Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Ortaçağ'da kadın örgütleri: Anadolu ve Avrupa örneği

2011

T.C. ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ KADIN ÇALIġMALARI ANABĠLĠM DALI ORTAÇAĞ’DA KADIN ÖRGÜTLERĠ Anadolu ve Avrupa Örneği Yüksek Lisans Tezi Derman GÜLMEZ Tez DanıĢmanı Doç. Dr. Elif Ekin AKġĠT VURAL Ankara- 2011 1 babama ve anneme 2 ĠÇĠNDEKĠLER İthaf_______________________________________________________________ii İçindekiler__________________________________________________________iii Teşekkür____________________________________________________________v Önsöz_____________________________________________________________vi 1. Giriş_________________________________________________________1 2. Ortaçağ‟da Kadın Tarihine Dair____________________________________7 i. Ortaçağ‟da Kadınların Örgütleşmesine ve Ortaçağ Çalışmalarının Sınırlılıklarına Dair______________________________________7 ii. Örgütler ve Coğrafi Konumları_____________________________12 a. Bacıyan-ı Rum _________________________________________12 b. Beginler_______________________________________________13 3. Din Tarihi ve Örgüt Liderlerine Dair___________________________15 i. Din Tarihinde Kadın _____________________________________15 ii. Etkileşimler____________________________________________24 iii. Örgüt Liderleri: Fatma Bacı, Marie de Oignes _________________27 a. Bir Kadın Lider: Fatma Bacı_______________________________27 b. Marie de Oignies________________________________________30 iv. Ortaçağ Örgütleri Feminist Örgütler Miydi?___________________30 4. Ortaçağ‟da Anadolu‟da Durum ___________________________________32 i. Bizans Dönemi__________________________________________32 ii. Selçuklular Dönemi______________________________________37 a. Ahilik- Ahiyan-ı Rum____________________________________39 3 b. Gaziyan-ı Rum_________________________________________41 c. Abdalan-ı Rum_________________________________________42 d. Bacıyan-ı Rum Hakkında Farklı Görüşler____________________44 e. Bacıyan-ı Rum_________________________________________45 5. Bacıyan-ı Rum ve Faaliyetleri____________________________________47 i. Dokumacılık____________________________________________47 ii. Misafir Ağırlaması ______________________________________49 iii. Askeri- Siyasi Faaliyetler__________________________________50 iv. Tasavvufi Faaliyetler_____________________________________52 v. İslamlaştırmaya Etkileri___________________________________56 6. Beginler_____________________________________________________61 i. Ortaçağ‟da Avrupa ______________________________________61 ii. Avrupa‟da Bir Kadın Oluşumu: Beginler Cemiyeti______________62 a. Dua Eden kadınlar: Rahibeler ve Beginler ____________69 b. Evlilik Meselesi_________________________________72 7. Beginler Cemiyeti ve Bacıyan- ı Rum‟un Karşılaştırılması: Sonuç_______________________________________________________78 Kaynakça__________________________________________________________85 Ek________________________________________________________________93 Fotoğraflar_________________________________________________________96 Özet______________________________________________________________99 Abstract__________________________________________________________100 4 TEġEKKÜR Öncelikle tez danışmanım Elif Ekin Akşit‟e beni sabırla dinlediği ve bana yol gösterdiği için, jürimde olmayı kabul ederek değerli birikimi, bilgisiyle beni aydınlatan hocam Nahide Bozkurt‟a, hocam olmanın yanı sıra bana abla sıcaklığını da hissettiren sevgili Funda Cantek‟e, daha ilk günden sıcak gülümsemesiyle karşılayan ve sonra kendisinden pek çok şey öğrendiğim bölüm başkanımız Alev Özkazanç‟a, bölüm hocalarıma, uzakta ve henüz tanışmamış olsak da, değerli yorumları ve eleştiriyle ufuk açan sevgili Nilgün Dalkesen‟e bölümden arkadaşlarım Deniz, Damla, Zehra ve Nurcan‟a; ayrıca Ali‟ye, Berna‟ya, İlke‟ye, Erman‟a, Gamze‟ye, İsmo‟ya ve Defne‟ye, Zeze‟ye ve Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi ve çalışanlarına teşekkür ederim. 5 ÖNSÖZ Bu çalışmaya başlarken bir hayalim vardı. bell hooks‟un kızkardeşlik üzerine yazdıkları hep aklımın bir köşesindeydi. Örgütlülük de bir nevi kızkardeşlikti; kadınların örgütlü olması bir anlamda dayanışmayı da beraberinde getiriyordu. En azından bunun hayalini kurdum hep ve merak ettim Ortaçağ‟da kadınların örgütlenmesi durumu nasıldı, esasında öncelikle böyle bir örgütlenme var mıydı? Yani ne kadar geçmişte bulabilirsem bu örgütlülüğü o kadar mutlu olacaktım sanki. Ele aldığım dönem Ortaçağ oldu. Çoğu kez cadılardan bahsedilen Ortaçağ‟da acaba kadınların başka şekilde bahsi yok muydu? Ele aldığım iki örgüt olan Bacıyan-ı Rum ve Beginler Cemiyeti hakkında elbette diğer tarih konuları kadar geniş verilere ulaşamadım ve kadın tarihi yazımının kısıtlı olması da ayrıca bir sorun oluşturuyordu. Nihayetinde bu iki cemiyeti karşılaştırıp örgüt dinamiklerine bakarak benzerliklerini ele almaya çalıştım. Karşılaştırma sonucunda bu hayalimi gerçekleştirdim mi yani gerçekten bu örgütler arasında bir dayanışma, kızkardeşlik var mıydı bu soruların cevabı net olarak hiçbir yerde yoktu fakat hep alt metinde böyle bir duygunun ve birlikteliğin varlığını hissettim ve biraz da bu kişisel -ya da zaten feminizmin hayali de o- hayal üzerinden sürdürdüm çalışmamı. Böyle yapmakla kadın tarihi açısından en azından bir daha soru sorulmuş olduğunu ve bu soru üzerine pek çok yanıt ve bu çalışmanın da bu yanıtlardan biri olabileceğini düşünüyorum. Kadın tarihi adına daha gidilecek çok yol olduğunu bilmek biraz üzücü olsa da, sonuçta oyuncularının kadınlar olacağı bir tarihe sahip olacak olmak mutlu edici. 6 1. GiriĢ Tarihe olan borcumuz, onu yeniden yazmaktan geçer. Oscar Wilde Wilde‟ın sözüne belki tarihe olan borcumuzun onu yeniden ama bu kez kadın tarihi olarak yazmak şeklinde bir ek yapılabilir. Tarih çalışmaları, kadınları eşit olmayan durumlarına karşı farkındalık uyandırdı ve bu eşitsizliği yıkmak için harekete geçmek gerektiğini gösterdi. Kadın tarihi yazmak, gerçekten erkek söylevlerinin yer aldığı tarih disiplinine kadın bireyselliğini dahil ettiği için feminist bir eylem olarak görülebilir (Spongberg, 2002; 8). Tezde öncelikle Anadolu ve Avrupa‟da Ortaçağ‟da yaşam hakkında kısaca bilgi verilecek. Daha sonra kadınlar ve grup olmak, örgütlenmek kavramları üzerine durularak Anadolu‟da kurulan kadın örgütü Bacıyan- ı Rum ve Avrupa‟nın çeşitli yerlerinde kurulan Beginler Cemiyetine değinilerek en son olarak bu ikisi arasında bir karşılaştırma yapılacaktır. Bu kuruluşlar ele alınırken, önce yapılarından ve kuruluş nedenlerinden, aşamalarından söz edilerek daha sonra gruplar halindeki kadınların yaptıkları işlerden, toplumdaki duruşlarından ve toplumun bu örgütlenmeleri nasıl gördüğünden bahsedilecektir. Ayrıca daha geniş bir perspektif sağlayabilmek için kısaca din tarihinde kadınlar ele alınacak ve verilen örneklerle bağlantılar kurulacaktır. Tezin amacı, aynı dönemi yaşayan doğu ve batıda, farklı kadınların kurdukları çoğu yönü benzer nitelikli bu iki örgüte dair bir çalışma yapmak ve kadın tarihi meselesine, her ne kadar Ortaçağ daha önce ele alınmış olsa da yeni bir bakışla bakmaktır. Nihayetinde çalışmanın bazı sınırlılıkları olmuştur. Bacıyan-ı Rum 7 Türkçe‟de az sayıda eserle yorumlanmışken, Beginler Cemiyeti‟ne dair bilgiler daha geniştir. Tez konusunun belirlenmesi ise öncelikle aslında şu soruyla başlamıştır: Ortaçağ‟da bir kadın örgütü, bir kadın gruplaşması var mıydı? Bu soru, çalışmayı Bacıyan-ı Rum‟a yöneltmiş ve ardından Avrupa‟daki durum merak konusu olunca Beginler Cemiyeti ile ikisi arasında bir karşılaştırma düşünülmüştür. Çoğunlukla ikincil kaynaklarla sürdürülen araştırma sonucu bu iki örgüt arasında öz olarak birçok benzerliğin olabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Yöntem olarak literatür taraması yapılmış ve daha sonra kaynaklardan alıntılar yaparak konu beslenmiş ve bu alıntılara yorumlar getirilmiştir. Kaynaklar, kadın odaklı ve feminist tarih bakış açısıyla incelenmiş ve bu doğrultuda olması yönünden diğerlerinden seçilmiştir. Dolayısıyla yöntem olarak feminist yöntem kullanılmıştır. Birçok araştırmacı feminist yöntemin olamayacağı konusunda hem fikir olsa da gerek bakış açısı, gerek seçilen konu, gerekse varılacak nokta feminist bir yöntemin uygulanabileceğini göstermektedir.1 Bu örgütlerden bahsedilirken, aynı kavramı tanımlamak için örgüt, cemiyet, grup kelimeleri aynı amaçla kullanılacaktır. Kadın tarihi kaynakları çok ve çeşitlidir. Bunlardan bazıları politik ve yasal tarihçisinin kullandığı ve resmi tarihe ait olanlar, kontratlar, adli olaylar vb. dir. Bazıları kültür tarihçisinin kullandığı; edebiyat, sanat alanına ait olan kaynaklardır. Diğer kaynaklar da sosyo- ekonomi tarihçisi tarafından kullanılan tarif kitapları, ev kadınları için kılavuz tarzında olan kaynaklardır ( Partner, 1993: ix). Partner, kadın tarihi kaynaklarının çokluğundan bahsetse de henüz yeterli kaynak yazılmamış ve “Sonuçta, tanımlanmış bir „feminist araştırma yöntemi‟ ni adlandırmaya çalışan birinin neyi araştırması gerektiğine ilişkin elimizde net bir şey yok. Bu belirsizlik, hedeflenen feminist sosyal araştırma hakkında tanımlamalardan kaçınıldığı yolunda eleştirilere yol açar. Yine bu durum feminist araştırmada yol kat etmek için neyin gerekli olduğunun anlaşılmasını da zorlaştırır” (Harding, 1996: 34). Burada Harding feminist yöntemin olamayacağından bahsetmiştir fakat şahsi fikrim böyle bir yöntem olabileceği konusundadır. 1 8 tam olarak tarihin bütünü “kadın tarihi” olarak yazılamamıştır. Ayrıca Ortaçağ konusunda yazılan kaynakların varlığı bunların hepsinin kadın tarihi yazmaya yönelik olduğu anlamına gelmemekte ve bu amaçla yazılmamaktadır. “Kadınların tarihi, baskı altına alınışlarının tarihi olduğu kadar, bu baskılara ve eve kapatılmalarına direnmiş olmalarının da tarihidir” (Michel, 1993:159). Michel‟in de söylediği gibi her ne kadar kadınların baskılandığı sonucu çıkarılsa da tarihten, aynı zamanda kadınların birliğinden ve nispeten daha yakın tarihlerde de direnişlerinden bahsetmek mümkündür. Burada ele alınan tarih bir örgütlenme tarihi olacaktır fakat elbette bununla birlikte gelen baskılar ve kadınların bunun karşısında yaptıkları ile ilgili olacaktır. Kadın tarihi ya da Fatmagül Berktay‟ın deyişiyle “feminist tarihçilik” (2006: 11) pek çok amacı olan fakat nihayetinde ana bir amaca hizmet eden bir disiplindir. Nihai amaç, resmi tarihin dışında kalan kadınların tarihini yazmak, kadına dair daha fazla belge bulmak ve onları yorumlamaktır. Tarihe kadınların durumunu görmek için baktığımızda, elbette zaten kadınların durumunu sosyal bir sorun olarak görüyoruzdur. Feminist tarihçilik, tarih dönemlerinde kabul edilen değerlendirmeleri ortadan kaldırmıştır. Kadınların tarihinin de erkeklerinkiyle aynı olduğunun farkına varılmasını sağlamıştır ve tarihteki dönüm noktaları bir cins üzerinde nasıl etki bıraktıysa diğeri üzerinde de aynı etkiyi bırakmıştır. Ayrıca bazı tarihçiler bunu sürdürmek için kadının üreme işleviyle bağlantısı ilişkisiyle daha da ileriye gidiyor. Tarih yeniden yazılabilir ve bu bakış açısından çocuk doğumunu, cinsellik, aile yapısı vb ni etkileyen büyük dönüm noktalarına göre kadın tarihi yeniden yazılmalı ve dönemlere ayrılmalıdır (Kelly, 1984: 3-4). 9 Kadınların Tarihi, zamanı geniş bir ölçekte algılanan bir tarih- insanlık tarihi ile aynı süre- Antikçağ‟dan bugüne kadarki tarihi kapsar. Kadınların tarihi sık sık durağan olarak görülmüştür ve bazen gerçekten de değişmez gibi görünebilecek derecede değişime direnmiştir. Yine de değişim olmuştur ve sorun, ilk önce bunu saptamak, ardından da hayatın hangi yönlerini etkilediğini belirlemektir. (…) Farklı dönemlerin karşılaştırılması yararlıdır (Duby, Perrot –I, 2005: 17). Yanı sıra aynı dönemde, aynı olaylar üzerine farklı coğrafyaları karşılaştırmak ve aynı konu üzerinden farklı kadınlık deneyimlerini karşılaştırmak da bu bakımdan önemlidir. Tarih, insanın var oluşu kadar eskiyse, kadın tarihini de bu kadar eskiye götürebilmek gerekir. Dönemler ve olaylar ve kadınlar üzerine yapılacak çalışmalar, tümevarımsal bir biçimde amaçlanan tarihi oluşturacaktır. Farklı dönemler karşılaştırılabileceği gibi farklı yerlerdeki aynı dönemden kadınların karşılaştırılması da dönemlerin etkilerini değişik dinden ve coğrafyadan kadınların yaşamlarına dair bilinemeyenleri daha belirgin kılabilir. Farklılıkları kullanarak yapılan çalışmalara ya da karşılaştırmalı yapılarak ve böylece aradaki benzerlikleri bulmak üzere yapılan çalışma üzerine Berktay da “Karşılaştırmalı Bir Bakış İhtiyacı” adlı yazısında şunları ifade etmiştir. “Gelişmiş bir feminist bilincin ortaya çıkması, kadınların evlilik dışında bir ekonomik alternatife sahip olmalarına ve kendi ekmeğini kazanan anlamlı sayıda kadın grubunun varlığına bağlıdır. Ancak bu tür önkoşulların varolması durumunda kadınlar, ataerkil sisteme karşı düşünsel ve toplumsal alternatifler oluşturabilirler. (…) Ancak, henüz kadınların çok büyük çoğunluğunun geçimleri için kocalarına bağımlı oldukları bir dönemde, bu tür kadın çevrelerinin ve dayanışma ağlarının üst sınıftan kadınların küçük bir grubuyla sınırlı olması kaçınılmazdı. Feminist teorinin Batı‟daki gelişiminin ortaya koyduğu bu noktanın 10 önemini vurgulamak gerekir, çünkü çoğu zaman Osmanlı feminizminin kendine özgü nitelikleri olarak sunulan özelliklerin hiç de öyle olmadığını (…) sergilemeye yardımcı oluyor. Bu açıdan, karşılaştırmalı yöntem “biz bize benzeriz” ciliğe (ya da “Doğu Doğu‟ya benzer” ciliğe”) karşı gerçekten bir panzehir (Berktay, 2006: 89/90). Berktay, öncelikle kadınların bağımsızlığından ve bunun toplumsal bazı alternatiflerin varlığıyla- örneğin aile kurumunun alternatifi olarak kadının evliliği tercih etmemesi gibi- mümkün olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca buradan feminist teorinin bazı yanlış anlamalarına da değinmektedir. Batı‟daki her gelişme Doğu‟da aynı şekilde olmamaktadır; ya da Doğu‟da “öyle” olduğu sanılan herhangi bir olay aslında o şekilde gelişmemektedir. Kısacası, karşılaştırmak, hem farkları hem benzerlikleri gösterir, yeni ufuklar açar. Pantel de yine kadın tarihine dair düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: Kadınların tarihini, daha önce imkânsız diye ihmal ya da göz ardı edilen bu konuyu incelemek mümkün hale geldiğinde, yeni bir çağ başlamıştır. Antropoloji ve zihniyetler tarihindeki ilerleme gibi, 1970‟lerdeki feminizm patlaması da bu girişimde önemli bir rol oynamıştır. Bilimsel standartlarda ve militan feministlerin beklentilerini karşılayacak bir kadın tarihinin temellerini atmak için metinler yeniden okundukça kapsamlı bir belgeleme çabası başlamıştır (Pantel, 2005: 458/ 459).Yani kadınların tarihi yazılalı yüzyıllar geçmemiştir; daha önceleri namahrem olarak görülen bu alan, henüz çok genç bir disiplindir. Bock, tarih metinleri ile ilgili şunları söyler: “Avrupa tarihi, cinsiyetlerin, bunların kendilerine has özelliklerinin ve ilişkilerinin ne kadar farklı algılanıp yorumlanabileceğini gösteren kanıtlarla doludur. (…)Erkekler kadın düşmanı olduğu kadar kadın dostu metinler de kaleme aldılar; günümüze ulaşabilen kadın sesleri genellikle kadın dostudur. Fakat neyin kadın dostu 11 ya da düşmanı olarak görüldüğü bağlamla ilgiliydi. Bu konuda o dönemde ifade edilmiş görüşler arasında kadınlarınki azınlıktadır; ama bunlar o sırada kadınlar tarafından kaleme alınmış olan yazılar arasında önemli bir orana sahipler. Kökeni Ortaçağ‟a dek uzanan bu tartışma, hümanizmin ve din reformunun da etkisiyle Rönesans döneminde hararetlenerek Aydınlanma Çağı‟na dek sürdü.” (2004: 5/6) Çalışmada, kadın veya erkek yazar ayrımı olmadan yalnızca nesnel öğelere yer verilmeye çalışılmış ve kadın tarihine yeni bir belge kazandırmak amaçlanmıştır. Ayrıntılı olarak cemiyetlerden bahsetmeden önce isimlerin nereden geldiğine bakılacaktır. Çalışmada, resmi tarih yazımında bir cinse yapılan ayrımcılığı gidermek için bu kez tarihe o ikinci duruma düşürülen cins odaklı bakılarak, kadın merkezli bir tarih yazımı söz konusu olacaktır. Feminist tarihçilik adı da verilen bu yeni disiplin, kadınları görmezden gelen büyük bir disiplini yeniden yazmayı amaçlamaktadır. Fakat tarih disiplininin genişliğinden kaynaklı, feminist tarihçilik de birden yapılamayacağından, tarihin dönemleri ayrı ayrı ele alınmalı ve eril olaylar ve edinimler disiplininden çıkarılmalıdır. Çalışma, Ortaçağ kısmına odaklanarak, kadınlara dair bazı tarihi bilgileri değerlendirmeye çalışacaktır. 12 2. Ortaçağ’da Kadınların Tarihine Dair Ortaçağ‟da kadın çok geniş bir kavram olacağı ve içine farklı coğrafyadan kadınları, farklı eylemleriyle içereceği için bu kavramı daraltmak adına tarihin bu döneminde coğrafi olarak Avrupa‟da ve Anadolu‟da kadınlardan bahsetmek gerekmektedir. Bu bağlamda önce Ortaçağ‟ı ele almadaki zorluklardan ve bu zorlukların getirdiği sınırlılıklardan söz edilecektir. i. Ortaçağ’da Kadınların ÖrgütleĢmesine ve Ortaçağ ÇalıĢmalarının Sınırlılıklarına Dair Öncelikle Ortaçağ, çalışma boyunca üzerinde durulacağı gibi pek çok yeniliklerin, değişimlerin çağı olmuştur ve kadın örgütlenmesi genellikle “feminizm” kelimesinin ortaya atılması, kadınların “örgütlenmeleri” nden sonra duyulur olmuştur. Kadınların pek çok konuda bir araya gelip, eşitlik aramaları bunun kaynağını oluşturur. Fakat bir arada olmanın başlangıç tarihi çok daha eskilere uzanmaktadır. Feminist teori, aktivizmi beslese de aslında çok daha eski bir tarihte kadınlar yine örgüt ya da daha “yumuşatılmış” biçimiyle “topluluk/cemiyet” bünyesindeydiler. Zamanda geriye gidildikçe kadın tarihinin daha karmaşık, aslında daha geniş olduğu görülmektedir; kendiyle birlikte bir görünmezliği ve bilinmezliği de getirse dahi. 1991'de Frauen-Anstiftung tarafından Bonn'da düzenlenen uluslararası bir toplantıda, Akkent bu konuya dair şunları belirtir: “Genelde Türkiye‟deki kadın hareketi, ama özellikle de Osmanlı İmparatorluğu‟ndaki kadın hareketi Avrupa ülkelerinde pek az tanınmaktadır. Osmanlı toplumunda, beklentilerin tersine, kadın hakları ve kadınların konumu, kadınlar tarafından 13 tartışılmış ve politik düzeyde kadınlar lehine çeşitli değişiklikler yapılmıştır” (1994: 14). En geç dönem olarak Osmanlı‟dan bahsedilse de onun da ötesinde kadınların bir araya geldikleri “örgütler” çalışmanın temelini oluşturacaktır. Türkiye tecrübesi içinden de bir tanıma bakılırsa; “Kadın hareketi bir özgürlük hareketidir, toplumun özgürleşmesinden bağımsız olarak düşünülemez. Kadın hareketi, geleneksel yapıdan çağdaş yapıya doğru gidilen süreçte ister istemez ortaya çıkar” (Çakır, 1996: 7). Bu başkaldırı, aslında ortaya çıkmasa da her kadının içinde doğal olarak vardır. Fakat bunun ortaya çıkmasını engelleyen durumlar vardır. Ne zaman kadınlar bu durumları bir kenara bırakarak harekete geçerlerse, kendi hareketlerini başlatmış olurlar. Bu durumlar elbette toplum, aile ve normlardan başka durumlar değildir. Aradaki ilişki bakımından “grup” üzerine de durmak gerekir. Ortaçağ‟da yaşamış kadınları gruplar halinde tartışmak, onların ortak bir şeyleri olduğunu vurgular. Fakat durum şöyleydi ki, soylu bir kadın veya kraliçe kendisi ile köylü bir kadın arasında yok denecek kadar az benzerlik görüyordu ve bir Hıristiyan kadınla bir Yahudi kadın birbirleri arasında yine neredeyse hiç benzerlik görmüyordu. Ortaçağ‟daki kadın2 pek çok yolla birbirinden ayrılırdı: sosyal sınıf, din, yaş, zaman ve mekân (Bardsley, 2007: 1). Bu gruplama kadınları daha çok etnik, kültürel vb. şekilde gruplara ayırarak incelemek anlamına gelir. Oysa buradaki “grup” aynı amaç, Mekan olarak çalışmanın dışında bir yer olan Mısır‟a dair bir örnek, Ortaçağ‟da farklı coğrafyalardan kadınlara dair varolmuşluğun bir örneği olacaktır. Ortaçağ'da Mısır'da kadın emeği kesinlikle bilinmez değildi fakat bunun yok denecek kadar az bir kanıtı bugüne ulaşmıştır. Kadınların yaptığı en çok bilinen ticaretle ilgili mesleklerin yanı sıra, kadınlar ayrıca seyyar satıcı olarak da aktif bir rol oynuyorlardı. (...) Kadınlar şüphesiz dokumacılık gibi farklı işlerde de çalıştılar fakat bu işlerin kaydı çok azdır (Sabra, 2000: 117). 