Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Pan arabizm

Pan-Arabizmin Siyasi Süreci Doç. Dr. Sabit Duman Fransız devrimi sonrasında Avrupa’da başlayan milliyetçilik hareketleri Napolyon’un tasfiye edilmesiyle sona erdi. Avusturya’nın öncülük ettiği blok 1848’de dağılınca, milliyetçi akımlar Avrupa’da giderek güçlenmeye başladı. Nitekim çok geçmeden 1861’de İtalya milli birliğini tamamlayarak Avrupa politik sistemi içerisinde yer aldı. Hemen bunun arkasından Almanya Danimarka, Avusturya ve Fransa’yı dize getirerek 1871’de siyasi birliğini tamamladı. Almanya birliğini tamamladıktan hemen sonra 1856 Paris Kongresinin Karadeniz ile ilgili maddesini tanımadığını ilgili devletlere bildirince Rusya vakit kaybetmeksizin Osmanlı Devletine karşı silahlanmaya başladı. Bu süreç Rusya’nın Balkanlarla daha yakından ilgilenmesine neden olurken aynı zamanda burada yaşayan Slav unsurlar etnik milliyetçilik akımına kapıldı. Balkanlarda milliyetçilik akımları güç kazanırken Araplar da dil bakımından Türklerden farklı olduklarını anlasalar da etnik kimlik tam olarak Müslümanlar arasında yaygınlaşmamıştı.. Almanya’nın siyasi birliğini tamamlamasından sonra Balkanlardaki Hristiyanlar milliyetçi emellerinin peşine düşünce Osmanlı Devleti büyük bir siyasi problemle karşı karşıya kaldı. Rusya’nın Hristiyanları desteklemesi üzerine Balkanlarda sık sık kriz çıkarken Pan-Slavist akımlar güçleendi. 1912’de başlayan Balkan Savaşlarının arkasında Rusya vardı. Balkan Savaşları sonunda Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarını kaybederken, aynı zamanda askeri açıdan çok zayıf bir konumda olduğunu gözler önüne serdi. Bu durum imparatorlukta diğer unsurların da ayrılıkçı isteklerini kabarttı. Hristiyan Balkan milletleri Osmanlı Devletine karşı savaşarak bağımsızlıklarını kazanmıştı. Araplar da kendi bağımsızlıklarını kazanmaması için bir neden yoktu. Arap milliyetçileri daha çok Osmanlı askeri ve bürokrat kesimde görev yapan kişilerdi. Araplar 1900’dan sonra Araplar kültürel milliyetçilik akımını benimserken Osmanlı Devletinden ayrılmak gibi bir niyetleri yoktu Arap milliyetçiliğin modern anlamda önde gelenlerinden biri Sati el Husri idi. Bu kişi de eğitimini Osmanlı Devletinde tamamlamıştı. Albert Hourani, “Near Eastern Nationalism Yesterday and Today”, Foreign Affairs, Octeber 1963, no.42, s.130 . Ülkedeki Müslüman unsurlardan biri olan Araplar da milliyetçilikten kaçınılmaz olarak etkilendi. Ancak Araplar arasında başlayan milliyetçilik fikri çok fazla zemin bulamadı. Araplar daha çok Osmanlı Devleti ile bir federasyon içinde yeni bir siyasal düzenlemeyi savunuyordu. Balkan savaşlarından sonra imparatorluk daha çok Türk-Arap devleti haline geldi. İttihatçıların Türk olgusunu dile getirmeleri Arapları tedirgin ederken, Arap milliyetçiliğinin açığa çıkmasına neden oldu. 1908’den sonra İttihatçılar Türk milliyetçiliğine vurgu yapmaları İmparatorluktaki Müslüman unsurları rahatsız etti Albert Hurani, Arap Halkları Tarihi, İstanbul 1997, s.364; T. E. Lawrence, Seven Pillars of Wisdom, Penguin Boks, 1964, ss.43-44. Şam, Kahire gibi Arap merkezlerindeki elitler bağımsız bir Arap devleti talebiyle değil, imparatorluk içerisinde Arap eyaletlerinin daha iyi bir konuma gelmesi isteyerek özerkliğe kadar giden bir ademi merkeziyetçilik istediler. Pan-Arabizmin Birinci Safhası Birinci Dünya Savaşının başlamasından birkaç ay sonra Osmanlı Devleti 1914 Kasımında Almanya ve Avusturya’nın yanında savaşa katıldı. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi Ortadoğu’nun kaderini değiştirdi. Balkan savaşında Osmanlı Devleti’nin ağır bir yenilgi alması eski gücünü kaybettiğinin açığa çıkartmıştı. Bir takım askeri uzmana göre Birinci Dünya Savaşı 1914 sonunda biteceği tahmin ediliyordu. Ancak Savaşın beklenenden uzun sürmesi savaşan ülkelere büyük maddi ve manevi külfetler yüklemeye başladı. Savaşın her ne pahasına olursa olsun kısa sürede bitmesi gerekiyordu. İlk iş olarak İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devletini saf dışı bırakmak için Gelibolu harekatına girişti. Burada başarısız olmaları üzerine İngiltere Ortadoğu’da yeni arayışlara yöneldi. 