Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
LÜBNAN Ortadoğu’nun Krizler Ülkesi Muttalip Tütüncü* Giriş Lübnan’ın gerek sahip olduğu tarih ve kültürü gerek demografik yapısı gerekse coğrafi konumu itibarıyla küçük bir Ortadoğu olduğunu söylemek mümkündür. Bu özelliğiyle âdeta Ortadoğu’nun laboratuvarı olan Lübnan, görece küçük yüz ölçümüne rağmen bölgenin çoğu özelliğini mikro düzeyde desen desen üzerinde taşır. Geçirdiği tarihî süreçler yanında, çok geniş bir yelpazede farklı din ve mezhepten müteşekkil nüfusu,1 Akdeniz’e kıyısı ve son yüzyılda bölgedeki çatışma potansiyelinin önemli bir kısmına kaynak teşkil eden İsrail’e sınırı olması, Lübnan’ın bölgeyi temsil yeteneğini artıran temel unsurlardır. Daha basit bir ifadeyle Ortadoğu denince akla ilk gelen olgular olan savaş, göç, Filistin mücadelesi, mülteci sorunu, katı siyasi rekabet, din ve mezhebe bağlı gerginlikler vb. sorunların hemen hepsine Lübnan özelinde rastlamak mümkündür. Bu sorunlar, hacimce mikro düzeyde olsalar da Lübnan’ın jeopolitik konumu ve tarihe içkin derin kültürel etkileşimi nedeniyle sonuçları ve oluşturdukları etki bakımından ülke sınırlarını aşmaktadır. Fazlasıyla karmaşık demografik yapı, ülkedeki gruplar arasındaki katı siyasi rekabet, siyasal sisteminin zayılığı ve kırılganlığı, bu kritik coğrafi konum ile birleşince Lübnan’ın ulusal sınırlarını bölgesel sorunlara karşı “geçirgen” hale getirmektedir. Dolayısıyla bu durum, sorunun aksi yönlü şeklini de geçerli kılmakta, Lübnan da bölgenin geri kalanında yaşanan çatışma ve sorunlardan iç yapısı ve coğrafi konumu nedeniyle doğrudan etkilenmekte ve kendini ihtiyaç duyduğu düzeyde izole edememektedir. Lübnan’a ilişkin ana çatışma alanlarının temel özelliği, Ortadoğu’daki pek çok sorun gibi, kendilerine tarihî birer dayanak noktası bulmalarıdır. Bu noktaların ortak özelliği ise doğrudan veya dolaylı, muhtelif tarih ve düzeylerde gerçekleşen dış müdahalelerdir. Dolayısıyla çatışma alanlarının tam olarak anlaşılabilmesi için Lübnan’ın, * Ortadoğu Araştırmacısı 66 Ortadoğu Çatışmaları özellikle doğal olmayan değişimlere yol açan dış müdahalelerin yaşandığı son iki yüz yıllık tarihine başvurmak açıyı genişleten bir tercihten öte bir zorunluluktur. Bu açıdan elinizdeki çalışma, Michael Hudson’ın “nazik dengeler üzerine inşa edilmiş istikrarsızlık cumhuriyeti”2 diye tarif ettiği Lübnan’a has temel gerilim ve çatışma alanlarını, genel itibarıyla tarihsel süreç içerisinde anlamlandırma gayretindedir. Zira Lübnan’ın 20. yüzyılda boğuştuğu sorunların kökleri Lübnan’ın yakın tarihinde yaşananlarda saklıdır. Fenike Ülkesinden Fransız Mandasına Lübnan, Fenikelilerden başlayarak modern Lübnan’ın kuruluşuna kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış; bu medeniyetlerin kültürel, siyasi ve dinî miraslarını muhtelif düzeylerde bugüne taşımayı başarmıştır. Lübnan’ın kadim tarihine bakıldığında tanıdık pek çok isimle karşılaşılmaktadır: Kral I. Faysal, Napolyon Bonapart, Yavuz Sultan Selim, Selahaddin Eyyubi, Timurleng, Muaviye, Halid b. Velid, Büyük İskender, Nabukadnazar, Ramses ve daha pek çok tarihî şahsiyet.3 Fenikelilerin anavatanı olan Lübnan, İslam öncesi dönemde muhtelif tarih aralıklarında Asur, Babil ve Pers imparatorluklarının hükmü altına girdikten sonra Büyük İskender ile birlikte Helenistik döneme giriş yapmıştır. MÖ 64 yılında Roma’nın Suriye işgali ile birlikte önce Roma toprağı olan Lübnan, 331 yılında Roma’nın Doğu ve Batı şeklinde ikiye ayrılmasından sonra Bizans egemenliği altına girmiştir. İslam’ın Arap Yarımadası’nda yayılmaya başlamasının ardından Bizans İmparatoru Heraklius, Müslüman ordularını durdurmak için 636 yılında Şam’ın güneyinde, Yermük Nehri civarında, Halid b. Velid komutasındaki İslam ordusuyla çarpışmıştır. İslam tarihinde Yermük Savaşı olarak bilinen savaşta Halid b. Velid’in elde ettiği zaferle birlikte önce Suriye sonra da Anadolu topraklarının kapıları İslam akıncılarına