İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN DÖNÜŞÜM ÇAĞINDA
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
editör
Ömer Türker - Osman Demir
Bu eser
İSAM’ın İkinci Klasik Dönem Projesi kapsamında hazırlanmıştır.
İSAM Yayınları 153
İlmî Araştırmalar Dizisi 65
İslâm Düşüncesinin Dönüşüm Çağında
FAHREDDİN er-RÂZÎ
editör
Ömer Türker - Osman Demir
Bu kitap
İsam Yönetim Kurulunun 21.10.2011 tarih
ve 2011/19 sayılı kararıyla basılmıştır.
© Her hakkı mahfuzdur.
Birinci Basım: Aralık 2013
ISBN 978-605-4829-09-5
İSAM Yayıncılık Sosyal Hizmetler San. ve Tic.Ltd.Şti.
İcadiye Bağlarbaşı Cad. No. 40 34662 Üsküdar/ İstanbul
Tel: (0216) 474 08 50 Faks: (0216) 474 08 74
www.isam.com.tr bilgi@isam.com.tr
Sertifika No. 15734
Pasifik Ofset
Cihangir Mah. Güvercin Cad. No. 3/1
Baha İş Merkezi A Blok Kat 2, 34310 Haramidere / İstanbul
Tel: (0212) 412 17 77
Sertifika No: 12027
Türker, Ömer (ed.)
İslâm düşüncesinin dönüşüm çağında Fahreddin er-Râzî / Ömer Türker Osman Demir (ed.). - İstanbul : İSAM Yayınları, 2013.
635 s. ; hrt.; 24 cm. - (İSAM Yayınları; 153. İlmî Araştırmalar Dizisi; 65)
Dizin ve kaynakça var.
ISBN 978-605-4829-09-5
13
FAHREDDİN
VE
İSBÂT- I VÂCİB
TANRI - ÂLEM İLİŞKİSİ
ER -RÂZÎ’DE
Muammer İskenderoğlu
Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Bu makalede iki temel konuyu ele alacağız. İlk olarak Fahreddin
er-Râzî’nin Tanrı’nın varlığının ispatı bağlamında sunduğu delilleri ve
bu delillerle ilgili değerlendirmelerini inceleyeceğiz. Bunun ardından
da Râzî’nin Tanrı-âlem ilişkisine yaklaşımını sunacağız.
Oldukça üretken bir âlim olan ve hayatının değişik aşamalarında aynı konular üzerinde eserler veren Râzî’nin herhangi bir
konuyla ilgili görüşlerini tespit etmek oldukça zordur. Râzî’nin birçok
konuya yaklaşımı süreç içinde farklılık göstermiş, bu farklılıklar da
değişik aşamalarda kaleme aldığı eserlere yansımıştır. Bu yaklaşım
farklılığı özellikle burada işleyeceğimiz ikinci konuda açıkça görülebilir. Bu sebeple burada ele alacağımız konuları işlerken, daha
önceki çalışmalarımızda yaptığımız1 gibi Râzî’nin bu konuları işlediği
diğer eserlerini kullanmakla beraber, onun son ve en kapsamlı eseri
olan el-Metâlibü’l-âliye mine’l-ilmi’l-ilâhî adlı eserini temel alacağız.
Yukarıda bahsedilen fikrî farklılıklar bir tarafa bırakılırsa, bu eser
isbât-ı vâcib ve Tanrı-âlem gibi birçok konuyu sunuş açısından,
önceki dönemlere ait eserlerin, özellikle de Kitâbü’l-Erbaîn’in açılımı
olarak görülebilir.
1 İskenderoğlu, Fakhr al-Din Râzî and Thomas Aquinas; a.mlf., “Fakhr al-Din
Râzî on the Immateriality of the Human Soul”.
473
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Tanrı’nın Varlığının İspatı
Râzî öncesi İslâm düşünce geleneğinde filozoflar, kelâmcılar,
sûfîler ve benzeri farklı gruplar Tanrı’nın varlığını kendi yöntemlerine uygun delillerle ortaya koymuşlardır. Bu dönemde kelâmcıların,
diğer grupların, özellikle de filozofların yöntemlerinden hareketle
üretilen delillere iltifat edildiğini söylemek zordur. Bu açıdan Râzî’nin
yaklaşımının dikkat çekici olduğunu söylemek mümkündür. Onunla
ilgili kapsamlı bir çalışma yapan Zerkân’ın ifade ettiği gibi Râzî’nin bu
yöntemlerden birini tercih ettiğini söylemek zordur. O farklı eserlerinde bu yöntemlerin birkaçına veya tamamına atıfla üretilen delilleri
kullanmaktan çekinmemiştir.2 Bu yaklaşıma en güzel örnek onun
el-Metâlibü’l-âliye’sidir.
Râzî el-Metâlibü’l-âliye’ye el-ilmü’l-ilâhî olarak isimlendirdiği ilâhiyat veya metafizik ilminin konu, yöntem ve değerine dair bir girişle
başlar. Burada Râzî metafizik alanda kesinliğe ulaşmanın imkânsız
olduğunu, bu alanda yapılabilecek nihaî şeyin daha tercih edilir görüşü almaktan öte bir şey olmadığını savunur. Bu bağlamda Tanrı’nın
bilgisine ulaşmanın tek yolunun eserden müessire gitmek olduğunu
ifade eder.3 Tanrı’nın bilgisi söz konusu olduğunda da O’nun varlığının bilgisiyle mahiyetinin bilgisi arasında bir ayırım yapmak gerekir.4
Burada bizim konumuz Tanrı’nın varlığının bilgisidir ki bu
Râzî’nin el-Metâlibü’l-âliye’de girişin ardından ele aldığı ilk konudur.
Râzî’nin burada konuyu işleyiş tarzı daha önce kaleme aldığı Kitâbü’l-Erbaîn’in ilgili konuyu ele alan bölümüyle paralellik arzeder. Bu bağlamda
Râzî önce Tanrı’nın varlığının delillerine temel olacak öncülleri sunar.
Ardından da yukarıda zikredilen farklı grupların delillerini harmanlayarak kendine has yeni bir tasnifle ortaya koyar. Bu tasnifte Râzî,
Tanrı’nın varlığına dair delilleri kesinlik ifade eden deliller ve iknâî
deliller olmak üzere iki kısma ayırır. Ardından ilk gruptaki delilleri
imkân ve hudûs temelinde zatların imkânı, sıfatların imkânı, zatların
hudûsu ve sıfatların hudûsu ana başlıkları altında ortaya koyar. İkinci
grupta da iknâî delilleri inceler.5
2 Zerkân, Fahreddîn er-Râzî, s. 186.
3 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 41 vd.
4 Tanrı’nın zatının bilinmesi ile ilgili bk. Abrahamov, “Fakhr al-Dīn al-Rāzī on
the Knowability of God’s Essence and Attributes”, s. 204-230.
5 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 71; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 70-90.
474
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
Râzî, Tanrı’nın varlığının delillerine temel olacak öncüller bağlamında altı öncül zikreder. Bu öncüller Tanrı-âlem ilişkisi bağlamındaki
tartışmalara da temel teşkil eder. Râzî bu öncüllerin kabul edilmesi
durumunda Tanrı’nın varlığını kabul etmenin kaçınılmaz olduğunu
ifade eder. Bu öncüller şunlardır: 1. Mümkün varlık varlığa çıkma
veya çıkmama ihtimalinden birini diğerine ancak bir müreccih ile
tercih edebilir. 2. Müreccihe olan ihtiyaç hem varlığa geliş hem de
varlığı devam ettirmek içindir? 3. Müreccihin var olması gerekir. 4.
Müreccihin eserin varlığa geliş anında var olması gerekir. 5. Devir
imkânsızdır. 6. Teselsül imkânsızdır.
Tanrı’nın varlığına dair delillere geçmeden önce Râzî’nin bu
öncüllerle ilgili sunduğu tartışmaları özetlemekte fayda vardır. Çünkü bu öncüllere yaklaşım açısından filozoflar ile kelâmcılar arasında
farklılıklar söz konusu olup, bu farklılıklar onların isbât-ı vâcib ve
âlemin hudûs veya kıdemini ispat yöntemlerinin de farklılaşmasının
temelini oluşturur.
İlk öncül, yani mümkün varlığın varlığa çıkma veya çıkmama
ihtimalinden birini diğerine ancak bir müreccih ile tercih edebileceği öncülünü kabul edenler açısından tartışma, bu öncülün bedîhî
olarak mı yoksa burhanî olarak mı bilindiğine dairdir. Bu bilginin
bedîhî olduğunu savunan düşünürler iddialarını şöyle temellendirirler:
Yetişkin veya çocuk olsun her insan karşılaştığı bir olayın ardında
hemen bir sebep arar. Hatta hayvanların bile etraflarında bir canlılık
hissettiklerinde tepki göstermeleri onların da bir canlının/müessirin
varlığını hissettiklerinin açık göstergesi olarak alınabilir. Râzî’ye göre
kelâmcılar bu öncülün bedîhî olduğu iddiasını kabul etmezler ve
öncülün zayıf olduğunu savunurlar. Onlara göre yukarıdaki örnekler
muhdes olan varlığın bir müessire ihtiyaç duyduğu bilgisinin zorunlu
olduğunu gösterse de, mümkün varlığın müessire ihtiyaç duyduğu
bilgisinin zorunlu olduğunu göstermez. Kelâmcılara göre çoğunluğun aslî fıtrat temelinde verdikleri hükümlerin her birinin hakikatle
uyuşması gerekmez. Örnek vermek gerekirse, fıtrat binanın bânisiz
olamayacağına hükmettiği gibi binanın onu önceleyen bir maddesiz
de meydana gelemeyeceğine hükmeder ki bu kelâmcıların reddettiği
bir hükümdür.6
6 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 74-79.
475
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Râzî’ye göre müreccihe ihtiyacın burhanî olarak bilindiğini iddia
eden İbn Sînâ bir taraftan bu öncülü ispatlamak için deliller ortaya
koyarken diğer taraftan da tartışmayı bu öncülün bedîhî olduğu iddiası
ile bitirerek konuyla ilgili tutarsız bir tavır sergiler. Burada bir nevi
burhanîliği bedîhîlikle, bedîhîliği de burhanîlikle temellendirmeden
kaynaklanan bir devir söz konusudur ki bu da geçersizdir. Bu durum
öncülün burhanîliğine delâlet eder ve öncülün ispatı için de birçok
delil ortaya konmuştur.7
Mümkünün müreccihe ihtiyaç duymadığını iddia eden kelâmcılar ikinci öncülle ilgili olarak da şu delili geliştirirler: Mümkünün
müessire ihtiyaç duyması durumunda varlığı devam edenin de varlığın
devamı halinde müessire ihtiyaç duyması gerekir ki her iki varsayım
da geçersizdir.8 Râzî’ye göre mümkünün müessire muhtaç olduğu
hususunda tartışma yoktur; varlığa devam edenin müessire muhtaç
olmadığı, çünkü bunun gerçekleşmiş olan bir şeyi talep etmek olduğu,
dolayısıyla da muhal olduğu iddiası da geçersizdir.9
Râzî mümkünün müreccihe ihtiyaç duyduğu öncülünün burhanî olarak bilindiğini savunup bunu ispat için deliller serdedenlerin delillerinin ancak müreccih illetin eserin varlığa geliş anında var
olması gerektiğine dair deliller ortaya koyması durumunda isbât-ı
vâcibe katkı sağlayabileceğini ifade eder. Ona göre müreccih illetin
eserin varlığa gelişi anında var olmasının gerekmemesi durumunda,
teselsül yoluyla her bir mümkünün kendisinden önceki bir mümküne
isnadı mümkün olur. Çünkü filozoflara göre bu şekilde bir teselsül
mümkündür. Bu durumda da mümkünlerin bir zorunlu varlıkta son
bulması gerektiği iddia edilemez. Bu sebeple İbn Sînâ en-Necât’ta zorunlu varlığı ispat ederken müreccih illetin eserin varlığa geliş anında
var olması gerektiğine dair deliller ortaya koymuştur.10
Tanrı’nın varlığının delillerine temel teşkil eden öncüllerden bir
diğeri de devrin imkânsızlığıdır. Devir, meydana gelen iki mümkün
varlıktan her birinin diğerinin varlığının illeti olmasıdır. Bunun imkânsızlığına dair birçok delil öne sürülebilir. Örnek olarak, illetin esere
7 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 87.