2 14 aynı düşünce uğruna bir araya gelen, bir yandan dayanışan kadınların bir araya geldiği bir topluluk kastıdır. Chatty ve Rabo ise tamamen farklı bir yönden grubu şöyle tanımlamaktadır: “Grup, birbirleriyle etkileşim halinde olan ve böylece karşılıklı olarak kendi kimliklerini geliştiren bireylerin oluşturduğu topluluktur. Sosyologlar ve antropologlar genellikle “sosyal grup” ve “sosyal kategori” arasında ayrım yapmaktadır. … Sosyal kategori, bir gözlemcinin amacına uygun olarak belirlenir. Sosyal grup ise temelde bazı ortak yönleri olan insanların bir araya gelmesiyle oluşur” (1997: 8). Kadınlar, kendi aralarında hem maddi hem manevi pek çok destek sağlamak için örgütlenmiş, gruplar kurmuşlardır. Her kadın grubunun- grup oluşumunda doğal bir özelliği olması gibi- farklı dinamikleri, farklı amaçları, farklı bağlantıları olabilir. Yani bütün oluşum özelliklerine bakmadan bile grup olgusunun başlı başına iyi bir nosyon olduğunu söylemek mümkündür. Kadınların grup oluşturmaları belli “kurallar” dahilinde olmaktadır. Birlikte hareket edilmek istendiğinde, üst otoritelerin “engel” ine takılmamak için, kadınlar çoğu zaman “kurallar” tarafından bastırılabilirler. Gruplaşmanın altında yatan sebep bazen mücadelenin doğal bir sonucudur. Bu mücadele bir cinse, üst otoritelere, bir gelişmeye karşı olabilir. Her zaman “kurallar” işlemeyebilir. Brown‟a göre sosyal topluluklar açısından gerçek bir gruplaşma güçlü ve uzun bir tarihe sahip olandır. Modern zamanlarda, bu toplulukların altında halk, anarşizm ve feminist organizasyonların yattığı görülmektedir ve bunlardan her biri bireyin önemini vurgulayan, hiyerarşiyi önlemeye çalışan ve dayanışmayı öngören kavramlar ve oluşumlardır (Brown, 1992: 6). Peki, Ortaçağ‟da örgütlenen kadınlar gerçek bir başkaldırı amaçlı mı 15 gruplaşmışlardır, yoksa bu doğal bir sonucu mu olmuştur bir arada olmalarının ya da belli bir amaca yönelik birlikte çalışma arzusunun? Partner‟a göre feministler Ortaçağ‟ı; yeni bilgi ekleyerek, eski soruları yeni yollarla açıklayarak ve tamamen yeni araştırma alanları açarak üç farklı biçimde incelemektedir (Partner, 1993: 25). Çalışma esas olarak bu soru üzerinde durarak feminizm, Ortaçağ, kadın ve birlikte hareket etme kavramlarını sorgulayacaktır. Bunu sorgulamanın yanı sıra aslında bu üç biçimden ilkine daha çok katkı sağlayacak yani yeni bilgi- kadının bahsi geçen tarihle olan ilgi olan ilişkisinin bilgisini ekleyecektir. Sorunlara dair notlara gelince Zuber, öncelikle sorular sorarak durumu aydınlatma çalışmıştır: “Kadınların tarihi yeni bir dönemselleştirmeyi gerektirir mi? Kendine ait bir kronolojisi var mıdır? Sorun Ortaçağ tarihine özgü değildir; fakat Ortaçağ, bazı meseleleri öne çıkarır. Ortaçağ tarih yazımındaki birçok yeni gelişme, bazı uzun vadeli gelişmelerin Ortaçağ toplumunda köklü değişimlerle sonuçlandığı düşüncesine dayandırılmıştır. Büyüme ve bozulma, ilerleme ve gerileme, serpilme ve çürüme, Ortaçağ sosyal ve ekonomik tarihinde kilit terimlerdir. Tarihçiler bu tür gelişmeleri değerlendirirken genellikle ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda en çok öne çıkmış şahsiyetlere odaklandılar. Bu şahsiyetler elbette erkektir; çünkü ya kadınlardan esirgenen ya da gönülsüzce bahşedilen herkesin önünde konuşma hakkına ve özerkliğine erkekler sahipti. Erkekler iktidardaydı; bu yüzden kaynaklarımız, esas olarak erkeklerden söz eder. Toplumun daha alt düzeydeki üyeleri için hayatın nasıl olduğunu anlamak amacıyla, Ortaçağ‟da görünen yüzeyin altına bakmak özellikle zordur (2005: 14/15). Kadın tarihi pek çok yönüyle ele alınabilir: gerek öne çıkan kadınlar, gerek kadınlar ve anıları, gerekse dönemsel olarak kadınların yaşantıları ve daha pek çok konu üzerinden tarih yapılabilir. Fakat 16 dönem olarak ele almanın bir avantajı, daha fazla kadın hakkında bilgi toplayabilmek, gruplar halinde kadınları inceleyebilmektir. Dönemler arasında da belgelere ulaşılabilecek olan dönem en kolay araştırılabilecek olan dönemdir. Ortaçağ, bu anlamda sıkıntılı bir dönemdir. Kadınların kendilerine ait güncelerine çok sık rastlanmamaktadır ama dokunulması gereken önemli bir dönemdir. Zuber, şöyle devam etmektedir: “Ortaçağ tarihçileri için, kadınların tarihinin uygun bir kronolojisini çıkarmaktaki zorluğun kaynakların mahiyetiyle ilgili olduğunu söylemek caziptir. Ortaçağ arşivleri sadece biyografik eserlerden ve şahsi yazılardan (mektuplar, günlükler ve benzeri) değil, bürokrasilerin tutmakta hünerli oldukları türden tutarlı, dizi halinde bilgilerden de yoksundur. Veriler boldur, fakat eksiktir ve bu durum, nitelikçi tarihçilerin işini zorlaştırır” (2005: 16). Bu cemiyetler için de aynı durum söz konusudur. Hem bireysel olarak hem de örgütsel olarak kadının tarihi eksik olduğundan bu anlamda, çalışmada sıkıntılar yaşanacaktır. Benzer bir sıkıntıyı Shahr, bir makalede ifade etmiştir: “Müslüman kadınların tarihi üzerine yapılan araştırmalar son zamanlara kadar sınırlı olmuştur. Bu sınırlılık temelde kadınların tarihi üzerine olan kaynakların azlığından kaynaklansa da ayrıca bu Orta Doğu hakkındaki oryantalist önyargılardan da kaynaklanmıştır (1996: 81). Kaynakların yanı sıra aynı zamanda yazarların da bakış açıları, özellikle kadın tarih yazımında sorunludur. Bacıyan-ı Rum için de aynı sorun söz konusu olacaktır. Franz Taeschner3 gibi Batılı yazarlar, Bacıyan hakkında oryantalist yorumlarda bulunarak nesnel bir tarih yazımından uzaklaşmışlardır. 13. Yüzyılda Anadolu‟yu gezmeye gelen seyyahlar, buradaki durumu birer Batılı gözüyle not etmişler oysa Avrupa tarihi, daha çok kendi içinde yazılmış- “doğu içinde batı” gibi değil de “batı içinde batı” 3 Franz Taeschner: Alman Oryantalist 17 olarak ele alınmıştır. Çalışmanın bu anlamdaki sıkıntısı kaynakların öznel ve kısıtlı olması denebilir ve sıkıntıdan bahsedildikten sonra dönemin özelliklerine dair kısa bir girişle örgütlerin ayrıntılarına geçilecektir. Öncelikle örgütler, isimlerini nereden almaktadır, nerelerde ve tam olarak ne zaman konumlanmışlardır soruları cevaplanmaya çalışılacaktır. ii. Örgütler ve Coğrafi Konumları a. Bacıyan-ı Rum: Bacıyan- ı Rum4 adı ilk kez Aşıkpaşazade5 Tarihi‟nde geçmektedir. Kadınların 13. yüzyılda kurduğu, faaliyet gösterdiği bu teşkilattan ilk bahseden kişi ise, Bacı Teşkilatı‟nın bilinen ilk lideri Fatma Bacı‟nın babasının halifesinin oğludur. Eserinde, kadınlardan bahsederken “fakiregan” olarak bahsetmiştir. “Fakiregan”, hanım dervişler anlamına gelmektedir ve “Bacıyan” kelimesinin Farsçasıdır (Erdem, Yiğit, 2010: 30). Aşıkpaşazade, Bacıyan konusunda ilk kez çalışmış kişidir. Bacıyan, bu durumda hanım dervişler olmakla birlikte “Rum” kelimesi de kaynaklarda Anadolu‟yu anlatmak için kullanılmaktadır. “Acaba Aşıkpaşazade, Bacıyan-ı Rum ismi altında uç beyliklerindeki Türkmen kabilelerinin müsellah ve cengaver kadınlarını mı kastediyor? Şimdilik, akla en yakın gelen te‟vil bu görünüyor” (Köprülü, 1981: 160). 4 5 Ek2 de soy kütüğü görülebilir. 18 b. Beginler: Yüzyıllarca, Beginler‟in etimolojisi tartışma konusu olmuştur. Fakat 1911‟de Britannica Ansikolopedisi, 1170‟lerde ismin kendilerini yeminler etmeden dini yaşama adayan bir kadınlar topluluğunun kurulmasını vaaz veren Liege‟li bir rahip adından gelmekte ve bu rahibin rakiplerinin, bu kadın topluluğunu “Beginler” olarak adlandırmasından kaynaklandığı sonucuna varmıştır. Beginler de benzer şekilde yine kadın topluluğundan bahsetmek üzere kullanılmıştır fakat bu kez bir rahibin adından gelmektedir.6 Beginler cemiyeti, tam olarak, örgütlülük bağlamında 13. yüzyılda en belirgin halini aldı denilebilir. Bu bağlamda iki farklı coğrafyadaki bu kadın aktifliğinin etkileşmiş olabileceği dahi düşünülebilir. Buna dair bir belge, bir kanıt olmamasına rağmen, o tarihlerde gerçekleşen Haçlı Seferleri7 sırasında, kadınların bir şekilde iletişime geçtiğini düşünmek mümkündür. Avrupa ve Anadolu hakkında dönem özelliklerine bakmadan önce neden örgütlülük ve neden Ortaçağ üzerine düşünmek ve cemiyet/ örgüt içinde bulunan kadınlar üzerine ve böylece yine bir kadın tarihine dair notlar tutmanın önemine değinilecektir. Kaynakların sınırlı olması ve birincil kaynaklardan çok ikincil kaynaklara ulaşılabilmiş olması ve ayrıca yazılan kaynaklarda eril dilin baskın olması- özellikle Anadolu kısmında bu anlamda sıkıntı yaşanması kimi zorluklara neden olmuş olsa da kadın tarihi açısından Ortaçağ cemiyetlerine bakmak feminist tarih yazımı açısından önemlidir. Ayrıca Avrupa kaynaklarının çoğunlukta olması bu konu hakkında daha 6 http://en.wikipedia.org/wiki/Beghards_and_Beguines 7 The Crusades: 1095- 1291(Nicolle, 2001: 7). 19 geniş ve daha objektif olma konusunda kolaylık sağlamışken, Bacıyan konusundaki kaynakların bu kadar kısıtlı olması birtakım sıkıntılara yol açmıştır. Bu konuda yazmış yazarlar iki gruba ayrılarak bir kısım Bacıyan-ı Rum‟un kesin varlığından ve özerk bir yapıya sahip olduğundan bahsederken, diğer yazarlar ya Ahiler‟in bir kolu olarak bahsetmiş ya da bazı batılı yazarların da gözlemlerine dayanarak böyle bir yapının varlığından şüphe etmişlerdir. Bu çalışmada ise esas olarak Aşıkpaşazade ve Fuad Köprülü‟nün görüşlerinden yararlanılarak ve diğer kaynakların da incelenmesinden sonra Bacıyan-ı Rum‟un varlığından çok bu örgüt hâlihazırda olmuş olabileceği düşünülerek ve ihtimallerin kuvvetli olduğu saptanarak esasen nasıl oluştuğu ve kadınların neler yaptıkları üzerinde durulmuştur. Anadolu ve Avrupa‟da durumlara bakmadan evvel zihinde daha geniş bir tablo oluşturabilmek adına bahsi geçen cemiyetlerin dinle çok bağlantılı olduklarından din tarihinde kadının durumuna kısaca değinilecektir. 20 2. Din Tarihi ve Örgüt Liderlerine Dair i. Din Tarihinde Kadın “Tarihin ilk zamanlarından beri, erkeklerin bütün yasaklarına ve kadınların haklarını tanımamak istemelerine rağmen, onlar hemen her yerde, perde arkasında önemli roller oynadıkları gibi, hükümdarlık tacını elde etmeyi de başarmışlardır (Üçok, 1965: 3).” Tarih ne kadar geniş bir kavramsa din tarihi de o kadar geniştir demek yanlış olmaz. Bu bölümde kısaca din tarihi kadınlar üzerinden nasıl gelişti; farklı dinler ve kadınlık durumları hakkında yorumlar yapılmaya çalışılacaktır. Bu bölümün amacı 13. yüzyılda Anadolu‟da ve Avrupa‟da farklı inanç sisteminin içindeki cemiyetlerin incelenmesinin yanı sıra, konuya daha geniş nasıl bakılabilir, onu sorgulamaktır. Toplumun en entelektüel kısmından en az eğitimli sınıfına dek özellikleri görülebilecek olan “inanç”, genellikle verili bir gerçeklik olarak düşünülür. Bu varsayım üzerinde gitmek yerine, Ortaçağ inananları için inanç ne demekti bunu araştırmaya çalışacağım. (…) İnançlar bir yandan mutlaka birleşmişken ve Ortaçağ Hristiyanlığını sınırlandırmışken, bütün bunlar bana düşünüldüğünden çok daha fazla karmaşık gelmektedir (Herrin, 1989: 7). Herrin‟in bahsettiği üzere, sorgulandıkça her durum gibi, din de aynı şekilde karmaşıklaşmaktadır. Eğer bir de kadın üzerinden okunuyor ve sorgulanıyorsa, o zaman bu karışıklık ya da karmaşa iki kat daha artmaktadır. İncelenen kaynaklar genellikle dinin bu karmaşasını kabul etmekle birlikte, dinin daha çok eril söyleme katkıda bulunduğu görüşünü de paylaşmaktadır. 21 Dinde erkek egemenliği tartışılmaz bir gerçektir. Kadınların dinle olan ilişkisi her zaman karmaşık, çelişkili ve gerilimli olmuştur. Din, kadınlara zaman zaman kendilerini ifade etme olanağı sunmuştur (İlbars, 2000: 350). Fakat her zaman bu imkanlar aynı şekilde işlememiştir. Özellikle tek Tanrılı dinlerle ilişkili olarak çalışmanın ilerleyen kısımlarında verilecek örnekler, imkanların yok olmasının yanı sıra, tarihin belli bir kısmında din kadınları kucaklamış olsa da diğer kısmında kadınların kucakladığı dinin onları aynı şekilde kabul etmediğini gösterecektir.8 Kutsal kitaplar olsun, diğer dinlerdeki kaideler olsun bu bölümde tartışılacaktır ve kadının söz sahibi olmadığı yerlere dair örnekler verilecektir. Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kuran incelendiğinde ve kadınla ilgili maddelere feminist yaklaşım ile bakıldığında, kadınlara yönelik olumsuz yorumlanan maddelerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Hepsinin söylemi aynı olmasa da çoğu konuda benzer içerikli maddeler barındırmakta ve ortak yönleri çıkmaktadır. Tarihsel olarak en eskiden yani Eski Ahit‟ten başlamak gerekirse, burada yer alan kadın figürlerin çoğunlukla biyolojik özellikleri vurgulanmış; hangi kadının kaç çocuğu olduğu, çocuğu olmayan kadınların cariyelerinden çocuk istemeleri ve erkek figürlerin kadınlara genelde yalnızca bir madde olarak baktıkları görülmektedir. Kadınların doğurganlıkları ve soyu devamı kadına dair bahsi en çok geçen konudur. Öte yandan erkek figürlerin savaşçı ve yönetici özellikleri vurgulanır. Erkek egemen fikir her ne kadar bu hikayeyi ikinciliğin hikayesi olarak söylemlerinde kullansa da ayrıca bknz. Montanizm. “Hristiyanlığın başında, henüz Roma İmparatorluğu‟nun resmen bu dini kabul etmediği dönemde, birçok Hristiyan kilisesi (mezhep) ortaya çıktı. (…) kadınlar da rahip olabiliyordu. Onlara göre Havva, bilgi ağacının tadına bakan ilk insandı; yani kadınlara da bilgelik bahşedilmişti.” Bu bilgiler Ntv Tarih dergisinin 14. Sayısında (Mart, 2010)‟da yayımlanmıştır. Bu araştırma, William Tabbernee ve Peter Lampe tarafından yapılmıştır. Ayrıca şu sözlere yer verilmektedir: Kadın peygamberlerin yolundan giden bir Anadolu- Hristiyan inancı Montanizm, Uşak‟ta doğdu, üç kıtayı etkiledi, kilise tarafından yok edildi (s. 30-40) 8 22 Örneğin; Tamar, zina yaptığı için yakılmak istenir halbuki yakılmasını isteyen, onu tanımadan Tamar‟la zina yaptığı kişidir ve erkek kendi eşyalarını gördükten sonra Tamar‟ı yaktırmaktan vazgeçer. Johnson, Tevrat‟ta temel olarak kadından nasıl bahsedildiğini şöyle ifade eder: “Erdemli kadın çocukları, yardım işleri ve yemekle ilgilenir. Tanrı‟nın verdiği aklı, sorumlu olduğu kişiler için kullanırdı. Soğuk havayı önceden planlayarak ailesini sıcak tutmak için kıyafetler dokur. Ayrıca ataerkil toplumda maskulen olarak kabul edilen işleri de yaparak övülürdü” (2005: 6). Aynı zamanda bir zıtlığa da yer verir: “Tatlı dille, kadın erkekleri sokakta baştan çıkararak kocası uzun yola çıktığında eve getirir. Buradaki zıtlık aslında kadının değerini dinin belirlediğine dikkat çeker” ( 2005:6). Johnson‟ın kaydettiği üzere kadın, dini kitaplarda yerini almış ve o şekliyle toplumda algılanmaya devam etmektedir. Tevrat‟ta bahsedilen kadın figürü, diğer dinlerde de farklı ifade edilmemiştir. Bir yandan “görevlerini” yerine getiren “iyi kadın” ve “anne” figürü fakat öte yandan sözüne güven olmayan, “şeytan”, erkeği kandıran- ki ilk erkeği de kandırmıştır- “fettan” bir varlık olarak resmedilmiştir. Yahudilikten sonra ortaya çıkan Budizm‟de de kadınlara bakmak gerekecektir. Eliaçık birçok dini bir arada anarak, aslında bunların çok daha eski bir din olan Veda‟nın sonradan ortaya çıkan şekilleri olduğunu belirtmiştir. “Veda dini Hind‟in eski ve köklü dinidir. Brahmanizm, Upanishadlar, Budizm, Mahaviracılık vs. hep Veda dininin değişmiş, reform ve ıslaha uğramış şekilleridir. Vedalar, Yahudilikteki Tevrat gibi Hind tarihinde ortaya çıkmış tüm dini metinlerin genel adı olarak kabul edilmektedir” (Eliaçık, 2003: 79). 23 Dikmen, Budizm‟in kurucusu Buda‟nın önceleri kadınları dine almak istemediğini belirtmekte ve uzun süren tereddütlerin ardından dahil ettiğini vurgulamaktadır. Öncelikle Budizm de diğer dinler gibi öncelikle erkekler içindir, kadının görmezden gelerek onu “dine dahil etmeye” gönülsüzdür (Dikmen, 1983: 13). Mezopotamya ve çevresinde kadının durumuna bakıldığında ise Sümerler, Akadlar‟da benzer ifadelere rastlanmaktadır. Sümer hukukuna göre, bir kadın kocasına “sen benim kocam değilsin” derse, o kadın nehre atılırdı. Fakat eğer erkek, karısına “sen benim karım değilsin” derse, erkeğin ona bir miktar gümüş para ödemesi gerekirdi (Dikmen, 1983: 15). 9 Bu yargıyla Sümerler‟de kadının hayatının ve iradesinin hiçe sayılırken erkeğin çok kolay bağışlanabildiği ve ona müsamaha gösterildiği görülmektedir. Muazzez İlmiye Çığ da şöyle bahseder, Sümerler‟ de kadınlardan: Sümer kanununa göre kısır bir kadının kocasına verdiği cariyesi çocuk doğurunca, hanımına karşı büyüklük taslayamaz, öyle yapmaya kalkarsa cezalandırılır (2006: 19). Burada da farklı olarak kadının kadın üstündeki egemenliği görülmektedir fakat nihayetinde yine bir kadın hiyerarşik bir ilişkide alttadır. Benzer şekilde Akadlar‟da da erkek ön planda olup ona zarar verecek herhangi bir hüküm bulunmazken kadına yönelik alçaltıcı ve onu savunmasız düşürmeye yönelik yargılar bulunmaktadır. 10 Budizm‟den sonra yer alan diğer dinlerin bahsi tarihsel değil daha çok coğrafi olmuştur. Tarihsel sırayla devam etmek gerekirse Budizm‟den sonra ortaya çıkan Hristiyanlık‟tan bahsetmek gerekecektir. 9 Ferruh‟tan alıntılamıştır (Ömer Ferruh, İslam Aile Hukuku- Mütercim, Yusuf Ziya Kavukçu). “Bir erkek, bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olur da kadın ölürse, o adamın kızı ölüme mahkum edilirdi. Çünkü Akadlar‟a göre kadına mukabil asla erkek öldürülemez; kadına mukabil kadın, hür erkeğe mukabil hür erkek, köleye mukabil köle öldürülürdü (Dikmen, 1983: 15). 10 24 Macdonald, Hristiyanlık‟ta kadınlarla ilgili kadınların din ve toplumdaki rollerinin sterotip algılar tarafından şekillendiğini ve kilisenin ideal kadın imgesini tehdit ettiğini belirtmiştir (1996: 7). Pek çok örnek, bu bağlamda kadınların gerçekten de birey olmalarının önünde tehdit olabilecek unsurlar içermektedir. İncil‟de Pavlus‟tan Galatyalılara mektup kısmında “Ne Yahudi ne de Yunanlı vardır, ne kul ne de azatlı vardır; ne de erkek ve dişi vardır; çünkü Mesih İsa‟da siz hepiniz birsiniz” (Kitabı Mukaddes, 1993: 195). Bu cümle cinsler arası eşitsizlik gösteren maddelerle birlikte okunduğunda dişi ve erkeği ayırt eden diğerleriyle çelişkili durmaktadır. Bunun bir örneği Timoteos kısmında geçen şu maddedir: “Kadın tam tabiiyetle sessizce olarak öğrensin. Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe hakim olmasına izin vermem ancak sükutta olsun. Çünkü önce Adem sonra Havva yaratıldı ve Adem aldanmadı fakat kadın aldanarak suça düştü fakat iman ve sevgi ve takdiste vekar ile dururlarsa, çocuk doğurması ile kurtulacaktır” (1. Timoteos- 2: 1115- Kitabı Mukaddes, 1993: 218). Burada hem kadınların sessiz olmaları gerektiği ve onları sessizliğe iten bir düşünce görürken ayrıca onların günahkar olduklarından, Adem ve Havva örneği ile birlikte bahsetmektedir yani eşitsizlik ön plandadır pek çok diğer maddeye benzer şekilde. Kuran‟da, Yusuf Suresi‟nde de, Yusuf‟a kadınların kötülük ettikleri, iftira attıkları belirtilmekte; devamında da Yûsuf, “O, benden yararlanmak istedi” dedi. Kadının ailesinden bir şahit de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, o (Yûsuf) yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. O (Yûsuf) ise, doğru söyleyenlerdendir.” 25 Kadının kocası Yûsuf‟un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağıdır. Şüphesiz sizin tuzağınız çok büyüktür” dedi (Yazır: 239). Yazır mealine göre, kadınlar, burada da ayartan, yoldan çıkaran, günahkar olarak görülür. Böylelikle sözü edilebilecek pek çok farklı din, toplum veya kanunlar bütünü bulunmakla birlikte esas İslamiyet ve Hristiyanlık üzerinde durmak konuyla ilgili daha sağlıklı yorum yapılmasını sağlayacaktır. Yukarıda kutsal kitaplardan yapılan alıntıların ardından burada farklı görüşlere yer verilecektir. İslam‟da yeniden canlanmaya ve Batı‟nın egemenliğine tanık olan son iki yüzyıl boyunca, insanlığın onda birini oluşturan Müslüman kadınların yeri ve davranış biçimleri ciddi bir kavga alanı olmuştur. Eskiden beri ev ve ailenin son derece mahrem dünyasının yurttaşları olan kadınları, kendilerini, Müslüman toplumlardaki toplumsal dönüşümü kontrol altına alma mücadelesinin ön saflarında bulunmuşlardır. Bu mücadelede, kamusal dünyaları Batı‟nın iktidarı ve kültürü tarafından işgal edilen Müslümanlar özel bir İslami alan korumaya çalışmışlar (Robinson, 2005: 381). İslamiyet hakkında pek çok coğrafyadan yazarlar söz söylemişlerdir. Bazı yazarlar, İslamiyet‟in kadınlar için özgürlüğü, eşitliği getirdiğini söyleyerek övgü dolu sözlerle bahsederken İslam‟dan, bazıları da tam tersini iddia ederek, İslam‟ın kadınların bütün haklarını yok ettiğini, kadın- erkek eşitliği adına olumsuz etkiler yarattığını ileri sürmüşlerdir. Kuran‟ın farklı mealleri de, onun farklı yorumlanmasına yol açarak, orijinal dilinden okunması gerekliliğini beraberinde getirir. 26 İslamiyet, tek Tanrılı dinlerin sonuncusudur. 11 Cahiliyye devri12 denilen dönemde kimi yazarlar kadınların önemsiz olduğunu ve İslamiyet‟in gelişiyle kadınlar adına iyi gelişmeler yaşandığını söylerken kimi yazarlar ise tam tersine İslamiyet‟in gelişiyle birlikte erkek egemenliğinin de geldiğini ifade eder (Dikmen, 1983: 25; Çalışlar, 1999: 20). Arapların devletleşme ihtiyacı sınıflar arası uçurumun derinleşmesi Hz. Muhammed‟den önce başlamıştı. Hz. Muhammed döneminde ve İslamiyet‟le birlikte bu ihtiyaç, bir öndere ve sisteme kavuşmuştu. Göçebelik durumuyla ilgili bir ayrıntıya değinen Bahadır da kadınlarla ilgili şu örneği vermektedir. İslamiyet‟in ilk yıllarında İslam öncesi göçebelik döneminde olduğu gibi kadınlar da erkekler gibi ata biner, ok atar, kılıçla düşmanla savaşırdı. Aynı alışkanlıkları devam eden Müslüman kadınların peygamber döneminde savaşlara da katıldıkları rivayet edilmektedir (2005: 21). 13 Bazı yazarlara göre cahiliye devri adı verilen Arap toplumu zamanında kadınların daha çok konuda söz sahibi olduğu görülmekte ve bu hakların İslamiyet‟le birlikte azaldığı, dinin daha çok erkeklere seslendiği hem toplum yapısından hem de Kuran‟da geçen surelerden İslamiyet başarı kazandığında, İsa‟nın doğumunun üzerinden 600 seneden fazla bir zaman geçmiştir. Musa‟nın doğumundan ise, çok daha uzun bir süre geçtiğini biliyoruz. Musa ve İsa‟nın yaşadıkları çağlarda, soyut düşünceyi kabul etmek ve tek Tanrılı bir dini benimsemek, özellikle yönetenler için mümkün değildi. Çünkü yönetenler, yeryüzünün Tanrısı olduklarını söylüyorlar, kendileri üzerinde başka bir güç kabul etmiyorlardı. İsa ve Musa‟nın yaşamları sırasında yenilgiye uğramalarının en büyük nedeni, toplumsal gelişmenin tek Tanrılı dini, yani soyut düşünceyi benimseyecek olgunluğa ulaşamamış olmasıydı (Çalışlar, 1999: 23). 11 Cahiliye dönemi adı verilen devirde, kadınların savaşlara katıldıkları, kararlarda etkili oldukları, erkeklerle açıkça oturup konuşabildikleri hemen tüm İslam kaynaklarında yer alır (Çalışlar, 1999: 29). 12 13 Bahadır, referans olarak Mehmet Kaplan‟ın Türkiyat Mecmuası adlı eserini göstermektedir. 27 anlaşılmaktadır. “İslamiyet, Arap dünyasında14 bir devrin sonu, bir devrin başlangıcı. İslamiyet, göçebeliğin ezilip feodal imparatorluğun kurulmasının ideolojisi ve felsefesi. (…) Kuran bu geçişin anayasası olarak bir anlam ifade eder. İslam ideolojisi, diğer tüm tek Tanrılı dinler gibi erkek egemen bir ideoloji (Çalışlar, 1999: 31). Fakat İslamiyet‟teki erkek egemenliğini yalnızca Kuran‟a dayandırmamak gerektiği de aşikardır. Zira Kuran‟ın pek çok kadına yönelik ikinci cins atıflarında bulunan pek çok tefsiri de bulunmaktadır. Amine- Vedüd- Muhsin de bu görüşü savunmakta ve Kuran‟daki birçok ayette erkeklerin doğuştan dişilerden daha üstün olduğu iddiasını desteklemek için kullanıldığını, İslamiyet‟in erkek egemen yaklaşımlarının Kuran‟ın kendisinden değil, onun kasıtlı tefsirinden kaynaklandığını söylemektedir (2000: 64). Çalışlar veya benzer görüşte olanların aksini- yani Cahiliye devriyle ilgili nispeten kadınların İslamiyet‟ten önce nispeten daha özgür olduklarını dile getiren yazarların savunduklarının tam tersini savunanlar da vardır. Örneğin, Bahriye Üçok‟un düşünceleri bu noktada dikkat çeker: “İslam‟da kadının yeri15 bazı bakımlardan erkeğinkine nazaran daha aşağı ise de, İslamiyet‟ten sonraki kadınla, önceki kadının durumları arasındaki fark herhangi bir devrimde görüldüğünden daha büyüktür. İslamiyet‟ten önce evlenme, boşanma, miras gibi hususlarda hemen hemen hiçbir hakka sahip olmayan Arap kadını, İslamiyet‟le birlikte bu bakımlardan geniş Ayrıca Casim Avcı, Bizans- Arap ilişkileri konusunda da şunları ifade etmektedir: “Başlangıçta temel karakterini Roma İmparatorluğu‟nun Araplarla münasebetlerinden alan ArapBizans İlişkileri, VII. yüzyılda İslamiyet‟in doğuşuyla önemli bir mahiyet değişikliğine uğramıştır (2003: 259). 