açılmıştır.4 Bu zaferi takiben aynı yıl Şam, Beyrut, Baalbek, Sur ve Sayda; 637’de Halep, 638’de de Kudüs ve Antakya İslam orduları tarafından fethedilmiştir. Biladü’ş-Şam, Hz. Ömer’in fetihler yoluyla hızla genişleyen İslam imparatorluğunun hukuki ve idari yapısını belirlemek üzere aldığı kararlar neticesinde Şam, Humus, Ürdün ve Filistin olmak üzere dört eyalete ayrılmış; Lübnan topraklarının idaresi Şam vilayetine bırakılmıştır. Bu uygulama, Suriye’nin Lübnan toprakları üzerindeki hak iddiasının yüzyıllar boyu ana dayanak noktalarından birini teşkil edecektir.5 Yavuz Sultan Selim’in 1516’da başlattığı Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte Lübnan, 402 yıl sürecek yeni bir döneme Lübnan girmiştir. Dürzi ve Marunilerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge olarak Cebel-i Lübnan’a6 özerklik verilmiş ve bölge “Emirler” marifetiyle idare edilmeye başlanmıştır. Osmanlı’nın bölge üzerindeki egemenliği, yerel grupların muhalefeti ve iktidar mücadeleleri nedeniyle hep sorunlu olsa da Lübnan, Osmanlı idaresi altında olduğu müddetçe imtiyazlı statüsünü korumuştur. 18. yüzyıla doğru Lübnan’daki geleneksel Dürzi üstünlüğü azalırken, Katolik olan Maruniler daha etkin hale gelmeye başlamışlardır. Bu durumun Dürziler ile Maruniler arasında meydana getirdiği gerilim, sonraları bir çatışma halini almıştır. Dürzi-Maruni çatışmasının yarattığı istikrarsızlık ortamının, Akdeniz’e kıyısı olan -Lübnan gibi- stratejik bir noktada var olmak isteyen başta Fransa olmak üzere büyük güçlere koz ve işgal bahanesi vermesini istemeyen Osmanlı Devleti, Emirler dönemine son verip, kuzeyde bir Maruni kaymakamlığı, güneyde de Dürzi kaymakamlığı oluşturarak sorunu aşmaya çalışmıştır. Uygulamaya konan “iki kaymakamlık” sisteminin temelinde Dürzi-Maruni çatışmasını sona erdirmek ve Batılı ülkelerin Lübnan’daki gruplarla ilişkilerini -ve dolayısıyla müdahalelerini- sınırlandırmak amacı yatmaktaydı.7 Ancak iki kaymakamlık uygulaması da sorunu çözmekte başarılı olamamıştır. Taraların Cebel-i Lübnan üzerindeki hak iddiasından doğan çatışma, 1860’ta karşılıklı suikast ve adam kaçırmaların yer aldığı bir tür iç savaşa dönüşmüştür. Osmanlı, Fuat Paşa komutasındaki 15.000 askeriyle bölgeye müdahale ederek ve kendi idarecilerini de cezalandırma yoluna giderek savaşı durdursa da8 Fransa kendine biçtiği hamilik rolü için bu durumu kullanmakta gecikmemiş ve çatışmaların devam ettiği gerekçesiyle Marunileri himaye etmek üzere 7.000 askeriyle bölgeye çıkarma yapmıştır. Din faktörü nedeniyle Marunilerin zaten Avrupa devletleri ve Roma kilisesi ile tarihten gelen yakın ilişkileri söz konusuydu.9 Fransa’nın Maruniler lehine müdahalesi ile birlikte Lübnan tarihinde Fransa sayfası açılmış, 1943’te bağımsızlığına kavuşana kadar şu veya bu şekilde sürecek olan, Fransa’nın müdahil olduğu yeni bir dönem başlamıştır. Fransa’nın yanında diğer büyük güçlerin de baskısıyla Osmanlı, bölgenin emniyet ve istikrarı için yeni bir idari düzen oluşturmaya mecbur edilmiştir. Çalışmalar için Fuat Paşa başkanlığında uluslararası bir komisyon kurulmuş ve nihayet Haziran 1861’de İstanbul’da Cebel-i Lübnan Nizamnamesi adıyla bir anlaşma imzalanmıştır. Buna göre Cebel-i Lübnan, Sayda ve Şam eyaletlerinden ayrılarak doğrudan merkeze bağlı “mümtaz sancak” olacak10 ve merkezden atanacak Osmanlı vatandaşı bir Katolik-Hristiyan “mutasarrıf ” 67 68 Ortadoğu Çatışmaları tarafından yönetilecekti. Atama, anlaşmaya taraf olan ülkelerin11 rızasına bağlı olacaktı. Mutasarrıf ’ın altında din esasına dayalı olarak dört Maruni, üç Dürzi, iki Grek Ortodoks, bir Grek Katolik, bir Sünni ve bir Şii olmak üzere 12 kişilik bir konsey yer alacaktı. Bu düzenlemeyle kaymakamlık dönemi bitip “mutasarrılık” dönemi başlarken, ülkedeki diğer dinî grupların da dâhil edildiği, din ve mezhep esasına göre şekillendirilmiş bir siyasi yapı oluşturulmuştur.12 Çalışmanın devamında da görüleceği üzere, mezhep esasına dayalı bu kırılgan siyasal yapı, Lübnan’ı dış müdahalelere açık tuttuğu gibi ileride ortaya çıkacak başlıca çatışma noktalarının da hemen hepsinin ana nedeni olacaktır. 