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne
çöreklenmiş kısır, yoz ve kozmopolit Alafranga Sanat anlayışının, diğer bir anlatımla
Batı Kültür Emperyalizminin ‘Türkiye ajanlığını’ üstlenmiş bulunmaktadırlar. Bu
nedenle çağdaş uygarlık düzeyinde ve uluslararası arenada bir varlık göstermemiz
kesinlikle olanak dışıdır. Kendilerini sahte birer şöhret yaptırarak, kötü ürünleriyle yeni
kuşakların ve halkımızın duygu ve beğenisini yozlaştırıp dejenere eden, sanat
piyasamızı tekellerine almış olan bu tür asalak ve sömürgenlerin maskelerini
düşürmenin sırası çoktan gelmiş bulunmaktadır. Bunu bir Yurt ve İnsanlık Görevi ve Bir
Meslekî Sorun olarak benimsemiş olan bizler Yenidal Grubu’nu kurmuş bulunuyoruz.
Sanatta amacımız: İşçi sınıfı ideolojisi ve bilimsel gözlemciliğin ışığı altında,
gerçekçi ve somut bir süje kavrayışı ile her türlü bireysel ve hasta psikolojilerden ırak
olarak, toplumsal ve halkçı bir sorumluluk duygusu altında, öteden beri ülkemizde
yaygın ve bulaşıcı bir moda salgını olan her türlü alafrangalığın ve sanatta geleneği
şovenist, gerici, tutucu ve bağnaz bir kafayla eskiye özlem ve hayranlık biçiminde
yorumlayan köhne Alaturkalığın dışında, Batı kültür emperyalizmin ve tüm kozmopolit
akımlara, bireyci, biçimci (formalist) ve neme gerekçi sanat anlayışına, burjuvazinin en
pis tutkusu olan kariyerizm’e kesinkes karşı bir tavırla; halkın heybesinde, kiliminde ve
giysilerindeki folklorik motifleri tuvaline aktararak, köylü urbasını herhangi niteliksiz
321
bir insan figürüne giydirerek halk sanatı yaptığını savlayan Bedri Rahmi popülizmi’ne
karşıt bir bilinçle, slogancılığa ve didaktizm’e kaçmadan, yaratıcılığı öge alarak ulusal
ve yöresel tema, biçem ve yöntemler içerisinde iyimser bir dinamizmle evrensel
boyutlara varmaktır. Biz Yenidal Grubu Sanatçıları Ezilen’in ve Namuslu Aydın’ın
sanatçılarıyız…”828.
Vildan Işık, Türk Resminde 1930-1970 Tarihlerinde Yapılan Sanat Tartışmaları Ve Tartışmaların
Odağındaki Sanatçı: Bedri Rahmi Eyüboğlu (Yüksek Lisans), Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2007, s.80-81.
828
322
Ek-6: Avni Memedoğlu’nun tutuklanmaları hakkında söyledikleri ve
haklarında açılan davadan çıkan karar
“Yenidal Grubu olarak ikinci sergimiz Nisan 1961’de yine Şehir Galerisi
salonlarında düzenledik. Bu sergide kurucu arkadaşlarımızın dışında Balaban yer
almıştı. Babıâli, Akademi ve malum sanat çevrelerinin etkisiyle Sıkıyönetim’den de
yararlanan “Muhbir vatandaşla” görevlerini yapıp komünizm propagandası yaptığımız
savıyla gammazlayınca bu sergi 5. gününde savcılıkça kapatıldı ve sergide yer alan
toplam 15 eser ve biz sanatçılar da –meşhur(!), hukukçu ve ressam profesörlerinbilirkişi raporlarına dayanılarak tutuklandık.
Bilirkişi raporunda tablolarımızın sanat ve estetik değeri taşımadığı iddia
edilmektedir, yani “teknik unsurlardan mahrumdur” deniliyor. Madem öyle, Güzel
Sanatlar Akademisi müdürü iken Zeki Faik ey bizlere diplomalarımızı para karşılığı mı
verdi? Yoksa Marta’nın Varşova ve Paris Güzel Sanatlar Akademileri’nden aldığı
diplomaları da mı Zeki Faik Bey vermiştir? (…) Biz bugün kökü dışarda bir isnat ve
zanla itham edilmekteyiz. Hâlbuki esas itibariyle elli altmış yıldan beri milli bir Türk
sanat muhitini ve dolayısı ile Türk halkını sarmasında âmil Zeki Faik ve o kuşağa
mensup sözde ressamların, bugün bizim yerimizde suçlu sandalyesinde olmaları
gerekirdi.
Haklarında açılan davadan aşağıda yer alan karar çıkar:
AD:961/260 18 Temmuz 1961
Esas:961/260
Karar: 961
SUÇ:
1- Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya
sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak için propaganda yapmak
2- Halkı askerlik hizmetinden soğutmak yolunda telkinde bulunmak. Yukarıda
adları geçen ressamların vücuda getirdikleri resimler hakikaten menşei Sovyet
Rusya’da olan sosyal realizm cereyanının esaslarına uygundur. Resimde sosyal realizm
cereyanını Fransa’da temsil eden komünistlerin yaptıkları resimler arasında dikkate
şayan benzerlikler vardır. Bununla beraber teşhir edilen resimlerin arz edilen cereyana
323
mutabık olması dolayısı ile komünist propagandası yapıldığını kati olarak ifade
edebilmek de mümkün değildir; zira mevzubahis istikametteki resimlerin, komünist
propagandası maksadı ile yapılıp yapılmadığını tayin için bunu yapanların
maksatlarına nüfuz etmek lazım gelir. Bir sanatkârın herhangi bir propaganda gayret
ve maksadı dışında işçi köylü sefaletini eserine mevzu ittihaz etmesi, sınıf tezatlarını
tasvir eylemesi mümkün ve caizdir. Sefaletin sanatta mevzu teşkil etmeyeceği tarzında
bir neticeye sevk edecek mütalaaların verilmesi elbette mümkün olmaz. Binnetice çeşitli
suretlerde tefsire müsait mahiyet arz eden tetkik konumuz resimleri, sırf komünist
propagandası şeklinde telâkki edebilmek mümkün gözükmez. Yukarıda arz olunduğu
üzere sosyal realizm cereyanına mutabık mahiyet arz eden bu resimlerin teşhiri bazı
mütefekkirler üzerinde gayrı müsait tesirler yaratabilir. Sanat ve estetik bakımından ise
teşhirlerinde bir faydaya intizar edilemeyeceği kanaati hâsıl olmuştur”829.
829
Işık, a.g.t., s.82-83.
324
Ek-7: Beral Madra İle AICA Hakkında Söyleşi
“1 - AICA International"dan söz eder misiniz? Ne zaman kurulmuş, uluslararası
sanat ortamındaki etkinliği ve önemi nedir?
Uluslararası AICA 1948 ve 1949’da Paris’de UNESCO merkezinde yapılan iki
kongre ile kurulmuş. Amaç, savaş sonrasında çağdaş yaratıcılığı desteklemek, sanat
eleştirmenlerinin sanatçılara ve topluma karşı sorumluluklarını belirlemek ve sanat
tarihine katkılarını geliştirmek olarak belirlenmiş. 1951’de NGO (STK) olarak kabul
edilmiş. Görsel sanatlarda eleştirel disiplinlerin desteklenmesi, yöntemlerin ve ahlaki
temellerin belirlenmesi, derneğin üyelerinin haklarının savunulması, uluslararası bilgi
akışının ve iletişimin sağlanması, farklı kültürlerin yakından tanınması ve anlaşılması,
gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında sanatsal iletişimin kurulması gibi
ana ilkeler geçerliğini koruyor. 71 ülkede şubesi olan AICA’nın kongreleri küresel
kültür gelişmelerine temel hazırladı.
2 - AICA Türkiye’nin kuruluşundaki en önemli motivasyon ne oldu? Üyeleriniz
kimler...
Türkiye’deki kültür sanayii gelişmeleri AICA gibi bir derneğin kurulmasını
kaçınılmaz kıldı; kültür sanayii içinde eleştirel ve görsel düşüncenin önemi bu tür
üretimi yapan insanların ortak hak, çıkar ve eylemler açısından biraraya gelmelerine
neden oldu. İlişkilerim dolayısıyla bu işi başlatmak da bana düştü. 90’lı yılların
ortasında uluslararası AICA bağlantılı olarak bir dernek kuruldu, ama bir sure sonra
etkisiz kaldı. 1998’de Modernlikler ve Bellekler sergisi sırasında İstanbul’a davet
ettiğimiz Ramon Tio Bellido (Uluslararası AICA genel sekreteri) şube kurmamı istedi.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sıraselviler kampüsünde sanat ve kültür alanında etkin olan
15-20 kişiyi biraraya topladım; ancak toplantı sonucunda kimse dernek kurma
sorumluluğu üstlenmek istemedi. 2002’de başkan Kim Levin ve ondan sonra başkan
olan Henry Meyric Hughes’in ısrarlarıyla derneği kurmayı üstlendim. AICA Türkiye bir
STK’dır ve zaman içinde 20.yy ve günümüzü kapsayan sanat tarihi, sanat ve kültür
üretimi ve etkinlikleri alanlarında çalışan eleştirmen, sergi yapımcısı (küratör), sanat
uzmanı/danışmanı, sanat ve kültür yayıncısı ve editörü, TV sanat ve kültür programcısı,
belgesel film yapımcısı gibi meslekleri çatısı altında toplayacaktır.
325
3 - 50 yıl önce AICA’nın Türkiye’de yaptığı Genel Kuruldan söz eder misiniz?
Nasıl gerçekleşmiş, önemi neydi...
Uluslararası AICA’nın 1954’de İstanbul’da yapılan kongresi kuşkusuz
rastlantısal değil; Türkiye’nin NATO üyesi olmasının ve de Batı ile kültürel ilişkisini
pekiştirmesinin sonucu olsa gerek. O dönemdeki sanatsal üretimin de bu tür bir uluslar
arası heyetin önüne çıkma gereksinimi olsa gerek. Bilindiği gibi, Aliye Berger
Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin 1954 yılında İstanbul’da toplanan
kongresi nedeniyle Yapı Kredi Bankası’nın düzenlediği yarışmada ilk yağlı boya
çalışmasıyla birincilik ödülünü aldı. Dikkatimi çeken başka bir özellik de bu işe özel
sektörün destek vermesi; belki de günümüzdeki anlamıyla ilk sponsorluk eylemi sayılır,
bu. Kuşkusuz bir kadın sanatçının ödül almış olması da rastlantısal değil. Ancak, bu
olayın Türkiye’deki resim ve sanat eleştirisi gelişmesine ne boyutta katkı sağladığını
tartışmak gerekiyor.
4- AICA Türkiye olarak kısa sürede pek çok etkinlik yaptınız, bunlardan söz eder
misiniz?
AICA Türkiye, daha kurulma aşamasında sanat eleştirisi ve küratörlük üstüne
uluslararası bir Çalıştay ve Açıkoturumu 8.İstanbul Bienali çerçevesinde Avrupa Kültür
Vakfı (Amsterdam) fonuyla, Uluslararası AICA Bürosu (Paris), Uluslararası Manifesta
Vakfı, Avrupa Kültür Derneği, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Borusan Kültür ve Sanat
Merkezi, Bir Kültür Sanat Merkezi işbirliğiyle ve Eczacıbaşı Holding, Om Yayınevi ve
Beyoğlu Belediyesi sponsorluğunda gerçekleştirildi. Bu etkinlik uluslararası ve Türkiye
sanat/kültür ortamına sunulmak üzere kitaplaştı. Kitap, Türkiye kültür ve sanat
ortamının, küresel kültüre güncel katkısı olmaktan öte, AB’nin kültür politikaları
değişirken, özellikle Ortadoğu ve Güney Kafkasya’nın AB’ye açılan merkezi sayılan
İstanbul’da gerçekleşen sanat/kültür tartışmalarının, AB ülkelerine yansıtılması
açısından önemli bir işlev de taşımaktadır. 8 Mayıs Avrupa gününde Avrupa Kültür
Derneği ile ortak bir sempozyum düzenledik; bu da kitaplaşıyor.
5 - Birinci yılınızı iki ödülle perçinliyorsunuz. Ödülleri kimlere verdiniz, neden?
Ödülün çağdaş sanat alanındaki çalışmalarıyla yerel ve uluslararası platformda öncü
bir tavır sergileyen sanatçılara verilmesi kararlaştırıldı. Aliye Berger’in zamanın
ruhuna yanıt veren, sanatın yönünü değiştirebilen, topluma yeni bir vizyon sunan
ilerici, sıra dışı ve yürekli tutumu, ödül verilecek sanatçının seçiminde bir kıstas
326
olmuştur. AICA Türkiye yönetim kurulu bu yılki ödülün, Sarkis ve Füsun Onur’a
verilmesine karar vermiştir. Bu etkinlik için bize Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.
Ş. ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi destek veriyor.
6 - Sanatın her alanında eleştiri yoksunluğundan yakınılırken, Türkiye’nin hem
de uluslararası bir sanat eleştirmenleri derneği olması bu alanda yeterli birikimi
olduğunu mu gösteriyor, ne dersiniz?
Yaşadığımız bölgede- yakın geçmişin özgürlük travmalarında karşın - en
gelişmiş demokrasi Türkiye’de ve eleştirel düşüncenin sağlam temelleri var; geleneksel,
modern ve post-modern sanat üretiminin birikimini de eklerseniz, eleştiri yok demek
için bir neden yok. Ne ki, yaratıcılık üretimini besleyen parasal kaynakların özgür
eleştiri süreçlerine müdahalesi söz konusudur. Özellikle bu noktada AICA gibi
derneklerin varlığı önemli olabilir. Bağımsızlık sağlamak açısından fonların
yönlendirilmesi sağlanabilir.
7 - Uluslararası kimliğiniz, AICA Türkiye ve üyeleri için ne gibi avantajlar ve
dezavantajlar içeriyor?
Ben, birikimimi, deneyimimi ve ilişkilerimi benden sonraki kuşağa aktarma
dönemindeyim; bunu ne kadar yoğun ve çabuk yaparsam o kadar iyi olur. AICA Türkiye
üyelerinin bu durumdan yararlanacağını umut ediyorum. STK çıkarları ile özel çıkarlar
arasında bir çatışkı olabilir; başkan olan kişinin bu çatışkının üstesinden gelmesi ve
STK yararına çalışabilmesi gerekiyor. Bunu başarıp başaramadığımı birlikte
göreceğiz...
Radikal için söyleşi, Ocak 2006”830.
830
http://aicaturkey.org/_files/aica_beral-madra-ocak-2006-aica-hakkinda-soylesi.pdf (Erişim Tarihi:
22.10.2018)
327
Ek-8: Bir Ressamın Sancılı Doğumu, Türk Ressamları Beynelmilel Sanat
Jürisi Karşısına Çıkacak
“Yapı ve Kredi Bankası’nın 9 Eylül 1954’te kuruluşunun onuncu yıldönümü
münasabetile tertiblediği sanat mükâfatları ve kültür yardımları arasında yer alan
resim müsabakasına, Türkiye’nin iktisadî hayatından çeşitli istihsal faaliyetlerini
gösteren tablolar katılacaktır.
Yapı ve Kredi Bankası, yağlı boya tabloların 2x3 eb’adında olmalarını şart
koşmakla, Türkiye’nin Üniversite, Akademi, Enstitü, fabrika, hastane, Bakanlıklar ve
diğer büyük âmme müesseseleri binalarının boş duran duvarlarının süslenmesi ile
çalışmada rahatlık, halkın gözüne güzellik ve refahlık getirecek olan “çıplak duvarlar
dâvasını halletme” yolunda güzel bir adım atmış olacaktır. Dolayıile sanatçılara geniş
iş imkânları açılacaktır. Bu müsabakaya 36 eser katılmış bulunmaktadır. Birinciden
onuncuya kadar verilecek mükâfatların yekûnu 16 bin lirayı tutmaktadır.
Beynelmilel Sanat Tenkidcileri Birliği’nin eylül ayında şehrimizde yapacakları
5’inci kongreleri devamınca hazırlanan programda yer alacak olan “Türkiye’de İş ve
İstihsal” resim sergisi 11 Eylül’de Spor ve Sergi Sarayı’nda açılacak ve 17 Eylül Cuma
günü saat 15’te beynelmilel jüriye gösterilecektir. Bu jüriyi teşkil edecek tenkidcilerden
ve ressamlardan Lionelli Venturi (İtalya), Herbert Read (İngiltere) ve Raymond
Cogniat (Fransa)’dan gelen mektublarda bu teklifi çok müsbet karşıladıkları
öğrenilmiştir. Böylece Türk ressamları ilk defa beynelmilel bir sanat jürisi karşısına
çıkmış olacaklardır”831.
Anonim, Bir Ressamın Sancılı Doğumu Türk Ressamları Beynelmilel Sanat Jürisi Karşısına Çıkacak,
Cumhuriyet Gazetesi, 3 Eylül 1954.
831
328
Ek-9: Aliye Berger Anlatıyor
“Yapı ve Kredi Bankası’nın tertiplediği büyük resim müsabakasında Birinci
Mükâfatı alan Aliye Berger, bilindiği gibi, sanatçı bir ailenin kızıdır. Romancı ve
hikâyeci Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı) ağabeyi, ressam Fahrinnüsa Zeid ablası,
seramik sanatçısı ve Füreya Kılıç, ressam Nejat Melih ve tiyatro aktristi Şirin Devrim
yeğenleridir. Aliye Berger’in bundan altı yıl evvel vefat eden eşi Şarl Berger
memleketimizde birçok keman ve viyolonsel sanatçıları yetiştiren değerli bir müzisyen
ve estetikçiydi. Bayan Berger’i Beyoğlu’ndaki küçük apartmanında ziyaret ettik.
Sorularımıza verdiği cevapları aşağıda bulacaksınız:
Sizi bugüne kadar bir gravür sanatçısı olarak tanıyorduk. Yağlı Boya ile
çalışmaya ne zaman başladınız?
“Çok zaman evvel bir gün Ada’daki evin bahçesinde Fahrinnüsa resim yaparken
fenalık geçirdi, paleti elinden bıraktı, içeri götürüp, yatağına yatırdılar. Büyük bir
paleti vardı. Üzeri güzel renklerle kaplıydı. Fırçalar da orada duruyordu. O güne kadar
(bu hadise 16 yıl evvel cereyan etmiş) resim yapmak hiç aklıma gelmemişti. Alt kattaki
salonun pencerelerinde tavandan aşağı kadar büyük perdeler sarkardı. O perdelerden
birinin arkasında Fahrinnüsa’nın tuvalleri dururdu. Ortalık dağılmasın diye oraya
koyarlardı. Perdenin arkasından küçük bir tuval alıp bahçeye çıktım. Vakit öğleden
sonraydı, bahçe çok güzeldi. Bahçenin öbür ucunda bir ahır, ahırın yanında içini
çocukluğumdan beri merak ettiğim, duvarı ve kapısı kırmızı boyalı küçük bir oda vardı.