14 Bir diğer görüş de Sevim Can‟a aittir. Hunlardan itibaren Türkler pederi bir aile yapısına sahiptir. Türklerin İslamiyet‟i kabulüyle, Arap toplumunun ataerkil yapısı Türk toplumunu etkilemeye başlamıştır. Aile düzeni, ataerkil olarak devam etmiştir (2008: 145). 15 28 hak ve yetkiler elde etmiştir (Üçok, 1965: 11). Burada Üçok‟un sözünü ettiği daha çok yasal anlamda kadınların kazandığı haklardır. Daha önce de bahsedildiği gibi İslamiyet bir devlet dini haline geliyor ve böylece bazı düzenlemelerle bu haklar eşitlenmiş olabilir; fakat yine de bu durum Kuran‟da geçen ifadeler bakımından kadının hiçbir şekilde erkekle eşit olmadığını ve böylelikle İslamiyet‟in kadınları erkeklerle aynı kefeye koymadığını ve arada mutlak bir hiyerarşi olduğunu göstermektedir. Ayrıca Kandiyoti‟nin bu konudaki görüşleri de İslam ve ataerkillik, İslam ve kadın gibi ikili kavramlar arasında neden çelişkiler olduğunu özetlemektedir. Kandiyoti “Women, Islam and the State” adlı makalesinde şöyle der: “Her ne kadar İslamiyet her bağlamda cinsiyet ilişkileriyle ilgili kendi kurallarını getiriyorsa da, karşılaştığı çeşitli kültürel yapılarla farklı uzlaşmalara varıyor. İslam uygarlığının merkezi alanlarının tarihsel olarak klasik ataerkillik alanları ile çakışması bu çeşitlilikleri gözden saklıyor ve İslami kurallarla özgül bir ataerkillik tipinin işleyişinin birbirine karışmasını kolaylaştırıyor” (2011:144). Öte yandan yalnızca İslamiyet‟le ilgili örnekler değil, İslamiyet‟le birlikte, Hz. Muhammed‟den sonra kadınlarının konumunun değiştiğine dair örnekler verilmektedir. İslam dünyası, 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar hem coğrafi yayılımı hem de yaratıcılığı açısından başat bir konum sergiliyordu. 7. Yüzyılda Arap fetihleri, Haçlı Seferleri ve Osmanlı Türklerinin Avrupa‟ya yaptıkları akınlar, Batı dünyasının İslam‟ı bir çatışma ve savaş odağı olarak algılamasına neden oldu. (Robinson, 2005: 9) Kadınların din tarihindeki yeri oldukça tartışmalı olmuştur. Bir yandan “kutsal” olarak nitelendirilen kadınlar, bir yandan “dikkat edilmesi gereken” kişiler olarak 29 anılmışlardır. Peki din ve tarih arasında nasıl bir bağlantı vardı ve din ve tarih birbirinden nerede ayrılıyordu? Ayrılıyorlar mıydı yoksa iç içe geçmiş bir bütün müydü? Anadolu‟da kadının durumuna ayrıntıyla bakılacak ve bu sorulara cevap aranmaya çalışılacaktır. ii. EtkileĢimler Ortaçağ‟da Hristiyan Avrupa‟da “sosyal” beklenti insanların kendilerini Hristiyan olarak görmeleriydi. Tanrıya inanmamak gibi bir durum da hemen hemen hiç görülmemişti ve bazen bunlar batıl inançtan fazlası olmasa da “popüler” dindarlığın seviyesi yüksekti (Evans, 2002: 9). Evans, Ortaçağ‟daki Hristiyan inancı ile ilgili ayrıca kilisenin toplum üzerindeki etkisini daha da arttırdığını söylemektedir. Kilise, insanların bir arada bulunarak tapındıkları binalar anlamına geliyordu ve Tanrı‟nın görkemi üzerine inşa edilmişlerdi. Fakat anlatılması daha zor olan, daha derin anlamları varsa da, hepsinin ötesinde kilise, inançlıların birliğidir. Hristiyan olan bir kişi aynı zamanda bu birliğin de üyesi oluyordu (Evans, 2002: 61). Fakat kilise her ne kadar çok önemli olmuş olsa da pek çok sorunun da kaynağı olmuştur. Bu sorunlardan ya da kilisenin kadınlar üzerindeki baskılarından, cadı avlarından ve benzeri konulardan bu çalışmada odak noktası bu başlıklar olmadığı için bahsedilmeyecektir. Son olarak Evans erken Hristiyan birliği içinde, daha önce Yahudi olanlarla diğer ırklardan gelenler arasında büyük bir bölünme olduğundan bahseder ve Hristiyanlar‟ın, Yahudilerin Tanrılarına yeni bir inanışla taptıklarını ifade eder (2002: 62). Bu karmaşık din ve kilise olayları sırasında kadınların konumu ayrıca belirtilmemekte fakat yazılanlardan daha çok erkeklere hitap edildiği ve 30 olayların onların çevresinde döndüğü anlaşılmaktadır. Bu eril söylem için yerinde bir örnek ise savaşlar ve savaşın kahramanlarıdır. Ortaçağ Hristiyanları için kendilerini savaşıyor halde bulmanın haklılığına ikna etmeleri önemliydi. Bu savaşma halini destekleyecek fikirler ortaya atıldı. Piskopos olan “Augustine of Hippo" birisinin toprağı, mülkü elinden alınmışsa onu geri almak zorundadır, şeklinde açıklamalarıyla savaşın gerekliliği konusunu pekiştirdi (Evans, 2002: 131). Bir de “kutsal” savaşlar vardı. Kutsal olmasının sebebi, savaşların din adına yapılıyor olması ve savaşta bulunanların inandıkları dini yaymak istiyor olmalarıydı. Benzer şekilde kadınların varlığından bu savaşlarda da bahsedilmemektedir. Bazı yazarlar her ne kadar birkaç figürü pelesenk etmiş ve “kadınlar da var” diyerek bu şekilde tarihte kadınların varlığından bahsedildiğini öne sürmüş olsa da var olmak birkaç “güçlü” olanın büyük bir çoğunluk adına görünmesi, ya da gösterilmeye çalışılması kadının tarihte var olduğunun göstergesi olmamaktadır. Evans‟ın kutsal savaş ile ilgili özet niteliğinde şu görüşlerine bakmak yerinde olacaktır: 11. yüzyılın sonlarıyla birlikte yeni bir önemle birlikte bir kavram gelişti – Tanrı‟nın kullarını kutsal toprağın kutsal yerlerinin Hristiyan kontrolünde kalması için savaşmasını istediği “kutsal” savaş. (…) Bu fikir öyle güçlüydü ki 12. Yüzyıl boyunca apolojistler tarafından caydırılmaya çalışıldı. Herkesin şövalyeliği ruhsal bir savaş olarak görmesini istemeyen Haçlı Seferlerinin özel olduğu vurgulandı. Bütün savaşlar aynı amaçlar uğruna yapılmıyordu. Müslüman literatürü de savaşın “kutsal” olabileceği konusunda benzer bir duyarlılık sergiler. Tarihin bu dönemi cihadın yeniden doğuşuna şahit oldu. Özellikle 1144‟te Edessa‟nın düşüşünden sonra, 31 Müslümanlar artan bir şekilde kendilerini Hristiyanlarla Tanrı için savaştıklarını gördüler. En sonunda Müslümanlar için önemli olan Kudüs‟ün kendisini yeniden ele geçirmek oldu. Haça tapanların camiye girmelerini önlemek için gerçek savaştan öte ruhani bir cihad ortaya çıktı (Evans, 2002: 131- 134). İslam‟la birlikte değişen kadının konumuna dair daha geniş bilgilere yer verilse ve oryantalistler tarafından İslam ve ataerkillik sık sık aynı cümlede anılsa da Hristiyanlık için benzer bir durum söz konusu değildir. Connor, Hristiyanlığı şöyle tanımlar: Hristiyanlık, yalnızca din değiştiren kişiler için olan pek çok yeni dinden biriydi. Çeşitli inançlar ve tapmanın değişik yollarını öneriyordu fakat çok büyük başarıları hala yarı anlaşılmış olarak durmaktadır (2004: 1). Belki dinlerin hepsi yarı anlaşılır olarak kalmıştır fakat diğer ortak yanları da cinsler arası eşitsizlik içermeleri ve yorumlarının bir cinsi diğerine üstün tutmasıdır. Sonuç olarak, bazen hikayenin ardındaki olayları ve gerçek kişileri bilemeyebiliriz. Ama hikayelerin kendileri tarihin parçasıdır.16 Topluma anlamlı gelmesi için ve yazıya aktarıldığından, hikayeler bu toplumun değerlerini ve yargılarını paylaşmalıydı. İnsanların sıradan yaşamlarının biçimi, onların olayları yapış ve görüş biçimleri kadar kendi zamanlarının düşüncesiyle uyuşmalı, doğru olmalıydı. O yüzden bu hikayeler, bize o günün bireylerini değil, daha ziyade onların yaşadıkları ve hareket ettikleri toplumu anlatırlar. Din tarihine ve kadının konumuna dair kısaca değinilmeye çalışılmıştır, peki sonrası için durum nasıldı ve asıl soru, kadınlar bunca “görünmezliğe” rağmen kendilerini nasıl görünür kıldılar? Ele alınan Ve “(…) hikayeden kadınlar çıktığında, geride hikayeyi sürdürecek pek kimsenin kalmaması(…)” (Akşit, 2010) 16 32 13. yüzyılda ve daha geniş Ortaçağ‟da Anadolu‟dan ve Avrupa‟dan bahsetmeden önce bu öne çıkan kadın topluluklarının liderleri kimlerdi bunlara değinilecektir. iii. Örgüt Liderleri: Fatma Bacı, Marie de Oignes a. Bir Kadın Lider: Fatma Bacı Bacıyan-ı Rum‟un kendi içinde hiyerarşik bir yapısı vardı. Bu yapıda en üstte olan “lider” Fatma Bacı idi. Fatma Bacı, Vilayetname‟de “keşif ve keramet sahibesi, bilgili bir mürşide” olarak tanımlanır. Dönemin ünlü âlimlerinden şeyh Evhadü‟d Din Hamid el Kirmani‟nin kızı, babasının en yakın müritlerinden olan Ahi Teşkilatının kurucusu Türkmen filozof Ahi Evran‟ın da eşidir (Bayram, 1987: 25). Bacıyan- ı Rum‟un lideri Fatma Bacı‟dan bahsederken, kaynaklar onun kimliğini kocası ve babası üzerinden kurmaktadır. Öncelikle kimin kızı ve kimin karısı olduğunu söylerken onun “birey” oluşuna gölge düşürmekte, odak noktasını değiştirmektirler. Fatma Bacı‟nın annesi, Kirmani‟nin çarşıda “satın aldığı” bir cariyedir.17 Burada da annesinden bahsederken, aklını yitirmiş olduğundan fakat kızının ona benzemediğinden bahsedilir. Burada da ortaya dönemin kadına yönelik bedene indirgeme olaylarından biri olan “satılık cariye” olayından ve kadınların “deli”liğinden bahsedilmektedir; deliliğinin sebebi bildirilmemektedir. Fatma Bacı‟nın çocukluk ve ergenlik çağından bahsederken de aynı konuya değinilmektedir. Fatma Bacı‟nın çocukken huysuz olduğu, annesine de bazı kusurlar bulunduğu yine Bayram‟ın belirttikleri arasındadır. “Menakıb- i Şeyh Evhadu „dDin-i Kirmani” de Fatma Bacı‟nın annesinin huysuz, cahil bir kadın olduğu 17 Bayram, 1987: 24 33 anlatılmaktadır. Kirmani bir gün Bakırcılar pazarından geçerken dellalın: “Kötü huylu, kötü yaradılışlı, akılsız, ağzı bozuk bir cariye satıyorum” dediğini duymuş, bütün bu kusurlara rağmen melamet18 mesleğinin gereği olarak kendisine riyazet yaptırmak, nefsini zelil tutmak, insanları da onun şerrinden kurtarmak için bu cariyeyi satın almıştır. Fatma, işte bu cariyeden doğmadır”(1987: 24)19. Görüldüğü gibi, anneden bahsederken kullanılan sıfatlar önce yaradılışını kusurlu bulan sonra onun akıl sağlığının bozuk olduğundan bahseden sıfatlardır. Aynı şekilde Fatma Bacı kimi kaynaklarda ne kadar başarılı gösterilse de bazı kaynaklarda değinildiği üzere Fatma Bacı‟yı kötülenmiş, bazı kurallara uymadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. Annesinin bu durumda gösterilmesinin sebebi de Fatma Bacı‟ya yöneltilen eleştirilerden doğruluğunu desteklemek amacıyla kasten yapılmış olma ihtimali vardır. “Menakıb- i Şeyh Evhadu „d- Din”in yazarı, Fatma Bacı‟nın anasına bazı kusurlar izafe ettiği gibi Fatma‟nın da küçükken çok yaramaz, söz dinlemez olduğunu, bu itaatsizliğiyle babasına sabır riyazeti yaptırdığını, babasının gayretlerine rağmen Kur‟an ve dini bilgileri öğrenemediği gibi dokuma ve örgü san‟atlarını öğrenmesine çalışıldığı halde bu alanda da başarılı olamadığını, başarısız olduğunu iddia etmektedir (Bayram, 1987: 25). Daha çok kadınlara “yakıştırılan” sanat/ uğraş çeşitleri olan dokumacılık, örgücülük gibi işleri öğrenmemek ya da becerememek kusur sayılıyordu ve ileride görüleceği üzere bu konularda becerikli Melamet: Melamet, bir tasavvufi tabirdir, tevhid öğretisinin temelidir ve bütün tarikatların nihai hedefidir, ilahi, seyrin son aşaması, zirvesidir. (İnan, 2000: 9). “Melamilik bir anlamda, Ahiliğin devamıdır. (İnan: 11) 18 Melamet bir ideolojidir; tabir caizse bir teoridir. (…) Melametiler halktan ayrılmayan, halkı kucaklayan bir ideolojiyi temsil etmişler, bu ideolojinin halka yayılması, bilhassa işçi ve esnaf sınıfını teşkilatlandırmıştır. Bu teşkilata da “Fütüvvet” adı verilmiştir. Esasen Melametle fütüvvet aynı şeydir. Biri ideolojiyi temsil etmekte, öbürü, o ideolojiyi halka yaymakta, halkı teşkilatlandırmaktadır (Gölpınarlı, 1969: 126). 19 Menakıb-i Şeyh Evhadu‟d – Din s.68, 69 (Bayram‟ın referans verdiği eserdir). 34 olan Fatma Bacı‟nın kardeşi Emine Hatun övülürken Fatma Bacı‟ya tam tersi bir tavır sergileniyordu. Yetişkinlik çağında durum farklı oldu. Fatma Bacı, din konusunda da, el işi konusunda da kendini yetiştirmiştir. Görevlerinden biri, dergaha gelen dervişlerin20 hizmetinde bulunmaktı. Hizmette bulunmak, kadınlara küçük yaşta öğretilen toplum kodlarından biridir. Fakat Bacıyan-ı Rum‟un yaptığı pek çok işi, din eksenli yaptıkları için, erkekleri de kapsıyordu. Yani kadın işi ve erkek işi olmasından çok, iyi bir kul olmak için yapılan işlerin eşitliğinden söz etmek mümkün olabilir. Ataerkinin böylelikle çok da gündemde olmadığı söylenebilir. “Velayetname”de anlatıldığına göre Hacı Bektaş Anadolu‟ya (Diyar-ı Rum) girdiği zaman mana aleminden Anadolu erenlerine selam vermiş, bu selam ancak Fatma‟ya ma‟lum olmuş ve Hacı Bektaş‟ın selamını erenler meclisine iletmiştir. Bu sırada Fatma Bacı henüz genç kız imiş ve erenlere sofra düzmekle21 meşgul imiş. Bayram böylelikle Fatma Bacı ile Hacı Bektaş arasındaki ilk iletişimi de vermektedir (1987: 25).22 Bu Bu kişilerden en sık ismi duyulan Hacı Bektaş‟tır. Hacı Bektaş- ı Veli, tahminen 1228 Yılından itibaren şeyhi Kirmani‟nin Anadolu‟dan ayrıldığı 1232 yılına kadar bu dergahta yetişmiştir. Daha sonra Fatma Bacı, Hacı Bektaş‟ın himayesinde hizmet ve hürmet görüştür (Bayram, 1987). Yine aynı şekilde, erenler, dervişlerden bahsedilirken “kadın” olanlarına değil de daha çok erkek olanlarına değinilmiştir. Bu gerçekten sadece erkekler bu mertebede olduğu için midir yoksa yine bir kadınların görünmezliği mi söz konusudur- açıkça belirtilmemiştir. Saygı duyulan ve hürmet edilen bir olgu şeklinde gösterişmiş bir erkeklik söz konusudur. 20 “Sofra düzmek” Alevi erkânın sık sık kullandığı bir ifadedir. Alevilikte de yine adet haline geldiği üzere, erkekler sofrada iken kadınlar onlara hizmet etmek, “sofra düzmek” le meşgul olurlar. Ayrıca Eyuboğlu sofra ile ilgili olarak Ahiler kısmında şunları ifade etmektedir: “Sofra töresi” uygulanırdı. Bu töreye göre temiz olmak, yıkanmak, saygılı davranmak, yemek yenen yere ayakkabıyla girmemek (…) gerekliydi (1997: 172). 21 Sofra, çeşitli yiyecekler koymak için gözleri bulunan, meşinden, bele sarılarak kullanılan araç (Korkmaz, 2000: 478). Hacı Bektaş da Fatma Bacı‟dan eserlerinde sıkça söz eder. Ayrıca Hacı Bektaş ve Fatma Bacı‟dan bir menkıbede şöyle bahsedilir: “(…) Bir gün kalabalık bir topluluk geldi. Kadıncık Hünkar‟a varıp , “Erenler, ekmek yapmak için un kalmadı, değirmene gönderdiğimiz buğday da öğütülüp gelmedi” dedi. Hünkar, “komşudan silkin” dedi. Çuvallar silkildi, bir avuç kadar un çıktı. Hünkar‟ın buyruğuyla o bir avuç unu tekneye koyup yoğurdular, üstünü de bir bezle örttüler, sonra da huzuruna getirdiler. Hünkar, mübarek ellerini bezin üstüne koyup besmele çekti ve “Allah bereketler versin, pişirin, ancak teknenin üstün deki bezi açmayın” dedi. Kadıncık köyün kızını, gelinini çağırdı, saclar kuruldu, tam tamına kırk gün o teknenin hamurunu pişirdiler, güçleri bitti, aciz kaldılar. 22 35 tarz örneklerle de “erenler” ya da “dervişlerin” kullar arasında bir ayrım yapmadığı, iki cinsi de eşit gördüğü sonucu çıkmaktadır. b. Marie of Oignies Fatma Bacı, kadınların oluşturduğu Bacıyan-ı Rum teşkilatında önemli bir role sahipti, Marie de Beginler için öyleydi. Cemiyetin düzenlenmesinde, içindeki düzenin sağlanmasında Marie liderlik yapıyordu. iv. Ortaçağ Örgütleri Feminist Örgütler Miydi? “Eğer feministler kendileri kadın örgütlenmelerinin problemli ütopik yanını değerlendirmiş olsalardı, Ortaçağ‟da da aynı idealizmin kanıtının var olup olmadığı sorusu bu durumda sorulabilirdi. Elbette, ister rahibe ister yalnızlığı tercih etmiş (anchorite) olsun, dindar kadınlar, sadece kadınlardan oluşan ve bazen de izole edilmiş örgütlerde yaşarlardı fakat yine de en özerk olanlar bile rahiplerin denetimi altında kaldı. Diğer Ortaçağ kadınları da direkt kiliseni denetimi altında olmayan,“beginler” adı verilen dini gruplarda bir araya geldiler. Beginler Cemiyeti dini bir hareketti bu yüzden dini kurumun bir parçası olmasa da, bu cemiyetin üyelerine “dua edenler “ dendi. Hareket 13. yüzyılda ortaya Kadıncık sonunda Hünkar‟a gelip, “Erenler Şahı artık gücümüz, kuvvetimiz kalmadı”, dedi. Hünkar, “Tekneyi getirin” buyurdu, getirdiler, üstündeki örtüyü açtı, hamuru dört parçaya ayırdı ve “Bunlarla bazlama yapın, pişirin, tükensin.” Dedi. Dediği gibi yaptılar, hamur tükendi”(Erdem; Yiğit, 2010: 35). Anlatılan bu “mucizevî” olay yine bir erkek gücünün- bu kez manevi de olsa yine güç unsurunun anlatıldığı bir menkıbedir. Bir kadın oluşumundan bahsedilen “tarihi” bilgilerde erkek gücü yine ön plana konulmuştur. Burada geçen kadın pratiği bir erkek emriyle gerçekleşmiştir. Kadıncık olarak belirtilen ve diğer kadınlara karşı yönetici konumunda gösterilen kişi Fatma Bacı‟dır. Burada mühim olan bir dervişin ya da sıradan bir erkeğin gücünün ortaya konması değil ama yine de bir erkten bahsedilirken onun cinsiyetinin istisnasız aynı olmasıdır. Belki de bu yüzden Bacıyan tarihine bakarken de rastlanan daha çok erkek “evliyalar”dır. 36 çıkmış ve Belçika‟ya, Almanya‟nın Rhineland Bölgesi‟ne ve Kuzey ve Güney Fransa‟ya yayılmıştır” (Labarge, 1986: 115) Dinin gücü, erkeklerin gücü ile birleşince ve dinin daha “kullanılır” ve “üzerinde konuşulabilir” hale gelmesiyle, kadına yönelik bir bakıma bazı taraflarca “kötülük” olarak kullanıldığı, sömüren bir kavram olduğu ya da o hale getirildiği görülmektedir. İnsanlığın ihtiyacı olarak ortaya çıkan dinler, bu insanlığın çoğu zaman yarısına ulaşabilmiş ve bazen kadınlar tarihten olduğu kadar dinden de dışlanmıştır. Fatma Bacı ve Marie bu bağlamda tamamen farklı yerlerde durmaktadırlar. Yani bu göstermektedir ki, din her zaman erkek sömürüsüyle paralel gitmemiştir; Ortaçağ‟da (daha eski zamanlardan ve anaerkillikten bahsetmeksizin) kadınların söz söyledikleri ve bir nevi nispeten daha eşit zamanların var olduğunu ifade eder. İleride görüleceği üzere, Bacıyan-ı Rum‟un lideri olan Fatma Bacı da Beginler‟in önderliğini üstlenmiş Marie de tarihin cinsiyetini değiştiren kadınlardan ikisidir. Faaliyetlerinden ve yaşamlarından iki toplulukla bağlantı kurularak bahsedilecek ve bu topluluklar içindeki rolleri ele alınacaktır. 37 4. Ortaçağ’da Anadolu’da Durum: i. Bizans Dönemi: Böylece ister Müslüman, ister Hindu ya da Konfüçyüsçü toplulukların üyeleri olsunlar, genç gelinler genellikle kocalarının hanesine atasoyunda kendilerine ancak erkek çocuk doğurarak bir yer edinebilecek mülksüzleştirilmiş bireyler olarak girerler (Kandiyoti, 2011: 134). “İslamiyet‟in VII. yüzyıl başlarında Arap yarımadasında doğuşuyla başlayıp, 1453 yılında Osmanlılar tarafından fethi ve Bizans İmparatorluğu‟nun yıkılmasına kadar, Müslümanlarla Bizanslılar arasında devlet veya toplum düzeyinde gerçekleşen çok yönlü münasebetler, İslam- Bizans ilişkileri adıyla formüle edilebilir” (Avcı, 2003: 149). 13. yüzyılda çeşitli sebeplerle Orta Anadolu‟ya göçerek Bizans hizmetine girmiş Türkler olduğu gibi, Bizans İmparatorluğu‟nun Balkanlar‟dan getirip hudutlara yerleştirmiş olduğu Hristiyan veya putperest Türkler de yok değildi (Köprülü, 1981: 93). Burada bahsi geçen Bizanslıların getirdiği Hristiyan, putperest Türkler‟in yerleştirildiği hudutlar, Ahiler‟in de yerleştiği uç bölgeler23 denilen yerler olması olasıdır. O yüzden Ahiler‟în yaşadığı bölgelerde Müslüman ve Hristiyanların bir arada yaşadığı söylenebilir. Böylece birbirlerinden dini, manevi pek çok açıdan etkilenmiş olmaları mümkündür. “Türk sahasında, Müslüman Türk sahasında, Müslüman Türk köylerinden başka Hristiyan köyleri mevcut olduğu gibi, şehir halkı da İslam ve Hristiyan karışıktı. Aynı suretle, Bizans topraklarında da, oralarda yerleşmiş Müslüman Türkler‟e tesadüf olunuyordu” (Köprülü,1981: 137). İki din Pek çok yerde bahsi geçen uç bölgelerden Köprülü de bahsetmiştir. Ahiler yalnızca şehirlerde değil, köylerde ve uçlarda da mevcuttu (1981: 119). Ayrıca aynı eserde Köprülü uçlarda yalnızca göçebe Türklerin bulunmadığını, pek çok aşiretin köyü olduğunu da belirtmektedir. 23 38 mensubu insanların bir arada yaşaması ve Ahilerin de burada bahsi geçmesi, kadınların durumunu sormaya iten bir meseledir. Zira burada kadınlara dair bilgi yoktur. Bacıyan-ı Rum‟a mensup Hristiyan kadınların da olmuş olabileceği düşünülebilir. Bir diğer husus ise Bizanslıların halka uyguladığı ağır vergilerden dolayı, halkın Türk beyliklerinin idaresine girmeyi tercih etmeleriydi(Köprülü, 1981: 137). Yukarıda Avcı‟nın tanımladığı bu ilişki (İslam- Bizans ilişkisi) süresince ortaya çıkan önemli bir kavram dikkat çekmektedir. İkonoklazma adı verilen bu kavram dini resimlerin kutsallığına ve onlara ibadete karşı çıkan bir hareketmücadeleydi (Avcı, 2003: 151). Pek çok insan için resimler bir kutsallık ifade ederken diğerleri içinse mücadele edilmesi gereken bir durumdu. İkonoklazma hareketinin Bizans içinde ortaya çıkmış bağımsız bir olgu olduğunu kabul edenlere karşılık, bu harekette dış etkilere ağırlık veren görüşler de bulunmaktadır. İkonoklazma mücadelesine etki veya kaynaklık eden harici faktörlerden birisi de İslam‟dır (Avcı, 2003: 163). Benzer şekilde Avcı, Judith Herrin‟in, Bizans‟taki ikonoklazma hareketini Bizanslıların Müslümanlar karşısındaki yenilgileriyle ilişkilendirmekte olduğuna yer vermektedir (2003:175). İslam dünyası ile Batı dünyası yalnızca birbirlerine sıkı sıkıya bağlı değillerdir; aynı zamanda giderek birbirlerine çok daha fazla bağımlı hale gelmektedirler (Robinson, 2005: 24). Robinson‟un belirttiği bu yakınlık çoğu zaman görmezden gelinmiş, batı ve doğu dünyası birbirinden uzaklaştırılmak, tarihte olaylar çok bağımsızmış gibi gösterilmek istenmiştir. Fakat burada üzerinde durulan 39 farklılıkların yanı sıra benzerliklerdir. Edmund Burke III, tarihin bu karşılaştırmacı anlayışı üzerine şöyle bir not düşmektedir: “Bundan yirmi yıl önce dünya tarihi yazımında önemli bir şey gerçekleşiyordu. Medeniyet çalışmaları paradigmasında kökleşmiş bulunan akademik bir gelenek hem içeriden, hem de dışarıdan meydan okumalarla karşılaştı. Yeni bir küresel bağımlılık anlayışının yanı sıra, Batıyı insanlığın kalanının üzerinde imtiyazlı bir konuma yerleştirmiş olan ahlaki olağandışılık anlayışının da çöküşünün bir neticesi olarak tarihçiler ilgi alanlarını genişlettiler. Bunun bir sonucu olarak, karşılaştırmalı tarih Amerikan tarih yazımı üzerinde dahi giderek artan bir etkiye sahip oldu. Bundan böyle ne Eski Güneydeki kölecilik tarihi, ne de “Yeniden Yapılanma” tarihi artık asla eskisi gibi olmayacaktır.”24 Burada Burke‟nin vurgulamaya çalıştığı, tarih yazımı farklılaştıkça ve karşılaştırmalı tarih anlayışı diğer yöntemlerin yanı sıra farklı bir yöntem olarak daha sık kullanılmaya başlandıkça; tarih artık farklı yorumlara yer verebilecektir. Bunun en belirgin örneklerinden biri de kadının tarihi yazımıdır. Tarihi yeniden, kadın tarihi odaklı yazmak demek de aslında tarihin kadınlar açısından eskisi gibi olmayacağını gösterir. Yine aynı şekilde Avcı Müslüman Araplarla Hristiyan Bizanslılar arasında dini nitelikli yazılı veya sözlü tartışmalar gerçekleşmiş olduğunu, tarafların dini açıdan birbirleri hakkındaki görüşlerinin kaynaklara yansımış olduğunu belirtmiştir (Avcı, 2003: 261). Dini farklılıkların tahammülünden bahsedilecek olursa, her ne kadar değişik coğrafyalardan pek çok halk etkileşim ve iyi ilişkiler içinde bulunmuş olsa da savaşların yanı sıra aynı zamanda hoşgörünün olmadığı zamanlar da çok olmuştur. Edmund Burke III, Marshall G.D. Hodgson‟un “Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek” adlı kitabında yazmaktadır (2001: 9). 