8 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 91.
9 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 115.
10 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 130-131; ayrıca bk. İbn Sînâ, en-Necât, II, 89.
476
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
önceliği bilinen bir durumdur. Bunlardan birinin diğerine illet olması
durumunda her birinin diğerinden önce olması gerekir. Bu da neticede
her birinin kendinden önce olması sonucunu doğurur ki bu imkânsızdır.11 Bu delildeki önceliğin ne tür bir öncelik olduğunun belirgin
olmaması Râzî’ye göre bu delili zayıflatmaktadır. Bu sebeple o, devrin
imkânsızlığını şu delille göstermeyi tercih eder: Mâlûl illete muhtaçtır.
Varlıklardan her birinin diğeri ile mâlûl olması durumunda, her birinin
diğerine muhtaç olması, bu durumda da kendisine muhtaç olana muhtaç olması, yani kendisine muhtaç olması gerekir ki bu da muhaldir.12
Aynı şekilde teselsülün imkânsızlığına dair de birçok delil
zikredilebilir. Bir örnek ile yetinmek gerekirse, sonsuza kadar her
mümkünün bir başka mümkün ile mâlûl olduğu var sayıldığında, yukarıda tartışılan müreccih illetin eserin varlığa geliş anında var olması
gerektiği öncülü gereği bu sebep ve eserlerin tamamının aynı anda
mevcut olması gerekir. Bu sebep ve eserlerin tamamı mümkündür
ve bir müessire muhtaçtır. Bu müessir ya bu toplamın kendisidir, ya
toplamın içinde bir şeydir, ya da toplamın dışında bir şeydir. Müessirin toplamın kendisi veya onun içinde bir şey olması mümkün
olamayacağına göre, mümkünlerin toplamının son tahlilde bir zorunlu
varlıkta son bulması gerektiği açıklık kazanmış olur.13
Bu öncüller aşağıda tartışılan deliller için temel teşkil eder.
Yukarıda da vurgulandığı gibi, bu öncüller üzerinde filozoflarla kelâmcılar arasında kısmen bir anlaşmazlık mevcut olup, bu da onların bu
öncüllere dayanan delilleri kullanıp kullanmamalarını belirler. Râzî bu
delilleri tartışırken söz konusu eleştiri noktalarına dikkat çekmektedir.
Zatların İmkânından Zorunlu Varlığın İspatına
Râzî’nin tasnifinde duyulur âlemden Tanrı’nın varlığının ispatına
götüren delillerden ilki, mümkün varlıkların zatlarını hareket noktası
alır. İbn Sînâ gibi filozofların duyusal varlıklara atıf yapmadan varlık
kavramına atıfla inşa ettikleri bu delili14 Râzî duyusal varlıklara atıfla
11 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 136; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 80.
12 Râzî, Kitâbü’l-Erbaîn, s. 81.
13 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 141-142; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 82.
14 Zerkân, Fahreddin er-Râzî, s. 190. İbn Sînâ mümkün varlıklara atıf yapmadan
doğrudan varlık olması bakımından varlık kavramından hareketle zorunlu
477
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
şöyle ifade eder: Hakikatlerin ve mahiyetlerin var olduğunda şüphe
yoktur. Her bir varlığın hakikati ya yokluğu kabul edicidir veya değildir. Şayet bu varlık özü gereği yokluğu kabul edici değilse, bu durumda o zorunlu varlık olmuş olur ki amaç da bu sonuca ulaşmaktır.
Şayet bu varlık yokluğu kabul edici ise, bu durumda yokluğu kabul
edici her bir varlığın hakikatinin varlığa ve yokluğa nispeti eşit olmuş
olur. Bu durumda olanın varlığının yokluğa tercih edilmesi ancak bir
müreccih ile mümkün olur. Bu müreccihin de mevcut olması gerekir. Şayet bu müreccih de mümkün ise, bu durumda tartışma tekrar
başa döner ve bu durumda ya devir ya da teselsül gerekir ki her ikisi
de muhaldir. Dolayısıyla bu zincirin özü ile zorunlu bir varlıkta son
bulması gerekir.15
Râzî’ye göre yukarıda sunulan ve bu delil için de temel teşkil
eden öncüllerin, yani mümkünün bir müreccihe ihtiyaç duyduğu,
müessir illetin eserin varlığa geliş anında mevcut olması gerektiği,
illetin var olan bir şey olması gerektiği, devir ve teselsülün imkânsız olduğunun kabul edilmesi durumunda, özü ile zorunlu varlığın
mevcudiyetini kabul etmek gereklidir. Ardından da duyusal âlemin
özü gereği zorunlu olmasının imkânsız olduğu açıklığa kavuşturulduğunda, onun varlığa gelmek için özü gereği zorunlu bir varlığa
muhtaç olduğu bilinmiş olur.
Duyusal âlemin özü gereği zorunlu olmasının imkânsızlığı ile
ilgili tartışmalara geçmeden önce, bu delile yönelik Râzî’nin gündeme
getirdiği bir eleştiriye kısaca değinmekte fayda vardır. Ona göre günlük
olayların meydana gelişi, filozofların ya da kelâmcıların açıklama tarzı
kabul edilsin, bu delilin öncüllerinden birini geçersiz kılar, dolayısıyla
da delili geçersiz kılar.16
varlığın ispatlanabileceğini ve bu yöntemin tercih edilir bir yöntem olduğunu
ifade etmişse de, Râzî’ye göre bu yöntem zayıf bir yöntemdir. Çünkü her
şeyden önce bu yöntemle bir zorunlu varlık olduğu kabul edilse bile, bu
varlığın cisimsel varlık mı yoksa onun dışında bir varlık mı olduğu muğlak
kalır ve bu muğlaklık ancak mümkün varlığa atıfla açıklığa kavuşturulabilir;
bk. Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 53. İbn Sînâ’nın delilinin detaylı incelenmesi ile
ilgili bk. Erdem, “İbn Sînâ’nın Metafizik Delili”, s. 97-119.
15 Râzî, Kitâbü’l-Erbaîn, s. 71-72; a.mlf., el-Metâlibü’l-âliye, I, 72, 158; a.mlf.,
el-Mebâhisü’l-meşrıkiyye, II, 467; krş. İbn Sînâ, en-Necât, II, 89.
16 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 158-159.
478
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
Delilin aslına dönecek olursak, Râzî’ye göre bu delil sadece varlık
alanında özü ile zorunlu bir varlığın var olduğunu ifade etmekte olup,
bu varlığın duyulur âlemden başka bir şey olduğunu ifade etmemektedir. Dolayısıyla bu âlemin mümkün varlık olduğu ispatlanırsa, onun
dışında özü ile zorunlu bir varlığın var olması gerektiği de açıklık
kazanmış olur. Ona göre bu âlemin mümkün varlık olduğuna birçok
delil getirilebilir.17 Burada birkaçını zikretmek bu delillerin yapısı ve
mahiyetini tanımak açısından yeterli olur.
İlk olarak, her bir cisim heyûlâ ve suretten mürekkeptir. Her
bir mürekkep mümkündür. Dolayısıyla her cisim mümkündür. İkinci
olarak, her bir cismin varlığı mahiyetinden farklıdır.18 Varlığı mahiyetinden farklı olan her şeyin özü itibariyle varlığı mümkündür.
Dolayısıyla her bir cismin özü itibariyle varlığı mümkündür. Çünkü
söz konusu varlık ya bu mahiyete muhtaç değildir veya muhtaçtır. İlk
ihtimal bu varlığın söz konusu mahiyete araz olması düşünülemez,
halbuki ona araz olduğu varsayılmıştı. İkinci ihtimalde ise başkasına
muhtaç olan şey özü itibariyle mümkün olup bir sebebe gerek duyar.
Bu sebep de, illetin mâlûlden önce gelmesi gerektiğinden, mahiyet
olamaz. Dolayısıyla sebebin, mahiyetin dışında bir şey olması gerekir.
Varlığının sebebi mahiyeti dışında bir şey olan mümkün varlıktır. Bu
öncüllerden varılacak sonuç, her bir cismin mümkün varlık olduğudur.
Son olarak kelâmcıların yöntemini zikredecek olursak, onlara göre âlem
muhdestir. Her bir muhdesin de özü itibariyle varlığı mümkündür.
Sonuç olarak, Râzî’ye göre varlık alanında özü ile zorunlu bir
varlığın var olduğu ispatlandığına, duyulur âlemin de özü ile zorunlu olmayıp mümkün varlık olduğu ispatlandığına göre, bu âlemin
dışında özü ile zorunlu bir varlığın var olması gerektiği de açıklık
kazanmış olur.
Sıfatların İmkânından Zorunlu Varlığın İspatına
Duyulur âlemden Tanrı’nın varlığının ispatına götüren delillerden ikincisi, mümkün varlıkların sıfatlarını hareket noktası alır.
17 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 170-176; a.mlf., Şerhu Uyûni’l-hikme, III, 107 vd.
18 Varlık-mahiyet ilişkisi ve Râzî’nin bu konuya yaklaşımı ile ilgili olarak bk.
Altaş, Fahreddin er-Râzî’nin İbn Sînâ Yorumu ve Eleştirisi, s. 318 vd.; Haklı,
Müteahhirîn Döneminde Felsefe-Kelâm İlişkisi, s. 65 vd.
479
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Bu delili Râzî şöyle ifade eder: Cisimler cisim olmaları açısından ya
da mahiyet ve hakikatleri açısından birbirine eşittirler. Durum böyle
olunca bir cismin nitelendiği her bir nitelikle başka bir cismin de
nitelenmesi mümkün olur. Bu durumda cisimlerden her biri özel
bir nitelikle nitelenmek için bir tahsis edici ve tercih edici sebebe
muhtaç olur. Bu sebep de ancak cisim olmayan, cisimsel de olmayan
bir şey olabilir.19
Râzî’ye göre âlemin terkibi bu terkibe gücü yeten bir ilâhın
varlığına delâlet ediyorsa da, bu delilin ispatlayamadığı birçok husus
vardır. İlk olarak, bu delil ne zatların hâdis olduğuna ne de mümkün
olduğuna delâlet etmektedir. Dolayısıyla, cisimlerin özleri itibariyle
varlıklarının zorunlu olduğu, bununla birlikte Tanrı’nın âlemin terkibine kâdir olduğu iddia edilebilir. İkinci olarak, bu delil âlemi terkip edip
yöneten Tanrı’nın özü ile zorunlu olduğuna delâlet etmez. Bunun için,
varlığı mümkün olanın varlığının devamı halinde müessire muhtaç
olduğunun, devir ve teselsülün de geçersiz olduğunun ispatlanması
gerekir. Son olarak, bu delil özü itibariyle zorunlu varlığın kudret
sahibi fâil-i muhtâr olduğuna delâlet etmez.20
Delilin öncüllerine dönecek olursak, ilk öncül ile ilgili olarak
denebilir ki cisimler feleksel ya da unsursal, yoğun veya şeffaf olarak
sınıflandırılabilir ve bu sınıflar cisim olmak açısından ortaktırlar.
Ayrışmaya sebep olan şey ise cismin sıfatıdır. Dolayısıyla zat ve
hakikat açısından cisimler birbirine eşit olup aralarındaki farklılık
sıfat ve arazlardan kaynaklanır.21 Râzî’ye göre mahiyetleri açısından cisimlerin birbirine eşit olduğu önermesi tartışmaya açıktır.