Kandil geceleri o odadan kandil fenerleri çıkarıp yakarlardı, ertesi gün fenerler
ortadan kaybolurdu. Boyaları görünce kandillerin odası aklıma geldi. O tarafa doğru
gittim, havuzun başında ilk resmimi yaptım. Aynı gün Nejad da o boyalara kapılmış,
annesi içerde yatarken o da bir tahta parçasının üzerine ilk resmini yapmış. Nejad o
zaman on iki yaşındaydı. O gece korka korka Fahrinnüsa’nın odasına girip
resimlerimizi
gösterdik.
Korkuyorduk
çünkü
boyalarıyla
oynanılmasına,
hele
fırçalarının ellenmesine çok kızardı. Yaptığım resmi beğendi. Nejad’ınkini daha çok
beğendi. Nejad iki renk üzerine çalışmıştı o resimde. Sonradan o devam etti, ben
bıraktım. Hayat karıştı ondan sonra. Ama arada bir gene de çalıştığım oldu.”
Aliye Berger’den ilk resmini bize göstermesini rica ettik.
329
“Gösterilecek bir şey değil” dedi. “Hala sakladığımı söylemeyin kimseye, o
resim Berger’in hoşuna giderdi, benden habersiz Fruhterman’a gönderip çerçeveletmiş,
onun için duruyor hala.”
Resmi gördük. Soluk kırmızı duvarlı, ahşap, kulübemsi bir odanın üzerine
alabildiğine sık, yeşil yeşil sarmaşıklar abanmış… Ön planda kuru bir havuz… Resmin
“ben bir ilk denemeyim” diyen bir hali var, ama yine de oldukça ustalıklı. Aliye
Berger’in yaptığı ikinci tablo çok daha hoşumuza gitti. Cıvıl cıvıl, neşeli, renkl,
ötekinden çok daha ustaca ve rahatça çalışılmış bir çiçek tablosuydu bu. Onun da bir
hikâyesi var: “Ayla Erduman kocamın talebesiydi. İlk konserini vermiş, büyük başarı
kazanmıştı. Ayla sekiz yaşındaydı o zaman. Konserden sonra Erduran’lar kocama
büyük bir çiçek buketi gönderdiler. İçimden geldi, o çiçeklerin resmini yaptım.”
Bayan Berger kıyıdan köşeden, eşyaların arkasında yığılı duran çerçevelerin
içinden bir iki eski tablosunu daha çıkardı. Duvarda Fahrinnüsa Zeid’in çok hoşumuza
giden bir portresi asılıydı. “Bunu kim yaptı?” diye sorduk. “Ben” dedi. “Yazık” dedik,
“Bunca yıldır yağlı boya üzerine çalışsaydınız mükâfat kazanan tablonuzda eriştiğiniz
usluba varmadan evvel başka başka tarzlardan birçok eser vermiş olacaktınız. Bundan
sonra yapacaklarınız, bugüne kadar yapmamış olduklarınızın yerini almayacak.
Doğmadan öldü bütün o çoçuklar.”
“Veremedim kendimi, fırsat olmadı. Hayat kaygusu… Fakat ömrüm boyunca
sanat, hayatımın son derece mühim bir parçasıydı. Sanat konusunda karşılaştığım yeni
bir fikir benim için muazzam bir ehemmiyet taşırdı. O fikri çeşitli cephelerden tetkik
ederdim. Benim için yaşayan bir insan kadar mühim olabilirdi o fikir.”
Kocanızın vefatından sonra resim yapmaya başladığınız zaman niçin gravürü
yağlı boyaya tercih ettiniz?
“Çünkü ıstırabım çok büyüktü. Dünyayı renkli olarak göremiyordum. İkinci bir
sebep daha vardı. Bunu izah etmek güç: gravürde bakır üzerine çalışıyordum ve bakırın
ışığı altındaki parıltısı beni çekiyor, yaratmak istediğim şekillere hayat veriyordu.
Aslında sadece benim hayalimde mevcut olan şekiller, o parıltıda bir serap gibi
beliriyor ve ben bakırım üzerinde çalıştıkça o serap hakikat oluyordu. Hayatta büyük
bir felakete uğramıştım, şekiller bakırı nasıl kaplıyorsa, sanatım da benim hayatımı aynı
şekilde dolduruyordu adeta. Bakır levhayla, boşalan ve doldurmaya çalıştığım
hayatımın ahengi aynıydı.”
330
Müsabakada birinci mükâfatı alan tablonuzu nasıl hazırladınız?
“O tablonun üzerinde çok düşündüm. Göze fazla çarpan, tablodan dışarı
fırlayan şekillerden hoşlanmam. Bir odanın, bir köyün, bir şehrin veya bir insanın
muayyen bir zaviyeden görünüşünü canlandırmaya kaçınmaya çalışmak gerektiğine
inanıyorum. Kendi hesabıma hayatı bütünü ile umumi olarak görmek istiyorum. O
tabloda toprak, deniz ve güneşle haşır neşir olan insanları, musikiden bir misal verecek
olursam, Mozart-vâri diyebileceğim motiflerle işlemek istedim. Bir köşeye buğday yüklü
bir araba, başka tarafa buğday yıkayan kadınlar, bir fabrika, bir koyun sürüsü koydum.
Sonra süngercileri ele aldım. Ege kıyılarında denize dalan süngerciler, suyun dibinde
eski zamanlardan kalma toprak küpler bulurlarmış. Bizim Ada’daki evde de vardı o
küplerden. Kadınlar süngercilerin içine sünger doldurdukları küpleri omuzlarına vurup
eve yollanırlarmış. Tablonun sağ tarafı bunlara dair. Sonra denizin çizgilerine,
balıkları göstermeden, balıkların suyun içindeki hareketini, çırpınışını vermeye çalıştım.
Ayrıca bir köşede bir sepet dolusu balık var.”
Hâlbuki tablonuzda Türkiye’nin istihsaline dair bir şey göremediklerini iddia
edenler oluyor?
“İstihsal sembolü diye büyük büyük koyunlar koyamazdım ya! Uzaktan bakılınca
bir koyun sürüsü otlağın bir parçası gibi görünür, tabiatla birleşir. Ben de öyle yaptım.
O tablonun bir köşesinde güneş doğmadan balığa hazırlanan balıkçılar vardır. On gün
uğraştım o küçük detaylar üzerinde. Bütün bunların tablonun içinde ayrı ayrı motifler
halinde kaldığını kabul ediyorum, fakat maksadım oydu zaten.”
Ailenizin bu kadar çok sanatçı yetiştirmiş olmasına ‘’Şakir Paşa ailesi
mucizesi’’ diyenler var. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?
“Karahisar civarında, Kabaağaçlı’lar diye bilinen ailem bir vakitler yetiştirdiği
ülemalarla ün salmış. Babaannemin ailesinin de bütün erkekleri hattatmış. Babam
İstanbul’da erkânı harbiye zabiti iken resim yapmaya hevesliymiş. Amirleri “bu
delilikten vazgeçmesi” için kendisini iki hafta hapse atmışlar. Babamın yaptığı iki
minyatür hiç fena değildir. Annem, Girit’te mektebe giderken resimde birinciliği
kazanmış. Oniki yaşındaymış o zaman. Mükâfat kazanan resmi Cevat ağabeyimdedir.
Çok güzel bir resim… Annem sonraları da ipekli kumaş üzerine yağlı boya resimler
yapar, bunları tablo gibi evin duvarlarına asardı. Çok titiz bir kadındı. Resmin
kirlendiğini görürse, kirlenen yeri bir kelebek resmiyle, leke küçükse bazen bir tırtılla
331
örterdi. Annem tahsilimize çok ehemmiyet verirdi. 1914 Harbi’nde üstümüze başımıza
bakmaz, fakat hepimize Farısî, Arapça ve Kuranı Kerim dersleri aldırırdı. İstanbul’da
bir zamanlar Madame Racotti’nin mektebi vardı. Sonradan oraya gittim. Ayrıca piyano
ve resim dersleri alırdım. Yıllarca siyah bir bluz, siyah eteklik ve erkek kravatı taktım. O
üniforma beni renk düşkünü yaptı. Hâlâ siyah elbise giyemem.”
Müsabakada birinci mükâfatı almanız bugünlerde isminizin etrafında çeşitli
dedikodulara yol açtı. Tablonuzu beğenmeyenler veya başarınızı çekemeyenler
arasında, üç milletlerarası şöhrette tenkidciden teşekkül eden jüriyi “resimden
anlamamkla” itham edenler bile oldu. Bu dedikodular hakkında ne düşünüyorsunuz?
Size samimi olarak olarak şunu söyleyeyim: bu gibi şeylerle uğraşmaya vaktim
yok. Sıhhatim iyi değil, daha ne kadar yaşayacağımı Allah bilir. Geçirdiğim büyük
ızdıraptan sonra, geceleyin kendi kendime gözlerimi kapar, çektiğim acıya gösterdiğim
tahammülün bari hayatta bir şey yaratmama vesile olması için dua ederdim. Sanat
meseleleri kalbimin atışı kadar bana yakındı ve bunu Berger’e medyundum. Kocam
gerçekten büyük bir estetikçiydi. Sanatta disiplinin ne demek olduğunu bana o öğretti.
Mademki hayatımın Berger gibi bir insanla paylaşmak bana mazhar olmuştu, onu
kaybettikten sonra, hayatta benim için arzulacak tek şey bir şeyler yaratabilmek için
çırpınmaktı. Kışın sonuna doğru bir sergi açmaya aklıma koydum. Şimdiki halde
mevzularımı teker teker kafamın içinde tasarlıyorum. Bir an evvel, bir dakika
kaybetmeden çalışmaya başlayacağım. Onun için hakkımda ne iyi, ne de kötü
dedikodularla uğraşmaya vaktim yok. Bu sabah Yapı ve Kredi Bankası’nın mükâfatını
aldım, ilk işim boya ve tuval ısmarlamak için teşebbüse geçmek oldu. Çalışmaktan, iyi
bir şeyler yaratmak için uğraşmaktan başka bir şey düşünmüyorum”832.
832
Tunç Yalman, Aliye Berger Anlatıyor, Vatan Gazetesi, 19 Eylül, 1954.
332
Ek-10: V’inci Beynelmilel Sanat Tenkidcileri Kongresi
“Günlerden beri İstanbul, birbirinden mahiyetçe farklı, fakat ikisi de büyük
değer taşıyan sanat hareketlerine sahne oldu. Bir taraftan dünyada eşine rastlanmaz
mükemmellikteki Türk Halk Oyunları; okul, akademi, metod, koreografi görmemiş,
katıksız halk sanatının örneğini verdiler. Diğer taraftan dünyanın tanınmış sanat
tenkidçileri milletlerarası bir kongrede toplanarak plastik sanat meselelerini
konuştular, münakaşa ettiler. Biri kalbi heyecanlandıran, diğeri kafayı işleten bu iki
hadise ile bizde de eylül ayı, sanatta ölü mevsim olmaktan çıkıp biraz Avrupadakine
benzedi.
8 Eylülde başlayan Beynelmilel Sanat Tenkidcileri Birliğinin AICA, 5’inci
kongresi, G. S. Akademisindeki çalışmalarını bitirdi. AICA “Association Internationale
des Critiques d’Art” 1948’de kuruldu. İlk kongresini 1949’da Paris’te yaptı. Sonra
Biennale de Venise, Amsterdam, Lahey, Zürih, Lozan ve Dublin kongre ve toplantıları
takip etti. Birlik Başkanı ve Belçika delegesi M. Paul Fierens Birliğin gayesini
açıklıyor:
“Gayemiz
doğrudan
doğruya
sanatın
savunulmasıdır.
Faaliyetimiz
UNESCO’nunkine paraleldir.” Bu Birliğin ve kongrelerinin, plastik sanatlar meseleleri
ile uğraştığı gelen tenkidcilerden ve zaten “art” kesimesinin yabancı dilde plastik
sanatları kastedmesinden anlaşılıyor. Paul Fierens’le beraber, tanınmış tenkidcilerden
Lionello Venturi (İtalya), Herbert Read (İngiltere), J. J. Sweeney (B. Amerika), Otto
Benesch (Avusturya), G. Huismann, Pierre Francastel, J. Leymarie, G. Pillement
(Fransa), Will Grohmann (Almanya) ve Birlik Sekreteri Bn. S. Gille Delafon (Fransa),
gelenenler arasında… Türk seksiyonu Nurullah Berk’in başkanlığında. J. Lassaigne ve
R. Cogniat mazeretleri sebebiyle gelememişler… Kongrenin ilk gününde ‘’Doğu-Batı’’
konusunun ele alınması, memleketimizin plastik sanatlar tarihçesi ve gelişmesine
aidkonuşma ve raporlara fırsat verdiği için bize göre özellik taşıdı. Prof. Celal Esad
Arseven klasik Türk sanatının Doğu memleketleri eserleriyle karıştırılması hatasına
işaret etti. Otto Benesch, Françoise Henri, Nurullah Berk, Sweeney, S. K. Yetkin ve W.
Grohmann’ın konuşmaları ilgiyle dinlenmiştir.
Kongrenin ikinci günü (9 Eylül) hayli heyecanlı ve zevkli geçiyor. “Sanat tenkidi
ve felsefe” konusunda meşhur sanat filozufu sevimli ihtiyar Lionello Venturi eski nesil
ile yeni neslin platik sanat görüşleri arasındaki farka dokunuyor ve asıl meselenin
333
“mutlak”ın tesbiti olduğunu söylüyor. Açılan münakaşada P. Francastel dinamik ve
inandırıcı konuşmasıyla Venturi’ye, “hayat, insan ve gerçek” unsurlarına temasla
cevap veriyor. Muhakkak ki P. Francastel kongrenin en enteresan tipi. Kısacık boyu,
zayıf vücutlu, gözlüklü bu adam kürsüye gelince ilerlemiş yaşına rağmen öyle dinamik
konuşuyor ki havayı elektriklendiriyor. Paris’te Sorbonne’da sanat tarihi ve sosyoloji
profesörü olmak kolay değil! Ne gariptir ki konuşmamızda bana “Sosyolog
kelimesinden nefret ettiğini, felsefeyi topyekün inkâr ettiğini, sanatı tarihi bir gözle
görmek ve cemiyette yaşanan bir varlık olarak incelemek gerektiğini” söyledi. Bu
sebeble Venturi-Francastel münakaşası tam filozuf-tarihçi çatışması manzarası arzetti.
Aynı gün münakaşaya katılan J. Leymarie’yi köşeye çektim. “Bence kelime üzerinde
fazla durularak konuşmalar uzuyor. Dublin’de de aynı meselelere girdik.” dedi. Aynı
gece tenkidciler Açıkhava Tiyatrosu’nda Halk Oyunlarımızı seyrettiler. Kiminle
konuştumsa aynı fikirdeydi. Kendileri için yepyeni olan Türk folklorunun zenginliği
karşısında hayranlıklarını ve kendilerini soru şeklinde kemiren düşüncelerini
söyleyecek kelime bulamıyorlar ama şunu demek istedikleri belli: “Bu muazzam ve
çeşitli oyun hazineniz var da, nasıl oluyor da hala balede gerisiniz, bir Türk balesi
neden yok?”
11 Eylülde Yapı ve Kredi Bankası’nın tertiplediği “Resim ve Afiş Mükâfatları”
sergisi tenkidcilere gösterildi. Müsabaka jürisini P. Fierens, L. Venturi ve H. Read
teşkil etmişlerdi. Objektifliğin bu kadarına laf yok! Dedikodular olmayacak demektir.
Hâlbuki o günden bugüne neler oldu? Ama jüri de yanılmaz insanlar değiller.
Almanyanın sayılı otoritelerinden ve Berlin’de çıkan “Neu Zeitung” ve “Perspektiv en
Monat” adlı derginin yazarı Prof. Dr. Will Grohmann jürinin fikrinde değil. Birinciliği
ve ikinciliği kazanan resimlerde Norveçli ressamlardan E. Munch ve Krogh
imitasyonlarını görüyor. Dedi ki: “Türk ressamları niçin bilhassa Fransız
ressamlarının tesirinde. Yabancılar için bile cazip olan kendi folklor malzemenizden ve
geleneklerinizden neden istifade etmiyorlar. Primitif bir resmi şayed şahsi bir
araştırmayı belirtiyorsa tercih ederim. Bence derece bile alamayan fakat tamamen Türk
köyünü, Türk realitesini canlandıran, şu sarı ve renkli, kapıdan girince göze çarpan
harman resmi birinci seçilmeliydi. Çünkü orijinal ve memlekete uygun araştırma var.”
Hollandalı H. C. L. Jaffe bir resmin önünde durarak bana “mozaik çalışması ile
büyük resim çalışması birbirinden farklıdır!” diyor. P. Fierens’e yaklaştım: “Seçmek
334
çok zor oldu. Çok kaliteler gördük. Fakat hepsinde Lhote, Matisse, Picasso v.s. tesirleri
gördük, en çok orijinal gördüklerimizi seçtik, zannediyorum.” Francastel bu işte de
şiddetli: “Fikirleri sabit kılmak neye yarar, anlayamıyorum. Jürinin toplumda
muhakkak gerekli bir vazifesi var ama yaşayan sanatın değerlerini ortaya
çıkarabileceğini zannetmiyorum. Fransada da jüriler ekseriya vasat hükümleri
aşamazlar!” Kongrenin en açık fikirli şahsiyetlerinden biri de Alman Dr. Hans Theodor
Flemming, “Die Welt”, “Der Tagesspiegel” ve “Frankfurter Allgemeine Zeitung”
gazeteleri ve Hamburg radyosu sanat tenkidcisi.
Kongrenin son gününde, Akademi’deki “Modern Türk Resim Sergisi”ni
geziyoruz. Diyor ki: “Şehrinizdeki sergilerde hususile Fransız ekolünün (Matisse,
Picasso, Grommarie, Leger) tesirini gördüm.” Bir tablo önünde durmuştuk. “Hayret,
Matisse Türk motiflerini bu Türk ressamından daha iyi kullanmış’’ dedi. ‘’Hâlbuki
sizdeki folklor hazinesi, İslam sanatı ve minyatüründen istifade ederek, fakat bunda
takılıp kalmayıp bunun modern plastik metodlarla geliştirerek, çok ileriye
gidebilirsiniz: Hocalar öğrencilere de tesir etmemeli.”
Resim ve afiş müsabakasının neticeleri 3 cepheden meseleleri ortaya koydu:
1. Yapı ve Kredi Bankası jüriyi beynelmilel tenkidcilerden seçmekle her türlü
hissi unsuru ve dedikoduyu önleyecek büyük bir isabet gösterdi.
2. Akademi hocaları ve marufluğa güvenen bazı ressamlar seçilmemekten
mütevellid iddialarda bulundular.
3. Bu jüri de insan olmak hasebile, çok kısa zamanda Türk “İstihsal” realitesini
kavrayamadığından, hatalı seçim yapmış olabilir.
Kongrenin bir neticesi de şu oldu ki: Her fırsatta Türk folklorunun
zenginliğinden ve işlenirse memleketimizin sanat kollarında oynayacağı önemli rolden
söz açıldı, kısır durumun sebepleri soruldu. Şu halde önce bir “Folklor Enstitüsü”
kurulması için ne duruyoruz?”833.
833
Selmi Andak, V’inci Beynelmilel Sanat Tenkidcileri Kongresi, Cumhuriyet Gazetesi, 17 Eylül 1954.