1861 yılında başlayan mutasarrılık idaresinin en önemli özelliği hızlı bir ekonomik ve sosyal gelişmenin yaşanmasıdır.13 Lübnanlı Dürziler hem Osmanlı İmparatorluğu hem de onun atadığı mutasarrılarla yakın ilişkiler kurmuş, Maruniler ise iktidarlarının ellerinden alındığı düşüncesiyle Osmanlı ve mutasarrılara karşı mesafeli dururken Fransa ile oldukça yoğun bir ilişki içinde olmuşlardır. Aslında Haçlı seferleri dönemine dayanan ve Fransız-Maruni dayanışması olarak okunabilecek bu yakın ilişki, kısa zaman sonra manda rejiminin tesisinde önemli bir rol oynayacaktır. 1. Dünya Savaşı yıllarıyla birlikte, Osmanlı’nın bölgede sarsılan otoritesini yeniden tesis etmek adına Cemal Paşa’nın başvurduğu sert yöntemler, yükselmekte olan Arap milliyetçiliğinin de etkisiyle Lübnan’da Osmanlı karşıtlığını ve zamanla bağımsızlık arzularını kamçılamıştır.14 Önce 1916 Arap İsyanı, ardından da çökmekte olan Osmanlı’nın 1918’de Suriye cephesinden çekilmesi ile birlikte bölgede oluşan otorite boşluğu, Fransa tarafından doldurulmuş; 1920’deki San Remo Konferansı’nda, Suriye ve Lübnan idaresi Fransa’ya bırakılarak bu bölgede bir manda idaresi kurulması kararı alınmıştır. Lübnan, 1943’te bağımsızlığını elde edinceye kadar Fransız mandası olarak kalacaktır. Fransa’nın ilk uygulaması ise Lübnan’ın gelecek on yıllarında derin yaralar açacak huzursuzluk ve çatışmaların ilk adımı olan Büyük Lübnan’ı ilan etmek olmuştur. Eskinin Lübnan Dağı, eskisinden çok daha geniş topraklara sahip Lübnan devleti haline gelmiştir; ancak bir masa başı operasyonuyla çevresinden toprak alınarak oluşturulan bu yeni devlet, derin izler bırakacak huzursuzluklara gebedir. Nitekim sadece beş yıl sonra, 1925’te, Suriye’deki Araplar ve onlara katılan Dürziler Fransız manda rejimine karşı ayaklanacaklar; buna karşılık Lübnanlı Hristiyan ve Dürziler ise manda idaresinin yanında saf tutacaklardır.15 Lübnan Dönem itibarıyla yükselmekte olan Maruni milliyetçiliğinin ideologları sayılan önemli isimlerden pek çoğu Fransa’nın 1875’te Beyrut’ta açtığı Saint Joseph Üniversitesi’nde eğitim görmüştür. Bu üniversitenin Doğu Araştırmaları Fakültesi’nde özellikle 1902-1920 yılları arasında yapılan çalışmalarda öne çıkarılan vurgu, Lübnan ve Suriye kimliğinin birbirinden farklı olduğu tezidir.16 Bu çerçevede Maruni milliyetçiler, Fenikelilere dayandırdıkları kökleri ile Arap komşularından farklı oldukları ve tarihî Fenike toprakları üzerinde bir Maruni Hristiyan devleti kurulması fikrini savunuyorlardı. Yaklaşık elli yıl sonra meydana gelecek dünyanın en kanlı iç savaşlarından birinin temelleri de böylece atılmış oluyor, etnik gruplar ve mezhep grupları arasında hâlâ daha çözülememiş bir sorunlar yumağı ağır ağır oluşmaya başlıyordu. Manda İdaresi ve İlk Çatışma Tohumları Yıkılan Osmanlı’nın bölgeden çekilmesi ve Milletler Cemiyeti’nin kararıyla 1918 yılında Lübnan’da fiilen Fransız işgali başlamıştır. Fransızların Suriye ve Lübnan üzerindeki iddiaları bir dizi dinî, ekonomik, siyasi ve stratejik çıkarlar bütününe dayanmaktaydı.17 Dolayısıyla Fransa, bu bölgeyi bağımsızlığa hazırlamak yerine, koşulları, kendi kalıcılığına dayanak oluşturacak şekilde dizayn etmiş; bölgeyi dinî ve etnik bölgelere ayırarak yönetmeye çalışmıştır. Lübnan’ın bugüne uzanan sorun ve çatışmalarının çoğunun tohumu da Fransa’nın bu bölme siyasetiyle atılmıştır. Fransa tarafından gerçekleştirilen ilk siyasal bölünme 1920’de Büyük Lübnan Devleti’nin ilanı ile olmuştur. Fransız manda yönetimi kıyı şehirleri olan Beyrut, Trablusşam, Sayda ve Sur’u; Suriye’den de verimli Bekaa Vadisi topraklarını alıp Cebel-i Lübnan’a katarak büyük bir Lübnan Devleti kurulduğunu ilan etmiştir. Böylece Lübnan Dağı, genişletilerek Lübnan Devleti haline getirilmiştir. Fransızların kurduğu yeni devletin