Cisimlerin genel cisimlik açısından birbirine eşit olmakla beraber
özel mahiyetleri açısından farklı olması mümkündür. Bu açıdan
ateşin cisimselliğinin toprağın cisimselliğinden, bunların her birinin
cisimselliğinin de feleğin cisimselliğinden farklı olduğu söylenebilir.
Dolayısıyla Râzî’ye göre bu delilin ilk öncülünü ispatlamak oldukça zordur.22 Ayrıca cisimlerin cisimsellik açısından birbirine eşit
oldukları kabul edilse bile bu durum sıfatları kabul etme açısından
bir eşitlik gerektirmez. Çünkü cisimler cisimsellik açısından eşit
19 Râzî, Kitâbü’l-Erbaîn, s. 83; a.mlf., el-Metâlibü’l-âliye, I, 184-185.
20 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 186-187.
21 Râzî, Kitâbü’l-Erbaîn, s. 83-84.
22 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 177.
480
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
olsa bile taayyün etme ve şahıslaşma açısından birbirinden farklı
olduklarından, bir cisimde bir sıfatı gerektiren özel taayyün diğerinde bu sıfata engel olabilir.23
Cisimlerin zat ve hakikatleri açısından birbirlerine eşit olduklarının varsayılması durumunda, bir cismin nitelenebileceği her bir
nitelikle başka bir cismin de nitelenmesi veya o cismin sahip olduğu niteliklerden başka niteliklerle nitelenmesi de mümkün olur.
Bu duruma feleksel ya da unsursal cisimlerin durumlarından çokça
örnek vermek mümkündür. Burada Râzî’nin verdiği birkaç örnek
ile yetinelim: İlk olarak, hareket ve sükûn cisimlerden her biri için
mümkündür, dolayısıyla feleksel cismin hareketle, unsursal cismin
de sükûn ile özelleşmesi zorunluluk içermez. İkinci olarak, feleksel
cisimlerin feleksel suretle, unsursal cisimlerin de unsursal suretle
nitelenmesi de mümkündür. Son olarak, yeryüzü su ile, su hava ile,
hava da ateş ile kaplıdır. Bu unsurların sahip oldukları niteliklerle ve
bulundukları mekânlarla birbirinden farklılaşması da mümkündür.24
Yukarıda tartışılan öncüllerden ulaşılan sonuç, cisimlerin
imkân dahilinde olan niteliklerden biri ile özelleşmesi ancak bir
tercih ve tahsis edici ile olur. Dolayısıyla, bütün cisimler niteliklere
sahip olmak için bir tercih ve tahsis ediciye muhtaçtır. Bu tercih
ve tahsis edicinin cisim olması durumunda o da bir başka tercih
ve tahsis ediciye ihtiyaç duyar ki bu da teselsülü gerektirir. Bu durumda, bütün cisimler bütün niteliklerinde cisim olmayan, cisimsel
de olmayan bir varlığa muhtaç olur ki bu varlık da özü itibariyle
zorunlu varlıktır.25
Yukarıda da ifade edildiği gibi, bu delil cisimlerin hâdis olup
olmadığını dikkate almaksızın inşa edilmiştir. Bir önceki delilde
cisimlerin mümkün olduğu ispatlandığından, her ne kadar bu delil
zorunlu varlık olarak Tanrı’nın varlığını ispat ediyorsa da onun fâil-i
muhtâr olduğuna da delâlet etmemektedir. Dolayısıyla kelâmcılar
açısından bu delilin ardından diğer hususların da ispatlanması gereği vardır.
23 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 187. Cisimlerin yapısı ile ilgili Râzî’nin yaklaşımı
için bk. Altaş, Fahreddin er- Râzî’nin İbn Sînâ Yorumu ve Eleştirisi, s. 201 vd.
24 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 192-195.
25 Râzî, Kitâbü’l-Erbaîn, s. 85.
481
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Zatların Hâdis Oluşundan Zorunlu Varlığın İspatına
Duyulur âlemden Tanrı’nın varlığının ispatına götüren delillerden üçüncüsü, zatların hâdis olmasını hareket noktası alır. Râzî
kelâmcıların benimsedikleri ispat yönteminin sadece bu yöntem olduğunu söyler. Bu yöntemle onlar cisimlerin muhdes olduğuna delil
getirirler, ardından da her muhdesin bir illeti, bir yapıcısı olduğunu
iddia edip, cisimlerin bir fâil ve yapıcısının olduğu sonucuna varırlar. Râzî’ye göre bu delilin Tanrı’nın varlığını ispat edebilmesi için
söz konusu fâilin hâdis olması durumunda devir ya da teselsülün
gerektiği, bunun da başlangıç öncüllerinde belirtildiği gibi imkânsız
olduğu, dolayısıyla söz konusu fâilin kadim olması durumunda özü
ile zorunlu varlık olduğu neticesine ulaşılması gerekir.26
Cisimlerin hâdis olduğunun ispatı Râzî’nin detaylı bir şekilde ele
aldığı konudur. Her bir muhdesin bir fâil ve yapıcıya muhtaç olduğu
şöyle temellendirilebilir: Her bir muhdes özü itibariyle mümkündür.
Özü itibariyle mümkün olan her varlığın bir fâili, bir yapıcısı vardır.
Dolayısıyla, her bir muhdesin bir fâili vardır.27
Her bir muhdes özü itibariyle mümkündür, çünkü muhdes
olan her bir varlık, varlığa gelmeden önce mevcut değildir. Bu varlık
varlığa gelmeden önce varlığı ve yokluğu kabule müsaittir. Mümkün
ile kastedilen anlam da budur. Özü itibariyle mümkün olan varlığın
bir müessire muhtaç olduğu öncülü ile ilgili deliller yukarıda zatların
imkânından hareketle geliştirilen delilde tartışılmıştı.
Râzî bu delilin öncüllerine yönelik birtakım itirazlar olduğuna
dikkat çeker. İlk olarak, muhdes olan varlığın özü itibariyle mümkün
olduğu öncülünü kabul etmek istemeyenler, muhdesin var olmadan
önce özü itibariyle yokluğunun zorunlu olmasının, varlığa geldiğinde
de bunun özü itibariyle varlığının zorunlu olmasına dönüşmesinin
ihtimal dahilinde olduğunu iddia ederler. Bu iddia şöyle desteklenir:
Arazların varlıklarını sürdürmesi imkânsızdır. Bu durumda varlığa
gelmedikleri anda onların varlıkları mümkün, varlığa geldikten sonra ise yoklukları zorunludur. Bu durumda onların varlığa geldikten
sonraki yokluğu özü itibariyle zorunlu yokluk olması, yani onların
yok olmamasının imkânsız olması nasıl mâkul kabul edilebiliyorsa,
26 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 200; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 85.
27 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 200.
482
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
yokluktan sonraki varlığının özü itibariyle zorunlu olması, yani var
olmamasının imkânsız olması da aklen mümkündür.28 İkinci olarak,
muhdes olan varlığın mümkün varlık olduğu öncülünün kabul edilmesi durumunda dahi, varlığı mümkün olan bir şeyin muhal olduğu
iddia edilebilir. Bu iddia birçok delille desteklenebilir. Örnek olarak,
varlığın mahiyetle özdeş olduğu veya ondan farklı olduğu var sayılsın,
her iki durumda da imkânın söz konusu olamayacağı savunulabilir.
İlk ihtimale göre, varlık ve yokluğun imkânı ile nitelenen bir şey
bazan varlık, bazan da yoklukla nitelenmiş olur, halbuki yokluk
durumunda varlığın devamı imkânsızdır. Dolayısıyla, varlık-mahiyet özdeşliği durumunda mahiyete varlık ve yokluğun imkânının
yüklenmesi imkânsızdır. Varlığın mahiyetten farklı olduğunun kabul
edilmesi durumunda, imkânla nitelenen ya mahiyet veya varlık veya
mahiyetin varlıkla nitelenmesi olacaktır. İmkânla nitelenen mahiyet
olamaz, çünkü örnek olarak, siyah olan bir şeye bu halde iken siyah
olmamak hükmü yüklenemez. İmkânla nitelenen varlık da olamaz,
çünkü bu varlığın varlık olmamasının imkânına götürür ki bu da kabul edilemezdir. İmkânla nitelenen mahiyetin varlıkla nitelenmesi de
olamaz, çünkü yukarıda mahiyet ve varlıkla ilgili söylenen durumlar
burada tekrar gündeme gelir. Dolayısıyla, bu tartışmada varılan sonuç, varlığın imkânı iddiasının aklen kabul edilebilir olmadığıdır.29
Râzî’ye göre, imkân terimi ile kastedilen şey bir şeyin daha önce
bulunduğu hal üzere varlığını sürdürmesinin mümkün olması gibi,
daha önce bulunduğu hal üzere kalmamasının da mümkün olmasıdır.
Bu anlam açıklığa kavuşunca gündeme getirilen itirazlar da giderilmiş
olur. Dolayısıyla, ezelî yokluktan sonra meydana gelen bir şey ile ilgili olarak, onun aslî yokluk hali üzere kalmasının mümkün olduğu
söylenebileceği gibi, söz konusu yokluğun varlığa dönüşmesinin de
mümkün olduğu söylenebilir. İki ihtimal eşit olduğunda da, başlangıç
öncüllerinde tartışıldığı gibi, birini diğer alternatife tercih etmek ancak
bir tercih ettirici sebep ile gerçekleşebilir.30
İmkân kavramı ile ilgili eleştirileri sebebiyle kelâmcılar zatların
hâdis oluşunu hareket noktası alan delili sadece hudûs kavramına atıfla
inşa ederler. Râzî bu durumda da onların muhdes olanın bir muhdise
28 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 200-201; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 85-86.
29 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 202-203; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 86-87.
30 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 205-206; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 87.
483
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
ihtiyaç duyduğu bilgisinin zorunlu mu yoksa istidlâlî mi olduğu
noktasında ihtilâfa düştüklerini aktarır. Buradaki tartışmalar yukarıda
isbât-ı vâcib delillerine temel teşkil eden öncüllerden mümkün varlığın varlığa çıkma veya çıkmama ihtimalinden birini diğerine ancak
bir müreccih ile tercih edebileceği öncülünün bedîhî olarak mı yoksa
burhanî olarak mı bilindiğine dair tartışmaya paralellik arzeder.31
Âlemin muhdes olduğu, dolayısıyla bir fâile ihtiyaç duyduğunun
bedîhî değil, burhanî olduğunu iddia eden Mu‘tezile kelâmcıları bunu
insan fiillerine kıyasla ispatlamaya çalışır. Onlara göre meydana gelmek
için insana muhtaç olan insan fiilleri gibi, âlem de muhdes olup bir
fâile muhtaçtır. Buradaki kıyasta asıl, insanın kendi fiillerinin muhdisi
olduğu, fer‘ âlem, hüküm fâile olan ihtiyaç, illet ise hudûstur.32 Diğer
taraftan Eş‘arî kelâmcıları açısından, insanın fiillerinin fâili olması ve
ihtiyaç illetinin hudûs olması kabul edilebilir değildir.33
Râzî bu delili sunarken cisimlerin hâdis olduğunu hareket noktası almakla beraber, birçok eserinde atomculuk öğretisine özel atıf
yapmaması dikkat çekicidir.34 Çünkü cisimlerin atomlardan müteşekkil olduğu kabul edilsin veya edilmesin, her iki durumda da onların
hâdis olduğu ispatlanabilir. Dolayısıyla delili tartışmalı öncül üzerine
bina etmek yerine, daha genel kabul gören öncül üzerine bina etmek
onu daha güçlü kılar.
Sıfatların Hâdis Oluşundan Zorunlu Varlığın İspatına
Duyulur âlemden Tanrı’nın varlığının ispatına götüren delillerden dördüncüsü, sıfatların hâdis olmasını hareket noktası alır.
