T.C.
ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
KADIN ÇALIġMALARI
ANABĠLĠM DALI
ORTAÇAĞ’DA KADIN ÖRGÜTLERĠ
Anadolu ve Avrupa Örneği
Yüksek Lisans Tezi
Derman GÜLMEZ
Tez DanıĢmanı
Doç. Dr. Elif Ekin AKġĠT VURAL
Ankara- 2011
1
babama ve anneme
2
ĠÇĠNDEKĠLER
İthaf_______________________________________________________________ii
İçindekiler__________________________________________________________iii
Teşekkür____________________________________________________________v
Önsöz_____________________________________________________________vi
1. Giriş_________________________________________________________1
2. Ortaçağ‟da Kadın Tarihine Dair____________________________________7
i.
Ortaçağ‟da Kadınların Örgütleşmesine ve Ortaçağ Çalışmalarının
Sınırlılıklarına Dair______________________________________7
ii.
Örgütler ve Coğrafi Konumları_____________________________12
a. Bacıyan-ı Rum _________________________________________12
b. Beginler_______________________________________________13
3. Din Tarihi ve Örgüt Liderlerine Dair___________________________15
i.
Din Tarihinde Kadın _____________________________________15
ii.
Etkileşimler____________________________________________24
iii.
Örgüt Liderleri: Fatma Bacı, Marie de Oignes _________________27
a. Bir Kadın Lider: Fatma Bacı_______________________________27
b. Marie de Oignies________________________________________30
iv.
Ortaçağ Örgütleri Feminist Örgütler Miydi?___________________30
4. Ortaçağ‟da Anadolu‟da Durum ___________________________________32
i.
Bizans Dönemi__________________________________________32
ii.
Selçuklular Dönemi______________________________________37
a. Ahilik- Ahiyan-ı Rum____________________________________39
3
b. Gaziyan-ı Rum_________________________________________41
c. Abdalan-ı Rum_________________________________________42
d. Bacıyan-ı Rum Hakkında Farklı Görüşler____________________44
e. Bacıyan-ı Rum_________________________________________45
5. Bacıyan-ı Rum ve Faaliyetleri____________________________________47
i.
Dokumacılık____________________________________________47
ii.
Misafir Ağırlaması ______________________________________49
iii.
Askeri- Siyasi Faaliyetler__________________________________50
iv.
Tasavvufi Faaliyetler_____________________________________52
v.
İslamlaştırmaya Etkileri___________________________________56
6. Beginler_____________________________________________________61
i.
Ortaçağ‟da Avrupa ______________________________________61
ii.
Avrupa‟da Bir Kadın Oluşumu: Beginler Cemiyeti______________62
a. Dua Eden kadınlar: Rahibeler ve Beginler ____________69
b. Evlilik Meselesi_________________________________72
7. Beginler
Cemiyeti
ve
Bacıyan-
ı
Rum‟un
Karşılaştırılması:
Sonuç_______________________________________________________78
Kaynakça__________________________________________________________85
Ek________________________________________________________________93
Fotoğraflar_________________________________________________________96
Özet______________________________________________________________99
Abstract__________________________________________________________100
4
TEġEKKÜR
Öncelikle tez danışmanım Elif Ekin Akşit‟e beni sabırla dinlediği ve bana yol
gösterdiği için,
jürimde olmayı kabul ederek değerli birikimi, bilgisiyle beni
aydınlatan hocam Nahide Bozkurt‟a, hocam olmanın yanı sıra bana abla sıcaklığını
da hissettiren sevgili Funda Cantek‟e,
daha ilk günden sıcak gülümsemesiyle
karşılayan ve sonra kendisinden pek çok şey öğrendiğim bölüm başkanımız Alev
Özkazanç‟a, bölüm hocalarıma, uzakta ve henüz tanışmamış olsak da, değerli
yorumları ve eleştiriyle ufuk açan sevgili Nilgün Dalkesen‟e bölümden arkadaşlarım
Deniz, Damla, Zehra ve Nurcan‟a; ayrıca Ali‟ye, Berna‟ya, İlke‟ye, Erman‟a,
Gamze‟ye, İsmo‟ya ve Defne‟ye, Zeze‟ye ve Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi ve
çalışanlarına teşekkür ederim.
5
ÖNSÖZ
Bu çalışmaya başlarken bir hayalim vardı. bell hooks‟un kızkardeşlik üzerine
yazdıkları hep aklımın bir köşesindeydi. Örgütlülük de bir nevi kızkardeşlikti;
kadınların örgütlü olması bir anlamda dayanışmayı da beraberinde getiriyordu. En
azından bunun hayalini kurdum hep ve merak ettim Ortaçağ‟da kadınların
örgütlenmesi durumu nasıldı, esasında öncelikle böyle bir örgütlenme var mıydı?
Yani ne kadar geçmişte bulabilirsem bu örgütlülüğü o kadar mutlu olacaktım sanki.
Ele aldığım dönem Ortaçağ oldu. Çoğu kez cadılardan bahsedilen Ortaçağ‟da acaba
kadınların başka şekilde bahsi yok muydu? Ele aldığım iki örgüt olan Bacıyan-ı Rum
ve Beginler Cemiyeti hakkında elbette diğer tarih konuları kadar geniş verilere
ulaşamadım ve kadın tarihi yazımının kısıtlı olması da ayrıca bir sorun
oluşturuyordu. Nihayetinde bu iki cemiyeti karşılaştırıp örgüt dinamiklerine bakarak
benzerliklerini ele almaya çalıştım. Karşılaştırma sonucunda bu hayalimi
gerçekleştirdim mi yani gerçekten bu örgütler arasında bir dayanışma, kızkardeşlik
var mıydı bu soruların cevabı net olarak hiçbir yerde yoktu fakat hep alt metinde
böyle bir duygunun ve birlikteliğin varlığını hissettim ve biraz da bu kişisel -ya da
zaten feminizmin hayali de o- hayal üzerinden sürdürdüm çalışmamı. Böyle
yapmakla kadın tarihi açısından en azından bir daha soru sorulmuş olduğunu ve bu
soru üzerine pek çok yanıt ve bu çalışmanın da bu yanıtlardan biri olabileceğini
düşünüyorum. Kadın tarihi adına daha gidilecek çok yol olduğunu bilmek biraz
üzücü olsa da, sonuçta oyuncularının kadınlar olacağı bir tarihe sahip olacak olmak
mutlu edici.
6
1. GiriĢ
Tarihe olan borcumuz, onu yeniden yazmaktan geçer.
Oscar Wilde
Wilde‟ın sözüne belki tarihe olan borcumuzun onu yeniden ama bu kez kadın
tarihi olarak yazmak şeklinde bir ek yapılabilir. Tarih çalışmaları, kadınları eşit
olmayan durumlarına karşı farkındalık uyandırdı ve bu eşitsizliği yıkmak için
harekete geçmek gerektiğini gösterdi. Kadın tarihi yazmak, gerçekten erkek
söylevlerinin yer aldığı tarih disiplinine kadın bireyselliğini dahil ettiği için feminist
bir eylem olarak görülebilir (Spongberg, 2002; 8).
Tezde öncelikle Anadolu ve Avrupa‟da Ortaçağ‟da yaşam hakkında kısaca
bilgi verilecek. Daha sonra kadınlar ve grup olmak, örgütlenmek kavramları üzerine
durularak Anadolu‟da kurulan kadın örgütü Bacıyan- ı Rum ve Avrupa‟nın çeşitli
yerlerinde kurulan Beginler Cemiyetine değinilerek en son olarak bu ikisi arasında
bir karşılaştırma yapılacaktır. Bu kuruluşlar ele alınırken, önce yapılarından ve
kuruluş nedenlerinden, aşamalarından söz edilerek daha sonra gruplar halindeki
kadınların
yaptıkları
işlerden,
toplumdaki
duruşlarından
ve
toplumun
bu
örgütlenmeleri nasıl gördüğünden bahsedilecektir. Ayrıca daha geniş bir perspektif
sağlayabilmek için kısaca din tarihinde kadınlar ele alınacak ve verilen örneklerle
bağlantılar kurulacaktır.
Tezin amacı, aynı dönemi yaşayan doğu ve batıda, farklı kadınların
kurdukları çoğu yönü benzer nitelikli bu iki örgüte dair bir çalışma yapmak ve kadın
tarihi meselesine, her ne kadar Ortaçağ daha önce ele alınmış olsa da yeni bir bakışla
bakmaktır. Nihayetinde çalışmanın bazı sınırlılıkları olmuştur. Bacıyan-ı Rum
7
Türkçe‟de az sayıda eserle yorumlanmışken, Beginler Cemiyeti‟ne dair bilgiler daha
geniştir. Tez konusunun belirlenmesi ise öncelikle aslında şu soruyla başlamıştır:
Ortaçağ‟da bir kadın örgütü, bir kadın gruplaşması var mıydı? Bu soru, çalışmayı
Bacıyan-ı Rum‟a yöneltmiş ve ardından Avrupa‟daki durum merak konusu olunca
Beginler Cemiyeti ile ikisi arasında bir karşılaştırma düşünülmüştür. Çoğunlukla
ikincil kaynaklarla sürdürülen araştırma sonucu bu iki örgüt arasında öz olarak
birçok benzerliğin olabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Yöntem olarak literatür taraması
yapılmış ve daha sonra kaynaklardan alıntılar yaparak konu beslenmiş ve bu
alıntılara yorumlar getirilmiştir. Kaynaklar, kadın odaklı ve feminist tarih bakış
açısıyla incelenmiş ve bu doğrultuda olması yönünden diğerlerinden seçilmiştir.
Dolayısıyla yöntem olarak feminist yöntem kullanılmıştır. Birçok araştırmacı
feminist yöntemin olamayacağı konusunda hem fikir olsa da gerek bakış açısı, gerek
seçilen konu, gerekse varılacak nokta feminist bir yöntemin uygulanabileceğini
göstermektedir.1 Bu örgütlerden bahsedilirken, aynı kavramı tanımlamak için örgüt,
cemiyet, grup kelimeleri aynı amaçla kullanılacaktır.
Kadın tarihi kaynakları çok ve çeşitlidir. Bunlardan bazıları politik ve yasal
tarihçisinin kullandığı ve resmi tarihe ait olanlar, kontratlar, adli olaylar vb. dir.
Bazıları kültür tarihçisinin kullandığı; edebiyat, sanat alanına ait olan kaynaklardır.
Diğer kaynaklar da sosyo- ekonomi tarihçisi tarafından kullanılan tarif kitapları, ev
kadınları için kılavuz tarzında olan kaynaklardır ( Partner, 1993: ix). Partner, kadın
tarihi kaynaklarının çokluğundan bahsetse de henüz yeterli kaynak yazılmamış ve
“Sonuçta, tanımlanmış bir „feminist araştırma yöntemi‟ ni adlandırmaya çalışan birinin neyi
araştırması gerektiğine ilişkin elimizde net bir şey yok. Bu belirsizlik, hedeflenen feminist sosyal
araştırma hakkında tanımlamalardan kaçınıldığı yolunda eleştirilere yol açar. Yine bu durum feminist
araştırmada yol kat etmek için neyin gerekli olduğunun anlaşılmasını da zorlaştırır” (Harding, 1996:
34). Burada Harding feminist yöntemin olamayacağından bahsetmiştir fakat şahsi fikrim böyle bir
yöntem olabileceği konusundadır.
1
8
tam olarak tarihin bütünü “kadın tarihi” olarak yazılamamıştır. Ayrıca Ortaçağ
konusunda yazılan kaynakların varlığı bunların hepsinin kadın tarihi yazmaya
yönelik olduğu anlamına gelmemekte ve bu amaçla yazılmamaktadır. “Kadınların
tarihi, baskı altına alınışlarının tarihi olduğu kadar, bu baskılara ve eve
kapatılmalarına direnmiş olmalarının da tarihidir” (Michel, 1993:159). Michel‟in de
söylediği gibi her ne kadar kadınların baskılandığı sonucu çıkarılsa da tarihten, aynı
zamanda kadınların birliğinden ve nispeten daha yakın tarihlerde de direnişlerinden
bahsetmek mümkündür. Burada ele alınan tarih bir örgütlenme tarihi olacaktır fakat
elbette bununla birlikte gelen baskılar ve kadınların bunun karşısında yaptıkları ile
ilgili olacaktır. Kadın tarihi ya da Fatmagül Berktay‟ın deyişiyle “feminist tarihçilik”
(2006: 11) pek çok amacı olan fakat nihayetinde ana bir amaca hizmet eden bir
disiplindir. Nihai amaç, resmi tarihin dışında kalan kadınların tarihini yazmak,
kadına dair daha fazla belge bulmak ve onları yorumlamaktır.
Tarihe kadınların durumunu görmek için baktığımızda, elbette zaten
kadınların durumunu sosyal bir sorun olarak görüyoruzdur. Feminist tarihçilik, tarih
dönemlerinde kabul edilen değerlendirmeleri ortadan kaldırmıştır. Kadınların
tarihinin de erkeklerinkiyle aynı olduğunun farkına varılmasını sağlamıştır ve
tarihteki dönüm noktaları bir cins üzerinde nasıl etki bıraktıysa diğeri üzerinde de
aynı etkiyi bırakmıştır. Ayrıca bazı tarihçiler bunu sürdürmek için kadının üreme
işleviyle bağlantısı ilişkisiyle daha da ileriye gidiyor. Tarih yeniden yazılabilir ve bu
bakış açısından çocuk doğumunu, cinsellik, aile yapısı vb ni etkileyen büyük dönüm
noktalarına göre kadın tarihi yeniden yazılmalı ve dönemlere ayrılmalıdır (Kelly,
1984: 3-4).
9
Kadınların Tarihi, zamanı geniş bir ölçekte algılanan bir tarih- insanlık tarihi
ile aynı süre- Antikçağ‟dan bugüne kadarki tarihi kapsar. Kadınların tarihi sık sık
durağan olarak görülmüştür ve bazen gerçekten de değişmez gibi görünebilecek
derecede değişime direnmiştir. Yine de değişim olmuştur ve sorun, ilk önce bunu
saptamak, ardından da hayatın hangi yönlerini etkilediğini belirlemektir. (…) Farklı
dönemlerin karşılaştırılması yararlıdır (Duby, Perrot –I, 2005: 17). Yanı sıra aynı
dönemde, aynı olaylar üzerine farklı coğrafyaları karşılaştırmak ve aynı konu
üzerinden farklı kadınlık deneyimlerini karşılaştırmak da bu bakımdan önemlidir.
Tarih, insanın var oluşu kadar eskiyse, kadın tarihini de bu kadar eskiye
götürebilmek gerekir. Dönemler ve olaylar ve kadınlar üzerine yapılacak çalışmalar,
tümevarımsal bir biçimde amaçlanan tarihi oluşturacaktır. Farklı dönemler
karşılaştırılabileceği gibi farklı yerlerdeki aynı dönemden kadınların karşılaştırılması
da dönemlerin etkilerini değişik dinden ve coğrafyadan kadınların yaşamlarına dair
bilinemeyenleri daha belirgin kılabilir. Farklılıkları kullanarak yapılan çalışmalara ya
da karşılaştırmalı yapılarak ve böylece aradaki benzerlikleri bulmak üzere yapılan
çalışma üzerine Berktay da “Karşılaştırmalı Bir Bakış İhtiyacı” adlı yazısında şunları
ifade etmiştir. “Gelişmiş bir feminist bilincin ortaya çıkması, kadınların evlilik
dışında bir ekonomik alternatife sahip olmalarına ve kendi ekmeğini kazanan anlamlı
sayıda kadın grubunun varlığına bağlıdır. Ancak bu tür önkoşulların varolması
durumunda kadınlar, ataerkil sisteme karşı düşünsel ve toplumsal alternatifler
oluşturabilirler. (…) Ancak, henüz kadınların çok büyük çoğunluğunun geçimleri
için kocalarına bağımlı oldukları bir dönemde, bu tür kadın çevrelerinin ve
dayanışma ağlarının üst sınıftan kadınların küçük bir grubuyla sınırlı olması
kaçınılmazdı. Feminist teorinin Batı‟daki gelişiminin ortaya koyduğu bu noktanın
10
önemini vurgulamak gerekir, çünkü çoğu zaman Osmanlı feminizminin kendine
özgü nitelikleri olarak sunulan özelliklerin hiç de öyle olmadığını (…) sergilemeye
yardımcı oluyor. Bu açıdan, karşılaştırmalı yöntem “biz bize benzeriz” ciliğe (ya da
“Doğu Doğu‟ya benzer” ciliğe”) karşı gerçekten bir panzehir (Berktay, 2006: 89/90).
Berktay,
öncelikle
kadınların
bağımsızlığından
ve
bunun
toplumsal
bazı
alternatiflerin varlığıyla- örneğin aile kurumunun alternatifi olarak kadının evliliği
tercih etmemesi gibi- mümkün olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca buradan feminist
teorinin bazı yanlış anlamalarına da değinmektedir. Batı‟daki her gelişme Doğu‟da
aynı şekilde olmamaktadır; ya da Doğu‟da “öyle” olduğu sanılan herhangi bir olay
aslında o şekilde gelişmemektedir. Kısacası, karşılaştırmak, hem farkları hem
benzerlikleri gösterir, yeni ufuklar açar.
Pantel de yine kadın tarihine dair düşüncelerini şöyle ifade etmektedir:
Kadınların tarihini, daha önce imkânsız diye ihmal ya da göz ardı edilen bu konuyu
incelemek mümkün hale geldiğinde, yeni bir çağ başlamıştır. Antropoloji ve
zihniyetler tarihindeki ilerleme gibi, 1970‟lerdeki feminizm patlaması da bu
girişimde önemli bir rol oynamıştır. Bilimsel standartlarda ve militan feministlerin
beklentilerini karşılayacak bir kadın tarihinin temellerini atmak için metinler yeniden
okundukça kapsamlı bir belgeleme çabası başlamıştır (Pantel, 2005: 458/ 459).Yani
kadınların tarihi yazılalı yüzyıllar geçmemiştir; daha önceleri namahrem olarak
görülen bu alan, henüz çok genç bir disiplindir. Bock, tarih metinleri ile ilgili şunları
söyler: “Avrupa tarihi, cinsiyetlerin, bunların kendilerine has özelliklerinin ve
ilişkilerinin ne kadar farklı algılanıp yorumlanabileceğini gösteren kanıtlarla doludur.
(…)Erkekler kadın düşmanı olduğu kadar kadın dostu metinler de kaleme aldılar;
günümüze ulaşabilen kadın sesleri genellikle kadın dostudur. Fakat neyin kadın dostu
11
ya da düşmanı olarak görüldüğü bağlamla ilgiliydi. Bu konuda o dönemde ifade
edilmiş görüşler arasında kadınlarınki azınlıktadır; ama bunlar o sırada kadınlar
tarafından kaleme alınmış olan yazılar arasında önemli bir orana sahipler. Kökeni
Ortaçağ‟a dek uzanan bu tartışma, hümanizmin ve din reformunun da etkisiyle
Rönesans döneminde hararetlenerek Aydınlanma Çağı‟na dek sürdü.” (2004: 5/6)
Çalışmada, kadın veya erkek yazar ayrımı olmadan yalnızca nesnel öğelere yer
verilmeye çalışılmış ve kadın tarihine yeni bir belge kazandırmak amaçlanmıştır.
Ayrıntılı olarak cemiyetlerden bahsetmeden önce isimlerin nereden geldiğine
bakılacaktır.
Çalışmada, resmi tarih yazımında bir cinse yapılan ayrımcılığı gidermek için
bu kez tarihe o ikinci duruma düşürülen cins odaklı bakılarak, kadın merkezli bir
tarih yazımı söz konusu olacaktır. Feminist tarihçilik adı da verilen bu yeni disiplin,
kadınları görmezden gelen büyük bir disiplini yeniden yazmayı amaçlamaktadır.
Fakat tarih disiplininin genişliğinden kaynaklı, feminist tarihçilik de birden
yapılamayacağından, tarihin dönemleri ayrı ayrı ele alınmalı ve eril olaylar ve
edinimler disiplininden çıkarılmalıdır. Çalışma, Ortaçağ kısmına odaklanarak,
kadınlara dair bazı tarihi bilgileri değerlendirmeye çalışacaktır.
12
2. Ortaçağ’da Kadınların Tarihine Dair
Ortaçağ‟da kadın çok geniş bir kavram olacağı ve içine farklı coğrafyadan
kadınları, farklı eylemleriyle içereceği için bu kavramı daraltmak adına tarihin bu
döneminde coğrafi olarak Avrupa‟da ve Anadolu‟da kadınlardan bahsetmek
gerekmektedir.
Bu bağlamda önce Ortaçağ‟ı ele almadaki zorluklardan ve bu
zorlukların getirdiği sınırlılıklardan söz edilecektir.
i.
Ortaçağ’da
Kadınların
ÖrgütleĢmesine
ve
Ortaçağ
ÇalıĢmalarının Sınırlılıklarına Dair
Öncelikle Ortaçağ, çalışma boyunca üzerinde durulacağı gibi pek çok
yeniliklerin, değişimlerin çağı olmuştur ve kadın örgütlenmesi genellikle “feminizm”
kelimesinin ortaya atılması, kadınların “örgütlenmeleri” nden sonra duyulur
olmuştur. Kadınların pek çok konuda bir araya gelip, eşitlik aramaları bunun
kaynağını oluşturur. Fakat bir arada olmanın başlangıç tarihi çok daha eskilere
uzanmaktadır. Feminist teori, aktivizmi beslese de aslında çok daha eski bir tarihte
kadınlar yine örgüt ya da daha “yumuşatılmış” biçimiyle “topluluk/cemiyet”
bünyesindeydiler. Zamanda geriye gidildikçe kadın tarihinin daha karmaşık, aslında
daha geniş olduğu görülmektedir; kendiyle birlikte bir görünmezliği ve bilinmezliği
de getirse dahi. 1991'de Frauen-Anstiftung tarafından Bonn'da düzenlenen
uluslararası bir toplantıda, Akkent bu konuya dair şunları belirtir: “Genelde
Türkiye‟deki kadın hareketi, ama özellikle de Osmanlı İmparatorluğu‟ndaki kadın
hareketi
Avrupa ülkelerinde pek az
tanınmaktadır. Osmanlı
toplumunda,
beklentilerin tersine, kadın hakları ve kadınların konumu, kadınlar tarafından
13
tartışılmış ve politik düzeyde kadınlar lehine çeşitli değişiklikler yapılmıştır” (1994:
14). En geç dönem olarak Osmanlı‟dan bahsedilse de onun da ötesinde kadınların bir
araya geldikleri “örgütler” çalışmanın temelini oluşturacaktır.
Türkiye tecrübesi içinden de bir tanıma bakılırsa; “Kadın hareketi bir
özgürlük hareketidir, toplumun özgürleşmesinden bağımsız olarak düşünülemez.
Kadın hareketi, geleneksel yapıdan çağdaş yapıya doğru gidilen süreçte ister istemez
ortaya çıkar” (Çakır, 1996: 7). Bu başkaldırı, aslında ortaya çıkmasa da her kadının
içinde doğal olarak vardır. Fakat bunun ortaya çıkmasını engelleyen durumlar vardır.
Ne zaman kadınlar bu durumları bir kenara bırakarak harekete geçerlerse, kendi
hareketlerini başlatmış olurlar. Bu durumlar elbette toplum, aile ve normlardan başka
durumlar değildir.
Aradaki ilişki bakımından “grup” üzerine de durmak gerekir. Ortaçağ‟da
yaşamış kadınları gruplar halinde tartışmak, onların ortak bir şeyleri olduğunu
vurgular. Fakat durum şöyleydi ki, soylu bir kadın veya kraliçe kendisi ile köylü bir
kadın arasında yok denecek kadar az benzerlik görüyordu ve bir Hıristiyan kadınla
bir Yahudi kadın birbirleri arasında yine neredeyse hiç benzerlik görmüyordu.
Ortaçağ‟daki kadın2 pek çok yolla birbirinden ayrılırdı: sosyal sınıf, din, yaş, zaman
ve mekân (Bardsley, 2007: 1). Bu gruplama kadınları daha çok etnik, kültürel vb.
şekilde gruplara ayırarak incelemek anlamına gelir. Oysa buradaki “grup” aynı amaç,
Mekan olarak çalışmanın dışında bir yer olan Mısır‟a dair bir örnek, Ortaçağ‟da farklı
coğrafyalardan kadınlara dair varolmuşluğun bir örneği olacaktır. Ortaçağ'da Mısır'da kadın emeği
kesinlikle bilinmez değildi fakat bunun yok denecek kadar az bir kanıtı bugüne ulaşmıştır. Kadınların
yaptığı en çok bilinen ticaretle ilgili mesleklerin yanı sıra, kadınlar ayrıca seyyar satıcı olarak da aktif
bir rol oynuyorlardı. (...) Kadınlar şüphesiz dokumacılık gibi farklı işlerde de çalıştılar fakat bu işlerin
kaydı çok azdır (Sabra, 2000: 117).
2
14
aynı düşünce uğruna bir araya gelen, bir yandan dayanışan kadınların bir araya
geldiği bir topluluk kastıdır.
Chatty ve Rabo ise tamamen farklı bir yönden grubu şöyle tanımlamaktadır:
“Grup, birbirleriyle etkileşim halinde olan ve böylece karşılıklı olarak kendi
kimliklerini
geliştiren
bireylerin
oluşturduğu
topluluktur.
Sosyologlar
ve
antropologlar genellikle “sosyal grup” ve “sosyal kategori” arasında ayrım
yapmaktadır. … Sosyal kategori, bir gözlemcinin amacına uygun olarak belirlenir.
Sosyal grup ise temelde bazı ortak yönleri olan insanların bir araya gelmesiyle
oluşur” (1997: 8). Kadınlar, kendi aralarında hem maddi hem manevi pek çok destek
sağlamak için örgütlenmiş, gruplar kurmuşlardır. Her kadın grubunun- grup
oluşumunda doğal bir özelliği olması gibi- farklı dinamikleri, farklı amaçları, farklı
bağlantıları olabilir. Yani bütün oluşum özelliklerine bakmadan bile grup olgusunun
başlı başına iyi bir nosyon olduğunu söylemek mümkündür. Kadınların grup
oluşturmaları belli “kurallar” dahilinde olmaktadır. Birlikte hareket edilmek
istendiğinde, üst otoritelerin “engel” ine takılmamak için, kadınlar çoğu zaman
“kurallar” tarafından bastırılabilirler.
Gruplaşmanın altında yatan sebep bazen mücadelenin doğal bir sonucudur.
Bu mücadele bir cinse, üst otoritelere, bir gelişmeye karşı olabilir. Her zaman
“kurallar” işlemeyebilir. Brown‟a göre sosyal topluluklar açısından gerçek bir
gruplaşma güçlü ve uzun bir tarihe sahip olandır. Modern zamanlarda, bu
toplulukların altında halk, anarşizm ve feminist organizasyonların yattığı
görülmektedir ve bunlardan her biri bireyin önemini vurgulayan, hiyerarşiyi
önlemeye çalışan ve dayanışmayı öngören kavramlar ve oluşumlardır (Brown, 1992:
6). Peki, Ortaçağ‟da örgütlenen kadınlar gerçek bir başkaldırı amaçlı mı
15
gruplaşmışlardır, yoksa bu doğal bir sonucu mu olmuştur bir arada olmalarının ya da
belli bir amaca yönelik birlikte çalışma arzusunun? Partner‟a göre feministler
Ortaçağ‟ı; yeni bilgi ekleyerek, eski soruları yeni yollarla açıklayarak ve tamamen
yeni araştırma alanları açarak üç farklı biçimde incelemektedir (Partner, 1993: 25).
Çalışma esas olarak bu soru üzerinde durarak feminizm, Ortaçağ, kadın ve birlikte
hareket etme kavramlarını sorgulayacaktır. Bunu sorgulamanın yanı sıra aslında bu
üç biçimden ilkine daha çok katkı sağlayacak yani yeni bilgi- kadının bahsi geçen
tarihle olan ilgi olan ilişkisinin bilgisini ekleyecektir.
Sorunlara dair notlara gelince Zuber, öncelikle sorular sorarak durumu
aydınlatma çalışmıştır: “Kadınların tarihi yeni bir dönemselleştirmeyi gerektirir mi?