sınırları bir anlamda tarihî Fenike uygarlığının yeniden kurulması anlamına gelmekteydi. Zira Fransa’nın Suriye ve Lübnan yüksek komiseri General Gouraud, ilan konuşmasında şu üç noktaya dikkat çekmiştir: Lübnan’ın tarihî Fenike toplumuyla ilişkisi, Haçlı seferleri sırasında Marunilerin Fransız güçleriyle kurdukları ittifak, Lübnan Dağı’nın Akdeniz kıyılarıyla bağlantı kurmadaki önemi.18 Tarihçi William Cleveland,“General Gouraud’un Büyük Lübnan’ın doğuşunu ilan ederken amacı, Maruni toplumunun Müslüman bir Suriye devleti içine katılmamasını garantiye almaktı.” der ve ekler: “Büyük Lübnan, Marunilere 69 70 Ortadoğu Çatışmaları en büyük dinî toplumu oluşturacakları ayrı bir siyasi birim sağlamak üzere kurulmuştur.”19 Zira Beyrut dışında, çizilen sınırlar içine katılan bölgelerin nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman’dı. Bu da Müslümanların istemedikleri halde Maruni-Hristiyan hâkimiyetinde bir devlete dâhil olmaları anlamına geliyordu ve bu durum sonradan ortaya çıkacak çatışmaların ilk tohumlarını da ekmiş oluyordu. Nitekim Güney Lübnan’da yaşayan halk tarihsel bağlarının güçlü olduğu Hayfa’ya, kuzeydekiler ve Bekaa halkı ise Suriye’ye bağlanmayı beklerken,20 nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bu bölgelerin DürziMaruni merkezli Lübnan Dağı’nın bir parçası olması hem şaşkınlık hem de ciddi bir huzursuzluk sebebi olmuştur. Keza Suriye ve Lübnan’ın ayrılması ile Dürzilerin bir kısmı Lübnan’da bir kısmı ise Suriye’de kalmış, bu da Lübnan Dağı’nın tarihsel olarak yönetici seçkinlerinden olan Dürzilerin siyasal olarak zayılamasına ve huzursuzluğa yol açmıştır. Sonuç itibarıyla sadece beş yıl sonra Suriye içinden de ciddi oranda destek alan büyük bir Dürzi ayaklanması başlayacak ve ayaklanma 1927’de ancak bastırılabilecektir. Sonrasında Fransa bu grupları ayrı ayrı sisteme entegre etmeye çalışarak kendi meşruiyetini artırma çabasına girişmiştir. Sistem içerisinde yer almak, fiilî durumu kabullenen etnik ve mezhep grupları için varlığını sürdürebilmenin yegâne yolu olarak belirince hem gruplar arası ayrımlar keskinleşmiş hem de siyasal rekabet şiddetlenmiştir. “Müslüman topluluk” çatısı altında Osmanlı’nın atadığı tek kadıya bağlı iken, Fransa’nın Şiileri kazanmak maksadıyla Şiiliği bağımsız bir mezhep olarak tanıması ve ayrı bir Şii kadı atamasıyla birlikte21 bugün Lübnan siyasetinde önemli bir yer işgal eden katı Şii-Sünni ayrışmasının derinleşmesine giden ilk resmî adım atılmıştır. Öte yandan kaba ayrımlarla ülkeyi oluşturan iki ana unsur olan Müslümanlar ve Marunilerin sahip oldukları ülke vizyonu da bir başka uyuşmazlık faktörü olmuştur. Hristiyan toplumu, Fenikelilere aidiyet hisseden ve Batı korumacılığını talep eden Hristiyan vatanı bir Lübnan peşindeyken, Müslüman toplum Lübnan’ın Araplığına vurgu yaparak ve Arap dünyasının bir parçası olduğu iddiasıyla başta Suriye olmak üzere diğer Arap ülkeleri ile birleşme arzusu sergilemiştir. Özetle Fransa takip ettiği politikalarla önce Lübnan’ın doğal tarihî sınırlarını bozmuş, ardından da Lübnan’ın özünde var olan etnik ve mezhebe bağlı farklılıkları bir politik rekabet unsuru haline getirerek ülkeyi yalnızca elli yıl sonra büyük bir iç savaşa sokacak kırılgan siyasal sistemin mimarlığını Lübnan yapmıştır. Bu bağlamda 1932 yılında yapılan, ülkenin tek nüfus sayımı ve bu sayımın etnisite ve mezhebe bağlı olarak gerçekleştirilmiş olması, Lübnan’ın siyasi hayatı bakımından kritik bir öneme sahiptir. Sayım sonuçları, gruplar arasındaki karşıt farkındalığı ve rekabeti artırmasının yanında, önce ulusal bir uzlaşı manası taşıyan Ulusal Pakt’ın oluşmasına sonra da Lübnan’ın hâlâ devam etmekte olan mezhebe dayalı siyasal sistemine temel teşkil etmiştir. Nitekim bağımsızlık sonrası dönemde yaşanacak hemen hemen bütün çatışmaların ve istikrarsızlığın temelinde, demografik yapıdaki değişikliklere karşılık siyasal sistemin buna uyum sağlamamasının yarattığı uyuşmazlık