1913 yılında Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kitchener ile görüşmesinde Osmanlı ile yaşayabilecekleri bir problem karşısında İngiliz desteğini alıp alamayacağını öğrenmek istemişti. İngiliz yetkililer teklife olumlu veya olumsuz bir cevap vermemişlerdi. Birinci Dünya Savaşı başlayınca Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’nin yanında yer alamadı. Şerif Hüseyin Osmanlı egemenliğinden kurtulup bağımsız bir Arap krallığı peşine düştü. Bunun olabilmesi için büyük güçlerden birinin desteğini sağlamayı şart gördü. Savaşın gidişatına göre Şerif Hüseyin tavrını netleştirmek istedi. Bu nedenle bir taraftan Osmanlı Devletine bağlılığını bildirirken diğer yandan da İngilizlerle görüşmelerini sürdürdü. Bağdat demiryolunun yapılması Şerif Hüseyin’i mutlu etmedi. Demiryolunun yapılması Osmanlı askeri ve vergi memurlarının bölgeye gelmesine yol açacak bu da Haşimi kabilesinin gücünü kıracaktı. Şerif Hüseyin bunu istemedi. Şerif Hüseyin hem Osmanlı bürokratları hem de Arap elitleri tarafından güvenilmez görülüyordu Sabit Duman, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, İstanbul 2010, s.71. Şerif Hüseyin İngilizlerle görüşürken diğer yandan Osmanlı Devletinden de maddi destek almaya devam etti M. Sicker, The Middle East in the Twentieht Century, USA, 2001 s. 9. Birleşik bir Arap krallığı karşılığında Türklere karşı isyan etme kararını aldı. Birleşik bir Arap devletinin kurulması İngiltere’nin yardımına bağlı gözüküyordu. Osmanlı Devleti’nin Kanal Seferi başarısız olmasına rağmen bu durum İngilizleri tedirgin etti. İngiltere’nin Ortadoğu’ya göndereceği fazla kuvveti yoktu. Diğer taraftan Rusya, Osmanlı Devletine karşı Müttefiklerinden yeni bir cephe açmasını istemesi sonucunda, İngiltere ve Fransa Boğazları zorlamalarına rağmen başarılı olamadılar. İngiltere, Osmanlı Devletini yenerek kısa sürede savaşı bitirme amacındaydı. İngilizler Çanakkale Savaşında başarılı olmayınca Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmeyi erteledi. Diğer yandan İngiltere kendi savaş yükünü azaltmak için Arap isteklerini kabul etti. Şerif Hüseyin, Osmanlı Devletine isyan etmek için uygun zamanı kollamaya başladı şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah, babasının İttihat ve Terakki yönetimi ile arasının daha önce açık olduğu için isyan ettiğini ileri sürdü. Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik, İstanbul Mayıs 2006, ss.13-14. Arap isyanı resmen 10 Haziran 1916’da başladı. Şerif Hüseyin’e katılan diğer Arap kabileleri Kızıl Deniz kıyısında bulunan Osmanlı Garnizonlarına saldırırken İngiliz deniz gücü de onlara yardım etti. Araplar başarı kazanınca İngilizlerin Araplara silah ve para yardımı daha da arttı. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal ve onun danışmanlığını yapan İngiliz Lawrence Hicaz demiryoluna sık sık saldırarak Osmanlı ikmal hattını kesmeye çalıştı. 1917’de Rusya’da Bolşevik devrimi Çarlık Rusya’sında yapılan gizli anlaşmaları açıkladı. Bu durum Arapları rahatsız ettiyse de İngilizlerle ittifaklarını bozmadılar. Savaş Osmanlı aleyhine 1918 yılında da devam ederken Şam, Faysal’ın eline geçti. Savaşın sona erince Araplar da bağımsızlık talepleri yükselmeye başladı. 