Kendine ait bir kronolojisi var mıdır? Sorun Ortaçağ tarihine özgü değildir; fakat
Ortaçağ, bazı meseleleri öne çıkarır. Ortaçağ tarih yazımındaki birçok yeni gelişme,
bazı uzun vadeli gelişmelerin Ortaçağ toplumunda köklü değişimlerle sonuçlandığı
düşüncesine dayandırılmıştır. Büyüme ve bozulma, ilerleme ve gerileme, serpilme ve
çürüme, Ortaçağ sosyal ve ekonomik tarihinde kilit terimlerdir. Tarihçiler bu tür
gelişmeleri değerlendirirken genellikle ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda en
çok öne çıkmış şahsiyetlere odaklandılar. Bu şahsiyetler elbette erkektir; çünkü ya
kadınlardan esirgenen ya da gönülsüzce bahşedilen herkesin önünde konuşma
hakkına ve özerkliğine erkekler sahipti. Erkekler iktidardaydı; bu yüzden
kaynaklarımız, esas olarak erkeklerden söz eder. Toplumun daha alt düzeydeki
üyeleri için hayatın nasıl olduğunu anlamak amacıyla, Ortaçağ‟da görünen yüzeyin
altına bakmak özellikle zordur (2005: 14/15). Kadın tarihi pek çok yönüyle ele
alınabilir: gerek öne çıkan kadınlar, gerek kadınlar ve anıları, gerekse dönemsel
olarak kadınların yaşantıları ve daha pek çok konu üzerinden tarih yapılabilir. Fakat
16
dönem olarak ele almanın bir avantajı, daha fazla kadın hakkında bilgi
toplayabilmek, gruplar halinde kadınları inceleyebilmektir. Dönemler arasında da
belgelere ulaşılabilecek olan dönem en kolay araştırılabilecek olan dönemdir.
Ortaçağ, bu anlamda sıkıntılı bir dönemdir. Kadınların kendilerine ait güncelerine
çok sık rastlanmamaktadır ama dokunulması gereken önemli bir dönemdir. Zuber,
şöyle devam etmektedir: “Ortaçağ tarihçileri için, kadınların tarihinin uygun bir
kronolojisini çıkarmaktaki zorluğun kaynakların mahiyetiyle ilgili olduğunu
söylemek caziptir. Ortaçağ arşivleri sadece biyografik eserlerden ve şahsi yazılardan
(mektuplar, günlükler ve benzeri) değil, bürokrasilerin tutmakta hünerli oldukları
türden tutarlı, dizi halinde bilgilerden de yoksundur. Veriler boldur, fakat eksiktir ve
bu durum, nitelikçi tarihçilerin işini zorlaştırır” (2005: 16). Bu cemiyetler için de
aynı durum söz konusudur. Hem bireysel olarak hem de örgütsel olarak kadının tarihi
eksik olduğundan bu anlamda, çalışmada sıkıntılar yaşanacaktır. Benzer bir sıkıntıyı
Shahr, bir makalede ifade etmiştir: “Müslüman kadınların tarihi üzerine yapılan
araştırmalar son zamanlara kadar sınırlı olmuştur. Bu sınırlılık temelde kadınların
tarihi üzerine olan kaynakların azlığından kaynaklansa da ayrıca bu Orta Doğu
hakkındaki oryantalist önyargılardan da kaynaklanmıştır (1996: 81). Kaynakların
yanı sıra aynı zamanda yazarların da bakış açıları, özellikle kadın tarih yazımında
sorunludur. Bacıyan-ı Rum için de aynı sorun söz konusu olacaktır. Franz Taeschner3
gibi Batılı yazarlar, Bacıyan hakkında oryantalist yorumlarda bulunarak nesnel bir
tarih yazımından uzaklaşmışlardır. 13. Yüzyılda Anadolu‟yu gezmeye gelen
seyyahlar, buradaki durumu birer Batılı gözüyle not etmişler oysa Avrupa tarihi,
daha çok kendi içinde yazılmış- “doğu içinde batı” gibi değil de “batı içinde batı”
3
Franz Taeschner: Alman Oryantalist
17
olarak ele alınmıştır. Çalışmanın bu anlamdaki sıkıntısı kaynakların öznel ve kısıtlı
olması denebilir ve sıkıntıdan bahsedildikten sonra dönemin özelliklerine dair kısa
bir girişle örgütlerin ayrıntılarına geçilecektir. Öncelikle örgütler, isimlerini nereden
almaktadır, nerelerde ve tam olarak ne zaman konumlanmışlardır soruları
cevaplanmaya çalışılacaktır.
ii.
Örgütler ve Coğrafi Konumları
a. Bacıyan-ı Rum:
Bacıyan- ı Rum4 adı ilk kez Aşıkpaşazade5 Tarihi‟nde geçmektedir.
Kadınların 13. yüzyılda kurduğu, faaliyet gösterdiği bu teşkilattan ilk bahseden kişi
ise, Bacı Teşkilatı‟nın bilinen ilk lideri Fatma Bacı‟nın babasının halifesinin oğludur.
Eserinde, kadınlardan bahsederken “fakiregan” olarak bahsetmiştir. “Fakiregan”,
hanım dervişler anlamına gelmektedir ve “Bacıyan” kelimesinin Farsçasıdır (Erdem,
Yiğit, 2010: 30). Aşıkpaşazade, Bacıyan konusunda ilk kez çalışmış kişidir. Bacıyan,
bu durumda hanım dervişler olmakla birlikte “Rum” kelimesi de kaynaklarda
Anadolu‟yu anlatmak için kullanılmaktadır.
“Acaba Aşıkpaşazade, Bacıyan-ı Rum ismi altında uç beyliklerindeki Türkmen kabilelerinin
müsellah ve cengaver kadınlarını mı kastediyor? Şimdilik, akla en yakın gelen te‟vil bu görünüyor”
(Köprülü, 1981: 160).
4
5
Ek2 de soy kütüğü görülebilir.
18
b. Beginler:
Yüzyıllarca, Beginler‟in etimolojisi tartışma konusu olmuştur. Fakat 1911‟de
Britannica Ansikolopedisi, 1170‟lerde ismin kendilerini yeminler etmeden dini
yaşama adayan bir kadınlar topluluğunun kurulmasını vaaz veren Liege‟li bir rahip
adından gelmekte ve bu rahibin rakiplerinin, bu kadın topluluğunu “Beginler” olarak
adlandırmasından kaynaklandığı sonucuna varmıştır. Beginler de benzer şekilde yine
kadın topluluğundan bahsetmek üzere kullanılmıştır fakat bu kez bir rahibin adından
gelmektedir.6 Beginler cemiyeti, tam olarak, örgütlülük bağlamında 13. yüzyılda en
belirgin halini aldı denilebilir. Bu bağlamda iki farklı coğrafyadaki bu kadın
aktifliğinin etkileşmiş olabileceği dahi düşünülebilir. Buna dair bir belge, bir kanıt
olmamasına rağmen, o tarihlerde gerçekleşen Haçlı Seferleri7 sırasında, kadınların
bir şekilde iletişime geçtiğini düşünmek mümkündür. Avrupa ve Anadolu hakkında
dönem özelliklerine bakmadan önce neden örgütlülük ve neden Ortaçağ üzerine
düşünmek ve cemiyet/ örgüt içinde bulunan kadınlar üzerine ve böylece yine bir
kadın tarihine dair notlar tutmanın önemine değinilecektir.
Kaynakların sınırlı olması ve birincil kaynaklardan çok ikincil kaynaklara
ulaşılabilmiş olması ve ayrıca yazılan kaynaklarda eril dilin baskın olması- özellikle
Anadolu kısmında bu anlamda sıkıntı yaşanması kimi zorluklara neden olmuş olsa da
kadın tarihi açısından Ortaçağ cemiyetlerine bakmak feminist tarih yazımı açısından
önemlidir. Ayrıca Avrupa kaynaklarının çoğunlukta olması bu konu hakkında daha
6
http://en.wikipedia.org/wiki/Beghards_and_Beguines
7
The Crusades: 1095- 1291(Nicolle, 2001: 7).
19
geniş ve daha objektif olma konusunda kolaylık sağlamışken, Bacıyan konusundaki
kaynakların bu kadar kısıtlı olması birtakım sıkıntılara yol açmıştır. Bu konuda
yazmış yazarlar iki gruba ayrılarak bir kısım Bacıyan-ı Rum‟un kesin varlığından ve
özerk bir yapıya sahip olduğundan bahsederken, diğer yazarlar ya Ahiler‟in bir kolu
olarak bahsetmiş ya da bazı batılı yazarların da gözlemlerine dayanarak böyle bir
yapının varlığından şüphe etmişlerdir. Bu çalışmada ise esas olarak Aşıkpaşazade ve
Fuad
Köprülü‟nün
görüşlerinden
yararlanılarak
ve
diğer
kaynakların
da
incelenmesinden sonra Bacıyan-ı Rum‟un varlığından çok bu örgüt hâlihazırda
olmuş olabileceği düşünülerek ve ihtimallerin kuvvetli olduğu saptanarak esasen
nasıl oluştuğu ve kadınların neler yaptıkları üzerinde durulmuştur.
Anadolu ve Avrupa‟da durumlara bakmadan evvel zihinde daha geniş bir
tablo oluşturabilmek adına bahsi geçen cemiyetlerin dinle çok bağlantılı
olduklarından din tarihinde kadının durumuna kısaca değinilecektir.
20
2. Din Tarihi ve Örgüt Liderlerine Dair
i.
Din Tarihinde Kadın
“Tarihin ilk zamanlarından beri, erkeklerin
bütün yasaklarına ve kadınların haklarını tanımamak
istemelerine rağmen, onlar hemen her yerde, perde
arkasında önemli roller oynadıkları gibi, hükümdarlık
tacını elde etmeyi de başarmışlardır (Üçok, 1965: 3).”
Tarih ne kadar geniş bir kavramsa din tarihi de o kadar geniştir demek yanlış
olmaz. Bu bölümde kısaca din tarihi kadınlar üzerinden nasıl gelişti; farklı dinler ve
kadınlık durumları hakkında yorumlar yapılmaya çalışılacaktır. Bu bölümün amacı
13. yüzyılda Anadolu‟da ve Avrupa‟da farklı inanç sisteminin içindeki cemiyetlerin
incelenmesinin yanı sıra, konuya daha geniş nasıl bakılabilir, onu sorgulamaktır.
Toplumun en entelektüel kısmından en az eğitimli sınıfına dek özellikleri
görülebilecek olan “inanç”, genellikle verili bir gerçeklik olarak düşünülür. Bu
varsayım üzerinde gitmek yerine, Ortaçağ inananları için inanç ne demekti bunu
araştırmaya çalışacağım. (…) İnançlar bir yandan mutlaka birleşmişken ve Ortaçağ
Hristiyanlığını sınırlandırmışken, bütün bunlar bana düşünüldüğünden çok daha fazla
karmaşık gelmektedir (Herrin, 1989: 7). Herrin‟in bahsettiği üzere, sorgulandıkça
her durum gibi, din de aynı şekilde karmaşıklaşmaktadır. Eğer bir de kadın üzerinden
okunuyor ve sorgulanıyorsa, o zaman bu karışıklık ya da karmaşa iki kat daha
artmaktadır. İncelenen kaynaklar genellikle dinin bu karmaşasını kabul etmekle
birlikte, dinin daha çok eril söyleme katkıda bulunduğu görüşünü de paylaşmaktadır.
21
Dinde erkek egemenliği tartışılmaz bir gerçektir. Kadınların dinle olan ilişkisi
her zaman karmaşık, çelişkili ve gerilimli olmuştur. Din, kadınlara zaman zaman
kendilerini ifade etme olanağı sunmuştur (İlbars, 2000: 350). Fakat her zaman bu
imkanlar aynı şekilde işlememiştir. Özellikle tek Tanrılı dinlerle ilişkili olarak
çalışmanın ilerleyen kısımlarında verilecek örnekler, imkanların yok olmasının yanı
sıra, tarihin belli bir kısmında din kadınları kucaklamış olsa da diğer kısmında
kadınların kucakladığı dinin onları aynı şekilde kabul etmediğini gösterecektir.8
Kutsal kitaplar olsun, diğer dinlerdeki kaideler olsun bu bölümde
tartışılacaktır ve kadının söz sahibi olmadığı yerlere dair örnekler verilecektir.
Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kuran incelendiğinde ve kadınla ilgili maddelere
feminist yaklaşım ile bakıldığında, kadınlara yönelik olumsuz yorumlanan
maddelerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Hepsinin söylemi aynı olmasa da çoğu
konuda benzer içerikli maddeler barındırmakta ve ortak yönleri çıkmaktadır.
Tarihsel olarak en eskiden yani Eski Ahit‟ten başlamak gerekirse, burada yer
alan kadın figürlerin çoğunlukla biyolojik özellikleri vurgulanmış; hangi kadının kaç
çocuğu olduğu, çocuğu olmayan kadınların cariyelerinden çocuk istemeleri ve erkek
figürlerin kadınlara genelde yalnızca bir madde olarak baktıkları görülmektedir.
Kadınların doğurganlıkları ve soyu devamı kadına dair bahsi en çok geçen konudur.
Öte yandan erkek figürlerin savaşçı ve yönetici özellikleri vurgulanır.
Erkek egemen fikir her ne kadar bu hikayeyi ikinciliğin hikayesi olarak söylemlerinde
kullansa da ayrıca bknz. Montanizm. “Hristiyanlığın başında, henüz Roma İmparatorluğu‟nun resmen
bu dini kabul etmediği dönemde, birçok Hristiyan kilisesi (mezhep) ortaya çıktı. (…) kadınlar da rahip
olabiliyordu. Onlara göre Havva, bilgi ağacının tadına bakan ilk insandı; yani kadınlara da bilgelik
bahşedilmişti.” Bu bilgiler Ntv Tarih dergisinin 14. Sayısında (Mart, 2010)‟da yayımlanmıştır. Bu
araştırma, William Tabbernee ve Peter Lampe tarafından yapılmıştır. Ayrıca şu sözlere yer
verilmektedir: Kadın peygamberlerin yolundan giden bir Anadolu- Hristiyan inancı Montanizm,
Uşak‟ta doğdu, üç kıtayı etkiledi, kilise tarafından yok edildi (s. 30-40)
8
22
Örneğin; Tamar, zina yaptığı için yakılmak istenir halbuki yakılmasını
isteyen, onu tanımadan Tamar‟la zina yaptığı kişidir ve erkek kendi eşyalarını
gördükten sonra Tamar‟ı yaktırmaktan vazgeçer.
Johnson, Tevrat‟ta temel olarak kadından nasıl bahsedildiğini şöyle ifade
eder: “Erdemli kadın çocukları, yardım işleri ve yemekle ilgilenir. Tanrı‟nın verdiği
aklı, sorumlu olduğu kişiler için kullanırdı. Soğuk havayı önceden planlayarak
ailesini sıcak tutmak için kıyafetler dokur. Ayrıca ataerkil toplumda maskulen olarak
kabul edilen işleri de yaparak övülürdü” (2005: 6). Aynı zamanda bir zıtlığa da yer
verir: “Tatlı dille, kadın erkekleri sokakta baştan çıkararak kocası uzun yola
çıktığında eve getirir. Buradaki zıtlık aslında kadının değerini dinin belirlediğine
dikkat çeker” ( 2005:6). Johnson‟ın kaydettiği üzere kadın, dini kitaplarda yerini
almış ve o şekliyle toplumda algılanmaya devam etmektedir. Tevrat‟ta bahsedilen
kadın figürü, diğer dinlerde de farklı ifade edilmemiştir. Bir yandan “görevlerini”
yerine getiren “iyi kadın” ve “anne” figürü fakat öte yandan sözüne güven olmayan,
“şeytan”, erkeği kandıran- ki ilk erkeği de kandırmıştır- “fettan” bir varlık olarak
resmedilmiştir.
Yahudilikten sonra ortaya
çıkan Budizm‟de de kadınlara bakmak
gerekecektir. Eliaçık birçok dini bir arada anarak, aslında bunların çok daha eski bir
din olan Veda‟nın sonradan ortaya çıkan şekilleri olduğunu belirtmiştir.
“Veda dini Hind‟in eski ve köklü dinidir. Brahmanizm, Upanishadlar,
Budizm, Mahaviracılık vs. hep Veda dininin değişmiş, reform ve ıslaha uğramış
şekilleridir. Vedalar, Yahudilikteki Tevrat gibi Hind tarihinde ortaya çıkmış tüm dini
metinlerin genel adı olarak kabul edilmektedir” (Eliaçık, 2003: 79).
23
Dikmen, Budizm‟in kurucusu Buda‟nın önceleri kadınları dine almak
istemediğini belirtmekte ve uzun süren tereddütlerin ardından dahil ettiğini
vurgulamaktadır. Öncelikle Budizm de diğer dinler gibi öncelikle erkekler içindir,
kadının görmezden gelerek onu “dine dahil etmeye” gönülsüzdür (Dikmen, 1983:
13). Mezopotamya ve çevresinde kadının durumuna bakıldığında ise Sümerler,
Akadlar‟da benzer ifadelere rastlanmaktadır.
Sümer hukukuna göre, bir kadın
kocasına “sen benim kocam değilsin” derse, o kadın nehre atılırdı. Fakat eğer erkek,
karısına “sen benim karım değilsin” derse, erkeğin ona bir miktar gümüş para
ödemesi gerekirdi (Dikmen, 1983: 15). 9 Bu yargıyla Sümerler‟de kadının hayatının
ve iradesinin hiçe sayılırken erkeğin çok kolay bağışlanabildiği ve ona müsamaha
gösterildiği görülmektedir. Muazzez İlmiye Çığ da şöyle bahseder, Sümerler‟ de
kadınlardan: Sümer kanununa göre kısır bir kadının kocasına verdiği cariyesi çocuk
doğurunca, hanımına
karşı büyüklük
taslayamaz, öyle
yapmaya
kalkarsa
cezalandırılır (2006: 19). Burada da farklı olarak kadının kadın üstündeki egemenliği
görülmektedir fakat nihayetinde yine bir kadın hiyerarşik bir ilişkide alttadır. Benzer
şekilde Akadlar‟da da erkek ön planda olup ona zarar verecek herhangi bir hüküm
bulunmazken kadına yönelik alçaltıcı ve onu savunmasız düşürmeye yönelik yargılar
bulunmaktadır. 10
Budizm‟den sonra yer alan diğer dinlerin bahsi tarihsel değil daha çok coğrafi
olmuştur. Tarihsel sırayla devam etmek gerekirse Budizm‟den sonra ortaya çıkan
Hristiyanlık‟tan bahsetmek gerekecektir.
9
Ferruh‟tan alıntılamıştır (Ömer Ferruh, İslam Aile Hukuku- Mütercim, Yusuf Ziya Kavukçu).
“Bir erkek, bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olur da kadın ölürse, o adamın kızı
ölüme mahkum edilirdi. Çünkü Akadlar‟a göre kadına mukabil asla erkek öldürülemez; kadına
mukabil kadın, hür erkeğe mukabil hür erkek, köleye mukabil köle öldürülürdü (Dikmen, 1983: 15).
10
24
Macdonald, Hristiyanlık‟ta kadınlarla ilgili kadınların din ve toplumdaki
rollerinin sterotip algılar tarafından şekillendiğini ve kilisenin ideal kadın imgesini
tehdit ettiğini belirtmiştir (1996: 7). Pek çok örnek, bu bağlamda kadınların
gerçekten de birey olmalarının önünde tehdit olabilecek unsurlar içermektedir.
İncil‟de Pavlus‟tan Galatyalılara mektup kısmında “Ne Yahudi ne de Yunanlı
vardır, ne kul ne de azatlı vardır; ne de erkek ve dişi vardır; çünkü Mesih İsa‟da siz
hepiniz birsiniz” (Kitabı Mukaddes, 1993: 195). Bu cümle cinsler arası eşitsizlik
gösteren maddelerle birlikte okunduğunda dişi ve erkeği ayırt eden diğerleriyle
çelişkili durmaktadır. Bunun bir örneği Timoteos kısmında geçen şu maddedir:
“Kadın tam tabiiyetle sessizce olarak öğrensin. Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe
hakim olmasına izin vermem ancak sükutta olsun. Çünkü önce Adem sonra Havva
yaratıldı ve Adem aldanmadı fakat kadın aldanarak suça düştü fakat iman ve sevgi ve
takdiste vekar ile dururlarsa, çocuk doğurması ile kurtulacaktır” (1. Timoteos- 2: 1115- Kitabı Mukaddes, 1993: 218). Burada hem kadınların sessiz olmaları gerektiği ve
onları sessizliğe iten bir düşünce görürken ayrıca onların günahkar olduklarından,
Adem ve Havva örneği ile birlikte bahsetmektedir yani eşitsizlik ön plandadır pek
çok diğer maddeye benzer şekilde.
Kuran‟da, Yusuf Suresi‟nde de, Yusuf‟a kadınların kötülük ettikleri, iftira
attıkları belirtilmekte; devamında da Yûsuf, “O, benden yararlanmak istedi” dedi.
Kadının ailesinden bir şahit de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden
yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, o (Yûsuf) yalancılardandır. Eğer gömleği
arkadan
yırtılmışsa,
kadın
yalan
söylemiştir.
O
(Yûsuf)
ise,
doğru
söyleyenlerdendir.”
25
Kadının kocası Yûsuf‟un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki:
“Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağıdır. Şüphesiz sizin tuzağınız çok büyüktür” dedi
(Yazır: 239). Yazır mealine göre, kadınlar, burada da ayartan, yoldan çıkaran,
günahkar olarak görülür.
Böylelikle sözü edilebilecek pek çok farklı din, toplum veya kanunlar bütünü
bulunmakla birlikte esas İslamiyet ve Hristiyanlık üzerinde durmak konuyla ilgili
daha sağlıklı yorum yapılmasını sağlayacaktır. Yukarıda kutsal kitaplardan yapılan
alıntıların ardından burada farklı görüşlere yer verilecektir.
İslam‟da yeniden canlanmaya ve Batı‟nın egemenliğine tanık olan son iki
yüzyıl boyunca, insanlığın onda birini oluşturan Müslüman kadınların yeri ve
davranış biçimleri ciddi bir kavga alanı olmuştur. Eskiden beri ev ve ailenin son
derece mahrem dünyasının yurttaşları olan kadınları, kendilerini, Müslüman
toplumlardaki toplumsal dönüşümü kontrol altına alma mücadelesinin ön saflarında
bulunmuşlardır. Bu mücadelede, kamusal dünyaları Batı‟nın iktidarı ve kültürü
tarafından işgal edilen Müslümanlar özel bir İslami alan korumaya çalışmışlar
(Robinson, 2005: 381). İslamiyet hakkında pek çok coğrafyadan yazarlar söz
söylemişlerdir. Bazı yazarlar, İslamiyet‟in kadınlar için özgürlüğü, eşitliği getirdiğini
söyleyerek övgü dolu sözlerle bahsederken İslam‟dan, bazıları da tam tersini iddia
ederek, İslam‟ın kadınların bütün haklarını yok ettiğini, kadın- erkek eşitliği adına
olumsuz etkiler yarattığını ileri sürmüşlerdir. Kuran‟ın farklı mealleri de, onun farklı
yorumlanmasına yol açarak, orijinal dilinden okunması gerekliliğini beraberinde
getirir.
26
İslamiyet, tek Tanrılı dinlerin sonuncusudur.
11
Cahiliyye devri12 denilen
dönemde kimi yazarlar kadınların önemsiz olduğunu ve İslamiyet‟in gelişiyle
kadınlar adına iyi gelişmeler yaşandığını söylerken kimi yazarlar ise tam tersine
İslamiyet‟in gelişiyle birlikte erkek egemenliğinin de geldiğini ifade eder (Dikmen,
1983: 25; Çalışlar, 1999: 20).
Arapların devletleşme ihtiyacı sınıflar arası uçurumun derinleşmesi Hz.
Muhammed‟den önce başlamıştı. Hz. Muhammed döneminde ve İslamiyet‟le birlikte
bu ihtiyaç, bir öndere ve sisteme kavuşmuştu.
Göçebelik durumuyla ilgili bir ayrıntıya değinen Bahadır da kadınlarla ilgili
şu örneği vermektedir. İslamiyet‟in ilk yıllarında İslam öncesi göçebelik döneminde
olduğu gibi kadınlar da erkekler gibi ata biner, ok atar, kılıçla düşmanla savaşırdı.
Aynı alışkanlıkları devam eden Müslüman kadınların peygamber döneminde
savaşlara da katıldıkları rivayet edilmektedir (2005: 21).
13
Bazı yazarlara göre
cahiliye devri adı verilen Arap toplumu zamanında kadınların daha çok konuda söz
sahibi olduğu görülmekte ve bu hakların İslamiyet‟le birlikte azaldığı, dinin daha çok
erkeklere seslendiği hem toplum yapısından hem de Kuran‟da geçen surelerden
İslamiyet başarı kazandığında, İsa‟nın doğumunun üzerinden 600 seneden fazla bir zaman
geçmiştir. Musa‟nın doğumundan ise, çok daha uzun bir süre geçtiğini biliyoruz. Musa ve İsa‟nın
yaşadıkları çağlarda, soyut düşünceyi kabul etmek ve tek Tanrılı bir dini benimsemek, özellikle
yönetenler için mümkün değildi. Çünkü yönetenler, yeryüzünün Tanrısı olduklarını söylüyorlar,
kendileri üzerinde başka bir güç kabul etmiyorlardı. İsa ve Musa‟nın yaşamları sırasında yenilgiye
uğramalarının en büyük nedeni, toplumsal gelişmenin tek Tanrılı dini, yani soyut düşünceyi
benimseyecek olgunluğa ulaşamamış olmasıydı (Çalışlar, 1999: 23).
11
Cahiliye dönemi adı verilen devirde, kadınların savaşlara katıldıkları, kararlarda etkili
oldukları, erkeklerle açıkça oturup konuşabildikleri hemen tüm İslam kaynaklarında yer alır (Çalışlar,
1999: 29).
12
13
Bahadır, referans olarak Mehmet Kaplan‟ın Türkiyat Mecmuası adlı eserini göstermektedir.
27
anlaşılmaktadır. “İslamiyet, Arap dünyasında14 bir devrin sonu, bir devrin başlangıcı.
İslamiyet, göçebeliğin ezilip feodal imparatorluğun kurulmasının ideolojisi ve
felsefesi. (…) Kuran bu geçişin anayasası olarak bir anlam ifade eder. İslam
ideolojisi, diğer tüm tek Tanrılı dinler gibi erkek egemen bir ideoloji (Çalışlar, 1999:
31).
Fakat İslamiyet‟teki erkek egemenliğini yalnızca Kuran‟a dayandırmamak
gerektiği de aşikardır. Zira Kuran‟ın pek çok kadına yönelik ikinci cins atıflarında
bulunan pek çok tefsiri de bulunmaktadır. Amine- Vedüd- Muhsin de bu görüşü
savunmakta ve Kuran‟daki birçok ayette erkeklerin doğuştan dişilerden daha üstün
olduğu iddiasını desteklemek için kullanıldığını, İslamiyet‟in erkek egemen
yaklaşımlarının Kuran‟ın kendisinden değil, onun kasıtlı tefsirinden kaynaklandığını
söylemektedir (2000: 64).
Çalışlar veya benzer görüşte olanların aksini- yani Cahiliye devriyle ilgili
nispeten kadınların İslamiyet‟ten önce nispeten daha özgür olduklarını dile getiren
yazarların savunduklarının tam tersini savunanlar da vardır. Örneğin, Bahriye
Üçok‟un düşünceleri bu noktada dikkat çeker: “İslam‟da kadının yeri15 bazı
bakımlardan erkeğinkine nazaran daha aşağı ise de, İslamiyet‟ten sonraki kadınla,
önceki kadının durumları arasındaki fark herhangi bir devrimde görüldüğünden daha
büyüktür. İslamiyet‟ten önce evlenme, boşanma, miras gibi hususlarda hemen hemen
hiçbir hakka sahip olmayan Arap kadını, İslamiyet‟le birlikte bu bakımlardan geniş
Ayrıca Casim Avcı, Bizans- Arap ilişkileri konusunda da şunları ifade etmektedir:
“Başlangıçta temel karakterini Roma İmparatorluğu‟nun Araplarla münasebetlerinden alan ArapBizans İlişkileri, VII. yüzyılda İslamiyet‟in doğuşuyla önemli bir mahiyet değişikliğine uğramıştır
(2003: 259).
14
Bir diğer görüş de Sevim Can‟a aittir. Hunlardan itibaren Türkler pederi bir aile yapısına
sahiptir. Türklerin İslamiyet‟i kabulüyle, Arap toplumunun ataerkil yapısı Türk toplumunu etkilemeye
başlamıştır. Aile düzeni, ataerkil olarak devam etmiştir (2008: 145).