Râzî’ye göre insan, zatların imkân veya hudûsu hakkında bir fikir
elde etmeden önce cisimlerin niteliklerine şahit olur. Dolayısıyla, bu
noktadan hareketle Tanrı’nın varlığına delil getirilebilir. Ona göre bu
yöntem insanların kalplerinde ve zihinlerinde daha etkili olup, diğer
delillere nispetle eleştirilerden de daha uzaktır. Bu sebeple kutsal
31 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 207-209; krş., I, 74-87.
32 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 210.
33 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 212-213; a.mlf.,Kitâbü’l-Erbaîn, s. 88.
34 Râzî’nin atomcu öğretiye yaklaşımı ile ilgili olarak bk. Altaş, Fahreddin er-
Râzî’nin İbn Sînâ Yorumu ve Eleştirisi, s. 211 vd.; ayrıca bk. bu kitapta Osman,
Demir, “Fahreddin er-Râzî’de Cevher-i Ferd ve Heyûlâ-Sûret Teorileri”.
484
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
kitaplar, özellikle de Kur’ân-ı Kerim bu türden delillerle doludur.35
Râzî’nin burada bahsettiği yöntem İbn Rüşd’ün inâyet ve ihtirâ‘ delilleri
şeklinde zikrettiği Kur’ânî yöntem ile paralellik arzeder.36
Râzî’ye göre insanın duyu gözlemlerine konu olan cisimler göksel
veya yersel olabilir. Dolayısıyla, göksel cisimlerin gözlenmesinden, yeryüzünün dört unsurunun gözlemlenmesinden, bu unsurların terkibinden
oluşan cisimlerden, özellikle de insanın gerek beden yapısından gerekse
nefsânî güçlerinin incelenmesinden hareketle birçok delil ortaya konabilir. Bu bağlamda Râzî insan bedeninin yaratılış niteliklerinden, felekler
âleminin durumundan ve genel olarak âlemdeki nizamdan hareketle
geliştirilen delilleri detaylı bir şekilde sunar.
İnsan bedeninden hareketle geliştirilen delil şöyle özetlenebilir:
İnsan bedeni miktar, şekil, tertip, sertlik ve yumuşaklık açısından farklı
organlardan müteşekkildir. Organların bu farklılığına rağmen, insan
bedeni spermden meydana gelmektedir. Bu durumda söz konusu sperm
ya gerçekte benzer parçalardan oluşan bir cisimdir ya da her ne kadar
görünürde benzer parçalardan oluşuyorsa da gerçekte farklı parçalardan oluşan bir cisimdir. Çünkü söz konusu sperm uzuvlardan süzülüp
ayrılan bir şeydir; bu durumda, örnek olarak, etten süzülüp ayrılan
kısımda et olma doğası, kemikten süzülüp ayrılan kısımda da kemik
olma doğası vardır. Râzî’ye göre doğa bilimcilerinin çoğu bu görüştedir.
Bununla birlikte, her iki görüşten hareketle insan bedeninin spermden
yaratılmasından hikmet sahibi bir yaratıcının varlığına delil getirilebilir.37
Spermin benzer parçalardan oluştuğu varsayıldığında, fâilin kabul
edici olan spermin bütün benzer parçalarına etki etme ihtimali eşit olur.
Bu durumda etkinin eşit olması, eserin de eşit olması, dolayısıyla insan
bedeninin de benzer parçalardan oluşması gerekir, halbuki durum bu
şekilde değildir. Ayrıca, filozoflara göre bir güç bir maddede eylemde
bulunduğunda ortaya çıkan şeklin küre olması gerekir. İnsan bedeni bu
şekilde de olmadığına göre, onun oluşumunda etki eden gücün doğal
bir güç olmadığı, aksine hikmet ve rahmet sahibi olan Tanrı olduğu
bilinir.38
35 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 215-217.
36 İbn Rüşd, el-Keşf an menâhici’l-edille, s.118-123.
37 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 218-219; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 88-89.
38 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 219.
485
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Spermin farklı doğadaki parçalardan oluşmuş mürekkep bir
cisim olduğu varsayıldığında yaratıcının varlığına şu şekilde delil
getirilebilir: İlk olarak her bir mürekkep cismin basit cisimlerden
oluşması sebebiyle, bu basit maddenin de ancak küre şeklini alabilmesi
sebebiyle insan bedeninin küre şeklinden oluşması gerekir, halbuki
durum bu şekilde değildir. İkinci olarak, sperm yaş bir cisimdir, bu
şekildeki cisim ise parçaların ve tertibin konumunu koruyamaz. Bu
durumda, örnek olarak kalbin maddesinin beynin maddesinden daha
yukarıda konumlanması mümkündür. Halbuki durum bu şekilde
değildir. Dolayısıyla, bu organların ortaya çıkması ve diğer organlarla
gerçekleşen tertibi, doğanın veya feleklerin etkisiyle değil, ancak bilgi,
hikmet ve kudret sahibi Tanrı’nın yaratması iledir.39
Râzî’ye göre felekler âleminin durumundan hareketle geliştirilen
delil insanın yaratılışından hareketle geliştirilen delilden daha açık ve
daha güçlüdür. Kur’ân-ı Kerim’de de, “Elbette göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir” (el-Mü’min
40/57) ifadesiyle buna işaret edilmiştir. Aristocular’ın da tercih ettiği
bu delil şöyle özetlenebilir: Bu âlemde sonsuz devirler, başlangıcı ve
sonu olmayan hareketler vuku bulmuştur. Bu devir ve hareketlerin
sonsuz fiiller işlemeye gücü yeten bir fâile ihtiyacı vardır. Sonsuz fiiller
işleyen fâilin cisim veya cisimsel olması mümkün değildir. Dolayısıyla,
bu fiillerin hareket ettiricisi olup, cisim ve cisimsel olmayan bir fâilin
varlığını itiraf etmek gerekir ki bu varlık da Tanrı’dır.40
Bu delil üç temel öncülün ispatını gerektirir: Başlangıcı ve sonu
olmayan hareketin ispatı, bu hareketin bir müessir ve fâile ihtiyaç
duyduğunun ispatı ve cisimsel bir kuvvetin sonsuz fiillere güç yetiremediğinin ispatı. Filozoflar ilk öncülü şöyle ispat ederler: Zaman
hareketin miktarıdır, hareketin başlangıcının ve sonunun olması
imkânsızdır. Sonuç olarak, başlangıcı ve sonu olmayan bir hareketin
kabul edilmesi gerekir. İkinci öncül ile ilgili olarak, cismin kendini
hareket ettirmesi mümkün olmadığından, onun bir hareket ettiricisinin olması gerektiğinin kabulünün kaçınılmaz olduğu söylenebilir.
Üçüncü öncül şöyle ispatlanabilir: Her cisimsel güç bir hayyizde vuku
bulur, mütehayyiz parçalanabilir olduğundan hayyizde vuku bulan
şey de parçalanabilir. Dolayısıyla, her cisimsel güç parçalanabilir. Bu
39 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 220.
40 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 228; a.mlf., el-Mebâhisü’l-meşrıkiyye, II, s. 471.
486
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
durumda, söz konusu gücün bir kısmı ya hiçbir şeye güç yetiremez,
ya bütünün güç yetirdiğine güç yetirebilir, ya da bütünün güç yetirdiğinden daha aza güç yetirebilir. İlk iki ihtimal imkânsız olduğundan,
son ihtimalin kabul edilmesi gerekir. Bu durumda parçanın gücü sınırlı
olduğundan, onun gücünden sınırlı oranda daha fazla olan bütünün
gücü de sınırlı olacaktır. Dolayısıyla, cisimsel güçten sonsuz bir fiilin
ortaya çıkması imkânsızdır.41
Yukarıda tasvir edildiği haliyle delil, hareketin ezelîliği ilkesi üzerine inşa edilmiştir. Râzî’ye göre kelâmcılar hareketin ezelîliğini kabul
etmedikleri için delili şu şekilde inşa ederler: Hareket bir durumdan
bir başka duruma intikal olduğundan, bir başka şeyle öncelenmeyi
gerektirir. Hareketin ezelîliğinin olması imkânsız olması sebebiyle ilk
hareketten önce cisimler ya mevcut değildiler ya da sakin haldedirler.
İlk durumda onların varlık kazanıp hareket etmesi gerekirken ikinci
durumda da hareket zamanları geldiğinde her birinin belli bir yöne
hareket etmesi gerekir. Her iki durumda da akıl onların bir hareket
ettiriciye, bir yöneticiye muhtaç olduklarına hükmeder. Dolayısıyla,
her iki durumda da göklerin hareketi onların bir hareket ettiriciye,
bir yöneticiye muhtaç olduklarına delâlet eder.42
Râzî’ye göre filozoflar feleklerin hareketinin bir başlangıcı olmadığı öncülünden, kelâmcılar ise feleklerin hareketinin bir başlangıcı
olduğu öncülünden hareketle onların bir hareket ettiriciye ihtiyaç
duydukları sonucuna ulaşmışlardır. Hareketin başlangıcı kabul edilsin veya edilmesin, her iki durumda da feleklerin cisim olmayan,
cisimsel de olmayan bir Tanrı’ya muhtaç olduğu sonucuna ulaşılır.
Dolayısıyla, her iki durumda da âlemi yöneten bir Tanrı’nın varlığını
itiraf etmek gereklidir.43
Duyulur âlemden Tanrı’nın varlığının ispatına götüren delillerden biri de ay üstü ve ay altı âlemde gözlemlenen düzendir, diğer bir
deyişle inâyet delilidir. Râzî’ye göre âlem ile ilgili gözlemde bulunan
kişi bu âlemin en uygun ve en mükemmel bir şekilde düzenlendiğini
farkeder. Sarih akıl âlemin bu şekilde var olmasının ancak bilgi ve
hikmet sahibi bir varlığın yönetimiyle olacağına şahitlik eder. Bu
41 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 228-231.
42 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 231-232.
43 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 232.
487
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
bağlamda, Tanrı’nın insan bedeni ve ruhuna, hayvanlar, bitkiler,
madenler ve benzeri ay altı âleminin unsurlarının her birine bahşettiği nitelikler ve bu varlıkların kendi aralarındaki ilişkiler incelendiğinde; yine felekler ve yıldızların tabiatları, miktar ve hareketleri
incelendiğinde, bu varlıkların kendi aralarındaki ilişkileri ve onların
ay altı âlemle olan ilişkileri incelendiğinde, Tanrı’nın insanın tam
olarak bilemeyeceği nice sırları bu âleme bahşettiği görülecektir.
Râzî, Kur’ân-ı Kerim’in bu tür beyanlarla dolu olduğunu vurgular.
Ona göre, örnek olarak “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında,
gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren
şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde
her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre
hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için
(Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır” (Bakara 2/164) âyeti üçü ay üstü, beşi de ay altı âlemden olmak üzere
sekiz tür delil sunar. Râzî’ye göre filozof ve kelâmcıların yukarıda
tartışılan delilleri her ne kadar güçlü olsalar da, Kur’ân-ı Kerim’in
bu delil yöntemi daha doğrudur, bu sebeple onun nazarında tercihe
daha lâyıktır.44
Bu noktada şu hususun vurgulanması gerekir: Râzî’nin Kur’ân-ı
Kerim’in Tanrı’nın varlığını ispat yöntemi olarak sunduğu ve diğer
yöntemlerden üstün gördüğü deliller aklî delillerdir. Dolayısıyla bu
tercihten bir tarafta aklî deliller, diğer tarafta da Kur’ânî deliller ikiliği
çıkarıp Râzî’yi de son tahlilde aklî delillerin karşısında koymak sağlıklı
bir değerlendirme olmaz.