yatmaktadır. Bağımsızlıktan İç Savaşa Lübnan Meclisi, Maruni lider Emile Eddé’yi 1936 yılında cumhurbaşkanı seçmiş, Eddé de başbakanlığa Müslüman siyasetçi Hayreddin el-Ahdab’ı atamıştır. Böylece bugün hâlâ yürürlükte olan “Maruni cumhurbaşkanı, Sünni-Müslüman başbakan, Şii-Müslüman meclis başkanı” ilkesi ilk defa bu tarihte fiilen uygulamaya konmuştur. Bir sonraki dönemde cumhurbaşkanı olan manda karşıtı Maruni politikacı Bişara el-Huri’nin Sünni Müslüman Riyad el-Sulh’u başbakan olarak ataması bu uygulamayı pekiştirdiyse de Maruni cumhurbaşkanının sahip olduğu fazlasıyla geniş yetkiler, iç savaş sonrasına kadar bir kriz unsuru olarak kalmaya devam etmiştir. Fransa 1941’de Lübnan ve Suriye’nin bağımsızlığını resmen kabul etmesine rağmen Fransız parlamentosu bağımsızlığa onay vermeyince ülkede yeni bir çatışma dönemi başlamıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı sırasında ağır darbe alan Fransa için Lübnan’daki durum sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. 22 Kasım 1943’te Fransa’nın birliklerini tamamen çekmesiyle de Lübnan fiilen ve resmen bağımsızlığını elde etmiştir. Lübnan’ın bağımsızlığını elde etmesi problemleri sona erdirmemiştir. Aksine bu dönemle birlikte ülkede gerilim sürekli tırmanmaya başlamıştır. Çatışma potansiyelini haiz bu gerilimlerin başlangıçta iki temel nedeni vardır: Yönetici elit olan Maruniler aleyhine hızla değişen demografik yapı ve hem grup içi hem de gruplar arası artan siyasi rekabet. Bunlara sonradan İsrail’in kurulması ile oluşan Filistin sorunu da eklenince ülkedeki çatışma boyut değiştirerek kesintisiz olarak sürmüştür. Bağımsızlık sonrası dönem görece bir sükûnet sağlasa da bu dönem umulduğu kadar sakin geçmemiştir. Siyasal sistemde gruplara konan 71 72 Ortadoğu Çatışmaları kotalar, gruplar arası rekabetin dozajını artırdığı gibi grup içi rekabetin de sertleşmesine neden olmuş ve açık bir nüfuz savaşı başlamıştır. Her grup kendi ekseninde yer alan kişilere devlet kadrolarında önemli görevler verme yarışına girmiştir.22 Bu özellikleri itibarıyla dönemi karmaşık ittifaklar, politik rekabet ve çatışma dönemi olarak okumak mümkündür. Nitekim ikisi de Maruni liderler olmasına rağmen Bişara el-Huri ile muhalifi Kemal Şemun arasında cumhurbaşkanlığı için süren mücadele sokak çatışmalarına dönüşmüştür. Huri’den sonra başkanlık koltuğuna oturan Şemun’un takip ettiği Amerikan yanlısı politika ve içeride yükselen taleplere23 kulak tıkaması nedeniyle tırmanan gerilim, yeniden başkan seçilmek istemesiyle tavan yapmış ve ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirmiştir. Ordunun tarafsız kaldığı çatışmalar kontrolden çıkınca Şemun, Eisenhower Doktrini kapsamında Amerika’dan Lübnan rejiminin korunmasını talep etmiştir.24 Bunun üzerine ABD 15 Temmuz 1958’de Lübnan’a asker çıkarmıştır. Yeniden bir yabancı müdahalesi ile karşı karşıya kalan Lübnan’da ABD askeri, olayları durdurmakta bütünüyle yeterli olamamıştır. Şemun’un iktidardan çekilmeye ikna edilmesi ve Lübnan ordusu komutanı Fuad Şihab’ın taraların desteğini alarak başkan olmasından sonra kriz ancak sona ermiştir. Huzur ve asayişin Müslümanlar başta olmak üzere bütün gruplara iktidarda kabul edilebilir oranda ortaklık verilmesi ile mümkün olacağını düşünen Şihab,25 mezhepçi bir yaklaşım yerine Lübnanlılık bilincine vurgu yapmış, demografik olarak 1932 nüfus sayımının çok ötesinde genişlemiş olan Müslüman toplumun siyasal taleplerine cevap üretmeye çalışmıştır. Ancak onun bu çabası, imtiyazlarını kaybedecekleri endişesine kapılan Hristiyanların memnuniyetsizliğini artırmıştır. Bütün bunlar olurken Müslüman toplumun taleplerindeki artış sürmüş, öte yandan Hristiyanlar sayıca geri düşmüş olmalarına rağmen ülkedeki egemenliklerini devam ettirmiştir. 