15
28
hak ve yetkiler elde etmiştir (Üçok, 1965: 11). Burada Üçok‟un sözünü ettiği daha
çok yasal anlamda kadınların kazandığı haklardır. Daha önce de bahsedildiği gibi
İslamiyet bir devlet dini haline geliyor ve böylece bazı düzenlemelerle bu haklar
eşitlenmiş olabilir; fakat yine de bu durum Kuran‟da geçen ifadeler bakımından
kadının hiçbir şekilde erkekle eşit olmadığını ve böylelikle İslamiyet‟in kadınları
erkeklerle aynı kefeye koymadığını ve arada mutlak bir hiyerarşi olduğunu
göstermektedir. Ayrıca Kandiyoti‟nin bu konudaki görüşleri de İslam ve ataerkillik,
İslam ve kadın gibi ikili kavramlar arasında neden çelişkiler olduğunu
özetlemektedir. Kandiyoti “Women, Islam and the State” adlı makalesinde şöyle der:
“Her ne kadar İslamiyet her bağlamda cinsiyet ilişkileriyle ilgili kendi kurallarını
getiriyorsa da, karşılaştığı çeşitli kültürel yapılarla farklı uzlaşmalara varıyor. İslam
uygarlığının merkezi alanlarının tarihsel olarak klasik ataerkillik alanları ile
çakışması bu çeşitlilikleri gözden saklıyor ve İslami kurallarla özgül bir ataerkillik
tipinin işleyişinin birbirine karışmasını kolaylaştırıyor” (2011:144).
Öte yandan yalnızca İslamiyet‟le ilgili örnekler değil, İslamiyet‟le birlikte,
Hz. Muhammed‟den sonra kadınlarının konumunun değiştiğine dair örnekler
verilmektedir.
İslam dünyası, 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar hem coğrafi yayılımı hem de
yaratıcılığı açısından başat bir konum sergiliyordu. 7. Yüzyılda Arap fetihleri, Haçlı
Seferleri ve Osmanlı Türklerinin Avrupa‟ya yaptıkları akınlar, Batı dünyasının
İslam‟ı bir çatışma ve savaş odağı olarak algılamasına neden oldu. (Robinson, 2005:
9) Kadınların din tarihindeki yeri oldukça tartışmalı olmuştur. Bir yandan “kutsal”
olarak nitelendirilen kadınlar, bir yandan “dikkat edilmesi gereken” kişiler olarak
29
anılmışlardır. Peki din ve tarih arasında nasıl bir bağlantı vardı ve din ve tarih
birbirinden nerede ayrılıyordu? Ayrılıyorlar mıydı yoksa iç içe geçmiş bir bütün
müydü? Anadolu‟da kadının durumuna ayrıntıyla bakılacak ve bu sorulara cevap
aranmaya çalışılacaktır.
ii.
EtkileĢimler
Ortaçağ‟da Hristiyan Avrupa‟da “sosyal” beklenti insanların kendilerini
Hristiyan olarak görmeleriydi. Tanrıya inanmamak gibi bir durum da hemen hemen
hiç görülmemişti ve bazen bunlar batıl inançtan fazlası olmasa da “popüler”
dindarlığın seviyesi yüksekti (Evans, 2002: 9). Evans, Ortaçağ‟daki Hristiyan inancı
ile ilgili ayrıca kilisenin toplum üzerindeki etkisini daha da arttırdığını
söylemektedir. Kilise, insanların bir arada bulunarak tapındıkları binalar anlamına
geliyordu ve Tanrı‟nın görkemi üzerine inşa edilmişlerdi. Fakat anlatılması daha zor
olan, daha derin anlamları varsa da, hepsinin ötesinde kilise, inançlıların birliğidir.
Hristiyan olan bir kişi aynı zamanda bu birliğin de üyesi oluyordu (Evans, 2002: 61).
Fakat kilise her ne kadar çok önemli olmuş olsa da pek çok sorunun da kaynağı
olmuştur. Bu sorunlardan ya da kilisenin kadınlar üzerindeki baskılarından, cadı
avlarından ve benzeri konulardan bu çalışmada odak noktası bu başlıklar olmadığı
için bahsedilmeyecektir. Son olarak Evans erken Hristiyan birliği içinde, daha önce
Yahudi olanlarla diğer ırklardan gelenler arasında büyük bir bölünme olduğundan
bahseder ve Hristiyanlar‟ın, Yahudilerin Tanrılarına yeni bir inanışla taptıklarını
ifade eder (2002: 62). Bu karmaşık din ve kilise olayları sırasında kadınların konumu
ayrıca belirtilmemekte fakat yazılanlardan daha çok erkeklere hitap edildiği ve
30
olayların onların çevresinde döndüğü anlaşılmaktadır. Bu eril söylem için yerinde bir
örnek ise savaşlar ve savaşın kahramanlarıdır.
Ortaçağ Hristiyanları için kendilerini savaşıyor halde bulmanın haklılığına
ikna etmeleri önemliydi. Bu savaşma halini destekleyecek fikirler ortaya atıldı.
Piskopos olan “Augustine of Hippo" birisinin toprağı, mülkü elinden alınmışsa onu
geri almak zorundadır, şeklinde açıklamalarıyla savaşın gerekliliği konusunu
pekiştirdi (Evans, 2002: 131).
Bir de “kutsal” savaşlar vardı. Kutsal olmasının sebebi, savaşların din adına
yapılıyor olması ve savaşta bulunanların inandıkları dini yaymak istiyor olmalarıydı.
Benzer şekilde kadınların varlığından bu savaşlarda da bahsedilmemektedir. Bazı
yazarlar her ne kadar birkaç figürü pelesenk etmiş ve “kadınlar da var” diyerek bu
şekilde tarihte kadınların varlığından bahsedildiğini öne sürmüş olsa da var olmak
birkaç “güçlü” olanın büyük bir çoğunluk adına görünmesi, ya da gösterilmeye
çalışılması kadının tarihte var olduğunun göstergesi olmamaktadır. Evans‟ın kutsal
savaş ile ilgili özet niteliğinde şu görüşlerine bakmak yerinde olacaktır: 11. yüzyılın
sonlarıyla birlikte yeni bir önemle birlikte bir kavram gelişti – Tanrı‟nın kullarını
kutsal toprağın kutsal yerlerinin Hristiyan kontrolünde kalması için savaşmasını
istediği “kutsal” savaş. (…) Bu fikir öyle güçlüydü ki 12. Yüzyıl boyunca
apolojistler tarafından caydırılmaya çalışıldı. Herkesin şövalyeliği ruhsal bir savaş
olarak görmesini istemeyen Haçlı Seferlerinin özel olduğu vurgulandı. Bütün
savaşlar aynı amaçlar uğruna yapılmıyordu. Müslüman literatürü de savaşın “kutsal”
olabileceği konusunda benzer bir duyarlılık sergiler. Tarihin bu dönemi cihadın
yeniden doğuşuna şahit oldu. Özellikle 1144‟te Edessa‟nın düşüşünden sonra,
31
Müslümanlar artan bir şekilde kendilerini Hristiyanlarla Tanrı için savaştıklarını
gördüler. En sonunda Müslümanlar için önemli olan Kudüs‟ün kendisini yeniden ele
geçirmek oldu. Haça tapanların camiye girmelerini önlemek için gerçek savaştan öte
ruhani bir cihad ortaya çıktı (Evans, 2002: 131- 134).
İslam‟la birlikte değişen kadının konumuna dair daha geniş bilgilere yer
verilse ve oryantalistler tarafından İslam ve ataerkillik sık sık aynı cümlede anılsa da
Hristiyanlık için benzer bir durum söz konusu değildir. Connor, Hristiyanlığı şöyle
tanımlar: Hristiyanlık, yalnızca din değiştiren kişiler için olan pek çok yeni dinden
biriydi. Çeşitli inançlar ve tapmanın değişik yollarını öneriyordu fakat çok büyük
başarıları hala yarı anlaşılmış olarak durmaktadır (2004: 1). Belki dinlerin hepsi yarı
anlaşılır olarak kalmıştır fakat diğer ortak yanları da cinsler arası eşitsizlik içermeleri
ve yorumlarının bir cinsi diğerine üstün tutmasıdır.
Sonuç olarak, bazen hikayenin ardındaki olayları ve gerçek kişileri
bilemeyebiliriz. Ama hikayelerin kendileri tarihin parçasıdır.16 Topluma anlamlı
gelmesi için ve yazıya aktarıldığından, hikayeler bu toplumun değerlerini ve
yargılarını paylaşmalıydı. İnsanların sıradan yaşamlarının biçimi, onların olayları
yapış ve görüş biçimleri kadar kendi zamanlarının düşüncesiyle uyuşmalı, doğru
olmalıydı. O yüzden bu hikayeler, bize o günün bireylerini değil, daha ziyade onların
yaşadıkları ve hareket ettikleri toplumu anlatırlar. Din tarihine ve kadının konumuna
dair kısaca değinilmeye çalışılmıştır, peki sonrası için durum nasıldı ve asıl soru,
kadınlar bunca “görünmezliğe” rağmen kendilerini nasıl görünür kıldılar? Ele alınan
Ve “(…) hikayeden kadınlar çıktığında, geride hikayeyi sürdürecek pek kimsenin
kalmaması(…)” (Akşit, 2010)
16
32
13. yüzyılda ve daha geniş Ortaçağ‟da Anadolu‟dan ve Avrupa‟dan bahsetmeden
önce bu öne çıkan kadın topluluklarının liderleri kimlerdi bunlara değinilecektir.
iii.
Örgüt Liderleri: Fatma Bacı, Marie de Oignes
a. Bir Kadın Lider: Fatma Bacı
Bacıyan-ı Rum‟un kendi içinde hiyerarşik bir yapısı vardı. Bu yapıda en üstte
olan “lider” Fatma Bacı idi. Fatma Bacı, Vilayetname‟de “keşif ve keramet sahibesi,
bilgili bir mürşide” olarak tanımlanır. Dönemin ünlü âlimlerinden şeyh Evhadü‟d
Din Hamid el Kirmani‟nin kızı, babasının en yakın müritlerinden olan Ahi
Teşkilatının kurucusu Türkmen filozof Ahi Evran‟ın da eşidir (Bayram, 1987: 25).
Bacıyan- ı Rum‟un lideri Fatma Bacı‟dan bahsederken, kaynaklar onun kimliğini
kocası ve babası üzerinden kurmaktadır. Öncelikle kimin kızı ve kimin karısı
olduğunu söylerken onun “birey” oluşuna gölge düşürmekte, odak noktasını
değiştirmektirler. Fatma Bacı‟nın annesi, Kirmani‟nin çarşıda “satın aldığı”
bir
cariyedir.17 Burada da annesinden bahsederken, aklını yitirmiş olduğundan fakat
kızının ona benzemediğinden bahsedilir. Burada da ortaya dönemin kadına yönelik
bedene indirgeme olaylarından biri olan “satılık cariye” olayından ve kadınların
“deli”liğinden bahsedilmektedir; deliliğinin sebebi bildirilmemektedir. Fatma
Bacı‟nın
çocukluk
ve
ergenlik
çağından
bahsederken
de
aynı
konuya
değinilmektedir. Fatma Bacı‟nın çocukken huysuz olduğu, annesine de bazı kusurlar
bulunduğu yine Bayram‟ın belirttikleri arasındadır. “Menakıb- i Şeyh Evhadu „dDin-i Kirmani” de Fatma Bacı‟nın annesinin huysuz, cahil bir kadın olduğu
17
Bayram, 1987: 24
33
anlatılmaktadır. Kirmani bir gün Bakırcılar pazarından geçerken dellalın: “Kötü
huylu, kötü yaradılışlı, akılsız, ağzı bozuk bir cariye satıyorum” dediğini duymuş,
bütün bu kusurlara rağmen melamet18 mesleğinin gereği olarak kendisine riyazet
yaptırmak, nefsini zelil tutmak, insanları da onun şerrinden kurtarmak için bu
cariyeyi satın almıştır. Fatma, işte bu cariyeden doğmadır”(1987: 24)19. Görüldüğü
gibi, anneden bahsederken kullanılan sıfatlar önce yaradılışını kusurlu bulan sonra
onun akıl sağlığının bozuk olduğundan bahseden sıfatlardır. Aynı şekilde Fatma Bacı
kimi kaynaklarda ne kadar başarılı gösterilse de bazı kaynaklarda değinildiği üzere
Fatma Bacı‟yı kötülenmiş, bazı kurallara uymadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Annesinin bu durumda gösterilmesinin sebebi de Fatma Bacı‟ya yöneltilen
eleştirilerden doğruluğunu desteklemek amacıyla kasten yapılmış olma ihtimali
vardır. “Menakıb- i Şeyh Evhadu „d- Din”in yazarı, Fatma Bacı‟nın anasına bazı
kusurlar izafe ettiği gibi Fatma‟nın da küçükken çok yaramaz, söz dinlemez
olduğunu, bu itaatsizliğiyle babasına sabır riyazeti yaptırdığını, babasının
gayretlerine rağmen Kur‟an ve dini bilgileri öğrenemediği gibi dokuma ve örgü
san‟atlarını öğrenmesine çalışıldığı halde bu alanda da başarılı olamadığını, başarısız
olduğunu iddia etmektedir (Bayram, 1987: 25). Daha çok kadınlara “yakıştırılan”
sanat/ uğraş çeşitleri olan dokumacılık, örgücülük gibi işleri öğrenmemek ya da
becerememek kusur sayılıyordu ve ileride görüleceği üzere bu konularda becerikli
Melamet: Melamet, bir tasavvufi tabirdir, tevhid öğretisinin temelidir ve bütün tarikatların
nihai hedefidir, ilahi, seyrin son aşaması, zirvesidir. (İnan, 2000: 9). “Melamilik bir anlamda, Ahiliğin
devamıdır. (İnan: 11)
18
Melamet bir ideolojidir; tabir caizse bir teoridir. (…) Melametiler halktan ayrılmayan, halkı
kucaklayan bir ideolojiyi temsil etmişler, bu ideolojinin halka yayılması, bilhassa işçi ve esnaf sınıfını
teşkilatlandırmıştır. Bu teşkilata da “Fütüvvet” adı verilmiştir. Esasen Melametle fütüvvet aynı şeydir.
Biri ideolojiyi temsil etmekte, öbürü, o ideolojiyi halka yaymakta, halkı teşkilatlandırmaktadır
(Gölpınarlı, 1969: 126).
19
Menakıb-i Şeyh Evhadu‟d – Din s.68, 69 (Bayram‟ın referans verdiği eserdir).
34
olan Fatma Bacı‟nın kardeşi Emine Hatun övülürken Fatma Bacı‟ya tam tersi bir
tavır sergileniyordu. Yetişkinlik çağında durum farklı oldu. Fatma Bacı,
din
konusunda da, el işi konusunda da kendini yetiştirmiştir. Görevlerinden biri, dergaha
gelen dervişlerin20 hizmetinde bulunmaktı. Hizmette bulunmak, kadınlara küçük
yaşta öğretilen toplum kodlarından biridir. Fakat Bacıyan-ı Rum‟un yaptığı pek çok
işi, din eksenli yaptıkları için, erkekleri de kapsıyordu. Yani kadın işi ve erkek işi
olmasından çok, iyi bir kul olmak için yapılan işlerin eşitliğinden söz etmek mümkün
olabilir. Ataerkinin böylelikle çok da gündemde olmadığı söylenebilir. “Velayetname”de anlatıldığına göre Hacı Bektaş Anadolu‟ya (Diyar-ı Rum) girdiği zaman
mana aleminden Anadolu erenlerine selam vermiş, bu selam ancak Fatma‟ya ma‟lum
olmuş ve Hacı Bektaş‟ın selamını erenler meclisine iletmiştir. Bu sırada Fatma Bacı
henüz genç kız imiş ve erenlere sofra düzmekle21 meşgul imiş. Bayram böylelikle
Fatma Bacı ile Hacı Bektaş arasındaki ilk iletişimi de vermektedir (1987: 25).22 Bu
Bu kişilerden en sık ismi duyulan Hacı Bektaş‟tır. Hacı Bektaş- ı Veli, tahminen 1228
Yılından itibaren şeyhi Kirmani‟nin Anadolu‟dan ayrıldığı 1232 yılına kadar bu dergahta yetişmiştir.
Daha sonra Fatma Bacı, Hacı Bektaş‟ın himayesinde hizmet ve hürmet görüştür (Bayram, 1987). Yine
aynı şekilde, erenler, dervişlerden bahsedilirken “kadın” olanlarına değil de daha çok erkek olanlarına
değinilmiştir. Bu gerçekten sadece erkekler bu mertebede olduğu için midir yoksa yine bir kadınların
görünmezliği mi söz konusudur- açıkça belirtilmemiştir. Saygı duyulan ve hürmet edilen bir olgu
şeklinde gösterişmiş bir erkeklik söz konusudur.
20
“Sofra düzmek” Alevi erkânın sık sık kullandığı bir ifadedir. Alevilikte de yine adet haline
geldiği üzere, erkekler sofrada iken kadınlar onlara hizmet etmek, “sofra düzmek” le meşgul olurlar.
Ayrıca Eyuboğlu sofra ile ilgili olarak Ahiler kısmında şunları ifade etmektedir: “Sofra töresi”
uygulanırdı. Bu töreye göre temiz olmak, yıkanmak, saygılı davranmak, yemek yenen yere
ayakkabıyla girmemek (…) gerekliydi (1997: 172).
21
Sofra, çeşitli yiyecekler koymak için gözleri bulunan, meşinden, bele sarılarak kullanılan araç
(Korkmaz, 2000: 478).
Hacı Bektaş da Fatma Bacı‟dan eserlerinde sıkça söz eder. Ayrıca Hacı Bektaş ve Fatma
Bacı‟dan bir menkıbede şöyle bahsedilir: “(…) Bir gün kalabalık bir topluluk geldi. Kadıncık
Hünkar‟a varıp , “Erenler, ekmek yapmak için un kalmadı, değirmene gönderdiğimiz buğday da
öğütülüp gelmedi” dedi. Hünkar, “komşudan silkin” dedi. Çuvallar silkildi, bir avuç kadar un çıktı.
Hünkar‟ın buyruğuyla o bir avuç unu tekneye koyup yoğurdular, üstünü de bir bezle örttüler, sonra da
huzuruna getirdiler. Hünkar, mübarek ellerini bezin üstüne koyup besmele çekti ve “Allah bereketler
versin, pişirin, ancak teknenin üstün deki bezi açmayın” dedi. Kadıncık köyün kızını, gelinini çağırdı,
saclar kuruldu, tam tamına kırk gün o teknenin hamurunu pişirdiler, güçleri bitti, aciz kaldılar.
22
35
tarz örneklerle de “erenler” ya da “dervişlerin” kullar arasında bir ayrım yapmadığı,
iki cinsi de eşit gördüğü sonucu çıkmaktadır.
b. Marie of Oignies
Fatma Bacı, kadınların oluşturduğu Bacıyan-ı Rum teşkilatında önemli bir
role sahipti, Marie de Beginler için öyleydi. Cemiyetin düzenlenmesinde, içindeki
düzenin sağlanmasında Marie liderlik yapıyordu.
iv.
Ortaçağ Örgütleri Feminist Örgütler Miydi?
“Eğer feministler kendileri kadın örgütlenmelerinin problemli ütopik yanını
değerlendirmiş olsalardı, Ortaçağ‟da da aynı idealizmin kanıtının var olup olmadığı
sorusu bu durumda sorulabilirdi. Elbette, ister rahibe ister yalnızlığı tercih etmiş
(anchorite) olsun, dindar kadınlar, sadece kadınlardan oluşan ve bazen de izole
edilmiş örgütlerde yaşarlardı fakat yine de en özerk olanlar bile rahiplerin denetimi
altında kaldı. Diğer Ortaçağ kadınları da direkt kiliseni denetimi altında
olmayan,“beginler” adı verilen dini gruplarda bir araya geldiler.
Beginler Cemiyeti dini bir hareketti bu yüzden dini kurumun bir parçası
olmasa da, bu cemiyetin üyelerine “dua edenler “ dendi. Hareket 13. yüzyılda ortaya
Kadıncık sonunda Hünkar‟a gelip, “Erenler Şahı artık gücümüz, kuvvetimiz kalmadı”, dedi. Hünkar,
“Tekneyi getirin” buyurdu, getirdiler, üstündeki örtüyü açtı, hamuru dört parçaya ayırdı ve “Bunlarla
bazlama yapın, pişirin, tükensin.” Dedi. Dediği gibi yaptılar, hamur tükendi”(Erdem; Yiğit, 2010:
35). Anlatılan bu “mucizevî” olay yine bir erkek gücünün- bu kez manevi de olsa yine güç unsurunun
anlatıldığı bir menkıbedir. Bir kadın oluşumundan bahsedilen “tarihi” bilgilerde erkek gücü yine ön
plana konulmuştur. Burada geçen kadın pratiği bir erkek emriyle gerçekleşmiştir. Kadıncık olarak
belirtilen ve diğer kadınlara karşı yönetici konumunda gösterilen kişi Fatma Bacı‟dır. Burada mühim
olan bir dervişin ya da sıradan bir erkeğin gücünün ortaya konması değil ama yine de bir erkten
bahsedilirken onun cinsiyetinin istisnasız aynı olmasıdır. Belki de bu yüzden Bacıyan tarihine
bakarken de rastlanan daha çok erkek “evliyalar”dır.
36
çıkmış ve Belçika‟ya, Almanya‟nın Rhineland Bölgesi‟ne ve Kuzey ve Güney
Fransa‟ya yayılmıştır” (Labarge, 1986: 115)
Dinin gücü, erkeklerin gücü ile birleşince ve dinin daha “kullanılır” ve
“üzerinde konuşulabilir” hale gelmesiyle, kadına yönelik bir bakıma bazı taraflarca
“kötülük” olarak kullanıldığı, sömüren bir kavram olduğu ya da o hale getirildiği
görülmektedir. İnsanlığın ihtiyacı olarak ortaya çıkan dinler, bu insanlığın çoğu
zaman yarısına ulaşabilmiş ve bazen kadınlar tarihten olduğu kadar dinden de
dışlanmıştır. Fatma Bacı ve Marie bu bağlamda tamamen farklı yerlerde
durmaktadırlar. Yani bu göstermektedir ki, din her zaman erkek sömürüsüyle paralel
gitmemiştir; Ortaçağ‟da (daha eski zamanlardan ve anaerkillikten bahsetmeksizin)
kadınların söz söyledikleri ve bir nevi nispeten daha eşit zamanların var olduğunu
ifade eder. İleride görüleceği üzere, Bacıyan-ı Rum‟un lideri olan Fatma Bacı da
Beginler‟in önderliğini üstlenmiş Marie de tarihin cinsiyetini değiştiren kadınlardan
ikisidir. Faaliyetlerinden ve yaşamlarından iki toplulukla bağlantı kurularak
bahsedilecek ve bu topluluklar içindeki rolleri ele alınacaktır.
37
4. Ortaçağ’da Anadolu’da Durum:
i. Bizans Dönemi:
Böylece ister Müslüman, ister Hindu ya da
Konfüçyüsçü toplulukların üyeleri olsunlar,
genç gelinler genellikle kocalarının hanesine
atasoyunda kendilerine ancak erkek çocuk
doğurarak
bir
yer
edinebilecek
mülksüzleştirilmiş bireyler olarak girerler
(Kandiyoti, 2011: 134).
“İslamiyet‟in VII. yüzyıl başlarında Arap yarımadasında doğuşuyla başlayıp,
1453 yılında Osmanlılar tarafından fethi ve Bizans İmparatorluğu‟nun yıkılmasına
kadar, Müslümanlarla Bizanslılar arasında devlet veya toplum düzeyinde gerçekleşen
çok yönlü münasebetler, İslam- Bizans ilişkileri adıyla formüle edilebilir” (Avcı,
2003: 149).
13. yüzyılda çeşitli sebeplerle Orta Anadolu‟ya göçerek Bizans
hizmetine girmiş Türkler olduğu gibi, Bizans İmparatorluğu‟nun Balkanlar‟dan
getirip hudutlara yerleştirmiş olduğu Hristiyan veya putperest Türkler de yok değildi
(Köprülü, 1981: 93). Burada bahsi geçen Bizanslıların getirdiği Hristiyan, putperest
Türkler‟in yerleştirildiği hudutlar, Ahiler‟in de yerleştiği uç bölgeler23 denilen yerler
olması olasıdır. O yüzden Ahiler‟în yaşadığı bölgelerde Müslüman ve Hristiyanların
bir arada yaşadığı söylenebilir. Böylece birbirlerinden dini, manevi pek çok açıdan
etkilenmiş olmaları mümkündür.
“Türk sahasında, Müslüman Türk sahasında,
Müslüman Türk köylerinden başka Hristiyan köyleri mevcut olduğu gibi, şehir halkı
da İslam ve Hristiyan karışıktı. Aynı suretle, Bizans topraklarında da, oralarda
yerleşmiş Müslüman Türkler‟e tesadüf olunuyordu” (Köprülü,1981: 137). İki din
Pek çok yerde bahsi geçen uç bölgelerden Köprülü de bahsetmiştir. Ahiler yalnızca şehirlerde
değil, köylerde ve uçlarda da mevcuttu (1981: 119). Ayrıca aynı eserde Köprülü uçlarda yalnızca
göçebe Türklerin bulunmadığını, pek çok aşiretin köyü olduğunu da belirtmektedir.
23
38
mensubu insanların bir arada yaşaması ve Ahilerin de burada bahsi geçmesi,
kadınların durumunu sormaya iten bir meseledir. Zira burada kadınlara dair bilgi
yoktur. Bacıyan-ı Rum‟a mensup Hristiyan kadınların da olmuş olabileceği
düşünülebilir.
Bir diğer husus ise Bizanslıların halka uyguladığı ağır vergilerden dolayı,
halkın Türk beyliklerinin idaresine girmeyi tercih etmeleriydi(Köprülü, 1981: 137).
Yukarıda Avcı‟nın tanımladığı bu ilişki (İslam- Bizans ilişkisi) süresince
ortaya çıkan önemli bir kavram dikkat çekmektedir. İkonoklazma adı verilen bu
kavram dini resimlerin kutsallığına ve onlara ibadete karşı çıkan bir hareketmücadeleydi (Avcı, 2003: 151). Pek çok insan için resimler bir kutsallık ifade
ederken diğerleri içinse mücadele edilmesi gereken bir durumdu.
İkonoklazma hareketinin Bizans içinde ortaya çıkmış bağımsız bir olgu
olduğunu kabul edenlere karşılık, bu harekette dış etkilere ağırlık veren görüşler de
bulunmaktadır. İkonoklazma mücadelesine etki veya kaynaklık eden harici
faktörlerden birisi de İslam‟dır (Avcı, 2003: 163). Benzer şekilde Avcı, Judith
Herrin‟in,
Bizans‟taki
ikonoklazma
hareketini
Bizanslıların
Müslümanlar
karşısındaki yenilgileriyle ilişkilendirmekte olduğuna yer vermektedir (2003:175).
İslam dünyası ile Batı dünyası yalnızca birbirlerine sıkı sıkıya bağlı
değillerdir; aynı zamanda giderek birbirlerine çok daha fazla bağımlı hale
gelmektedirler (Robinson, 2005: 24). Robinson‟un belirttiği bu yakınlık çoğu zaman
görmezden gelinmiş, batı ve doğu dünyası birbirinden uzaklaştırılmak, tarihte olaylar
çok bağımsızmış gibi gösterilmek istenmiştir. Fakat burada üzerinde durulan
39
farklılıkların yanı sıra benzerliklerdir. Edmund Burke III, tarihin bu karşılaştırmacı
anlayışı üzerine şöyle bir not düşmektedir:
“Bundan yirmi yıl önce dünya tarihi yazımında
önemli bir şey gerçekleşiyordu. Medeniyet çalışmaları
paradigmasında kökleşmiş bulunan akademik bir gelenek
hem içeriden, hem de dışarıdan meydan okumalarla
karşılaştı. Yeni bir küresel bağımlılık anlayışının yanı sıra,
Batıyı insanlığın kalanının üzerinde imtiyazlı bir konuma
yerleştirmiş olan ahlaki olağandışılık anlayışının da
çöküşünün bir neticesi olarak tarihçiler ilgi alanlarını
genişlettiler. Bunun bir sonucu olarak, karşılaştırmalı tarih
Amerikan tarih yazımı üzerinde dahi giderek artan bir
etkiye sahip oldu. Bundan böyle ne Eski Güneydeki
kölecilik tarihi, ne de “Yeniden Yapılanma” tarihi artık asla
eskisi gibi olmayacaktır.”24
Burada Burke‟nin vurgulamaya çalıştığı, tarih yazımı farklılaştıkça ve
karşılaştırmalı tarih anlayışı diğer yöntemlerin yanı sıra farklı bir yöntem olarak daha
sık kullanılmaya başlandıkça; tarih artık farklı yorumlara yer verebilecektir. Bunun
en belirgin örneklerinden biri de kadının tarihi yazımıdır. Tarihi yeniden, kadın tarihi
odaklı yazmak demek de aslında tarihin kadınlar açısından eskisi gibi olmayacağını
gösterir.