2 Temmuz 1919 Büyük Suriye Kongresinde Tam bağımsız Suriye taleplerini dile getirdiler King-Crane raporu. http://www.gwpda.org/1918p/kncr.htm; Bu kongrede Suriye üzerinde Fransız istekleriyle, Filistin’de Yahudi taleplerini reddettiler.. Suriye sınırları Filistin’den, Lübnan’a, Çukurova’yı da içerisine alan bir şekilde tarif edildi. Savaş sonucunda Pan-Arap ideali gerçekleşecek gibi gözüküyordu. Savaş sonrasında muzaffer devletlerin yanında yer alan Arapların beklentisi birleşik bir Arap krallığı kurulmasından yanaydı. Arapça konuşan ülkeleri kapsarken Mısır bunun dışında tutuldu. Arap milliyetçileri, özellikle Suriye’dekiler savaş sonunda İngilizlerin desteğini alacağından emindi. Paris Barış görüşmeleri başlarken Araplarda iyimser bir hava hakim idi. Ancak Paris Barış görüşmelerinde Arapların beklediği karar çıkmadı. Arap temsilcisi olarak orada bulunan Faysal istediklerini elde edemeyince Suriye’ye dönmek zorunda kaldı. Paris Barış Konferansında Suriye’nin Fransız mandaterliğine bırakılması Araplar için tam bir hayal kırıklığı oldu. 12 Mart 1921’de yapılan Kahire Kongresinde Osmanlı Devletinin Arap topraklarında yeni birçok devlet kuruldu. Birleşik bir Arap krallığı kurma amacıyla Osmanlı devletine isyan eden Araplar şimdi parçalanmış bir hale geldi. Avrupalı güçler sınırları cetvelle çizilen bir çok suni devlet oluştururken hiç kuşkusuz bunlar Avrupalı devletlerin stratejik çıkarlarına göre oluştu. Birinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’da birçok suni diyebileceğimiz devlet oluşturuldu. Bunlar tek başlarına varlıklarını sürdürmeleri mümkün olmadığından mandater devlet statüsüne oluşturuldu. Araplar, Osmanlı Devletine karşı isyan ettiklerinde kendilerine birleşik bir Arap devleti kurulması sözü İngiltere tarafından verilmişti. Bu devlet Arapça konuşan halklardan oluşacaktı. Ancak şimdi durum tamamen farklı idi. Araplar tek bir devlet yönetiminde olmadığı gibi şimdi Hristiyan devletlerin egemenliği altında parçalanmış bir konuma geldi. Bu Araplar için tam bir hayal kırıklığı oldu. Bu yeni siyasal oluşuma tepki olarak Suriye’de Fransızlara karşı başlatılan direniş bir sonuca ulaşamadı. Araplar kendilerini aldatılmış hissederken Pan-Arap ideali şimdi çok daha uzaklardaydı. Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak İngiliz ve Fransız mandaterliği kuruldu. Araplara göre Lübnan Suriye’nin bir parçasıydı. Lübnan çok etnik ve dini yapıya sahipti. Burada yaşayan Durziler ve Maroniler dışarıdan gelen Araplar tarafından yöneltilmek istemiyordu Martin Kramer, “ Arap Nationalism : Mistaaken Identity”, Daedlus, 1993, Vol.122, No.3, s.180. Bu parçalanmışlık Fransızların buradaki işlerini kolaylaştırdı. Araplar hen ne kadar deniz ötesinden gelen emperyalistler tarafından yöneltilmek istemese de durum çok farklı oldu. Modern anlamda Arap milliyetçiliğini destekleyecek toplumsal dinamikler çok azdı. Kentlerde insanlar kendilerini daha çok dinsel aidiyetlerine göre tanımlıyorlardı. Birinci Dünya savaşı sonrasındaki oluşum Arap entelektüel kesimi büyük hayal kırıklığına uğrattı. Faysal, Şam’a kendi güçleri ile aldığını ileri sürmüş, Suriye Büyük Kongresinde kendisini kral olarak seçmişti. Ancak Milletler Cemiyeti tarafından Suriye Fransa mandaterliğine verilince Faysal bu kararı tanımadı. Ayrıca Faysal bağımsız Lübnan’a da karşı çıkarak oranın Suriye’nin bir parçası olduğunu ileri sürdü. Fransız kuvvetler 23 Temmuz 1920’de Şam yakınlarında Maysalun’da Arapları büyük bir yenilgiye uğratınca Faysal kaçmak zorunda kaldı. Bunun üzerine İngiltere araya girerek 1921 yılında Faysal’ı Irak kralı yaptı S. Duman, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, s.187. Faysal Batılı bir güç tarafından desteklenmedikçe bir şey yapamayacağını anladı. Birinci Dünya Savaşından sonra Arapların birleşik bir devlet kurma ihtimali ortadan kalkarken Batılı devletlere karşı güvensizlik duymalarına neden oldu. Aynı zamanda da Batı karşıtlığının temelleri de ekildi. Pan Arabizmin ikinci safhası Osmanlı İmparatorluğunun Ortadoğu topraklarında oluşan yeni mandater statüdeki Arap ülkeleri birbirleri ile uyum içinde olmadı. Faysal Şii nüfusun çok olduğu Irak’ta Sünni bir kral oldu. Kardeşi Abdullah Ürdün’de oluşturulan devletin başına getirildi. Suriye Fransızların yönetimine bırakıldı. Bütün bu gelişmeler Arap elitlerin beklemediği bir şeydi. Irak Suni bir kralın yönetiminde olduğundan İran bundan tedirgindi. Irak hem Türkiye’ye hem de İran’a karşı güçsüz bir konumda olduğundan İngiliz desteğine daha çok ihtiyaç duyuyordu. Irak, Türkiye ile Musul konusunda yaptığı anlaşma