24 40 Müslümanlar İncil‟in aslında Allah‟tan gelen kutsal bir kitap olduğunu, ancak daha sonra tahrif edildiğini düşünürken, Hristiyanlar Kuran‟ın da İncil gibi vahiy kaynaklı olmadığını ve Hz. Muhammed‟in sözlerinden oluştuğunu ifade etmişlerdir (Avcı, 2003: 261). Orta Bizans dönemi boyunca, kadınlar özel olduğu kadar kamusal ve belirleyici roller oynadılar (Connor, 2004: 162). Kadınların yaşadığı tarihi benzerlikler de birbirleriyle karşılaştırılarak bir sonuca varılmaya, tarih boyunca aralarında etkileşim, benzerlik ya da farklılıklar varsa bunların üzerinde durmayı amaçlamaktadır. Kamusal alanda bulunan kadınların -Müslüman ya da Hristiyan olsun- öncelikle dini amaçlı bulunduğu akla gelen ilk kamuda varoluş şeklidir denebilir. Bizans döneminde kadınlar için, manastırların varlığından söz edilebilse bile, bu manastır hayatına dair çok bilgi edinilemez. (…) Yine de bir rahibe manastırı kurulduğunda, normal olarak diğerleri için de imkanlar yaratıyordu (Herrin, 2006:5). Manastırların kadınları birleştirici yanından hemen her dönemde bahsetmek mümkündür. Benzer şekilde Bizans döneminde, Hristiyan kadınlar böylelikle bir yerde birleşebilmişlerdir. Herrin sözlerine şunları da eklemektedir: “Yaşlı ve genç kadınlar katılabilip kendilerini dini bir hayata adamış olanlardan beklenecek rutinleri sürdürebilirlerdi. Bizans toplumunda bu kurumların izini sürmede karşılaşılan durum, isimleri bilinmeyen ve fakir kadınların varlığını görünür kılar. İsimleri bilinmeyen bu rahibeler okur-yazar olsun olmasınlar, manastırda resmi görevlere sahiplerdi- kiliseyi süpürmek, yanmış mumları kaldırmak ve kapılara bekçilik yapmak gibi” (2006:5). 41 Her ne kadar kadınların kamusal alanda olduğu ve ön plana çıktığı vakitlerden ve kilisedeki görevlerinden, yaptıkları işlerden bahsedilse de, Bizans döneminin Hristiyan kadınlar için vurucu bir tarafı ikonoklazma hareketidir. Kadınların bir nevi yaşam pratikleri haline gelen ikonların yok olması, onlar açısından büyük bir kayıp niteliğindeydi. Kadınların artan dini rollerini ele alan çalışmasında Judith Herrin, kadınların kilisede sessiz kalması gerektiğini öngören kuralları sorgulamıştır. Eğer kilisedeki aktif rollerinden uzaklaştırılıp sessizliğe ve pasifliğe zorlanırsa kadınlar, yine de özel alanda kendi kullanımları açısından ikonalara dönebilirlerdi (Connor, 2004: 162).25 İkonoklazmanın, kadınlar için bir kayıp olması kaynaklarda belirtilen bir durum değildir, yani kadınlar açısından bunun bir olumsuzluk olduğu belirtilmediği gibi kadınların bundan sonra ne yaptıklarına da bir de bilgi yoktur. Fakat böyle olma ihtimali vardır. Trimingham,26 gizemciliğin, kadınların dinde kendilerine ait bir yer edinebildikleri tek yer olduğunu ifade etmiştir. İkonoklazma da bir çeşit gizemcilik olarak düşünülürse ve kadınların artık figürlerle ilişkilerini yitirmiş olmaları onlar açısından gizemcilik tarafından bakıldığında olumsuz bir sonuç doğurmuştur gibi bir tahminde bulunmak mümkündür. Hristiyan kadınlara benzer şekilde, Müslüman kadınlar da dini görevlerde bulunmuş, zaman zaman misyonerlik görevlerini üstlenmişlerdir. Selçuklularla Bizanslılar arasında en büyük ayrılık kadınların yönetime katılması konusunda ortaya Ayrıca Herrin benzer ifadelere yer vermektedir: “Evlerinde, ikonalarla ilgilenirken kadınlar sıkıntılarını unuturlar ve kişisel olarak ilişki içinde bulundukları figüre dua eder ve şükranlarını sunarlardı (1989: 309). 25 26 Gavin R.G. Hambly, Women in The Medieval Islamic World adlı kitabında belirtir (1998: 7). 42 çıkar (Eyuboğlu, 1980). Selçuklular döneminde kadınların yönetime katılması daha sık olmuştur ve kadınların konumu daha sonra nispeten güçlenmiştir. ii. Selçuklular Dönemi Bacıyan-ı Rum‟un yaşadığı dönem, Selçuklular dönemindedir. Selçuklular dönemi siyasi olaylar kadar, fikri ve kültürel hareketler bakımından da sonraki dönemlere etkileri olan önemli bir devredir. O dönemde meydana gelen müesseseler ve anlayışlar daha sonraki gelişmelerin temelini oluşturmuştur (Ocak, 2002: 112). Selçuklular döneminde erkek egemenliği bir nebze kırılıp kadınların da söz sahibi olduğunun bir örneği de Bacıyan- ı Rum‟dur. Bacıyan-ı Rum bu anlamda erkek ve kadının benzer işler yapmaları ve dinle olan ilişkileri, ileride bahsedilecek olan sema meclislerindeki durumları göz önünde bulundurulduğunda eşit konumda olduğunun bir göstergesidir. Selçuklular, Türkiye tarihi ile İslam tarihinin kesiştiği veya birleştiği noktada ortaya çıkmakla da büyük bir “ehemmiyeti haizdir” (Ocak, 2002: 31). Bu noktada Selçuklular dönemi kadınlar açısından da bugünle karşılaştırmak adına çok şey söyleyecektir. Fakat Selçuklar tam olarak nasıl konumlanmış, nereden gelmişlerdir gibi soruların cevapları net değildir. Ocak, Selçukluların kökenlerine dair farklı görüşler olduğunu savunur, bu yüzden de bu konuda tam bir bilgi olmadığını belirterek, Oğuzların27 bir kolu olduğunun muhtemel olduğunu ifade eder (2002: 31). “Oğuzlar, Türklerden oluşan büyük bir grup olup, Hristiyanlardır” (Ahmet Ocak, elKazvini‟den alıntılamıştır. Ayrıca Köprülü‟nün bir eserinden yaptığı alıntıda şu sözlere yer vermektedir:”Selçukluların İslamiyeti kabul etmezden evvel hangi dine mutekid oldukları meselesi ancak farazi bir surette hallolunabilir. Türk boyları arasında şamanlığın yanında Hristiyanlığın bir şeklinin de mevkii olduğuna dair muhtelif karineler mevcuttur(2002: 43). 27 43 “Selçuklular, uygarlık platformunun kültürüne yaptıkları genel katkılar açısından önem taşırlar. (…) Özel olarak Selçuklu yönetiminde, genel olarak Selçukluların ilişkili olduğu alanlarda tasavvufun gelişiminde zıplamalar meydana gelecek(…) bir yanda tabiat bilimleri, tıp, matematik; diğer yanda felsefe, tasavvuf28; öte yanda sınıfsız toplum davranışından kopmamış, kopamamış insanın içerisine girdiği aleme tepkisini içeren sosyal ve inançsal muhalefetler, genel olarak Batınilik, Alevilik ve Anadolu‟da biçimlenen Melamilik ve her türlü halk ürünü sürüp gidecektir”29 (Hassan, 2002: 351). Batınilik, Melamilik ve Alevilik geniş kapsamlı çalışılması gereken kavramlardır o yüzden kısaca söylemek gerekir ki Selçuklular döneminde halk arasında bu üç inanç da bulunuyordu ve tasavvuf konusunda yeni durumlar gelişiyordu. Türk tarihinin önemli evrelerinden biri olan Selçuklular dönemi gerek meydana getirilen siyasi oluşumla, gerekse bu dönemde şekillenen dini anlayışla sonraki devirlere büyük oranda tesir etmiştir (Ocak, 2002: 47). Bu tarz dini ve kültürel gelişmeler olurken, Bacıyan-ı Rum tam olarak nasıl bir ortamda gelişmişti? Yine Hassan bu konuyu şöyle ifade eder: “ Selçuklu iskan politikası, tabiatıyla, devletleşmenin gereğini yerine getirir ve saltanatın maddi temellerini güçlendirirken,(…) bu politikanın kandaş gelenekleri bir ölçüde diri tutması da kaçınılmaz oluyordu. 30 Bu olay, doğrudan muhalefetlerle kaynaşarak sofi tarikatları Gerek ilahi, gerekse beşeri dinlere bakıldığında hepsinin kendi inanç sistemlerine göre bir mistik hayatının olduğu görülür. Her dinin olduğu gibi İslam dininin de bir mistik bir deruni yönü vardır ki, bunun özel adı “Tasavvuftur”. Tasavvuf, İslami kaynaklardan hareketle dini prensiplerin konu ile ilgili yönlerini inceleyen, derinleştiren, yaşayan, başkalarına da aktarma yollarını gösteren bir faaliyettir (Ocak, 2002: 113). 28 Ocak (2002: 110), Selçuklu Devleti‟nin hakim olduğu coğrafyanın özelliği gereği çok dinli, çok mezhepli bir yapıya sahip olduğunu belirtir. 29 Devletin sağladığı imkanlarla büyüyen ve gelişen Selçuklular, hem Oğuzların kandaş töresinin yaşamasına ortam hazırlar, onların coğrafya bakımından yeni göçlerine önayak olur, hem de 30 44 ve Ahi örgütlerini oluşturmuştur” (Hassan, 2002: 353) Aşıkpaşazade‟nin sınıflandırmasına göre Anadolu‟da dört tayfa vardır. Bunlar; Anadolu Gazileri, Anadolu Ahileri, Anadolu Abdalları ve Anadolu Bacıları‟dır. “Anadolu Bacıları” diye tanımlanan grup kadın dervişler olmalıdır. Bu kadın dervişler için Aşıkpaşazade “fakiran” yerine “Bacıyan-ı Rum” terimini kullanır (Bahadır, 2005: 142). Bu dört gruptan ilk üçü birbiriyle çok farklılık göz etmemesi bakımından birlikte de ele alınabilir ancak çalışmada ayrı ayrı ele alınacaktır. a. Ahilik- Ahiyan-ı Rum: Sofi tarikatları da dönemin dini olaylarının getirdiği bir sonuç olarak düşünülebilir. Fakat Ahi örgütleriyle ilgili daha kapsamlı bilgi, Bacıyan-ı Rum‟un oluştuğu ortamı da daha iyi anlatabilecektir. Yine aynı şekilde Ahi kelimesinin kökenine bakıldığında anlamını,“kardeşim” manasına gelen “ahi” kelimesinden ya da Türkçe‟de “cömert, yiğit, eli açık” gibi manalara gelen “akı” kavramından aldığı tahmin edilmektedir. Terim olarak Ahilik, birbirini ve işini seven- sayan, fakiri fukarayı gözeten, onlara yardım eden ve her türlü ihtiyacını karşılayan, çalışmayı ibadet kabul eden ve ahlaki ilkelere bağlı bir şekilde esnaf ve sanatkarlık yapanların bağlı olduğu teşkilat olarak tanımlanabilir. 13. Yüzyılda Selçuklular devrinde Moğol istilasına maruz kalan Anadolu‟da kurulmuştur. (…) Ahi Evran tarafından kurulan Ahi teşkilatının tüzükleri, tarih boyunca fütüvvet- name31 olarak anılır. (Erdem; devlete muhalefet eden kandaşlığı batırma cihetine giderler, gitmek zorunda kalırlar (Hassan, 2004: 351). Fütüvvet (Arapça): Dinî ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı. (www.tdk.gov.tr) / Anadolu'da 13. yüzyıldan bu yana görülen örgütlenmiş zanaatçılar ve esnaf birlikleri (http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C3%BCt%C3%BCvvet- BSTS / Tarih Terimleri Sözlüğü 1974.) 31 45 Yiğit, 2010: 27) Denebilir ki, bir saldırı sonucu Ahilik ortaya çıkmakta ve bazı alt kollarıyla biçimlenmektedir. Bunun nedeni ekonomik de olabilir. Moğol istilasının zararlarını karşılamak amacıyla kurulmuş bir erkek kardeşler birliği olarak da yorumlanabilir. Fakat kaynaklar çoğunlukla Ahiliğin, bir zanaatkârlar birliği olduğunu, birlikte iş yapan esnafların olduğu birim olarak tanımlamaktadırlar. Yani bir tür erkek kardeşliğin hüküm sürdüğü bir kuruluş olarak da nitelendirilebilir. Hem maddi, hem araştırmacının manevi Ahiliğin anlamda fütüvvet birbirlerini kurumunun desteklemişlerdir. içinden Ocak, geliştiği birçok düşüncesini benimsediklerini söylemektedir. Aksine eğer fütüvvet Ahiliğin yapısal cephesiyle değil ideolojik yanıyla ilgili olarak düşünülürse, bunun doğru olmayacağını, Ahiliğin yapısal olarak da fütüvvet teşkilatıyla çok yakından ilgili olduğunu belirtmiştir (Ocak, 1996: 182). Yani Ocak ve diğer birçok araştırmacı fütüvvetle Ahiliğin birbirinden uzak oluşumlar olmadığını ifade etmişlerdir. Ahiliğin dışarıdan nasıl yorumlandığını anlamak için Cahen‟in ifadelerine bakmak yerinde olacaktır. “Selçuklu - Moğol otoritesinin çökmesi ve Türkmen beyliklerinin kentleri de Arapça bir kelime olan “fütüvvet” “fatiya” fiilinden türemiştir ve genç olmak anlamına gelir (Breebaart, 1961: 5). Anlamından da tahmin edilebileceği gibi bir İslamiyet vurgusu veya erkeklere yönelik olduğu anlamı çıkmamaktadır; bu yüzden daha geniş anlamlı düşünülebilir. Fütüvvet, korporatif bir gruplaşmaydı, halk tarafından kurulurdu ama mesleki değildi, aralarında büyük dayanışma vardı, dini değil daha ziyade toplumsal amaçlarla hareket ederlerdi, iktidarlara ve soylulara büyük bir şiddetle karşı geldikleri görülmüştü. Hükümetlerin zayıf oldukları dönemde gerçek bir kolluk gücü olan bu kurum hükümetlerin güçlü olduğu dönemlerde, varlığını yitirmeden arka planda kalırdı. (Cahen, 2000: 152) Ayrıca yine Cahen‟in belirttiği gibi Ahilerin de, diğer fütüvvet örgütleri gibi, belirli bir dini aidiyeti yoktur. Bununla birlikte genelde kökenlerini Hz. Ali‟ye dayandırırlar ve Halife en- Nasır ve ardılları örneğinde olduğu gibi, belli başlı grupların yönetimini tercihen az çok Şii, Ali soyundan ailelere vermişlerdir (2000: 157). Bütün fütüvvet ehli, Ali‟yi baş sayar ve ahi denen fütüvvet şeyhlerinin silsileleri, mutlaka Ali‟ye ulaştırılır. (Gölpınarlı, 1969: 132) Korkmaz da fütüvveti şöyle tanımlamıştır: Ahi teşkilatının önceli durumda olan ve Abbasi halifesi Nasır Lidinillah (566- 575) zamanında kurulan, Selçukluların ilk dönemlerinde de etkinlik gösteren bir savaş ve esnaf örgütü. / Fütüvvet ehli ise Fütüvvet yolunu seçenler (2000: 469). Fütüvvet kitaplarının yazarlarının yalnızca o günün fütüvvet gruplarını ele alıp geçmiştekilere hiç gönderme yapmamalarından dolayı çok az tarihsel değere sahiptiler. Fakat yine de, ulaşılabilir olan fütüvvet namelerden 13. Yüzyıldan itibaren fikirlerinin ve pratiklerinin genel çizgisini çizebiliyoruz. 46 kapsayacak şekilde güçlenmesiyle birlikte, ayakta kalan iki gücün yani Türkmen beyleri ile ahi reislerinin arasında bir yakınlaşma doğdu. İbn Batuta, geçtiği hemen her yerde ahilerin gücünün resmen kabul edildiğini ve itibarlarının yüksek olduğunu görmüştü. Aynı yazar, bir beyin oturmadığı kentlerde (Ankara gibi), ahilerin reisinin kentin de efendisi olduğunu söyler” (Cahen, 2000: 315). Ahilerin gücü böylelikle batılı yazarlar tarafından da kaydedilmişti. Bu gücün kenti güçlendirmek, birlik olmak adına kullanıldığı belirtilmektedir. Ahilik teşkilatına Ahiyan-ı Rum da deniliyordu ve bunun dışında diğer teşkilatlar da Gaziyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum‟du. b. Gaziyan- ı Rum: Tarikat ehli derviş ve gazilerden oluşan bir teşkilattır. Anadolu‟ya şehitlik ideali ve kimi zaman da geçinme yolu olarak tercih edip ganimet karşılığı savaşmak için, Horasan32 ve Maveraünnehir‟den33 gelmişlerdi. Gaziler sadece savaş meydanında değil, köylerde ve kentlerde de İslam‟ı yaymaya çalışan birer dervişti. Gaziyan-ı Rum, 13. Ve 14. Yüzyılda uç bölgelerdeki Türkmen beylikler içerisinde faaliyet göstermiştir (Erdem; Yiğit, 2010: 26). Bu topluluk da erkeklerin bir arada olduğu, savaş odaklı bir örgüttür. Örgüttekiler farklı yerlerden gelip, bu örgütü kurarak dini ve ekonomik bir amaç gütmüşlerdir. 32 Erzurum İlçesi. Maveraünnehir, Türkçe'de "Nehrin Ötesi" (Çay Ardı) anlamına gelen sözcük, Orta Asya'da, Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Siri Derya) nehirleri arasında kalan tarihi bölgenin adıdır. Atalay, Besim (2006). Divanü Lügati't - Türk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ISBN 975-16-0405-2, Cilt III, sayfa 149, 150 33 47 c. Abdalan-ı 34Rum: Türkmen aşiretler arasında yer alan dervişlerin35 kurduğu teşkilatlardan biri de Abdalan-ı Rum‟dur. Türkmenlerle ilişkisi bakımından, Cahen bunun tam tersini belirtmiştir: Ahiler ilke olarak, bütün kentliler gibi, Türkmenlere düşmandı (2000: 313). Her ne kadar zıt görüşler gibi görünse de bu oluşumun Ahilerle Türkmenlerin yakınlaşmasından sonra doğduğu söylenebilir. Sade bir yaşam sürdürmek ve insanlığa faydalı işler yapabilmek için bir araya gelen Abdal, baba gibi lakaplar taşıyan dervişlere Horasan Erenleri36 de denmektedir (Erdem; Yiğit, 2010: 28). Benzer şekilde bu teşkilattakiler de yine çevrelerindeki insanlar için çalışmayı seçmişler ve muhtemelen onlar da İslam‟la ilgili yayma çalışmaları üstlenmişlerdir. Ahiyan-ı Rum‟un kurucusu olan Ahi Evran, bu bakımdan pek çok faaliyette bulunmuştur. Ahi Evran, çevresinde tanınan ve saygı duyulan bir kişiydi. Bazı kaynaklarda Evran, diğerlerinde ise Evren olarak geçmektedir. “Ahi Evran, ahlak ilkelerine dayalı, sanayi ve sanat işine eğilen örgütün menkıbevi önderidir. Kırşehir‟de yerleşen Ahi Baba; Horasan, Türkistan ve Harizm‟den gelen Türk sanatkarları Ahilik içerisinde örgütlenmişlerdir (Hassan, 2002: 354). Elbette o devrin ahlak ilkelerini burada sorgulanmayacak, ya da iyilik gibi öznel bir kavram üzerinde Abdal (Arapça): Eskiden kimi gezgin dervişlere verilen ad. (Türkçe Sözlük- Genişletilmiş 7. Baskı (1983); TDK Yayınları s.1) (Ed. Mustafa Canpolat) Ayrıca Esat Korkmaz (2000: 465) şu tanımlamaları önerir: 1- Kendini Tanrı yoluna adayarak dünya işleriyle ilgisini kesen kimse; Tanrı eri 2- Dünyanın manevi düzenine yön vermeleri için Tanrı tarafından gönderildiğine inanılan, alemler arasında dolaşabilen, konum ve durum değiştirebilen kimse. 34 Derviş (Farsça): Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse. (Türkçe SözlükGenişletilmiş 7. Baskı (1983); TDK Yayınları s.293) 35 Horasan Erenleri, Horasan‟dan yetişip gelen ve Anadolu insanına manevi rehberlik eden dervişler (Korkmaz, 200: 471). 36 48 durulmayacaktır fakat özetle Ahi Evran‟ın bir önder olduğu ve etrafındaki kişilerce sevildiği söylenebilir. Ahi Evran‟ın ünü o kadar büyüktür ki, daha sonraki birkaç yüzyıl boyunca, onun soyunda geldiklerini iddia edenler, ahiler üzerinde denetim kurabilmişlerdir. Pek çok diğer örnekte de görüldüğü gibi tarihi bir kişilik olmasına karşılık, Ahi Evran hakkında pek çok efsane de çıkarılmıştır. Söylenebilecek tek şey, evliya olduğu kabul edilen bu kişinin Kırşehir‟de yaşadığı ve 1300 yıllarında bu kentte öldüğüdür (Cahen, 2000: 314).37 He ne kadar Ahi Evran çoğu kez, Ahiliğin kurucusu olarak kaynaklara geçmişse de Ahmet Ocak, Ahi Evran‟ı Ahiliğin kurucusu olarak nitelendirenleri büyük ölçüde reddetmiştir. Ahi Evran‟ın daha çok 13. Yüzyıl Anadolu‟sunda, debbağların reisi olarak Anadolu Ahiliği‟ni belki yeniden sağlam bir teşkilata kavuşturan bir şahsiyet olarak kabul etmek bizce vakıaya daha uygun düşecektir, diyerek farklı bir yorum getirmiştir (1996: 184). En bilineni Ahiyan-ı Rum olan bu üç erkek teşkilatının yanı sıra bir de daha az bahsedilen ve daha az bilinen bir teşkilat da kadınların kurmuş olduğu teşkilattır. Cahen, Ahi Evran‟ın Kırşehir‟de yaşadığını kaydetse de Ahiyan‟ı Rum‟un Kayseri‟de kurulduğu diğer pek çok kaynaklarda belirtilmiştir. 37 49 d. Bacıyan-ı Rum Hakkında Farklı GörüĢler Bacıyan-ı Rum, Mikail Bayram‟a göre Ahiliğin bir kolu olarak gelişmişken; Necati Gültepe tam aksini iddia etmektedir. Ona göre, Bacıyan-ı Rum tamamıyla özgün ve Ahilikten bağımsız olarak, onun bir kolu olmayarak oluşmuştur. Ayrıca Bacıyan-ı Rum bazı yazarlar tarafından kabul edilse de bazı oryantalist ve diğer yazarlar tarafından Bacıyan‟ın bir yanlış anlamdan ibaret olduğu düşünülmektedir.38 Bayram bir tarih kongresinde şunları ifade eder: “Bacılar39 Teşkilatı‟nın mahiyetine ve faaliyetlerine dair en fazla ve ilgi çekici bilgiyi “Menakıb-i Evhadu‟d Din-i Kirmani” de bulduğumuzu da burada belirtelim. Durum öyle gösteriyor ki Anadolu Selçukluları zamanında bu hanımlar arası teşkilat “Fakiregan” diye de anılıyordu. Fakat bu teşkilata mensup olan genç kız kadınlar birbirlerine “Bacı” diye hitap ettikleri için bu kadın ve kızların meydana getirdikleri teşkilata daha yaygın olarak “Bacıyan” dendiği anlaşılmaktadır. Şimdilik bu tabiri ilk kullanan da Aşıkpaşazade‟dir.” (1986: 972). Aşıkpaşazade‟den, Köprülü şöyle bahseder: “İlk Osmanlı annalistlerinden Aşıkpaşazade‟nin, yalnız eserin bir yerinde, Anadolu‟da büyük ve 13. yüzyılda Anadolu‟da bulunan dört zümreden biri olan bu kadın örgütü, Aşık Paşazade Tarihi‟nin yayımlanmasından sonra, dönemin oryantalistlerinin dikkatini çekmiş ve bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Alman oryantalist Franz Taeschner‟a göre Bacıyan-ı Rum ifadesi, Aşık Paşazade‟nin yanlış anlaması ve ya da eserin çoğaltılması sırasında yapılan bir hata sonucu ortaya çıkmıştır (Erdem; Yiğit, 2010: 3). “Bütün bu mülahazalar olmasa bile, bu metinde bu ismi takib eden cümle, bunun bir kadınlar teşkilatı olduğunu kat‟iye le göstermekte, hatta Bektaşılar‟ın piri Hacı Bektaş Veli‟nin bunlarla münasebetini anlatmaktadır. Bektaşı an‟anesinde, tarikattan olan kadınlara umumiyetle bacı lakabının verilmesi de bununla alakalı olsa gerektir. (Köprülü, 1984: 94) Köprülü, bu sözleriyle Bacıyan-ı Rum adında bir teşkilat olmadığını ve bunun bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu belirtenlere karşı Aşıkpaşazade‟nin bahsini ettiği bu teşkilatın o devir ve mekan düşünüldüğünde mantıksız gelmediğini aksine Bacıyan bir yanlış anlaşılma diye öne sürülen ve onun yerine tahminler yürütülen olası örgütlerin mantıklı görünmediğini eserinde belirtir. 38 Türkistan‟da maruf olan lonca teşkilatının, Önasya fütüvvet teşkilatlarıyla teması neticesinde Anadolu‟da almış olduğu mütekamil şekil demek olan Ahilik, Osmanlı beylerini de içine almıştı. Seyyah İbn Batuta‟nın Tebriz‟de, Kayseri‟de, Kırım‟da ve saray‟da görüp hayranlıkla anlattığı Türk kadını, onun cemiyetteki açık ve saygılı mevkii de bu dervişlerce pek tabii bir hal telakki edilmiştir. (…) İlk Osmanlı devrindeki Türk dervişleri arasında da kadın Bacılar bulunmuştur (Togan, 1981: 380). 