Yine aynı şekilde Avcı Müslüman Araplarla Hristiyan Bizanslılar arasında
dini nitelikli yazılı veya sözlü tartışmalar gerçekleşmiş olduğunu, tarafların dini
açıdan birbirleri hakkındaki görüşlerinin kaynaklara yansımış olduğunu belirtmiştir
(Avcı, 2003: 261).
Dini farklılıkların tahammülünden bahsedilecek olursa, her ne kadar değişik
coğrafyalardan pek çok halk etkileşim ve iyi ilişkiler içinde bulunmuş olsa da
savaşların yanı sıra aynı zamanda hoşgörünün olmadığı zamanlar da çok olmuştur.
Edmund Burke III, Marshall G.D. Hodgson‟un “Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek” adlı
kitabında yazmaktadır (2001: 9).
24
40
Müslümanlar İncil‟in aslında Allah‟tan gelen kutsal bir kitap olduğunu, ancak daha
sonra tahrif edildiğini düşünürken, Hristiyanlar Kuran‟ın da İncil gibi vahiy kaynaklı
olmadığını ve Hz. Muhammed‟in sözlerinden oluştuğunu ifade etmişlerdir (Avcı,
2003: 261).
Orta Bizans dönemi boyunca, kadınlar özel olduğu kadar kamusal ve
belirleyici roller oynadılar (Connor, 2004: 162). Kadınların yaşadığı tarihi
benzerlikler de birbirleriyle karşılaştırılarak bir sonuca varılmaya, tarih boyunca
aralarında etkileşim, benzerlik ya da farklılıklar varsa bunların üzerinde durmayı
amaçlamaktadır. Kamusal alanda bulunan kadınların -Müslüman ya da Hristiyan
olsun- öncelikle dini amaçlı bulunduğu akla gelen ilk kamuda varoluş şeklidir
denebilir.
Bizans döneminde kadınlar için, manastırların varlığından söz edilebilse bile,
bu manastır hayatına dair çok bilgi edinilemez. (…) Yine de bir rahibe manastırı
kurulduğunda, normal olarak diğerleri için de imkanlar yaratıyordu (Herrin, 2006:5).
Manastırların kadınları birleştirici yanından hemen her dönemde bahsetmek
mümkündür. Benzer şekilde Bizans döneminde, Hristiyan kadınlar böylelikle bir
yerde birleşebilmişlerdir. Herrin sözlerine şunları da eklemektedir: “Yaşlı ve genç
kadınlar katılabilip kendilerini dini bir hayata adamış olanlardan beklenecek rutinleri
sürdürebilirlerdi. Bizans toplumunda bu kurumların izini sürmede karşılaşılan
durum, isimleri bilinmeyen ve fakir kadınların varlığını görünür kılar. İsimleri
bilinmeyen bu rahibeler okur-yazar olsun olmasınlar, manastırda resmi görevlere
sahiplerdi- kiliseyi süpürmek, yanmış mumları kaldırmak ve kapılara bekçilik
yapmak gibi” (2006:5).
41
Her ne kadar kadınların kamusal alanda olduğu ve ön plana çıktığı
vakitlerden ve kilisedeki görevlerinden, yaptıkları işlerden bahsedilse de, Bizans
döneminin Hristiyan kadınlar için vurucu bir tarafı ikonoklazma hareketidir.
Kadınların bir nevi yaşam pratikleri haline gelen ikonların yok olması, onlar
açısından büyük bir kayıp niteliğindeydi. Kadınların artan dini rollerini ele alan
çalışmasında Judith Herrin, kadınların kilisede sessiz kalması gerektiğini öngören
kuralları sorgulamıştır. Eğer kilisedeki aktif rollerinden uzaklaştırılıp sessizliğe ve
pasifliğe zorlanırsa kadınlar, yine de özel alanda kendi kullanımları açısından
ikonalara dönebilirlerdi (Connor, 2004: 162).25
İkonoklazmanın, kadınlar için bir kayıp olması kaynaklarda belirtilen bir
durum değildir, yani kadınlar açısından bunun bir olumsuzluk olduğu belirtilmediği
gibi kadınların bundan sonra ne yaptıklarına da bir de bilgi yoktur. Fakat böyle olma
ihtimali vardır. Trimingham,26 gizemciliğin, kadınların dinde kendilerine ait bir yer
edinebildikleri tek yer olduğunu ifade etmiştir. İkonoklazma da bir çeşit gizemcilik
olarak düşünülürse ve kadınların artık figürlerle ilişkilerini yitirmiş olmaları onlar
açısından gizemcilik tarafından bakıldığında olumsuz bir sonuç doğurmuştur gibi bir
tahminde bulunmak mümkündür.
Hristiyan kadınlara benzer şekilde, Müslüman kadınlar da dini görevlerde
bulunmuş, zaman zaman misyonerlik görevlerini üstlenmişlerdir. Selçuklularla
Bizanslılar arasında en büyük ayrılık kadınların yönetime katılması konusunda ortaya
Ayrıca Herrin benzer ifadelere yer vermektedir: “Evlerinde, ikonalarla ilgilenirken kadınlar
sıkıntılarını unuturlar ve kişisel olarak ilişki içinde bulundukları figüre dua eder ve şükranlarını
sunarlardı (1989: 309).
25
26
Gavin R.G. Hambly, Women in The Medieval Islamic World adlı kitabında belirtir (1998: 7).
42
çıkar (Eyuboğlu, 1980). Selçuklular döneminde kadınların yönetime katılması daha
sık olmuştur ve kadınların konumu daha sonra nispeten güçlenmiştir.
ii.
Selçuklular Dönemi
Bacıyan-ı Rum‟un yaşadığı dönem, Selçuklular dönemindedir. Selçuklular
dönemi siyasi olaylar kadar, fikri ve kültürel hareketler bakımından da sonraki
dönemlere etkileri olan önemli bir devredir. O dönemde meydana gelen müesseseler
ve anlayışlar daha sonraki gelişmelerin temelini oluşturmuştur (Ocak, 2002: 112).
Selçuklular döneminde erkek egemenliği bir nebze kırılıp kadınların da söz sahibi
olduğunun bir örneği de Bacıyan- ı Rum‟dur. Bacıyan-ı Rum bu anlamda erkek ve
kadının benzer işler yapmaları ve dinle olan ilişkileri, ileride bahsedilecek olan sema
meclislerindeki durumları göz önünde bulundurulduğunda eşit konumda olduğunun
bir göstergesidir.
Selçuklular, Türkiye tarihi ile İslam tarihinin kesiştiği veya birleştiği noktada
ortaya çıkmakla da büyük bir “ehemmiyeti haizdir” (Ocak, 2002: 31). Bu noktada
Selçuklular dönemi kadınlar açısından da bugünle karşılaştırmak adına çok şey
söyleyecektir. Fakat Selçuklar tam olarak nasıl konumlanmış, nereden gelmişlerdir
gibi soruların cevapları net değildir. Ocak, Selçukluların kökenlerine dair farklı
görüşler olduğunu savunur, bu yüzden de bu konuda tam bir bilgi olmadığını
belirterek, Oğuzların27 bir kolu olduğunun muhtemel olduğunu ifade eder (2002: 31).
“Oğuzlar, Türklerden oluşan büyük bir grup olup, Hristiyanlardır” (Ahmet Ocak, elKazvini‟den alıntılamıştır. Ayrıca Köprülü‟nün bir eserinden yaptığı alıntıda şu sözlere yer
vermektedir:”Selçukluların İslamiyeti kabul etmezden evvel hangi dine mutekid oldukları meselesi
ancak farazi bir surette hallolunabilir. Türk boyları arasında şamanlığın yanında Hristiyanlığın bir
şeklinin de mevkii olduğuna dair muhtelif karineler mevcuttur(2002: 43).
27
43
“Selçuklular, uygarlık platformunun kültürüne yaptıkları genel katkılar açısından
önem taşırlar. (…) Özel olarak Selçuklu yönetiminde, genel olarak Selçukluların
ilişkili olduğu alanlarda tasavvufun gelişiminde zıplamalar meydana gelecek(…) bir
yanda tabiat bilimleri, tıp, matematik; diğer yanda felsefe, tasavvuf28; öte yanda
sınıfsız toplum davranışından kopmamış, kopamamış insanın içerisine girdiği aleme
tepkisini içeren sosyal ve inançsal muhalefetler, genel olarak Batınilik, Alevilik ve
Anadolu‟da biçimlenen Melamilik ve her türlü halk ürünü sürüp gidecektir”29
(Hassan, 2002: 351). Batınilik, Melamilik ve Alevilik geniş kapsamlı çalışılması
gereken kavramlardır o yüzden kısaca söylemek gerekir ki Selçuklular döneminde
halk arasında bu üç inanç da bulunuyordu ve tasavvuf konusunda yeni durumlar
gelişiyordu. Türk tarihinin önemli evrelerinden biri olan Selçuklular dönemi gerek
meydana getirilen siyasi oluşumla, gerekse bu dönemde şekillenen dini anlayışla
sonraki devirlere büyük oranda tesir etmiştir (Ocak, 2002: 47). Bu tarz dini ve
kültürel gelişmeler olurken, Bacıyan-ı Rum tam olarak nasıl bir ortamda gelişmişti?
Yine Hassan bu konuyu şöyle ifade eder: “ Selçuklu iskan politikası, tabiatıyla,
devletleşmenin
gereğini
yerine
getirir
ve
saltanatın
maddi
temellerini
güçlendirirken,(…) bu politikanın kandaş gelenekleri bir ölçüde diri tutması da
kaçınılmaz oluyordu.
30
Bu olay, doğrudan muhalefetlerle kaynaşarak sofi tarikatları
Gerek ilahi, gerekse beşeri dinlere bakıldığında hepsinin kendi inanç sistemlerine göre bir
mistik hayatının olduğu görülür. Her dinin olduğu gibi İslam dininin de bir mistik bir deruni yönü
vardır ki, bunun özel adı “Tasavvuftur”. Tasavvuf, İslami kaynaklardan hareketle dini prensiplerin
konu ile ilgili yönlerini inceleyen, derinleştiren, yaşayan, başkalarına da aktarma yollarını gösteren bir
faaliyettir (Ocak, 2002: 113).
28
Ocak (2002: 110), Selçuklu Devleti‟nin hakim olduğu coğrafyanın özelliği gereği çok dinli,
çok mezhepli bir yapıya sahip olduğunu belirtir.
29
Devletin sağladığı imkanlarla büyüyen ve gelişen Selçuklular, hem Oğuzların kandaş
töresinin yaşamasına ortam hazırlar, onların coğrafya bakımından yeni göçlerine önayak olur, hem de
30
44
ve Ahi örgütlerini oluşturmuştur”
(Hassan, 2002: 353) Aşıkpaşazade‟nin
sınıflandırmasına göre Anadolu‟da dört tayfa vardır. Bunlar; Anadolu Gazileri,
Anadolu Ahileri, Anadolu Abdalları ve Anadolu Bacıları‟dır. “Anadolu Bacıları”
diye tanımlanan grup kadın dervişler olmalıdır. Bu kadın dervişler için Aşıkpaşazade
“fakiran” yerine “Bacıyan-ı Rum” terimini kullanır (Bahadır, 2005: 142). Bu dört
gruptan ilk üçü birbiriyle çok farklılık göz etmemesi bakımından birlikte de ele
alınabilir ancak çalışmada ayrı ayrı ele alınacaktır.
a. Ahilik- Ahiyan-ı Rum:
Sofi tarikatları da dönemin dini olaylarının getirdiği bir sonuç olarak
düşünülebilir. Fakat Ahi örgütleriyle ilgili daha kapsamlı bilgi, Bacıyan-ı Rum‟un
oluştuğu ortamı da daha iyi anlatabilecektir. Yine aynı şekilde Ahi kelimesinin
kökenine bakıldığında anlamını,“kardeşim” manasına gelen “ahi” kelimesinden ya da
Türkçe‟de “cömert, yiğit, eli açık” gibi manalara gelen “akı” kavramından aldığı
tahmin edilmektedir. Terim olarak Ahilik, birbirini ve işini seven- sayan, fakiri
fukarayı gözeten, onlara yardım eden ve her türlü ihtiyacını karşılayan, çalışmayı
ibadet kabul eden ve ahlaki ilkelere bağlı bir şekilde esnaf ve sanatkarlık yapanların
bağlı olduğu teşkilat olarak tanımlanabilir. 13. Yüzyılda Selçuklular devrinde Moğol
istilasına maruz kalan Anadolu‟da kurulmuştur. (…) Ahi Evran tarafından kurulan
Ahi teşkilatının tüzükleri, tarih boyunca fütüvvet- name31 olarak anılır. (Erdem;
devlete muhalefet eden kandaşlığı batırma cihetine giderler, gitmek zorunda kalırlar (Hassan, 2004:
351).
Fütüvvet (Arapça): Dinî ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı. (www.tdk.gov.tr) / Anadolu'da 13.
yüzyıldan
bu
yana
görülen
örgütlenmiş
zanaatçılar
ve
esnaf
birlikleri
(http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C3%BCt%C3%BCvvet- BSTS / Tarih Terimleri Sözlüğü 1974.)
31
45
Yiğit, 2010: 27) Denebilir ki, bir saldırı sonucu Ahilik ortaya çıkmakta ve bazı alt
kollarıyla biçimlenmektedir. Bunun nedeni ekonomik de olabilir. Moğol istilasının
zararlarını karşılamak amacıyla kurulmuş bir erkek kardeşler birliği olarak da
yorumlanabilir. Fakat kaynaklar çoğunlukla Ahiliğin, bir zanaatkârlar birliği
olduğunu, birlikte iş yapan esnafların olduğu birim olarak tanımlamaktadırlar. Yani
bir tür erkek kardeşliğin hüküm sürdüğü bir kuruluş olarak da nitelendirilebilir. Hem
maddi,
hem
araştırmacının
manevi
Ahiliğin
anlamda
fütüvvet
birbirlerini
kurumunun
desteklemişlerdir.
içinden
Ocak,
geliştiği
birçok
düşüncesini
benimsediklerini söylemektedir. Aksine eğer fütüvvet Ahiliğin yapısal cephesiyle
değil ideolojik yanıyla ilgili olarak düşünülürse, bunun doğru olmayacağını, Ahiliğin
yapısal olarak da fütüvvet teşkilatıyla çok yakından ilgili olduğunu belirtmiştir
(Ocak, 1996: 182). Yani Ocak ve diğer birçok araştırmacı fütüvvetle Ahiliğin
birbirinden uzak oluşumlar olmadığını ifade etmişlerdir. Ahiliğin dışarıdan nasıl
yorumlandığını anlamak için Cahen‟in ifadelerine bakmak yerinde olacaktır.
“Selçuklu - Moğol otoritesinin çökmesi ve Türkmen beyliklerinin kentleri de
Arapça bir kelime olan “fütüvvet” “fatiya” fiilinden türemiştir ve genç olmak anlamına gelir
(Breebaart, 1961: 5). Anlamından da tahmin edilebileceği gibi bir İslamiyet vurgusu veya erkeklere
yönelik olduğu anlamı çıkmamaktadır; bu yüzden daha geniş anlamlı düşünülebilir.
Fütüvvet, korporatif bir gruplaşmaydı, halk tarafından kurulurdu ama mesleki değildi,
aralarında büyük dayanışma vardı, dini değil daha ziyade toplumsal amaçlarla hareket ederlerdi,
iktidarlara ve soylulara büyük bir şiddetle karşı geldikleri görülmüştü. Hükümetlerin zayıf oldukları
dönemde gerçek bir kolluk gücü olan bu kurum hükümetlerin güçlü olduğu dönemlerde, varlığını
yitirmeden arka planda kalırdı. (Cahen, 2000: 152) Ayrıca yine Cahen‟in belirttiği gibi Ahilerin de,
diğer fütüvvet örgütleri gibi, belirli bir dini aidiyeti yoktur. Bununla birlikte genelde kökenlerini Hz.
Ali‟ye dayandırırlar ve Halife en- Nasır ve ardılları örneğinde olduğu gibi, belli başlı grupların
yönetimini tercihen az çok Şii, Ali soyundan ailelere vermişlerdir (2000: 157).
Bütün fütüvvet ehli, Ali‟yi baş sayar ve ahi denen fütüvvet şeyhlerinin silsileleri, mutlaka
Ali‟ye ulaştırılır. (Gölpınarlı, 1969: 132)
Korkmaz da fütüvveti şöyle tanımlamıştır: Ahi teşkilatının önceli durumda olan ve Abbasi
halifesi Nasır Lidinillah (566- 575) zamanında kurulan, Selçukluların ilk dönemlerinde de etkinlik
gösteren bir savaş ve esnaf örgütü. / Fütüvvet ehli ise Fütüvvet yolunu seçenler (2000: 469).
Fütüvvet kitaplarının yazarlarının yalnızca o günün fütüvvet gruplarını ele alıp geçmiştekilere hiç
gönderme yapmamalarından dolayı çok az tarihsel değere sahiptiler. Fakat yine de, ulaşılabilir olan
fütüvvet namelerden 13. Yüzyıldan itibaren fikirlerinin ve pratiklerinin genel çizgisini çizebiliyoruz.
46
kapsayacak şekilde güçlenmesiyle birlikte, ayakta kalan iki gücün yani Türkmen
beyleri ile ahi reislerinin arasında bir yakınlaşma doğdu. İbn Batuta, geçtiği hemen
her yerde ahilerin gücünün resmen kabul edildiğini ve itibarlarının yüksek olduğunu
görmüştü. Aynı yazar, bir beyin oturmadığı kentlerde (Ankara gibi), ahilerin reisinin
kentin de efendisi olduğunu söyler” (Cahen, 2000: 315). Ahilerin gücü böylelikle
batılı yazarlar tarafından da kaydedilmişti. Bu gücün kenti güçlendirmek, birlik
olmak adına kullanıldığı belirtilmektedir.
Ahilik teşkilatına Ahiyan-ı Rum da deniliyordu ve bunun dışında diğer
teşkilatlar da Gaziyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum‟du.
b. Gaziyan- ı Rum:
Tarikat ehli derviş ve gazilerden oluşan bir teşkilattır. Anadolu‟ya şehitlik
ideali ve kimi zaman da geçinme yolu olarak tercih edip ganimet karşılığı savaşmak
için, Horasan32 ve Maveraünnehir‟den33 gelmişlerdi. Gaziler sadece savaş
meydanında değil, köylerde ve kentlerde de İslam‟ı yaymaya çalışan birer dervişti.
Gaziyan-ı Rum, 13. Ve 14. Yüzyılda uç bölgelerdeki Türkmen beylikler içerisinde
faaliyet göstermiştir (Erdem; Yiğit, 2010: 26). Bu topluluk da erkeklerin bir arada
olduğu, savaş odaklı bir örgüttür. Örgüttekiler farklı yerlerden gelip, bu örgütü
kurarak dini ve ekonomik bir amaç gütmüşlerdir.
32
Erzurum İlçesi.
Maveraünnehir, Türkçe'de "Nehrin Ötesi" (Çay Ardı) anlamına gelen sözcük, Orta Asya'da,
Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Siri Derya) nehirleri arasında kalan tarihi bölgenin adıdır. Atalay,
Besim (2006). Divanü Lügati't - Türk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ISBN 975-16-0405-2,
Cilt III, sayfa 149, 150
33
47
c. Abdalan-ı 34Rum:
Türkmen aşiretler arasında yer alan dervişlerin35 kurduğu teşkilatlardan biri
de Abdalan-ı Rum‟dur. Türkmenlerle ilişkisi bakımından, Cahen bunun tam tersini
belirtmiştir: Ahiler ilke olarak, bütün kentliler gibi, Türkmenlere düşmandı (2000:
313). Her ne kadar zıt görüşler gibi görünse de bu oluşumun Ahilerle Türkmenlerin
yakınlaşmasından sonra doğduğu söylenebilir.
Sade bir yaşam sürdürmek ve insanlığa faydalı işler yapabilmek için bir araya
gelen Abdal, baba gibi lakaplar taşıyan dervişlere Horasan Erenleri36 de denmektedir
(Erdem; Yiğit, 2010: 28). Benzer şekilde bu teşkilattakiler de yine çevrelerindeki
insanlar için çalışmayı seçmişler ve muhtemelen onlar da İslam‟la ilgili yayma
çalışmaları üstlenmişlerdir.
Ahiyan-ı Rum‟un kurucusu olan Ahi Evran, bu bakımdan pek çok faaliyette
bulunmuştur. Ahi Evran, çevresinde tanınan ve saygı duyulan bir kişiydi. Bazı
kaynaklarda Evran, diğerlerinde ise Evren olarak geçmektedir. “Ahi Evran, ahlak
ilkelerine dayalı, sanayi ve sanat işine eğilen örgütün menkıbevi önderidir.
Kırşehir‟de yerleşen Ahi Baba; Horasan, Türkistan ve Harizm‟den gelen Türk
sanatkarları Ahilik içerisinde örgütlenmişlerdir (Hassan, 2002: 354). Elbette o devrin
ahlak ilkelerini burada sorgulanmayacak, ya da iyilik gibi öznel bir kavram üzerinde
Abdal (Arapça): Eskiden kimi gezgin dervişlere verilen ad. (Türkçe Sözlük- Genişletilmiş 7.
Baskı (1983); TDK Yayınları s.1) (Ed. Mustafa Canpolat)
Ayrıca Esat Korkmaz (2000: 465) şu tanımlamaları önerir: 1- Kendini Tanrı yoluna adayarak dünya
işleriyle ilgisini kesen kimse; Tanrı eri 2- Dünyanın manevi düzenine yön vermeleri için Tanrı
tarafından gönderildiğine inanılan, alemler arasında dolaşabilen, konum ve durum değiştirebilen
kimse.
34
Derviş (Farsça): Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse. (Türkçe SözlükGenişletilmiş 7. Baskı (1983); TDK Yayınları s.293)
35
Horasan Erenleri, Horasan‟dan yetişip gelen ve Anadolu insanına manevi rehberlik eden
dervişler (Korkmaz, 200: 471).
36
48
durulmayacaktır fakat özetle Ahi Evran‟ın bir önder olduğu ve etrafındaki kişilerce
sevildiği söylenebilir. Ahi Evran‟ın ünü o kadar büyüktür ki, daha sonraki birkaç
yüzyıl boyunca, onun soyunda geldiklerini iddia edenler, ahiler üzerinde denetim
kurabilmişlerdir. Pek çok diğer örnekte de görüldüğü gibi tarihi bir kişilik olmasına
karşılık, Ahi Evran hakkında pek çok efsane de çıkarılmıştır. Söylenebilecek tek şey,
evliya olduğu kabul edilen bu kişinin Kırşehir‟de yaşadığı ve 1300 yıllarında bu
kentte öldüğüdür (Cahen, 2000: 314).37 He ne kadar Ahi Evran çoğu kez, Ahiliğin
kurucusu olarak kaynaklara geçmişse de Ahmet Ocak, Ahi Evran‟ı Ahiliğin kurucusu
olarak nitelendirenleri büyük ölçüde reddetmiştir. Ahi Evran‟ın daha çok 13. Yüzyıl
Anadolu‟sunda, debbağların reisi olarak Anadolu Ahiliği‟ni belki yeniden sağlam bir
teşkilata kavuşturan bir şahsiyet olarak kabul etmek bizce vakıaya daha uygun
düşecektir, diyerek farklı bir yorum getirmiştir (1996: 184).
En bilineni Ahiyan-ı Rum olan bu üç erkek teşkilatının yanı sıra bir de daha
az bahsedilen ve daha az bilinen bir teşkilat da kadınların kurmuş olduğu teşkilattır.
Cahen, Ahi Evran‟ın Kırşehir‟de yaşadığını kaydetse de Ahiyan‟ı Rum‟un Kayseri‟de
kurulduğu diğer pek çok kaynaklarda belirtilmiştir.
37
49
d. Bacıyan-ı Rum Hakkında Farklı GörüĢler
Bacıyan-ı Rum, Mikail Bayram‟a göre Ahiliğin bir kolu olarak gelişmişken;
Necati Gültepe tam aksini iddia etmektedir. Ona göre, Bacıyan-ı Rum tamamıyla
özgün ve Ahilikten bağımsız olarak, onun bir kolu olmayarak oluşmuştur. Ayrıca
Bacıyan-ı Rum bazı yazarlar tarafından kabul edilse de bazı oryantalist ve diğer
yazarlar tarafından Bacıyan‟ın bir yanlış anlamdan ibaret olduğu düşünülmektedir.38
Bayram bir tarih kongresinde şunları ifade eder: “Bacılar39 Teşkilatı‟nın mahiyetine
ve faaliyetlerine dair en fazla ve ilgi çekici bilgiyi “Menakıb-i Evhadu‟d Din-i
Kirmani” de bulduğumuzu da burada belirtelim. Durum öyle gösteriyor ki Anadolu
Selçukluları zamanında bu hanımlar arası teşkilat “Fakiregan” diye de anılıyordu.
Fakat bu teşkilata mensup olan genç kız kadınlar birbirlerine “Bacı” diye hitap
ettikleri için bu kadın ve kızların meydana getirdikleri teşkilata daha yaygın olarak
“Bacıyan” dendiği anlaşılmaktadır. Şimdilik bu tabiri ilk kullanan da Aşıkpaşazade‟dir.” (1986: 972). Aşıkpaşazade‟den, Köprülü şöyle bahseder: “İlk Osmanlı
annalistlerinden Aşıkpaşazade‟nin, yalnız eserin bir yerinde, Anadolu‟da büyük ve
13. yüzyılda Anadolu‟da bulunan dört zümreden biri olan bu kadın örgütü, Aşık Paşazade
Tarihi‟nin yayımlanmasından sonra, dönemin oryantalistlerinin dikkatini çekmiş ve bu konuda farklı
görüşler ortaya çıkmıştır. Alman oryantalist Franz Taeschner‟a göre Bacıyan-ı Rum ifadesi, Aşık
Paşazade‟nin yanlış anlaması ve ya da eserin çoğaltılması sırasında yapılan bir hata sonucu ortaya
çıkmıştır (Erdem; Yiğit, 2010: 3).
“Bütün bu mülahazalar olmasa bile, bu metinde bu ismi takib eden cümle, bunun bir kadınlar
teşkilatı olduğunu kat‟iye le göstermekte, hatta Bektaşılar‟ın piri Hacı Bektaş Veli‟nin bunlarla
münasebetini anlatmaktadır. Bektaşı an‟anesinde, tarikattan olan kadınlara umumiyetle bacı lakabının
verilmesi de bununla alakalı olsa gerektir. (Köprülü, 1984: 94) Köprülü, bu sözleriyle Bacıyan-ı Rum
adında bir teşkilat olmadığını ve bunun bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu belirtenlere karşı
Aşıkpaşazade‟nin bahsini ettiği bu teşkilatın o devir ve mekan düşünüldüğünde mantıksız gelmediğini
aksine Bacıyan bir yanlış anlaşılma diye öne sürülen ve onun yerine tahminler yürütülen olası
örgütlerin mantıklı görünmediğini eserinde belirtir.
38
Türkistan‟da maruf olan lonca teşkilatının, Önasya fütüvvet teşkilatlarıyla teması neticesinde
Anadolu‟da almış olduğu mütekamil şekil demek olan Ahilik, Osmanlı beylerini de içine almıştı.
Seyyah İbn Batuta‟nın Tebriz‟de, Kayseri‟de, Kırım‟da ve saray‟da görüp hayranlıkla anlattığı Türk
kadını, onun cemiyetteki açık ve saygılı mevkii de bu dervişlerce pek tabii bir hal telakki edilmiştir.
(…) İlk Osmanlı devrindeki Türk dervişleri arasında da kadın Bacılar bulunmuştur (Togan, 1981:
380).