ile güvenlik kaygılarını bir ölçüde giderdi J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Middle East, New York, 1956, Vol. II, ss144-145. . Diğer yandan Suudiler Haşimileri Hicaz’dan kovunca Faysal’ın tedirginliği arttı. Irak ile Suudi sınırında aşiret kavgaları sık sık bu iki devleti karşı karşıya getiriyor ve politik bir krize dönüştürüyordu. Bu ortamda Faysal kendisini daha güvenli hissedecek arayışlara yöneldi. Faysal, Suriye’yi kendisi ile işbirliği yapabilecek bir devlet olarak gördü. Irak petrolü Suriye üzerinden Akdeniz’e taşınabilirdi. Böylelikle İran’la yaşanabilecek bir sorunda Akdeniz Basra körfezine alternatif olabilirdi. Ayrıca Faysal’ın Şam’la ilgili tarihi bağları vardı. Şam’da taç giymişti. Ayrıca Şam bu bağlamda Arap bağımsızlığını sembolize ediyordu. Diğer taraftan Suriye parçalanmıştı. Fransa Türkiye ile yakınlaşmaya başladığından Sancak’ın Türkiye verilmesinden çekinmekteydi. Bu olduğu takdirde Türklerin Musul içinde harekete geçebileceği korkusunu taşımaktaydı Yehoshua Porath, “Irak, King Faysal The First andA rab Unity”, Studies in Islamic History and Civilization in Honour of Professor David Ayalon, Jerusalem 1986, s. 240. Suriye milliyetçileri Fransız mandaterliğine karşı birçok kez isyan etmeleri rağmen başarılı olamadılar. Fransa, Suriye’nin Ürdün ve Irak ile komşu olmasından rahatsızdı. 1925’te çıkan isyanı Fransızlar bastırmakta zorluk çekerken İngilizlerden de kuşkulanmışlardı. İsyanın başarısızlığa uğramasının ardından Suriyeliler onurlu bir işbirliğini benimsedi Philip S. Khoury , “Syrian Urban Politics in Transition: The Quarters of Damascus during the French Mandate”, International Journal of Middle East Studies, Vol.16, No.4. Nov. 1984, s.517. İngilizler Şerif Hüseyin’in küçük oğlunu Suriye kralı yapabileceği endişesini taşıyordu. Bu nedenle Suriye’de kendi konumlarını sağlama almak için halka çeşitli vaadlerde bulundu. Fransız yönetimi 1928’de yeni bir anayasa yapılacağını ilan edince Şerif Hüseyin’in küçük oğlunu Suriye tahtına geçirmek için yeni bir ümit doğdu. Seçimler yaklaşınca Faysal hemen adamlarını Suriye’ye gönderdi. Faysal taraftarları Monarşi yanlısı bir parti kurduysalar da fazla etkili olamadılar. Suriyeliler bunu Suriye’nin Irak’a katılması şeklinde algılanınca Suriye’nin değişik kesimlerde bir korkuya neden oldu. Özellikle de Suni olmayanlar dışında. Irak Arap ülkeleri içerisinde bağımsızlığını kazanan ilk devlet olarak 1932 yılında Milletler Cemiyetine katıldı. Irak diğer Arap devletlerinin de örnek olacağı bir ülke konumuna yükseldi. Burada pivot rolü de Irak üstlenecekti. Milliyetçi Araplar Irak’a bu açıdan baktı. Faysal’ın Suriye’yi Irak’a katmasından endişeliydiler. Irak bağımsızlığı kazanarak Arap ülkeleri arasında daha etkin bir konuma yükseldi. Irak bağımsızlık çabalarını diğer Arap ülkeleri içinde seferber edebilirdi. Arap milliyetçisi olan eski Genel Kurmay Başkanı Taha el Haşimi Irak’ın öncü bir rol oynayacağını Arap birliğinin koruyucusu olacağını belirtti P. S. Khoury , “Syrian Urban Politics in Transition: The Quarters of Damascus during the French Mandate”, International Journal of Middle East Studies, Vol.16, No.4. Nov. 1984, s.243. Bütün bu gelişmeler yaşanırken 1929’da İngiliz Mandater Yönetimi altında olan Filistin’de Yahudilerle Araplar arasında çatışma çıktı. Filistin sorunu Arap dünyasının da dikkatini bu olaydan sonra çekmeye başladı. Faysal’a göre Filistin Irak ile Suriye’ye bağlanmalı idi. Bu yapı içerisinde Yahudiler azınlık olduğundan hakları korunacaktı. İngilizler ise Filistin’in kendi idarelerinde olduğunu bilerek başkalarının işin içine girmesine hoş bakmadılar. Bunun yanı sıra Filistin İngiltere için Akdeniz’de stratejik öneme sahip bir deniz üssü haline geldi. Filistin Uzakdoğu’ya giden yol üzerindeydi. Faysal, Pan-Arap ideolojisini gerçekleştirmenin zor olduğunu görünce bu kez 1930’dan sonra Arap ülkeleri ile bir ittifak yaparak bir araya getirmeye çalıştı. 