335
Ek-11: Hakkı Anlı ile Bir Konuşma
“Yapı ve Kredi Bankası’nın açtığı yarışmadaki dereceniz hakkında ne
düşünüyorsunuz? Bu sonuç sizi memnun etti mi?
Eğer derecemi, kalitelerine inandığım arkadaşların arasında görseydim, çok
memnun olacaktım. Yarışma yapılırken Paris’te bulunuyordum. Açılan sergiyi ne yazık
ki göremedim. Birinci ve ikinci gelen resimlerin ancak fotoğraflarını görebildim. Ama
bu da bana oldukça fikir verdi. Birinci; yeni bir söz, yeni bir espri değildir. Bugünkü
resmin esası olan form ve rengin akordundan ziyade, sadece beylik bir santimandır.
İkinci ise; bir tablonun temel vasfı olan valör ve ton zevkinden mahrumdur. Ayrıca
zamanımızın sanat anlayışına göre hiçbir orjinallik göstermeyen bir resimdir.
Bütün bunlara rağmen, bu kadar haksızlığa her yerde, her zaman rastlanır
diyebilirim. Şayanı şükrandır ki jüri, milletlerarası sanat eleştirmecilerinden kurulu idi.
Ya bunun aksi olsaydı? Yani burada teşekkül etseydi? Şüphesiz bu sonuca bile
varılamayacak, en akademik, en değersiz levhalar ilk dereceleri aralarında
paylaşacaklardı. Çünkü bu yarışmaya katılan değerli arkadaşların tabloları dururken,
Banka gidip en çirkin levhaları satın almış, dolayısıyla sanat anlayışımızın ne kadar
geri olduğu meydana çıkmıştır. Hâlbuki bu yarışmadan maksat, eğer memlekette sanat
eserlerini değerlendirmek ise bu aksi olmalıydı”834.
834
Kemal Özer, Hakkı Anlı ile Bir Konuşma, Yenilik, Şubat 1955.
336
Ek-12: San’at Tenkitcileri ve Bir Netice
“Şu muhakkaktır ki sanata dair en doğru ve özlü tenkidleri yine devirlerin büyük
sanatçıları söylemişlerdir. Delacroik’dan Andrê Loht’a kadar; İngres, Rodin, Van
Gogh, Renoir, nihayet Mattisse ve Picasso’nun sözlerini hatırladığımız zaman, sanat
tenkidciliğini meslek edinen insanların kalemlerinden çıkan sözler, hep kuru laflardan
ibaret kalıyor. Sanatçının sözü; insan, hayat ve sanat meseleleri ile yoğurularak
meydana gelmiş, uzun tecrübelerle billurlaşmış, uyandırıcı ve öğretici bir değer taşıdığı
halde, en tanınmış münekkidlerin sözlerinde, tarih ve biyografi bilgilerinin dışında,
ancak edebî bir değer bulmak mümkün olabiliyor. O da hepsinde değil; bazıları
hakikaten güzel konuşuyorlar, güzel yazıyorlar. Fakat edebî ve biraz felsefi değeri
olması ihtimali olan bu güzel sözlerin içinde sanatçının ve halkın yolunu aydınlatacak
düşünceleri bulmak nadiren mümkün oluyor.
İstanbul’daki kongreye katılan tanınmış İtalyan sanat tenkidcisi ve tarihçisi
Lionello Venturi, bir kitabın önsözünde: ‘’Resim sanatından anlayabilmek için en iyi
usül resim yapmaktır’’ diyor. Kendisinin resim yapıp yapmadığını bilmiyorum. Fakat
Yapı ve Kredi Bankası’nın açtığı resim ve afiş müsabakasında jüri âzâsı sıfatıyla diğer
iki arkadaşının reylerine samimiyetle iştirâk ediyorsa, bilgisinden şüphe ederiz.
Bize bu hükmü verdiren, adı geçen müsabakanın umulmadık bir neticeye varmış
olmasıdır. Şu satırları yazarken, sergiye katılan ve duygularının esiri olan bir sanatçı
olmaktan uzakta kaldığımızı ve daha objektif bir müşahit sıfatiyle hareket ettiğimizi
ifade etmek isterim. Otuzbeş yıl emek vererek inandıklarımı, bu gülünç netice ile
değiştirecek değilim.
Tanınmış üç sanat tenkidcisinden ibaret olan jüri tamamiyle samimi olsalar bile
ayrı salonlara dağıtılan otuzaltı büyük tablonun nihayet iki saat içinde tetkik edilerek
on resmin derecelendirilmesi imkânsızdı. Bu yüzden muhterem jüri âzâlarının yanılmış
olacaklarını kabul etmek mümkündür. Kaldı ki, ufak tefek temasların ve telkinlerin de;
nihayet birer insan ve neticeden hiçbir zarar görmeyecek olan bu âlimlerin, işi ciddiye
almamış olmaları ihtimali de yok değildir. Jüriyi teşkil eden bu üç münekkid, tetkik
edecekleri eserlerle baş başa bırakılmış değillerdir. Yapı Kredi Bankası’nın sanat ve
fikir sahasında klavuzluğunu yapan ve resimden asla anlamadığı halde bu gibi işlere
sokulmaktan ve işi karıştırmaktan zevk duyan bir zat, jüri âzâlarına refakat etmekte idi.
Ayni şekilde, sanat işlerini karıştırmakta mütehassız olan diğer bir eleştirmecinin de bir
337
takım temas ve gayretlerde bulunduğu gözden kaçmıyordu. Bütün bunlar göz önünde
tutulursa, jüri kararının süprizli bir neticeye varmış olması tabiî görülebilir.
Birinci mükâfata lâyık görülen eser her şeyden evvel şartnameye uygun değildir.
Müsabaka ilan edilirken muayyen bir mevzu verilmişti: ‘’Türkiye’nin iktisadî
hayatından çeşitli istihsal faaliyetlerini gösteren tablolar.’’ isteniyordu. Bütün bir
kâinat veya kâinatın gelişigüzel alınmış bir parçası değil. Türkiye’nin belirtilmesi lazım
geldiğini, bankanın bu sahadaki sözcüsü ısrarla istemekte idi. Sonra da Türkiye’nin
yeraltı, yerüstü veya deniz mahsullerinin istihsal faaliyetini göstermesi şarttı. Bu
faaliyet, insan zekâsı ve insan eliyle yapılacağına göre tablolarında herşeyden evvel
Türkiye’de yaşayan insanların birinci planda yer almaları lazımdı. Hâlbuki birinci
seçilen tabloda yalnız, arzı ısıtması dolayısıyla başlıca istihsal unsuru sayılan güneş
gösterilmektedir. Güneş ise, Türkiye’nin sembolü olmadığından, mevzuu teşkil eden
kompozisyonda bir eleman olarak kullanabilirdi. Böyle olunca: istenilen bir mevzuu
ifade etmeyen bir tablonun, hakikî bir sanat eseri olsa dahi jüriye arzedilmemesi lazım
gelirdi.
Müsabaka ilan edildiği zaman, tamamiyle mücerret ve belki non-figüratif bir
eserle iştirâk etmeyi düşünen bir arkadaşımıza bankanın müteassıp sözcüsü itiraz etmiş;
“Her şeyden evvel istihsal hayatını ve bu istihsalin Türkiye’de vâki olduğunu ifade
etmeniz şarttır.” demişti. Bu şarta riayet etmediği halde birinci mükâfata lâyık görülen
eserde alelâde edebiyattan başka bir şey yoktur. Van Gogh’un güneşli bir manzara
resminin bir köşesi ufak bir değiştirme ile büyütülmüş tesirini uyandıran bu tabloyu
(şairâne) diyebileceğimiz tasvirlerle tefsire çalışmak hakikati hiçbir zaman anlatmaz.
Eski ve yeni sanat eserlerinde her şeyden evvel; düz ve yuvarlakların, siyah ve
beyazların, soğuk ve sıcak renklerin kontrastı, Spritüel ve plastik formların mevcudiyeti,
tabloyu dolduran bütün elemanların belirli bir ahenk içinde ve müvazeneli olarak
tertiplendiği görülür. En iptidaî cemiyetlerin sanat eserlerinde olduğu gibi,
zamanımızın en aşırı fikirlerini benimseyen sanatçıların eserlerinde de bunları bulmak
mümkündür.
İngres: “Formlar ve çizgiler ne kadar sade olursa, güzellik ve kuvvet de o
nispette mevcut demektir formları parçaladığınız nisbette onları zayıflatırsınız”
diyordu. Bu sözler hiçbir zaman eskiyemez. Mesleğin çilesini çekmemiş olanların
sanatçı veya tenkidci olabileceklerini zannetmek yanlıştır. Renoir; hakiki bir çıraklık
338
devresinden sonra sanatçı olabileceğine inanıyordu. Bu telâkkinin yerine mükâfatlar,
madalyeler ve saire peşinde koşmayı öğreten mekteplerin kurulmasını ve himaye işleri
ile yolunu şaşırmış bir kalabalık yaratıldığını ve halkın vereceği hükmün yanlış
olmasına sebep olduklarını ve bu yüzden umumî efkârın; mantıken en çok
mükâfatlandırılanın en büyük ressam olduğunu zannetmeğe sevkedilmediğini söyler.
Sanat eserlerini birbirleriyle mukayese etmek her zaman yanlışlıklara,
isabetsizliklere yol açar. Bu ne bir pehlivan güreşi, ne de at yarışıdır. Her telâkkinin ve
her sanatçının diğerlerine benzemeyen meziyetleri ve kusurları olabilir. Venedik
milletlerarası sergilerinde iki yılda bir dağıtılan mükâfatlar, bilhassa genç sanatçıları
teşvik etmeye yararsa da, hakikati ifade etmekten her zaman uzaktadır. Mesela bir yıl
Dufy’nin mükâfatlandırılması, aynı sergide eserleri bulunan Matisse ve Gromaire gibi
sanatçıların Dufy’den daha değersiz olduklarını ifade etmezdi. Fakat bu tarzda mükâfat
dağıtılmasının, sanatçıların çalışma gayretini artırması bakımından faydalı olması
nispetinde, Renoir’in sözlerinden de anlaşılacağı veçhile, halkın ve genç sanatçıların
düşüncelerinde yanlış kanaatler doğurması dolayısıyla zararlı olabiliyor. Münekkidler,
kabul edilen ölçülerle beğendikleri ve beğenmedikleri noktaları eserler üzerinde izah
etmelidirler.
Bizce Yapı ve Kredi Bankası, sanatçıları bir mevzu üzerinde çalışmaya davet
ederek, meydana gelen tablolardan birkaçını, derecelendirmeksizin, muayyen bir
karşılığında satın almalı, geri kalanının da diğer müesseseler tarafından satın
alınmasına yardım etmeli idi.
Yapı ve Kredi Bankası iyi niyetle ve büyük fedakârlıklarla çok güzel ve hayırlı
bir işe teşebbüs etmiştir. Fakat bankanın sanat işleriyle alakalı olduğu anlaşılan
memuru, anlayışsızlığı veya burada izahı mümkün olmayan taraflılığı ile işi yanlış
tarafa çevirmiştir.
“Bir kahvenin bin yıl hatırı vardır” derler. Şayet ahbaplıkların tesiri olmamış
ise jüriyi teşkil eden bu üç muhterem ilim adamı resimden katiyen anlamadıkları halde,
yıllardanberi sadece edebî sözlerle kendilerine şöhret yapmanın yolunu bulmuşlardır
demektir.
Sözlerimi bitirmeden önce, bu müsabakanın neticesinden yolunu şaşırmış gibi
görünen gençlere Rodin’in bir nasihatini tekrar etmek isterim: “Siyasî veya modern
münasebetler kurmak için vaktinizi kaybetmeyiniz. Arkadaşlarımızdan çoğunun
339
entrikalarla şeref ve servete kavuştuklarını göreceksiniz: Bunlar hakikî sanatçı
değildirler. Maamafih bunların arasında bazıları çok zekidirler ve şayet onlarla,
onların sahasında mücadeleye girişirseniz, onlar kadar boş vakit sarfedersiniz, yani
bütün mevdudiyetinizi: Böylece sanatçı olmak için size bir dakika bile kalmaz.”
Şimdi; bir Alman yazarına sipariş edilen yazının intişarını bekliyoruz. Bu yazı
perde gerisinde olanları ispat etmeye yarayacaktır”835.
835
Cemal Tollu, San’at Tenkidcileri ve Bir Netice, Yeni Sabah Gazetesi, 15 Eylül 1954.
340
Ek-13: Cemal Tollu’nun Tenkidçiliği
“Onbeş Eylül 1954 tarihli Yeni Sabah gazetesi’nde Cemal Tollu’nun “San’at
Tenkidcileri ve Bir Netice” adlı yazısı çıktı. Bu yazıda, Sayın Akademi profesörü içini
döküyor: Yapı ve Kredi Bankası’nın yarışmasından memnun kalmamış, birinci seçilen
tabloyu beğenmemiş, jüriyi de gözü tutmamış.
Bilindiği gibi, Sayın Cemal Tollu bu yarışmada yanılmıyorsam bir altıncılık ve
ancak 500 lira para alabilmiştir. Kendisine bu yönde takılmak istemem; jüri
kararlarına gerçek ölçü diye bakmak aklımdan geçmez. Fakat yazının başındaki “Ş”
harfinden sonundaki “r” harfine kadar tam bir kötü niyetle kaleme alındığını
gördüğümden, kendi çıkarları için etrafa sataşmaktan çekinmeyen bir insana karşı
insaflı davranamayacağım. Oysaki Cemal Tollu’nun insafa, hem de hayli insafa ihtiyacı
var. Yazısını neresinden tutsanız elinizde kalıyor.
1. Cemal Tollu’nun jürinin kararından memnun kalmadığını söylemiştik. Bu
kararı yıkmak için ortaya bir ilke atıyor: “… Sanata dair en doğru ve özlü tenkidleri
yine devirlerin büyük sanatçıları söylemişlerdir.” Tollu’nun maksadı belli: jüri üyeleri
sanatçı olmadıklarına göre, sanat hakkında doğru söz söyleyemez ve tabloları
değerlendiremezler. Bilmem bu iddiadaki kötü ve sakat mantık oyununu Cemal
Tollu’dan başka görmeyen kalmış mıdır? Evet, her devirde, sanat hakkında en özlü
şeyleri sanatçılar veya sanatla ilintisi olanlar söylemiştir. Fakat bu sözler, doğrudan
doğruya kendi yaptıkları sanatla ilgilidir. Vinci’nin Delacroix’nin, Cezanne’ın,
Picasso’nun, Matisse’in sözleri, kendi buldukları orijinal dünya görüşüne dairdir. Hoş,
kendi yaptıklarını anlatanlar arasında, özel teknik araştırmaları üzerine söyledikleri bir
yana, eserlerinin anlamı ve dünya sanatı içinde aldığı yer bakımından yanılanlar da
çoktur. Fakat bu ressamlar, kendi görüşlerinden ayrılmak ve başka bir anlayışa göre
yapılmış bir eseri değerlendirmek gerekince, büyük haksızlıklar yapar ve yanlış
kararlar alırlar. Sanat tarihi, ressamların birbirlerine karşı giriştikleri mücadelelerle
doludur. Demek ki, kendi teknik meselelerinden veya buluşlarından özlü olarak söz
açabilen bir ressam, başka ressamların eserleri hakkında yanılabilir ve doğru değer
yargıları veremez. Buna karşılık bir tenkidcinin, ressam gibi belli bir dünya görüşünü
savunmak zorunda olmadığı için, her ressamın eseriyle görüşü arasındaki bağları
inceleyip bir değer yargısı vermesi daha kolaydır. Cemal Tollu, kendini haklı çıkarmak
ve jüriyi baltalamak için, tenkid hakkını tenkidciden alıp ressama verirken, bu meseleler
341
üzerinde biraz daha düşünmeliydi. Ama nedense bu işe pek alışmamış: tenkidciden
“sanatçının yolunu aydınlatacak” düşünceler bekliyor. Sanatçı kendi yolunu kendi
çizer, o yolda ilerler. O yolu aydınlatmak için tenkidcinin önce o yolu görmesi lazımdır;
görürse de, kendi sanatçı olmuş demektir, ne diye başkalarının yolunu aydınlatmakla
vakit geçirsin? Tenkidcinin aydınlatabileceği tek şey, sanatçının yapmış olduğu
eserlerdir. İleriyi ona işaret edemez (o zaman sanatçının yaratıcılığı nerede kalır?).
Geçmişi tarih içinde değerlendirir, o kadar. Zaten tenkidciden bu aydınlığı bekleyenler,
ne yaptığını bilmeden, şunun, bunun tesiri altımda eser verenlerdir: onlara da ressam
değil, teksir makinesi derler.
2. Cemal Tollu’nun ikinci mantık oyunu şu: sonucun kötülüğünü bir ilke olarak
kabul edip buradan hareket ederek jürinin de kötü olduğunu çıkarıyor. Yani, bir
bakıma, kendini jüri üyesi yerine koyuyor ve “Ben olsam bu yargıyı vermezdim” diyor.
Demek ki, Fierens-Read-Venturi üçlüsünün anlayışsızlığına hüküm vermek için, Tollu
tekli’sinin onlardan üstün olduğunu kabullenmek şart. Bunu kabullenirsek, resimleri
değerlendirme işinde bir tek doğru ölçü olduğunu da kabullenmemiz lazım. Yani, bir
eser hakkında, çeşitli bakımlardan, çeşitli görüşlere göre değer yargısı veremiyeceğiz;
resimli bir tek anlayış şekli vardır ve öteki anlayışların hükmü yoktur, diyeceğiz.
Görülüyor ki, Cemal Tollu tam manasıyla kötü bir akademi zihniyeti ile hareket
ediyor. 3. hele “Otuzbeş yıl emek vererek inandıklarımı bu gülünç netice ile değiştirecek
değilim” demesi gerçekten garip. Kim ona inancını değiştir demiş ki? Tenkidcilere
değer vermiyorsa niçin bu kadar hırslanıyor? Sonra, o “otuzbeş yıllık emek” de ne
demek? Bir kişi manasız bir işe girişmişse, beceremiyorsa, buna otuzbeş yıl emek
vermesi, o işin manasızlığını gidermez; olsa olsa o kişinin gelişme ve yaptığı işin
şuuruna varma kabiliyetinden nasipsiz olduğunu gösterir. Akademi öğretmenlerinin
ağzından düşmeyen bir laf var: çile! Tollu da, Bedri Rahmi gibi , “mesleğin çilesini
çekmemiş olanlara” sanatçılık hakkını tanımıyor. İyi ama bu da bir kabiliyet ve
kavrayış meselesidir. Nice ressamlar, otuzbeş yıllık bir tecrübeden hiçbir ders
alamazlar da, bir tanesi, bir yıl içinde, onların çekemeyecekleri çileyi çeker. Yoksa
çilenin de kanunî bir süresi mi var?
4. Tollu, bir ara hızını alamıyor ve “sanat eserlerini birbirleriyle mukayese
etmek her zaman yanlışlıklara, isabetsizliklere yol açar” diyor, arkasından da “Her
telâkkinin ve her sanatçının diğerlerine benzemeyen meziyetleri ve kusurları olabilir”
342
diye ilâve ediyor. Cemal Tollu bunu biliyordu da, neden bu yarışmaya katıldı?