39
50
müstakil teşkilatlar şeklinde mevcudiyetlerinden bahsettiği dört teşkilat vardır ki,
yalnız, uç beyliklerinin değil, hatta umumiyetle Anadolu‟nun siyasi ve ictimai
tarihini anlamak için, bunlar hakkında doğru bir fikir edinmek zaruridir(1984: 83)
(Ayrıca bknz: Ek2).
e. Bacıyan-ı Rum:
Bacıyan- ı Rum, kadınların oluşturduğu bir teşkilattır ve Ahiyan-ı Rum‟un
kadın kollarıdır. Liderliğini Ahi Evran‟ın eşi Fatma Bacı yapmıştır. Önceleri,
Kayseri‟de Ahi Evran tarafından kurulan sanayi sitesinde işlenen derilerin artık
yünlerini değerlendirmek için bir araya gelen kadınlar, Ahilerle birlikte eğitim
görmüş ve birçok alanda faaliyet göstermiştir. Bir uğraş kurumu olan Ahilik‟te
eğitim- öğretim yaşanan gerçeklere dayalı bir içeriktedir. Bütün öğretilenler,
yaşamda uygulanabilecek niteliktedir, belli bir amaca yöneliktir. Bu eğitimin üç ayrı
dalı vardır: Bilgi edinmek için uygulanan eğitim. Bir uğraş alanında yetişmek için
sürdürülen eğitim. Savaş gereksinimlerini karşılayacak nitelikte eğitim. (Eyuboğlu,
1997: 171) Ahilikteki bu eğitim kapsamı, Bacılar‟da da benzer şekildedir. Aynı
zamanda Bacılar‟ın savaşçılıklarından da bahsedilerek bu eğitimi almış oldukları,
erkeklerle eşit şartlarda eğitim gördükleri anlaşılmaktadır. Özellikle Türkmen
kadınların kurmuş olduğu Bacı Teşkilatı‟nın o günkü toplumda kadınlar arasındaki
sosyal, ekonomik, kültürel hatta askeri ve siyasi faaliyetleri bugüne kadar
araştırılamamıştır (Bayram, 1987: 7). Bayram‟ın belirttiğine göre Bacıyan‟ın çıkış
noktası yalnızca kültürel olmayıp, pek çok yönden bir gereklilik üzerine doğmuştur.
51
“Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Bacıları) Teşkilatı, kökleri çok eskilere “Turanlı40
savaşçı kadınlara- Amazonlara” dayanan tamamen özgün bir kuruluştur (Gültepe,
2008: 341). Gültepe, burada Bayram‟la tamamen farklı bir görüş içerisindedir. Fakat
her ikisi görüş de göz önünde bulundurulursa elbette özgün olması önemlidir fakat
daha önemlisi, böyle bir teşkilatının Selçuklular zamanında var olmuş olmasıdır.
Benzer bir görüş de Bayram‟ı destekler. “Bacıyan-ı Rum,13. yüzyılda
Anadolu‟da kurulan bir kadın teşkilatıdır. 1176 yılında Miryakefelon savaşı sonunda,
Bizanslılar, Türklere karşı savunmaya geçmiştir. Bu yıllarda Bacıyan- ı Rum teşkilatı
Ahilerin desteğiyle Kayseri‟de kurulmaya başlamıştır. (…) Moğolların Kayseri‟yi
yakıp yıkmaları Ahi ve Bacı teşkilatının dağılmasına, mensuplarının da batı ve güney
uçlara kaçmasına sebep olmuştur. Moğol istilası sonrası Anadolu‟nun dört bir yanına
dağılan teşkilat mensubu kadınlar ve Ahiler gittikleri uç bölgelerde faaliyetlerine
devam etmiştir” (Erdem; Yiğit, 2010: 24).
Devrin siyasi olayları Ahi ve Bacıların şehrin uç bölgelerine, daha uzak
yerlerine gitmelerine sebep olmuştur ama dağılma söz konusu olmamıştır. Aynı
şekilde Bacıların faaliyetleri devam etmiştir.
Moğol saldırıları, savaşlar ve dönemin karmaşası, cinsiyet konusunda ayrım
yapmıyordu ve kadınlar da kendilerine savaştan düşen payı aynı şekilde alıyorlardı.
Bacıyan-ı Rum teşkilatındaki kadınlar da örgütün devam etmesi için mücadele
etmiştir. Peki faaliyetleri neydi Bacıyan-ı Rum‟un? Hangi alanlarda nasıl faaliyet
göstermişlerdi?
İslami kaynaklarda Turan kavramı genellikle Orta Asya Türkleriyle özdeşleştirilmiştir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Turan#.C4.B0slam_K.C3.BClt.C3.BCr.C3.BCnde_Turan- son erişim: 1-211 19.48)
Türkçüler kendi dünyalarındaki bütün Türklerin muhayyel bir Turan ülkesinde toplanmasını
ihtiva eden bir sistem düşünürler. Türkçülerin bu düşüncelerinin politikadaki yansıması ise Turancılık
ismini alır. (…) “Turan kelimesi, Turlar yani Türkler demek olduğu için münhasıran Türkleri ihtiva
eden bir isimdir” (Gültepe, 1999: 56/ 57).
40
52
Faaliyetlerine geçmeden evvel, bir özet yapmak gerekirse, Bizans dönemi,
Selçuklular‟a göre biraz daha baskı içermektedir. Kadınlar bakımından baskı unsuru
olan bir yönü ise, özellikle Hristiyan kadınlar için, İkonoklazma hareketidir.
Selçukluklar döneminde ise kadınların biraz daha ön plana çıktığı görülmektedir ve
kadın manastırlarından, cemiyetlerinden ve kadınların buralardaki etkinliklerinden ve
bir nevi kendi ayakları üzerinde durabilmelerinden söz edilmektedir. Hristiyan
kadınlar için manastırlardan bahsedilirken, 13. Yüzyılda Selçuklular döneminde
tasavvufun etkisi Ahiler ve Bacılar arasında yoğun olarak görülmekte ve
yaşamlarında da tasavvufun izleri, günlük hayattaki pratiklerinin tasavvufun bir
yansıması olarak görülmektedir.
5. Bacıyan- ı Rum’un Faaliyetleri:41
Bacıyan- ı Rum‟un faaliyetleri beş başlık altında toplanılır:
i- Dokumacılık:
Anadolu Selçukluları
döneminde örgücülük, dokumacılık gibi
el
sanatlarının birçok çeşidi mevcuttu. Bacı Teşkilatının görünürdeki kurulma sebebi,
kimi sahalarda el sanatlarına duyulan gereksinim ve bu sanatların devamlılığını
sağlamak olarak ifade edilebilir. Bu yönüyle bakıldığında, en sade tarifiyle Bacıyan-ı
Rum, el sanatlarıyla uğraşan kadınların bir araya gelerek kurdukları kadın sanatkârlar
teşkilatı olarak nitelendirilebilir (Erdem; Yiğit, 2010:
38). Bacıyan‟ın kurulma
sebebi çok çeşitli olabildiği gibi, en somut olan neden el sanatlarında çalışmaları
gerekliliği olmuştur. El sanatları, daha çok kadınların uğraş alanı, kadınlık
41
Bu faaliyetlerin sınıflandırılması Erdem ve Yiğit‟ten alıntılanmıştır (2010).
53
kültürünün bir kolu olarak görüldüğünden bu işlerden daha çok kadınlar sorumlu
tutulmuştur. Kadınlık kültürü feminizmin de uğraştığı alanlardan birisidir. Bu açıdan
bakıldığında cemiyet içinde kadınlar arasında birlikte iş yapmak, kız kardeşliği de
beraberinde getirmiştir demek mümkündür. Kadınlık kültüründen kasıt, modern
zamanda eril düzenin küçümseyerek baktığı, “kadın işi” diye adlandırıp önemsiz
bulduğu; fakat aksine bu işlerin bir kültürün bir parçası olduğu, önemli olduğunu
vurgulamaktır. Kadınlar bir arada iken özel alandaki hayatlarını Bacıyan-ı Rum‟un
diğer üyeleriyle paylaşabilirlerdi ve böylece bir dayanışmanın oluşması da
mümkündü.42
Elde olan bilgiler ışığında oyacılık, çadırcılık, oya ve dantel, nakış, türlü
kumaş imalatı Bacıyan-ı Rum‟un ilgilendiği sanat dalları olarak sıralanabilmektedir.
Bütün bu sanat kolları Türkmen kadınlarının meşgul oldukları iş sahası olmuş ve
asırlarca nesilden nesile nakledilmiştir (Erdem; Yiğit, 2010: 38). Bacılar ilk olarak
Kayseri‟de Külah- duzlar Mahallesi‟nde oturan Fatma Bacı‟yla birlikte, dericilerin
işledikleri derilerden çıkan yünleri değerlendirmek için bir araya gelmiştir.43 Bu
yünleri halı kilim dokumanın yanında giysi üretiminde de kullanmışlardı. Osmanlı
Devleti‟nin kuruluş dönemindeki ilk piyade üniforması, Bacıların ürettiği Ahi
üniformasıdır. Yeniçerilerin kullandığı “bükme elif44 tac” adı verilen akbörkleri de
Burada, özel alan ile kasıt, üyelerin eşleriyle ve belki diğer aile bireyleriyle birlikte cemiyet
dışında sürdürdükleri yaşamdır.
42
Kaynaklarda, Debbağlar ya da Dabbağlar (deri temizleyenler) olarak da geçmektedir
(Gölpınarlı, 1969: 134).
43
Akbörk veya elif tacı ile ilgili çok bilgiye rastlanmasa da Gölpınarlı, şu ifadeleri
kullanmaktadır: Tasavvuf ehlindeki hırka, bilhassa Mevlevilerdeki, tennure giyildikten sonra bele
kuşatılan “elifi nemed” yani yünden yapılmış, Arap alfabesindeki “elif” e benzeyen kuşak,
Bektaşilerde, “elin tek, dilin pek, belin berk tut” öğüdüyle bele kuşatılırdı (1969: 133). Bu kuşakların
da Bacılar tarafından yapılmış olmaları ihtimali vardır denilebilir.
44
54
yine bacıların ürettiği bilinmektedir. Daha önce de kaydedildiği gibi, Ahilerle birlikte
eğitim gören kadınlar deri işleriyle de uğraşıyorlardı. Teşkilattaki kadınlar sadece el
sanatlarıyla değil aynı zamanda kimi kıyafetlerin üretiminde de rol almışlardır.
Resmi tarih, savaşları ve savaşın kahramanı er- leri el alırken yalnızca “onlar” ın
zaferlerinden bahsederken, aktrislerden bahsedilmez. Eylemlerinden bahsedilmediği
gibi “arka planda oluşlarından” da bahsedilmez. Bacıyan-ı Rum‟dan bu şekilde - en
azından askerlerin giydikleri kıyafetleri kimlerin diktiğinden- bahsediliyor olması, en
azından bu bağlamda bir kadın ait sözler duymak ve kadınların görünüyor olması, hiç
var olmamış gibi bahsedilmemelerinden yeğdir.
ii. Misafir Ağırlaması:
Bacılar, Ahi tekke ve zaviyelerinde misafirlerin yemeği, temizliği ve
çamaşırları ile ilgilenir ve tüm bunları mükafatını Allah‟tan umarak yaparlardı
(Erdem; Yiğit, 2010: 40). Böylece kadınlar o zaman da şefkat dolu ve aslında özel
alanda “aile sevgisi” adına yapılan bütün o ev işlerinin, “annelik” rolünün benzeri bir
durumdur. Farkı ise bunun baba, çocuklar ve bazen ailenin diğer üyelerinin
oluşturduğu türden bir aile değil de daha kamuya açık, biyolojik bakımdan bir
yakınlığı olmayan insanların oluşturduğu “aile” dir. Her durumda bir hiyerarşi söz
konusudur. Bir “sevgi göstergesi” olan kadın emeği, genelde ailenin erkek
bireylerinin günlük yeme-içme, temizlik ihtiyaçları gibi temel ihtiyaçlarını
karşılamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu emek karşısında hiçbir şey beklemeyen
kadınlar, burada Tanrıdan ödül beklerken resmedilmiştir. Bu bağlamda dinin,
Hırka: Pir emaneti olarak algılanan ve tarikata girenlere ya da tarikat yolunda belli aşamalara
varanlara özel törenle giydirilen önü açık, düğmesiz, yakasız, kollu, bol ve topuklara kadar uzanan bir
giysi (Korkmaz, 2000: 470).
55
kadınlar üzerindeki bağlayıcı etkisi de görülmektedir. Yapmak istedikleri ya da
istemedikleri faaliyetleri “din uğruna” ya da “iyi bir kul olma” adına; böylelikle de
yine erkek hegemonyasından da payına düşenleri alarak edimlerine devam
etmişlerdir.
Misafir ağırlamak, özellikle bahsi geçen devirde, misafirlerin uzaklardan
gelen dervişler, erenler oldukları dönemde, kadınlar için büyük bir meşakkat haline
dönüşmüştür. Fakat bu büyük emek karşılığında gerek Ahiler‟in gerekse Bacılar‟ın
edindikleri bilgiler, deneyimler bu meşakkati gölgede bırakıyordu. Bu eylemlerin,
ilahi bir sonucu olduğuna da inanılarak yapıldığından, “kutsal” bir anlam da ifade
ediyordu.
iii. Askeri- Siyasi Faaliyetler
Türk kadının, Orta Asya‟dan beri binicilik ve atıcılıkla ilgilendiği,
savaşlara katılıp kahramanca cenk ettiği bilinmektedir (Erdem; Yiğit, 2010: 41).
Burada amazonlara benzetilen Bacıyan- ı Rum, bazı kayıtlara bu benzerliğiyle
aktarılmıştır. Savaşmak genellikle kadınlık kültürünün dışında görülse de, resmi tarih
yalnızca erkeklerden savaşçılar gösterse de, tarihe farklı bir gözle bakmak olayların
akışını dahi değiştirebilir. Burada olayların kahramanları, özneleri yer değiştiriyor.
Erdem ve Yiğit şöyle devam etmektedir: “Son yıllarda bazı araştırmacılar Bacıların
savaşçı kimliğini ön planda değerlendirmektedirler. Bacıyan-ı Rum‟un Amazonlar
gibi savaşçı olduğunu iddia etmektedir. Bu konuda yaptığı araştırmayla dikkat çeken
Necati Gültepe‟ye göre Anadolu Selçuklu Devleti döneminde kurulan Bacıyan-ı
Rum teşkilatı, Amazonlardan günümüze kadar gelen savaşçı ruhlu kadınların son
örnekleridir” (2010: 42). Gültepe: “Moğolların 1243 yılında Kayseri‟yi muhasara
56
sırasında Bacıyan-ı Rum örgütüne mensup savaşçı kadınlar, şehrin savunmasında
öncü rolü oynamış, onlarla göğüs göğse yaptıkları çarpışmalarda Moğollara karşı en
fazla direnen güçler olmuşlardır” cümleleriyle kadınların savaşçı özelliklerini
vurgulamaktadır (2008: 350). Elbette burada Gültepe‟nin vurgulamaya çalıştığı
öncelikle “güçlü bir kadınlık, örgütlülük, dayanışma” kavramlarından ziyade, “İslam
ve güçlü Müslüman kadınlar” temasıdır. Amazonlar efsanesine dayandırıyor olması
ise, gerçekten bu efsanevi kadınların güçlü olarak anılmasından ve isimleri
zikredildiğinde akla savaşan, atlı, kas gücü gelişmiş kadınları getiriyor olmasıdır.
Kadınların savaşçı kimlikleri şaşılacak bir konu olmamakla ve Bacıyan-ı Rum
üyelerinin bu anlamda aktif olmalarının doğruluk payı yüksek olmakla birlikte bunun
tarihte geri planda olması, üzerine çalışılmamış olması merak konusudur.
“Dulkadiroğullarının otuz bin silahlı kadın askere sahip olduklarına dair
haberde mübalağa olsa bile bu beylik döneminde Bacıların ne denli faal olduklarını
göstermesi bakımından önem taşır. (…) Uç bölgelerde Türkmen aşiretler arasında
savaşçı kadınların bulunduğu bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki, bu kadınlar da Bacı
Örgütü mensupları idiler (Bayram, 1987: 51). Yine aynı şekilde, kadın askerlerin
varlığı ve başarıları vurgulanmaktadır. Bayram da, teşkilattaki kadınların savaştaki
başarılarından bu şekilde söz etmektedir. Örgütlü olarak kayıtlara geçen o dönem
için yalnızca Bacıyan-ı Rum‟dan bahsedilmiştir ve askeri olaylarda rol almak da
bireysel bir güçten çok dayanışmayı gerektiren bir örgütlülüğü gerektirir. Bu sebeple
Bacılar‟ın bu tarz olaylarda faaliyet göstermesi büyük olasılıktır.
57
iv. Tasavvufi Faaliyetler:
“Bacıyan-ı Rum dini ve ahlaki açıdan donanımı tam olan kadınlar
yetiştiren bir okuldur” (Erdem; Yiğit, 2010: 43). Teşkilat yalnızca birlikte üretimde
bulunmuş ya da erenlere yardımcı olmuş değil, aynı zamanda eğitim açısından da
kadınlara katkı sağlayan bir okul olarak görülmüştür. Böylelikle, tasavvufi
düşünceleri öğreten ve “toplumsal kuralları”- ya da genel bir ahlaki yapıyı kadınlara
öğreten bir yerdir. Bacılar, Hacı Bektaş-ı Veli‟nin45 erkeklere bile önderlik edebilir
dediği Fatma Bacı liderliğinde tasavvufi faaliyetlerde bulunmuşlardır. Erkeklerin
savaşçı yanları vurgulandığı için ve kadın açısından böyle bir vurgu hemen hemen
tarih boyunca hiç yapılmadığı için Hacı Bektaş‟ın Fatma Bacı‟yı erkeklerle
karşılaştırarak “bile” kelimesini kullanması da dönem açısından ve hatta günümüz
açısından olasıdır. Teşkilatın, Ahiliğin kadın kolları olduğu savından yola çıkılarak,
Ahilikteki işleyişin aynen Bacılarda da mevcut olduğu varsayılmaktadır. Öğretim ve
eğitimin birlikte yürüdüğü teşkilatta usta, ona bağlı çırak, yamak ve kalfalar
hiyerarşisi vardır. (…)Bacılar, tasavvuftaki eğitim modelini teşkilatlarında aynen
uygularlar (Erdem; Yiğit, 2010: 43). Ahilerle, Bacılar arasında sistem yönünden bir
fark görülmemektedir. Hiyerarşi aynı şekilde sürmektedir ve Bacılar teşkilatının
“lider”i olarak anılan kişi Fatma Bacı‟dır.46Bu da Ahi Evran‟ın Ahilik teşkilatında
lider olması yönüyle benzerdir. Tasavvuf konusunda devam edilirse, ayin ve
Hacı Bektaş Veli‟nin, XIII. Yüzyılın ilk yarısı içerisinde, Horasan dolaylarından yola
çıkarak, bugün kendi adıyla anılan Hacı Bektaş ilçesinin bir Türkmen köyüne yerleştiği söylenir.
Bektaşilik, kısa sürede, medrese skolastiğine cephe almış bulunan Türkmenler, çeşitli halk tabakaları,
şehirlerdeki işçiler arasında tutunmuş ve gelişmiştir. Anadolu‟ya özgü bir rindlik‟i öneren Bektaşilik‟e
fütüvvet yolundan katılmalar oluyordu (Hassan, 2002: 355). (Selçuk devrine ait eserlerde, bazı büyük
şehirlerdeki hadiselerden bahsedilirken, kuvvetli bir ictimai teşekkül olarak “Runüd ve Ahiyan” dan
yani Rindler ve Ahiler‟den veya fütüvvet mensublarından bahsedilir. Müteradif olan bu kelimelerden
Rind kelimesi, tamamen Ayyar manasına, daha evvelki asırlara ve başka sahalara ait menbalarda da
mevcuttur (Köprülü, 1984: 89).
45
46
Daha sonra Fatma Bacı hakkında geniş bilgi verilecektir.
58
sohbetlerden bahsedilebilir. Kadınların erkeklerle birlikte ayin ve sohbete katılmaları
uygun görülmediğinden, “Ana” veya “bacı” olarak adlandırılan, Anadolu‟daki tarikat
şeyhlerinin hanımları, şeyhle kadın müritler arasında vasıta olurlardı” (Erdem; Yiğit,
2010: 43). Aynı inanca ve amaca sahip örgüt üyeleri, cinsiyete gelince bu noktada
ayırt edilir ve onlara bir yasaklama getirilirdi. Birlikte ibadet etme, ayinlere katılmak
yasaktı. Burada yine din açısından, dinin bireyler üzerine cinsiyet farkı açısından
uyguladığı ayrımcılık görülmektedir. Fakat Erdem ve Yiğit‟in aktardığına göre
Bacıyan-ı Rum üyeleri bu yasağa ya da bu kurala uymamışlar ve sonucunda
eleştirilere maruz kalmışlardır. “Bu temel ilkeye aykırı davranan Bacı teşkilatı üyesi
kadın ve kızların, erkeklerle birlikte sema47 ve ayin yapmaları o zamandan beri
eleştirilmektedir.48 Bu meşrebin öncüsü olan Şeyh Kirmani49, çok kez tenkit edilip
uyarılmasına rağmen bu konuda ısrarcı davranmıştır”(2010: 43). Kirmani, diğerlerine
göre cinsiyet konusunda daha esnek olmuş ve kadın- erkek ibadetinin birlikte
olmasını bir sorun olarak görmemiştir. Fakat Kirmani ile aynı çağda yaşamış olan
Mevlana50 da Kirmani‟yi eleştirmiştir.51 Bu adetin yani kadın ve erkeğin ayrı ibadet
etmeleri gerektiği daha eski kaynaklarda aranması gereken bir sorudur. Fatma
Terim olarak musikıy nağmelerini dinlemeye, dinlerken vecde gelip harekette bulunmaya,
kendinden geçmeye, oynamaya, dönmeye denmiştir (Gölpınarlı, 1969: 144).
47
Yine benzer şekilde, tasavvuf gruplarına yönelik en önemli eleştiriler Sünni medreseden
gelmiştir. Bu çevrelerden gelen eleştirilerde tasavvuf gruplarında kadın ve erkeğin birlikte ibadet
etmesi ve kadınlara halifelik verilmesi en önemli saldırı gerekçeleri olmuştur (Bahadır, 2005: 40).
48
Nisbet adından da anlaşılacağı üzere aslen İran‟ın Kirman bölgesindendir. Evhadü‟d-din‟in
yaşadığı dönemde bu bölgede Kirman Selçukluları Devleti hüküm sürmekteydi. Kirmani, Kirman
Selçukluları hanedanı, yahut hanedana yakın çevrelerle sıhri yakınlığı bulunmaktadır.
49
Tasavvufun kadın hakkındaki görüşü, telakkıysi, çağına göre kadını toplum hayatına almış,
fakat sonradan Mevleviler de dahil, diğer tarikatlarda, medresenin baskısı, kadın dervişleri nispeten,
toplumdan ayırmış, yalnız Bektaşilerle Alevilerde kadın, erkeklerle beraber törenlere iştirak etmekten
geri kalmamış ve bu, böylece sürüp gitmiştir (Gölpınarlı, 1969: 160).
50
Mevlana‟ya Kirmani‟nin çok iffetli biri olduğu ve kötü bir şey yapmadığı söylendiğinde,
Mevlana şöyle cevap verir: “Keşke o kötülüğü yapsaydı da bu adet sona erseydi. Bu yolda gidenlerin
günahı Kirmani‟nin boynuna” (Erdem; Yiğit, 2010: 43).
51
59
Bacı‟ya ve babasına gelen eleştiriye Fatma Bacı kendisi cevap verir. Bu bir başka
eleştiriyi de Gültepe aktarmıştır:
“Fatma Bacı‟nın babası Şeyh Kirmani‟ye birileri “Böyle kadın erkek bir
arada oturup kalkmalarının günlük hayatlarında hiçbir ayrım göstermelerinin
(haremlik selamlık gibi) cemaatlerine ve kendine zarar vereceğini hatırlatması
üzerine; o da: “Ben insanla oturup kalkıyorum, kadın ve erkek ayrımı sizin
seçiminiz, kadınlarla bir arada olduğum aklımdan bile geçmiyor.” diye karşılık
vermiştir.” Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Fatma Bacı kendini savunabilen ve
eleştirilere cevap verebilen bir kadındır ve onun için ve muhtemeldir ki teşkilattaki
kadınlar için kadın erkek ayrımı yoktur ve insanları cinsiyetsiz olarak bakabilmeyi
savunurlar. Etraftaki şeyhlerden, başka örgüt üyelerinden gelen eleştiriler birden
fazla olmuş ve bu ya Kirmani‟ye ya da Fatma Bacı‟ya söylenmiştir. Bayram da
benzer bir eleştiriye yer vermiştir. Bu diğer eleştiriyi de Bayram şöyle aktarmaktadır:
“Menakıb-i Evhadu‟d Din-i Kirmani” nin yazarı dahi Bacıyan-ı Rum‟un liderleri
olan Evhadu‟d Din-in iki kızından bahsederken, Şam‟da yerleşen, Anadolu‟daki
siyasi olaylara karışmayan Emine Hatun‟dan övgü ve saygıyla söz ettiği halde,
Anadolu‟daki siyasi olaylara karıştığı için Fatma Bacı‟yı kötülemekten kendini
alamamıştır. Bütün bunlar yöneticilerin devrin yazarları üzerindeki baskılarını ne
kadar şiddetli ve yönlendirici olduğunu göstermektedir. Bu itibarla Anadolu
Selçukluları devrindeki Türkmen dini zümreler ve kurdukları teşkilatlar üzerinde
yapılacak araştırmalarda bu hususun gözden uzak tutulmaması gerekmektedir (1987:
14). Kirmani‟nin iki kızı olan Emine Hatun ve Fatma Bacı karşılaştırılmış ve
kamusal hayatı daha geniş olan, bir örgütün liderliğini yapan ve faaliyet gösteren
Fatma Bacı, kardeşine göre “kötü” olarak atfedilmiştir. Öte yandan, bu tarz olaylarla
60
ilişkisi olmayan Emine Hatun övülmüş; burada kadının bu derece sosyal hayatta
olması iyi bir durumdan ziyade, olumsuz olarak gösterilmiştir. Daha “evcil”, daha
kadına yakıştırılan, öğretilen, suskun ve “karışmayan” bir kadınlık anlayışı bu
şekilde yüceltilmiştir. Fatma Bacı‟nın bu anlamda devrin önemli kadınlarından biri
olduğunu söylemek çok yerinde olur. Her ne kadar bazı kurallar ve gelenekler
uygulanmış olsa da, liderlik özelliklerini, teşkilata gelen eleştirilere yanıt vermesi,
kimi zaman kuralların dışına çıkmasıyla da farkını belli etmiştir. Diğer taraftan baba
Kirmani de, ataerkilliğin kol gezdiği ortamlarda bulunsalar ve kimi zaman “baba”
figürü baskın gelse de, çağdaşlarının düşüncelerini çoğu zaman paylaşmamış ve
Gültepe‟nin aktardığına göre kızlarının eğitimine önem vermiştir. “Fatma Bacı‟nın
babası olan Kirmani‟nin kadınların eğitimine ve öğretimine büyük önem verdiği
söylenmektedir. “Her iki kızına da düzenli tahsil yaptırdığı gibi, el sanatları
öğrenmelerine de özel gayret sarf etmiştir. Aslında ona yönelen saldırılar, onun bu
anlayışına yöneliktir (2008: 352). Kadın ve erkeğin bir arada bulunması belki de o
dönem için yadsınacak bir durum olsa da Kirmani, o zamana göre biraz daha farklı
düşünüyordu ve bu da halkın- yani dönemin “erkeklerinin” tepkisini topluyordu.
Kirmani bu durumu doğal karşılasa da toplum için doğal görünmemiş ve hatta
eleştirilmiş, yanlış bulunmuştur. “Kirmani‟nin, gece karanlığında ve gençlerin
ellerine kandil vererek yaptırdığı sema meclislerinde kadınların da bulunduğu
menakıbnamesinde anlatılmaktadır. Anadolu‟da oynanan “çayda çıra” adlı milli
oyunumuzun Bacılar‟ın katıldığı bu ayinlerden kalma olduğu söylenmektedir”
(Erdem; Yiğit, 2010: 43). Böylece kadınların ve erkeklerin bu bağlamda ayrı ayrı
değil de birlikte bir kültür oluşturdukları söylenebilir.
61
v. ĠslamlaĢtırmaya Etkileri:
Selçukluların hakim olmasından çok önce de İslam dünyasında
gayrimüslim kesim önemli bir yer işgal etmekteydi. (…) İslam toplumu ile birlikte
emniyet ve güven içinde yaşayan bu insanlar, özellikle bazı halife52lerin daha fazla
ilgi ve hoşgörüsünün bir neticesi olarak çok rahat bir hayat yaşamaktaydılar (Ocak,
2002: 247). Selçuklu döneminde de Bacıyan-ı Rum bu konuda nasıl bir katkıda
bulunmuş bu bölümde bundan söz edilecektir.
Orta Asya‟dan53 göçen Türkmenleri barındırmak kadar, onlara dinlerini
öğretmek, henüz Müslüman olmayanları İslamlaştırmak da bacıların faaliyetleri
içerisinde değerlendirilmektedir. İslamiyet‟in yayılmasında kadınların özel bir gayret
sarf ettikleri, tebliğ faaliyetlerinde bulundukları görülüyor (Bahadır, 2005: 18).