1930’ların sonuna doğru Ürdün ile bir dostluk anlaşması imzaladı. Bu anlaşma diğer Arap ülkeleri için bir örnek olacağını düşündü. Suriye’deki Fransız yönetimi buna karşı çıkmasa da böyle bir anlaşmayı imzalamaya yanaşmadı. Ancak Suriye’deki Fransız yöneticiler Faysal’ın Suriye halkı tarafından kral seçmesi halinde karşı çıkmayacaklarını da açıkladılar. 1930’lardan sonra Suriye’deki Fransız Mandater yönetimi gelecekteki düzenlemeler için bir arayış içerisinde oldu. Artan milliyetçilik Fransızları zaman zaman zorluyordu. Fransa, kendilerinden sonra Suriye’nin nasıl yönetileceği konusunda Faysal ile görüşmeye başladı. Yapılacak seçim ile yeni bir hükümet kurulacağını Fransız mandaterliği açıkladı. Fransızların bu tutumu Faysal’a cesaret verince Faysal yanlıları Suriye’deki faaliyetlerini artırdı. 1919’daki Suriye Kongresi birleşik Suriye için anayasal monarşi yönetimini uygun görmüş ve suriye’nin sınırları da Filistin ve Lübnan’ı içine alan bir şekilde çizmişti. Seçimlerde Milliyetçiler Fransız yönetimine sert eleştirilerde bulundu. Suriye ve Irak’taki Faysal yanlıları Suriye tahtı için Haşimi soyundan bir kralın olması gerektiğini savundu. Faysal kendi isteklerinin kabul edilebilmesi için İngiliz desteğini almasının gerekli olduğunu biliyordu. 1932’de Fransa’daki seçimleri Sol kesim kazanınca Arap milliyetçileri bağımsızlık konusunda büyük bir beklenti içerisine girdi. Ancak Faysal’ın 1933 ‘de ölmesi bu gelişmelere bir sekte vurdu. 1932 yılında Faysal birleşik bir Arap devleti kurulmasının çok zor olduğunu fark etti. Bunun yerine ittifaklar yaparak Arapları birleştirebilirdi. Bunun ilk aşaması Suriye idi. Suriye bağımsızlığını kazandıktan sonra ittifaka üye olabilirdi. Ürdün ise bağımsızlığını kazandıktan sonra kolayca Irak’a katılabilirdi. Hicaz İbni Suud’un ölümünden sonra olumlu gelişmeler beklenebilirdi. Bütün bunların gerçekleşmesi İngiliz desteğine bağlıydı. Faysal 1933 Haziranında İngiltere’ye gittiğinde İngiliz desteğini sağlamak için Filistin’de Yahudiler lehine düzenlemeler yapılabileceğini belirtti Y. Porath, “Irak, King Faysal The First and Arab Unity”, Studies in Islamic History and Civilization in Honour of Professor David Ayalon, s.252. Faysal’ın zamansız ölümü bu sürecin yarım kalmasına neden oldu. Arap milliyetçiler Arapların yabancı boyunduruğundan kurtulması gerektiğini 1930’lardan sonra daha sık dile getirmeye başladı. Özellikle Filistin’de Yahudilerin daha fazla sayıda yerleşmesi Arapları rahatsız etmekteydi. Mısırlı Arap milliyetçilerinin katılımıyla da Suriye ve Filistin’in bağımsızlığı daha sık vurgulanmaya başlandı. 1931 Aralık ayında Kudüs’te bir Arap Kongresi toplandı Weldon C. Matthe, “Pan-Islam or Arab Nationalism? The Meaning of the 1931 Jerusalem Islamic Congress Reconsidered”, International Journal of Middle East Studies, February 2003, Vol.35, no.1, s.5 vd. . Bu toplantıda Arapların bir bütün ve bölünemez olduğu, bütün gayelerinin tam bağımsız olduğu ve emperyalizmin her çeşidine karşı olduğu kabul edildi. Kongreye her ülkeden Arap temsilcileri seçildiğinden Arap ülkelerindeki etkisi de büyük oldu. Kongrenin estirdiği olumlu havayla Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa 1932’de Lübnan’a gitti. Faysal’da Amman’a giderek kongre kararlarını anlattı. Irak’ın etkili kişileri Mısır’a giderek programa daha fazla destek vermelerini sağlamaya çalıştılar. İngilizler Iraklı milliyetçilerin görüşlerini desteklemedi. Arap milliyetçiler Filistin ile Ürdün’ün birleşmesini istiyordu. Faysal, İngiltere’nin karşı olduğu bir projenin hayat geçirmenin imkansız olduğunu bildiğinden geri adım attı. Irak’ta durum değişmeye başlayınca Iraklı milliyetçiler bütün Arap partilerin birleşmesi önerisinde bulundu. Diğer taraftan bütün Arap milliyetçileri aynı görüş altında birleştirmek zordu. Suriye’deki Arap milliyetçiler Suriye’de Haşimi soydan gelen birinin kral olmasına karşı itirazları yükselmeye başlandı. Fransızlar da 1932’den sonra Suriye’de Haşimi bir kral olmasına soğuk bakmaya başladı. Ürdün