Tanrı’nın Varlığına Dair İknâî Deliller
Râzî Tanrı’nın varlığına dair yukarıda tartışılan delillerin kesinlik ifade ettiklerini vurgular. Bu delillerin yanında, herhangi biri
44 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 233-236. Râzî benzer vurguyu vasiyetinde de
yapar; bk. “Râzî’nin Vasiyeti”. Bununla birlikte Zerkân’ın ifade ettiği Râzî’ye
göre en üstün yöntemin Kur’an’ın yöntemi olduğu görüşü (Zerkân, Fahreddin
er-Râzî, s. 199) yoruma açık bir görüştür. Buradan Râzî’ye göre kelâmî ve
felsefî yöntemlerin neredeyse hiçbir değer ifade etmediği anlamını çıkarmak
Râzî’nin hayatı boyunca gösterdiği çabayı inkâra yönelik kabul edilemez bir
yorumdur.
488
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
kesinlik ifade etmemekle beraber, toplu olarak değerlendirildiğinde
kesinlik ifade ettiği söylenebilecek bir dizi iknâî delilden de söz etmek mümkündür. Bu bağlamda Râzî iki tür delil zikreder. İlk tür
deliller meşhurların sözlerine dayanır. İkinci tür deliller ise değişik
ilim dallarının kendilerine has yöntemleriyle üretilen delilleri içerir.
Râzî’nin zikrettiği ilk tür iknâî deliller dinî geleneğin önde gelen
isimlerinin sözlerine dayanan delillerdir. Bu tür delillere bir örnek
şudur: Zünnûn el-Mısrî’ye rabbini ne ile bilirsin, diye sorulduğunda
şu cevabı vermiş: “Rabbimi rabbim ile bildim. Rabbim bana bildirmeseydi rabbimi bilemezdim.” Râzî bu sözün açıklamasında şöyle der:
Tanrı bilgi ağacını ruhlar toprağına dikmiştir. Bu ağacın toprağı itaat,
suyu kulluk, dalları zikir ve meyveleri fikirdir. Bu eylemleri gerçekleştiren neticeye ulaşır. Eğer Tanrı ruhları bilgisiyle doldurmasaydı,
kalpleri sevgisiyle aydınlatmasaydı, bir avuç toprak rablerin rabbini
nasıl bilebilirdi?45
Râzî’nin zikrettiği ikinci tür iknâî delil arasında tarihçiler ve
mutasavvıflar gibi değişik grupların kendi yöntemleriyle ürettikleri
delillerden örnekler içerir. Örnek olarak, tarihçiler dünya üzerinde
yaşayan değişik insan topluluklarının Tanrı inancından hareketle, bu
inancın fıtrî olduğu temeline dayanan genel kabul delili geliştirirler.
Onlara göre dünya milletlerinin tarihi araştırıldığında gökkubbe altında Tanrı’nın varlığını inkâr eden çok fazla topluluk bulunamaz.
İnsanlar arasında vuku bulan tartışma Tanrı’nın varlığından ziyade
sıfatları hakkındadır. Râzî peygamberlik müessesesine inanan veya
inanmayan değişik toplumlara atıfla bu iddiayı temellendirir.46
Râzî el-Metâlibü’l-âliye’nin girişinde de vurguladığı gibi, riyâzet
ehli olarak isimlendirdiği sûfîlerin yöntemini metafizik bilgiye ulaşmanın bir yöntemi olarak kabul etmektedir. Râzî’ye göre insan kalbini
Tanrı’nın dışındaki varlıkların meşguliyetinden temizleyip hem beden
dili hem de ruh dili ile Tanrı’nın zikriyle meşgul olduğunda, kalbi
nurla ve ilâhî sırlarla dolar. Bu ilâhî makamlara ulaşamayan insanın bu
sırlara detaylı olarak vâkıf olması mümkün değildir. Bununla birlikte
bütün insanların nefsî güçlerinin aynı seviyede olduğunu söylemek
güçtür. Bazı insanlar duyu âleminin ötesine geçip ilâhî aydınlanmaya
45 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 245.
46 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 249-254.
489
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
mazhar olmuş, bunun neticesinde Tanrı sevgisi ve O’nun bilgisini
elde etme yeteneği kazanmışken bazıları bunu kısmen kazanmış, diğer bazıları ise bundan mahrum kalıp duyu âleminin karanlıklarında
kaybolmuştur.47
Sûfîlerin yöntemiyle Tanrı’nın varlığı şöyle ispatlanır: Varlıklar
cisimsel ve ruhsal olarak iki kısma ayrılırlar. Ruhsal varlıkların cisimsel
varlıklardan daha yüce, yetkin ve şerefli olduğu da aklen kabul edilen
bir husustur. Riyâzet ve müşâhede sahiplerine cisimsel âlemin ruhsal
âlemin bir örneği olduğu; asıl olanın ruhsal âlem olduğu, cisimsel âlemin de onun gölgesi, örneği ve hayali olduğu bilgisi keşfolunmuştur.
Cisimsel âlemin durumu hakkında düşünüp, buradan da ruhsal âlemin
durumunu düşünmeye geçecek olursak şunu diyebiliriz: Cisimsel
âlemdeki varlıklar muhtaçsızlık, ilim ve kudrette yetkinlik ve noksanlık
açısından farklı derecededir. Cisimsel âlemin bir parçası olan insanlar
da yetkinlik ve noksanlık açısından farklı derecededirler. Âlemde
farklı sınıf insanlar varsa da, bir sınıf diğerlerinden daha yetkindir.
Bu sınıf içinde de her dönemde bir şahıs diğerlerinden daha yetkindir
ki tasavvuf ehli bu şahsı âlemin kutbu, Şiîler ise mâsum imam olarak
isimlendirirler. Bütün zamanların yetkin insanları arasında da bir şahıs
bütün zamanların en yetkinidir ve bu şahıs ‘‘kâmil nebî’’ olarak isimlendirilir. Cisimsel âlemdeki bu farklı mertebelerle kıyaslandığında,
benzer mertebelerin ruhsal âlemde de mevcut olduğu bilinmelidir.
Dolayısıyla, nasıl insan ruhları arasında diğer bütün ruhlardan daha
yetkin olan, onlara muhtaç olmayan fakat onların kendisine muhtaç
olduğu bir şahıs mevcut ise, ruhsal varlıklar arasında da ihtiyaçsızlık,
ilim ve kudrette onlardan daha yetkin bir varlığın bulunması gerekir.
Durum böyle olunca, bu varlık diğer hiçbir varlığa ihtiyaç duymazken
bütün varlıklar ona muhtaç olur. İşte bu varlık Tanrı’dır.48
Bu noktada şu hususa dikkat çekmekte fayda vardır. Râzî’ye
göre Tanrı’nın varlığını ispat amacıyla aklî istidlâl ve keşif yöntemleri
birbirinin alternatifi değildir. Ona göre riyâzet yönteminin birtakım
tehlikeleri olduğundan, bu tehlikelerden kurtulmanın yolu riyâzet
yöntemini nazar ve istidlâl yöntemiyle denetlemektir. Bu noktada da
Râzî’nin yaklaşımıyla İbn Rüşd’ün yaklaşımı arasında paralellik vardır.49
47 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 54 vd.
48 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, I, 254-261.
49 İbn Rüşd, el-Keşf an menâhici’l-edille, s. 117.
490
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
Tanrı - Âlem İlişkisi
Bu kısımda Râzî’nin Tanrı-âlem ilişkisine yaklaşımını sunacağız.
Bu bağlamda onun âlem tanımıyla başlayacak, Tanrı-âlem ilişkisiyle
ilgili tasnifine değinecek, ardından İslâm filozofları ile kelâmcılarının
yaklaşımlarına yönelik değerlendirmeleri sunacağız. İslâm filozoflarının
ezelî yaratma anlayışı ve bunun neticesi olarak âlemin ezelîliğine dair
sunulan delilleriyle kelâmcıların âlemin zamanda yaratıldığına dair
delillerini ana hatlarıyla inceleyeceğiz.
Varlık anlayışı50 ve bununla irtibatlı olarak âlem anlayışı Râzî’nin
erken dönem kelâmî anlayıştan uzaklaşıp İslâm filozoflarına yaklaştığının temellendirilebileceği örnek konulardır. Râzî, âlemi Tanrı’nın
dışındaki her şey olarak tanımlayan ve onu mütehayyiz veya mütehayyizde hal olan varlıklardan müteşekkil kabul eden kelâmcıların
aksine, filozoflara göre âlemde bu iki varlık türüne ilâve olarak ne
mütehayyiz ne de onda hal olan bir üçüncü türün daha mevcut olduğunu ifade eder. Râzî’ye göre kelâmcıların bu üçüncü türü reddedişleri
sağlam temelden yoksundur.51 Dolayısıyla ona göre de özü itibariyle
mümkün olan âlemde maddî olmayan varlıklar da vardır.
Râzî âlemin yaratılışını yorumlarken de kelâmcıların anlayışından uzaklaşıp İbn Sînâ gibi müslüman filozofların anlayışına yaklaşmıştır. Râzî öncesi kelâmcılar Tanrı’yı tek ezelî varlık olarak tasvir
etmiş, bunun neticesi olarak da âlemin hâdis olması, onun yoktan
yaratılmış ve bir başlangıcının olması gerektiğini savunmuşlardır.
Onlara göre yaratma kavramı âlemin varlığının bir başlangıcı olduğunu ifade ederken, ezelîlik kavramı sadece âlemin bir başlangıcının
olmadığını ifade etmekle kalmayıp aynı zamanda onun kendi kendine
yeter olduğunu da ifade ediyordu. Bu anlayışın neticesi olarak onlara
göre âlemin ezelîliği teorisi âlemin yaratılışının inkârı, neticede de
onun yaratıcısının inkârı anlamına geliyordu.52 Bu yaratma anlayışı İbn
Sînâ gibi filozoflar tarafından benimsenmemiştir. İbn Sînâ bir sebebi
olmayan, dolayısıyla kendi kendine yeter anlamında ezelî varlık ile bir
50 Altaş, Fahreddin er- Râzî’nin İbn Sînâ Yorumu ve Eleştirisi, s. 318 vd.; ayrıca
bk. bu kitapta Kaya, Veysel, “Fahreddin er-Râzî’nin Varlık Görüşü”.
51 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 9-12; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 15-18.
52 Erken dönem kelâmcılarından örnek olması açısından bk. Bâkıllânî, Kitâbü’t-
Temhîd, s. 41-53.
491
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
başlangıcı olmayan anlamındaki ezelî varlık arasında ayırım yapmış
ve âlemi sadece ikinci anlamda ezelî kabul etmiştir. İbn Sînâ âlemin
mutlak yokluktan varlığa getirildiğini, diğer bir deyişle özü itibariyle
yokluğa mâruzken ezelî sebebin ezelî olarak varlık vermesiyle varlık
kazandığını ifade etmiştir.53 Bu anlamda ona göre âlem yaratılmıştır,
fakat bu, âlemin bir başlangıcı olduğu anlamına gelmez.
Erken dönem kelâmcılarının aksine, Râzî ezelî yaratma anlayışını
oldukça ciddiye almıştır. Bu durum onun felsefeye yönelik takındığı
genel bakış açısının bir yansıması olarak görülebilir. Çünkü o mümkün
olduğunca felsefî düşünceyi kendi sistemine dahil etmeye çalışmıştır.