39 50 müstakil teşkilatlar şeklinde mevcudiyetlerinden bahsettiği dört teşkilat vardır ki, yalnız, uç beyliklerinin değil, hatta umumiyetle Anadolu‟nun siyasi ve ictimai tarihini anlamak için, bunlar hakkında doğru bir fikir edinmek zaruridir(1984: 83) (Ayrıca bknz: Ek2). e. Bacıyan-ı Rum: Bacıyan- ı Rum, kadınların oluşturduğu bir teşkilattır ve Ahiyan-ı Rum‟un kadın kollarıdır. Liderliğini Ahi Evran‟ın eşi Fatma Bacı yapmıştır. Önceleri, Kayseri‟de Ahi Evran tarafından kurulan sanayi sitesinde işlenen derilerin artık yünlerini değerlendirmek için bir araya gelen kadınlar, Ahilerle birlikte eğitim görmüş ve birçok alanda faaliyet göstermiştir. Bir uğraş kurumu olan Ahilik‟te eğitim- öğretim yaşanan gerçeklere dayalı bir içeriktedir. Bütün öğretilenler, yaşamda uygulanabilecek niteliktedir, belli bir amaca yöneliktir. Bu eğitimin üç ayrı dalı vardır: Bilgi edinmek için uygulanan eğitim. Bir uğraş alanında yetişmek için sürdürülen eğitim. Savaş gereksinimlerini karşılayacak nitelikte eğitim. (Eyuboğlu, 1997: 171) Ahilikteki bu eğitim kapsamı, Bacılar‟da da benzer şekildedir. Aynı zamanda Bacılar‟ın savaşçılıklarından da bahsedilerek bu eğitimi almış oldukları, erkeklerle eşit şartlarda eğitim gördükleri anlaşılmaktadır. Özellikle Türkmen kadınların kurmuş olduğu Bacı Teşkilatı‟nın o günkü toplumda kadınlar arasındaki sosyal, ekonomik, kültürel hatta askeri ve siyasi faaliyetleri bugüne kadar araştırılamamıştır (Bayram, 1987: 7). Bayram‟ın belirttiğine göre Bacıyan‟ın çıkış noktası yalnızca kültürel olmayıp, pek çok yönden bir gereklilik üzerine doğmuştur. 51 “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Bacıları) Teşkilatı, kökleri çok eskilere “Turanlı40 savaşçı kadınlara- Amazonlara” dayanan tamamen özgün bir kuruluştur (Gültepe, 2008: 341). Gültepe, burada Bayram‟la tamamen farklı bir görüş içerisindedir. Fakat her ikisi görüş de göz önünde bulundurulursa elbette özgün olması önemlidir fakat daha önemlisi, böyle bir teşkilatının Selçuklular zamanında var olmuş olmasıdır. Benzer bir görüş de Bayram‟ı destekler. “Bacıyan-ı Rum,13. yüzyılda Anadolu‟da kurulan bir kadın teşkilatıdır. 1176 yılında Miryakefelon savaşı sonunda, Bizanslılar, Türklere karşı savunmaya geçmiştir. Bu yıllarda Bacıyan- ı Rum teşkilatı Ahilerin desteğiyle Kayseri‟de kurulmaya başlamıştır. (…) Moğolların Kayseri‟yi yakıp yıkmaları Ahi ve Bacı teşkilatının dağılmasına, mensuplarının da batı ve güney uçlara kaçmasına sebep olmuştur. Moğol istilası sonrası Anadolu‟nun dört bir yanına dağılan teşkilat mensubu kadınlar ve Ahiler gittikleri uç bölgelerde faaliyetlerine devam etmiştir” (Erdem; Yiğit, 2010: 24). Devrin siyasi olayları Ahi ve Bacıların şehrin uç bölgelerine, daha uzak yerlerine gitmelerine sebep olmuştur ama dağılma söz konusu olmamıştır. Aynı şekilde Bacıların faaliyetleri devam etmiştir. Moğol saldırıları, savaşlar ve dönemin karmaşası, cinsiyet konusunda ayrım yapmıyordu ve kadınlar da kendilerine savaştan düşen payı aynı şekilde alıyorlardı. Bacıyan-ı Rum teşkilatındaki kadınlar da örgütün devam etmesi için mücadele etmiştir. Peki faaliyetleri neydi Bacıyan-ı Rum‟un? Hangi alanlarda nasıl faaliyet göstermişlerdi? İslami kaynaklarda Turan kavramı genellikle Orta Asya Türkleriyle özdeşleştirilmiştir. http://tr.wikipedia.org/wiki/Turan#.C4.B0slam_K.C3.BClt.C3.BCr.C3.BCnde_Turan- son erişim: 1-211 19.48) Türkçüler kendi dünyalarındaki bütün Türklerin muhayyel bir Turan ülkesinde toplanmasını ihtiva eden bir sistem düşünürler. Türkçülerin bu düşüncelerinin politikadaki yansıması ise Turancılık ismini alır. (…) “Turan kelimesi, Turlar yani Türkler demek olduğu için münhasıran Türkleri ihtiva eden bir isimdir” (Gültepe, 1999: 56/ 57). 40 52 Faaliyetlerine geçmeden evvel, bir özet yapmak gerekirse, Bizans dönemi, Selçuklular‟a göre biraz daha baskı içermektedir. Kadınlar bakımından baskı unsuru olan bir yönü ise, özellikle Hristiyan kadınlar için, İkonoklazma hareketidir. Selçukluklar döneminde ise kadınların biraz daha ön plana çıktığı görülmektedir ve kadın manastırlarından, cemiyetlerinden ve kadınların buralardaki etkinliklerinden ve bir nevi kendi ayakları üzerinde durabilmelerinden söz edilmektedir. Hristiyan kadınlar için manastırlardan bahsedilirken, 13. Yüzyılda Selçuklular döneminde tasavvufun etkisi Ahiler ve Bacılar arasında yoğun olarak görülmekte ve yaşamlarında da tasavvufun izleri, günlük hayattaki pratiklerinin tasavvufun bir yansıması olarak görülmektedir. 5. Bacıyan- ı Rum’un Faaliyetleri:41 Bacıyan- ı Rum‟un faaliyetleri beş başlık altında toplanılır: i- Dokumacılık: Anadolu Selçukluları döneminde örgücülük, dokumacılık gibi el sanatlarının birçok çeşidi mevcuttu. Bacı Teşkilatının görünürdeki kurulma sebebi, kimi sahalarda el sanatlarına duyulan gereksinim ve bu sanatların devamlılığını sağlamak olarak ifade edilebilir. Bu yönüyle bakıldığında, en sade tarifiyle Bacıyan-ı Rum, el sanatlarıyla uğraşan kadınların bir araya gelerek kurdukları kadın sanatkârlar teşkilatı olarak nitelendirilebilir (Erdem; Yiğit, 2010: 38). Bacıyan‟ın kurulma sebebi çok çeşitli olabildiği gibi, en somut olan neden el sanatlarında çalışmaları gerekliliği olmuştur. El sanatları, daha çok kadınların uğraş alanı, kadınlık 41 Bu faaliyetlerin sınıflandırılması Erdem ve Yiğit‟ten alıntılanmıştır (2010). 53 kültürünün bir kolu olarak görüldüğünden bu işlerden daha çok kadınlar sorumlu tutulmuştur. Kadınlık kültürü feminizmin de uğraştığı alanlardan birisidir. Bu açıdan bakıldığında cemiyet içinde kadınlar arasında birlikte iş yapmak, kız kardeşliği de beraberinde getirmiştir demek mümkündür. Kadınlık kültüründen kasıt, modern zamanda eril düzenin küçümseyerek baktığı, “kadın işi” diye adlandırıp önemsiz bulduğu; fakat aksine bu işlerin bir kültürün bir parçası olduğu, önemli olduğunu vurgulamaktır. Kadınlar bir arada iken özel alandaki hayatlarını Bacıyan-ı Rum‟un diğer üyeleriyle paylaşabilirlerdi ve böylece bir dayanışmanın oluşması da mümkündü.42 Elde olan bilgiler ışığında oyacılık, çadırcılık, oya ve dantel, nakış, türlü kumaş imalatı Bacıyan-ı Rum‟un ilgilendiği sanat dalları olarak sıralanabilmektedir. Bütün bu sanat kolları Türkmen kadınlarının meşgul oldukları iş sahası olmuş ve asırlarca nesilden nesile nakledilmiştir (Erdem; Yiğit, 2010: 38). Bacılar ilk olarak Kayseri‟de Külah- duzlar Mahallesi‟nde oturan Fatma Bacı‟yla birlikte, dericilerin işledikleri derilerden çıkan yünleri değerlendirmek için bir araya gelmiştir.43 Bu yünleri halı kilim dokumanın yanında giysi üretiminde de kullanmışlardı. Osmanlı Devleti‟nin kuruluş dönemindeki ilk piyade üniforması, Bacıların ürettiği Ahi üniformasıdır. Yeniçerilerin kullandığı “bükme elif44 tac” adı verilen akbörkleri de Burada, özel alan ile kasıt, üyelerin eşleriyle ve belki diğer aile bireyleriyle birlikte cemiyet dışında sürdürdükleri yaşamdır. 42 Kaynaklarda, Debbağlar ya da Dabbağlar (deri temizleyenler) olarak da geçmektedir (Gölpınarlı, 1969: 134). 43 Akbörk veya elif tacı ile ilgili çok bilgiye rastlanmasa da Gölpınarlı, şu ifadeleri kullanmaktadır: Tasavvuf ehlindeki hırka, bilhassa Mevlevilerdeki, tennure giyildikten sonra bele kuşatılan “elifi nemed” yani yünden yapılmış, Arap alfabesindeki “elif” e benzeyen kuşak, Bektaşilerde, “elin tek, dilin pek, belin berk tut” öğüdüyle bele kuşatılırdı (1969: 133). Bu kuşakların da Bacılar tarafından yapılmış olmaları ihtimali vardır denilebilir. 44 54 yine bacıların ürettiği bilinmektedir. Daha önce de kaydedildiği gibi, Ahilerle birlikte eğitim gören kadınlar deri işleriyle de uğraşıyorlardı. Teşkilattaki kadınlar sadece el sanatlarıyla değil aynı zamanda kimi kıyafetlerin üretiminde de rol almışlardır. Resmi tarih, savaşları ve savaşın kahramanı er- leri el alırken yalnızca “onlar” ın zaferlerinden bahsederken, aktrislerden bahsedilmez. Eylemlerinden bahsedilmediği gibi “arka planda oluşlarından” da bahsedilmez. Bacıyan-ı Rum‟dan bu şekilde - en azından askerlerin giydikleri kıyafetleri kimlerin diktiğinden- bahsediliyor olması, en azından bu bağlamda bir kadın ait sözler duymak ve kadınların görünüyor olması, hiç var olmamış gibi bahsedilmemelerinden yeğdir. ii. Misafir Ağırlaması: Bacılar, Ahi tekke ve zaviyelerinde misafirlerin yemeği, temizliği ve çamaşırları ile ilgilenir ve tüm bunları mükafatını Allah‟tan umarak yaparlardı (Erdem; Yiğit, 2010: 40). Böylece kadınlar o zaman da şefkat dolu ve aslında özel alanda “aile sevgisi” adına yapılan bütün o ev işlerinin, “annelik” rolünün benzeri bir durumdur. Farkı ise bunun baba, çocuklar ve bazen ailenin diğer üyelerinin oluşturduğu türden bir aile değil de daha kamuya açık, biyolojik bakımdan bir yakınlığı olmayan insanların oluşturduğu “aile” dir. Her durumda bir hiyerarşi söz konusudur. Bir “sevgi göstergesi” olan kadın emeği, genelde ailenin erkek bireylerinin günlük yeme-içme, temizlik ihtiyaçları gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu emek karşısında hiçbir şey beklemeyen kadınlar, burada Tanrıdan ödül beklerken resmedilmiştir. Bu bağlamda dinin, Hırka: Pir emaneti olarak algılanan ve tarikata girenlere ya da tarikat yolunda belli aşamalara varanlara özel törenle giydirilen önü açık, düğmesiz, yakasız, kollu, bol ve topuklara kadar uzanan bir giysi (Korkmaz, 2000: 470). 55 kadınlar üzerindeki bağlayıcı etkisi de görülmektedir. Yapmak istedikleri ya da istemedikleri faaliyetleri “din uğruna” ya da “iyi bir kul olma” adına; böylelikle de yine erkek hegemonyasından da payına düşenleri alarak edimlerine devam etmişlerdir. Misafir ağırlamak, özellikle bahsi geçen devirde, misafirlerin uzaklardan gelen dervişler, erenler oldukları dönemde, kadınlar için büyük bir meşakkat haline dönüşmüştür. Fakat bu büyük emek karşılığında gerek Ahiler‟in gerekse Bacılar‟ın edindikleri bilgiler, deneyimler bu meşakkati gölgede bırakıyordu. Bu eylemlerin, ilahi bir sonucu olduğuna da inanılarak yapıldığından, “kutsal” bir anlam da ifade ediyordu. iii. Askeri- Siyasi Faaliyetler Türk kadının, Orta Asya‟dan beri binicilik ve atıcılıkla ilgilendiği, savaşlara katılıp kahramanca cenk ettiği bilinmektedir (Erdem; Yiğit, 2010: 41). Burada amazonlara benzetilen Bacıyan- ı Rum, bazı kayıtlara bu benzerliğiyle aktarılmıştır. Savaşmak genellikle kadınlık kültürünün dışında görülse de, resmi tarih yalnızca erkeklerden savaşçılar gösterse de, tarihe farklı bir gözle bakmak olayların akışını dahi değiştirebilir. Burada olayların kahramanları, özneleri yer değiştiriyor. Erdem ve Yiğit şöyle devam etmektedir: “Son yıllarda bazı araştırmacılar Bacıların savaşçı kimliğini ön planda değerlendirmektedirler. Bacıyan-ı Rum‟un Amazonlar gibi savaşçı olduğunu iddia etmektedir. Bu konuda yaptığı araştırmayla dikkat çeken Necati Gültepe‟ye göre Anadolu Selçuklu Devleti döneminde kurulan Bacıyan-ı Rum teşkilatı, Amazonlardan günümüze kadar gelen savaşçı ruhlu kadınların son örnekleridir” (2010: 42). Gültepe: “Moğolların 1243 yılında Kayseri‟yi muhasara 56 sırasında Bacıyan-ı Rum örgütüne mensup savaşçı kadınlar, şehrin savunmasında öncü rolü oynamış, onlarla göğüs göğse yaptıkları çarpışmalarda Moğollara karşı en fazla direnen güçler olmuşlardır” cümleleriyle kadınların savaşçı özelliklerini vurgulamaktadır (2008: 350). Elbette burada Gültepe‟nin vurgulamaya çalıştığı öncelikle “güçlü bir kadınlık, örgütlülük, dayanışma” kavramlarından ziyade, “İslam ve güçlü Müslüman kadınlar” temasıdır. Amazonlar efsanesine dayandırıyor olması ise, gerçekten bu efsanevi kadınların güçlü olarak anılmasından ve isimleri zikredildiğinde akla savaşan, atlı, kas gücü gelişmiş kadınları getiriyor olmasıdır. Kadınların savaşçı kimlikleri şaşılacak bir konu olmamakla ve Bacıyan-ı Rum üyelerinin bu anlamda aktif olmalarının doğruluk payı yüksek olmakla birlikte bunun tarihte geri planda olması, üzerine çalışılmamış olması merak konusudur. “Dulkadiroğullarının otuz bin silahlı kadın askere sahip olduklarına dair haberde mübalağa olsa bile bu beylik döneminde Bacıların ne denli faal olduklarını göstermesi bakımından önem taşır. (…) Uç bölgelerde Türkmen aşiretler arasında savaşçı kadınların bulunduğu bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki, bu kadınlar da Bacı Örgütü mensupları idiler (Bayram, 1987: 51). Yine aynı şekilde, kadın askerlerin varlığı ve başarıları vurgulanmaktadır. Bayram da, teşkilattaki kadınların savaştaki başarılarından bu şekilde söz etmektedir. Örgütlü olarak kayıtlara geçen o dönem için yalnızca Bacıyan-ı Rum‟dan bahsedilmiştir ve askeri olaylarda rol almak da bireysel bir güçten çok dayanışmayı gerektiren bir örgütlülüğü gerektirir. Bu sebeple Bacılar‟ın bu tarz olaylarda faaliyet göstermesi büyük olasılıktır. 57 iv. Tasavvufi Faaliyetler: “Bacıyan-ı Rum dini ve ahlaki açıdan donanımı tam olan kadınlar yetiştiren bir okuldur” (Erdem; Yiğit, 2010: 43). Teşkilat yalnızca birlikte üretimde bulunmuş ya da erenlere yardımcı olmuş değil, aynı zamanda eğitim açısından da kadınlara katkı sağlayan bir okul olarak görülmüştür. Böylelikle, tasavvufi düşünceleri öğreten ve “toplumsal kuralları”- ya da genel bir ahlaki yapıyı kadınlara öğreten bir yerdir. Bacılar, Hacı Bektaş-ı Veli‟nin45 erkeklere bile önderlik edebilir dediği Fatma Bacı liderliğinde tasavvufi faaliyetlerde bulunmuşlardır. Erkeklerin savaşçı yanları vurgulandığı için ve kadın açısından böyle bir vurgu hemen hemen tarih boyunca hiç yapılmadığı için Hacı Bektaş‟ın Fatma Bacı‟yı erkeklerle karşılaştırarak “bile” kelimesini kullanması da dönem açısından ve hatta günümüz açısından olasıdır. Teşkilatın, Ahiliğin kadın kolları olduğu savından yola çıkılarak, Ahilikteki işleyişin aynen Bacılarda da mevcut olduğu varsayılmaktadır. Öğretim ve eğitimin birlikte yürüdüğü teşkilatta usta, ona bağlı çırak, yamak ve kalfalar hiyerarşisi vardır. (…)Bacılar, tasavvuftaki eğitim modelini teşkilatlarında aynen uygularlar (Erdem; Yiğit, 2010: 43). Ahilerle, Bacılar arasında sistem yönünden bir fark görülmemektedir. Hiyerarşi aynı şekilde sürmektedir ve Bacılar teşkilatının “lider”i olarak anılan kişi Fatma Bacı‟dır.46Bu da Ahi Evran‟ın Ahilik teşkilatında lider olması yönüyle benzerdir. Tasavvuf konusunda devam edilirse, ayin ve Hacı Bektaş Veli‟nin, XIII. Yüzyılın ilk yarısı içerisinde, Horasan dolaylarından yola çıkarak, bugün kendi adıyla anılan Hacı Bektaş ilçesinin bir Türkmen köyüne yerleştiği söylenir. Bektaşilik, kısa sürede, medrese skolastiğine cephe almış bulunan Türkmenler, çeşitli halk tabakaları, şehirlerdeki işçiler arasında tutunmuş ve gelişmiştir. Anadolu‟ya özgü bir rindlik‟i öneren Bektaşilik‟e fütüvvet yolundan katılmalar oluyordu (Hassan, 2002: 355). (Selçuk devrine ait eserlerde, bazı büyük şehirlerdeki hadiselerden bahsedilirken, kuvvetli bir ictimai teşekkül olarak “Runüd ve Ahiyan” dan yani Rindler ve Ahiler‟den veya fütüvvet mensublarından bahsedilir. Müteradif olan bu kelimelerden Rind kelimesi, tamamen Ayyar manasına, daha evvelki asırlara ve başka sahalara ait menbalarda da mevcuttur (Köprülü, 1984: 89). 45 46 Daha sonra Fatma Bacı hakkında geniş bilgi verilecektir. 58 sohbetlerden bahsedilebilir. Kadınların erkeklerle birlikte ayin ve sohbete katılmaları uygun görülmediğinden, “Ana” veya “bacı” olarak adlandırılan, Anadolu‟daki tarikat şeyhlerinin hanımları, şeyhle kadın müritler arasında vasıta olurlardı” (Erdem; Yiğit, 2010: 43). Aynı inanca ve amaca sahip örgüt üyeleri, cinsiyete gelince bu noktada ayırt edilir ve onlara bir yasaklama getirilirdi. Birlikte ibadet etme, ayinlere katılmak yasaktı. Burada yine din açısından, dinin bireyler üzerine cinsiyet farkı açısından uyguladığı ayrımcılık görülmektedir. Fakat Erdem ve Yiğit‟in aktardığına göre Bacıyan-ı Rum üyeleri bu yasağa ya da bu kurala uymamışlar ve sonucunda eleştirilere maruz kalmışlardır. “Bu temel ilkeye aykırı davranan Bacı teşkilatı üyesi kadın ve kızların, erkeklerle birlikte sema47 ve ayin yapmaları o zamandan beri eleştirilmektedir.48 Bu meşrebin öncüsü olan Şeyh Kirmani49, çok kez tenkit edilip uyarılmasına rağmen bu konuda ısrarcı davranmıştır”(2010: 43). Kirmani, diğerlerine göre cinsiyet konusunda daha esnek olmuş ve kadın- erkek ibadetinin birlikte olmasını bir sorun olarak görmemiştir. Fakat Kirmani ile aynı çağda yaşamış olan Mevlana50 da Kirmani‟yi eleştirmiştir.51 Bu adetin yani kadın ve erkeğin ayrı ibadet etmeleri gerektiği daha eski kaynaklarda aranması gereken bir sorudur. Fatma Terim olarak musikıy nağmelerini dinlemeye, dinlerken vecde gelip harekette bulunmaya, kendinden geçmeye, oynamaya, dönmeye denmiştir (Gölpınarlı, 1969: 144). 47 Yine benzer şekilde, tasavvuf gruplarına yönelik en önemli eleştiriler Sünni medreseden gelmiştir. Bu çevrelerden gelen eleştirilerde tasavvuf gruplarında kadın ve erkeğin birlikte ibadet etmesi ve kadınlara halifelik verilmesi en önemli saldırı gerekçeleri olmuştur (Bahadır, 2005: 40). 48 Nisbet adından da anlaşılacağı üzere aslen İran‟ın Kirman bölgesindendir. Evhadü‟d-din‟in yaşadığı dönemde bu bölgede Kirman Selçukluları Devleti hüküm sürmekteydi. Kirmani, Kirman Selçukluları hanedanı, yahut hanedana yakın çevrelerle sıhri yakınlığı bulunmaktadır. 49 Tasavvufun kadın hakkındaki görüşü, telakkıysi, çağına göre kadını toplum hayatına almış, fakat sonradan Mevleviler de dahil, diğer tarikatlarda, medresenin baskısı, kadın dervişleri nispeten, toplumdan ayırmış, yalnız Bektaşilerle Alevilerde kadın, erkeklerle beraber törenlere iştirak etmekten geri kalmamış ve bu, böylece sürüp gitmiştir (Gölpınarlı, 1969: 160). 50 Mevlana‟ya Kirmani‟nin çok iffetli biri olduğu ve kötü bir şey yapmadığı söylendiğinde, Mevlana şöyle cevap verir: “Keşke o kötülüğü yapsaydı da bu adet sona erseydi. Bu yolda gidenlerin günahı Kirmani‟nin boynuna” (Erdem; Yiğit, 2010: 43). 51 59 Bacı‟ya ve babasına gelen eleştiriye Fatma Bacı kendisi cevap verir. Bu bir başka eleştiriyi de Gültepe aktarmıştır: “Fatma Bacı‟nın babası Şeyh Kirmani‟ye birileri “Böyle kadın erkek bir arada oturup kalkmalarının günlük hayatlarında hiçbir ayrım göstermelerinin (haremlik selamlık gibi) cemaatlerine ve kendine zarar vereceğini hatırlatması üzerine; o da: “Ben insanla oturup kalkıyorum, kadın ve erkek ayrımı sizin seçiminiz, kadınlarla bir arada olduğum aklımdan bile geçmiyor.” diye karşılık vermiştir.” Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Fatma Bacı kendini savunabilen ve eleştirilere cevap verebilen bir kadındır ve onun için ve muhtemeldir ki teşkilattaki kadınlar için kadın erkek ayrımı yoktur ve insanları cinsiyetsiz olarak bakabilmeyi savunurlar. Etraftaki şeyhlerden, başka örgüt üyelerinden gelen eleştiriler birden fazla olmuş ve bu ya Kirmani‟ye ya da Fatma Bacı‟ya söylenmiştir. Bayram da benzer bir eleştiriye yer vermiştir. Bu diğer eleştiriyi de Bayram şöyle aktarmaktadır: “Menakıb-i Evhadu‟d Din-i Kirmani” nin yazarı dahi Bacıyan-ı Rum‟un liderleri olan Evhadu‟d Din-in iki kızından bahsederken, Şam‟da yerleşen, Anadolu‟daki siyasi olaylara karışmayan Emine Hatun‟dan övgü ve saygıyla söz ettiği halde, Anadolu‟daki siyasi olaylara karıştığı için Fatma Bacı‟yı kötülemekten kendini alamamıştır. Bütün bunlar yöneticilerin devrin yazarları üzerindeki baskılarını ne kadar şiddetli ve yönlendirici olduğunu göstermektedir. Bu itibarla Anadolu Selçukluları devrindeki Türkmen dini zümreler ve kurdukları teşkilatlar üzerinde yapılacak araştırmalarda bu hususun gözden uzak tutulmaması gerekmektedir (1987: 14). Kirmani‟nin iki kızı olan Emine Hatun ve Fatma Bacı karşılaştırılmış ve kamusal hayatı daha geniş olan, bir örgütün liderliğini yapan ve faaliyet gösteren Fatma Bacı, kardeşine göre “kötü” olarak atfedilmiştir. Öte yandan, bu tarz olaylarla 60 ilişkisi olmayan Emine Hatun övülmüş; burada kadının bu derece sosyal hayatta olması iyi bir durumdan ziyade, olumsuz olarak gösterilmiştir. Daha “evcil”, daha kadına yakıştırılan, öğretilen, suskun ve “karışmayan” bir kadınlık anlayışı bu şekilde yüceltilmiştir. Fatma Bacı‟nın bu anlamda devrin önemli kadınlarından biri olduğunu söylemek çok yerinde olur. Her ne kadar bazı kurallar ve gelenekler uygulanmış olsa da, liderlik özelliklerini, teşkilata gelen eleştirilere yanıt vermesi, kimi zaman kuralların dışına çıkmasıyla da farkını belli etmiştir. Diğer taraftan baba Kirmani de, ataerkilliğin kol gezdiği ortamlarda bulunsalar ve kimi zaman “baba” figürü baskın gelse de, çağdaşlarının düşüncelerini çoğu zaman paylaşmamış ve Gültepe‟nin aktardığına göre kızlarının eğitimine önem vermiştir. “Fatma Bacı‟nın babası olan Kirmani‟nin kadınların eğitimine ve öğretimine büyük önem verdiği söylenmektedir. “Her iki kızına da düzenli tahsil yaptırdığı gibi, el sanatları öğrenmelerine de özel gayret sarf etmiştir. Aslında ona yönelen saldırılar, onun bu anlayışına yöneliktir (2008: 352). Kadın ve erkeğin bir arada bulunması belki de o dönem için yadsınacak bir durum olsa da Kirmani, o zamana göre biraz daha farklı düşünüyordu ve bu da halkın- yani dönemin “erkeklerinin” tepkisini topluyordu. Kirmani bu durumu doğal karşılasa da toplum için doğal görünmemiş ve hatta eleştirilmiş, yanlış bulunmuştur. “Kirmani‟nin, gece karanlığında ve gençlerin ellerine kandil vererek yaptırdığı sema meclislerinde kadınların da bulunduğu menakıbnamesinde anlatılmaktadır. Anadolu‟da oynanan “çayda çıra” adlı milli oyunumuzun Bacılar‟ın katıldığı bu ayinlerden kalma olduğu söylenmektedir” (Erdem; Yiğit, 2010: 43). Böylece kadınların ve erkeklerin bu bağlamda ayrı ayrı değil de birlikte bir kültür oluşturdukları söylenebilir. 61 v. ĠslamlaĢtırmaya Etkileri: Selçukluların hakim olmasından çok önce de İslam dünyasında gayrimüslim kesim önemli bir yer işgal etmekteydi. (…) İslam toplumu ile birlikte emniyet ve güven içinde yaşayan bu insanlar, özellikle bazı halife52lerin daha fazla ilgi ve hoşgörüsünün bir neticesi olarak çok rahat bir hayat yaşamaktaydılar (Ocak, 2002: 247). Selçuklu döneminde de Bacıyan-ı Rum bu konuda nasıl bir katkıda bulunmuş bu bölümde bundan söz edilecektir. Orta Asya‟dan53 göçen Türkmenleri barındırmak kadar, onlara dinlerini öğretmek, henüz Müslüman olmayanları İslamlaştırmak da bacıların faaliyetleri içerisinde değerlendirilmektedir. İslamiyet‟in yayılmasında kadınların özel bir gayret sarf ettikleri, tebliğ faaliyetlerinde bulundukları görülüyor (Bahadır, 2005: 18). Bacılar, Anadolu topraklarının yerleşik halkı olan Rumlarla kurdukları ilişkiler sonucunda özellikle Rum kadınlarının ihtidalarına54 vesile olmuşlardır. Hıristiyan ve diğer din mensubu yerli halkın din değiştirmesinin, Anadolu‟nun Müslüman yurdu olmasında yüzde 30 paya sahip olduğu düşünülmektedir. Örneğin, savaşta eşini kaybeden dul Hıristiyan kadınların, yetim öksüz kalan genç kızların evlendirilerek din değiştirip Müslüman olmaları ilk akla gelen ihtida yollarındandır (Erdem; Yiğit, 2010: 44). “Doğru yol İslam” dır diye düşünen Müslümanlar, misyonerlik görevlerini sürdürürken, kadınların da hemcinsleriyle din konusunda diyalogu olmalıydı ve bunu o dönemde üstlenen kadınlardan bir kısmı da Bacıyan-ı Rum‟dan olan kadınlardı. Halife: 1- Hz. Muhammed‟in ölümünden sonra onun vekili olarak Müslümanların imamlığını yapan kimse. 