kralı Abdullah, Suriye’ye kardeşlerinden birinin kral olmasına açıkça karşı çıktı. Suriye konusunda Faysal ile Abdullah’ın farklı görüşleri Faysal’ın işini daha da zorlaştırdı. Bunun yanı sıra Suudiler de Fransızlara baskı yaparak Faysal’ın veya Haşimi soyundan gelen birinin Suriye kralı olmasına karşı çıktı. Bunun üzerine Suriye’deki Haşimi karşıtları seslerini daha fazla yükseltmeye başladı. Mısır’da Haşimi karşıtı bir tutum takınarak Mısır Hidiv hanedanına mensup birinin Suriye’yi yönetmesini istedi. Ancak Faysal’ın ölümü Suriye’ye kimin kral olması sorununu gündemden düşürdü. Faysal’ın cenaze törenine katılan Arap liderler Arap birliğine değinmediler. Ancak Suriye ve Lübnan’dan gelen Müslüman liderler Arap birliği sorununa değindiler. Pan Arap politikasının en büyük destekçisinin ölümü üzerine Suriye’nin Irak ile birleşmesi gündemden kalktı. Bunun olması için özellikle İngiltere’nin Faysal’ı desteklemesi gerekmekteydi. İngiltere’de etkili olan Siyonist liderlerin birleşik bir Arap devletine olumlu yaklaşmaları düşünülemezdi. İngiltere’nin Pan Arap politikasını desteklemesi üzerine Fransa, Suriye’de daha rahat hareket etmeye başladı. Arap milliyetçilerinin Birinci Dünya Savaşından sonra birleşik bir Arap devleti kurma gayesi de büyük bir başarısızlığa uğramış oldu. Faysal öncülüğünde Pan-Arap birliğini federasyon şeklinde gerçekleştirme projesi de başarıya olaşamadı. Pan-Arabizmin Üçüncü Safhası Faysal öldükten sonra Arap birliği yönündeki çabalar sekteye uğradı. Almanya’da Nazi partisi iktidara geldikten sonra Filistin’e Yahudi göçü hızlanması Arapların tepkisini çekmesine neden oldu. Filistin’deki İngiliz yönetimine karşı başlatılan direniş 1936’dan 1939’a kadar sürdü. Filistin meselesi bu tarihten sonra Arapların önem verdiği temel mesele oldu. Araplar Filistin ile uğraşırken 1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılması Arap milliyetçilerinin tepkisine neden oldu. Zeki Arsuzi Arap Mlli hareketi içinde önemli bir figürdü. Onun 1930’larda başlayan siyasi faaliyetleri Arap Milli Hareket Cephesini oluşturdu. Arsuzi’nin politik çalışmaları Arap gençliğini yanına çekti. 1938’de Hatay, Suriye’den ayrıldığı zaman, Milli Blok’taki politik liderler buna karşı büyük bir kampanya başlattılar. Bu Milli Blokun Nazi ve Faşist modellere göre organize ettiği “demir gömlekliler” in yaptıkları gösteriler kamuoyunun pek fazla dikkatini çekmedi. Suriyeli Araplar 1939 yılına gelindiğinde mandater yönetimle işbirliği yapmama politikası izledi. Ancak burada hareketin önde gelen liderlerinden birinin ölmesi bu direnişi zayıflattı. Arsuzi, politik olarak burada fazla etkili olamayınca 1939’da Milli Arap Partisini kurdu Sylvia G. Haim, “the Ba’ath in Syria”, People and politics in the Middle East, New Jersey, 1971, s.134. Bu parti fazla etkili olamadı. 1940’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasından sonra Zeki Arsuzi ve altı arkadaşı Arap Baas Partisini kurdu. Avrupa’nın Faşist partileri örneğine göre organize oldu. Baascılar Hatay’ın Türkiye’den geri alınmasını isterken aşırı bir şekilde yabancı düşmanlığı tutumunu benimsemişti. Parti kendisini Suriyeli olmaktan çok bir Arap partisi olduğunu ileri sürdü. II. Dünya Savaşından sonra Arap devletleri bağımsızlıklarını kazandı. Suriye, Lübnan ve Ürdün bağımsızlıklarını kazandı. Böylece Filistin dışında Mandater statüde olan bir Arap toprağı yoktu. Ancak bu bağımsızlık Arap halkının mücadelesi veya savaş meydanlarında kazanılmamıştı. Yeni devletler Pan-Arap veya Arap Birliği gibi politik hedefler bir tarafa bırakılarak, birbirlerinin bağımsızlığına saygı göstermeyi amaçlayan bir tutuma yöneldiler. Birbirlerine yardım ederken birbirlerine saygı göstereceklerdi C. Hurewitz, The Middle East and North Africa in World Politics: A Documentary Record, New Haven, Yale University Press, 1979, s. 736. Filistin meselesinde Birleşmiş Milletlerin verdiği karar Arap ülkelerinin tepkisine neden oldu. 1948’de İngiltere Filistin’den çekileceğini