Bu bağlamda Râzî için İbn Sînâ önemli bir kaynaktır. Onun yaratmanın
anlamıyla ilgili değerlendirmesinin de özellikle İbn Sînâ’nın etkisini
göstermesi bunun önemli bir göstergesidir. Birçok konuda İbn Sînâ’yı
eleştirmesine rağmen diğer birçok konuda da onun düşüncelerini
benimsemekten kendini alamayan Râzî, yaratma kavramını tartışırken hudûs terimini temel alır. Fakat o bu kavramı kelâm geleneğinin
Bâkıllânî ve Gazzâlî gibi önceki dönem temsilcilerinin yorumladığı
tarzda yorumlamaz. Bu kelâmcılara göre yaratılmış (muhdes) kavramı
varlığının başlangıcı olan ve varlığı yoktan meydana gelen anlamına
gelirken,54 Râzî bu basit tanımlamayı bir tarafa bırakıp İbn Sînâ’yı
takiben muhdes kavramını yokluğu varlığını önceleyen şey olarak
tanımladıktan sonra detaylı bir şekilde beş farklı öncelik türünün
olduğunu, Tanrı’nın âleme illiyet açısından, özsel açıdan veya şeref
açısından önceliğinin olabileceğini, zaman bakımından bir önceliğin
zorunlu olmadığını ifade eder.55
Yaratma çoğu kelâmcının anladığı gibi varlığın başlangıcını
içeren anlamda alındığında, ezelî âlem anlayışı Tevrat ve Kur’ân-ı
Kerim’in birçok âyetinde tasvir edilen yaratılmış âlem anlayışıyla açık
bir şekilde çelişir. Bu sebeple Gazzâlî filozofların âlemin ezelîliğine
dair teorilerini İslâm’ın temel ilkelerine aykırı bulduğunu ifade etmiş
ve bunu yaparken de açıkça Kur’ân-ı Kerim’in herhangi bir âyetine atıf
yapmayı gerekli görmemiştir. Gazzâlî’nin âlemin ezelîliğini reddedip
53 İbn Sînâ, en-Necât, II, 69; a.mlf., “Risâle fi’l-hudûd”, s. 102.
54 Gazzâlî, Tehâfütü’l-felâsife, nşr. ve İng. trc. Michael E. Marmura, The
Incoherence of the Philosophers, s. 96; Türkçe trc. Bekir Karlığa, Filozofların
Tutarsızlığı, s. 58-59.
55 Bk. Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 13 vd.; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 18-22.
492
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
onun yoktan zaman içinde yaratıldığını savunması, filozoflar cephesinden İbn Rüşd’ün kelâmcıların bu teorilerini sorgulamasına sebep
olmuştur. Ona göre kelâmcıların bu teorisi de filozofların teorisi
gibi Kur’ân-ı Kerim’in zâhirî anlamıyla uyuşmamaktaydı. Çünkü İbn
Rüşd’ün anlayışına göre Kur’ân-ı Kerim Tanrı’nın hiçbir zaman tek
başına var olmadığını; bu âlemin varlığından önce başka varlıkların
olduğunu ve âlemin yoktan değil de bir şeyden yaratıldığını öğretir.56
Dolayısıyla İbn Rüşd’e göre âlemin ezelîliği teorisinin İslâm’ın temel
prensipleriyle çeliştiği söylenemez.
Râzî de kelâmcıların yaklaşımına İbn Rüşd’ün eleştirilerine
benzer eleştiriler getirir. Râzî’ye göre yahudi, hıristiyan ve müslümanların çoğunluğu âlemin maddesi ve formunun mutlak yokluktan
yaratıldığını savunmasına rağmen böyle bir öğreti ne Tevrat’ta ne
de Kur’ân-ı Kerim’de bulunabilir. Râzî Yaratılış (1, 1) ve Kur’ân-ı
Kerim’den birçok âyete atıfla âlemin ezelî maddeden yaratıldığının
savunulabileceğini göstermektedir.57 Bu tarz yorumlarla Râzî, kelâmcıların yaratılış formüllerine karşı çıkmakta ve böylece İbn Sînâ’nın
anladığı tarzda bir ezelî âlem anlayışının imkânına kapı açmaktadır.
Gazzâlî’nin aksine Râzî, varlığının sebebi olmayan, dolayısıyla kendi
kendine yeten anlamında ezelî olan ile varlığının başlangıcı olmayan
anlamındaki ezelî olan arasında ayırım yapmaktadır. Yine Gazzâlî’nin
aksine Râzî, âlemin hâdis bir varlık olması sebebiyle değil, onun
mümkün bir varlık olması sebebiyle bir sebebe ihtiyaç duyduğunu
ifade etmektedir.58 Dolayısıyla Râzî ezelî bir âlemin de var olmak ve
varlığını devam ettirmek için Tanrı’ya bağımlı olduğunu vurgulamaktadır. Bu durumda vahiy temel alındığında, ne kelâmcıların ne de
filozofların teorilerinin birbirlerine üstünlüğünün olduğu söylenebilir.
Dolayısıyla bu problemin tamamen aklî düzeyde tartışılması gerekir
ve neticede iki taraftan hangi grubun aklî delilleri daha sağlam ise o
grubun görüşünün daha sağlam olduğu iddia edilebilir.
Âlemin tanımıyla ilgili yukarıda yapılan maddî ve aklî âlem
ayırımından sonra maddî veya fiziksel âlemin ezelîliği veya sonradan
yaratılmışlığı ile ilgili Râzî şu muhtemel görüşlerin savunulabileceğini
56 İbn Rüşd, Faslü’l-makāl, s. 88; a.mlf., Tehâfütü’t-tehâfüt, s. 222.
57 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 29 vd. Râzî’nin bu âyetlerle ilgili farklı yorumları
için bk. Zerkân, Fahreddîn er-Râzî, s. 370-376.
58 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 232 vd.
493
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
ifade eder: Fiziksel âlemin madde ve suretinin ezelî olması; madde ve
suretiyle fiziksel âlemin sonradan yaratılmış olması; maddenin ezelî,
suretin sonradan yaratılmış olması; bu konuda hüküm vermekten kaçınma. Ona göre ilk görüş Aristo ve onun takipçileri olan İslâm filozoflarının savunduğu görüştür. İkinci görüş din erbabının çoğunluğunun
savunduğu görüştür. Üçüncü görüş Eflâtun ve Eflâtun öncesi filozofların savunduğu görüştür. Râzî son görüşü Câlînûs’a (Galen) atfeder
ve konunun zorluğundan el-Metâlib’de bu tavrı övgüye lâyık bulur.59
Bu farklı görüş sahiplerinden özellikle ilk iki görüşü savunanların
tartışmaları ön plana çıktığı için, Râzî değerlendirmelerini bu grupların
tartışmaları üzerinden yapar. Bu bağlamda o İslâm filozoflarının yaklaşımlarıyla kelâmcıların yaklaşımlarını detaylı bir şekilde sunar ve bu
yaklaşımlara yönelik eleştirilerini dile getirir.
Âlemin Ezelîliği ile İlgili Deliller
Âlemin ezelîliği ile ilgili tartışmaların tarihi Yunan düşüncesinin
yahudi düşüncesiyle erken dönemdeki ilk etkileşimine, ardından da
hıristiyan düşüncesiyle etkileşimine kadar götürülebilirse de, bu tartışmaların ilk olarak İslâm düşüncesinde zirveye çıktığı söylenebilir.
Âlemin ezelîliği tartışmasının İslâm düşünce tarihindeki Tehâfüt geleneğinin en önemli konularından biri olduğu bilinmektedir.60 Râzî de
birçok eserinde bu konuya geniş yer ayırmıştır.
Âlemin ezelîliği tezini desteklemek amacıyla üretilen delillerin
ilk kaynağı hiç şüphesiz Aristo’dur. Ortaçağ’daki tartışmalara kaynaklık
etmesi bakımından burada Proklus’u da özellikle zikretmek gerekir.
Bu deliller süreç içerisinde tekrar tekrar üretilmiş ve Ortaçağ’a gelindiğinde hem bu deliller hem de bu delillere verilen cevaplar hemen
hemen standartlaşmıştır.61 Gazzâlî ve Râzî gibi düşünürler her ne
kadar bu delilleri değerlendirirken kaynak belirtmeseler de onların
özellikle Aristo, Proklus ve İbn Sînâ’nın eserlerinden yararlandığı
söylenebilir.
59 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 19-27; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 22-24; a.mlf.,
Muhassal, s. 84-86.
60 Örnek olarak bk. İskenderoğlu, Fakhr al-Dīn al-Rāzī and Thomas Aquinas;
Toktaş, İslam Düşüncesinde Felsefe Eleştirileri.
61 Bu delillerin detaylı incelenmesi için bk. Davidson, Proofs for Eternity.
494
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
Farklı sınıflamalar yapılabilirse de genel olarak âlemin ezelîliği
ile ilgili delilleri iki temel grupta toplamak mümkündür: İlk olarak
Tanrı’nın zat ve sıfatlarından hareketle üretilen deliller; ikinci olarak
âlemin tabiatından hareketle üretilen deliller. Bu delilleri Râzî’nin nasıl
sunduğu ile ilgili kısaca şu söylenebilir: Râzî öncelikle detaylı bir şekilde
filozofların delilini sunar, bunu takiben kelâmcıların bu delile karşı
getirebileceği eleştirileri aktarır, ardından filozofların bu eleştirilere
verebilecekleri cevapları belirtir. Bu tartışmalar filozof ve kelâmcılar
arasında geçen bir diyalog tarzında sunulur. Burada sunulan bu detaylı
tartışmaların bir kısmını daha önceki düşünürlerin eserlerinde bulmak
mümkünse de, ilâve tartışmalar temel iddialardan hareketle Râzî’nin her
iki taraf adına da muhtemel tezler ürettiği izlenimini vermektedir. Bu
uzun tartışmaların sonunda Râzî daha güçlü bulduğu delili benimsemekten kaçınmamaktadır. Genel olarak ifade etmek gerekirse Râzî’nin
filozofların delillerini daha güçlü bulduğunu söylemek mümkündür.
Râzî’ye göre Tanrı’nın zatı ve sıfatlarından hareketle üretilen
deliller fiziksel âlemin tabiatından hareketle üretilen delillerden daha
güçlü görünmektedir. Çünkü bu deliller sadece fiziksel âlemin değil,
aklî âlemin de ezelîliğini ispatlama iddiasındadır. Diğer taraftan âlemin
ezelîliği tezine karşı çıkanların kendi görüşlerini desteklemek için
ürettikleri deliller, sadece fiziksel âlemin bir başlangıcı olduğunu ispatlama iddiasındadır. Onların Tanrı’nın zatı ve sıfatlarından hareketle
üretilen delillere karşı ürettikleri cevapların ise oldukça zayıf kaldığı
söylenebilir. Örnek olması açısından Râzî’nin tartıştığı delillerin bir
kısmını burada özetle sunmak faydalı olacaktır:
Râzî’ye göre filozofların âlemin ezelîliğine dair ürettikleri en
önemli delil Tanrı’nın tabiatından hareketle üretilen delildir. Filozoflara
göre Tanrı’nın tabiatı O’nun âlemi ezelî olarak yaratmasını gerektirir.
Çünkü Tanrı âlemin yeter sebebidir. Tanrı’nın âlemi yaratması için
gerekli olan bütün şartlar ezelî olarak mevcuttur. Tanrı ezelî olduğuna, âlemi yaratması için gerekli bütün şartların ezelî olarak mevcut
olduğuna göre, Tanrı’nın eseri olan âlemin de ezelî olarak varlık
kazanması gerekir, eserin varlığının gecikmesi söz konusu olamaz.
Ayrıca âlemin varlık kazandığı herhangi bir an düşünüldüğünde,
her zaman niçin bu anın seçildiği, daha önce veya daha sonra bir
anın seçilmediği sorusu gündeme gelebilir. Yine Tanrı’nın değişmez
olması sebebiyle O’nun fiil işlemez halde iken daha sonra fiil işlemeye
495
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
başladığı düşünülemez. İlâve olarak Tanrı’ya atfedilen birtakım sıfatlar
O’nun ezelî olarak âleme varlık vermesini gerektirir.62
Müslüman kelâmcıların bu delile cevabı, âlemin yaratılması için
gerekli bütün şartların ezelî olarak mevcut olmadığıdır. Râzî bu cevabın
filozofların asıl sorusuna bir cevap teşkil etmediğini ifade eder. Çünkü filozoflar bütün şartların ezelde tamam olduğundan bahsederken
kelâmcılar ezelî olarak fiil işlemenin şartlarından birinin eksik olduğunu
ifade etmektedirler. Müslüman kelâmcıların çoğuna göre Tanrı âlemi
yaratma zamanıyla ilgili iki farklı tercihten birini herhangi bir sebep
olmadan seçebilir. Kelâmcılara göre bu tür tercihi filozoflar da kendi
fiziksel âlem anlayışlarında mümkün görmektedirler. Göksel cisimlerin
kuzeyden güneye doğru değil de, doğudan batıya doğru dönmeleri
buna verilebilecek bir örnektir. İki tarafa yönelik bu eleştirilerle beraber Râzî’ye göre yeter sebep, eserin de var olmasını gerektirmez. Şayet
gerektirseydi, bu durumda Tanrı’nın mümkün varlık olması gerekirdi.