Bacılar, Anadolu topraklarının yerleşik halkı olan Rumlarla kurdukları ilişkiler
sonucunda özellikle Rum kadınlarının ihtidalarına54 vesile olmuşlardır. Hıristiyan ve
diğer din mensubu yerli halkın din değiştirmesinin, Anadolu‟nun Müslüman yurdu
olmasında yüzde 30 paya sahip olduğu düşünülmektedir. Örneğin, savaşta eşini
kaybeden dul Hıristiyan kadınların, yetim öksüz kalan genç kızların evlendirilerek
din değiştirip Müslüman olmaları ilk akla gelen ihtida yollarındandır (Erdem; Yiğit,
2010: 44). “Doğru yol İslam” dır diye düşünen Müslümanlar, misyonerlik görevlerini
sürdürürken, kadınların da hemcinsleriyle din konusunda diyalogu olmalıydı ve bunu
o dönemde üstlenen kadınlardan bir kısmı da Bacıyan-ı Rum‟dan olan kadınlardı.
Halife: 1- Hz. Muhammed‟in ölümünden sonra onun vekili olarak Müslümanların
imamlığını yapan kimse.
2- Kendini tarikat yoluna vermiş, derece sıralamasında babadan sonra gelen ve mürşidin,
pirin yerine geçme yetkisi olan Alevi- Bektaşi (Korkmaz, 2000: 470).
52
53
Orta Asya Haritası ekte görülebilir (Ek1).
54
İhtida (Ar.): Başka bir dinden çıkıp Müslüman olma (Türk Dil Kurumu).
62
Dönem itibariyle, Anadolu‟da insanlar göç ederek gelenleri dinen
değiştirmeyi misyon edinmiş ve bu uğurda pek çok çaba göstermiştir. Bacılar‟ın da
bu konuda payı olmuş onlar da bunu görev edinerek, Müslüman olmayan kadınlarla
iletişime geçmiş ve onlara İslam‟ı anlatmışlardır. Hiçbir yere ait olamayan ve
yanındaki insanları bir şekilde savaşta kaybetmiş olan kadınların da yapabileceği ya
da mekan ve zaman itibariyle yapması gereken tek şey Müslüman bir adamla
evlenmeleriydi ve böylece bu da din değiştirmenin bir yoluydu. Daha sonra bu
kadınlar da örgüte dahil oldular mı- bununla ilgili bir tez ortaya atılmamıştır fakat
ekonomiyi canlandırmak adına din değiştirmiş olanlar ya da din değiştirmemiş
kadınlarda da Bacılar‟a katılmış olabilir. Yine Erdem ve Yiğit, Bacılar‟ın esnaflık
konusundaki tutumuna da değinerek Bacıların ürettiği malların hilesiz ve sağlam
yapıldığı söylemekte ve bu yüzden de halk tarafından sevildiklerini belirtmektedirler
(2010: 44). Yine dini inanç yönünden güçlü olan Bacılar, bu inançla üretimde bir hile
yapmamaktaydılar.
“Bacılık teşkilatının temellerinin nasıl atıldığı ve örgütlenmeyi gerekli hale
getiren ihtiyaçlar değerlendirildiğinde, günümüz kadın örgütlenmeleriyle paralellik
arz eden yönlerini tespit edebiliyoruz. (…) Kadın sığınma evleri, kadınlara yönelik
meslek edindirme kurslara gibi kadınlara yönelik faaliyetler özünde bu bilinci taşıyor
kanaatindeyiz. Modern toplumlar bunu kabul ediyor ve tüm yönleriyle destekliyor.
Ancak dünyanın Ortaçağ‟ı yaşadığı, Avrupa‟daki çağdaşı kadınların engizisyon
mahkemelerinde yargılandığı bir dönemde, Anadolu‟da böyle bir teşkilatın varlığı
ecdadın başarıdan başarıya kadınlarıyla birlikte hareket ederek ulaştığının
göstergesidir” (Erdem; Yiğit, 2010: 44). Bacıyan-ı Rum, dini, ekonomik, toplumsal
pek çok faaliyette bulunmuştur. Bundan da önemlisi dönemin, kadınlar adına
63
kadınların gidebileceği, örgütlenebileceği, dayanışarak birlikte maddi destek
sağlayabilecekleri bir yer olmuştur. Değinildiği gibi, kadınlar açısından farkındalık,
kadın- erkek eşitsizliği, kamuda ve özel alandaki eşitsizlik gibi durumlar üzerinde
olmasa da Bacıyan-ı Rum, farkındalıkları nispeten daha yüksek olan kadınlardan
oluşan bir kuruluştu. Bacıyan-ı Rum, hem tasavvufi55 hayatı hem de kadını
ilgilendiren sosyal bir olgudur. (…) Bacıyan-ı Rum‟un bir tasavvuf okulu olması,
Bacıların yaşamları ve düşünceleri ile ilgili pek çok fikir vermektedir (Erdem; Yiğit,
2010: 45). Bacıların göç edip Kayseri‟ye yerleşmiş kadınlar ve erkeklere ve misafir
olarak gelen diğer konuklara iyi davranmaları, onları “gerektiği gibi ağırlamaları”
yine çoğunlukla tasavvuf kisvesi altındadır. Asırlarca, “din” insanları dış dünyanın
kötülüklerinden “korumuş”, onların kötü olaylara karışmasını engellemiştir. Bugün
din olmasaydı ve pek çok insan, iyilik eylemlerini din ve Tanrı adına yapmasaydı
yahut içinde bir “Tanrı korkusu” olmasaydı bazı eylemler gerçekleşmezdi. İnsanların
dinsizlikten, Tanrısızlıktan korkma sebepleri de bu düşüncede yatıyor olmalıydı.
Ayrıca Erdem ve Yiğit “Kadın derviş ve mürşit geleneğini Anadolu‟ya
taşıyan Bacıyan-ı Rum olmuştur.(…) Anadolu‟da Hacı Bektaş-ı Veli‟den sonra
Sulucakarahöyük‟teki tekkenin başına Bacıyan-ı Rum‟un lideri Fatma Bacı geçmiş
ve Hünkar her şeyini Fatma Bacı‟ya emanet etmiştir.” diyerek tasavvuf konusuna
ekler (2010: 45). Erenler ve dervişlerle iyi ilişki içinde olan Bacılar, aynı zamanda
Hacı Bektaş‟la da iyi bir iletişim kurmuşlardır. Özellikle Fatma Bacı, daha sonra
Hacı Bektaş‟ın yanına gömülmek isteyecektir.
Tasavvuf her dinin veya her felsefi düşüncenin ideale yöneliş esasını teşkil eder (Eraydın,
1990: 29).
“Tasavvuf” sözü, Yunanca “Sofos” sözünden Arapçaya uydurulmuş, “sufi” sözü de tasavvuf
sözünden meydana gelmiştir (Gölpınarlı: 1969: 9). “Tasavvuf, bir şeye sahip olmamandır. Bir şeyin
de seni, kendisine kul etmemesidir (1969: 11).
55
64
Bir gezgin olan İbn-i Batuta56 da Anadolu‟yu gözlemlemeye gelmiştir ve
kaynaklar onun da teşkilat hakkında olmasa bile (çünkü teşkilat dağıldıktan sonra
geldiği yazılmaktadır) kadınların durumuna ilişkin dikkatini çeken eşitliği
kaydettiğini söylemektedirler. Bayram‟ın, Batuta‟dan alıntı yaptığı üzere seyyah İbn
Batuta kadınların misafir ettikleri kişileri misafirhanelerde barındırdıklarını
yazmıştır. İbn Batuta‟nın sözünü ettiği bu misafir- haneler de iaşe ve ibate işleri Bacı
ülküsüne gönül vermiş Türkmen kadınları tarafından yürütülmekte idi. Velayetname‟de57 Fatma Bacı‟nın kimsesiz ve yoksulları barındırması, misafirleri
ağırlaması, kızlarla imece usulü ile birtakım işleri yürütmesine dair çeşitli haberler
vardır” (1987: 52).
Bacıyan-ı Rum bu şekilde faaliyetleri ve ortaya çıktığı koşullar, içinde
bulundukları bağlantılar, bağlantılı oldukları kişiler ve teşkilatın içindeki durumları
ile anlatılmıştır. Felsefesi, tasavvuftan da bağımsız olmayarak, çevrelerinde faaliyet
içinde bulunmak isteyen kadınların bir arada olduğu ve topluma katkıda
bulunabilecekleri bir düzen oluşturabilmektir. Nihayetinde bu konuda amaçlarına da
ulaşırlar. Teşkilatın lideri hakkında bilgi verilmeden önce bir de Beginler Cemiyeti
ve oluşumuna bakılacaktır.
Pek çok faaliyette bulunmuş Bacıyan-ı Rum‟un özellikle savaşçı yanı
dikkat çekmektedir. Savaşın kahramanlarının erkekler olarak gösterildiği tarih için
büyük bir çelişki örneğidir çünkü. Şehri istilalara karşı korumak konusunda etkin
Ahilerle ilgili, İbn-i Batuta, bilhassa Anadolu‟nun belli başlı merkezlerinde (…), Ahiyat alfityan “kardeş yiğitler” adını verdiği bu zümrenin zaviyelerinden bahsetmekte ve Anadolu‟da her
Türkmen kasabasında, köyünde bunlara tesadüf edildiğini söylemektedir (Köprülü, 1984: 89).
İbn-i Batuta, Türk bölgelerinde kadınların yaşadığı özgürlük karşısında şaşkınlığa uğrayıp;
İslamiyet‟in halen Türkler arasında kökleşmesine hayret eder (Arsel, 1995: 27).
56
57
Velayet-name, tarikat ulularının menkıbeleşmiş yaşamlarını anlatan yapıt (Korkmaz, 2000:
481).
65
olan kadınlar, aynı zamanda üretimde bulunarak, yaşadıkları yerlerde giysi
ihtiyaçlarını da karşılamışlardır. İslamiyet‟le tanışılması ve dini yaygınlaştırma
konusunda da aktif rol oynayan kadınlar, tasavvuf çizgisi ile İslam arasında,
rahibelerin manastırlarda kendilerini Tanrı‟ya adamaları gibi, dervişlerle ve Ahiliğin
diğer kollarındaki erkeklerle hizmette bulunmuş; faaliyet alanları geniş bir grup
olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Varlığına dair bütün çelişkili söylemlere ve tam
tersine Avrupa‟daki cemiyet Beginler üzerine yazılanların daha tutarlı olmasına
rağmen, akla gelen bir soru olmalıdır: Eğer aynı yüzyılda bu kıtada böyle bir kadın
oluşumu varsa, neden bir başka kıtada benzer bir olay olmasın? Beginler‟le ilgili
ayrıntılara bakılacak olursa bu tutarlılık daha iyi anlaşılacaktır fakat bu tutarlılık
belki de neredeyse hiçbir yazarın- Bacıyan-ı Rum‟a yapıldığının aksine- onlara
“oryantalist” bakmamış, bakamamış olmasıdır; coğrafyadan kaynaklı ve doğu- batı
meselesinden doğan bir sorundur.
66
6. Beginler
i. Ortaçağ’da Avrupa
Kocaların, efendilerin ve yasakçıların Ortaçağ
kadınlarını kendini ifade etme hakkından mahrum
bırakmalarına rağmen, kadınların yazdıkları ve
söyledikleriyle ilgili bilgimiz hayatlarının maddi
yönleriyle ilgili bilgimizden fazladır (Bock, 2004: 19).
Tarihte Ortaçağ denilen zaman, Batı Avrupa‟da milattan sonra 500 ile 1500‟e
kadar olan zamandır. Soylular denilen yöneticilerin toprak ve güç için birbirleriyle
savaştıkları bir zamandır. Soylular, kralları, kraliçeleri, efendi ve hanımefendileri ve
at üstünde savaşan şövalye denilen savaşçıları kapsardı. Ortaçağ‟da çoğu insan
köylüydü. Köylüler, soyluların toprağını karşılığında kendilerine ait ufak araziler için
işlerlerdi. Ayrıca, kentlerde ve kasabalarda eşyalar yapıp satan ve yaşamlarını
Tanrı‟ya adamış tüccarlar vardı (Eastwood, 2003:4). Eastwood‟un değindiği üzere,
Batı Avrupa‟da gündelik yaşamın içinde bulunan halkın portresi bu şekildeydi.
Soylulardan başlayan ve en altta bahsedilen köylülerin bulunduğu hiyerarşik bir yapı
mevcuttur. Sosyal yaşamda bulunan bu hiyerarşi kadınlar açısından nasıl bir etkiye
sahipti ona bakmak gerekir. Burada erkek- kadın sorunundan başka ayrıca kadınların
kendi arasındaki hiyerarşi de göze çarpmaktadır. Bu farklılık Beginler açısından ele
alınacak olursa öncelikle Beginler‟in kuruluşuna bakmakta fayda vardır: Watt‟a göre,
cemiyet, sınırları çok geniş olduğundan, ne belirsiz ne de doğaldır ve insanlar
geçmişte olduğu kadar şimdi de bu kelimeyi dünyalar oluşturmak ve bu dünyaları
tanımlamak, ikna etmek, kapsamak ve dışlamak için kullanacaklar (Watt, 1997: 3).
Üst sınıfların bekar ve dul kadınlara düzeylerine uygun hizmet sağlanabilen
sadece bir tür kurum vardı erken dönem Ortaçağ‟da: Kadın manastırı. İngiltere ve
67
İrlanda‟daki misyonerler erkekleri ve kadınları kapsayan ilk cemaatleri kurmuştu:
kıtada bu türden ilk kuruluşlar altıncı yüzyılda uç verdi. Feodal dönemde Avrupa‟nın
her tarafında kadın manastırları ve bazı kadın kilise hukukçusu cemaatleri vardı;
fakat sayıları azdı ve büyük ölçüde, aristokrasinin evlenmemiş ve yaşlı üyelerine bir
yuva sağlamakla sınırlıydı. Ne var ki on üçüncü yüzyıldan itibaren sosyal ve ailesel
kalıpların değişmesiyle birlikte yeni ihtiyaçlar ortaya çıktı ve muazzam bir potansiyel
rahibe nüfusu yarattı (Opitz, 2005: 295). Rahibe olmanın sebebi, ilk başta daha çok
bir yerde yaşayabilme, hayatının geri kalanını manastırda geçirme düşünceleri olsa
da daha sonraları bu düşünceye farklı sebepler de eklenmiştir. Kadınların çoğu, farklı
seçenekleri olamadığından manastırları seçiyordu, çoğu da bir topluluğa ait olma
amacı taşıyordu ya da evdeki işlerden uzaklaşma isteğiyle bunu gerçekleştirmiş
olabilir. Bu anlamda hem kadın olmak zor bir işti, hem de kadın olarak hayatlarını
nerede ve nasıl sürdüreceklerine karar vermek bir başka zorluğu getiriyordu.
ii. Avrupa’da Bir Kadın OluĢumu: Beginler Cemiyeti
Beginler de sık sık “cemiyet” kelimesiyle birlikte kullanılacağından anlam
karmaşası yaratmamak adına yine bunun da örgüt, topluluk, Bacıyan‟daki
kullanımıyla benzer olduğunu söylemek gerekir. Kömeçoğlu, makalesinde cemaatin
erken sosyolojideki Gemeinschaft (topluluk) ve Gesellschaft (toplum) bağlamında
kullanılmadığı gibi, teritoryoral (toprağa dayalı) anlamında da kullanılmadığını
belirtir. Ardından Weber‟in bu konuda “bunun yerine aidiyet duygusu, paylaşılan
değerler kümesi, toplumsal örgütlenme, dayanışma ve birbirine bağlılık sistemini ve
cemaatleşmeye ilintili diğer koşulları göz önüne alıyorum” söylemini de ekler (2000:
168). Fakat çalışmada bu kavramlar farklı anlam ifade etmemektedir. Denilebilir ki,
68
Beginler‟in de temel felsefesi bu dayanışma ve bir yere aidiyet duygusu
barındırmaktadır.
Knuth‟un Bowie ve McDonnell‟dan58da alıntılar yaparak belirttiği gibi
Beginler cemiyeti kurulmadan hemen önce, kadınların bağımsızlığı ve otoritesi
şiddetli bir biçimde sınırlandırılmıştı. Özellikle, manastır çevresinde, bazı kadınlar o
zamana kadar azımsanmayacak bir otoriteye sahipti; kiliseye ait ve hükümet
memurları bütün bu kadın otoritesine bir son vermeye kararlıydılar. Kadınların
erkeklerden ruh ve zeka adına pek çok şeyi yok eden, tehlikeli bir şekilde şehevi ve
arzu dolu yaratıklar olduğu söyleniyordu. Kadınlar ticari hayata atılıp kocalarının
finansal işlerini yürütebilirlerdi ama resmi otoritenin kadınlıkla uyuşmadığı
kavramının genel bir kabul görülmüşlüğü vardı. Bundan dolayı, manastırlar ve bütün
din kuralları kadınlara kapılarını kapatmışlardır ve baş rahibelerin güçleri
azaltılmıştır. Evli kadınlar itaatkar olmak zorundaydılar ve evli kadınların dövülmesi
desteklenen bir durumdu. Kadınlar pek çok yönden aktif olsa da, en “kadın”
sayılabilecek bir alan dahil bütün alanlarda kararları erkekler veriyordu (1992).
Burada anlatılanlar, kadına yönelik bir şiddet muhakkak içermektedir. Fakat ilk başta
değinilen “kadınlar arası” hiyerarşi de benzer şekilde bazı “üst sınıf” kadınların “alt
sınıf” kadınlara uyguladığı kurallar, hiyerarşi ve otorite bakımından bir “kadınınkadına yönelik şiddet” ini resmetmektedir. Beginler‟in oluşmasından hemen önce
kadınlar açısından durum böyleydi. Elbette bu cemiyet kadınların durumunda hemen
bir değişiklik yaratmadı fakat belirtileceği üzere kadınların pek çok konuda
destekçisi oldu. “Begin” kavramı, 13. Yüzyılda Kuzey Avrupa‟da başlayan yaygın ve
58
1. Ernest W. McDonnell, The Beguines and Beghards in Medieval Culture: With Special
Emphasis on the Belgian Scene (New Brunswick, N.J.: Rutgers University Press, 1954) 409.
69
heterojen bir dini kadın hareketinin herhangi bir bireyini tanıtmak için kullanılırdı.
12. yüzyılın başlarında gelişmemiş ülkelerde59 yalnız yaşayan ve kendilerini, yemin
etmeden iyi işlere ve dine adayan kadınlar vardı. Başta sadece birkaç kişilerdi, fakat
yüzyılın ilerleyen zamanlarında, sayıları arttı. Bu zaman Haçlı Seferlerinin
gerçekleştiği ve toprağın yalnız kadınlar tarafından doldurulduğu bir zamandı. Bu
yalnız kadınlar, gerçek keşişlerin barındığının aksine, evlerini ormanlara yapmadılar,
tam tersine durumları iyi olmadığı için kasabada işlerine yakın olan yerlere yaptılar.
13. Yüzyılın başında bu kadınlardan bazıları küçük toplulukları, Beguinage adı
verilen bir örgüt oluşturmak üzere topladılar.60 Güçlü ve bağımsız, en azından
bağımsız olmaya çabalayan, kendi işleriyle meşgul olan kadınlardı bunlar.
Bahsi geçen örgütün üyeleri, rahibe olmadan dini bir hayat sürdürmek isteyen
kadınlardı. Bazı Beginler, cemiyetin kurduğu yerlerde yaşarken, diğerleri kendi
başlarına ya da aileleriyle yaşıyordu (Amt, 1993: 263). Amt‟ın sözlerinden de
görüldüğü gibi, Beginler “rahibe” kavramına göre biraz daha özgür bir yaşama
sahiplerdi. Çünkü yemin etme zorunlulukları yoktu ve istedikleri zaman cemiyetten
ayrılıp, evlenme, kendi hayatlarını sürdürme hakkına sahip olup bu örgüt hayatını
devam etme gibi bir ilkeye bağlı değillerdi. Kendi istekleri ile bu örgüte
katılıyorlardı.
Bahsedilen kadınlar arası hiyerarşiyi ayrıca burada da açıklamak
yerinde olacaktır. Labarge konuya şöyle açıklık getirir: “Beginler, çok farklı ve üst
sınıftan olmayan kadınların ihtiyaçlarını karşılayan daha açık bir dini kuruluştu.
Tanımlaması zor bir gruptur çünkü bu terim genellikle farklı yerlerde kendi hayat
tarzlarına uygun olarak hemen hemen dini hayat süren (quasi- religious) kadınları
59
Low Countries (Ek1)
60
http://en.wikipedia.org/wiki/Beguine
70
anlatırdı. Şehir hayatının bir parçasıydılar” (1986: 115). Cemiyet, halkın sınıfsal
olarak alt kesiminde bulunan kadınlara yardımcı olmak amacı güdüyordu.
Kaynaklarda Begin için “Beguine”; bu cemiyetlerin kurdukları evler için de
“Beguinage” kavramları kullanılmaktadır. Çeviride kullanım kolaylığı açısından
Duby ve Perrot‟un kullandığı kavram olan “beginler” alınmış; beguinage için de
cemiyetin kurduğu evler tanımlaması getirilmiştir (2005: 295). “Beginler‟e ait bu
evler, on ikinci yüzyılda, Fransa‟da ortaya çıktı ilk olarak ve daha sonra Almanya‟ya
yayıldı. Fakat hareket, bireysel kutsal (holy) kadınların bir manastır veya bir
hastanenin yakınlarına dua edebilecekleri ve el işlerini yapabilecekleri küçük odalar
kurmalarıyla başlamıştır (Labarge, 1986: 115). Bu da bir kadın girişimciliğinin
olduğunu göstermektedir.
Beginler, temelde sıradan insanlara yönelik bir hareket olduğundan, her
merkez orayı yöneten kişinin kontrolü altında, içinde yaşayanların uyduğu kurallar
geliştirilirdi. Rahibelere göre daha alt sınıftan kadınlara da açıktı, rahibelik çoğu
yerde üst sınıf kadınlardan oluşuyordu. Beginler, cemiyette kaldığı sürece bakire
kalacaklarına söz verirlerdi fakat yine de kendilerine ait haklarını korurlar ve kendi
ayakları üzerinde durabilmek için çalışırlardı. Resmi yeminler etmedikleri için,
cemiyetten istedikleri zaman evlenmek üzere ayrılabilirlerdi. Böylece bu kadınların
gerçek rahibeler olmadıkları açıktı fakat kendilerini adayarak gerçekleştirdikleri
pratikleriyle ve ortak yaşamlarıyla sıradan insanlardan farklılardı. Hareket spontane
gelişmiş ve çoğunlukla Hollanda, Belçika ve Lüksemburg‟da61 on ikinci ve on
üçüncü yüzyılda evlilik çağında olan ve pek çok sayıda dul kadın tarafından
desteklenmiştir (Labarge, 1986: 115). Geniş yerlere yayıldığı için hareketi kontrol
61
Low Countries- Ek3
71
altına almak da zorlaşıyordu. O yüzden her merkezin başında bir yönetici
bulunuyordu. Bu yöneticiler, orada bulunan yine kadınlar arası bir hiyerarşiye işaret
etse de, bunun bir gereklilikten çıktığını söylemek yerinde olacaktır. Planlanarak
kurulmuş bir cemiyet olmayıp, ihtiyacın doğurduğu bir zamanda ortaya çıkarılmıştır.
Her ne kadar yeminler etmeseler de yine de “bakire” olmak konusunda cemiyet
içinde, cemiyet adına söz verirlerdi.
Bekaret ve bakire kalmak kelimelerinin bu kadar sık kullanılması elbette
tesadüf
değildir.
Namus
kavramının,
kadın
bedeni
üzerinden
kurulduğu
coğrafyalarda ve tarihlerde kadınlar hem bakire kalacağı için söz vermiş hem de
bekaretini kaybettiği zamanlar ölüme mahkum edilmiştir. Bekaret kavramı henüz
terk edilmemekle birlikte, bahsedilen coğrafyalar ve tarihler çok geniş ve çeşitlidir.
Farklı bir tanımla Beginler‟e bakılırsa Opitz şöyle tanımlar: Beginler, erken
on üçüncü yüzyılda başlamak üzere, kadınlar için ilk önce Cistercium tarikatıyla ve
daha sonra Fransiskenler ve Dominikenlerle bağlantılı çok sayıda dini tarikat ve
manastır kuruldu. Ayrıca dinsel yaşamın, kadınlara özgü yeni bir biçimi yaratıldı:
Esas olarak dokumacılık ve ticaret merkezleri Brabant, Flandre ve Rhineland‟da
rastlanan Beginler cemaatleri.(…) Daha fazla kadın her zaman yemin istemeyen
cemaatlerde yaşamaktaydı (1992: 295). Kadınlar da geleceklerinin nasıl olacağını
tam anlamıyla bilmiyorlardı. O yüzden hem rahibe olmak istemezken hem de dini bir
hayatı sürdürmek istiyorlardı. Bu noktada Beginler cemiyeti onlar için alternatif bir
anlam taşıyordu. Geleceklerinin belirsizliği, eğitim imkanına hepsinin aynı şekilde
sahip olmaması sebebiyle de şekilleniyordu. Görünürde, Bacıyan‟a benzer bir
sebeple kadınların birliği söz konusudur. Temelde, cemiyetin dokumacılık yapmak
üzere bir araya gelmiş kadınlardan oluştuğu düşünülmekte fakat merkezde yine dini
72
unsurlar bulunmaktadır. Ayrıca yine Opitz‟in belirteceği gibi nüfusa dair bir sorun da
Ortaçağ‟da kadının üzerinde etkisini göstermiş bir durumdu. “Kadın nüfusu
Avrupa‟da o dönemde daha çoktu ve bu sayı çokluğu toplum için “sorun” teşkil
ediyordu. “Önceki tarihçiler, büyük bir kadın nüfusu fazlalığı olduğu sonucuna
vardılar. Bu tarihçilere göre, bu fazlalığa nasıl bakılacağı sorunu, nakış yaparak ve
hasta bakarak geçimlerini sağlayan Beginler gibi çok sayıda dini cemaat kurularak
çözüldü (Bücher, Die Frauenfrage im Mittelalter- Opitz, 1992: 296). Beginler ismi
kurulan birçok cemiyetten biriydi ve asıl amaç nüfusun çokluğuyla böyle bir ihtiyacı
görünür kılarak, kadınlar için bir ortam oluşmasını sağmaktı. Böylece isteyen
kadınlar, “evlenmek” gibi bir çözüme zorlanmaktansa ya da ailesiyle birlikte
yaşamaya zorlanmaktansa kendi istekleriyle bu yerlerde yaşamayı seçebiliyorlardı.
Kadınlar için kurulan bu cemiyetlerde, bahsedildiği gibi ön planda din
görülmektedir. Din pek çok şeyin bileşimi olarak, Bacıyan‟daki şekliyle kadınları
burada da “bir arada tutmaktadır”. Yanı sıra, kadın neden sadece aile, evlilik içinde
var olabilir sorusu çıkmaktadır ortaya. Bu da cemiyetin sağladığı bir imkan yaratması
açısından ele alınırsa, kadınların burada- daha geniş bir kamusal alanda olmasa da ve
bunun dışında istisnalar olabilse de- maddi olarak kendilerini destekleyebilecek işler
sağlıyordu. Maddi imkânlarını kendileri yaratıyor, böylece “sorun” olmaktan
çıkıyorlardı. “On üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda, her şeyden önce yoksul
sınıflardan kadınlara barınma ve çalışma olanağı sağlayanlar Beginlerdi. Kendi
tarikatlarının kuralları altında yaşayan rahibelerden farklı olarak Begin cemaatler,
hastaneler, yetimhaneler ve hatta genelevler gibi kent otoritelerinin gözetimi ve
yönetimi altına girdiler; evlenmek üzere ayrılma özgürlüğüne sahiptiler” (Opitz,
1992: 296). Bu cemaatler gerçekten kadınlara destek amaçlı kurularak, onlara hem
73
geçimlerini sağlayacak, hem de barınabilecekleri bir yer vermek miydi; yoksa
kadınların “dışarıda” kalarak toplumun huzurunu bozacakları düşünüldüğü için buna
karşı bir önlem ve kadınları kapatma yolu muydu? İlk düşünceden bakılacak olursa
bu kadınlar açısından Ortaçağ‟da atılmış önemli bir adımdır. Örgütteki kadınlar pek
çok işle meşgul olarak, kendilerine yetecek kadar para kazanabiliyorlardı. “Beginler,
çok düşük ücret karşılığında hastalara bakmanın yanı sıra,(…) zaman zaman ve kız
ve erkek okullarında öğretmenlik yapıyorlardı. Ortaçağ‟ın sonuna doğru, bazı
cemaatler daha katı örgütlenmeye başladı ve hastanelerde hemşire olarak
görevlendirildiler; veba salgını sırasında kent konseyi, iradelerine rağmen hastane
hizmeti görmelerini isteyebiliyordu. Birçok Begin, laik kız kardeşleriyle birlikte
dokuma sanayiinde çalıştı.(…) Herbert Grundmann gibi diğer tarihçiler, Ortaçağ‟ın
entelektüel yaşamına özgü diğer birçok sosyal ve dinsel harekete benzer bir “dinsel
kadın hareketi” nin yükselişine işaret ettiler (Opitz, 1992: 296).