1950’li yıllardan itibaren gelip geçen Lübnan hükümetleri ise konuyu kamuoyunun gündeminden uzak tutma gayretiyle demografik değişim ve dinî gruplar hakkında herhangi bir istatistiki bilgiyi yayınlamamak konusunda âdeta anlaşmışlardır.26 Nitekim Lübnan, Birleşmiş Milletler (BM) içerisinde 2. Dünya Savaşı sonrası hâlâ nüfus sayımı yapmamış tek ülkedir.27 Lübnan Filistin Sorunu ve Lübnan İç Savaşı 20. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla Lübnan’da istikrarsızlık ve çatışmaya yol açan iki temel neden vardır: Ülke demografisinde yaşanan dönüşümün siyasal temsile yansımaması ve İsrail’in kuruluşu. 1932 sayımından sonra ülkedeki Müslümanların nüfusu hızla artmış olmasına rağmen, Marunilerin siyasal sistem üzerinde devam eden hâkimiyeti ve geniş yetkileri, Lübnan toplumunda sürekli huzursuzluk kaynağı olmuştur. Öte yandan 1948’de Lübnan’ın güneyinde İsrail’in kurulması ile birlikte başlayan Filistin sorunu, başlangıçta Lübnan’ın yoğun politik gündemi içerisinde kendine çokça yer bulamasa da sayısı hızla artan Filistinli mültecilerin silahlanmaya ve Lübnan’ı İsrail’e yönelik saldırılarında bir üs olarak kullanmaya başlamaları, Lübnan’ı doğrudan olayın içine çekmiştir. O tarihe kadar Lübnan’da iç çatışmalar şeklinde tezahür eden gerilimler, Filistin sorunuyla beraber boyut değiştirerek uluslararası bir kimlik kazanmıştır. 60’lı yıllarda yakalanan uzlaşma, kısmî kalkınma ve göreli sükûnet özellikle 1967’de İsrail ile Arap devletleri arasında meydana gelen 6 Gün Savaşı ile birlikte sona ermiş, bundan sonra Lübnan için yeni bir dönem başlamıştır. 1948’de İsrail’in kurulmasının hemen ardından Lübnan’a gelen Filistinli mülteci sayısı 100.000’i aşarken,28 6 Gün Savaşı ve Ürdün’de yaşanan Kara Eylül hadisesi Lübnan’ın toplumsal yapısını geri dönülemez biçimde değiştirmiştir. İsrail’in 67 Savaşı’nda Golan Tepeleri, Sina Yarımadası, Gazze ve Batı Yaka’yı işgal etmesi, bölgedeki mülteci sayısını hızla artırmıştır. Öte yandan bu savaşta Arap düzenli ordularının ağır bir yenilgiye uğraması, İsrail sorunu karşısında gerilla hareketini daha da ön plana çıkarmıştır.29 Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve diğer silahlı grupların Lübnan’ı İsrail’e yönelik saldırıları için üs olarak kullanmaları, içeride egemenlik tartışmalarını ve hükümete karşı eleştirileri alevlendirdiği gibi Lübnan’ı, İsrail’in Beyrut içlerine varan askerî operasyonları ile de karşı karşıya bırakmıştır. Bununla birlikte Levant kimliğine vurgu yapan Maruni Hristiyanlar, gelen Filistinlilerin hepsinin Arap ve çoğunun Sünni Müslüman oluşunu dikkate alarak, Filistinlilerin Lübnan’ın kimliğine ve demografik yapısına karşı bir tehdit oluşturduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Müslüman toplumun hem İslami hassasiyetlerle hem de Araplık bilinciyle Filistinlileri desteklemesi ise Lübnanlı Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki kadim kimlik tartışmasını yeniden alevlendirmiş, Ulusal Pakt çatlamaya 73 74 Ortadoğu Çatışmaları başlamıştır. Bu arada Lübnan ordusunun Filistin kampları üzerindeki baskılarını artırması, Lübnan kuvvetleri ile Filistinliler arasında çatışmalara neden olduğu gibi, Lübnan’ın Suriye başta olmak üzere diğer Arap devletlerinden baskı görmesine de yol açmıştır. Ayrıca bu çatışmalar giderek bir Maruni-Filistinli çatışması kimliğine bürünmeye başlamıştır. Yaşanan Maruni-Filistinli çatışması ise Filistin sorununu, İsrail boyutunun yanında, artık Lübnan’ın da bir iç sorunu haline getirmiştir. Zira bu çatışmaların temel unsurlarından biri de ülkedeki bazı Müslüman grupların Hristiyan egemenliğine karşı duyduğu tepkidir.30 1969’da Lübnan hükümeti ile yapılan anlaşma gereği FKÖ, Lübnan devletinin egemenliğini tanıması karşılığında Filistin kamplarının idaresi konusunda özerklik elde etmiştir. Bunu müteakiben Kara Eylül hadisesi ile birlikte, Ürdün’ün Filistinli grupları ülkeden çıkarması üzerine, Filistinliler İsrail’e karşı rahat hareket alanı elde ettikleri Lübnan’a gelmiştir. Ülkeye yeni gelen bu gruplar, Lübnan’daki Filistinli Arap nüfusunu hızlı bir biçimde artırmıştır. Bu durumdan rahatsız olan Lübnanlı sağcı Hristiyanlar yani Falanjistler, FKÖ’nün Lübnan’da barınmasını istemeyen İsrail ile yakınlaşmıştır. 