Ayrıca bu durumda filozofların oluş ve bozuluşa mâruz varlıkların
durumunu açıklamaları da imkânsız olurdu. Şayet Tanrı’nın varlığı
eserlerinin de varlığını ve devamını gerektirseydi, bu durumda oluş ve
bozuluşa mâruz varlıkların olmaması gerekirdi.63 Râzî’ye göre oluş ve
bozuluşa mâruz varlıkların meydana gelişi ya hâdis varlıkların sebepsiz
meydana gelişini ya mevcut eseri mevcut olmayan sebebe atfetmeyi ya
mevcut eseri daha önce mevcut olmuş bir sebebe atfetmeyi ya devri ya
da teselsülü gerektirir. Filozofların bu alternatiflerden birini seçmeleri
durumunda, onların Tanrı’nın varlığını ispat etmeleri imkânsız olur.64
Müslüman düşünürler Tanrı’nın birtakım ezelî sıfatlara sahip
olduklarını kabul etmektedirler. Kelâmcılara göre bu sıfatlar âlemin
ezelîliğini gerektirmezken, filozoflara göre bu sıfatlar âlemin ezelîliğini
gerektirir. Bu bağlamda Râzî’nin kullandığı delillerden biri Tanrı’nın
iyiliği ve cömertliğinden hareketle üretilen delildir. Bu delili sunan
Râzî kendi değerlendirmesini vermemekle beraber, yaratılışın bir iyilik
olduğu, Tanrı’nın iyiliği yapmak zorunda olduğu gibi Mu‘tezilî öncülleri
genel olarak benimsemediği söylenebilir.65
62 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 45 vd.; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 46-47; a.mlf.,
Şerhü’l-İşârât, s. 352.
63 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 55.
64 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 57-59.
65 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 137 vd.; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 54.
496
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
Âlemin ezelîliğini desteklemek için kullanılan diğer sıfatların
başında Tanrı’nın kudret, irade ve ilim sıfatları gelir. Filozofların temel
tezi bu sıfatların ezelî olması âlemin de ezelîliğini gerektirdiğidir. Burada Râzî’nin kelâmcıların anladığı tarzda kudret ve iradenin Tanrı’ya
atfedilmesinin zor olduğunu belirtmesi üzerinde durulması gereken
bir noktadır. Kelâmcılar kudreti fiil işleme veya işlememe yeteneği
olarak, iradeyi de herhangi bir belirleyici olmadan iki alternatiften
birini seçme şeklinde tanımlamaktadırlar. Halbuki filozoflara göre bu
anlamda bir irade veya kudret sadece insana atfedilebilir. Filozoflara
göre Tanrı’nın kudret ve iradesi dâimî olup bu da O’nun âleme ezelî
olarak varlık vermesini gerektirir.66
Kelâmcılara göre zorunlu olarak fiil işleyen fâil ile özgür bir şekilde fiil işleyen fâil arasında bir ayırım yapılması gerekir ve Tanrı’nın
özgürlüğünün korunması için âlemin yaratılma anı ile ilgili bu şekilde
sebepsiz bir kararın imkânının kabul edilmesi gerekir. Bu noktada
Râzî, İbn Rüşd’ün yaklaşımını çağrıştırır bir şekilde, tecrübî âlemde
karşılaştığımız fâiller ile Tanrı’nın fâil olması arasındaki farklılığa dikkat
çekmektedir. Ona göre tecrübî âlemde tabii sebepler süreklilik arzeder
ve her zaman aynı eseri meydana getirirler. Fakat özgür fâiller şartlar
değiştiğinde farklı eserler meydana getirebilirler ve şartlar da sürekli
değişim halindedirler. Yine tabii sebepler kendilerinden meydana gelen
eserlerin bilgisine sahip değilken özgür fâiller eserlerini bilgi ve şuur
ile meydana getirirler. Râzî’ye göre Tanrı’nın zatı ve sıfatlarında bir
değişiklik düşünülemeyeceğine göre, O ancak bu ikinci özellik sebebiyle fâil-i muhtâr olarak isimlendirilebilir.67 Bu şekilde anlaşıldığında,
filozoflara göre Tanrı irade ve bilgi ile fiil işleyen bir fâildir. Râzî’nin
filozofların görüşünü bu şekilde anlayıp sunması, selefi Gazzâlî’nin
anlayışından oldukça farklıdır. Çünkü Gazzâlî, filozoflara göre âlemin
güneş ışığının güneşten çıkışı gibi Tanrı’dan sudûr ettiğini, dolayısıyla
onlara göre Tanrı’nın irade, seçme ve bilgi ile hareket eden bir fâil
olmasının imkânsız olduğunu iddia etmektedir.68 İbn Rüşd’ün de
belirttiği gibi Gazzâlî’nin fâil-i muhtâr anlayışı tecrübî âlemden alınmış
bir anlayış olup böyle bir anlayış Tanrı’ya atfedilemez.69 Dolayısıyla
66 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, III, 9; IV, 102.
67 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 113.
68 Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı, s. 56 vd.
69 İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, s. 148 vd.
497
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Râzî ve İbn Rüşd’ün burada vurgulamak istedikleri husus Tanrı’nın
tecrübî âlemdeki gerek tabii gerekse ihtiyarî fâillerden tamamen farklı
bir fâil olduğudur.
Râzî’nin tartıştığı âlemin ezelîliği tezini destekleyen ikinci grup
deliller fizikî âlemin tabiatından hareketle üretilmiş delillerdir. Bu deliller maddenin tabiatından, imkân kavramından, hareket ve zamanın
tabiatından ve bozuluşa uğramayan varlıkların tabiatından hareketle
üretilmişlerdir. Bu deliller genellikle Aristo felsefesinden alınan birtakım öncüllere dayanmaktadır. Bu delillerin değerlendirilmesinde özellikle şu husus dikkat çekmektedir. Râzî, Aristo’dan ziyade Eflâtuncu
eğilimlere sahip olması sebebiyle genelde bu öncülleri reddetmekte,
dolayısıyla da sonuçların ezelîlik tezini ispatlamadığını göstermeye
çalışmaktadır. Bu delillerle ilgili tartışmalardan birkaçını burada zikretmek Râzî’nin yaklaşımını görme açısından yeterli olacaktır.
Aristo’ya göre hiçbir şeyin yoktan meydana gelemeyeceği, varlığa gelen her şeyin bir şeyden meydana geldiği önermesi herkes
tarafından kabul edilen açık seçik bir önermedir. Dolayısıyla, âlemin
ana maddesinin ezelî olması zorunlu olup, onun mutlak yokluktan
yaratılması imkânsızdır.70 Râzî’ye göre bu önermenin sadece filozofların kabul ettiği bir önerme olması sebebiyle onun herkes tarafından
kabul edilen evrensel bir doğru olduğu iddia edilemez.71
Zaman ve hareketin tabiatından hareketle üretilen delilleri değerlendirirken de Râzî, Gazzâlî’nin aksine, Aristocu zaman anlayışını reddetmektedir. Ona göre zaman hareketin ölçüsü olmayıp özü
itibariyle var olan bir cevherdir. Dolayısıyla zamanın ezelîliğinden
hareketin ve de hareket eden cismin ezelîliği çıkarılamaz.72 Bu açıdan
bakıldığında Râzî’nin cevabı bu delile karşı üretilen standart cevaptan
oldukça farklıdır.
Yine Aristo’ya göre göklerin bozuluşa uğraması söz konusu
değildir. Bozuluşa uğramayan bir şeyin oluşunun bir başlangıcının
da düşünülemeyeceği, dolayısıyla göklerin ezelî olması gerektiği
70 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 174-175.
71 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 177.
72 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 200; V, 51 vd. Râzî’nin zaman kavramına
yaklaşımı ile ilgili olarak bk. Altaş, Fahreddin er-Râzî’nin İbn Sînâ Yorumu ve
Eleştirisi, s. 282-309.
498
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
söylenebilir. Bu delili değerlendirirken de Râzî Aristocu bu önermeyi reddetmektedir.73
Sonuç olarak, Râzî’ye göre âlemin ezelîliğine dair Tanrı’nın
tabiatı ve sıfatlarından veya âlemin tabiatından çıkarılan bu delillerin
kesin olarak âlemin ezelîliğini ispatladığını söylemek mümkün değilse
de, bu delillerin âlemin ezelîliği tezini destekleyen en güçlü deliller
olduğu söylenebilir. Râzî bu delillere karşı geliştirilen cevapların
oldukça zayıf kaldığını açıkça ifade etmektedir.
Âlemin Başlangıcı Olduğuna Dair Deliller
Âlemin bir başlangıcı olduğunu savunan düşünürler genellikle
âlemin ezelîliğine dair delilleri çürütmekle kendi iddialarını destekleme yolunu seçmişlerdir. Bunun dışında ilk olarak erken dönem
hıristiyan düşünürü Yahyâ en-Nahvî’nin (John Philoponus) Aristo
fiziğinin sonsuzluğun imkânsızlığı veya sonlu cismin sonlu güç içerdiği
temel ilkelerinden hareketle, Aristo’nun bu ilkelerini onun felsefesiyle
tamamen ters bir amaç için ustaca kullanarak âlemin varlığının bir
başlangıcı olması gerektiğine dair ürettiği deliller, İslâm dünyasına
aktarılmış, Kindî ve müslüman kelâmcılar tarafından da kullanılmıştır.74 Diğer taraftan Yahyâ en-Nahvî’nin bu delillerine özellikle de
Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd tarafından cevaplar üretilmiş ve âlemin
ezelîliği tartışmalarında bu cevaplar etkili olmuştur.75
Sonsuzluk kavramından hareketle üretilen delilleri sunarken
Râzî, âlemin bir başlangıcı olduğunun ispatlanabileceğini iddia eden
düşünürlerin aksine, bu delillerin zorunlu olarak bu sonuca götürmediğini göstermeye çalışmaktadır. Bu delilleri değerlendirirken de
Râzî birçok Aristocu öncülü kabul etmediğini açıkça ifade etmektedir.
73 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 228.
74 Yahyâ en-Nahvî’nin konu ile ilgili eserlerinin listesi için bk. Sorabji (ed.),
Philoponus and the Rejection of Aristotelian Science, s. 233-234. Yahyâ enNahvî’nin eserlerinden günümüze ulaşan kısımlarla ilgili bk. Philoponus,
Against Aristotle on the Eternity of the World. Yahyâ en-Nahvî’nin delillerinin
değerlendirmesi ile ilgili bk. Davidson, Proofs for Eternity, 2. ve 3. bölüm;
Wolfson, The Philosophy of the Kalam, trc. Kasım Turhan, Kelâm Felsefeleri,
5. bölüm.
75 Davidson, Proofs for Eternity, s. 127 vd.
499
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Âlemin ezelîliğinin reddedilerek bir başlangıcı olduğuna dair
geliştirilen en yaygın delil hareket ve sükûn kavramlarına dayanır.