Dağıtılan broşürlerde birincilik verileceği yazılıydı sanırım. Öyle hali var, katılmasaydı
yarışmaya. Hem, sanat eserleri birbirleriyle pekâlâ kıyaslanabilir: hele ortada verilmiş
bir konu olursa. Tablolar konuyu bitirmeleri bakımından derece alırlar. Burada
Tollu’nun ne kadar garip mantık çatışmalarına düştüğünü görmek isteyenler, aynı
yazıda Aliye Berger’in tablosuna yaptığı tenkidi okusunlar: üstad; bu tabloyu konuyla
ilgisi yok diye tenkid etmekle hem sözlerinde bir mantık aranmaması gerektiğini, hem de
kompozisyon denilen nesneden haberi olmadığını ispat ediyor.
5. Bu bir sürü birbirini tutmayan sözlerle yetinseydi, Cemal Tollu’ya acımakla
yetinirdik. Ama üstad’ın iki iddiası daha var: a) Jüri tesir altında kalmıştır; b) Jüri’yi
iltimasa zorlayanlar olmuştur. Bir akademi öğretmeninin böyle ağır bir ithamda
bulunmasına hayret etmemek elden gelmiyor. Tablosunun kazanmamasını mazur
göstermek için ne yapacağını şaşırmış. Bir kere, jüriye tesir konusunda, bu işi yapmaya
en uygun durumda olan kendisidir. Yarışmaya, katılmadan çok önce jüri üyelerinin
kimler olduğunu biliyordu. Kokteyllerde, şurada, burada az konuşmadılar. Üstelikte
üstad, Sanat Tenkidcileri Birliği’nde kasadardır, bütün gelenlerle o temas etmeyecekte
kim edecek?..
Cemal Tollu jüri üyelerinin kimler olduklarını ve şartları bilerek bu yarışmaya
katılmış ve akademik ölçülerle çalışan bütün ressamlar gibi bir başarı elde
edememiştir. Bu konuda artık ona söz düşmez. Ona düşen, Aliye Berger’in kötülemek
değil, anlatmaya çalışmaktır. Van Gogh taklididir demek yetmez. Kendisi için de
Grommaire taklitçisi diyenler var.
Bir sanat meselesini nüfuz meselesine çevirmek, şuna buna hakaret etmek
bugüne kadar kimi yükseltmiştir ki! Yoksa Tollu’nun “fikire fikirle mukabele etmek”
sözünden anladığı bu mu? Hem, bir insanın sözleriyle hareketleri arasında bazı
uygunluklar olmak lâzım.
Yarışmalara inanmıyan bir kişi, yarışmalara katılmamalı ve akademi
öğretmeniyse hemen öğretmenlikten istifa etmelidir: yoksa Akademi’de tertiplenen
paralı konkurları Cemal Tollu unutuyor mu? Gençlere de öğüt vermesin: “Siyasî ve
modern (tabiî monden olacak!) münasebetler kurmayın” da ne demek? Kongre
kasadarlığı sanki çok mu “artistik” bir iştir. Sözünü ettiği münasebetleri Cemal Tollu
kuracak, yarışmalara o girecek, eserlerini o satıp para kazanacak, buna karşılık
343
gençler dört duvar arasına kapanıp tabloları raflara yığacaklar ve “çile”
dolduracaklar, değil mi? Benim de gençlere birkaç öğüdüm var: hocalarınızda sizin
gibi birer ressamdır. Kendinizi onlara borçlu saymanız için bir sebep yok. Müşteriyi
tutan karnını doyurur. Usta-çırak masalına kulak asmayın: bunu kabul ederseniz,
müşteri çırağa değil, hep ustaya sipariş verecektir. Eskiden öyle şeyler olurmus, bugün
olmaz artık. Hocanıza karşı sevgi duyup duymamanız sizin bileceğiniz iştir; fakat
sevgiyle piyasayı birbirine karıştırmayın: nihayet sizde geçinmek zorundasınız. Bu gibi
işleri, yani insan tanımayı, yarışmalara katılmayı size kötü diye tanıtanlar olur:
inanmayın. Malınızı satmak için, sizinde birçok münasebetler kurmanız lâzım. Bunun
“ahlâksızlık” ve “entrikayla” hiçbir ilgisi yoktur; öyle olsaydı öğretmenleriniz bunu
zaten yapmazlardı”836.
836
Adnan Benk, Cemal Tollu’nun Tenkidçiliği, Dünya, 1 Ekim 1954.
344
Ek-14: Bir, İki, Üç
“Geçen hafta içinde hepimizi çok yakından ilgilendiren iki yarışma vardı. Birisi
yerli oyunlar, öteki de otuzsekiz ressamımızın katıldığı büyük tablolar yarışması.
Yapı Kredi Bankası’nın çok iyi niyetler ve oldukça büyük masraflarla
tertiplediği her iki yarışma da umulduğundan daha büyük bir ilgi ile karşılandı. Halk
oyunlarını görmek için tam dört gece üst üste Açıkhava Tiyatrosu’na taşındık. Açıkhava
Tiyatrosu’nu hiçbir oyunda bu kadar ağzına kadar dolup taşmış gördüğümü
hatırlamıyorum. Son gece yer bulamayıp kapıda bekleyen kalabalık görülecek bir şeydi.
Ressamlarımızın işlerine gösterilen ilgi de bir o kadar canlı oldu.
Gazetelerimizin iç sahifelerinde yer alan ufak tefek sergi havadisleri birdenbire en
önemli konularımız arasına girdi. Milletlerarası Beşinci Eleştirmenler Kongresi’nin
tablo yarışmasına üç eleştirmeci ile katılması yarışı bir o kadar azdırdı.
Şu yarışma denen olay güzel mi çirkin mi bilmem ama insanca olduğu
meydanda. Hepimizin kanına karışmış. Yarışma kokusunu alır almaz hepimiz
davranıyoruz. Yarışma, yarıştırma mikrobu kanımıza öylesine karışmış ki yarıştıracak
bir şey bulamazsak sıkıntıdan çatlıyoruz. Karınca yarışından tutun da tükrük yarışına
kadar her türlüsünü denemişizdir. Yarışma insanca bir olay ama yarışanların kuvvetleri
denk olursa tadı çıkıyor. Kuvvetler denk olmadı mı yarışma çoğu zaman boğuşmaya
dönüyor. Kuvvetler eşit olmadı mı gene insanca bir duyguya kapılarak çoğumuz
kuvvetsiz tarafı tutuyoruz. Kuvvetsiz tarafa yüreğimizi katarak onu yüreklendireceğimizi
sanıyoruz. Kuvvetli; çoğu zaman kuvvetsizi yere vurunca da fena halde canımız
sıkılıyor. Durup dururken kuvvetlinin düşmanı kesiliyoruz.
Yarışmanın keyifli olmasını isteyenler daha yarış başlamadan kuvvetlerin denk
olmasını sağlar. At yarışları böyledir. Yarışan atların aynı kandandan olması,
ağırlıklarının denk olması başından istenir. Bisiklet yarışına motosikletlerle
katılamazsınız. Şu kiloda bir boksörü ağırlığının yarısı bir boksörle karşılaştırırsanız
kaç tane bilet satabilirsiniz?
Her türlü yarışmanın insanları ilgilendirdiğini bilenler zaman zaman sanat
adamlarını da bu alana sürüklüyorlar. Denk kuvvetlerin yan yana gelmesinden çok
güzel sonuçlar çıktığı oluyor. Oluyor ama sanat alanında kuvvetlerin denk olduğunu
ölçmek kolay olmuyor. Burada en büyük güçlüğü doğuran sebep; çoğu zaman; sanat
adamının kendi üstüne biçtiği kıymetin değişmesinden; kaşla göz arası değişmesinden
345
doğuyor. Sanat adamı dediğimiz kişi bir dakika önce kendini dünyanın en önemli
yaratıklarından birisi sanırken birkaç dakika sonra gene kendi eli ile kendisine öyle
korkunç bir numara verir ki şaşar kalırsınız. Sanat adamlarını yakından tanıyanlar;
onların; bu bir uçtan ötekine gidişteki çabukluklarına bir türlü akıl erdiremez, ayak
uyduramazlar. Yaptığı işi beğenmiştir, birden ayakları yerden kesilir sonra ayakları
yere değer değmez yaptığı işten soğumuştur. Kendi eli ile kendi işini öylesine batırır ki
bu alanda hiçbir eleştirmeci bu kadar insafsız olamaz. Ne yapar? Mesela yonttuğu
heykeli parça parça eder, yaptığı resmi yırtar. Hangi eleştirmeci, eleştirme fonunda bu
kadar ileri gidebilir?
Sanat adamlarını iyi kötü bir hizaya getirmek onlara değil bizlere düşen bir iş
olmalıdır. Bu bakımdan, onlar arasında bir yarışma yapmak şart ise yarışacak olanları
gruplara ayırmak, yarışmayı denk kuvvetler arasında sağlamak gerekir.
Geçen hafta içinde olup biten yerli oyunlar ve büyük resimler yarışmasında,
yarışanlar denk kuvvette olmadığı için hiç beklenmedik sonuçlar ve hatırı sayılır
tatsızlıklar doğdu.
Yerli oyunlar yarışması jürisine katıldığımız için hiç birisini kaçırmadan
oyunları büyük bir ilgi ile seyrettik. Yirmiden fazla oyun vardı. Bunlardan ancak yarısı
denk kuvvette idiler. Biz; Trabzon, Bursa, Erzurum, Kars, Adana, Balıkesir, Elazığ,
Diyarbakır, Urfa, Artvin ekiplerini denk kuvvette bulduk. Bunlar arasında kadınlı
erkekli oynanan oyunlara ayrıca bir değer vermek lazımdı. En kuvvetli ekipler Erzurum,
Trabzon, Bursa olduğu halde kadınlı ekipleri bunlar arasına katmağı bir borç bildik. Bu
arada birçok illerimizin yarışmaya yalnız erkeklerle gelmesine şaştık kaldık. Peki bizim
erkeklerimiz coşar oynar da kadınlarımız oynamaz mı? Anadoluyu inim inim inleten
kına gecelerinin kahramanları erkek mi yoksa kadın mıdır?
Her ne hal ise konumuza gelelim. Her biri bir başka âlem olan bu oyunlar
arasında ille de birinci, ikinci, üçüncü seçmek kimin haddine? Kim etti bize bu kârı
teklif?
O canım oyunların sonunda bütün ekipler sahneye sıralandılar. Boyunlarını
büküp derecelerini beklemeye başladılar.
-Acaba hangimiz birinci olduk? Hangimiz sınıfta kaldık? Hangimiz geçtik?
-Seyirciler ayakta merakla sonucun bildirilmesini bekliyorlar, vasıtalarını
otobüslerini kaçırmak pahasına herkes bekliyor:
346
-Kim kazandı?
Öyle ya? İllede birisinin kazanması lâzım. Hâlbuki aynı kuvvette dört beş ekip
var. Zaten aynı kuvvette ekipler olmazsa bu oyunlar bu kadar ilgi toplayabilirler mi idi?
Bir sıkıntılı, bir üzüntülü, bir belâlı onbeş yirmi dakika savuşturduk ki sormayın!
Bu canım oyunlar o dakikalar arasında büyüklüklerinden, güzelliklerinden bir şeyler
kaybediyorlardı. Birdenbire bu bedava davranış, bu içten gelen kıvranma, bu başıboş:
Ya hey!, bu canım memleket kokusu, korkunç bir imtihan odası havasına büründü,
dondu kaldı:
-Acaba kaç numara aldık?
Eğer birçok karışık işlere düzen vermekle şöhret salmış bütün bu gösterileri
tertiplemiş olan Kâzım Taşkent oracıkta olmasa ve işe karışmasa bir sürü tatsız şeyler
olacaktı. Bir ekip başkanı ortaya atıldı:
-Biz para değil, derece istiyoruz. En çok oy alan bizim ekiptir. İlan edilmesini
istiyorum, diye bağırmaya başladı.
Kısacası, birincilik, ikincilik, üçüncülük kapıları önünde az kalsın bu canım
oyunlar hiç beklenmedik bir tatsızlıkla sona erecekti. Neden? İlle de yarış olacak, ille de
birisi başta, birisi de en sonda gelecek ki; işin tadı çıksın.
Tablo yarışmasında da aynı sakarlık bütün heybeti ile kendini gösterdi.
Memleketimizin en değerli ressamlarından en aşağı bir düzinesini bir araya toplayan
bu yarışma sadece gönül eğlendirmek için katılan bir bayan; Aliye Berger birinci oldu.
Jüri yukarıda söylediğimiz gibi Avrupanın tanınmış üç sanat eleştirmesinden
kurulmuştu. Rivayete göre bir sene emekle ortaya konulan 38 tane; üç metreye iki
metrelik tabloyu bir saatte incelemişler ve mükâfatları vermişlerdi. Acaba kendi
memleketlerinde de bu kadar çabuk mu davranırlardı, pek sanmıyoruz. İkinci ve üçüncü
dereceyi alan ressamlar mesleğin çeşitli çilelerini çekmiş, büyük fedakârlıklar pahasına
meslekte tutunabilmiş kimselerdi. Onların derece alması kimseyi şaşırtmadı, ama
birinci mükâfat; başta; kazananın kendisi olmak şartıyla bütün ressamlarımızı şaşırttı.
Ne yalan söyleyeyim ünlü sanat eleştirmecilerinin Akademi’deki beşinci kongrelerine
katılamadığım için üzülüyordum, ama onlar arasında en önemlilerinden sayılanlarının
ne biçim resimden hoşlandıklarını gördüğüm zaman, Akademi’deki konuşmaları
kaçırdığıma hiç de üzülmedim.
347
Kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz. Benim bildiğim Aliye Berger sanat çilesine
inanmış bir insandır. Biz onun gravürlerini, “çinko, bakır üstüne kazarak kâğıda bastığı
resimleri” bir zanaat çilesine bulandığı için sevdik. Ama yüksek jürinin en iyi resim
dediği tablosunda bu çileden eser göremedik. Ünlü jüri, sevimli sanatkârımızın ilk defa
yağlıboya fırçasını eline aldığını duyduğu zaman herhalde çok sevinmiş ve:
-Tevekkeli değil, henüz çocuk ruhunun tazeliğini saklayan bir tablo oluşu
bundan ileri geliyor, demiş olmalıdır.
Jüri eğer bu resimde bir çocuk elinin tazeliğini buldu ise çocuk resimlerindeki
ressamca davranışı hiçbir zaman tatmamış demektir. Ne olursa olsun jürinin vardığı
sonuç,
resmi
meslek
edinenleri
sanat
eleştirmenlerine
yaklaştıracak
yerde
uzaklaştırmıştır.
Eğer jüri:
-Bu resim denilen nesneyi ressamlardan başka herkes yapar.
Diyerek böyle bir sonuca vardı ise, buna bir diyeceğimiz yok.
Ama gönül isterdi ki Aliye Berger jürinin kendisine açtığı kapıdan mesleğe
girsin, mesleğin çilesini çekmiş, başa geçmeye boş versin de bir kalem hizaya gelsin”837.
837
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bir, İki, Üç, Cumhuriyet, 20 Eylül 1954, s.2.
348
Ek-15: Münekkidlerin Tenkidi
“Bir Fransız münevverine sormuşlar:
-En büyük şairiniz kimdir?
-Heyhât ki Victor Hugo! demiş.
Yani, Hugo’nun tuttuğu edebî mesleği beğenmiyor, fakat gene de onun en yüksek
olduğunu tasdik ediyor. Ben de, sanat muhitinde çok dedikodu uyandıran ve halen Spor
ve Sergi Sarayı’nda teşhir edilen resim sergisini gezdim ve aynı intıbayla ayrıldım:
Birinci seçilen tablo –heyhât ki- hakiledir… İhtimal ikinci de onunla atbaşı
beraberdir. İhtimal ikinciyi birinci ve birinciyi ikinci yapmalıydı. Lâkin sanat
muhitimizin kopardığı protesto vaveylâlarını yerinde bulmadım.
Eğer “istihsal” fikri, bu tabloda kıyamete nazire bir “güneş-su-toprak” ile
temsil edilmişse (ki, öyle görülüyor) insan unsuru devede kulak kalmış… Sanki bizim
istihsalimiz ekmek elden su gölden… Bu, bir müreffeh sınıf insanının hayat görüşüdür.
Turistik bir sür’atle memleketimize gelmişken ivedilikle hükümlerini vermiş beynelmilel
münekkidler mevzuu serbest bir resim sergisinde bu eseri çok taltif etseler yeridir.
Tablonun çılgınca renkleri de deli alacası değil, folklorumuzda, mesela son halk
oyunlarında rastlanan renklerdir. Grublarımızla denizlerimizdeki rengârenklikle
akrabalıkları vardır. Fakat bir istihsal tablosunda Türk emeği unsurunu bu derecede
gölgede bırakmak, tenkide değer… Doğrusu, biz Türk olarak da, gençlerimize, öbür
hani o kazanmayan daha çok içtimaî, daha çok dertli, daha çok iğne ile kuyu kazıyan ve
memleket kısımcıklarında araştırmalar yapan eserlerin çalışma tarzını muzaffer olmuş
görmek isteriz. Sanat vadisinde, lâboratuar mesaisi gibi, memleketin tahlili o yollardan
yapılır.
Biz gazetecilerin kendi kendimiz’e şaka ettiğimiz bir kusurumuz vardır: meşhur
bir ecnebi tayyareden Yeşilköy’e ayak basar basmaz, hemen karşısına çıkarız, Türkiye
hakkındaki düşüncesini sorarız. Bu sefer de öyle yapmışız, Türkiye’nin unsurları
üzerinde emek vermiş- (gerçi diğer birçok sergiler derecesinde kıymetleri ihtiva
etmeyen) –bu serginin karşısına ecnebi hakemlerini ayaklarının tozile çıkarmışız:
“Seç bunlardan!”
Bu nevi bir resim müsabakası için, hakem heyetinin terkibinde unsur noksanı
vardır. Yabancı mütehassıslar Türk vasfını ayırd edememişler. En iyi ikisini gene de
başa getirmişler, doğrudur ama sanırım geri kalanların tasnifinde Türk hususiyetli
349
olanları kat’iyyen görememişler, çünkü göremezlerdi, çünkü bilemezlerdi. Hakemler,
1904 İllustration resimlerinden mülhem olanları bile daha ön plana almışlar… Ve
mesela Balaban’ı görememeleri ve mesela Eren Eyüboğlu’nu seçememeleri ilh. üzerine
biz de münekkidleri tenkid etmeden geçemiyoruz”838.
838
Vâ-Nû, Münekkidlerin Tenkidi, Cumhuriyet, 16 Eylül 1954, s.2.