açıklayınca bütün Arap devletleri İsrail’e karşı savaşma kararı aldı. Yapılan savaş Araplar için tam bir hayal kırıklığı oldu. İsrail’in kurulmasına engel olamadıkları gibi Araplar savaş alanlarında yenilgiye uğradı. İsrail’in kurulmasını Araplar emperyalistlerin devletlerin İsrail’e yaptıkları yardım ile açıklamaya çalıştı. Araplar Filistin’de kendi toprakları saydığı bir yerde yeni bir devlet kurulmasını hazmedemedi. Bu Arap ülkelerinde bir çok askeri darbenin yapılmasına neden oldu. 1949 ile 1954 arasında üç kez askeri darbeye maruz kaldı. Ürdün Kralı Abdullah ülkenin ismini değiştirerek Filistin topraklarının bir kısmını ülkesine kattı. Hemen arkasından İsrail ile gizli görüşmeler yaptığı gerekçesi ile bir suikaste uğrayarak hayatını kaybetti. 1952’de Mısır’ın 1948 savaşında başarısızlığını öne sürerek Hür subaylar öncülüğünde darbe oldu. Arkasından 1954’te yeni bir darbe daha yapılarak Albay Nasır iktidarı ele geçirdi. 1958’de de Irak’ta monarşi yıkıldı. Arap devletleri Ortadoğu’daki bu oluşumdan sert bir şekilde etkilendi. Arap devletleri bağımsızlığın her şey çare olacağını beklerken olaylar tamamen farklı gelişti. Arap devletleri bağımsızlıklarını kazandıkları halde askeri zayıflıklarını, az gelişmiş bir devlet olmaktan çıkamadıkları açıkça belli olmuştu. 1920’den 1948’e kadar anti-emperyalist bir çizgide olan Arap milliyetçiliği 1948’den sonra devrimci bir kimliğe büründü. Hiç kuşkusuz bunda II. Dünya Savaşından sonra oluşan iki kutuplu bir dünyadan etkilenmişti. Sosyalist akımların popüler olduğu bir dönemde, Sosyalist eğilimler Arap dünyasında güç kazanmaya başladı. 1948 yenilgisi Arap entelektüelleri arasında çok derin izler bıraktı. Araplar neden başarısız olduklarını araştırmak yerine Batı devletlerinin İsrail’e sınırsız yardım yaptığına inandılar. Bu süreçte özellikle toprak konusu Arapları birinci derecede ilgilendiren ve aynı zamanda onları bu konuda birleştiren önemli bir faktördü. Arap liderliği Filistin meselesine el atmaktan geçiyordu. Arap dünyasında anti-emperyalizm söylemi yanında Sosyalizme, devrime vurgu daha çok yapılmaya başlandı. Pan-Arabizmin Dördüncü Safhası Araplar silahlarının eski, demode olduğunu için İsrail ile baş edemeyeceklerini buna karşılık İsrail’e Batı ülkelerinin silah yardımı yaptığı için askeri bakımdan güçlü olduğunu düşünüyorlardı. Her şeyden önce İsrail’e karşı bir intikam savaşı için modern silahlara sahip olmalıydılar. Ayrıca halkı topyekün bir mücadeleye sokmak için Baas Partisi “birlik, özgürlük, sosyalizm “ sloganını benimsedi Kamel Abu Jaber, Arap Baas Sosyalist Partisi, Ankara, 1970, ss.1120-127 . Baascılar Arap ülkelerinde giderek kendilerine daha güçlü zemin buldu. Nasır’ın Çekoslovakya ile yaptığı silah anlaşması onu Arap dünyasında oldukça popülerleştirdi. Pragmatik bir lider olarak ilk başlarda sosyalist eğilimde olmamasına rağmen ABD’nin Avsan barajına kredi vermemesi üzerine Sovyetler yönelerek sosyalist bir söylem benimsedi. Bunun arkasından Süveyş Kanalını millileştirmesi onu tartışmasız Pan-Arap lideri yaptı. O sırada Türkiye, Bağdat Paktını kurması, Ortadoğu’da daha aktif bir politika izlemesine karşı çıktı. Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa Türkiye ile yakın ilişki kurması, Irak’ın Bağdat Paktına katılmasını Nasır kendi liderliğine bir tehdit olarak algıladı. 1956 Süveyş krizinde Nasır, askeri yenilgi almasına karşılık bunu diplomatik zafere çevirmesini bildi. Süveyş krizinden sonra Nasır, Filistin sorunu ile ilgilenirken aynı zamanda bütün Araplarla ilgilenmeye başladı. 1 Şubat 1958’de Suriye ile Mısır Nasır başkanlığında birleşti. Nasır’a göre Arap birliğine giden ilk adımdı. Nasır, Mısır’ın ekonomik gücüne bakmadan Yemen’e mali ve askeri yardım yapmaktan çekinmedi. 1958’de Irak’ta General Kasım önderliğinde askeri darbe yapılması üzerine Nasır Pan-Arab lideri oldu. Bundan sonra ilk iş olarak İsrail’e karşı savaşmayı kafasına koydu. Bütün Arap caddelerinde Nasır’ın posterleri taşınmaya başladı. Nasır’ın popülerliği artmasına rağmen Lübnan ve Ürdün birliğe katılmadı. 