Begin evlerinde ne resmi kurallar ne de rahibelerin içinde bulunduğu gibi katı
hayat koşulları olmadığından ve rahiplerle aralarında herhangi bir dolaylı ilişki
bulunmadığından, kolaylıkla zan altında bırakılabiliyorlardı. Statü eksikliği ve
sınırları belli olmayan kuruluşları onları birkaç önemli ve güçlü Ortodoks kişilerinin
başlarında bulunduğu zamanlar hariç onları saldırıya maruz bırakıyordu (Labarge,
1992: 117). Kadınların “güçsüz” görülmesi üzerine bazen sözel olarak saldırılara yol
açan bir toplum öngörüsü vardı. Bununla ilgili açık bir örnek olmasa da orada
yaşayan kadınların, nispeten daha özgür olması bazen dikkat çekerek farklı yönden
eleştiriliyordu, Labarge‟in bahsettiği bu tarzdan bir saldırı olmalıdır. Çünkü herhangi
bir bedensel saldırıdan hiçbir şekilde bahsedilmemiştir. Yine Ortaçağ‟da Avrupa‟nın
büyük çoğunluğu Hristiyandı, fakat Katolik veya Ortodoks olarak ayrılmayan
74
Beginler, bazı yerlerde Ortodoks şeklinde ayrıca belirtilmiştir. Fakat Ortodoks
Beginler‟inden bahsetmeden önce Labarge Ortaçağ‟da Avrupa‟da örgüt içinde
yaşayan kadınları üç şekilde kategorize etmiştir.
a. Dua Eden kadınlar: Rahibeler ve Beginler
Kadın pratiklerinden birisi de “dua etmek” ti. Kadınlar dua ederek ve hayır
işleri yaparak, Tanrı‟dan güç kazanıyorlardı ve manevi olarak bu işlerin kadınlara
faydası oluyordu. Dua etmek özel ya da kamusal olarak ayrılmıyordu fakat kamusal
olarak manastırlar ve onlara alternatif olarak açılan yerler kadınların bu ihtiyaçlarını
sağlamaları açısından önem teşkil ediyordu. Bu yerlerin de kendi içlerinde
yöneticileri vardı. “Dua eden kadınları yöneten kadınlara bakılırsa, şunu da hatırda
tutmak faydalıdır: Sosyal sınıfın da kadınların nasıl bir dini hayat süreceği
konusunda etkisi olmuştur. Çok eski manastırlar genelde krallar ya da kendi
akrabaları veya benzer statüden olan kadınlar için soylular tarafından kız kardeşleri,
teyzeleri, halaları ve hatta üst düzey kadınların anneleri rahibe olsun diye
kurulmuştur” (Labarge, 1992: 98). Labarge, ilk grubu Rahibeler ve Beginler olarak
ele almış ve daha sonra Ortodoks adıyla farklılaştırdığı “Ortodoks Beginler” den
bahsetmiştir fakat öz olarak Beginler arasında herhangi bir farklılık yoktur.
“Ortodoks Beginler‟i, yaşadıkları yerlere sıkı sıkıya bağlılık gösterirdi. Kendi
masraflarını, öğretmenlik hemşirelik yaparak sürdürürlerdi fakat hemşirelik bir
baştan çıkarma silahı gibi onlara karşı kullanılmış olsa da buna devam etmişlerdir.
Ayrıca, terziliğin farklı sektörlerinde çalışmışlardır ve bu iş onları zaman zaman
kendi gelirlerini karşılamaya çalışan şehir loncalarıyla karşı karşıya getirmiştir.
Loncalar sık sık, Beginler‟in kolayca alma ve satma hakkı tanıyan ve çıraklığı
75
önleyen ekonomik ayrıcalıklarına karşı endişe duymuşlardır” (Labarge, 1992: 117).
Kadınlar, ticarette rekabetle de karşılaşıyorlardı fakat bununla yine kendi başlarına,
bir örgüt olarak karşı duruyorlardı.
“Rahibelerin ve onlardan sonra başlayan Beginler hareketinin komün hayatı
dışında Ortaçağ‟da yaşayan kadının tek dini yolu seçme şansı değildi. Ayrıca
kadınlar kendilerini tamamen dine adamak uğruna gündelik hayattan sıyrılarak
yaşayabiliyorlardı” (Labarge, 1992:121). Üçüncü kategoriye de bu grubu koymuştu,
Labarge.
“Dua eden bu son gruba da mistikler adı veriliyordu ve rahibelerin,
Beginler‟in arasında da bulunabiliyorlardı ama bireyselliği de vurguluyorlardı çünkü
onların mistik güçleri Tanrı‟yla olan bireysel ilişkilerinden kaynaklanıyordu”
(Labarge, 1992: 121). Bu kategoriye göre son grup biraz daha örgüt kavramından ve
içerik olarak böyle bir özden bağımsız ve daha çok bir kadınla ve onun ve Tanrı
arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. Doğudaki karşılığı düşünülünce, bu evliya, kadın ermiş
gibi sıfatlarla adlandırılan kişiye karşılık gelebilir. Kişi olarak önem taşımakta; kimi
zaman bir örgüte dahil olabilse de böyle bir zorunluluğu da yoktu.
“İngiltere‟de ve yüksek sınıfa ait olan kadınlara bazı manastırlara giriş
yasaklanmış olsa da, örneğin, her manastırda dini kişi sayısı yirmi veya üstünü
bulurdu ve imkanlar kısıtlıydı. Bazı manastırlar çok büyük ve zengin olsa da pek
çoğu küçük ve fakir olabiliyordu. Yine de, yüksek bir sınıfa ait olan ve evlenmemiş
ya da evlenememiş kadınların dini hayatı seçmekten başka daha yüce bir seçenekleri
yoktu. On ikinci ve on üçüncü yüzyılda maddi durumları çok da iyi olmayan babalar
yine de kızları için küçük manastırlar kurmaya devam etti. Diğer bazı genç kızlar ise,
dini bir hayat kaderleriymiş gibi çok erken bir yaşta manastıra götürülerek burada
76
yaşamak durumunda bırakılır ve bütün hayatları boyunca bildikleri bütün şeyler bu
manastırda öğrendiklerini geçmezdi ve manastırda öğrenebilecekleri de manastırın
kalitesiyle ilgiliydi. (…) Nihayet pek çoğu da kendisini hiçbir dini amacı olmaksızın
başka yapabilecek bir şeyi olmadığından manastırda buldu (Labarge: 1992, 99/100).
Kadınlar için bir yere ait olmak önemliydi ve varoluşları için bir seçim yapmaları
gerekiyordu. “Aidiyet” kavramı daha çok kadınların içlerinde duydukları,
sorguladıkları bir kavramdı ve kavramdır denilebilir ve bu yüzden Beginler de bu
kavrama karşılık verebilecek bu sıkıntıyı giderebilecek nitelikteydi. “Evlenmek”
toplumda kabul görmek ve varolmanın bir ifadesiydi. Evlenmeyen kadınlar bir başka
varoluş yöntemi olarak kabul edilen ve kadın hakkında güçlü de bir referans olacak
olan dine yöneliyorlardı. Toplum tarafından dışlanmamanın bir yoluydu rahibe
olmak; yine de herkes rahibe olamıyordu- onun da sınırlılıkları vardı. Din merkezli
yaşamak isteyen kadınlar rahibe olmanın dışında sonradan başka bir seçeneğe daha
kavuştular. Bacıyan- ı Rum‟a benzeyen ve bazı merkezleri erkekler tarafından
yönetilen, kadınların bir örgüt şeklinde yaşadığı, gelirlerini örgücülük, el işleri gibi
işlerden kazanarak kendi ayakları üzerinde durabilen kişilerden oluşuyordu.
77
b. Evlilik Meselesi
Ortaçağ‟daki kızların ve kadınların yaşadıkları yerde sürdüğü hayat tarzı,
ailelerinin ne kadar zengin olduğu, evli veya evlenmemiş olmaları ve kocalarının
ölüp ölmediğine bağlıydı. Pek çok evli genç kadın on beş yaşında anneydi. Ev
işlerine bakarlar, kocalarına işte yardımcı olurlar ve bazen de kendi işlerini kurarlardı
(Eastwood, 2003: 5). Bu durum Avrupa‟da böyleydi fakat Anadolu‟da da farklı
değildi yani kadınların evli olup olmaması hususu kadınların kimliği açısından önem
taşıyordu. Evlenmeyen kadınlar da her zaman iş bulamadıklarından aslında cemiyet
bir anlamda bu ihtiyaca da karşılık olarak doğdu.
Evlilik, örgütteki kadınlar için kamusal alandaki diğer kadınlara göre biraz
daha farklılık taşıyordu. Aslında kadınlar örgütle, buradaki işleriyle ve dinle öylesine
meşgullerdi ki evlenmek onlar için ikinci planda kaldığı gibi bazen de “toplum
baskısı” haline gelip bir zorunluluğa dönüşüyordu.
Ortaçağ biyografi yazımında, bir azizin son olarak yaşadığı dini dönüşümü,
evlilikle ilgili düşüncesi ve onu reddinin vurgulanması yaygındı. Bu karar genellikle,
evlilik hazırlığına girmiş ya da en azından uygun eşi aramış olan azizin ailesiyle bir
çatışma yaratırdı. Aile seçimini kabul etme baskısı, özellikle evleneceği kişiyi
seçmede nadiren söz sahibi olan kadınlar açısından oldukça yoğundu. Örneğin
Nivelles‟li Ida daha dokuz yaşındayken evlilikten kaçmıştır. Tongeren‟li Lutgard,
çok küçük yaşta henüz genç bir kız iken birkaç adam tarafından istenmiş fakat o,
hepsini reddetmiştir; Sint –Truiden‟de, Aziz Catherine de henüz rahibe olmaya
yemin etmeden önce bir pansiyoner olarak kalırken bu adamlardan biri ona tecavüz
etmeye ve onu evliliğe zorlamaya çalışmış fakat o mucizevi bir şekilde adamın
elinden kaçmayı başarabilmiştir. Söylenene göre on sekiz yaşındaki Margaret, dinle
78
ilgili dönüşümünden önce bir adama aşık oldu ve onun hemen sonrasında bir başka
adam için tutkulu duygular hissetmeye başladı (Simons, 2003: 68). Simons‟un
ifadelerinden çıkarılan, kadınların aşk, evlilik ve ilişkiler açısından büyük bir çelişki
yaşıyor olmasıydı. Bir yanda düşünebilen ve öngörebilen kadınlar ve tutkuları,
istekleri vardı bir yanda da ataerkil aile yapısının izleri zoraki evliliklerde
görülüyordu.
İki seçenek vardı: kaçmak veya evlenmek. Yapabilen kadınlar da
kaçmayı tercih ediyordu. Anlatılan pek çok kadın, fiziksel olarak tacize uğrama
tehlikelerinin yanı sıra bir de ailelerin baskısıyla zorunlu olarak gerçekleştiriyorlardı
bu eylemi. Bu elbette örgütteyken değil, henüz rahibe olmadan ya da örgütle ilişkisi
yokken Ortaçağ‟da Avrupa‟daki kadınla ilgilidir. Bu da gösteriyor ki aslında kamusal
alan, bu bağlamda kadını bir anlamda zorunlu kılıyordu bir yere ait olmaya. Beginler
de bunun iyi bir örneğiydi. Cemaat içinde yer alan kadın, bu aidiyetle, kendini daha
iyi koruyabilmiş oluyordu. Dikkat çeken bir başka unsur da kadınların yaşlarının çok
küçük olmasıdır. Çok küçük yaşta istemedikleri evlilikler için aile baskısı ile
evlendirilmişlerdir.
Böylece kadınların evliliği konusu doğu ile batı farkı
gözetmeksizin, farklı dönemlerde aileler için sorun teşkil etmiş, kadınlar da bu
sorunun çözümünü ailelerinden kendi iradeleri olmaksızın kabul etmişlerdir.
Juetta (of Hug), Marie (of Oignes) ve Odilia (of Liege)‟in hayatları bunlarla
daha benzerlik taşır. Biyografisini yazan kişiye göre, Juetta şiddetli bir şekilde
ailesinin onun için planladığı evliliğe karşı çıktı: Akıllıca deneyimlenememiş olsa
bile, evliliğin rahmin taşıdığı yük, çocuk doğurmanın tehlikeleri, çocukların eğitimi
gibi sebepler yüzünden zor bir iş olduğunu hissetti ve bütün bunların ötesinde,
kocalarla gelecek kaderin belirsizdi, ailenin ev işlerinin üstlenilmesi, günlük işlerin
daimi sıkıntısı vardı. Bu yüzden babasına ve ailesine yalvararak, kendisini isteyen
79
bütün kocaları reddetti. Fakat en sonunda, ailesinin ve onların kasabadaki
arkadaşlarının taleplerine boyun eğdi ve bir adamla evlenip üç çocuk yaptı. Beş yıl
evlilikten sonra kocası öldü ve geniş ailesinin bütün itirazlarına karşı kendisini
zenginlikten kurtararak ve cüzamlıların yerine kentte çalışacak özgürlüğü kazanarak
başarılı bir şekilde ikinci bir evlilik için yapılan bütün planları önleyebildi (Simons,
2003: 69). Benzer şekilde kadınların “evlilik” konusunda önceden olabilecekleri
gördükleri söylenmektedir. Evliliğin zorlukları ve aile kurumunun zorluğu
vurgulanan Juetta anlatısında, kadının bu geleceği görmesinin bir önemi olmadığı da
izlenmekte ve önünde sonunda pek çok kadının belirlenen evlilikleri yapmaya
zorlandığı görülmektedir. Ayrıca zor durumda kalan çoğu kadının örnekleri
görülüyor. Juetta örneğinde olduğu gibi, kocasını kaybetmek onun için özgürlüğe
giden bir yol oldu. Sahip olduğu paradan da kurtularak kendini toplumsal işlere
adadı. Ve bu kez evliliğe karşı gelebildi. Elinde “dul” olmanın verdiği bir güç de
vardı. Evlilik kurumundan geçmişti ve artık nispeten daha özgürdü. Fakat Juetta‟nın
Beginler‟e katıldığına dair bir ipucu yoktur.
Daha iyi bilinen bir isim, Marie ya da Marie de Oignes de benzer sıkıntıları
yaşamıştır. Labarge öncelikle şöyle bahseder: Marie of Oignes, Beginler hareketinin
kurucusu, annesi olarak görülmektedir. 1176‟da Brabant‟ta zengin bir aileye doğmuş
ve dini bir yaşantıya eğilimi fazla olmasına rağmen ailesi tarafından bulunan “uygun
bir eş” le on dört yaşında evlendirilmiştir. Kocası üzerinde etkisi büyük olmuştur ve
onu hem iki kardeşlermiş gibi hem de fakir bir hayat içinde yaşamaya ikna etmiştir
(Labarge, 1992: 116). Görüldüğü gibi Marie, hareketin önderliğini yapmıştır ve
farkındalığı yüksek bir kadındır. Ayrıca benzer ifadeler, Simons‟ta da görülebilir:
“Marie of Oignes de on dört yaşındayken isteksizce evlenmeyi kabul etti, fakat
80
kocası John‟u çok kısa bir süre sonra bakire yaşamak istediğine ikna etti ve sadece
düşüncede bir evlilik yaptılar. Ayrıca James Vitry‟e göre Marie bunu yapan tek kadın
değildir” (Simons, 2003: 68).
Evlilik zorla yapılmış olsa bile, bu isteksizliğini ya da cinsel ilişkiye
girmeme, bakire kalma isteğini kocası da anlayışla karşılamış ve Marie‟nin dilediği
gibi sürmüştür evlilik hayatı. Marie, cemiyetin önderliğini yapması rolüyle Fatma
Bacı ile aynı statüdedir denilebilir. İkisi de, bir kurucu niteliğindeydi ve yol gösterici
tavırlarıyla betimleniyordu kaynaklarda.
Bu bölümün sonucu itibariyle söylenebilir ki Avrupa için bahsi geçen
yüzyıllarda dinle uğraşan kadınlar temelde üç gruba ayrılıyordu. Birincisi kilisenin
denetimi altında ve verdikleri sözlerden dönemeyen rahibeler, ikincisi buna biraz
daha alternatif olan ve sınıf ayrımını nispeten gözetmeyen, pek çok farklı sınıftan
kadının katılabildiği, yeminlerin sonsuza kadar sürmek zorunda olmadığı ve aslında
rahibeler gibi yemin etmek zorunda olmayan Beginler ve üçüncü olarak mistiklerdi.
Ayrıca evlilik konusu hakkında dönemle ilgili kadınların içinde bulunduğu durum
hakkında bilgi verilmiştir fakat Beginler cemiyeti bu konuda tam olarak nerede
duruyor- buna dair yazılanlara da bakılırsa, yine Simons referans gösterilebilir.
“Beginler cemiyetleri, ayarlanmış veya zorla yapılacak bir evlilikten kaçmayı isteyen
kadınlara koruma sağlayabilmenin dışında, kızlara ve kadınlara evliliğin alternatifi
olarak kendilerine bir gelir sağlamaları konusunda yardım etti. Cemiyetlerin
başlarında duran daha yetkili kişiler sık sık gelirin bir kısmı olarak uyulacak bazı
kurallarla cemiyetin akraba gibi bazı özel üyelerine bir Begin olarak kalması
koşuluyla mülkiyet veya kiralık bir yer verdi ve eğer evlenmek için veya başka
herhangi bir sebeple cemiyetten ayrılırsa, kadın da örgüt de geliri kaybedecekti. Aynı
81
şekilde cemiyet genç kızları veya dul kadınları cemiyet hayatını sürdürmeleri
uğraşlarına destek oldu (2003: 72). Beginler, bu bağlamda kadınlar için aynı
zamanda
“kaçış”
manasına
geliyordu.
Zoraki
evlilikten
kaçabildiklerinde
“sığındıkları” bir yer haline de gelmişti. Bacıyan-ı Rum da benzer şekilde bir
“sığınma” evi olarak düşünülebilir fakat kaynaklarda Bacıyan üyelerinin evliliklerine
dair bilgi verilmemiştir. Hakkında en çok bilgi sahibi olunan Fatma Bacı‟dır ve onun
da evliliğine dair ayrıntılar sınırlıdır. Toplamda üç evlilik yaptığı bazı kaynaklarda
belirtilse de bu evliliklerin sayısının farklı olma ihtimali yüksektir. Ayrıca
evliliklerine dair ve Fatma Bacı‟nın “özel hayat” ına dair yeterince veri henüz ortada
yoktur. Bu da doğu ve batı arasında bir fark oluşturabilir: Beginler Cemiyeti‟ndeki
kadınlar veya cemiyet dışı kadınların “özel hayatların” ilişkin bilgiler daha çok
kamusal olmuşken, Bacılar‟ınki daha çok yaptıkları “hayırlı” işler üzerinden
kaydedilmiş ve daha “önemli” olan konular belirtilmiştir.62
Başlangıcında, Beginler dini hayatı ve ihtiyaç sahibi kimselere yardımı
birlikte gerçekleştirdi. (…) Beginler, bir kadının manastıra kapanmadan da kendini
Tanrı‟ya adayabileceğini göstermiştir. Bu hareketin kadınlar tarafından doğal olarak
geliştiğini düşünmeyi cesaret verici buluyorum. Otorite sahibi erkeklerin hala kadın
girişimciliğini tehditkâr bulduğunu düşünmek yüreklendirici değildir. Erkeklere karşı
emir ve yargı yetkilerini kısıtlayan bir kilise kapsamında kadın hareketinin birliğini
sağlamak zordur ve hep zor olmuştur. Beginler tarihinde küfleri temizleyen ve
özgürlük ve kolaylık taşıyan doğal bir kadın hareketinden kurulu düzene zamanla
daha iyi uyum sağlayan bir yapıya dönüştüğünü görebiliriz. Fakat Beginler bunu
Kadınların hayatı zaten önemli sayılmazken, ayrıca yaşadıkları ilişkiler, içinde bulundukları
psikolojik durum, kadının dili önemsiz atfedilerek ve kadının evlilik hayatı içindeki durumu da aynı
kategoriye dahil edilerek bu tarz bilgileri bulamamak; ayrıca o döneme ait kadın günlüklerin de
tutulmasının zor olduğu varsayımı bu eksikliği doğrular niteliktedir.
62
82
onlara ait yerlerle bunu başarsalar da, oybirliğiyle seçildiler ve hareketin temel amacı
ve önemi saptırıldı. Beginler, organizasyon adına yapısal desteğe sahip
olmadıklarından seçilmeyi bekliyorlardı fakat bu yine de kendi aralarında hiyerarşi
kurmaları gerektiği anlamına gelmez. Ayrıca kendi dağınık üyelikleri arasında daha
iyi bir iletişim ağı sağlamamaları hayal kırıklığına uğratıcıdır (Knuth, 1992). Knuth,
Beginler‟in her ne kadar faydalarının olmuş olduğunu belirtse de kimi eksikliklerden
söz etmiştir. Bu da erkeklerle olan ilişkileri kontrol altında tutmak ve kendi
aralarındaki iletişimi daha güçlü tutmak olmuştur. Fakat eksiklikleri ve faydalarıyla
birlikte Knuth, böyle bir kadın girişimciliğinden övgüyle söz etmiştir.
Beginler‟in kuruluş amacına bakıldığında, daha çok kadınların dışarıda
kalmaması ve yanı sıra isteyenlerin alternatif bir yeri olması için inşa edilmiş
“beguinage” adı verilen yerlerde yaşayan örgüt olduğu görülür. Öne çıkan yanı ise,
özellikle kadınlar için baskı unsuru sayılan evlilikten, verilen örneklerde de
görüldüğü gibi, istenmeyen evliliklerden sonra kadınların gidebileceği bir yer olmuş
olmasıdır. Fakat buradaki çelişki, bir yandan böyle bir avantaj sağlarken bir yandan
gerçekten de kadınları oraya kapatmak için mi vardı sorusu akla gelmektedir. Bir
durumdan kaçan kadın, ya da bir sömürüden, evlilikten, ev işinden kaçan kadın
burada da mı hapis ediliyordu, sorusu Beginler uygulamasıyla çelişen bir sorudur. Bu
sorunun cevabı olmamasına rağmen, göz önünde bulundurulması önemlidir.
Bacıyan-ı Rum‟la aralarında benzerlikler ve farklılıklar barındıran bu oluşum, farklı
dinlerin, farklı kadınları nasıl birleştirdiği ve birlikte üretimde bulundurduğunu
göstermektedir. Kutsal kitaplara bakıldığında, savaşanlarının genelde erkek olması,
kadınların çoğu kez bedensel olarak var oldukları ve bahsedildikleri yerlerde ya
güzelliklerinden ve bakire oluşlarından ya da doğurma anlamında bereketli
83
oluşlarından veya kısırlıklarından ve bu durumda da kocalarına aldıkları cariyelerden
bahsedilmektedir. Bu konular hakkında benzerlikler taşıyan kitaplar, sosyal hayata da
çok farklı yansımamıştır ve ele alınan bu iki cemiyetle karşılaştırıldığında, bu iki
cemiyetin de toplumda din kitaplarının aksine güçlü ve kendi ayakları üzerinde
durabilen kadınlardan oluşup faaliyet gösterdikleri görülür. Dinle olan ilişkileri,
onları ikinci plana itmemekle kalmayıp, Bacıyan‟a erkeklerle eşit bir şekilde ibadet
etme olanağı sunarken, Beginler‟e de kendi evlerini açma imkanı sunarak dini
pratiklerini nispeten daha özgür bir şekilde devam ettirmelerini sağladığı sonucu
çıkar.
7. Beginler Cemiyeti ve Bacıyan- ı Rum’un KarĢılaĢtırılması: Sonuç
Sonuç olarak, daha geniş bir perspektiften Bacıyan ve Beginler‟e bakabilmek
için kısaca din tarihinde kadınlara bakılmaya çalışılmış ve kutsal kitapta kadın
figürlerin nasıl gösterildiği bazı örneklerle ele alınmıştır. Dini kitaplardaki kadınların
varlığı, tarihte kadınların yokluğundan daha iyi bir durum değildir. Dini kitapların
yarattığı kadın figürler, ikinci planda kalmış, genelde yalnızca biyolojik varlıklar
olarak gösterilmiştir. Öte yandan dinle bağlantısı olan bu iki cemiyet kadınları
biyolojik varlıklardan çok, birey olarak var olan kişiler ve zümreler olarak ortaya
koyar, bu bakımdan önemlidir.
Temelde iki teşkilat da kadınların birlikte üretip, kendi geçimlerini
sağlayabilmeleri için destek olmak üzere kurulmuştur. İkisinin de altında yatan temel
felsefe, kadınlar arasında birliği ve yardımı sağlamaktır. Fakat kaynaklarda görülen
odur ki, teşkilatlar pek çok konuda gelişme göstermişlerdir. Dini açıdan faaliyetleri
84
oldukça yüksektir. Bacıyan-ı Rum İslam dinine; Beginler de Hristiyanlık adına
birçok faaliyette bulunuş, dinin yaygınlaşması için çaba göstermişlerdir. Böylelikle
toplumda dokumacılık sektöründe üretmenin yanı sıra dini misyonları da olmuştur.
Eğitim açısından da rahibelik okulu kadar ağır bir eğitim olmasa da Avrupa‟nın
çeşitli bölgelerinde kurulan teşkilatlarda kadınların eğitimine katkıda bulunulmuştur.
Keza, Bacıyan-ı Rum da eğitsel faaliyetlerde bulunuyordu.
Bacıyan-ı Rum, Beginler ile aynı dini ve iktisadi çerçevede rol oynuyordu.
Fakat bunu yaparken toplumun gerisinden de izole olmuyordu. Örneğin, Fatma Bacı
bir yandan Hacı Bektaş ile yoğun bir dini ilişki içindeyken aynı zamanda diğer
insanların
ihtiyacı
olan
giysileri
sağlayabilmek
için
Bacılarla
üretimde
bulunabiliyordu. Beginler‟de bir nevi bir kopuş niteliğinde yorumlanabilecek olan,
Beginler‟in, Beguine adı verilen yerlerde yaşamaları ve rahibelik kadar olmasa da
yine de bu cemiyetin de kendi kuralları olması, Bacıyan‟ın toplumun diğer bireyleri
ile ilişkileri açısından bu anlamda bir fark yaratabilir.
“Toplumda
gelişmeler,
dönüşümler,
yenileşmeler
başlayıp,
bunların
sonuçları, kazanımları kadına ulaşabildiğinde, kadınların kendilerinin gerçekte ne
olduklarını kavramak için bir fırsat doğar. Kadınlar bunu değerlendirebildiklerinde
kitlesel bir başkaldırıya dönüştürebilirler. Hareketlerini bugüne iletecek belgeler
bırakırlar. Böylece hareketlerini görünür kılmanın da yolunu açarlar” (Çakır, 1996:
15).
Nihayetinde, zaman içindeki değişimler, zamanın işgalleri, ekonomik ve
siyasi durumları bu örgütlerin isimlerinin daha fazla duyulmasının engellemiş ve
toplum içinde yavaş yavaş silikleşmeye başlamışlardır. Ne Bacıyan ne de Beginler
hala faaliyet halindedir. Gölpınarlı, fütüvvet erbabının daha çok Ali yanlısı, Aleviliğe
85
daha yakın olduğunu söylemekte ve bu yüzden daha ileri bir zamanda dönemin
padişahlarının Alevilere karşı izlediği bir politika yüzünden de silindikleri ifadesi de
çıkarılmaktadır (1969: 136- 138). Benzer şekilde rahibeliğin daha çok rağbet
görmesi, Beginler teşkilatının olası desteklenmemesi ve böylelikle üyelerin de kendi
ihtiyaçlarını karşılayamaması durumunda geri planda kalmış olma ihtimali vardır.