70’li yıllarda nüfusları artık alenen Hristiyanları geçmiş olan ve siyasi temsil konusundaki reform talepleri Hristiyan liderler tarafından ısrarla kulak ardı edilen Müslümanlar, gerek Araplık bilinci gerek dinî motivasyonla Filistinlileri desteklerken, Filistinlilerin varlığından ve Müslüman toplum tarafından desteklenmelerinden duydukları rahatsızlık iyice artan ve avantajlı durumlarını kaybetmek istemeyen Hristiyan gruplar da hızla silahlanmaya başlamıştır. Toplumsal ve ekonomik talepleri giderek büyüyen ve ülkenin yeni çoğunluğu olan Müslümanlar, 70’li yıllarda üç ana damardan oluşuyordu: Dürzi lider Kemal Canbolat’ın Suriye yanlısı radikalleri ve Dürzileri bünyesinde topladığı Lübnan Ulusal Hareketi, Saib Selam’ın liderliğindeki Sünni Müslümanlar ve giderek daha da güçlenmekte olan İmam Musa Sadr öncülüğündeki Şiiler.31 1975’te 27 Filistinlinin öldürülmesi ile sonuçlanan Falanj saldırısı, Lübnan’da 15 yıl süren çok karmaşık bir iç savaşın başlangıcı olmuştur. Sağcı Hristiyan milisler, Müslümanlar, FKÖ’nün başı çektiği Filistinliler, Suriye, İsrail ve onların uzantılarının dâhil olduğu savaş süresince ülke, pek çok dış müdahaleye maruz kalmıştır. 1976’da Arap Barış Gücü, Suriye öncülüğünde ülkeye asker çıkardığında, Lübnan ve Suriye’nin bir bütün olması gerektiği tezini savunan Suriye’nin Lübnan’daki askerî varlığının 2005’e kadar süreceğini kimse tahmin etmemiştir. Ayrıca 1978 ve 1982’de olmak üzere iki defa FKÖ’yü bölgeden Lübnan çıkarmak isteyen İsrail tarafından işgal edilen Lübnan’da devlet otoritesi çökmüş ve parçalı yapısı sebebiyle tarafsız kalamayan ordu tamamen dağılmıştır. 80’li yıllarda tablo gerçekten çok daha karmaşık bir hal almıştır. Lübnan’ı işgal eden Suriye, tam hâkimiyet için FKÖ’nün Lübnan’dan çıkmasını istediğinden, FKÖ karşıtlığı bakımından düşmanı İsrail ile ortak bir noktada buluşmuştur. Ancak Suriye’nin Lübnan’a tamamen hâkim olmasını istemeyen İsrail, içeride Suriye karşıtı bazı gruplara askerî destek sağlamayı da ihmal etmemiştir.32 Filistinliler de Arafat yanlısı ve Suriye yanlısı olarak ayrıştıklarından birbirleriyle çatışma içine girmişlerdir. Lübnan’ın Filistinlilerden arındırılması noktasında İsrail ile hemfikir olan Hristiyan Falanjistler, Beyrut’u işgal eden İsrail askerlerinin gözetiminde, çoğunlukla Filistinli sivillerin yaşadığı Sabra ve Şatila kamplarına girerek 1.000’den fazla sivil ve savunmasız insanın öldürüldüğü büyük bir katliam gerçekleştirmiştir. Diğer yandan Ulusal Pakt formülünde Maruni ve Sünnilerden sonra üçüncü büyük mezhep kabul edilen Şiiler, 80’li yıllara gelindiğinde hem nüfus hem de güç olarak oldukça gelişmiş ve ülkenin en kalabalık mezhebi haline gelmiştir.33 Sayıca artmalarının yanında şehirlileşen Şiiler, siyasal olarak da bilinçlenmeye ve hem siyasi hem de dinî hedelerine ulaşmak üzere Emel ve Hizbullah örgütleri altında organize olmaya başlamışlardır.34 Dolayısıyla iktidar paylaşımı konusunda Sünnilerle baş gösteren uyuşmazlıklar, iki mezhep arasında giderek yükselen siyasi bir gerilim halini almıştır. Genel olarak eğitim ve gelir seviyeleri düşük olan Şiiler, daha çok Güney Lübnan ile Beyrut banliyölerinde yaşamaktadır. Bu dönemde Emel ve Hizbullah çatısı altında askerî bakımdan oldukça güçlenen Şii milisleri, FKÖ’nün Lübnan’dan çıkarılmasıyla oluşan boşluğu fırsat bilerek işgal altındaki Güney Lübnan’da İsrail’e karşı sert bir direniş başlatmıştır. Aynı zamanda Dürzi-Maruni çatışmasının da tüm hızıyla sürdüğü Lübnan’da kanlı çatışmaların ve baş döndürücü hızda gelişen karmaşık ittifakların oluşturduğu kaygan zeminde yaklaşık 15 yıl süren iç savaş, 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması’yla sona ermiş; geriye yaklaşık 150.000 can kaybı ve yerinden olmuş 1 milyondan fazla insan bırakmıştır. Taif Anlaşması, Maruni cumhurbaşkanının yetkilerini Sünni