1961’de Suriye’de askeri darbe sonucunda birlikten ayrıldı. Nasır’ın Pan-Arap liderliği 1967’deki İsrail ile yapılan Altı Gün savaşlarından sonra sona erdi. Araplar bir kez daha İsrail karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Bu Nasır için büyük bir felaket oldu. Nasır ve Arap ülkelerindeki Baas Partileri sürekli İsrail’e karşı bir savaştan söz etmelerine karşılık hiçbir varlık gösteremedi. Araplar için büyük bir utançtı. İsrail kendisine karşı savaşan Mısır, Suriye ve Ürdün’ü aynı anda yenilgiye uğrattı. Araplar kendi parlak geçmişleri ile övünmelerine rağmen küçük bir devlet karşısında tutunamamışlardı. Araplar İsrail’i yenemeyecekleri anlayınca gerilla savaşını yöneldiler. Filistin Kurtuluş Ordusu bu amaçla kuruldu. Pan-Arabizm politikası Araplar arasında eleştirilmeye başlandı. Arap devletleri arasında farklı beklentiler Altı Gün Savaşından sonra çok açık bir biçimde ortaya çıktı. Pan-Arabizmin Son Safhası Mısır’da Nasır’dan sonra onun yerine geçen Enver Sedat İsrail’e karşı bir intikam savaşına hazırlandı. ABD, Mısır’ın İsrail karşısında askeri bir başarısı Mısırlıların onurunu tamir edeceğini düşünüyordu. ABD’lilere göre bu gerçekleştiği takdirde savaş sonunda her iki devlet barışa yanaşabilecekti. !973 Ekiminde ilk başlarda savaş Mısır lehine olsa da durum değişti. Araya büyük devletlerin girmesiyle İsrail ile Mısır arasında ateşkes imzalandı. Mısır, İsrail’i savaş alanlarında yenemeyeceğini anlayınca kalıcı bir barış yapmaya razı oldu. Yom Kippur Savaşından sonra Mısır Sovyetler Birliği ile ilişkilerini keserek ABD’ye yöneldi. 1978’de Camp Davit sözleşmesini imzalayarak Altı Gün Savaşında kaybettiği Sina Yarımadasını İsrail’den geri aldı. Mısır böylelikle Pan-Arap liderliğinden vazgeçti. Arap dünyasında radikaller Enver Sedat’ı İsrail ile barış yaptığı için öldürdü. İsrail bölgede gücünü gösterirken ona karşı mücadele edecek bir devlet kalmadı. Pan-Arap liderliği sahipsiz kaldı. 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ederken Suriye fazla tepki gösteremedi. Arap ülkeleri uzun süre dikta altında yönetilirken azgelişmişlikten kurtulamadı. 1979’da İran’da Ayetullah Humeyni önderliğinde ayaklanan İran halkı şah Rıza Pehlevi’yi devirdi. Rıza Pehlevi ve onun hükümetleri ABD ile yakın ilişkiler kurmuştu. İran’da iktidar değişikliği olunca Pehlevi yanlısı subaylar ülkeyi terk ederken bir kısmı da ordudaki aktif görevlerini bıraktı. Bu durumu fırsat gören Irak diktatörü Saddam Hüseyin, İran’a saldırdı. Saddam İran’a saldırırken Batı ülkelerinin yardımına güvendi. Bu savaştan galip ayrıldığı takdirde bölgede söz sahibi olabilecek, Arapların gözünde büyüyecekti. Ancak İran-Irak savaşı Saddam’ın beklediği doğrultuda gelişmedi. Savaş uzadıkça savaşın Irak’a getirdiği ekonomik yükte ağırlaştı. Sekiz yıl süren bu savaş Irak’ı bölgesel güç olmaktan çıkardı. Saddam bu kez savaş kayıplarını telafi edebilmek için Kuveyt’i işgal etmesi yeni bir krizi başlattı. Saddam, Kuveyt’i Irak’ın bir parçası olduğunu ileri sürdü. Başta ABD olmak üzere diğer ülkeler Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesine karşı çıktı. Arap ülkeleri de Saddam’ın bu hareketini onaylamadı. 1991’in Ocak ayında ABD önderliğinde Irak’a karşı koalisyon savaşı başladı. Irak savaşı kaybederek Kuveyt’ten çıkmak zorunda kaldı. Böylelikle Pan-Arap liderliğine soyunan Saddam Hüseyin büyük bir darbe aldı. Saddam sonrasında ise Pan-Arap liderliğini üstlenen veya bunu hedefleyen her hangi bir Arap ülkesi olmadı. Böylelikle Arapları bir çatı altında toplamayı amaçlayan politik süreç başarısızlıkla sonuçlandı. Arap milliyetçilik hareketi İsrail karşısında başarısızlığa uğrayınca İslami söylem güçlenmeye başladı. Bugün için Pan-Arap idealinden daha çok Arap ülkelerinde İslami söylemin daha ağır bastığı görülmektedir. Yapısal olarak da Arapların bir bütün olarak ortak bir politika izlemeleri şu an için oldukça zor gözükmektedir. 8