Bir fark dikkat çekmektedir. Beginler‟de bekaret önemlidir. Bunun vurgusu
yapılmaktadır. Rahibelikle aradaki fark bir yemin etmemeleridir; istedikleri zaman
evlenmek için örgütten ayrılabilirler fakat bekaret adına aynı durum söz konusu
değildir. Bacıyan‟da ise böyle bir zorunluluk yoktur. Hatta Fatma Bacı, Ahi Evran‟la
birlikte ortak işler yapmaktadır. Yani evli, bekar ayrımı yapmayan Bacıyan-ı
Rum‟un, her medeni halden kadını bünyesinde barındırmış olması muhtemeldir zira
evli ya da bakire olmayan kadınlar topluluğun üyesi olmaz ya da bakire kalmaları
zorunludur gibi bir kuraldan bahsedilmez. Böylece belki şu sonuca da varılır:
Beginler‟deki bu uygulama “kadın- erkek işini/ pratiklerini” daha çok birbirinden
ayırsa da, Bacıyan‟daki tersi uygulama da kadın ve erkek arasında daha eşit bir
yaşayış biçimi sergilemektedir.
Bacıyan-ı Rum ve Beginler Ortaçağ‟da belki de yalnızca birçok örgütten
ikisidir denebilir. Hep barbarlığın ve karanlığın bahsedildiği Ortaçağ‟da kadınların
daha güçlü olduğunu gösteren örneklerden birisidir bu örgütler. Bu çalışmayla atılan
bir adım akla daha fazla soru getirmektedir ve kadınların yaptığı işlerin çokluğu gizli
değil açık bir elle sakınılmadan örtülmüş ve bu örtü kaldırıldığında öğrenilenler
gidilecek daha çok yol olduğunu her zaman söylemektedir. Herrin‟den de daha önce
alıntılandığı üzere “gittikçe karmaşıklaşan” bir meseleye dönüşmektedir tarih ve din.
86
Bacıyan-ı Rum ve Beginler Cemiyeti, Ortaçağ‟da kadınlar için faydalı olmuş,
onların bir arada bulunmalarını sağlamış ve bir anlamda alternatif olmuş kadın
gruplarıdır; kamuya açılmalarının bir örneğidir. Evde yaptıkları işleri bir araya
gelerek yapma yahut kimi zaman birlikte yaşama imkanı bulmuşlardır. Dini ve
siyasi faaliyetlerde de bulunmuş olan gruplar, daha çok yaptıkları el işleri, örgücülük
gibi konularda ön plana çıkmışlardır. Dönemin “önde gelen erkekleri” tarafından da
fark edilmiş ve söz konusu olmuşlardır.
Bacıyan-ı Rum‟da kadınlar tasavvuf temelli bir eğitim görürken, Beginler
kiliselerde kendi dinlerine “sahip çıkıyordu”. Dinsel kadın hareketinin birden fazla
kıtada ortaya çıktığı üzerinde durulan bu iki cemiyetten de fark edilebilir.
Anadolu‟da ve Avrupa‟da her ne kadar aynı dönemlerde, benzer amaçlarla kurulan
ve temelinde benzer dinamiklerin yattığı örgütlenmeler oluştuysa da aralarında bazı
farklar da vardı. Öncelikle Beginler, çok daha geniş coğrafyalara dağılabilmişken
Bacıyan-ı Rum Kayseri‟de kurulup, çeşitli saldırılardan sonra birkaç başka şehre
yayılmıştır. Kesin olmamakla birlikte yalnızca görünüşte Beginler‟in Bacıyan‟dan
daha geniş yerlere yayıldığı sonucu çıkar. Bunun sebebinin İslam ve Hristiyanlık
dinlerinin yaygınlığından kaynaklanıyor olması muhtemeldir. Katolik ya da Ortodoks
kadınların Avrupa‟nın farklı ülkelerinde sayılarının fazla oluşu nedeniyle pek çok
sayıda Begin cemaati kurulmuştur. Oysa Müslüman olan Bacıyan-ı Rum bilindiği
kadarıyla sadece bir yerde kurulmuş ve bir tane “lidere” sahip olmuştur. Bu
sebepledir ki Beginler, daha uzun süre faaliyetlerine devam edebilmiştir.
Bugün, gerek Bacıyan-ı Rum gerekse Beginler veya başka örgütler hakkında
geniş bilgilere ulaşılamamaktadır. Bunun pek çok sebebi olabileceği gibi, en
önemlilerinden biri de kadınların gösterdiği çaba ve başarıların görünmezden
87
gelinmiş olması ve bu başarıların erkekler tarafından sahiplenilmesidir. Çalışmada bu
durum, kadın tarihinin önemsenmemesi olarak yorumlanmıştır. Kandiyoti ise
bağlantılı şekilde, bu durumu ataerkiye bağlar.
Ve bahsedilen bu tarihi boşluğu, Kristeva sözleriyle şöyle doldurmaktadır:
“Kayıp kadın- kayıp ülke, kayıp dil- bulunamaz”(1996: 35). Kristeva‟nın Strangers
to Ourselves adlı kitabında sözünü ettiği gibi kayıp bu üç varlık, ortadan kalktığında
geri bulmak imkansızdır. Burada kayıp kadınlardan anlatılmak istenen tarihi olmayan
kadındır; tarihi yazılmamıştır ve böylece ona dair bir bilinen yoktur, kayıptır. Sonra
kayıp ülkeler vardı; yitirilmiş, efsanelere konu olmuş, artık konuşulmayan diler gibi.
Halbuki ne kadar benzerdir kadın ve dil‟in kaderi. Kayıp dil akla sessizliği getirir
anında ve kayıp kadın da kocaman bir sessizliktir bir bakıma. Kadın tarihinin
belgelere dönüştürülmesi bu sessizliğe bir kalkan olacaktır.
Dini yönden farklılıklar barındıran bu iki örgüt, özünde adını en çok
savaşlarla duyuran Ortaçağ‟da bir dayanışma öngörüsüyle kurulan ve farklı kıtalarda
ve kültürlerde de olsa aslında sorunların ve ihtiyaçların benzer olduğunu ve
çözümlerinse birbirinden çok farklı olmadığını göstermektedir. Zaman ve mekan ne
olursa olsun, bir kadın örgütlülüğünün mümkün olduğunu da böylece vurgulamak
yanlış olmaz.
Bu ve kayıtlara geçmemiş olabileceği düşünülürse, Ortaçağ‟da varolmuş
kadın örgütleri üzerine yapılacak yeni çalışmalar, kadın örgütlülüğüne ve tarihine
dair, bilinenleri artıracağı gibi aynı zamanda kadınların birlikte başardıkları işlerin
bilgisi kamusal oldukça“birlikte olma” düşüncesi de kadınları motive edecektir.
Zengin bir kültür, tarih ve bilinmezlik içeren kadın tarihi, görüldükçe tarih adına
belki o zaman bir nesnellikten bahsedilebilecektir.
88
Tarih çok net çizgilerle ayırt edilemeyecek kadar pek çok gelişmenin
yaşandığı bir olaylar bütünüdür; yani bir olayın tam olarak ne zaman başlayıp ne
zaman bittiği ya da bir topluluğun hangi coğrafyalarla nasıl ve ne zaman etkileşimde
bulunduğunu söyleyebilmek çoğu zaman zordur. Bunları böyle ifade edebilmenin
nedeni de bu çalışmanın varıldığı sonuçlardan biridir. Kimi yazarlara göre bir
efsaneden ibaret, kimilerine göre ise anlı şanlı Türk milletinin geçmişinde yer almış
gurur duyulası ve herkesin gıpta ile bakması gerektiği ve “kadınlara ne kadar önem
verildiğini” gösteren bir oluşumdur Bacıyan-ı Rum. Fakat çalışmanın asıl amacı,
varmak istediği nokta elbette böyle bir milliyetçi nokta değildir, ya da bir mit olarak
düşünülmemiştir Bacıyan-ı Rum. Olasılıklar göz önünde bulundurulmuş ve incelenen
kaynaklar- ikincil de olsa- böyle bir topluluğun varlığını ifşa etmiştir; böyle
yorumlanmasına sebep olmuştur. Böylelikle Bacıyan-ı Rum‟un etkin olduğu 13.
yüzyılda Anadolu‟da, sadece Anadolu kültürüyle sınırlı kalıp kalınmadığı da
bilinmeyecek bir gerçektir. Bu konuda hiçbir bilgi olmamasına rağmen o dönemin
ünlü seyyahlarından İbn-i Batuta buraya gelmiş ve gözlem yapmış birisidir ve onun
gibi başka araştırmacılar da gelmiş olabilir. Bununla birlikte Müslüman olmayan
kadınlar da bu bölgelere gelmiş, buralarda yaşamış, alışkanlıklarını sürdürmüş ve
Anadolu Bacıları ile ortak işler yapmış olabilir. Bunlar hep ihtimal dahilindedir fakat
güçlü olmalarının sebepleri, 13. yüzyılda kadın örgütleri var mıydı şeklinde başlayan
bir sorunun daha sonra ulaştığı bu iki örgütte benzer noktalardın tespit edilmesidir.
Anadolu‟da etkili olan tasavvufi görüşler ve kadınların olduğu kadar erkeklerin de iyi
bir kul olma adına hizmet etmeleri, kadınların dinle bu kadar içli dışlı olabilmeleri ve
birlikte eleştiriler olmasına rağmen ibadet edebilmeleri benzer yankılarını yine 13.
yüzyıldaki faaliyetleri ele alınan Beginler Cemiyeti‟nin eylemlerinde bulmuştur.
89
Bunun yanı sıra kadınların bir arada olup birlikte üretimde bulunabilmeleri her iki
coğrafyada da benzer şekilde olmuştur. Kilise ve dergahlar kadınların ve erkeklerin
dini pratiklerini sürdürdükleri yerler olmanın yanı sıra, bahsi geçen yüzyılda ayrıca
kadınlar için farklı bir anlam da ifade etmiştir. Anadolu‟da kadınlar daha etkin rol
oynayabilip, daha çok söz sahibi olabilmişken, Avrupa‟da ise tam bir kadın
dayanışması örneği görülmektedir. Çalışmada daha önce sözü edilen istenmeyen
evlilik meselelerinde kadınların sığınabilecekleri bir yer olmuştur Beginler Cemiyeti.
Bu çalışma sonucunda varılan noktalardan biri de feminist tarihçilik adına bir
çalışma yaparken, her ne kadar bu çalışmanın kendisi ya da en azından bir sorunun
ele alınması kendi içinde değer taşıyorsa da, bir başka değeri de beraberinde ortaya
çıkarmak mümkündür. Pek çok farklı yönden yapılabilir bir çalışma. Fakat burada
üzerinde durulmak istenilen nokta ele alınan tarihi dönemi/ olayı/ karakteri vs‟yi bir
başka coğrafyadan eş dönemli olayı/ karakteriyle karşılaştırmanın ve benzerlikleri ve
farklılıklarını bulmanın da bir o kadar çalışmanın kendisi kadar değerli olacağıdır.
Son olarak Heilbrun‟un; “Zamanın havası gerçekten de yardımcı oluyordu.
Kadınlar, binlerce yıldır kendilerine makul istekler olmadığı söylenip duran şeyleri
isteme yürekliliğini buldular. Kumin şöyle yazıyordu: “Bu kayıplar tarihinden bıktım
usandım artık/ Hangi davulu çalmam gerek sizlere duyurmak için?/ Makul olmak
demek/ Işığı söndürmek demek./ Makul olmak demek boşvermek demek.” (22
Eylül‟den)” (Heilbrun, 1992: 54) sözlerine yer verirken, güçlü bir kadınlığın,
farkında olmaktan geçtiğini, tarihi bilmenin ve kadın dayanışmasının özüne
varmanın önemli olduğunu yinelemek yerinde olur.
90
KAYNAKÇA
-
Akkent, Meral (1994) . Kadın Hareketinin Kurumsallaşması- Fırsatlar ve
Rizikolar. Metis Yayınları: İstanbul.
-
Akşit, Elif Ekin (2010). “Hatırlamanın Film Hali: Battal Gazi'nin Kadın
İzleyicileri
ve
Savaş
Miti”-
Amargi
Dergi,
Kış
Sayısı
(ayrıca;http://ww.bianet.org/bianet/kultur/126723-amargi-kis-geriye-kalanzaman)
-
Amt, Emilie (1993). Women's Lives in Medieval Europe: A Sourcebook.
Routledge
-
Arsel, İlhan (1995). Şeriat ve Kadın. Kaynak Yayınları: İstanbul.
-
Atalay, Besim (2006). Divanü Lügati't - Türk. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi. ISBN 975-16-0405-2, Cilt III
-
Atsız, Nihal (1985). Aşıkpaşaoğlu Tarihi. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları: Ankara
-
Avcı, Casim (2003). İslam- Bizans İlişkileri. Klasik Yayınları: İstanbul.
-
Bahadır, İbrahim (2005). Alevi ve Sünni Tekkelerinde Kadın Dervişler. Su
Yayınları: İstanbul
-
Bardsley, Sandy (2007). Women's roles in the Middle Ages. Greenwood
Press: USA
-
Bayram, Mikail (1991). X. Türk Tarih Kongresi (Ankara: 22- 16 Eylül 1986)
- Kongreye Sunulan Bildiler III. Cilt. Türk Tarih Kurumu Basımevi.
91
-
Bayram, Mikail (1987). Bacıyan-ı Rum (Selçuklular Zamanında Genç Kızlar
Teşkilatı). Konya: S.Ü. Fen Edebiyat Fak. Tarih Bölümü
-
Bayram, Mikail (1999). Şeyh Evhadü’d- Din Hamid El- Kirmani ve
Evhadiyye Hareketi. S.Ü. Vakfı Yayınları: Konya
-
Berktay, Fatmagül (2006). Tarihin Cinsiyeti. Metis Yayınları: İstanbul.
-
Bock, Gisela (2004). Avrupa Tarihinde Kadınlar. Çvr: Zehra Aksu Yılmazer.
Literatür Yayıncılık: İstanbul.
-
Breebaart, Deodaat Anne (1961). The Development and Structure of The
Turkish Futuwah Guilds- Ph.D. Princeton University- History; Medieval.
-
Brown, Helen (1992). Women Organising. Routledge: London and New
York.
-
Cahen, Claude (2000). Osmanlılardan Önce Anadolu. Tarih Vakfı Yurt
Yayınları: İstanbul.
-
Can, Sevim (2008).Terken Hatundan Valide Sultana Selçuklular Döneminde
Kadın (1040- 1308). Ufuk Ötesi Yayınları: İstanbul.
-
Canpolat, Mustafa (ed.) (1983). Türkçe Sözlük- Genişletilmiş 7. Baskı. TDK
Yayınları: Ankara
-
Chatty, Dawn; Rabo, Annika (ed.) (1997). Organizing Women. Formal and
Informal Women’s Groups in The Middle East. Berg Publishers.
-
Connor, Carolyn L. (2004). Women of Byzantium. Yale University Press:
New Haven& London
92
-
Çakır, Serpil (1996). Osmanlı Kadın Hareketi. Metis Kadın Araştırmaları:
İstanbul.
-
Çalışlar, Oral (1999). İslamda Kadın ve Cinsellik. Cumhuriyet Kitapları:
İstanbul.
-
Çığ, Muazzez İlmiye (2006). Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni.
KaynakYayınları: İstanbul
-
Dikmen, Mehmed (1983). İslam’da Kadın Hakları. Cihan Yayınları: İstanbul.
-
Duby, Georges; Perrot, Michelle (2005). Kadınların Tarihi I- Antik
Tanrıçalardan Hristiyan Azizelere. Çvr: Ahmet Fethi. Türkiye İş Bankası
Yayınları: İstanbul.
-
Duby, Georges; Perrot, Michelle (2005). Kadınların Tarihi II- Ortaçağ’ın
Sessizliği Çvr: Ahmet Fethi. Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul.
-
Eastwood, Kay (2003). Women and Girls in the Middle Ages. Crabtree
Publishing Company: Canada.
-
Eliaçık, R. İhsan (2003). Adalet Devleti. Ortak İyinin İktidarı. Bakış
Yayınları: İstanbul
-
Eraydın, Selçuk (1990). Tasavvuf ve Tarikatlar. M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı:
İstanbul.
-
Erdem, Yasemin Tümer; Yiğit, Halime. (2010) Bacıyan-ı Rum’dan
Günümüze Türk Kadınının İktisadi Hayattaki Yeri. İstanbul Ticaret Odası
93
-
Eyuboğlu, İsmet Zeki (1997). Günün Işığında Tasavvuf. Tarikatlar,
Mezhepler Tarihi. Geçit Kitabevi.
-
Evans, G.R. (2002). Faith in the Medieval World. Intervarsity Press.
-
Gölpınarlı, Abdülbaki (1969). 100 Soruda Tasavvuf. Gerçek Yayınevi:
İstanbul.
-
Gültepe, Necati (1999). Turancılık Tarihinin Kaynakları. Turan Kültür Vakfı:
İstanbul.
-
Gültepe, Necati (2008). Türk Kadın Tarihine Giriş "Amazonlardan Bâcıyân-ı
Rûm'a". Ötüken Yayınları: İstanbul.
-
Hambly, Gavin (ed.) (1999). Women in the Medieval Islamic World- Power,
Patronage, and Piety. St. Martin‟s Press: New York.
-
Hassan, Ümit (2002). “Düşünce ve Bilim Tarihi Osmanlılık Öncesinde
Türklerin Kültür Kökenlerine Bir Bakış”.
Türkiye Tarihi 1- Osmanlı
Devletine Kadar Türkler. Ed: Sina Akşin. Cem Yayınevi: İstanbul.
-
Heilbrun, Carolyn G. (1992). Kadının Özyaşamını Yazarken…Çvr: Yurdanur
Salman, Gülşat Aygen. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.
-
Herrin, Judith (2006). “Changing Functions of Monasteries For Women
During The Byzantine Iconoclasm” Byzantine women: varieties of experience
800-1200. Ed: Lynda Garland. Ashgate Publishing Company.
-
Herrin, Judith (1989). The Formation of Christendom. Fontana Press:
London.
94
-
Hodgson, Marshall G.S. (1993). Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek. Yöneliş
Yayınları: İstanbul
-
İlbars, Zafer (2000). “Anadolu İnanç Kültüründe Kadın Simgesi”, Uluslar
arası Anadolu İnançları Kongresi Bildirileri. Evrak Yayınları: Ürgüp
-
İnan, Yusuf Ziya (2000). 20. Asırda Bir Vahdet-i Vücud Öğretisi: Melamet ve
Tarikatlar. Sinan Yayınevi: İstanbul.
-
Johnson, Mini S. (2005). Women in Christianity. Mittal Publications. New
Delhi, India.
-
Kandiyoti, Deniz (1990). “Ataerkil Örüntüler: Türk Toplumunda Erkek
Egemenliğinin Çözümlenmesine Yönelik Notlar” (s. 341- 354). Kadın Bakış
Açısından 1980’ ler Türkiyesi’nde Kadınlar. Ed: Tekeli, Şirin. İletişim
Yayınları.
-
Kandiyoti, Deniz (2011). “İslam ve Ataerkillik- Karşılaştırmalı Bir
Perspektif” s. 119- 145 (Çvr: Aksu Bora) Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar.
Metis Yayınları: İstanbul.
-
Kelly, Joan (1984). Women, History & Theory- The Essays of Joan Kelly.
The University of Chicago Press: Chicago&London.
-
Kitabı Mukaddes (1993). Eski ve Yeni Ahit. Kitabı Mukaddes Şirketi: İstanbul
-
Korkmaz, Esat (2000). Anadolu Aleviliği. Berfin Yayınları: İstanbul
-
Knuth,
Elizabeth
T.(1992).
The
Beguines.
http://www.users.csbsju.edu/~eknuth/xpxx/beguines.html
95
-
Köprülü, Fuad (1984). Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu. Türk Tarih Kurumu
Basımevi: Ankara (2. Baskı).
-
Labarge, Margaret Wade (1986) A small sound of the trumpet: women in
medieval life. Beacon Press: Boston.
-
Kristeva, Julia (1996). Strangers to Ourselves. Çvr: İskender Savaşır, s. 35 (936)- Defter Dergisi, Yirmi Sekizinci Sayı. Metis Yayınları: İstanbul.
-
MacDonald, Margaret Y.(1996). Early Christian Women and Pagan Opinion.
The Power of The Hysterical Women. Cambridge University Press.
-
Nicolle, David (2001). Essential Histories- The Crusades. Osprey Publishing:
UK.
-
Ocak, Ahmet (2002). Selçukluların Dini Siyaseti (1040- 1092). Tatav
Yayınları: İstanbul.
-
Ocak, Ahmet Yaşar (1996). Türkiye’de Tarihin Saptırılması Sürecinde Türk
Sufiliğine Bakışlar. İletişim Yayınları: İstanbul.
-
Opitz, Claudia (2005). Kadınların Tarihi: Ortaçağ’ın Sessizliği- Cilt II. Ed:
Duby, Georges; Perrot, Michelle. Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul.
-
Pantel, Pauline Schmitt (2005). Günümüzde Eski Tarih ve Kadınlar.
Kadınların Tarihi I- Antik Tanrıçalardan Hristiyan Azizelere. Ed: Duby,
Georges; Perrot, Michelle Çvr: Ahmet Fethi. Türkiye İş Bankası Yayınları:
İstanbul.
-
Partner, Nancy F. (1993). Studying Medieval Women- Sex, Gender,
Feminism. The Medieval Academy of America- Cambridge, Massachusetts
96
-
Robinson, Francis (2005). Cambridge Resimli İslam Ülkeleri Tarihi. Çvr:
Zülal Kılıç. Kitap Yayınevi: İstanbul
-
Shahr, Fariba Zarinebaf (1996). “Women, Law, and Imperial Justice in
Ottoman Istanbul in the Late Seventeenth Century”- Women, the Family, and
Divorce Laws in İslamic History. Ed: Sonbol, Amira El Azhary. Syracuse
University Press
-
Simons, Walter (2003). Cities of Ladies: Beguine Communities in the
Medieval Low Countries, 1200-1565 (Middle Ages). University of
Pennsylvania Press
-
Spongberg,
Marie
(2002).
“Writing
Women’s
History
Since
the
Renaissance”. Palgrave Macmilan
-
Tebbutt, Melanie (1995). Women’s Talk? A Social History of “Gossip” in
Working-class Neighbourhoods, 1880- 1960. Scolar Press: England.
-
Togan, Zeki Velidi (1981). Umumi Türk Tarihine Giriş. Cild I En Eski
Devirlerden 16. Asra Kadar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları (3. Baskı).
-
Toprak, Binnaz Sayarı (1981). “Religion and Turkish Women” Women in
Turkish Society. Ed: Nermin Abadan Unat. E.J. Brill, Leiden, The
Netherlands.
-
Üçok, Bahriye (1965). İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar. Türk Tarih
Kurumu Basımevi: Ankara.
97
-
Watt, Diane (1997). Medieval Women in Their Communities. University of
Wales Press- Cardiff
-
Yazır, Elmalılı Hamdi. Yüce Kuran-ı Kerim- Açıklamalı Türkçe Meali.
Burhan Yayın Dağıtım: İstanbul.
-
Zuber, Christiane Klapisch (2005). Kadınları Dahil Etmek. Kadınların
Tarihi: Ortaçağ’ın Sessizliği- Cilt II. Ed: Duby, Georges; Perrot, Michelle.
Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul.
-
http://en.wikipedia.org/wiki/Beghards_and_Beguines (Son Erişim: 01.00 2102- 2011)
-
www.tdk.gov.tr (Son Erişim: 15.55/ 01.03.2011)
-
http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C3%BCt%C3%BCvvet-
BSTS
/
Tarih
Terimleri Sözlüğü 1974. (Son Erişim: 15.55/ 01.03.2011)
-
http://en.wikipedia.org/wiki/Beguine
98
EK
EK1
Orta Asya, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan,
Afganistan, Çin'in bir kısmı (Doğu Türkistan), Rusya, Pakistan'ın bir kısmı ve Kuzey
İran'ın barındığı bölge ve bölgeyi tanımlamak için kullanılan coğrafi terim. Aynı
zamanda Türkler'in anayurdudur (Son Erişim: 02- 03- 2011)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Orta_Asya
99
EK2- Aşıkpaşazade: Kendisini “Derviş Ahmed Aşıki” diye tanıtan Aşıkpaşa oğlu
(1392-1393), Amasya‟ya bağlı Ulvan Çelebi Köyü‟nde doğdu. Soy kütüğü:
(Atsız, 1985: 3).
100
EK3
“Low Countries” olarak adlandırılan yerler Belçika, Hollanda, Lüksemburg gibi
ülkelerin ve Fransa‟nın kuzeyi ile Almanya‟nın batısı ile bazı nehirlerde oluşan
deltaların bulunduğu alçak yerleri içine alan ve tarihte ismi böyle geçmiş olan
topraklardır. Bu terim, güçlü ulusların yavaşça şekillendiği ve bölgesel denetimin bir
soylunun ya da bir soylu evinin ellerinde olduğu Ortaçağ ve Modern Avrupa öncesi
zaman için daha uygundur.
http://en.wikipedia.org/wiki/Low_countries (Son Erişim: 02- 03- 2011)
101
FOTOĞRAFLAR
Lübeck, 1489. Beginler Cemiyetinden Bir Kadın Resmi63
63
http://en.wikipedia.org/wiki/File:Beguine_1489.gif
102
103
s. 97- 98 resim64
Sayfa 97 ve 98‟deki bu iki görüntü, Ezel Akay‟ın yönetmenliğini yaptığı 2005 yapımı
“Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” filminden alınmıştır.”
64
104
ÖZET
Kadınların kendilerine ait bir odaları olması gerektiğini söyleyen Woolf bunu
söylerken aslında tarihi de kastetmişti. Kadınlar yazarak kendi tarihlerini
oluşturacaklardı. Tarihten dışlanmış bir cinse tarihlerinin geri verilmesi için atılan bir
adımdır feminist tarihçilik. Kadın tarihine dair yapılan her yeni çalışma bu alana
katkıda bulunacak; böylece büyük bir çoğunluğa, bir disiplin yeniden fakat bu kez
kayda geçmiş olarak kazandırılacaktır. Kadın örgütlülüğünün tarihi çok uzaklara
dayansa da, bu görünmezliğin altında yatan erkek egemen tarih anlayışıdır.
Bu çalışmada çok geniş bir düzleme sahip olan tarih disiplinin yalnızca bir
sorusuna ve yanı sıra diğer yardımcı olabilecek sorulara değinerek, Ortaçağ üzerine
karşılaştırmalı bir çalışma yapılmaya çalışılmıştır. Ana soru, “Ortaçağ‟da bir kadın
örgütü mevcut muydu?” sorusuydu. İki farklı coğrafyada kadınlık durumları ve
örgütlenmelerine bakılarak, bu örgütlenmeler içinde yer alan kadınların yaptıkları
işler ve bir arada bulunma durumları incelenmiştir.
Çalışma sonucunda bu iki örgütün de dinden çok uzak olmayan kadın
üyelerinin olduğu ve kadınların birlikte pek çok faaliyette ve üretimde bulundukları
görülmüştür. Taşıdıkları benzerlikler sonucu, kadınlık durumlarının hangi din,
coğrafya ve tarih olursa olsun birbirinden çok farklı olmadığını ve her halükarda
direnen bir kadınlığın ortaya çıktığı görülür.
Çalışmada ilk olarak kadın tarihinden bahsedilerek sonra sırasıyla kısaca din
tarihinde kadın, Ortaçağ‟da Anadolu ve Avrupa‟da Kadın ve ardından Bacıyan-ı
Rum ve Beginler Cemiyet‟ine yer verilmiştir.
105
ABSTRACT
Woolf, who told women to have a room of their own, in fact she also implied
to have a history of their own. Women would have created their own history by
writing. Feministy history is a step taken, which will give a gender its own hitory that
was once taken away from them. Any new work that is done for the area of women
history will contribute to this department therefore a discipline will be given to a
majority of people again, but this time after it has been recorded, not orally.
Although the the communities of women date back to a long time, the underlying
reason of this unseen history is the male- dominated understanding of history.
In this thesis, a comparative study was tried to be done on the Medieval Age
by asking only one main and other sub- questions in the discipline of history that is a
very broad term. The main question was, “Was there a woman organization in
middle ages?” By researching states and organizations of women in two different
continents, it was aimed to study the togetherness of women in these organizations
and the work they had done.
At the end of the study, it was seen that these two communities had female
members who were not very far from religion and that the women did many things
and produced together. As a result of these similarities, it is seen that regardless of
religion, geography and history, the states of women were not that different from
each other and that under any circumstances there emerges a resisting womanhood.
In the study, first women history was mentioned then shortly women in the
history of religion, and respectively women in Asia Minor and Europe and then
“Bacıyan-ı Rum” and the Beguines were talked about.
106