350
Ek-16: Kalkınan Türkiye
“Yapı ve Kredi Bankası’nın tertiplediği resim ve afiş müsabakasına sunulan
eserlerden meydana gelen bu sergi, Spor ve Sergi Sarayı’nda halka açıldı. Açılmadan
önce de, şimdi şehrimizde toplantılarını yapan Milletlerarası Sanat Tenkidcileri
Birliği’nin üç mühim üyesinden ibaret bir jüri tarafından değerlendirildi. Jüri, Belçika
Güzel Sanatlar Umum Müdürü Paul Fierens ile Roma Üniversitesi Sanat Tarihi
Profesörü Lionello Venturi ve Sir Herbert Read’den kurulmuştu. Fierens ve Venturi’nin
söylediklerine göre, oldukça dağınık bir surette tertiplenmiş bulunan sergi, uzun
dolaşmalar sonunda incelenmiş ve mükâfatlar dağıtılmıştır. Serginin daha müsait
şekilde tertiplenmesi de güçtü. Çünkü afişlerden başka otuzaltı tablo vardı ve her
birinin eb’adı 2x3 metreydi.
Yine
bizzat
jüri
üyelerinin
söylediklerine
dayanıyorum:
Mükâfatların
dağıtılmasında hâkim olan ölçü, mevzu kaydına rağmen hâlis resme en çok yaklaşmak,
mektep kurallarından ve şu veya bu tesirlerden kurtulmuş olmak, bir şahsiyet ifade
etmek… Gerek mükâfatlarda, gerekse mansiyonlarda jürinin kararlariyle ressamların,
hatta başka tenkidcilerin ümit ve tahminleri birbirini tutmakla beraber, tamamen hususî
bir teşekkülce tertiplenen bu müsabakada, tarafsızlıklarına, kendilerini az çok tanıma
fırsatınıkazandığım ve bu mevzuda uzun boylu görüştüğüm için yüzde yüz inandığım,
jüri âzâsının hükümleri hakkında dedikodu değerini aşmıyan gürültülere karışmıyarak,
bu sergiye dair düşündüklerimi kaydediyorum:
Resimler imzasızdır. Bununla beraber ilk bakışta çoğunun kimlere ait olduğunu
kestirmek
mümkündür.
Çünkü
usluplarını
tanıyoruz.
Yıllardanberi
eserlerini
gördüğümüz için, ressamların teşhis edebiliyoruz. Mesela şunu söylüyeyim: d grubu
sanatkârları, hiçbir sergilerinde, burada olduğu kadar yakın anlayışta, birbirlerine
benzeyen eser meydana getirmemişlerdir. Bir iki istisna ile sergideki hemen bütün
resimlerde, tâbiri mazur görürseniz söyleyeyim, konstrüktivist bir form anlayışı
hâkimdir. Bu anlayışın dışına çıkabilmiş bir iki esere ise hemen “formdan mahrum”
damgasını vurmak, tabiatiyle gayet kolay oluyor. Çünkü o resimlerde form,
konturalarla değil, renkler ve tezatlarla, lekelerle ifadelendirilmiştir. Konu birliğinin
dışında, daha başka anlayış birliği ve hattâ tesirler de sergideki resimleri birbirlerine
benzetiyor. Yine mesela umumiyetle parlak (göz alıcı ve cırlak demiyorum) ve
351
birbirlerini belirten, iç açıcı renkler kullanılması, eserleri birbirine yaklaştıran ve
maalesef bütünün aleyhine olan noksanlardandır.
Şimdi geliyorum, mükâfat almış belli başlı tablolara:
Önce Aliye Berger’in, birinci mükâfatı kazanan tablosu var. Sergiyi görmemiş
olan okuyucularımız, 13 Eylül tarihli Vatan’ın birinci sayfasında bu resmin fotoğrafının
yayınladığını hatırlayacaklardır. Aliye Berger, öteden beri çok titiz çalışan bir gravürcü
olarak tanınmıştır. Bu nisbetlerde yapılmış hiçbir eserini henüz görmemiştik. Mektepçi
ve Akademik bir gözle bakılırsa tablosunda birçok noksanlar ileri sürülebilir. Lâkin bir
resim diye ele alınırsa, zannederim, sergiden mevcut öbür resimlerin hepsinden daha
güzel, canlı, hayat dolu, telkin edici bir hareket ve ritim sahibi olarak görünecektir.
İkinci mükâfatı alan Fethi Karakaş’ın tablosu, biraz karanlık olmaktan başka
kusuru bulunmayan bir eser: Ressam konu olarak balık tutanları ele almış ve denizin
altını da beraber göstermiş. Lâkin buna tam bir duvar resmi karakteri vermiş. Öteden
Beri inandığımız bir sanatkâr olan Fethi Karakaş’ın böyle bir jüri tarafından ikincilikle
mükâfatlandırılmasını sevinçle karşıladım. İlk iki ressamın gravürde çalışmış olmaları
dikkate değer. Hatta şunu da söyleyebiliriz, derece alanlardan Hakkı Anlı’da dâhil
olduğu halde, jürinin, mücerret resme en çok yaklaşanları tercih ettiği, daha doğrusu
mücerret resimle gerçeği anlaştırabilenleri seçtiği ortaya çıkıyor. Başka vesilelerle
yaptığımız konuşmalarda, hemen hepsi eski nesle mensup olan jüri üyelerinin, mücerret
resmi değerlendirme, fakat yalnız kendi malzemesiyle resim sanatı her şeyi ifade
edemeyeceğine nazaran, bu imkânın mutlaka gerçek hayatla anlaştırılması gerektiğine
inandıklarını öğrendiğimizden, bu intihap tarzı bana hiç de garip görünmedi.
Buna mukabil, sergide bazı resimler var ki, bizim ölçümlerimize ve
hükümlerimize göre derece veya mansiyon alabilirdi. Mesela Balaban’ın bazı tesirleri
aksettirmekle beraber kuvvetli zannettiğim tablosu gibi… Yine bazı resimler var ki,
birçok bakımlardan tenakuzları ihtiva ettiğinden mükâfatlandırılamazdı: Cemal
Tollu’nun ve Haşmet’in resimleri gibi… Dahası var: inandığımız bazı ressamlar bizi
hayal kırıklığına uğrattı. Meselâ Eren Eyüboğlu’nun tablosu, Üç ayrı üslupta bir tek
tablo; hatta bu üslupları anlaştırmağa dahi teşebbüs etmeden, her parça öbürünü
ezecek tesirini yok edecek şekilde tertiplenmiş… Eren gibi çok inandığımız ve eserlerini
352
sevdiğimiz bir ressamın böyle bir fikre, hevese kapılmış olmasını bir türlü
anlayamadım”839.
839
Zahir Güvemli, Kalkınan Türkiye, Vatan, 16 Eylül 1954.
353
Ek-17: Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?..
II
“Yapı ve Kredi Bankası’nın tertip ettiği resim müsabakasına katılan eserler
hakkında milletlerarası jürinin verdiği karar üzerine kopan fırtınayı bir de jüri
bakımından tahlile çalışacağız. Bu bahiste de her şeyden önce şunu belirtmek yerinde
olur; jüri heyetinin kendinden bekleneni verememiş olduğunu gösteren yeter deliller
mevcut olmakla beraber, netice ne olursa olsun, böyle bir müsabaka hakkında hüküm
vermek için Türkiye’ye celbedilecek en güvenilir hakem heyetlerinde biri olduğunda
şüphe edilemez. Venturi, Fierens ve Read gibi her biri sanat tarihi ve edebiyatı ile çok
uzun müddet meşgul olmuş, yazılar ve kitaplar yayınlamış tenkidcilerin anlayış, görüş
ve zevklerine itimat etmemezlik yapamayız. Bu itibarla Yapı ve Kredi Bankası bu
şahsiyetlerin İstanbul’da bulunmasından faydalanmakla en iyi yolu tutmuştur. Sadece
tarih ve edebiyat tenkidcilerden müteşekkil heyetlerin yanıldıkları görülmemiş bir şey
olmamakla beraber ressam- münekkid jüri heyetlerinin tarihinde bugün dâhi olarak
tanınan en büyük ressamların eserlerini reddettikleri de sık sık görülmüştür. Demek
oluyor ki bu işlerde riyazî bir katiyetle herkesi tatmin edecek bir karar beklemek kadar
boş bir şey olamaz. Esasen matematik gibi müsbet bir bilim olmayan sanatın bünyesi de
buna elverişli değildir. Bundan dolayıdır ki biz hangi devre, hangi ekole ait olursa
olsun, bütün tarih boyunca sanatı basmakalıp kaideler içine sıkıştırmak isteyen
akademizmi takbih ediyoruz. Gene bunun içindir ki İstanbul’daki jüri heyetinin verdiği
karar üzerine paçaları sıvayarak işi hemen bir hendese meselesi şekline sokmak isteyen
itirazcıların hareket hattını da takbih zorundayız. Jürinin yanılmış olduğunu ileri süren
bazı ressamlarımız hemen bu yola girmiş, hendesî mülâhazalar serdetmişlerdir. Hattâ
bunlardan bir tanesi ihtiyar Venturi’yi kongre koridorlarında iki defa sıkıştırarak:
“Beğendiğiniz resmin neresinde şu, neresinde bu var?” gibi elâstikî ve sübjektif
cevaplara açık sualler sormuş, tabiî lâyık olduğu cevabı almıştır: Birinci defasında
“sükût”, ikinci defasında da : “Her şey var. İşte bu kadar!” gibi izahsız ve katî bir
mukabele.
Resim sanatı istiklâl ve hürriyete ancak bu yüzyılımızda kavuşmuştur. Ona
birtakım sert kalıplar içinde yeni bir akademizme, modern akademizme götürmek
isteyenleri daima görüyoruz. Fakat bunlar da resim sanatının mukadder mahreki
üzerinde seyretmesine mâni olamayacaklardır. Kimi realist, kimi nonfigüratif yolda
354
yürüyecek, fakat hangi yolda yürünürse yürünsün temayül tek olacaktır: abstre.
Yirminci yüzyılın realist sanatı dahi geçmiş zamanlardakinden büsbütün başka
olacaktır. İki sınıf ressam arasındaki fark ancak şu olabilir: mâna ve ifadenin mevcut
oluş veya olmayışı.
Şimdi sadede yani yine jüri meselesine gelelim: İstanbul’daki jüri heyetinde
yalnız tenkidciler, başka bir deyimle sanatın tarihçileri, yazarları, filozofları yer
almıştır. Zaten sadece tenkid nedir: edebiyat. Tarihte bu noktadan hareket eden bazı
büyük ressamlar arasında tenkidi “palavra” kelimesiyle –palavra İspanyolca söz
demektir–tavsif edenler olduğu gibi münekidleri “hiçbirşeyden anlamıyan şarlatanlar”
olarak telâkki eden dâhi sanatkârlar da olmuştur. Tenkidsiz sanatın yürümesine imkân
olmamakla beraber, zaman zaman öyle hâdiselerle karşılaşmıştır ki bu iddia ve
telâkkilere, tabiî bazı hallerde, hak vermemek de imkân dışında kalmıştır. Sanatkâr
mesela bir vazo olarak başladığı tablonun, tahliline kendisinin de imkân bulamadığı iç
ve dış tesirler altında bir portre veya bir ağaç olarak bittiğini görmüş, tenkidciler ise bu
tablo hakkında sanatkârı güldüren mülâhazat ileri sürmüşlerdir. Bununla edebiyat
mahiyetinde olan her tenkidin “palavra” olduğu gibi bir iddiada bulunmadığımı kayda
bile lüzum görmem. Ancak tenkidlerinde ve tahlillerinde hem isabet, hem de alınacak
ders bulunan münekkidler daima sanatkârla sıkı temas halinde bulunanlar olmuştur.
Fakat yalnız münakaşa ve espri sahnesi olan muhitlerde değil, bizzat çalışma yerlerinde
yerlerinde teması idame edenler. Bu nevi tenkidciler eser önünde yalnız tarihçi ve
edebiyatçı münekidler gibi bir defa heyecana gelerek sanat anlamında “güzel”
kararına vardıktan sonra bunun neden güzel olduğunu incelemeğe başlarlar. Eser ya o
güne kadar başka güzel eserlerin incelenmesinden doğan bazı kaidelere uymuş da
ondan dolayı güzeldir; yahut da bu kaidelere yeni bir şey katmış da ondan dolayı
güzeldir. Yani orijinal olduğu için güzeldir ve bu sebeple de kendinden önce inşa
edilmiş olan binaya yeni bir tuğla ilâve etmek suretiyle kendinden sonra “güzel”e
varmak isteyenlere bir “yeni tuğla” ilâvesi yolunu göstermiştir. İşte tenkidci bu suretle
sanata o “güzel”i yaratan “artist”ten daha büyük hizmette bulunmuş olur. Sanatkârın
çalışmasını ve bu çalışma mahsulünü ayırt edici bir tahlille tetkik ve tasnife tâbi
tutabilecek kabiliyette olan tarihçi ve edebiyatçı münekkidi, felsefeci takip eder de
eserin yaratılmasında âmil olan dış ve iç tesirler meydana çıkarabilirse inceleme ve
hüküm çıkarma işi tamamlanmış olur.
355
Münekkidin aynı zamanda ressam olmasındaki avantaj inkâr edilemez. Fakat
büyük ressamlar arasında kendini sanat, tarih, edebiyat ve felsefesine tam mânâsiyle
vermiş, çektiğini, hissettiğini ifadede ötekiler kadar azdır. Bununla beraber münekkid
ressamların sanata ve sanat tarihine hizmetleri daima birincilere nazaran daha büyük
olmuştur. Bunun sebebi sanatkârın eser yaratılırken çekilen doğum sancılarını bizzat
çekmiş ve çekmekte olmasıdır. Tarihçi – yazar – münekkid heyecanlanmakta ressam
– münekkid kadar hassas olabilir; tıpkı tarihçi – yazar bir musiki münekkidinin
bir konseri dinlerken virtüöz – münekkid kadar heyecanlanabildiği gibi. Fakat – pek az
istisna ile – icradaki kabiliyet ve zorluğu onun kadar görmesi mümkün olmaz.
Bu bakımdan resim sanatının mesela – pek yakın tarihi ele alalım –
hissettiğini ifade kabiliyeti pek mahdut olan, hattâ yazdıklarında lisan ve imlâ hatası
bile yapan büyük Van Gogh’un mektuplarından ettiği istifadeyi en büyük tarihçi – yazar
münekkidlerin tahlilleriyle meydana gelen “bilgi-sanat”ın faydasından her şeye rağmen
üstün tutmak zorundayız. Terbiyeci, şair, felsefeci, ruhiyatçı ve tarihçi münekkidin
sayfalar, hattâ ciltler dolusu yazı ile çözemediği problemi sâf ve orta tahsilli Van Gogh
çirkin modelle gerçekleştirdiği “estetik güzel”le bir çırpıda çözer, kendisini
tımarhaneye götürecek kadar kemiren düşünce ve hislerini de kafasını sabahlara kadar
zorlayıp nihayet kaleminden kâğıda akan bir satırla ifade eder.
Bundan dolayıdır ki bazan münekkidlerin sayfalar dolusu yazılarından
elle tutulur pek az şey kaldığı halde Van Gogh’un, Gauguin’in, Matisse’in kısa
yazılarında her kelime lüzumludur ve yerinden oynatılamaz.
Andre Lhote – ki sanatkâr olduğundan çok hoca, münekkid ve yazardır –
dahi bizi her cümlesi, hattâ her kelimesi üzerinde uzun uzun düşündürür”840.
840
İhsan Cemal Karaburçak, Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. II, Zafer, 19 Ekim 1954.
356
Ek-18: Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?..
III
“Sanat eseri derin bir düşüncenin, uzun bir çalışmanın ve bu çalışma esnasında
sanatkâra dışarıdan ve içeriden tesir eden karışık birçok âmillerin mahsulüdür. Bu
âmiller esnasında en büyük rolü oynayan ve en çok zaman alan araştırmalarda müessir
olur. En tesirli araştırmalarda ise içgüdünün rolü tereddütsüz kabul edilmelidir.
Bununla beraber sanat adamı etrafında gördüğü her şeyi sanki ilk defa görüyormuş gibi
görecektir. Bundan dolayı sanatkâr her sabah “bâkir uyanan” adamdır diyoruz.
Fakat ya tenkidci!.. O da sanatkârla muvazi olarak bâkir uyanmazsa veyl haline.
Üstelik o, iki bakımdan bâkir uyanacaktır: Hem eserler, hem de sanatkârlar önünde. Bu
sebepledir ki vazifesi çetin ve muğlâktır. Bu vazifeyi yaparken bir fartı gayret neticesi
bizzat sanatkârın önünde gülünç duruma düşmek kaygısının yarattığı kompleksi de
hesaba katarsak tenkidcinin güç durumunu çok iyi anlarız.
Tenkidci muhtelif eserler arasında birinciyi, ikinciyi seçmek gibi hakemlik
vaziyetine girmeyerek vazifesini, eserin sanat tarihi istihalelerindeki yeri ve bu tarihin
öğrettiği prensip ve müşahadelere bir şey katıp katmadığı mülâhazasiyle çerçevelediği
takdirde daha faydalı iş görmüş olacaktır.
Sözü bir noktaya İstanbul’daki jüri kararı üzerine kopan kıyametin haklı ve
haksız taraflarını incelerken hesaba katılması gereken unsurlardan en önemlisini
tamamiyle objektif olarak göz önünde tutmak istediğim için getirdim. Tekrar objektif
olarak diyorum, çünkü bu müsabakaya katılmayı düşünmüş ve bir de küçük ölçüde
numune boyamış; fakat sonra bundan önceki yazılarda işaret ettiğim endişeler
sebebiyle vazgeçmiştim. Zaman beni haklı çıkardı. İstanbul jürisine dâhil bulunan
İngiliz tenkidcisi Sir Herbert Read bu numuneyi gördüğü zaman:
-Niçin bu eserle müsabakaya katılmadınız? Dedi.
O zaman katılmamak için verdiğim kararı tesir eden endişeleri saydım. Sembolik
mahiyette olan böyle bir resim verirsem dikkate bile alınmaz diye korktuğumu ilâve
ettim.
-Müsabaka hakkındaki hükmün kongrenizin İstanbul’da toplanacağı tarihe talik
edileceğini, heyetinizin de bankanın saraheten ilan ettiği kayıtları bi tarafa
bırakabileceğini tabiatile bilemezdim, dedi.
Bu nümuneyi ilk sergimde teşhir edeceğim.
357
Şimdi kopan fırtınada haklı haksız tarafları incelemeye çalışalım.
Mükâfat kazanamayanlar arasında şimdiye kadar her yaptıklarının çok defa da
yerinde olmayarak beğenildiğini görmeye alışkın ünlü ressamlarımız ve Akademi
hocalarımız da var. Ölçüyor, biçiyor; değişmez sandıkları kaideler gösteriyor; jüri
yanılmış, haksız karar vermiştir diye ter ter tepiniyorlar.
Bu
zavallı
mütâalar
önünde
bizim
söyleyeceğimiz
şey
yıllardanberi
tekrarladıklarımızdan başka türlü olamaz: Sanatta bütün kaide ve ölçüler sadece
yardımcı unsurlardır. Bunlara sımsıkı bağlı kalındıkça yaratıcılık; yaratıcılık olmayınca
da sanat olamaz. Yirminci yüzyılın yarısını arkamızda bıraktık. Eğilip bükülmez
prensiplere sımsıkı bağlı kaldığı için Akademi’mizi takbih ederken bu sefer de modern
sanatın mezarını kazacak olan neo-akademizm nevinden bir yola saplanamayız.