2- Kendini tarikat yoluna vermiş, derece sıralamasında babadan sonra gelen ve mürşidin, pirin yerine geçme yetkisi olan Alevi- Bektaşi (Korkmaz, 2000: 470). 52 53 Orta Asya Haritası ekte görülebilir (Ek1). 54 İhtida (Ar.): Başka bir dinden çıkıp Müslüman olma (Türk Dil Kurumu). 62 Dönem itibariyle, Anadolu‟da insanlar göç ederek gelenleri dinen değiştirmeyi misyon edinmiş ve bu uğurda pek çok çaba göstermiştir. Bacılar‟ın da bu konuda payı olmuş onlar da bunu görev edinerek, Müslüman olmayan kadınlarla iletişime geçmiş ve onlara İslam‟ı anlatmışlardır. Hiçbir yere ait olamayan ve yanındaki insanları bir şekilde savaşta kaybetmiş olan kadınların da yapabileceği ya da mekan ve zaman itibariyle yapması gereken tek şey Müslüman bir adamla evlenmeleriydi ve böylece bu da din değiştirmenin bir yoluydu. Daha sonra bu kadınlar da örgüte dahil oldular mı- bununla ilgili bir tez ortaya atılmamıştır fakat ekonomiyi canlandırmak adına din değiştirmiş olanlar ya da din değiştirmemiş kadınlarda da Bacılar‟a katılmış olabilir. Yine Erdem ve Yiğit, Bacılar‟ın esnaflık konusundaki tutumuna da değinerek Bacıların ürettiği malların hilesiz ve sağlam yapıldığı söylemekte ve bu yüzden de halk tarafından sevildiklerini belirtmektedirler (2010: 44). Yine dini inanç yönünden güçlü olan Bacılar, bu inançla üretimde bir hile yapmamaktaydılar. “Bacılık teşkilatının temellerinin nasıl atıldığı ve örgütlenmeyi gerekli hale getiren ihtiyaçlar değerlendirildiğinde, günümüz kadın örgütlenmeleriyle paralellik arz eden yönlerini tespit edebiliyoruz. (…) Kadın sığınma evleri, kadınlara yönelik meslek edindirme kurslara gibi kadınlara yönelik faaliyetler özünde bu bilinci taşıyor kanaatindeyiz. Modern toplumlar bunu kabul ediyor ve tüm yönleriyle destekliyor. Ancak dünyanın Ortaçağ‟ı yaşadığı, Avrupa‟daki çağdaşı kadınların engizisyon mahkemelerinde yargılandığı bir dönemde, Anadolu‟da böyle bir teşkilatın varlığı ecdadın başarıdan başarıya kadınlarıyla birlikte hareket ederek ulaştığının göstergesidir” (Erdem; Yiğit, 2010: 44). Bacıyan-ı Rum, dini, ekonomik, toplumsal pek çok faaliyette bulunmuştur. Bundan da önemlisi dönemin, kadınlar adına 63 kadınların gidebileceği, örgütlenebileceği, dayanışarak birlikte maddi destek sağlayabilecekleri bir yer olmuştur. Değinildiği gibi, kadınlar açısından farkındalık, kadın- erkek eşitsizliği, kamuda ve özel alandaki eşitsizlik gibi durumlar üzerinde olmasa da Bacıyan-ı Rum, farkındalıkları nispeten daha yüksek olan kadınlardan oluşan bir kuruluştu. Bacıyan-ı Rum, hem tasavvufi55 hayatı hem de kadını ilgilendiren sosyal bir olgudur. (…) Bacıyan-ı Rum‟un bir tasavvuf okulu olması, Bacıların yaşamları ve düşünceleri ile ilgili pek çok fikir vermektedir (Erdem; Yiğit, 2010: 45). Bacıların göç edip Kayseri‟ye yerleşmiş kadınlar ve erkeklere ve misafir olarak gelen diğer konuklara iyi davranmaları, onları “gerektiği gibi ağırlamaları” yine çoğunlukla tasavvuf kisvesi altındadır. Asırlarca, “din” insanları dış dünyanın kötülüklerinden “korumuş”, onların kötü olaylara karışmasını engellemiştir. Bugün din olmasaydı ve pek çok insan, iyilik eylemlerini din ve Tanrı adına yapmasaydı yahut içinde bir “Tanrı korkusu” olmasaydı bazı eylemler gerçekleşmezdi. İnsanların dinsizlikten, Tanrısızlıktan korkma sebepleri de bu düşüncede yatıyor olmalıydı. Ayrıca Erdem ve Yiğit “Kadın derviş ve mürşit geleneğini Anadolu‟ya taşıyan Bacıyan-ı Rum olmuştur.(…) Anadolu‟da Hacı Bektaş-ı Veli‟den sonra Sulucakarahöyük‟teki tekkenin başına Bacıyan-ı Rum‟un lideri Fatma Bacı geçmiş ve Hünkar her şeyini Fatma Bacı‟ya emanet etmiştir.” diyerek tasavvuf konusuna ekler (2010: 45). Erenler ve dervişlerle iyi ilişki içinde olan Bacılar, aynı zamanda Hacı Bektaş‟la da iyi bir iletişim kurmuşlardır. Özellikle Fatma Bacı, daha sonra Hacı Bektaş‟ın yanına gömülmek isteyecektir. Tasavvuf her dinin veya her felsefi düşüncenin ideale yöneliş esasını teşkil eder (Eraydın, 1990: 29). “Tasavvuf” sözü, Yunanca “Sofos” sözünden Arapçaya uydurulmuş, “sufi” sözü de tasavvuf sözünden meydana gelmiştir (Gölpınarlı: 1969: 9). “Tasavvuf, bir şeye sahip olmamandır. Bir şeyin de seni, kendisine kul etmemesidir (1969: 11). 55 64 Bir gezgin olan İbn-i Batuta56 da Anadolu‟yu gözlemlemeye gelmiştir ve kaynaklar onun da teşkilat hakkında olmasa bile (çünkü teşkilat dağıldıktan sonra geldiği yazılmaktadır) kadınların durumuna ilişkin dikkatini çeken eşitliği kaydettiğini söylemektedirler. Bayram‟ın, Batuta‟dan alıntı yaptığı üzere seyyah İbn Batuta kadınların misafir ettikleri kişileri misafirhanelerde barındırdıklarını yazmıştır. İbn Batuta‟nın sözünü ettiği bu misafir- haneler de iaşe ve ibate işleri Bacı ülküsüne gönül vermiş Türkmen kadınları tarafından yürütülmekte idi. Velayetname‟de57 Fatma Bacı‟nın kimsesiz ve yoksulları barındırması, misafirleri ağırlaması, kızlarla imece usulü ile birtakım işleri yürütmesine dair çeşitli haberler vardır” (1987: 52). Bacıyan-ı Rum bu şekilde faaliyetleri ve ortaya çıktığı koşullar, içinde bulundukları bağlantılar, bağlantılı oldukları kişiler ve teşkilatın içindeki durumları ile anlatılmıştır. Felsefesi, tasavvuftan da bağımsız olmayarak, çevrelerinde faaliyet içinde bulunmak isteyen kadınların bir arada olduğu ve topluma katkıda bulunabilecekleri bir düzen oluşturabilmektir. Nihayetinde bu konuda amaçlarına da ulaşırlar. Teşkilatın lideri hakkında bilgi verilmeden önce bir de Beginler Cemiyeti ve oluşumuna bakılacaktır. Pek çok faaliyette bulunmuş Bacıyan-ı Rum‟un özellikle savaşçı yanı dikkat çekmektedir. Savaşın kahramanlarının erkekler olarak gösterildiği tarih için büyük bir çelişki örneğidir çünkü. Şehri istilalara karşı korumak konusunda etkin Ahilerle ilgili, İbn-i Batuta, bilhassa Anadolu‟nun belli başlı merkezlerinde (…), Ahiyat alfityan “kardeş yiğitler” adını verdiği bu zümrenin zaviyelerinden bahsetmekte ve Anadolu‟da her Türkmen kasabasında, köyünde bunlara tesadüf edildiğini söylemektedir (Köprülü, 1984: 89). İbn-i Batuta, Türk bölgelerinde kadınların yaşadığı özgürlük karşısında şaşkınlığa uğrayıp; İslamiyet‟in halen Türkler arasında kökleşmesine hayret eder (Arsel, 1995: 27). 56 57 Velayet-name, tarikat ulularının menkıbeleşmiş yaşamlarını anlatan yapıt (Korkmaz, 2000: 481). 65 olan kadınlar, aynı zamanda üretimde bulunarak, yaşadıkları yerlerde giysi ihtiyaçlarını da karşılamışlardır. İslamiyet‟le tanışılması ve dini yaygınlaştırma konusunda da aktif rol oynayan kadınlar, tasavvuf çizgisi ile İslam arasında, rahibelerin manastırlarda kendilerini Tanrı‟ya adamaları gibi, dervişlerle ve Ahiliğin diğer kollarındaki erkeklerle hizmette bulunmuş; faaliyet alanları geniş bir grup olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Varlığına dair bütün çelişkili söylemlere ve tam tersine Avrupa‟daki cemiyet Beginler üzerine yazılanların daha tutarlı olmasına rağmen, akla gelen bir soru olmalıdır: Eğer aynı yüzyılda bu kıtada böyle bir kadın oluşumu varsa, neden bir başka kıtada benzer bir olay olmasın? Beginler‟le ilgili ayrıntılara bakılacak olursa bu tutarlılık daha iyi anlaşılacaktır fakat bu tutarlılık belki de neredeyse hiçbir yazarın- Bacıyan-ı Rum‟a yapıldığının aksine- onlara “oryantalist” bakmamış, bakamamış olmasıdır; coğrafyadan kaynaklı ve doğu- batı meselesinden doğan bir sorundur. 66 6. Beginler i. Ortaçağ’da Avrupa Kocaların, efendilerin ve yasakçıların Ortaçağ kadınlarını kendini ifade etme hakkından mahrum bırakmalarına rağmen, kadınların yazdıkları ve söyledikleriyle ilgili bilgimiz hayatlarının maddi yönleriyle ilgili bilgimizden fazladır (Bock, 2004: 19). Tarihte Ortaçağ denilen zaman, Batı Avrupa‟da milattan sonra 500 ile 1500‟e kadar olan zamandır. Soylular denilen yöneticilerin toprak ve güç için birbirleriyle savaştıkları bir zamandır. Soylular, kralları, kraliçeleri, efendi ve hanımefendileri ve at üstünde savaşan şövalye denilen savaşçıları kapsardı. Ortaçağ‟da çoğu insan köylüydü. Köylüler, soyluların toprağını karşılığında kendilerine ait ufak araziler için işlerlerdi. Ayrıca, kentlerde ve kasabalarda eşyalar yapıp satan ve yaşamlarını Tanrı‟ya adamış tüccarlar vardı (Eastwood, 2003:4). Eastwood‟un değindiği üzere, Batı Avrupa‟da gündelik yaşamın içinde bulunan halkın portresi bu şekildeydi. Soylulardan başlayan ve en altta bahsedilen köylülerin bulunduğu hiyerarşik bir yapı mevcuttur. Sosyal yaşamda bulunan bu hiyerarşi kadınlar açısından nasıl bir etkiye sahipti ona bakmak gerekir. Burada erkek- kadın sorunundan başka ayrıca kadınların kendi arasındaki hiyerarşi de göze çarpmaktadır. Bu farklılık Beginler açısından ele alınacak olursa öncelikle Beginler‟in kuruluşuna bakmakta fayda vardır: Watt‟a göre, cemiyet, sınırları çok geniş olduğundan, ne belirsiz ne de doğaldır ve insanlar geçmişte olduğu kadar şimdi de bu kelimeyi dünyalar oluşturmak ve bu dünyaları tanımlamak, ikna etmek, kapsamak ve dışlamak için kullanacaklar (Watt, 1997: 3). Üst sınıfların bekar ve dul kadınlara düzeylerine uygun hizmet sağlanabilen sadece bir tür kurum vardı erken dönem Ortaçağ‟da: Kadın manastırı. İngiltere ve 67 İrlanda‟daki misyonerler erkekleri ve kadınları kapsayan ilk cemaatleri kurmuştu: kıtada bu türden ilk kuruluşlar altıncı yüzyılda uç verdi. Feodal dönemde Avrupa‟nın her tarafında kadın manastırları ve bazı kadın kilise hukukçusu cemaatleri vardı; fakat sayıları azdı ve büyük ölçüde, aristokrasinin evlenmemiş ve yaşlı üyelerine bir yuva sağlamakla sınırlıydı. Ne var ki on üçüncü yüzyıldan itibaren sosyal ve ailesel kalıpların değişmesiyle birlikte yeni ihtiyaçlar ortaya çıktı ve muazzam bir potansiyel rahibe nüfusu yarattı (Opitz, 2005: 295). Rahibe olmanın sebebi, ilk başta daha çok bir yerde yaşayabilme, hayatının geri kalanını manastırda geçirme düşünceleri olsa da daha sonraları bu düşünceye farklı sebepler de eklenmiştir. Kadınların çoğu, farklı seçenekleri olamadığından manastırları seçiyordu, çoğu da bir topluluğa ait olma amacı taşıyordu ya da evdeki işlerden uzaklaşma isteğiyle bunu gerçekleştirmiş olabilir. Bu anlamda hem kadın olmak zor bir işti, hem de kadın olarak hayatlarını nerede ve nasıl sürdüreceklerine karar vermek bir başka zorluğu getiriyordu. ii. Avrupa’da Bir Kadın OluĢumu: Beginler Cemiyeti Beginler de sık sık “cemiyet” kelimesiyle birlikte kullanılacağından anlam karmaşası yaratmamak adına yine bunun da örgüt, topluluk, Bacıyan‟daki kullanımıyla benzer olduğunu söylemek gerekir. Kömeçoğlu, makalesinde cemaatin erken sosyolojideki Gemeinschaft (topluluk) ve Gesellschaft (toplum) bağlamında kullanılmadığı gibi, teritoryoral (toprağa dayalı) anlamında da kullanılmadığını belirtir. Ardından Weber‟in bu konuda “bunun yerine aidiyet duygusu, paylaşılan değerler kümesi, toplumsal örgütlenme, dayanışma ve birbirine bağlılık sistemini ve cemaatleşmeye ilintili diğer koşulları göz önüne alıyorum” söylemini de ekler (2000: 168). Fakat çalışmada bu kavramlar farklı anlam ifade etmemektedir. Denilebilir ki, 68 Beginler‟in de temel felsefesi bu dayanışma ve bir yere aidiyet duygusu barındırmaktadır. Knuth‟un Bowie ve McDonnell‟dan58da alıntılar yaparak belirttiği gibi Beginler cemiyeti kurulmadan hemen önce, kadınların bağımsızlığı ve otoritesi şiddetli bir biçimde sınırlandırılmıştı. Özellikle, manastır çevresinde, bazı kadınlar o zamana kadar azımsanmayacak bir otoriteye sahipti; kiliseye ait ve hükümet memurları bütün bu kadın otoritesine bir son vermeye kararlıydılar. Kadınların erkeklerden ruh ve zeka adına pek çok şeyi yok eden, tehlikeli bir şekilde şehevi ve arzu dolu yaratıklar olduğu söyleniyordu. Kadınlar ticari hayata atılıp kocalarının finansal işlerini yürütebilirlerdi ama resmi otoritenin kadınlıkla uyuşmadığı kavramının genel bir kabul görülmüşlüğü vardı. Bundan dolayı, manastırlar ve bütün din kuralları kadınlara kapılarını kapatmışlardır ve baş rahibelerin güçleri azaltılmıştır. Evli kadınlar itaatkar olmak zorundaydılar ve evli kadınların dövülmesi desteklenen bir durumdu. Kadınlar pek çok yönden aktif olsa da, en “kadın” sayılabilecek bir alan dahil bütün alanlarda kararları erkekler veriyordu (1992). Burada anlatılanlar, kadına yönelik bir şiddet muhakkak içermektedir. Fakat ilk başta değinilen “kadınlar arası” hiyerarşi de benzer şekilde bazı “üst sınıf” kadınların “alt sınıf” kadınlara uyguladığı kurallar, hiyerarşi ve otorite bakımından bir “kadınınkadına yönelik şiddet” ini resmetmektedir. Beginler‟in oluşmasından hemen önce kadınlar açısından durum böyleydi. Elbette bu cemiyet kadınların durumunda hemen bir değişiklik yaratmadı fakat belirtileceği üzere kadınların pek çok konuda destekçisi oldu. “Begin” kavramı, 13. Yüzyılda Kuzey Avrupa‟da başlayan yaygın ve 58 1. Ernest W. McDonnell, The Beguines and Beghards in Medieval Culture: With Special Emphasis on the Belgian Scene (New Brunswick, N.J.: Rutgers University Press, 1954) 409. 69 heterojen bir dini kadın hareketinin herhangi bir bireyini tanıtmak için kullanılırdı. 12. yüzyılın başlarında gelişmemiş ülkelerde59 yalnız yaşayan ve kendilerini, yemin etmeden iyi işlere ve dine adayan kadınlar vardı. Başta sadece birkaç kişilerdi, fakat yüzyılın ilerleyen zamanlarında, sayıları arttı. Bu zaman Haçlı Seferlerinin gerçekleştiği ve toprağın yalnız kadınlar tarafından doldurulduğu bir zamandı. Bu yalnız kadınlar, gerçek keşişlerin barındığının aksine, evlerini ormanlara yapmadılar, tam tersine durumları iyi olmadığı için kasabada işlerine yakın olan yerlere yaptılar. 13. Yüzyılın başında bu kadınlardan bazıları küçük toplulukları, Beguinage adı verilen bir örgüt oluşturmak üzere topladılar.60 Güçlü ve bağımsız, en azından bağımsız olmaya çabalayan, kendi işleriyle meşgul olan kadınlardı bunlar. Bahsi geçen örgütün üyeleri, rahibe olmadan dini bir hayat sürdürmek isteyen kadınlardı. Bazı Beginler, cemiyetin kurduğu yerlerde yaşarken, diğerleri kendi başlarına ya da aileleriyle yaşıyordu (Amt, 1993: 263). Amt‟ın sözlerinden de görüldüğü gibi, Beginler “rahibe” kavramına göre biraz daha özgür bir yaşama sahiplerdi. Çünkü yemin etme zorunlulukları yoktu ve istedikleri zaman cemiyetten ayrılıp, evlenme, kendi hayatlarını sürdürme hakkına sahip olup bu örgüt hayatını devam etme gibi bir ilkeye bağlı değillerdi. Kendi istekleri ile bu örgüte katılıyorlardı. Bahsedilen kadınlar arası hiyerarşiyi ayrıca burada da açıklamak yerinde olacaktır. Labarge konuya şöyle açıklık getirir: “Beginler, çok farklı ve üst sınıftan olmayan kadınların ihtiyaçlarını karşılayan daha açık bir dini kuruluştu. Tanımlaması zor bir gruptur çünkü bu terim genellikle farklı yerlerde kendi hayat tarzlarına uygun olarak hemen hemen dini hayat süren (quasi- religious) kadınları 59 Low Countries (Ek1) 60 http://en.wikipedia.org/wiki/Beguine 70 anlatırdı. Şehir hayatının bir parçasıydılar” (1986: 115). Cemiyet, halkın sınıfsal olarak alt kesiminde bulunan kadınlara yardımcı olmak amacı güdüyordu. Kaynaklarda Begin için “Beguine”; bu cemiyetlerin kurdukları evler için de “Beguinage” kavramları kullanılmaktadır. Çeviride kullanım kolaylığı açısından Duby ve Perrot‟un kullandığı kavram olan “beginler” alınmış; beguinage için de cemiyetin kurduğu evler tanımlaması getirilmiştir (2005: 295). “Beginler‟e ait bu evler, on ikinci yüzyılda, Fransa‟da ortaya çıktı ilk olarak ve daha sonra Almanya‟ya yayıldı. Fakat hareket, bireysel kutsal (holy) kadınların bir manastır veya bir hastanenin yakınlarına dua edebilecekleri ve el işlerini yapabilecekleri küçük odalar kurmalarıyla başlamıştır (Labarge, 1986: 115). Bu da bir kadın girişimciliğinin olduğunu göstermektedir. Beginler, temelde sıradan insanlara yönelik bir hareket olduğundan, her merkez orayı yöneten kişinin kontrolü altında, içinde yaşayanların uyduğu kurallar geliştirilirdi. Rahibelere göre daha alt sınıftan kadınlara da açıktı, rahibelik çoğu yerde üst sınıf kadınlardan oluşuyordu. Beginler, cemiyette kaldığı sürece bakire kalacaklarına söz verirlerdi fakat yine de kendilerine ait haklarını korurlar ve kendi ayakları üzerinde durabilmek için çalışırlardı. Resmi yeminler etmedikleri için, cemiyetten istedikleri zaman evlenmek üzere ayrılabilirlerdi. Böylece bu kadınların gerçek rahibeler olmadıkları açıktı fakat kendilerini adayarak gerçekleştirdikleri pratikleriyle ve ortak yaşamlarıyla sıradan insanlardan farklılardı. Hareket spontane gelişmiş ve çoğunlukla Hollanda, Belçika ve Lüksemburg‟da61 on ikinci ve on üçüncü yüzyılda evlilik çağında olan ve pek çok sayıda dul kadın tarafından desteklenmiştir (Labarge, 1986: 115). Geniş yerlere yayıldığı için hareketi kontrol 61 Low Countries- Ek3 71 altına almak da zorlaşıyordu. O yüzden her merkezin başında bir yönetici bulunuyordu. Bu yöneticiler, orada bulunan yine kadınlar arası bir hiyerarşiye işaret etse de, bunun bir gereklilikten çıktığını söylemek yerinde olacaktır. Planlanarak kurulmuş bir cemiyet olmayıp, ihtiyacın doğurduğu bir zamanda ortaya çıkarılmıştır. Her ne kadar yeminler etmeseler de yine de “bakire” olmak konusunda cemiyet içinde, cemiyet adına söz verirlerdi. Bekaret ve bakire kalmak kelimelerinin bu kadar sık kullanılması elbette tesadüf değildir. Namus kavramının, kadın bedeni üzerinden kurulduğu coğrafyalarda ve tarihlerde kadınlar hem bakire kalacağı için söz vermiş hem de bekaretini kaybettiği zamanlar ölüme mahkum edilmiştir. Bekaret kavramı henüz terk edilmemekle birlikte, bahsedilen coğrafyalar ve tarihler çok geniş ve çeşitlidir. Farklı bir tanımla Beginler‟e bakılırsa Opitz şöyle tanımlar: Beginler, erken on üçüncü yüzyılda başlamak üzere, kadınlar için ilk önce Cistercium tarikatıyla ve daha sonra Fransiskenler ve Dominikenlerle bağlantılı çok sayıda dini tarikat ve manastır kuruldu. Ayrıca dinsel yaşamın, kadınlara özgü yeni bir biçimi yaratıldı: Esas olarak dokumacılık ve ticaret merkezleri Brabant, Flandre ve Rhineland‟da rastlanan Beginler cemaatleri.(…) Daha fazla kadın her zaman yemin istemeyen cemaatlerde yaşamaktaydı (1992: 295). Kadınlar da geleceklerinin nasıl olacağını tam anlamıyla bilmiyorlardı. O yüzden hem rahibe olmak istemezken hem de dini bir hayatı sürdürmek istiyorlardı. Bu noktada Beginler cemiyeti onlar için alternatif bir anlam taşıyordu. Geleceklerinin belirsizliği, eğitim imkanına hepsinin aynı şekilde sahip olmaması sebebiyle de şekilleniyordu. Görünürde, Bacıyan‟a benzer bir sebeple kadınların birliği söz konusudur. Temelde, cemiyetin dokumacılık yapmak üzere bir araya gelmiş kadınlardan oluştuğu düşünülmekte fakat merkezde yine dini 72 unsurlar bulunmaktadır. Ayrıca yine Opitz‟in belirteceği gibi nüfusa dair bir sorun da Ortaçağ‟da kadının üzerinde etkisini göstermiş bir durumdu. “Kadın nüfusu Avrupa‟da o dönemde daha çoktu ve bu sayı çokluğu toplum için “sorun” teşkil ediyordu. “Önceki tarihçiler, büyük bir kadın nüfusu fazlalığı olduğu sonucuna vardılar. Bu tarihçilere göre, bu fazlalığa nasıl bakılacağı sorunu, nakış yaparak ve hasta bakarak geçimlerini sağlayan Beginler gibi çok sayıda dini cemaat kurularak çözüldü (Bücher, Die Frauenfrage im Mittelalter- Opitz, 1992: 296). Beginler ismi kurulan birçok cemiyetten biriydi ve asıl amaç nüfusun çokluğuyla böyle bir ihtiyacı görünür kılarak, kadınlar için bir ortam oluşmasını sağmaktı. Böylece isteyen kadınlar, “evlenmek” gibi bir çözüme zorlanmaktansa ya da ailesiyle birlikte yaşamaya zorlanmaktansa kendi istekleriyle bu yerlerde yaşamayı seçebiliyorlardı. Kadınlar için kurulan bu cemiyetlerde, bahsedildiği gibi ön planda din görülmektedir. Din pek çok şeyin bileşimi olarak, Bacıyan‟daki şekliyle kadınları burada da “bir arada tutmaktadır”. Yanı sıra, kadın neden sadece aile, evlilik içinde var olabilir sorusu çıkmaktadır ortaya. Bu da cemiyetin sağladığı bir imkan yaratması açısından ele alınırsa, kadınların burada- daha geniş bir kamusal alanda olmasa da ve bunun dışında istisnalar olabilse de- maddi olarak kendilerini destekleyebilecek işler sağlıyordu. Maddi imkânlarını kendileri yaratıyor, böylece “sorun” olmaktan çıkıyorlardı. “On üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda, her şeyden önce yoksul sınıflardan kadınlara barınma ve çalışma olanağı sağlayanlar Beginlerdi. Kendi tarikatlarının kuralları altında yaşayan rahibelerden farklı olarak Begin cemaatler, hastaneler, yetimhaneler ve hatta genelevler gibi kent otoritelerinin gözetimi ve yönetimi altına girdiler; evlenmek üzere ayrılma özgürlüğüne sahiptiler” (Opitz, 1992: 296). Bu cemaatler gerçekten kadınlara destek amaçlı kurularak, onlara hem 73 geçimlerini sağlayacak, hem de barınabilecekleri bir yer vermek miydi; yoksa kadınların “dışarıda” kalarak toplumun huzurunu bozacakları düşünüldüğü için buna karşı bir önlem ve kadınları kapatma yolu muydu? İlk düşünceden bakılacak olursa bu kadınlar açısından Ortaçağ‟da atılmış önemli bir adımdır. Örgütteki kadınlar pek çok işle meşgul olarak, kendilerine yetecek kadar para kazanabiliyorlardı. “Beginler, çok düşük ücret karşılığında hastalara bakmanın yanı sıra,(…) zaman zaman ve kız ve erkek okullarında öğretmenlik yapıyorlardı. Ortaçağ‟ın sonuna doğru, bazı cemaatler daha katı örgütlenmeye başladı ve hastanelerde hemşire olarak görevlendirildiler; veba salgını sırasında kent konseyi, iradelerine rağmen hastane hizmeti görmelerini isteyebiliyordu. Birçok Begin, laik kız kardeşleriyle birlikte dokuma sanayiinde çalıştı.