Râzî bu delili şöyle ifade eder: Cisim ezelî olsaydı, ezelde ya hareket
halinde ya da sakin olması gerekirdi. Halbuki her iki alternatif de
saçmadır. Dolayısıyla, cisim ezelî olamaz; cismin bir başlangıcı olması
gerekir.76 Bu delil üç temel öncül üzerine kurulur: Cisim ya hareket
ya da sükûn halindedir; ezelde cisim hareket halinde olamaz; ezelde
cisim sükûn halinde olamaz. Râzî’nin bu öncüllerle ilgili detaylı tartışmalarını bir tarafa bırakarak şu noktaya dikkat çekmekle yetinelim:
Râzî buradaki değerlendirmesinde sükûnu hareketin yokluğu olarak
tanımlayan Aristo’nun bu tanımına katılmaz.77
Sonsuzlukla ilgili delilleri Râzî cisimlerin ezelî olarak hareket halinde olamayacağını ispatlamak amacıyla kullanır. Bu bağlamda genelde
şu deliller zikredilir: İlk olarak sonsuz sayı artmaz. Bu ilkeden hareketle
geçmiş günlere her yeni gün bir ilâve yapılması sebebiyle geçmiş günlerin sayısı sonsuz olamaz. Yine geçmiş günlerin sayısının sonsuz kabul
edilmesi durumunda şimdiki ana kadar varlık kazanmış insan ruhlarının
sonsuz olması gerekir. Fakat her gelen yeni günle beraber insan ruhlarının
sayısının da arttığını görüyoruz. Dolayısıyla geçmiş günlerin sayısının
sonlu olması gerekir. İlâve olarak, geçmiş günler ya tektir ya da çifttir.
Her iki durumda da onlar ilâveye açıktır.78 Bu delillere verilen klasik
cevaplardan biri günlerin geçmiş yönünden sonsuz, gelecek yönünden
ise sonlu olduğudur. Yine bilfiil sonsuzluk imkânsız kabul edilmesine
rağmen, sonsuz ardı ardına geliş mümkün görülmektedir.
Sonlu cismin sonlu güce sahip olduğu ilkesinden hareketle
göksel cisimlerin de sonlu güçlerinin olması sebebiyle bu cisimlerin,
dolayısıyla da bir bütün olarak âlemin sonlu olduğu iddia edilebilir.79
Râzî filozofların âlemi Tanrı’dan aldığı güç nedeniyle ezelî ve ebedî
kabul ettiklerini ifade etmektedir.
Sonuç olarak, Râzî’ye göre kelamcıların âlemin bir başlangıcı
olduğuna dair ürettikleri bu tür delillerin burhânî olarak bu hususu
76 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 245; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 24; a.mlf., el-
Muhassal, s. 86-87.
77 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 288; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 25.
78 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 250-251; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaîn, s. 24-25.
79 Râzî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 314.
500
FAHREDDİN ER-RÂZÎ’DE İSBÂT-I VÂCİB VE TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
ispatladığını iddia etmek zordur. Aynı şekilde filozofların âlemin
ezelîliğine dair ürettikleri delillerin de onların iddiasını desteklediği
söylenemez. Fakat Râzî Tanrı’nın zatı ve sıfatlarından hareketle âlemin
ezelîliğine dair üretilen delilleri oldukça güçlü bulmaktadır.
Sonuç
Erken dönem kelâmcıları Tanrı’nın varlığının ispatını âlemin
hâdis oluşunun ispatına dayandırdıkları için, önce âlemin hâdis olduğunu ispatlama, ardından da her hâdisin bir muhdise ihtiyaç duyduğu ilkesinden hareketle belli sıfatlara da sahip Tanrı’nın varlığını
ispatlama yöntemini benimsemişlerdir. Râzî de Kitâbü’l-Erbaîn gibi
eserlerinde bu yöntemi benimsemekle beraber, el-Metâlibü’l-âliye’de
önce Tanrı’nın varlığını ispat etmeyi tercih etmiştir. Bu yeni düzenleme
Râzî’nin erken dönem kelâmcılarının yönteminden farklılaşmasına
işaret etmesi açısından dikkat çekicidir. Bu düzenlemede Tanrı’nın
varlığının ispatı âlemin hâdis olması ön koşuluna dayandırılmamıştır.
Râzî sadece kelâmcıların delilleriyle yetinmeyip, filozofların, sûfîlerin
ve diğer ilim erbabının Tanrı’nın varlığına dair ürettiği delilleri harmanlayarak kendine has yeni bir tasnifle sunar.
Râzî kendine has tasnifinde Tanrı’nın varlığına dair delilleri kesinlik ifade eden deliller ve iknâî deliller olmak üzere iki kısma ayırır.
Ardından ilk gruptaki delilleri imkân ve hudûs temelinde zatların
imkânı, sıfatların imkânı, zatların hudûsu ve sıfatların hudûsu ana
başlıkları altında sunar. Bu bağlamda Râzî sıfatların hâdis oluşundan
hareketle üretilen delillerin, diğer gruplardaki delillere nazaran daha
tercihe lâyık olduğunu özellikle vurgular. Râzî’nin diğer grup delillere
yönelik eleştirileri ve bu gruptaki delillere yönelik tercihi, İbn Rüşd’ün
filozofların imkân ve kelâmcıların hudûs delillerine yönelik eleştirileri
ve ardından da Kur’ânî deliller olarak sunduğu inâyet ve ihtirâ‘ delillerini tercihi ile paralellik arzeder. Râzî ikinci grupta iknâî deliller
bağlamında iki tür delil zikreder. İlk tür deliller meşhurların sözlerine
dayanır. İkinci tür deliller ise değişik ilim dallarının kendilerine has
yöntemleriyle üretilen deliller içerir. Ona göre bu delillerin herhangi
biri kesinlik ifade etmemekle beraber, toplu olarak değerlendirildiğinde
kesinlik derecelerinin arttığını söylemek mümkündür.
Tanrı’nın varlığı bu yöntemle ispatlanınca, bunun Tanrı-âlem
ilişkisini açıklama yöntemine yansımalarının olması da kaçınılmazdır.
501
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
Gazzâlî ile birlikte zirveye çıkan âlemin ezelîliğine dair tartışmalarda
genel olarak kelâmcılar bir taraftan âlemin ezelîliğinin savunulmasının
aklen imkânsızlığına vurgu yaparken, diğer taraftan da bu öğretinin
İslâm’ın temel ilkeleriyle çeliştiğini iddia etmekteydiler.
Kur’ân-ı Kerim yerin ve göğün yaratılışından bahsetmesine
rağmen yaratma kavramının nasıl anlaşılması gerektiği İslâm düşünürlerinin üzerinde uzlaşamadığı bir husustur. Genel olarak erken
dönem kelâmcıları yaratmayı daha önce yok iken varlığa getirme olarak anladıkları için, ezelî âlem anlayışını dinin temel ilkelerine aykırı
görme eğiliminde olmuşlardır. Bu durum İslâm geleneği içindeki en
yaygın eğilim olarak karşımıza çıkmakla beraber, farklı eğilimler de
her zaman olagelmiştir. Buna ilâve olarak kendi düşünce sistemlerini
felsefî düşünceyle zenginleştirmeye çalışan kelâmcılar da zamanla bu
yaygın anlayışın dışına çıkmışlardır. Bu bağlamda Râzî yaratmanın
yoktan ve zaman içinde anlaşılabileceği gibi, başlangıçsız bir yaratma
şeklinde de anlaşılabileceğini düşünmektedir. Ona göre, ezelî yaratma
Tanrı’nın fâil-i muhtâr olmasına da engel değildir. Bununla birlikte
Râzî’nin fâil-i muhtâr kavramına kelâmcıların yüklediği anlam ile
filozofların yüklediği anlam arasında farklılığa işaret ederek, kelâmcıların kastettiği anlamda bu terimin Tanrı’ya atfedilmesinin yanlışlığına
dikkat çekmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Râzî’nin
vurgulamak istediği husus, âlemin varlığa gelebilmek ve varlığını
sürdürebilmek için Tanrı’ya muhtaç olduğudur. Bu husus filozof ve
kelâmcılar tarafından farklı yöntemlerle ifade edilmektedir.
502
Bibliyografya
Abrahamov, Binyamin, “Fakhr al-Dīn al-Rāzī on the Knowability of
God’s Essence and Attributes”, Arabica, XLIX/2 (2002), s. 204230.
Altaş, Eşref, Fahreddin er-Râzî’nin İbn Sînâ Yorumu ve Eleştirisi, İstanbul: İz Yayıncılık, 2009.
Bâkıllânî, Ebû Bekir, Kitâbü’t-Temhîd, nşr. M. el-Hudayrî - M. Ebû
Rîde, Kahire: Dârü’l-fikri’l-Arabî, 1947.
Davidson, Herbert A., Proofs for Eternity, Creation and the Existence of
God in Medieval Islamic and Jewish Philosophy, Oxford: Oxford
University Press, 1987.
Erdem, Engin, “İbn Sînâ’nın Metafizik Delili”, Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, LII/1 (2011), s. 97-119.
Gazzâlî, Ebû Hâmid, Tehâfütü’l-felâsife, nşr. ve İng. trc. Michael E.
Marmura, The Incoherence of the Philosophers, Utah: Brigham
Young University Press, 1997; Türkçe trc. Bekir Karlığa, Filozofların Tutarsızlığı, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981.
Haklı, Şaban, Müteahhirîn Döneminde Felsefe-Kelâm İlişkisi: Fahreddîn
er-Râzî Örneği, (doktora tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2002.
İbn Rüşd, Faslü’l-makāl: Felsefe-Din İlişkisi, nşr. ve trc. Bekir Karlığa,
İstanbul: İşaret, 1992.
......., el-Keşf an menâhici’l-edille, nşr. M. Âbid el-Câbirî, Beyrut: Merkezü Dirâsâti’l-vahdeti’l-Arabiyye, 1998.
......., Tehâfütü’t-tehâfüt, nşr. M. Bouyges, Beyrut: Imprimerie Catholique, 1930.
İbn Sînâ, en-Necât, nşr. Abdurrahman Umeyre, Beyrut: Dârü’l-Cîl,
1992.
......., “Risâle fi’l-hudûd”, Tis‘u resâil fi’l-hikme ve’t-tabîiyye içinde,
Kahire: Matbaatü’l-Hindiyye, 1908.
503
FAHREDDİN ER-RÂZÎ
İskenderoğlu, Muammer, Fakhr al-Dīn al-Rāzī and Thomas Aquinas on
the Question of the Eternity of the World, Leiden: E. J. Brill, 2002.
......., “Fakhr al-Din Râzî on the Immateriality of the Human Soul”,
Journal of Oriental and African Studies, 14 (2005), s. 121-136.
Philoponus, Against Aristotle, on the Eternity of the World, İngilizceye
trc. C. Wildberg, London: Duckworth, 1987.
Râzî, Fahreddin, Kitâbü’l-Erbaîn fî usûli’d-dîn, nşr. A. Hicâzî es-Sekkā,
Beyrut: Dârü’l-Cîl, 2004.
......., el-Mebâhisü’l-meşrıkiyye fi’l-ilmi’l-ilâhiyyât ve’t-tabîiyyât, nşr.
M. Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-Arabî,
1410/1990.
......., el-Metâlibü’l-âliye mine’l-ilmi’l-ilâhî, nşr. A. Hicâzî es-Sekkā,
Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-Arabî, 1987.
......., Muhassalü efkâri’l-mütekaddimîn ve’l-müteahhirîn mine’l-ulemâ’
ve’l-hükemâ’ ve’l-mütekellimîn, Kahire: Matbaatü’l-Hüseyniye,
1905.
......., Şerhu Uyûni’l-hikme, Tahran: Müessesetü’s-Sâdık, 1373.
......., Şerhü’l-İşârât, İstanbul: y.y., 1290/1873.
Sorabji, Richard (ed.), Philoponus and the Rejection of Aristotelian Science, London: Duckworth, 1987.
Toktaş, Fatih, İslam Düşüncesinde Felsefe Eleştirileri, İstanbul: Klasik
Yayınları, 2004.
Wolfson, Harry A., The Philosophy of the Kalam, London: Harvard
University Press, 1976; Türkçe trc. Kasım Turhan, Kelâm Felsefeleri, İstanbul: Kitabevi, 2001.
Zerkân, M. Sâlih, Fahreddin er-Râzî ve ârâühü’l-kelâmiyye ve’l-felsefiyye, Kahire: Dârü’l-fikr, 1963.
504