Hele kaidelere boyun eğdirecek yerde bunun esiri olduklarını bu suretli itiraf
etmiş sayılmaları gereken ünlü ressamlarımızın “jüriyi beğenmemek” gibi en yüksek
haklarını kullanmak imkânından kendilerini, müsabakaya – herşeye, bütün kayıtlara
rağmen- katılmak suretiyle mahrum etmiş oldukları halde şimdi bir sporcu efendiliğiyle
susmamaları ve kaidelerin himayesine sığınmaları affedilir hatâ değildir.
Bununla beraber jürinin de tam yerinde bir karar vermiş olduğunu iddia
edemeyiz. Verilen hükmü, mümtaz tenkidcilerin “ehveni-şer”ri seçmiş olmalarından
başka şekilde izaha bugün için malik bulunmuyoruz.
Şimdi bu vaziyetten faydalanacak cihetleri arayıp bulmalıyız. Memlekette sanat
hayatını sevk ve idare ile mükellef olanlar bundan mümkün olan en büyük istifadeyi
sağlamağa çalışmalıdır. Bu istifadeye hizmet edecek noktaları aşağıda sıralamağı nafi
buluyoruz.
1. Banka tertibde hataya düşmüştür. Fakat övülmeye lâyık bir nümune vermiştir.
2. İleri ressamlarımız bütün kayıtlara rağmen müsabakaya katılmakla hataya
düşmüşler,
para
karşılığında
yollarından
fedakârlık
yapabileceklerini
açığa
vurmuşlardır.
3. Eski milli eğitim vekillerinden bir zatın söylediği gibi bu memlekette bir
akademi meselesi mevcuttur. Bu mesele süratle ele alınıp halledilmelidir.
4. Memlekette resim sanatına taallûk eden her tezahür İstanbul’da bir mektep
olmaktan başka mahiyeti olmayan ve nihayet bir bölge ile ilgilenmekten kendini
358
kurtaramayan Güzel Sanatlar Akademisi’nde değil bütün memlekete şamil bir teşkilât
olması gereken bir ‘’Güzel Sanatlar Umum Müdürlüğü’’nde tanzim edilmelidir.
*
Sanat Tenkidcileri Kongresi’ne katılan yabancı üyelerin Türk resmi hakkında
söylediklerine gelince, onlara tamamile iştirak edemeyeceğiz fakat hak vermemek
imkânı da yoktur.
Sir Herbert Read atölyemi ziyaret ettiği zaman şaşırdı, “Demek, Güzel Sanatlar
Akademisi’nde tertib edilen sergi bütün Türk resmini temsil etmiyormuş” dedi. Bu hal
yukarıda dördüncü nokta ile belirttiğim hususu tamamiyle teyit eder. Güzel Sanatlar
Akademisi bu kabil tezahür ve fırsatlarda ve başka şehirlerin mevcudiyetini daima
tamamiyle unutmuş, İstanbul’da Akademi dışında kalanları bile yüzde on hatırlamak
lûtfunda bulunmuştur. Açılan sergi tam mânasiyle röprezantatif bir sergi olsaydı,
muhterem kongrasistlerin Fransız resmine pekiyi nazarla bakmadıkları anlaşılmasına
rağmen Türk resmi hakkında bu kadar kaçamaklı konuşmaları belki de mümkün
olmazdı”841.
841
İhsan Cemal Karaburçak, Hakikaten Bir Hadise Karşısında Mıyız?.. III, Zafer, 20 Ekim 1954.
359
Ek-19: Bir Jürinin Kopardığı Fırtına
I
“11 Eylül Cumartesi günü İstanbul’da, Spor ve Sergi Sarayı’nda Yapı ve Kredi
Bankası’nın düzenlediği müsabakaya katılmış resim ve afişlerden mürekkep bir sergi
açıldı. Açılış töreninde İstanbul’da toplanan Beşinci Milletlerarası Sanat Tenkidcileri
Kongresi’nin üyeleri de davetli idi. Banka, jüriyi bu üyeler arasından seçmişti. Jüride,
Milletlerarası Sanat Tenkidcileri Birliği Başkanı Paul Fierens (Belçikalı) ve Başkan
Yardımcıları Lionello Venturi (İtalyan) ile Sir Herbert Read (İngiliz) vardı. Öyle
sanıyorum ki dünyada bundan üstün bir jüri kurulamazdı. Jüri üyelerinin üçü de
çağımızın en ünlü sanat tarihçileri ve sanat yazarları arasındadırlar. Herbert Read aynı
zamanda estet ve şairdir.
Serginin açılışında jürinin verdiği karar öğrenilmediği zaman, salon birbirine
girdi. O anda başlayan kaynaşma, İstanbul’un sanat çevrelerinde hâlâ devam
etmektedir.
Kimi, sanat tarihçi ve tenkidcilerden mürekkep bir resim jürisi olamayacağı,
resim jürisinin ancak ressamlardan kurulabileceği, bütün dünyada bunun böyle olduğu
yolunda garip fikirler ortaya attı. Kimi, zaten jüri denen şeyin lüzumsuz olduğunu ileri
sürdü. Kimi, bazı büyük ressamların jüriler tarafından takdir edilememiş olduklarını
söyleyerek avundu. Kimi de, daha ileri giderek, Paul Fierens’in, Lionello Venturi’nin ve
Sir Herbert Read’in sanattan anlamadıklarını, resim hakkında en ufak bir fikirleri
olmadığını, hatta tesir altında kaldıklarını iddia etti. Sergide katılmış ressamlardan
bazısı, jürinin anlayışlı ve kendi eserlerinin zayıf olabileceği ihtimalini aklına bile
getirmedi. Yahut getirmek istemedi. Kendilerinden o kadar emindiler. Fırçalarında
sihirli bir kuvvet, değer hükümlerinde tam bir isabet olduğuna o kadar inanmışlardı!
Sanat bir müsbet ilim değildir ki sanatta güzeli, doğruyu, başarılıyı kesin olarak tayin
edebilecek bir ölçü bulunsun!.. Böyle bir ölçü bulunmadığına göre, bir jürinin yanlış
yahut doğru hüküm vermesi diye bir şey olamaz. Ancak, bir jürinin anlayış ve zevkine
güvenip güvenmemek mevzubahis olabilir.
Fierens, Venturi ve Read’den müteşekkil bir jürinin anlayış ve zevkine
güvenmeyen bir ressam, kendini dünyada kurulabilecek bütün jürilerin üstünde görüyor
demektir. Bu, şüphesiz ki bir ressamın hakkıdır. Fakat böyle bir ressama da, her önüne
360
çıkan müsabakaya girmemek, eğer girerse, jürinin karşısında, kendi kendine verdiği
paye ile mütenasip bir sükûnet ve olgunluk göstermek yaraşır.
Bugüne kadar bizde ressamlar, kendi girdikleri sergilerde jüri üyesi olurlar,
kendi eserleri için oy kullanırlardı. Yapı ve Kredi Bankası’nın kurduğu jüri ne kadar
kötü olsa, bu usülden daha kötü olamazdı.
Fierens, Venturi ve Read’den müteşekkil jüri isabetsiz hükümler de vermiş olsa,
Türk ressamlarının gitgide katılaşan değer ölçülerini, Türk resminin son zamanlarda
durgunlaşan havasını sarsmaya muvaffak olmuştur.
Jürinin kararını duyan bir genç ressam, “demek bizim resim hakkında bütün
öğrendiklerimiz yanlışmış!” diyordu.
Eğer resim hakkında bütün öğrendiklerinin doğru olması gerektiğini sanan tek
bir Türk ressamının bile içine, resim hakkında öğrendiklerinin yanlış da olabileceği
şüphesini sokabildi ise, yabancı uzmanlardan müteşekkil bu jüri, Türk resmine büyük
bir hizmette bulunmuş demektir”842.
842
Bülent Ecevit, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına I, Halkçı, 16 Eylül 1954.
361
Ek-20: Bir Jürinin Kopardığı Fırtına
II
“Yapı ve Kredi Bankası’nın düzenlediği müsabakaya katılan resimlerden
mürekkep sergi açılıp da üç yabancı uzmandan (Paul Fierens, Lionello Venturi ve Sir
Herbert Read) kurulmuş jürinin, önce Spor ve Sergi Sarayı’nı, sonra da İstanbul’un
bütün sanat çevrelerini birbirine katan kararı öğrenilir öğrenilmez, birkaç değerli ve
genç ressam, birinciliği kazanan ve birinciliği kazanması bir türlü affedilmeyen
tablonun karşısına geçtiler, bir kâğıtla bir kalem çıkardılar ve birtakım geometrik
şekiller çizmeye koyuldular.
-Jüri yanılmıştır, Aliye Berger’in resmi yanlışlarla doludur, hatta resim bile
değildir! Daha sonra, tanınmış bir sanat tarihçimiz, derece alan 10 resim için uzun ve
ince hesaplar yaparak bir cetvel hazırladı ve vardığı ilmî neticeyi dostlarına açıkladı:
-Jürinin falanca resimler hakkında verdiği hükümler doğru, fakat geri kalan
resimler (o arada birinciliği kazanan resim), hakkında verdiği hükümler yanlıştır!
Bu zihniyet, Türkiye’de sanatın, modern sanatın ölüm çanıdır. İş böyle hesaba
kitaba, yanlış doğru cetvellerine döküldüğü anda, sanatçının bütün yaratıcılık
imkânları, bütün hamle yolları, bütün fışkırma kaynakları tıkanmış, sanatçı, birtakım
riyazî formüllerin katı çerçevesi içine hapsedilmiş demektir.
Hele, ressamın ifadecilik ve kişiliğini belirtme imkânlarını zaten daraltan soyut
ve nonfigüratif sanat böyle sert kalıplara dökülür, formüllere bağlanırsa, sanatı sanat
yapan yaratıcı ruha yer kalmaz. Yaratıcılık elbette, kural ve sınır tanımayan başıboş bir
faaliyet değildir. Fakat gerçek sanatçı, kurallara boyun eğmez, kurallara hâkim olur;
başkalarının çizdiği sınırlar içine girmez, kendi sınırlarını çizer.
Şark sanatının yüzyıllarca, hâmle ve değişme imkânından, beşeri ifade gücünden
yoksun, ölü bir sanat olarak kalmış olması, kuralların sanatçıya hâkim olması
yüzündendi.
Yaratıcılık hürriyetine daha yeni kavuştuğu bir sırada Türk sanatçısı, cedlerini
yüzyıllarca kösteklemiş boyunduruğun altına yeniden girmemelidir!”843.
843
Bülent Ecevit, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına II, Halkçı, 17 Eylül 1954.
362
Ek-21: Bir Jürinin Kopardığı Fırtına
III
“Yapı ve Kredi Bankası, düzenlediği resim müsabakası için, Türkiye’deki istihsal
hayatını konu olarak vermişti.
Şimdiye kadar gravürleriyle tanıdığımız Aliye Berger, yaptığı ilk yağlıboya tablo
ile birinciliği kazanınca kıyamet koptu.
Kopan kıyametin sebeplerinden biri Aliye Berger’in sembolist tablosunda
Türkiye’yi gösterir bir işaret bulunmaması idi. Gerçi bu tabloyu dolduran güneş, bu
tabloda fışkıran tabiat, bütün dünyanın olduğu kadar Türkiye’nin de güneşi,
Türkiye’nin de tabiatı sayılmak gerekirdi. Ama müsabakayı düzenleyen kurum,
resimlerde Türkiye’nin müşahhas olarak belirtilmesini istemişti. Üç yabancı uzmandan
kurulan jüri, bu şartı hesaba katmadı.
Ressamlar, jürinin bu şartı hesaba katmamasına kızmakta bir dereceye kadar
haklı sayılabilseler bile, jüri, böyle bir kararı hesaba katmakta çok daha hakli
sayılmalıdır. Asıl haksızlık, konuyu tespit edenlerdedir. Çünkü konuyu ifade ediş tarzı
ile ressamların çalışma tarzını önceden tahdid etmek, ressamları, istihsal konusunu
müşahhas bir şekilde işlemeye mecbur tutmak, soyut yahut non-figüratif sanata
kaçmaktan alıkoymak istemişlerdir.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, düşünce ve yaratma hürriyeti bulunan bu
memlekette, kendini bilir hiçbir sanat jürisinden, böyle bir tarz tahdidi, böyle bir
müdahalecilik karşısında boyun eğmesi beklenemezdi. Eğer sanatçılar, böyle bir tarz
tahdidine, böyle bir müdahaleciliğe, kendi tabii meyillerine rağmen boyun eğmişlerse,
kendi kendilerine karşı kusur etmişlerdir. En doğru hareket, ya böyle bir tahdide aldırış
etmemek ya da böyle bir müsabakaya girmemek olurdu.
Söylentilere göre Bankanın müsabaka işini tevdi ettiği kimseler, daha da ileri
giderek, müsabakaya katılacak ressamlardan bazılarını, soyut yahut non-figüratif
tarzda çalışmaları, yapacakları resmin tabiata yakın ve “anlaşılır” olması hususunda
önceden ikaz etmişlerdir. O ressamlar da, aslında soyut ve nonfigüratif tarzlara meyilli
oldukları halde, bu ikaza uymuş ve tabiata yakın ve “anlaşılır” resimler yapıp
müsabakaya onlarla katılmışlardır. Şimdi de, “Biz kurulacak jürinin bu tarz resimlere
itibar etmeyen bir jüri olacağını nereden bileydik,” diyorlar! Bunu diyen ressamlar
jüriye değil, hatta müsabakayı düzenleyenlere de değil, ancak kendi kendilerine kızmalı,
363
3-5 bin liralık bir mükâfat uğrunda, inandıkları yahut inanır göründükleri sanat
yolundan çıkmış olmalarına yanmalıdırlar! Jüri, o ressamlara, çok yerinde bir sanat
ahlakı dersi vermiştir”844.
844
Bülent Ecevit, Bir Jürinin Kopardığı Fırtına III, Halkçı, 18 Eylül 1954.
364
Ek-22: Üç Sanat Tenkidçisinin Türk Sanatına Dair Görüşü
“Şehrimizde toplanan Sanat Tenkidcileri Kongresi Lionello Venturi (İtalya),
Paul Fierens (Belçika) ve Herbert Read (İngiltere) gibi dünyaca tanınmış üç sanat
tenkitçisinin şehrimize gelmelerini sağlamıştır. Bu üç tenkidci aynı zamanda konusu
“Kalkınan Türkiye” olan büyük resim müsabakasında jüri vazifesi görmüşlerdir.
Kendilerine Türk resmi üzerine ne düşündüklerini ve müsabakada eserleri hangi değer
ölçülerine göre seçtiklerini sordum. Bu suallerine verdikleri cevapları konuşma sırası
ile aşağıya yazıyorum:
Lionello Venturi
-Akademi’de açılan resim sergisi beni çok ilgilendirdi. Bu sergide en çok
beğendiğim resim Adnan Çoker’in bir köşede duran küçük bir mücerret tablosudur.
Mücerret resme meyleden iki ressam daha sergiye katılmış ressamlar arasında önemli
göründüler bana. Buraya geldiğimden beri Akademi çevresinde yaptığım temaslardan
Akademi profesörlerinin mücerret resme karşı müsait bir tavır takındıklarını gördüm.
Bu durum bir istisnadır. Bu, Türk resminin gelişmesine dair ümit vericidir.
-O halde sizce Türk resmi daha çok mücerret sanat yolunda mı çalışmalıdır?
-Hayır, böyle bir kaide konamaz. Gerçi İslam sanatı mücerret bir sanattır. Fakat
bu demek değildir ki, bütün Türk sanatçıları mücerret sanat yolunda ilerlemelidirler.
Bence bu nokta üzerinde fazla duruluyor. Bütün italyan ressamların Raphael gibi resim
yapmalarını istemeyeceğimiz gibi, Türk ressamlarının da yalnız mücerret resimde
muvaffak olacaklarını iddia edemeyiz.
İkinci sualime Venturi şöyle cevap verdi:
-Müsabakada birinciliği konan mevzudan en çok uzaklaşan resme verdik. Bence
bir ressamın değeri kendisine verilen belli bir vazifenin çerçeveleri dışına çıkması
serbest düşünmesi ve çalışması ile ölçülebilir. Mükâfat kazanan öbür ressamları da bu
hürriyet ölçülerine göre seçtik. Fakat müsabakaya katılan öbür ressamlar birinci kadar
hür çalışamamışlardı.
Paul Fierens
-Akademide açılan sergi benim için çok hoş bir sürpriz oldu. Eserler canlı ve
serbest. Avrupa akademilerinin genç sanatçıları tutmaları, eserlerine yer vermeleri az
365
görülür. Hiçbir peşin hükme saplanmaksızın gördüğüm resimler arasında non-figüratif
eserlerin en canlı olduğunu söyleyebilirim. Bunun sebebini şark geleneğinde yahut da
bugünkü sanatta non-figüratifin büyük yer tutmasında arıyabiliriz.
Spor ve Sergi Sarayı’nda gördüğümüz “İş ve istihsal” mevzulu sergide aynı
derecede canlı eserlere rastlayamadık. Herhalde bu sergide bir konunun sanatçılara
empôze edilmiş olması hayal kuvvetlerinin serbestçe gelişmesine engel olmuştur. Bu
sergide de jüri olarak eserler arasında bir eleme yaparken en canlı, en serbest ve hayal
gücüne kendini en çok bırakmış ressamların eserlerine değer verdik, yalnızca usluluğa
ve kompozisyon mükemmelliğine bırakmadık.
-Ressamların halk geleneğini canlandırma gayretleri sizce doğru değil mi?
-Ressamlarınızda bu gayreti seziyoruz. Birçoğu Türkiye’nin zengin halk sanatına
dayanarak yeni sanat için özel bir yol bulmaya çalışıyorlar. Fakat bu yol bir çıkmaz
değilse de, neticeye güç varılır. Bu meselenin halli için dehası olan bir sanatçıya ihtiyaç
vardır. Bu mesele bugün halledilmiş değil. Ve bence canlı bir sanat yaratmak için halk
geleneğinden hareket edilemez.
Herbert Read
-M. (Mösyö demek istemiş) Fierens’in fikirlerine umumiyetle iştirak ediyorum.
Konkura katılan ressamlar arasında çoğunun konuyu ele alırken, kalıplara ve klişelere
uydukları ve bu konuda önceden çizilmiş belli çerçevelerin dışına çıkamadıkları
klişelere saplandıkları intibaını edindim. Neticede tamamen “Conventionnel” olan bir
kompozisyon şekli meydana çıkmıştır. Hatta mücerret çalışan ressamlar bile
ötekilerinki gibi bir nevi akademizm içinde sıkışmış kalmıştır.
Biz ise görüş ve yaratışta özelliği olan ve sembolik bir canlılık taşıyan bir resmin
meydana gelmesi için çalışıyoruz. Bu değerleri, şekil kompozisyonu ve malum
sembolizm değerlerinden üstün tutarız.
Halk sanat ve geleneklerinin yeni resimde tutacağı yere gelince, bu her
memlekete göre değişir. Mesela İngiltere’de endüstrializm folklor diye bir şey
bırakmamıştır. Sizde sunileşmemiş bir sanata varmak imkânları henüz mevcut olabilir.