(…) Herbert Grundmann gibi diğer tarihçiler, Ortaçağ‟ın entelektüel yaşamına özgü diğer birçok sosyal ve dinsel harekete benzer bir “dinsel kadın hareketi” nin yükselişine işaret ettiler (Opitz, 1992: 296). Begin evlerinde ne resmi kurallar ne de rahibelerin içinde bulunduğu gibi katı hayat koşulları olmadığından ve rahiplerle aralarında herhangi bir dolaylı ilişki bulunmadığından, kolaylıkla zan altında bırakılabiliyorlardı. Statü eksikliği ve sınırları belli olmayan kuruluşları onları birkaç önemli ve güçlü Ortodoks kişilerinin başlarında bulunduğu zamanlar hariç onları saldırıya maruz bırakıyordu (Labarge, 1992: 117). Kadınların “güçsüz” görülmesi üzerine bazen sözel olarak saldırılara yol açan bir toplum öngörüsü vardı. Bununla ilgili açık bir örnek olmasa da orada yaşayan kadınların, nispeten daha özgür olması bazen dikkat çekerek farklı yönden eleştiriliyordu, Labarge‟in bahsettiği bu tarzdan bir saldırı olmalıdır. Çünkü herhangi bir bedensel saldırıdan hiçbir şekilde bahsedilmemiştir. Yine Ortaçağ‟da Avrupa‟nın büyük çoğunluğu Hristiyandı, fakat Katolik veya Ortodoks olarak ayrılmayan 74 Beginler, bazı yerlerde Ortodoks şeklinde ayrıca belirtilmiştir. Fakat Ortodoks Beginler‟inden bahsetmeden önce Labarge Ortaçağ‟da Avrupa‟da örgüt içinde yaşayan kadınları üç şekilde kategorize etmiştir. a. Dua Eden kadınlar: Rahibeler ve Beginler Kadın pratiklerinden birisi de “dua etmek” ti. Kadınlar dua ederek ve hayır işleri yaparak, Tanrı‟dan güç kazanıyorlardı ve manevi olarak bu işlerin kadınlara faydası oluyordu. Dua etmek özel ya da kamusal olarak ayrılmıyordu fakat kamusal olarak manastırlar ve onlara alternatif olarak açılan yerler kadınların bu ihtiyaçlarını sağlamaları açısından önem teşkil ediyordu. Bu yerlerin de kendi içlerinde yöneticileri vardı. “Dua eden kadınları yöneten kadınlara bakılırsa, şunu da hatırda tutmak faydalıdır: Sosyal sınıfın da kadınların nasıl bir dini hayat süreceği konusunda etkisi olmuştur. Çok eski manastırlar genelde krallar ya da kendi akrabaları veya benzer statüden olan kadınlar için soylular tarafından kız kardeşleri, teyzeleri, halaları ve hatta üst düzey kadınların anneleri rahibe olsun diye kurulmuştur” (Labarge, 1992: 98). Labarge, ilk grubu Rahibeler ve Beginler olarak ele almış ve daha sonra Ortodoks adıyla farklılaştırdığı “Ortodoks Beginler” den bahsetmiştir fakat öz olarak Beginler arasında herhangi bir farklılık yoktur. “Ortodoks Beginler‟i, yaşadıkları yerlere sıkı sıkıya bağlılık gösterirdi. Kendi masraflarını, öğretmenlik hemşirelik yaparak sürdürürlerdi fakat hemşirelik bir baştan çıkarma silahı gibi onlara karşı kullanılmış olsa da buna devam etmişlerdir. Ayrıca, terziliğin farklı sektörlerinde çalışmışlardır ve bu iş onları zaman zaman kendi gelirlerini karşılamaya çalışan şehir loncalarıyla karşı karşıya getirmiştir. Loncalar sık sık, Beginler‟in kolayca alma ve satma hakkı tanıyan ve çıraklığı 75 önleyen ekonomik ayrıcalıklarına karşı endişe duymuşlardır” (Labarge, 1992: 117). Kadınlar, ticarette rekabetle de karşılaşıyorlardı fakat bununla yine kendi başlarına, bir örgüt olarak karşı duruyorlardı. “Rahibelerin ve onlardan sonra başlayan Beginler hareketinin komün hayatı dışında Ortaçağ‟da yaşayan kadının tek dini yolu seçme şansı değildi. Ayrıca kadınlar kendilerini tamamen dine adamak uğruna gündelik hayattan sıyrılarak yaşayabiliyorlardı” (Labarge, 1992:121). Üçüncü kategoriye de bu grubu koymuştu, Labarge. “Dua eden bu son gruba da mistikler adı veriliyordu ve rahibelerin, Beginler‟in arasında da bulunabiliyorlardı ama bireyselliği de vurguluyorlardı çünkü onların mistik güçleri Tanrı‟yla olan bireysel ilişkilerinden kaynaklanıyordu” (Labarge, 1992: 121). Bu kategoriye göre son grup biraz daha örgüt kavramından ve içerik olarak böyle bir özden bağımsız ve daha çok bir kadınla ve onun ve Tanrı arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. Doğudaki karşılığı düşünülünce, bu evliya, kadın ermiş gibi sıfatlarla adlandırılan kişiye karşılık gelebilir. Kişi olarak önem taşımakta; kimi zaman bir örgüte dahil olabilse de böyle bir zorunluluğu da yoktu. “İngiltere‟de ve yüksek sınıfa ait olan kadınlara bazı manastırlara giriş yasaklanmış olsa da, örneğin, her manastırda dini kişi sayısı yirmi veya üstünü bulurdu ve imkanlar kısıtlıydı. Bazı manastırlar çok büyük ve zengin olsa da pek çoğu küçük ve fakir olabiliyordu. Yine de, yüksek bir sınıfa ait olan ve evlenmemiş ya da evlenememiş kadınların dini hayatı seçmekten başka daha yüce bir seçenekleri yoktu. On ikinci ve on üçüncü yüzyılda maddi durumları çok da iyi olmayan babalar yine de kızları için küçük manastırlar kurmaya devam etti. Diğer bazı genç kızlar ise, dini bir hayat kaderleriymiş gibi çok erken bir yaşta manastıra götürülerek burada 76 yaşamak durumunda bırakılır ve bütün hayatları boyunca bildikleri bütün şeyler bu manastırda öğrendiklerini geçmezdi ve manastırda öğrenebilecekleri de manastırın kalitesiyle ilgiliydi. (…) Nihayet pek çoğu da kendisini hiçbir dini amacı olmaksızın başka yapabilecek bir şeyi olmadığından manastırda buldu (Labarge: 1992, 99/100). Kadınlar için bir yere ait olmak önemliydi ve varoluşları için bir seçim yapmaları gerekiyordu. “Aidiyet” kavramı daha çok kadınların içlerinde duydukları, sorguladıkları bir kavramdı ve kavramdır denilebilir ve bu yüzden Beginler de bu kavrama karşılık verebilecek bu sıkıntıyı giderebilecek nitelikteydi. “Evlenmek” toplumda kabul görmek ve varolmanın bir ifadesiydi. Evlenmeyen kadınlar bir başka varoluş yöntemi olarak kabul edilen ve kadın hakkında güçlü de bir referans olacak olan dine yöneliyorlardı. Toplum tarafından dışlanmamanın bir yoluydu rahibe olmak; yine de herkes rahibe olamıyordu- onun da sınırlılıkları vardı. Din merkezli yaşamak isteyen kadınlar rahibe olmanın dışında sonradan başka bir seçeneğe daha kavuştular. Bacıyan- ı Rum‟a benzeyen ve bazı merkezleri erkekler tarafından yönetilen, kadınların bir örgüt şeklinde yaşadığı, gelirlerini örgücülük, el işleri gibi işlerden kazanarak kendi ayakları üzerinde durabilen kişilerden oluşuyordu. 77 b. Evlilik Meselesi Ortaçağ‟daki kızların ve kadınların yaşadıkları yerde sürdüğü hayat tarzı, ailelerinin ne kadar zengin olduğu, evli veya evlenmemiş olmaları ve kocalarının ölüp ölmediğine bağlıydı. Pek çok evli genç kadın on beş yaşında anneydi. Ev işlerine bakarlar, kocalarına işte yardımcı olurlar ve bazen de kendi işlerini kurarlardı (Eastwood, 2003: 5). Bu durum Avrupa‟da böyleydi fakat Anadolu‟da da farklı değildi yani kadınların evli olup olmaması hususu kadınların kimliği açısından önem taşıyordu. Evlenmeyen kadınlar da her zaman iş bulamadıklarından aslında cemiyet bir anlamda bu ihtiyaca da karşılık olarak doğdu. Evlilik, örgütteki kadınlar için kamusal alandaki diğer kadınlara göre biraz daha farklılık taşıyordu. Aslında kadınlar örgütle, buradaki işleriyle ve dinle öylesine meşgullerdi ki evlenmek onlar için ikinci planda kaldığı gibi bazen de “toplum baskısı” haline gelip bir zorunluluğa dönüşüyordu. Ortaçağ biyografi yazımında, bir azizin son olarak yaşadığı dini dönüşümü, evlilikle ilgili düşüncesi ve onu reddinin vurgulanması yaygındı. Bu karar genellikle, evlilik hazırlığına girmiş ya da en azından uygun eşi aramış olan azizin ailesiyle bir çatışma yaratırdı. Aile seçimini kabul etme baskısı, özellikle evleneceği kişiyi seçmede nadiren söz sahibi olan kadınlar açısından oldukça yoğundu. Örneğin Nivelles‟li Ida daha dokuz yaşındayken evlilikten kaçmıştır. Tongeren‟li Lutgard, çok küçük yaşta henüz genç bir kız iken birkaç adam tarafından istenmiş fakat o, hepsini reddetmiştir; Sint –Truiden‟de, Aziz Catherine de henüz rahibe olmaya yemin etmeden önce bir pansiyoner olarak kalırken bu adamlardan biri ona tecavüz etmeye ve onu evliliğe zorlamaya çalışmış fakat o mucizevi bir şekilde adamın elinden kaçmayı başarabilmiştir. Söylenene göre on sekiz yaşındaki Margaret, dinle 78 ilgili dönüşümünden önce bir adama aşık oldu ve onun hemen sonrasında bir başka adam için tutkulu duygular hissetmeye başladı (Simons, 2003: 68). Simons‟un ifadelerinden çıkarılan, kadınların aşk, evlilik ve ilişkiler açısından büyük bir çelişki yaşıyor olmasıydı. Bir yanda düşünebilen ve öngörebilen kadınlar ve tutkuları, istekleri vardı bir yanda da ataerkil aile yapısının izleri zoraki evliliklerde görülüyordu. İki seçenek vardı: kaçmak veya evlenmek. Yapabilen kadınlar da kaçmayı tercih ediyordu. Anlatılan pek çok kadın, fiziksel olarak tacize uğrama tehlikelerinin yanı sıra bir de ailelerin baskısıyla zorunlu olarak gerçekleştiriyorlardı bu eylemi. Bu elbette örgütteyken değil, henüz rahibe olmadan ya da örgütle ilişkisi yokken Ortaçağ‟da Avrupa‟daki kadınla ilgilidir. Bu da gösteriyor ki aslında kamusal alan, bu bağlamda kadını bir anlamda zorunlu kılıyordu bir yere ait olmaya. Beginler de bunun iyi bir örneğiydi. Cemaat içinde yer alan kadın, bu aidiyetle, kendini daha iyi koruyabilmiş oluyordu. Dikkat çeken bir başka unsur da kadınların yaşlarının çok küçük olmasıdır. Çok küçük yaşta istemedikleri evlilikler için aile baskısı ile evlendirilmişlerdir. Böylece kadınların evliliği konusu doğu ile batı farkı gözetmeksizin, farklı dönemlerde aileler için sorun teşkil etmiş, kadınlar da bu sorunun çözümünü ailelerinden kendi iradeleri olmaksızın kabul etmişlerdir. Juetta (of Hug), Marie (of Oignes) ve Odilia (of Liege)‟in hayatları bunlarla daha benzerlik taşır. Biyografisini yazan kişiye göre, Juetta şiddetli bir şekilde ailesinin onun için planladığı evliliğe karşı çıktı: Akıllıca deneyimlenememiş olsa bile, evliliğin rahmin taşıdığı yük, çocuk doğurmanın tehlikeleri, çocukların eğitimi gibi sebepler yüzünden zor bir iş olduğunu hissetti ve bütün bunların ötesinde, kocalarla gelecek kaderin belirsizdi, ailenin ev işlerinin üstlenilmesi, günlük işlerin daimi sıkıntısı vardı. Bu yüzden babasına ve ailesine yalvararak, kendisini isteyen 79 bütün kocaları reddetti. Fakat en sonunda, ailesinin ve onların kasabadaki arkadaşlarının taleplerine boyun eğdi ve bir adamla evlenip üç çocuk yaptı. Beş yıl evlilikten sonra kocası öldü ve geniş ailesinin bütün itirazlarına karşı kendisini zenginlikten kurtararak ve cüzamlıların yerine kentte çalışacak özgürlüğü kazanarak başarılı bir şekilde ikinci bir evlilik için yapılan bütün planları önleyebildi (Simons, 2003: 69). Benzer şekilde kadınların “evlilik” konusunda önceden olabilecekleri gördükleri söylenmektedir. Evliliğin zorlukları ve aile kurumunun zorluğu vurgulanan Juetta anlatısında, kadının bu geleceği görmesinin bir önemi olmadığı da izlenmekte ve önünde sonunda pek çok kadının belirlenen evlilikleri yapmaya zorlandığı görülmektedir. Ayrıca zor durumda kalan çoğu kadının örnekleri görülüyor. Juetta örneğinde olduğu gibi, kocasını kaybetmek onun için özgürlüğe giden bir yol oldu. Sahip olduğu paradan da kurtularak kendini toplumsal işlere adadı. Ve bu kez evliliğe karşı gelebildi. Elinde “dul” olmanın verdiği bir güç de vardı. Evlilik kurumundan geçmişti ve artık nispeten daha özgürdü. Fakat Juetta‟nın Beginler‟e katıldığına dair bir ipucu yoktur. Daha iyi bilinen bir isim, Marie ya da Marie de Oignes de benzer sıkıntıları yaşamıştır. Labarge öncelikle şöyle bahseder: Marie of Oignes, Beginler hareketinin kurucusu, annesi olarak görülmektedir. 1176‟da Brabant‟ta zengin bir aileye doğmuş ve dini bir yaşantıya eğilimi fazla olmasına rağmen ailesi tarafından bulunan “uygun bir eş” le on dört yaşında evlendirilmiştir. Kocası üzerinde etkisi büyük olmuştur ve onu hem iki kardeşlermiş gibi hem de fakir bir hayat içinde yaşamaya ikna etmiştir (Labarge, 1992: 116). Görüldüğü gibi Marie, hareketin önderliğini yapmıştır ve farkındalığı yüksek bir kadındır. Ayrıca benzer ifadeler, Simons‟ta da görülebilir: “Marie of Oignes de on dört yaşındayken isteksizce evlenmeyi kabul etti, fakat 80 kocası John‟u çok kısa bir süre sonra bakire yaşamak istediğine ikna etti ve sadece düşüncede bir evlilik yaptılar. Ayrıca James Vitry‟e göre Marie bunu yapan tek kadın değildir” (Simons, 2003: 68). Evlilik zorla yapılmış olsa bile, bu isteksizliğini ya da cinsel ilişkiye girmeme, bakire kalma isteğini kocası da anlayışla karşılamış ve Marie‟nin dilediği gibi sürmüştür evlilik hayatı. Marie, cemiyetin önderliğini yapması rolüyle Fatma Bacı ile aynı statüdedir denilebilir. İkisi de, bir kurucu niteliğindeydi ve yol gösterici tavırlarıyla betimleniyordu kaynaklarda. Bu bölümün sonucu itibariyle söylenebilir ki Avrupa için bahsi geçen yüzyıllarda dinle uğraşan kadınlar temelde üç gruba ayrılıyordu. Birincisi kilisenin denetimi altında ve verdikleri sözlerden dönemeyen rahibeler, ikincisi buna biraz daha alternatif olan ve sınıf ayrımını nispeten gözetmeyen, pek çok farklı sınıftan kadının katılabildiği, yeminlerin sonsuza kadar sürmek zorunda olmadığı ve aslında rahibeler gibi yemin etmek zorunda olmayan Beginler ve üçüncü olarak mistiklerdi. Ayrıca evlilik konusu hakkında dönemle ilgili kadınların içinde bulunduğu durum hakkında bilgi verilmiştir fakat Beginler cemiyeti bu konuda tam olarak nerede duruyor- buna dair yazılanlara da bakılırsa, yine Simons referans gösterilebilir. “Beginler cemiyetleri, ayarlanmış veya zorla yapılacak bir evlilikten kaçmayı isteyen kadınlara koruma sağlayabilmenin dışında, kızlara ve kadınlara evliliğin alternatifi olarak kendilerine bir gelir sağlamaları konusunda yardım etti. Cemiyetlerin başlarında duran daha yetkili kişiler sık sık gelirin bir kısmı olarak uyulacak bazı kurallarla cemiyetin akraba gibi bazı özel üyelerine bir Begin olarak kalması koşuluyla mülkiyet veya kiralık bir yer verdi ve eğer evlenmek için veya başka herhangi bir sebeple cemiyetten ayrılırsa, kadın da örgüt de geliri kaybedecekti. Aynı 81 şekilde cemiyet genç kızları veya dul kadınları cemiyet hayatını sürdürmeleri uğraşlarına destek oldu (2003: 72). Beginler, bu bağlamda kadınlar için aynı zamanda “kaçış” manasına geliyordu. Zoraki evlilikten kaçabildiklerinde “sığındıkları” bir yer haline de gelmişti. Bacıyan-ı Rum da benzer şekilde bir “sığınma” evi olarak düşünülebilir fakat kaynaklarda Bacıyan üyelerinin evliliklerine dair bilgi verilmemiştir. Hakkında en çok bilgi sahibi olunan Fatma Bacı‟dır ve onun da evliliğine dair ayrıntılar sınırlıdır. Toplamda üç evlilik yaptığı bazı kaynaklarda belirtilse de bu evliliklerin sayısının farklı olma ihtimali yüksektir. Ayrıca evliliklerine dair ve Fatma Bacı‟nın “özel hayat” ına dair yeterince veri henüz ortada yoktur. Bu da doğu ve batı arasında bir fark oluşturabilir: Beginler Cemiyeti‟ndeki kadınlar veya cemiyet dışı kadınların “özel hayatların” ilişkin bilgiler daha çok kamusal olmuşken, Bacılar‟ınki daha çok yaptıkları “hayırlı” işler üzerinden kaydedilmiş ve daha “önemli” olan konular belirtilmiştir.62 Başlangıcında, Beginler dini hayatı ve ihtiyaç sahibi kimselere yardımı birlikte gerçekleştirdi. (…) Beginler, bir kadının manastıra kapanmadan da kendini Tanrı‟ya adayabileceğini göstermiştir. Bu hareketin kadınlar tarafından doğal olarak geliştiğini düşünmeyi cesaret verici buluyorum. Otorite sahibi erkeklerin hala kadın girişimciliğini tehditkâr bulduğunu düşünmek yüreklendirici değildir. Erkeklere karşı emir ve yargı yetkilerini kısıtlayan bir kilise kapsamında kadın hareketinin birliğini sağlamak zordur ve hep zor olmuştur. Beginler tarihinde küfleri temizleyen ve özgürlük ve kolaylık taşıyan doğal bir kadın hareketinden kurulu düzene zamanla daha iyi uyum sağlayan bir yapıya dönüştüğünü görebiliriz. Fakat Beginler bunu Kadınların hayatı zaten önemli sayılmazken, ayrıca yaşadıkları ilişkiler, içinde bulundukları psikolojik durum, kadının dili önemsiz atfedilerek ve kadının evlilik hayatı içindeki durumu da aynı kategoriye dahil edilerek bu tarz bilgileri bulamamak; ayrıca o döneme ait kadın günlüklerin de tutulmasının zor olduğu varsayımı bu eksikliği doğrular niteliktedir. 62 82 onlara ait yerlerle bunu başarsalar da, oybirliğiyle seçildiler ve hareketin temel amacı ve önemi saptırıldı. Beginler, organizasyon adına yapısal desteğe sahip olmadıklarından seçilmeyi bekliyorlardı fakat bu yine de kendi aralarında hiyerarşi kurmaları gerektiği anlamına gelmez. Ayrıca kendi dağınık üyelikleri arasında daha iyi bir iletişim ağı sağlamamaları hayal kırıklığına uğratıcıdır (Knuth, 1992). Knuth, Beginler‟in her ne kadar faydalarının olmuş olduğunu belirtse de kimi eksikliklerden söz etmiştir. Bu da erkeklerle olan ilişkileri kontrol altında tutmak ve kendi aralarındaki iletişimi daha güçlü tutmak olmuştur. Fakat eksiklikleri ve faydalarıyla birlikte Knuth, böyle bir kadın girişimciliğinden övgüyle söz etmiştir. Beginler‟in kuruluş amacına bakıldığında, daha çok kadınların dışarıda kalmaması ve yanı sıra isteyenlerin alternatif bir yeri olması için inşa edilmiş “beguinage” adı verilen yerlerde yaşayan örgüt olduğu görülür. Öne çıkan yanı ise, özellikle kadınlar için baskı unsuru sayılan evlilikten, verilen örneklerde de görüldüğü gibi, istenmeyen evliliklerden sonra kadınların gidebileceği bir yer olmuş olmasıdır. Fakat buradaki çelişki, bir yandan böyle bir avantaj sağlarken bir yandan gerçekten de kadınları oraya kapatmak için mi vardı sorusu akla gelmektedir. Bir durumdan kaçan kadın, ya da bir sömürüden, evlilikten, ev işinden kaçan kadın burada da mı hapis ediliyordu, sorusu Beginler uygulamasıyla çelişen bir sorudur. Bu sorunun cevabı olmamasına rağmen, göz önünde bulundurulması önemlidir. Bacıyan-ı Rum‟la aralarında benzerlikler ve farklılıklar barındıran bu oluşum, farklı dinlerin, farklı kadınları nasıl birleştirdiği ve birlikte üretimde bulundurduğunu göstermektedir. Kutsal kitaplara bakıldığında, savaşanlarının genelde erkek olması, kadınların çoğu kez bedensel olarak var oldukları ve bahsedildikleri yerlerde ya güzelliklerinden ve bakire oluşlarından ya da doğurma anlamında bereketli 83 oluşlarından veya kısırlıklarından ve bu durumda da kocalarına aldıkları cariyelerden bahsedilmektedir. Bu konular hakkında benzerlikler taşıyan kitaplar, sosyal hayata da çok farklı yansımamıştır ve ele alınan bu iki cemiyetle karşılaştırıldığında, bu iki cemiyetin de toplumda din kitaplarının aksine güçlü ve kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlardan oluşup faaliyet gösterdikleri görülür. Dinle olan ilişkileri, onları ikinci plana itmemekle kalmayıp, Bacıyan‟a erkeklerle eşit bir şekilde ibadet etme olanağı sunarken, Beginler‟e de kendi evlerini açma imkanı sunarak dini pratiklerini nispeten daha özgür bir şekilde devam ettirmelerini sağladığı sonucu çıkar. 7. Beginler Cemiyeti ve Bacıyan- ı Rum’un KarĢılaĢtırılması: Sonuç Sonuç olarak, daha geniş bir perspektiften Bacıyan ve Beginler‟e bakabilmek için kısaca din tarihinde kadınlara bakılmaya çalışılmış ve kutsal kitapta kadın figürlerin nasıl gösterildiği bazı örneklerle ele alınmıştır. Dini kitaplardaki kadınların varlığı, tarihte kadınların yokluğundan daha iyi bir durum değildir. Dini kitapların yarattığı kadın figürler, ikinci planda kalmış, genelde yalnızca biyolojik varlıklar olarak gösterilmiştir. Öte yandan dinle bağlantısı olan bu iki cemiyet kadınları biyolojik varlıklardan çok, birey olarak var olan kişiler ve zümreler olarak ortaya koyar, bu bakımdan önemlidir. Temelde iki teşkilat da kadınların birlikte üretip, kendi geçimlerini sağlayabilmeleri için destek olmak üzere kurulmuştur. İkisinin de altında yatan temel felsefe, kadınlar arasında birliği ve yardımı sağlamaktır. Fakat kaynaklarda görülen odur ki, teşkilatlar pek çok konuda gelişme göstermişlerdir. Dini açıdan faaliyetleri 84 oldukça yüksektir. Bacıyan-ı Rum İslam dinine; Beginler de Hristiyanlık adına birçok faaliyette bulunuş, dinin yaygınlaşması için çaba göstermişlerdir. Böylelikle toplumda dokumacılık sektöründe üretmenin yanı sıra dini misyonları da olmuştur. Eğitim açısından da rahibelik okulu kadar ağır bir eğitim olmasa da Avrupa‟nın çeşitli bölgelerinde kurulan teşkilatlarda kadınların eğitimine katkıda bulunulmuştur. Keza, Bacıyan-ı Rum da eğitsel faaliyetlerde bulunuyordu. Bacıyan-ı Rum, Beginler ile aynı dini ve iktisadi çerçevede rol oynuyordu. Fakat bunu yaparken toplumun gerisinden de izole olmuyordu. Örneğin, Fatma Bacı bir yandan Hacı Bektaş ile yoğun bir dini ilişki içindeyken aynı zamanda diğer insanların ihtiyacı olan giysileri sağlayabilmek için Bacılarla üretimde bulunabiliyordu. Beginler‟de bir nevi bir kopuş niteliğinde yorumlanabilecek olan, Beginler‟in, Beguine adı verilen yerlerde yaşamaları ve rahibelik kadar olmasa da yine de bu cemiyetin de kendi kuralları olması, Bacıyan‟ın toplumun diğer bireyleri ile ilişkileri açısından bu anlamda bir fark yaratabilir. “Toplumda gelişmeler, dönüşümler, yenileşmeler başlayıp, bunların sonuçları, kazanımları kadına ulaşabildiğinde, kadınların kendilerinin gerçekte ne olduklarını kavramak için bir fırsat doğar. Kadınlar bunu değerlendirebildiklerinde kitlesel bir başkaldırıya dönüştürebilirler. Hareketlerini bugüne iletecek belgeler bırakırlar. Böylece hareketlerini görünür kılmanın da yolunu açarlar” (Çakır, 1996: 15). Nihayetinde, zaman içindeki değişimler, zamanın işgalleri, ekonomik ve siyasi durumları bu örgütlerin isimlerinin daha fazla duyulmasının engellemiş ve toplum içinde yavaş yavaş silikleşmeye başlamışlardır. Ne Bacıyan ne de Beginler hala faaliyet halindedir. Gölpınarlı, fütüvvet erbabının daha çok Ali yanlısı, Aleviliğe 85 daha yakın olduğunu söylemekte ve bu yüzden daha ileri bir zamanda dönemin padişahlarının Alevilere karşı izlediği bir politika yüzünden de silindikleri ifadesi de çıkarılmaktadır (1969: 136- 138). Benzer şekilde rahibeliğin daha çok rağbet görmesi, Beginler teşkilatının olası desteklenmemesi ve böylelikle üyelerin de kendi ihtiyaçlarını karşılayamaması durumunda geri planda kalmış olma ihtimali vardır. Bir fark dikkat çekmektedir. Beginler‟de bekaret önemlidir. Bunun vurgusu yapılmaktadır. Rahibelikle aradaki fark bir yemin etmemeleridir; istedikleri zaman evlenmek için örgütten ayrılabilirler fakat bekaret adına aynı durum söz konusu değildir. Bacıyan‟da ise böyle bir zorunluluk yoktur. Hatta Fatma Bacı, Ahi Evran‟la birlikte ortak işler yapmaktadır. Yani evli, bekar ayrımı yapmayan Bacıyan-ı Rum‟un, her medeni halden kadını bünyesinde barındırmış olması muhtemeldir zira evli ya da bakire olmayan kadınlar topluluğun üyesi olmaz ya da bakire kalmaları zorunludur gibi bir kuraldan bahsedilmez. Böylece belki şu