Fakat gene de halk geleneklerinizle doğrudan doğruya bir temasta bulunmanız çok
güçtür. Köylü sanatı tabii bir şekilde gelişmeli, bu iş Akademi’den geçmiş sanatçıların
işi değildir. Bugün milletlerarası temazların ve bilgi alışverişinin bu kadar çoğaldığı
366
dünyamızda bir halk geleneğini yaşatmak ve bu temel üzerine bir sanat kurmak çok
zordur. Sanatçılarımız halktan veya köylü sınıfından değildir, milletlerarası bir görüş
ve anlayış zemini üzerinde yaşarlar ve çalışırlar, tam köylü olamazlar, olmadıkları için
de köylü sanatını canlandırmanın yolunu bulamazlar.
-Sergide gördüğünüz ve değerlendirdiğiniz eserler arasında bir köylü
ressamının da eseri vardı. Onun üzerinde düşünceniz nedir?
-Eserinin üstünde çok durduk, fakat ressamın köylü olduğunu bilmiyorduk.
Şüphesiz ki onun eserinde başka bir hava vardı. Fakat o da milletlerarası sanat
görüşlerinin tesiri altında kalmıştır.
-Peki, böyle bir ressam ne yapmalı? Saf kalabilmesi için şehirlerle ve şehirli
sanatçılarla temasa geçmesine sizce mâni mi olunmalı?
-Bence şehir medeniyetleri en özlü köy sanatını bozar. Bu meseleyi sadece sanat
zemini üzerinde halletmek imkânsızdır; mesela toplumun sosyal ve ekonomik kuruluşu
ile ilgilidir. Özlü bir sanata varmanın tek yolu, özlü bir toplum şekli kurmaktır. Bugün
böyle bir toplum hiçbir yerde yoktur. Hatta Avrupa’nın sanat geleneği ile modern
endüstri medeniyeti arasındaki esaslı tezadı henüz hiçbir millet ortadan kaldırabilmiş
değildir”845.
845
Ayşe Nur, Üç Sanat Tenkitçisinin Türk Sanatına Dair Görüşü, Yeni İstanbul, 16 Eylül 1954.
367
Ek-23: Hakeme İtiraz, Jüriye İtiraz
“Bizim futbol maçlarında ekseriya hakeme itiraz edilir. Zavallı hakemlerimizin
bu yüzden bazen dayak yedikleri de oluyor. Ama ne yapacaksınız ki mağlup olan fena
oynadığını veya hiç değilse talihsiz olduğunu aklına getirmez de kabahati hakemde
bulur; hıncını ondan almaya çalışır.
Haydi diyelim ki futbol, adı üstünde, ayak oyunudur. Münevver olmayan da
futbol oynayabilir. Sporculuğu hazmedememiş olanlar oyunu idare etmekten başka
vazifesi olmayan hakeme saldırırlarsa “inşallah bir gün gelir, sporcunun ne olduğu
anlaşılır” diye dua eder, otururuz.
Gelgelelim aynı hastalık münevverlerimizde de var.
En iyi yazılmış kitabı seçmek üzere bir jüri mi teşkil ettiniz? Kimler bu aferin
alamazlarsa akıllarına gelen ilk şey jüriye itiraz etmektir. Onları cahillikle, tarafgirlikle
itham etmektir. Çünkü herkes kendisinin bir dâhi olduğuna inanmaktadır. Jüri de bu
dehayı tasdik etmekle mükellef bir heyettir ve jürilere daima kaybedenler itiraz ederler.
Kazanmadan evvel jüriyi hakir görenler tesadüfen kazandılar mı jürinin fevkalâde
bitaraf davrandığına inanırlar. Çünkü kendilerine rey vermişlerdir.
Yerli jürilere tarafgirlik isnat edildi mi bundan şüphe etmek bir dereceye kadar
mümkündür diyelim. Ya yabancı jürilere, hiç birimizle girdisi çıktısı olmayanlara
yapılan itirazlara ne demeli?
Ressamlarımız ki Türk münevverleri tarafından anlaşılmadıklarını iddia ederler.
Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu yıldönümü dolayısiyle hazırladıkları resimler
hakkında
karar
vermek
tesadüfen
şehrimizde
bulunan
dünyanın
tanınmış
münekkidlerinden mürekkep bir jüriye verildi. Her biri resim sahasında birer üstat
münekkid. Bu müsabakada aferin alamayan ressamlarımızdan bir kısmı jürinin bir
şeyden anlamadığını (!) iddia ediyorlar.
Doğrusu hiçbir komedi insanı bu kadar güldüremez. Haydi, biz resimlerinizden
anlamıyoruz. Kabul. Bu adamlar da anlamıyorlarsa acaba jüriden mi, yoksa bu itirazcı
ressamların hakikaten ressam olup olmadıklarından mı şüphe etmeli?
Bu meseleyi halletmek için de bir jüri lâzım mı?”846.
846
Şevket Rado, Hakeme İtiraz, Jüriye İtiraz, Akşam, 18 Eylül 1954.
368
Ek-24: Bir Müsabaka ve Bir Ders
“Akis’in 19 numaralı sayısında Yapı ve Kredi Bankası’nın 10’uncu Yıldönümü
münasebetiyle tertib ettiği Sanat ve Kültür Mükâfatlarından resim yarışması ile ilgili
imzasız yazıda şöyle deniliyordu:
“Yazı işlerini idare eden Vedat Nedim Tör modern sanattan, “anlaşılmayan”
sanattan nefret ederdi. Nitekim bu yarışmaya katılacak ressamlara da fazla modern
resimlerin iyi karşılanmayacağını ihsas etmiş, hatta pamuk tarlası resmindeki
başakların “elle tutulabilecekmiş gibi” canlı ve anlayışlı olmasını salık vermişti.
Yarışmanın sonundaki dolgun mükâfatları kaçırmak istemeyen ressamlar da bu
sözlere uyarak, aslında modern sanat meyilli bile olsalar, tablolarında pamuğu
pamuğa, başağı başağa, balığı balığa ve adamı adama benzetmek için ellerinden gelen
gayreti sarfetmişlerdi.”
Bu yazının sahibi her kimse, bir takım uydurma dedikodulara inanarak hem
benim, hem de ressamlarımızın günahına girmiş. Çünkü ben, hiçbir ressama fazla
modern resimlerin iyi karşılanmayacağını ihsas etmedim. Bu haberi ona kim verdiyse
düpedüz yalan söylemiş. Ben, şahsen sanatta moda cereyanlarından hoşlanmayabilirim.
Fakat müsabakaya iştirâk etmek isteyen ressamlara, daima verilen mevzuu diledikleri
şekilde işlemekte tamamen serbest olduklarını söyledim. Nitekim müsabakaya en
modern anlayışlı ressamlarımız bile iştirâk etmek suretiyle bu teşebbüsü himaye ve
teşvik etme olgunluğunu gösterdiler.
Ressamlarımızın,
yarışmanın
sonundaki
dolgun
mükâfatları
kaçırmak
istemedikleri için, bu sözlere uyduklarını iddia etmek ise ressamlara karşı oldukça ağır
bir hakarettir. Hiçbir gerçek sanatkâr, mükâfatlar ne kadar dolgun olursa olsun,
şahsiyetinden fedakârlık etmeye tenezzül etmez. Ben, şahsıma vaki olan tecavüzü çoktan
hoş
gördüm.
Müsabakaya
iştirâk
eden
sayın
ressamlarımızın
da
bunu
bağışlayacağından eminim. Yalnız yazara nâçizane bir tavsiyede bulunmak isterim;
Memleketimizde ilk defa yapılan bu gibi sanat müsabakalarını böyle gözden düşürecek
şekilde hafife almaktansa, teşvik edici, cesaret verici sözlerle desteklemek gerçek bir
tenkidci için daha vekarlı, aynı zamanda verimli bir vazife olabilirdi”847.
847
Vedat Nedim Tör, Bir Müsabaka ve Bir Ders, Akis, 25 Eylül 1954.
369
Ek-25: Füreya Koral ile Söyleşi - Alyoşa Efsanesi
“Yapı Kredi Bankası onuncu kuruluş yıldönümünü kutluyordu: Yıl 1954.
Kutlama etkinlikleri çerçevesinde banka, bir de ödüllü, ‘’Resim ve Afiş’’ yarışması
düzenledi. Türkiye’de bir banka ilk kez böyle bir girişimde bulunuyordu. Bu ‘’hadise’’
sanat çevrelerince alkışlanmaya değer bulundu.
Yarışma koşulları önceden belirlenmişti: Resimler yağlıboya ve 2x3 metre
boyutlarında olacak, “Türkiye’de İstihsal” mevzuu işlenecekti. Konu, Türkiye’nin
ekonomik konjonktürüyle bağıntılıydı. Üretim alanları henüz bomboştu. Demokrat
Parti’nin en parlak yılları yaşanıyordu. Üretim teşvik ediliyordu. Dünyada da böyleydi
bu. Savaştan çıkalı henüz dokuz yıl olmuştu. Dünya, o büyük tahribatın etkisini
üzerinden atmaya, yeniden yapılanmaya çalışıyordu.
Bankanın bu yarışma için koyduğu ödül tutarı toplam onaltı bin liraydı. Birinci
olan resim için beşbin lira ödenecekti. O gün için çok yüksek meblağlardı bunlar.
Delikli yüz paralar tedavülde, mor binlikleri görmek çoğunluk için hayal, bir
yüksek bürokrat aylığının beş yüz lira olduğu, o zamanın genç ressamı Adnan Çoker’in,
bugün biraz burukça, “Yarışmaya parasızlıktan katılamamıştım” diye hatırladığı bir
dönem…
Yarışmaya katılan otuzaltı resimden oluşan sergi, Spor ve Sergi Sarayı’nda
halka açıldı. Açılmadan önce de “Beynelmilel Sanat Münekkidleri Birliği”nin üç
üyesinden oluşan jüri tarafından değerlendirildi. Sergi açılışı, güzel bir tesadüf eseri
“Beşinci Beynelmilel Sanat Münekkidleri Kongresi”nin İstanbul’da yapıldığı günlere
denk gelmişti. Banka, kongreyi yöneten Türk seksiyonunun tavsiyesi üzerine dünyaca
tanınmış üç üyeyi jüri olarak seçmişti: Belçika Güzel Sanatlar Umum Müdürü Paul
Fierens, Roma Üniversitesi Sanat Tarihi Profesörü Lionello Venturi ve İngiliz Sanat
Tarihçi Sir Herbert Read.
Devir Dergisi’ndeki bir yazıda, Spor ve Sergi Sarayı’nın sergi salonundaki
atmosfer ve sanatçıların psikolojileri şöyle yansıtılıyordu:
“11 Eylül günü Spor ve Sergi Sarayı’nın havası nezaket kaidelerinden
ayrılmamak için kendilerini zaptetmeye çalışan ressamların heyecanıyla iyice
gerilmişti. Resimlerin önünde öbek öbek toplanan ressamlar el ve kol hareketlerini
kısmaya, söylediklerini duyurmaya çalışarak fısıldaşıyorlar, hatta birbirlerine manâlı
manâlı bakıp tebessüm ederek adeta gözleriyle anlaşıyorlardı.”
370
Fierens ve Venturi’nin söylediklerine göre, oldukça dağınık düzenlenmiş sergi,
uzun dolaşmalar sonucunda incelendi, seçim yapıldı. Sergiye katılan resim ve afişler
rumuzla verildikleri için, ancak karar alındıktan sonra zarflar açıldı ve ödül
kazananların kimlikleri ortaya çıktı. İşte kızılca kıyamet de o zaman koptu; birincilik
ödülü, hiç umulmadık bir sanatçıya, ilk yaptığı yağlıboya resimle yarışmaya katılan
Aliye Berger’e verilmişti. Oysa Aliye Berger gravür sanatçısı olarak tanınıyordu.
Ödül kazandıktan sonra kendisiyle röportaj yapan Vatan Gazetesi’nden Tunç
Yalman’a “Çok zaman evvel bir gün adadaki evin bahçesinde…” diye başlayarak
paletle, fırçalarla ilk tanışmasının öyküsünü anlatıyordu: “Fahrünnisa resim yaparken
fenalık geçirdi, paleti elinden bıraktı, içeri götürüp yatağına yatırdılar. Büyük bir paleti
vardı. Üzeri güzel renklerle kaplıydı. Fırçalar da orada duruyordu. O güne kadar
(onaltı yıl önce oluyor bu olay) resim yapmak hiç aklıma gelmemişti. Alt kattaki salonun
pencerelerinde tavandan aşağı kadar büyük perdeler sarkardı. O perdelerin birinin
arkasında Fahrünnisa’nın tuvalleri dururdu. Ortalık dağılmasın diye oraya koyarlardı.
Perdenin arkasından küçük bir tuval alıp bahçeye çıktım. Vakit öğleden sonraydı, bahçe
çok güzeldi…”
Aliye Berger o gün, havuz başında, ilk yağlıboya denemesini yaptı. Daha
sonraki hayatında birkaç resim denemesi daha varsa da kayda değer değildi. Asıl
gravür üzerine yoğunlaşmıştı. Jüri kararına karşı sanat çevrelerinde tam bir kazan
kaldırma harekâtı başladı. Toz dumandan göz gözü görmüyordu. İsyancıbaşı, ressam
Cemal Tollu’ydu. Kızgınlıktan köpürmüş şekilde kaleme aldığı yazı “Yeni Sabah”
gazetesinde. 11 Eylül’den dört gün sonra yayımlandı. Ortalık yatışsın diye beklemeye
tahammülü yoktu anlaşılan.
Tollu: Van Gogh, Renoir, Matisse, Picasso vb. ünlü dünya ressamlarının
sözlerini hatırlatarak, “Sanat Tenkidciliğini” meslek edinen insanların laflarının hep
kuru kaldığından söze başlayarak ilk oklarını eleştirmenlere gönderiyordu:
“İtalyan sanat tenkidcisi ve tarihçisi Lionello Venturi, bir kitabın önsözünde,
“resim sanatından anlayabilmek için en iyi usûl resim yapmaktır” diyor. Kendisinin
resim yapıp yapmadığını bilmiyorum. Fakat jüri âzâsı sıfatıyla iki arkadaşının reylerine
samimiyetle iştirak ediyorsa, bilgisinden şüphe ederiz…”
371
Tollu’ya göre, mesleğin çilesini çekmemiş olanların sanatçı veya tenkidci
olabileceklerini zannetmek yanlıştı. Renoir da hakiki bir çıraklık devresinden sonra
sanatçı olunabileceğine inanıyordu.
Tollu’nun bu tavrı karikatüristlere de esin kaynağı olmakta gecikmedi; “Cemal
Tollu namındaki bir akademi profesörü ressam Yapı ve Kredi Bankası’nın resim
müsabakasını kazanamayınca jüriye karşı hücuma geçmiştir” yazısıyla yayımlanan bir
karikatürde ressam, atın değil, eşeğin üzerinde, elinde kılıç yerine fırçalarla yel
değirmenlerine hücum eden bir Don Kişot’tu.
Devir Dergisi’nde yayımlanan imzasız bir yazıda isyanlar şöyle anlatılıyordu:
“Tablosu için aylarca düşünmüş, hesabetmiş, kitabetmiş, yıllar boyunca edindiği
bütün bilgisini kullanmış bir ressamın derece almış olduğu halde dudakları titriyordu.
Bizde diyordu, “yabancıların sözlerine çok kıymet verilir. Yabancılar beğendi diye
şimdi herkes birinci mükâfatı alan resim güzel zannedecek.”
Sergide ikincilik ödülünü Fethi Karakaş (3.000 lira); üçüncülüğü Hakkı Anlı
(2.500 lira); dördüncülüğü Remzi Türemen (2.000 lira); beşinciliği Haşmet Akal (1.000
lira); altıncılığı Cemal Tollu (500 lira) aldılar.
Ancak bu ressamlar unutuldu. Kimse haklarında söz etmiyordu. Dillerde
yalnızca, yabancı eleştirmenlerin, “sergide klişe olmayan tek resim” diye beğendikleri
Aliye Berger’in resmi dolaşıyordu.
Sergide eserinin seçilmemesine kızan bir ressamın, “Bunda sanki ne var!”
küçümsemesine bir sanatsever, “kuvvet var” diye cevap veriyordu. Akis Dergisi, isim
vermeden tepkileri dile getiriyor, “Müsabakaya iştirak eden bir kadın ressam da yine
hislerine kurban olarak bir toplantıda “jüri âzâlarına ağır hücumlarda bulunmuştur”
diye Eren Eyüboğlu’nu ima ediyordu.”
“İyi ki” diyordu Akis, “jüri Türk ressmlarından veya eleştirmecilerinden
mürekkep değildi. Yoksa stadyumda dayak yiyen hakemlerintalihine uğramaları
mukadderdi. Geçmiş olsun… İyi resim yapmadan önce hakem kararlarına, kendi
aleyhimize bile olsa, boyun eğmeyi öğrenmek gerekiyor. Hazin bir ders…”
Oysa, Aylâ Merih’in yazdığına göre, Aliye Berger’e bu ilhamı veren Eren
Eyüboğlu olmuştu. Beraberce o kocaman tuvali, o değişik renkleri almışlardı.
372
Aliye Berger’i Eren Eyüboğlu mu teşvik etmişti? Ettiyse, sonra neden bu kadar
kızmıştı? Füreya Koral, “Hayır yok!” dedi. “Öyle olsaydı bu kadar kıyamet
koparmazlardı. Eren’le Bedri Rahmi müthiş tepki gösterdiler.”
Mesele, neden Akademi’li sanatçılardan biri kazanmamıştı da, Akademi kökenli
olamayan, kendi kendini yetiştirmiş Aliye Berger kazanmıştı? Akademi çevresi bu olayı
bir türlü içine sindiremedi. Sanat yaşamında etkin rol oynayan Akademi, bu yarışmada
ilk kez ağır bir darbe yiyordu.
Sabri Berkel, Nurullah Berk, Cevat Dereli, Şükriye Dikmen Balaban sergiye
katılan ünlü ressamların bazılarıydı. Kongrenin düzenlenmesinde ön planda etkin rol
alan, yumuşak karakteri hoş görüsüyle tanınan Nurullah Berk bu sonucu gayet ılımlı
karşıladı, Tollu’nun tersine. Yine Akis dergisi’ndeki imzasız bir yazıya göre, Vedat
Nedim Tör, “modern sanattan”, “anlaşılmayan sanattan” nefret ediyordu. Tör, bu
yarışmaya katılacak ressamlara fazla modern resimlerin iyi karşılanamayacağını ihsas
etmişti. Hatta buğday tarlası resmindeki başakların “elle tutulabilecekmiş” gibi canlı
olmasını salık vermişti.
Yarışmanın sonundaki “dolgun mükâfatları” kaçırmak istemeyen ressamlar da
bu sözlere uyarak, aslında modern sanata meyilli olsalar bile, başağı başağa benzetmek
için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdi.
Vedat Nedim Tör, aynı dergide yayımlanan cevap yazısında, “Bu yazının sahibi
kimse, birtakım uydurma dedikodulara inanarak benim günahıma girmiş. Çünkü ben,
hiçbir ressama fazla modern resimlerin iyi karşılanmayacağını ihsas etmedim” diye
suçlamaları lisanı münâsiple reddediyordu.