sonuca da varılır: Beginler‟deki bu uygulama “kadın- erkek işini/ pratiklerini” daha çok birbirinden ayırsa da, Bacıyan‟daki tersi uygulama da kadın ve erkek arasında daha eşit bir yaşayış biçimi sergilemektedir. Bacıyan-ı Rum ve Beginler Ortaçağ‟da belki de yalnızca birçok örgütten ikisidir denebilir. Hep barbarlığın ve karanlığın bahsedildiği Ortaçağ‟da kadınların daha güçlü olduğunu gösteren örneklerden birisidir bu örgütler. Bu çalışmayla atılan bir adım akla daha fazla soru getirmektedir ve kadınların yaptığı işlerin çokluğu gizli değil açık bir elle sakınılmadan örtülmüş ve bu örtü kaldırıldığında öğrenilenler gidilecek daha çok yol olduğunu her zaman söylemektedir. Herrin‟den de daha önce alıntılandığı üzere “gittikçe karmaşıklaşan” bir meseleye dönüşmektedir tarih ve din. 86 Bacıyan-ı Rum ve Beginler Cemiyeti, Ortaçağ‟da kadınlar için faydalı olmuş, onların bir arada bulunmalarını sağlamış ve bir anlamda alternatif olmuş kadın gruplarıdır; kamuya açılmalarının bir örneğidir. Evde yaptıkları işleri bir araya gelerek yapma yahut kimi zaman birlikte yaşama imkanı bulmuşlardır. Dini ve siyasi faaliyetlerde de bulunmuş olan gruplar, daha çok yaptıkları el işleri, örgücülük gibi konularda ön plana çıkmışlardır. Dönemin “önde gelen erkekleri” tarafından da fark edilmiş ve söz konusu olmuşlardır. Bacıyan-ı Rum‟da kadınlar tasavvuf temelli bir eğitim görürken, Beginler kiliselerde kendi dinlerine “sahip çıkıyordu”. Dinsel kadın hareketinin birden fazla kıtada ortaya çıktığı üzerinde durulan bu iki cemiyetten de fark edilebilir. Anadolu‟da ve Avrupa‟da her ne kadar aynı dönemlerde, benzer amaçlarla kurulan ve temelinde benzer dinamiklerin yattığı örgütlenmeler oluştuysa da aralarında bazı farklar da vardı. Öncelikle Beginler, çok daha geniş coğrafyalara dağılabilmişken Bacıyan-ı Rum Kayseri‟de kurulup, çeşitli saldırılardan sonra birkaç başka şehre yayılmıştır. Kesin olmamakla birlikte yalnızca görünüşte Beginler‟in Bacıyan‟dan daha geniş yerlere yayıldığı sonucu çıkar. Bunun sebebinin İslam ve Hristiyanlık dinlerinin yaygınlığından kaynaklanıyor olması muhtemeldir. Katolik ya da Ortodoks kadınların Avrupa‟nın farklı ülkelerinde sayılarının fazla oluşu nedeniyle pek çok sayıda Begin cemaati kurulmuştur. Oysa Müslüman olan Bacıyan-ı Rum bilindiği kadarıyla sadece bir yerde kurulmuş ve bir tane “lidere” sahip olmuştur. Bu sebepledir ki Beginler, daha uzun süre faaliyetlerine devam edebilmiştir. Bugün, gerek Bacıyan-ı Rum gerekse Beginler veya başka örgütler hakkında geniş bilgilere ulaşılamamaktadır. Bunun pek çok sebebi olabileceği gibi, en önemlilerinden biri de kadınların gösterdiği çaba ve başarıların görünmezden 87 gelinmiş olması ve bu başarıların erkekler tarafından sahiplenilmesidir. Çalışmada bu durum, kadın tarihinin önemsenmemesi olarak yorumlanmıştır. Kandiyoti ise bağlantılı şekilde, bu durumu ataerkiye bağlar. Ve bahsedilen bu tarihi boşluğu, Kristeva sözleriyle şöyle doldurmaktadır: “Kayıp kadın- kayıp ülke, kayıp dil- bulunamaz”(1996: 35). Kristeva‟nın Strangers to Ourselves adlı kitabında sözünü ettiği gibi kayıp bu üç varlık, ortadan kalktığında geri bulmak imkansızdır. Burada kayıp kadınlardan anlatılmak istenen tarihi olmayan kadındır; tarihi yazılmamıştır ve böylece ona dair bir bilinen yoktur, kayıptır. Sonra kayıp ülkeler vardı; yitirilmiş, efsanelere konu olmuş, artık konuşulmayan diler gibi. Halbuki ne kadar benzerdir kadın ve dil‟in kaderi. Kayıp dil akla sessizliği getirir anında ve kayıp kadın da kocaman bir sessizliktir bir bakıma. Kadın tarihinin belgelere dönüştürülmesi bu sessizliğe bir kalkan olacaktır. Dini yönden farklılıklar barındıran bu iki örgüt, özünde adını en çok savaşlarla duyuran Ortaçağ‟da bir dayanışma öngörüsüyle kurulan ve farklı kıtalarda ve kültürlerde de olsa aslında sorunların ve ihtiyaçların benzer olduğunu ve çözümlerinse birbirinden çok farklı olmadığını göstermektedir. Zaman ve mekan ne olursa olsun, bir kadın örgütlülüğünün mümkün olduğunu da böylece vurgulamak yanlış olmaz. Bu ve kayıtlara geçmemiş olabileceği düşünülürse, Ortaçağ‟da varolmuş kadın örgütleri üzerine yapılacak yeni çalışmalar, kadın örgütlülüğüne ve tarihine dair, bilinenleri artıracağı gibi aynı zamanda kadınların birlikte başardıkları işlerin bilgisi kamusal oldukça“birlikte olma” düşüncesi de kadınları motive edecektir. Zengin bir kültür, tarih ve bilinmezlik içeren kadın tarihi, görüldükçe tarih adına belki o zaman bir nesnellikten bahsedilebilecektir. 88 Tarih çok net çizgilerle ayırt edilemeyecek kadar pek çok gelişmenin yaşandığı bir olaylar bütünüdür; yani bir olayın tam olarak ne zaman başlayıp ne zaman bittiği ya da bir topluluğun hangi coğrafyalarla nasıl ve ne zaman etkileşimde bulunduğunu söyleyebilmek çoğu zaman zordur. Bunları böyle ifade edebilmenin nedeni de bu çalışmanın varıldığı sonuçlardan biridir. Kimi yazarlara göre bir efsaneden ibaret, kimilerine göre ise anlı şanlı Türk milletinin geçmişinde yer almış gurur duyulası ve herkesin gıpta ile bakması gerektiği ve “kadınlara ne kadar önem verildiğini” gösteren bir oluşumdur Bacıyan-ı Rum. Fakat çalışmanın asıl amacı, varmak istediği nokta elbette böyle bir milliyetçi nokta değildir, ya da bir mit olarak düşünülmemiştir Bacıyan-ı Rum. Olasılıklar göz önünde bulundurulmuş ve incelenen kaynaklar- ikincil de olsa- böyle bir topluluğun varlığını ifşa etmiştir; böyle yorumlanmasına sebep olmuştur. Böylelikle Bacıyan-ı Rum‟un etkin olduğu 13. yüzyılda Anadolu‟da, sadece Anadolu kültürüyle sınırlı kalıp kalınmadığı da bilinmeyecek bir gerçektir. Bu konuda hiçbir bilgi olmamasına rağmen o dönemin ünlü seyyahlarından İbn-i Batuta buraya gelmiş ve gözlem yapmış birisidir ve onun gibi başka araştırmacılar da gelmiş olabilir. Bununla birlikte Müslüman olmayan kadınlar da bu bölgelere gelmiş, buralarda yaşamış, alışkanlıklarını sürdürmüş ve Anadolu Bacıları ile ortak işler yapmış olabilir. Bunlar hep ihtimal dahilindedir fakat güçlü olmalarının sebepleri, 13. yüzyılda kadın örgütleri var mıydı şeklinde başlayan bir sorunun daha sonra ulaştığı bu iki örgütte benzer noktalardın tespit edilmesidir. Anadolu‟da etkili olan tasavvufi görüşler ve kadınların olduğu kadar erkeklerin de iyi bir kul olma adına hizmet etmeleri, kadınların dinle bu kadar içli dışlı olabilmeleri ve birlikte eleştiriler olmasına rağmen ibadet edebilmeleri benzer yankılarını yine 13. yüzyıldaki faaliyetleri ele alınan Beginler Cemiyeti‟nin eylemlerinde bulmuştur. 89 Bunun yanı sıra kadınların bir arada olup birlikte üretimde bulunabilmeleri her iki coğrafyada da benzer şekilde olmuştur. Kilise ve dergahlar kadınların ve erkeklerin dini pratiklerini sürdürdükleri yerler olmanın yanı sıra, bahsi geçen yüzyılda ayrıca kadınlar için farklı bir anlam da ifade etmiştir. Anadolu‟da kadınlar daha etkin rol oynayabilip, daha çok söz sahibi olabilmişken, Avrupa‟da ise tam bir kadın dayanışması örneği görülmektedir. Çalışmada daha önce sözü edilen istenmeyen evlilik meselelerinde kadınların sığınabilecekleri bir yer olmuştur Beginler Cemiyeti. Bu çalışma sonucunda varılan noktalardan biri de feminist tarihçilik adına bir çalışma yaparken, her ne kadar bu çalışmanın kendisi ya da en azından bir sorunun ele alınması kendi içinde değer taşıyorsa da, bir başka değeri de beraberinde ortaya çıkarmak mümkündür. Pek çok farklı yönden yapılabilir bir çalışma. Fakat burada üzerinde durulmak istenilen nokta ele alınan tarihi dönemi/ olayı/ karakteri vs‟yi bir başka coğrafyadan eş dönemli olayı/ karakteriyle karşılaştırmanın ve benzerlikleri ve farklılıklarını bulmanın da bir o kadar çalışmanın kendisi kadar değerli olacağıdır. Son olarak Heilbrun‟un; “Zamanın havası gerçekten de yardımcı oluyordu. Kadınlar, binlerce yıldır kendilerine makul istekler olmadığı söylenip duran şeyleri isteme yürekliliğini buldular. Kumin şöyle yazıyordu: “Bu kayıplar tarihinden bıktım usandım artık/ Hangi davulu çalmam gerek sizlere duyurmak için?/ Makul olmak demek/ Işığı söndürmek demek./ Makul olmak demek boşvermek demek.” (22 Eylül‟den)” (Heilbrun, 1992: 54) sözlerine yer verirken, güçlü bir kadınlığın, farkında olmaktan geçtiğini, tarihi bilmenin ve kadın dayanışmasının özüne varmanın önemli olduğunu yinelemek yerinde olur. 90 KAYNAKÇA - Akkent, Meral (1994) . Kadın Hareketinin Kurumsallaşması- Fırsatlar ve Rizikolar. Metis Yayınları: İstanbul. - Akşit, Elif Ekin (2010). “Hatırlamanın Film Hali: Battal Gazi'nin Kadın İzleyicileri ve Savaş Miti”- Amargi Dergi, Kış Sayısı (ayrıca;http://ww.bianet.org/bianet/kultur/126723-amargi-kis-geriye-kalanzaman) - Amt, Emilie (1993). Women's Lives in Medieval Europe: A Sourcebook. Routledge - Arsel, İlhan (1995). Şeriat ve Kadın. Kaynak Yayınları: İstanbul. - Atalay, Besim (2006). Divanü Lügati't - Türk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ISBN 975-16-0405-2, Cilt III - Atsız, Nihal (1985). Aşıkpaşaoğlu Tarihi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: Ankara - Avcı, Casim (2003). İslam- Bizans İlişkileri. Klasik Yayınları: İstanbul. - Bahadır, İbrahim (2005). Alevi ve Sünni Tekkelerinde Kadın Dervişler. Su Yayınları: İstanbul - Bardsley, Sandy (2007). Women's roles in the Middle Ages. Greenwood Press: USA - Bayram, Mikail (1991). X. Türk Tarih Kongresi (Ankara: 22- 16 Eylül 1986) - Kongreye Sunulan Bildiler III. Cilt. Türk Tarih Kurumu Basımevi. 91 - Bayram, Mikail (1987). Bacıyan-ı Rum (Selçuklular Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı). Konya: S.Ü. Fen Edebiyat Fak. Tarih Bölümü - Bayram, Mikail (1999). Şeyh Evhadü’d- Din Hamid El- Kirmani ve Evhadiyye Hareketi. S.Ü. Vakfı Yayınları: Konya - Berktay, Fatmagül (2006). Tarihin Cinsiyeti. Metis Yayınları: İstanbul. - Bock, Gisela (2004). Avrupa Tarihinde Kadınlar. Çvr: Zehra Aksu Yılmazer. Literatür Yayıncılık: İstanbul. - Breebaart, Deodaat Anne (1961). The Development and Structure of The Turkish Futuwah Guilds- Ph.D. Princeton University- History; Medieval. - Brown, Helen (1992). Women Organising. Routledge: London and New York. - Cahen, Claude (2000). Osmanlılardan Önce Anadolu. Tarih Vakfı Yurt Yayınları: İstanbul. - Can, Sevim (2008).Terken Hatundan Valide Sultana Selçuklular Döneminde Kadın (1040- 1308). Ufuk Ötesi Yayınları: İstanbul. - Canpolat, Mustafa (ed.) (1983). Türkçe Sözlük- Genişletilmiş 7. Baskı. TDK Yayınları: Ankara - Chatty, Dawn; Rabo, Annika (ed.) (1997). Organizing Women. Formal and Informal Women’s Groups in The Middle East. Berg Publishers. - Connor, Carolyn L. (2004). Women of Byzantium. Yale University Press: New Haven& London 92 - Çakır, Serpil (1996). Osmanlı Kadın Hareketi. Metis Kadın Araştırmaları: İstanbul. - Çalışlar, Oral (1999). İslamda Kadın ve Cinsellik. Cumhuriyet Kitapları: İstanbul. - Çığ, Muazzez İlmiye (2006). Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni. KaynakYayınları: İstanbul - Dikmen, Mehmed (1983). İslam’da Kadın Hakları. Cihan Yayınları: İstanbul. - Duby, Georges; Perrot, Michelle (2005). Kadınların Tarihi I- Antik Tanrıçalardan Hristiyan Azizelere. Çvr: Ahmet Fethi. Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul. - Duby, Georges; Perrot, Michelle (2005). Kadınların Tarihi II- Ortaçağ’ın Sessizliği Çvr: Ahmet Fethi. Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul. - Eastwood, Kay (2003). Women and Girls in the Middle Ages. Crabtree Publishing Company: Canada. - Eliaçık, R. İhsan (2003). Adalet Devleti. Ortak İyinin İktidarı. Bakış Yayınları: İstanbul - Eraydın, Selçuk (1990). Tasavvuf ve Tarikatlar. M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı: İstanbul. - Erdem, Yasemin Tümer; Yiğit, Halime. (2010) Bacıyan-ı Rum’dan Günümüze Türk Kadınının İktisadi Hayattaki Yeri. İstanbul Ticaret Odası 93 - Eyuboğlu, İsmet Zeki (1997). Günün Işığında Tasavvuf. Tarikatlar, Mezhepler Tarihi. Geçit Kitabevi. - Evans, G.R. (2002). Faith in the Medieval World. Intervarsity Press. - Gölpınarlı, Abdülbaki (1969). 100 Soruda Tasavvuf. Gerçek Yayınevi: İstanbul. - Gültepe, Necati (1999). Turancılık Tarihinin Kaynakları. Turan Kültür Vakfı: İstanbul. - Gültepe, Necati (2008). Türk Kadın Tarihine Giriş "Amazonlardan Bâcıyân-ı Rûm'a". Ötüken Yayınları: İstanbul. - Hambly, Gavin (ed.) (1999). Women in the Medieval Islamic World- Power, Patronage, and Piety. St. Martin‟s Press: New York. - Hassan, Ümit (2002). “Düşünce ve Bilim Tarihi Osmanlılık Öncesinde Türklerin Kültür Kökenlerine Bir Bakış”. Türkiye Tarihi 1- Osmanlı Devletine Kadar Türkler. Ed: Sina Akşin. Cem Yayınevi: İstanbul. - Heilbrun, Carolyn G. (1992). Kadının Özyaşamını Yazarken…Çvr: Yurdanur Salman, Gülşat Aygen. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul. - Herrin, Judith (2006). “Changing Functions of Monasteries For Women During The Byzantine Iconoclasm” Byzantine women: varieties of experience 800-1200. Ed: Lynda Garland. Ashgate Publishing Company. - Herrin, Judith (1989). The Formation of Christendom. Fontana Press: London. 94 - Hodgson, Marshall G.S. (1993). Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek. Yöneliş Yayınları: İstanbul - İlbars, Zafer (2000). “Anadolu İnanç Kültüründe Kadın Simgesi”, Uluslar arası Anadolu İnançları Kongresi Bildirileri. Evrak Yayınları: Ürgüp - İnan, Yusuf Ziya (2000). 20. Asırda Bir Vahdet-i Vücud Öğretisi: Melamet ve Tarikatlar. Sinan Yayınevi: İstanbul. - Johnson, Mini S. (2005). Women in Christianity. Mittal Publications. New Delhi, India. - Kandiyoti, Deniz (1990). “Ataerkil Örüntüler: Türk Toplumunda Erkek Egemenliğinin Çözümlenmesine Yönelik Notlar” (s. 341- 354). Kadın Bakış Açısından 1980’ ler Türkiyesi’nde Kadınlar. Ed: Tekeli, Şirin. İletişim Yayınları. - Kandiyoti, Deniz (2011). “İslam ve Ataerkillik- Karşılaştırmalı Bir Perspektif” s. 119- 145 (Çvr: Aksu Bora) Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar. Metis Yayınları: İstanbul. - Kelly, Joan (1984). Women, History & Theory- The Essays of Joan Kelly. The University of Chicago Press: Chicago&London. - Kitabı Mukaddes (1993). Eski ve Yeni Ahit. Kitabı Mukaddes Şirketi: İstanbul - Korkmaz, Esat (2000). Anadolu Aleviliği. Berfin Yayınları: İstanbul - Knuth, Elizabeth T.(1992). The Beguines. http://www.users.csbsju.edu/~eknuth/xpxx/beguines.html 95 - Köprülü, Fuad (1984). Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu. Türk Tarih Kurumu Basımevi: Ankara (2. Baskı). - Labarge, Margaret Wade (1986) A small sound of the trumpet: women in medieval life. Beacon Press: Boston. - Kristeva, Julia (1996). Strangers to Ourselves. Çvr: İskender Savaşır, s. 35 (936)- Defter Dergisi, Yirmi Sekizinci Sayı. Metis Yayınları: İstanbul. - MacDonald, Margaret Y.(1996). Early Christian Women and Pagan Opinion. The Power of The Hysterical Women. Cambridge University Press. - Nicolle, David (2001). Essential Histories- The Crusades. Osprey Publishing: UK. - Ocak, Ahmet (2002). Selçukluların Dini Siyaseti (1040- 1092). Tatav Yayınları: İstanbul. - Ocak, Ahmet Yaşar (1996). Türkiye’de Tarihin Saptırılması Sürecinde Türk Sufiliğine Bakışlar. İletişim Yayınları: İstanbul. - Opitz, Claudia (2005). Kadınların Tarihi: Ortaçağ’ın Sessizliği- Cilt II. Ed: Duby, Georges; Perrot, Michelle. Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul. - Pantel, Pauline Schmitt (2005). Günümüzde Eski Tarih ve Kadınlar. Kadınların Tarihi I- Antik Tanrıçalardan Hristiyan Azizelere. Ed: Duby, Georges; Perrot, Michelle Çvr: Ahmet Fethi. Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul. - Partner, Nancy F. (1993). Studying Medieval Women- Sex, Gender, Feminism. The Medieval Academy of America- Cambridge, Massachusetts 96 - Robinson, Francis (2005). Cambridge Resimli İslam Ülkeleri Tarihi. Çvr: Zülal Kılıç. Kitap Yayınevi: İstanbul - Shahr, Fariba Zarinebaf (1996). “Women, Law, and Imperial Justice in Ottoman Istanbul in the Late Seventeenth Century”- Women, the Family, and Divorce Laws in İslamic History. Ed: Sonbol, Amira El Azhary. Syracuse University Press - Simons, Walter (2003). Cities of Ladies: Beguine Communities in the Medieval Low Countries, 1200-1565 (Middle Ages). University of Pennsylvania Press - Spongberg, Marie (2002). “Writing Women’s History Since the Renaissance”. Palgrave Macmilan - Tebbutt, Melanie (1995). Women’s Talk? A Social History of “Gossip” in Working-class Neighbourhoods, 1880- 1960. Scolar Press: England. - Togan, Zeki Velidi (1981). Umumi Türk Tarihine Giriş. Cild I En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları (3. Baskı). - Toprak, Binnaz Sayarı (1981). “Religion and Turkish Women” Women in Turkish Society. Ed: Nermin Abadan Unat. E.J. Brill, Leiden, The Netherlands. - Üçok, Bahriye (1965). İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar. Türk Tarih Kurumu Basımevi: Ankara. 97 - Watt, Diane (1997). Medieval Women in Their Communities. University of Wales Press- Cardiff - Yazır, Elmalılı Hamdi. Yüce Kuran-ı Kerim- Açıklamalı Türkçe Meali. Burhan Yayın Dağıtım: İstanbul. - Zuber, Christiane Klapisch (2005). Kadınları Dahil Etmek. Kadınların Tarihi: Ortaçağ’ın Sessizliği- Cilt II. Ed: Duby, Georges; Perrot, Michelle. Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul. - http://en.wikipedia.org/wiki/Beghards_and_Beguines (Son Erişim: 01.00 2102- 2011) - www.tdk.gov.tr (Son Erişim: 15.55/ 01.03.2011) - http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C3%BCt%C3%BCvvet- BSTS / Tarih Terimleri Sözlüğü 1974. (Son Erişim: 15.55/ 01.03.2011) - http://en.wikipedia.org/wiki/Beguine 98 EK EK1 Orta Asya, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Çin'in bir kısmı (Doğu Türkistan), Rusya, Pakistan'ın bir kısmı ve Kuzey İran'ın barındığı bölge ve bölgeyi tanımlamak için kullanılan coğrafi terim. Aynı zamanda Türkler'in anayurdudur (Son Erişim: 02- 03- 2011) http://tr.wikipedia.org/wiki/Orta_Asya 99 EK2- Aşıkpaşazade: Kendisini “Derviş Ahmed Aşıki” diye tanıtan Aşıkpaşa oğlu (1392-1393), Amasya‟ya bağlı Ulvan Çelebi Köyü‟nde doğdu. Soy kütüğü: (Atsız, 1985: 3). 100 EK3 “Low Countries” olarak adlandırılan yerler Belçika, Hollanda, Lüksemburg gibi ülkelerin ve Fransa‟nın kuzeyi ile Almanya‟nın batısı ile bazı nehirlerde oluşan deltaların bulunduğu alçak yerleri içine alan ve tarihte ismi böyle geçmiş olan topraklardır. Bu terim, güçlü ulusların yavaşça şekillendiği ve bölgesel denetimin bir soylunun ya da bir soylu evinin ellerinde olduğu Ortaçağ ve Modern Avrupa öncesi zaman için daha uygundur. http://en.wikipedia.org/wiki/Low_countries (Son Erişim: 02- 03- 2011) 101 FOTOĞRAFLAR Lübeck, 1489. Beginler Cemiyetinden Bir Kadın Resmi63 63 http://en.wikipedia.org/wiki/File:Beguine_1489.gif 102 103 s. 97- 98 resim64 Sayfa 97 ve 98‟deki bu iki görüntü, Ezel Akay‟ın yönetmenliğini yaptığı 2005 yapımı “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” filminden alınmıştır.” 64 104 ÖZET Kadınların kendilerine ait bir odaları olması gerektiğini söyleyen Woolf bunu söylerken aslında tarihi de kastetmişti. Kadınlar yazarak kendi tarihlerini oluşturacaklardı. Tarihten dışlanmış bir cinse tarihlerinin geri verilmesi için atılan bir adımdır feminist tarihçilik. Kadın tarihine dair yapılan her yeni çalışma bu alana katkıda bulunacak; böylece büyük bir çoğunluğa, bir disiplin yeniden fakat bu kez kayda geçmiş olarak kazandırılacaktır. Kadın örgütlülüğünün tarihi çok uzaklara dayansa da, bu görünmezliğin altında yatan erkek egemen tarih anlayışıdır. Bu çalışmada çok geniş bir düzleme sahip olan tarih disiplinin yalnızca bir sorusuna ve yanı sıra diğer yardımcı olabilecek sorulara değinerek, Ortaçağ üzerine karşılaştırmalı bir çalışma yapılmaya çalışılmıştır. Ana soru, “Ortaçağ‟da bir kadın örgütü mevcut muydu?” sorusuydu. İki farklı coğrafyada kadınlık durumları ve örgütlenmelerine bakılarak, bu örgütlenmeler içinde yer alan kadınların yaptıkları işler ve bir arada bulunma durumları incelenmiştir. Çalışma sonucunda bu iki örgütün de dinden çok uzak olmayan kadın üyelerinin olduğu ve kadınların birlikte pek çok faaliyette ve üretimde bulundukları görülmüştür. Taşıdıkları benzerlikler sonucu, kadınlık durumlarının hangi din, coğrafya ve tarih olursa olsun birbirinden çok farklı olmadığını ve her halükarda direnen bir kadınlığın ortaya çıktığı görülür. Çalışmada ilk olarak kadın tarihinden bahsedilerek sonra sırasıyla kısaca din tarihinde kadın, Ortaçağ‟da Anadolu ve Avrupa‟da Kadın ve ardından Bacıyan-ı Rum ve Beginler Cemiyet‟ine yer verilmiştir. 105 ABSTRACT Woolf, who told women to have a room of their own, in fact she also implied to have a history of their own. Women would have created their own history by writing. Feministy history is a step taken, which will give a gender its own hitory that was once taken away from them. Any new work that is done for the area of women history will contribute to this department therefore a discipline will be given to a majority of people again, but this time after it has been recorded, not orally. Although the the communities of women date back to a long time, the underlying reason of this unseen history is the male- dominated understanding of history. In this thesis, a comparative study was tried to be done on the Medieval Age by asking only one main and other sub- questions in the discipline of history that is a very broad term. The main question was, “Was there a woman organization in middle ages?” By researching states and organizations of women in two different continents, it was aimed to study the togetherness of women in these organizations and the work they had done. At the end of the study, it was seen that these two communities had female members who were not very far from religion and that the women did many things and produced together. As a result of these similarities, it is seen that regardless of religion, geography and history, the states of women were not that different from each other and that under any circumstances there emerges a resisting womanhood. In the study, first women history was mentioned then shortly women in the history of religion, and respectively women in Asia Minor and Europe and then “Bacıyan-ı Rum” and the Beguines were talked about. 106