“Hele” diyordu, “ressamlarımızın, yarışma sonundaki dolgun mükâfatları
kaçırmak istemedikleri için, bu sözlere uyduklarını iddia etmek ise ressamlara karşı
oldukça ağır bir harekettir. Hiçbir gerçek sanatkâr, mükâfatlar ne kadar dolgun olursa
olsun, şahsiyetinden fedakârlık etmeye tenezzül etmez.”
Tuhaf olan, yayımlanan yazılarda resimlerle ilgili değerlendirmelere pek az yer
verilmesiydi. Asıl mesele jüri kararıydı. Bütün dedikodular bunun çevresinde dönüp
duruyor, yazıların odağını oluşturuyordu.
İlk gençliğimin Ankara’sında sergilerinin çoğunu gezdiğim, adı geçince bana
hemen mor rengi çağrıştıran ressam İ. C. Karaburçak, Zafer Gazetesi’nde yayımlanan
yazısıyla kervana katıldı. “Şimdi” diyordu, “kopan fırtınada haklı ve haksız tarafları
373
incelemeye çalışalım”. Bu incelemeyi yaparken ısrarla objektif olduğunu tekrarlıyordu.
Çünkü kendisi, duyduğu bazı endişeler yüzünden yarışmaya katılmayı düşünmüş, hatta
bir de “numune” boyamıştı. Ama sonra vazgeçmişti. Sir Herbert Read’in atölyesini
ziyaret ettiğinde “numuneyi” görerek, “Niçin bu eserle katılmadınız?” sorusuna, onun
da “Müsabaka hakkındaki hükmün kongrenizin İstanbul’da toplanacağı tarihe tâlik
edileceğini, heyerinizin de bankanın sarahaten ilan ettiği kayıtları bir tarafa
bırakabileceğini tabiatıyla bilemezdim” cevabını verdiğini açıklıyordu.
Akademi kökenli olmayan ressam, belli ki daha önce çok canını yakmış Akademi
Hocalarını, ‘’fırsat, bu fırsattır’’ diyerek ele alıyordu keskin bir dille:
“Mükâfat kazanamayanlar arasında şimdiye kadar her yaptıklarının, çok defa
da yerinde olmayarak beğenildiğini görmeye alışkın ünlü ressamlarımız ve Akademi
Hocalarımız da var. Ölçüyor, biçiyor; değişmez sandıkları kaideler gösteriyor; jüri
yanılmış, haksız karar vermiştir, diye ter ter tepiniyorlar.
Sanatta bütün kaide ve ölçüler sadece yardımcı unsurlardır. Bunlara sımsıkı
bağlı kalındıkça yaratıcılık; yaratıcılık olmayınca da sanat olamaz.
İleri ressamlarımız bütün kayıtlara rağmen müsabakaya katılmakla hayata
düşmüşler,
para
karşılığında
yollarından
fedakârlık
yapabileceklerini
açığa
vurmuşlardır.
Bu memlekette bir Akademi meselesi mevcuttur. Bu mesele süratle ele alınıp
halledilmelidir.”
Karaburçak, jürinin kararını da pek yerinde bulmuyordu. Ressama göre,
“mümtaz tenkidciler” “ehven-i şer”ri seçmişlerdi.
Tabi bu arada “mümtaz tenkidciler”e de “Neden?” diye soruldu. Ancak bu son
derece almış öbür ressamları kapsamıyordu. Bayan gazeteci Ayşe Nur’un sorusunu
Venturi şöyle cevaplıyordu:
“Müsabakada birinciliği, konan mevzudan en çok uzaklaşan resme verdik.
Bence bir ressamın değeri, kendisine verilen belli bir vazifenin dışına çıkması, serbest
düşünmesi ve çalışması ile ölçülebilir. Mükâfat kazanan öbür ressamları da bu hürriyet
ölçülerine göre seçtik. Fakat müsabakaya katılan öbür ressamlar birinci kadar hür
çalışmamışlardı.”
Paul Fierens de buna yakın şeyler söylüyordu:
374
“İş ve İstihsal mevzulu sergide aynı derecede canlı eserlere rastlayamadık.
Herhalde bir konunun sanatçılara empôze edilmiş olması hayal kuvvetlerinin serbestçe
gelişmesine engel olmuştur. Jüri olarak eserler arasında eleme yaparken en canlı, en
serbest ve hayal gücüne kendini en çok bırakmış ressamların eserlerine değer verdik,
yalnızca usluluğa (ne demekse?) ve kompozisyon mükemmelliğine bakmadık.”
Sir Herbert Read ise, Mösyö Fierens’in “fikirlerine umumiyetle iştirak ettiği”ni
belirt… (miştir)
…Va-Nu, Aliye Berger’in tablosundaki “İstihsal” anlayışını dudak bükerek
karşılıyor, “Bu bir müreffeh sınıf insanının hayat görüşüdür” diye, kategorik bir sosyal
sınıf analizine girişiyordu:
“Eğer istihsal fikri, bu tabloda kıyamete nazire bir güneş-su-toprak ile temsil
edilmişse (ki, öyle görülüyor) insan unsuru, emek unsuru devede kulak kalmış… Sanki
bizim istihsalimiz ekmek elden su gölden…”
Va-Nu yabancı eleştirmenlere bu ölçüde değer vermeye de tepki gösteriyor,
Türklerin Batı insanına yaklaşımındaki aşağılık kômpleksini eleştiriyordu. “Meşhur bir
ecnebi tayyareden Yeşilköy’e ayak basar basmaz” diyordu, “Hemen karşısına çıkarız,
Türkiye hakkındaki düşüncesini sorarız. Bu sefer de öyle yapmışız. Seç bunlardan!”
Peki, bu şiddetli depremin merkezindeki Aliye Berger, ailesinin Dostoyevski’den
mülhem taktığı adla Alyoşa, bütün bunlara karşı ne yapıyordu? Kolay değildi
dayanmak.
Bayan gazeteci Âyla Merih, sergiyle ilgili izlenimlerini yazdığı yazıda, “Sakin ve
sevimliydi” diyor.
Aliye Berger, büyük ihtimalle, dağınık sarı saçlarını savurarak dolaşıyor,
dünyaya aldırmadığının ifadesi giyim tarzıyla belki de bu fırtınayı iç dünyasında
melteme çevirecek tevekküle dayanıyordu.
Şakir Paşa ailesinin üçüncü kuşağından, Fahrünnisa Zeid ve Aliye Berger’in
yeğeni seramik sanatçısı Füreya Koral’a sorduk o günleri. Teyze Aliye Berger ile yeğen
Füreya Koral arasındaki yaş farkı yalnızca altıydı. Fahrünnisa Zeid ile Aliye Berger’in
arasında da bir buçuk yaş vardı. “O nedenle de biz çok iyi üç arkadaştık. Bütün
hayatımızda çok yakın yaşadık birbirimize. Onların hayatımdaki eksikliğini hiçbir şey
doldurmuyor şimdi” diye anlattı Füreya Koral.
Aliye Berger böyle bir yarışmaya katılmayı nasıl karar vermişti?
375
Füreya Koral bunu pek bilmiyordu. “Ama bu, fırçayı eline ilk alışı değildi ki
zaten… “ dedi. “Daha önce de ara ara amatörce yağlıboya resim yapardı. Bu kadar
büyük boyutlarda bir resim ilk deneyişiydi.”
Aliye Berger, ilk önce Atatürk’ü resmetmeyi düşünmüştü. Sonra vazgeçmiş,
“feyiz kaynağı” olduğu için “güneş”i yapmaya karar vermişti. Resmin üzerinde
çalıştığı altı aylık süre içinde yaptığı işten bir türlü tatmin olmuyor, Füreya Koral’a ve
çevresindeki birkaç kişiye sorup duruyordu: “Ben burasını nasıl yapacağım? Burayı
kırmızıyı mı daha fazla koysam sarıyı mı?” sık sık da umutsuzluğa kapılıyordu:
“Beceremiyorum, olmayacak bu”. Buna karşılık Füreya Koral da ona, “Başladın bir
kere, yap işte. Mecbur değilsin sergiye koymaya.”
Aliye Berger’in en son güne kadar “göndereyim mi, göndermeyeyim mi?”
kuşkusu yaşadığını anlattı Füreya Koral:
“Birgün önce atölyesine gitmiştim. Resmin bitmediğini söylüyordu. Islak ıslak
gitti resim sonunda. Adamlar tabloyu taşıyorlardı. O, elinde fırça hâlâ. “Durun,
şurasını da düzelteyim” diyordu. “Rezil olacağım” diye söyleniyordu.”
Füreya Koral, o günlerde sık sık ima edildiği halde, pek açıkça telaffuz
edilmeyen ve seçimde etkili olduğu iddia edilen “bazı tesirler”in perde arkasını şöyle
anlattı;
“Jürideki Sir Herbert Read’ı Londra’dan tanıyordum. Oraya her gidişimde
görüşmüşümdür. Tanıştığım için de, hazır buradalarken atölyemde kendi yaptıklarımla
bir sergi düzenlemek istedim onlara. Hep programları var tabii. Bana birgünlerini
verdiler. Amerikalı birkaç kişiyi daha davet ettim. Bayağı büyük bir kokteyl verdim
atölyemde. ‘Füreya Hanım jüriyi etkilemek için bilhassa davet etti’ diye büyük dedikodu
oldu. Böyle bir şey düşünmem imkânsızdı. Ben, nasıl etkilerdim jüriyi zaten! Ayrıca
Aliye Berger’in bir şey kazanacağı da aklıma gelmiyordu doğrusu. Yarışmaya
katılanların hepsi profesyonel ressamlardı. Read ile benim seramikler üzerine
konuştum. Hatta güzel bir yazı da yazmıştır benim seramikler için.”
Sedat Hakkı Eldem’in Maçka’da yaptığı kahve o zaman lokantaydı. O akşam
jüriye ve sanatçılara bir yemek verildi orada. Fireya Koral, Herbert Read ile aynı
masaya düşmüştü. Koral, “Dayanamadım, sordum”, diye, sürdürdü konuşmasını biraz
muzip: “Siz belki söylemezsiniz ama yarışma nasıl geçti?” diye sordum. “Çok ilginç bir
resim vardı
dedi. Hangisini olduğunu sorunca, “Yuvarlak bir güneşin olduğu resim”
376
cevabıyla, “Ama nasıl olur?” demişim. Read neden bu kadar şaştığımı sordu tabii.
“Şimdiye kadar söylemedim ama şimdi söylüyebilirim” dedim. O resmi yapanın teyzem
olduğunu ve ilk yaptığı resim olduğunu açıkladım. O da şaşırdı ve “En iyi resim oydu”
dedi.”
“Aliye Berger biliyordu benim onlarla yemek yiyeceğimi. Bir şey duyup
duymadığımı öğrenmek için gece bana telefon etti. Ona duyduklarımı nasıl
söyleyebilirdim! Çok çirkin bir durum ortaya çıkabilirdi sonra. Yalnızca, “sana iyi bir
sürpriz olacak” dedim. Yine de birincilik aklına bile gelmemiş. En iyi ihtimalle
mansiyon bekliyordu herhalde. Sabah sonuçlar ilan edilince büyük feveran oldu. Bedri
Rahmi’nin ‘Hizaya Gel’ diye beklenmedik bir yazısı çıktı. Çok çirkin bir yazıdır. Aliye
Berger, nasıl olur daa ilk yaptığı yağlıboya resimle yarışmaya katılırdı? Bu ne
küstahlıktı! Hatta Venturi’nin üzerine hücum etmiş, ‘Nasıl, bana değil de ona verirsiniz’
diye. Jüri üyeleri birkaç gün daha İstanbul’da kaldılar. Hangisi olduğunu şimdi
hatırlamıyorum, birine, ‘Hangi kriterle bunu seçtiniz?’ diye sorduğumda, ‘İyi çalışılmış
resimlerdi ama hepsi çok akademikti. Bir tek resim vardı ki kusurlarına rağmen serbest
çalışılmış ve otantikti’ dedi.”
Aliye Berger, üzerine yıldırımlar yağarken neler hissetmişti? “Hiç kızmadı” diye
anlattı Füreya Hanım sanatçının duygularını, “Zaten kolay kolay kızmazdı ki!” dedi. İlk
önce, Bedri Rahmi için, “Bu kadar dostuz, bunu nasıl yapar bana?” diye üzülmüş,
sonra her şeyi olduğu gibi almış, tevekkülle. “Ne yapalım, bu da başıma gelecekti
demek” diye kabullenmiş. Sonradan Bedri Rahmi ile dostlukları devam etmiş. Füreya
Koral, Berger’in daha sonraki sanat hayatında pek az yağlıboya çalıştığını anlattı.
Sekiz on kadar…
Aliye Berger, bu sabır, hoşgörü ve dünyayı iplemez duruma nasıl gelmişti?
Galiba kendini önce kaybedip, sonra yeniden bularak bu duruma gelmiş. Yirmiüç yıl
boyunca, aşkı hayatının merkezi olmuştu. Aşk üzerine yapılmış tüm varsayımları alt üst
edercesine inanılmaz bir aşk… Hatta kendisine sanat hayatının neden geç başladığını
soran birine, “Daha önce aşktan zaman mı vardı ki!” diye cevabını verdiğini
söylemişler.
Zaten gravür yapmaya başlaması da hayata dönme çabalarının bir parçasıydı.
Aliye Berger’in, “aşk” denilen duyguya yaklaşımı inanmanın ötesinde, sanki iman
377
etmekti. Aşk, güzelliğin bir başka adıydı ona göre. Her şey aşkla, sevgiyle olurdu. Aliye
Berger’in en yakınında yaşayan, onun sırdaşı Füreya Koral’dan dinleyelim öyküsünü:
“Carl Berger, Macaristan’da bir halk ayaklanmasına katılmış, ayaklanma
bastırılınca da Türkiye’ye sığınmış. Seyfettin Çürüksulu vasıta olmuş, Sultan Mecit’in
kızına keman dersi veriyordu. O arada ben de keman dersi alıyordum ondan. Alyoşa,
benim hocam olarak tanıdı onu. İlk görüşte âşık oldu herhalde. Prof. Berger hem
yakışıklı, hem ince bir adamdı. Büyük pedagogdu. Alyoşa bir gün kapısını çalmış,
piyano dersi almak istediğini söylemiş. O sırada 10-20 yaşlarında olmalı. Çok da
güzeldi. Başka türlü güzeldi. Prof. Berger piyano dersi vermediğini anlatmış. ‘Müzik
dersi olsun’ gibilerden bir şeyler söylemiş. İlişkileri böyle başlamış. İkisi de birbirlerine
âşık olmuşlar. Fakat Prof. Berger evlenmek istememiş. Sanatından başka bağlılık
düşünmüyormuş. Ailede hiç kimse bir şey bilmiyor. Haftada bir iki kere gizli gizli
gidermiş Prof. Berger’e. Her şey bir skandalla çıktı ortaya. Madam Mari diye bir
Ermeni Hanım piyanoda ona akompanye edermiş. Gayet yüksek bir Ermeni aileye
mensup, bu hanım. Babası Osmanlı zamanında mebus falanmış.
Bir gün Madam Mari profesörü evine davet etmiş. Ev Salacak’ta. Aliye Berger
fena kızmış buna. Çok kıskançtı. Gitmiş, o gece Madam Mari’nin evinin karşısındaki
duvarın üzerine oturmuş, içeriyi gözetlemeye başlamış. Bir ara Madam Mari, Prof.
Berger’e elini mi uzatmış, ya da yanına mı gelmiş, bu kadarcık bir şey. Fazla bir şey de
görmemiş. Bunun üzerine gidip kapıyı çalmış. Madam Mari kapıyı açınca, bizimki
tabancayı çekip ateşlemiş. Kurşun, Allah’tan kadının kolunu sıyırıp geçmiş.”
Bu kadar çılgınlık, cesaret şaşırtıcıydı doğrusu. Füreya Koral, “Ondan sonrası
daha da cesaret. Alıp başını Karacaahmet’e gitmiş. O zaman Karacaahmet böyle
değildi. Kapkaranlık bir yerdi. Bütün hırsızlar orada saklanırdı. Sen oraya git ve
sabaha kadar o mezarlıkta dolaş. O kadar kendinden geçmiş ki hiçbir şeyden
korkmuyor artık.
Sabah erkenden karakola gitmiş. “Ben birisini vurdum” diye haber vermiş ve
tabancayı da teslim etmiş. Ablasının kocası eski polis müdürüydü. Ona telefon edilmiş
karakoldan. Gelip kefaletle kurtarmışlar. Ondan sonra mahkemelik oldu. Olay
gazetelere yansıdı. Aliye Berger o zaman büyük bir depresyon geçirdi. Kimseyi görmek,
konuşmak istemedi. Müthiş bir vicdan azabı çekiyordu. Dame de Sion’a gidip sörlere,
orada kalmak istediğini söyledi. Bir süre orada kaldı.
378
En çok da Prof. Berger’e zarar verdiği için üzüldü. Profesörün fotoğrafları
gazetelerde çıkmıştı. Yabancı uyrukluydu. Bu memlekette hocalık yapıyordu. Alyoşa
onun için muazzam ıstırap çekti. Aradan zaman geçtikten sonra tekrar başladı
ilişkileri.”
… Aliye Berger de, Fahrünnisa Zeid de süslenmeyi çok severlermiş. Aliye
Berger’in, hastaneye yatmak için giderken bile süslenmekten nasıl vazgeçemediğini
Füreya Koral şöyle anlattı:
“Hayatının son yılıydı. Bir gün hastaneye kaldırmak gerekti. Zeynep Oral gelip
arabayla alacaktı.
Evden bir türlü çıkmak istemiyor. Yağmur yağmadan gitmesi
lazımdı. “Hadi kardeşim, ne olur, gidelim” diyorum. “A” dedi gidemem. “pambe renkli
eşarplarım yok. Yatağa felan koyacağım. Hastane odasında kupkuru kalamam ya!“
Zeynep koştu, yakındaki pasajdan çeşitli renkli yirmi tane eşarp getirdi ve öyle
hastaneye gidebildik. Onları hastanede karyolaya falan bağladı.
Dahası da var. Tekrar hastaneye kaldıracağız. Sedyeyle gidecek. Şapkasını
istedi. Boynuna, şapkasının üzerine eşarp kondu. “Eldivenleri ne yapacaksın? Buradan
çıkıp oraya gideceksin.” “Ne yapıyorsun yahu! Eldivensiz sokağa çıkılır mı?”
“Afedersin, eldiven getirmeyi unutmuşum” dedim. Ertesi gün de vefat etti.”
Yeğeni, kardeşi, yakın arkadaşı Füreya; onun tabutunu, çok sevdiği pembelere
sardı ve son yolculuğuna öyle gönderdi. Büyük aşkıyla yan yana mezarlarda yatıyorlar
şimdi.
Aliye Berger, başta Cihat Burak, birkaç büyük ustanın fırçalarıyla da
ölümsüzleşti. Kendi sanatının dışında…”848.
Ülkü Demirtepe, “Füreya Koral İle Söyleşi Alyoşa Efsanesi”, Sanat Dünyamız Dergisi, Yapı Kredi
Yayını, Yıl 16, Sayı 46, Kış 1992, s.29-36.
848
379