başbakan lehine azaltarak demografik yapıdaki değişimi kabul ediyordu. Bunun yanında Hristiyanlar lehine olan 6’ya 5 temsil oranını hem yasama hem de yürütme organlarında Müslüman ve Hristiyanlar için eşit temsil ilkesi ile değiştirerek hem 75 76 Ortadoğu Çatışmaları bir reform yapıyor hem de din faktörünü Lübnan siyasetinin ana unsuru olarak iyice sabitlemiş oluyordu. Yani anlaşma, Lübnan siyasetini alenen din merkezli bir konuma taşımış oluyordu. Anlaşmanın getirdiği sonuçlardan biri de Suriye ile Lübnan arasındaki imtiyazlı ilişkinin tanınmasıydı ki bu, Suriye’nin meşruiyet kazanan işgalini yaklaşık 30.000 askeriyle fiilen devam ettirmesi ve Lübnan siyasi hayatının 2005’e kadar açıkça Şam’ın etkisi altında kalması anlamına geliyordu. Bir başka ifade ile anlaşma Lübnan’ı konfederal bir şekilde de olsa açıkça Suriye’ye bağlamış oluyordu.35 İç Savaştan Arap Baharı’na: Yeni/lenen Krizler Zinciri İç savaş sonrası oluşan göreli istikrar ortamından Arap Baharı olarak adlandırılan bölgesel ayaklanmaya uzanan süreçte Lübnan’ın içine düştüğü belli başlı krizleri, Hizbullah’ın silahsızlandırıl/ama/ması sorunu, 2005’te meydana gelen Hariri suikastı, 2006’da patlak veren Temmuz Savaşı, Arap Baharı ve yenilenen mülteci sorunu başlıkları altında ele almak mümkündür. Taif Anlaşması’nın iç savaşı resmen sona erdirmesinin ardından 90’lı yıllarla birlikte Lübnan’da savaş zamanına kıyasla bir istikrar ve imar dönemi başlamıştır. Ülkedeki bütün savaşan grupların silah bırakmasını öngören anlaşmaya sadece Güney Lübnan’ı işgal altında tutan İsrail’e karşı direnişi sürdürdüğü için silah bırakmayı reddeden Hizbullah karşı çıkmıştır. Nitekim İsrail’in askerî varlığını hedef alan Hizbullah saldırıları 1990’ların başından itibaren yıldan yıla mutlak bir artış kaydetmiş36 ve 2000 yılında İsrail Lübnan’dan tamamen çekilene kadar Hizbullah-İsrail çatışması yoğun şekilde devam etmiştir. İç savaş sonrası dönemde Lübnan siyasetine damga vuran en önemli politik figür hiç şüphesiz Refik Hariri olmuştur. Lübnan dışında yaşamış ve dünyanın sayılı zenginleri arasında gösterilen Sünni bir iş adamı olarak Refik Hariri, iç savaşın getirdiği yıkımla birlikte apolitikleşen Lübnan toplumu için iyi bir seçenek haline gelmiş ve gerek kişisel serveti gerekse Suud Kraliyet ailesinin damadı olarak sahip olduğu uluslararası bağlantılarıyla Lübnan’ı iç savaş sonrası travmadan çıkarmayı başarmıştır. Yıkılan ülkede önce imarı ardından da kalkınma faaliyetlerini başlatmış ve geniş çevrelerce kabul gören bir siyasi aktör haline gelmiştir. Sahip olduğu uluslararası çevresi ve bağlantıları sayesinde pek çok şirketi Lübnan’a yatırım yapmaya ikna etmiş ve Lübnan’ın, deyim yerindeyse, yeniden nefes almaya başlamasını sağlamıştır. Ancak Hariri’nin 14 Şubat 2005’te uğradığı bombalı suikast sonucu hayatını kaybetmesi ile birlikte bu göreli sükûnet dönemi sona ermiş, ülke neredeyse yeniden iç savaşın eşiğine gelmiştir. Lübnan Lübnanlı muhalefet grupları Refik Hariri’ye yönelik bu suikasttan, Taif Anlaşması ile birlikte Lübnan siyaseti üzerindeki kontrolü ve egemenliği iyice pekişen Suriye’yi sorumlu tutmuştur. Suriye yanlısı gruplar dışında hemen herkes, Hariri’nin ülkedeki Suriye varlığına muhalif politikaları yüzünden öldürüldüğünü düşünmektedir.37 Zira Hariri ile Suriye yönetimi arasında bir güvensizlik olduğu ve Hariri’nin Lübnan’ı Suriye boyunduruğundan çıkarmak istediği de bilinmekteydi. Bu sebeple Hariri, Suriye yanlısı Lahud’un yeniden cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkıyordu. Nitekim, sonradan yapılacak uluslararası soruşturmada oğul Saad Hariri’nin ifadesine göre 26 Ağustos 2004’te Şam’da gerçekleşen 15 dakikalık Hariri-Esed toplantısında Beşar Esed’in, “Eğer Chirac ile bir olup beni Lübnan’dan atacağınızı ve ülkeyi yöneteceğini zannediyorsan yanılıyorsun. Ben Lahud’um, Lahud da ben. O, ben ne dersem onu yapar. Ya görevde kalacak ya da Lübnan’ı başınıza yıkarım. Seni de aileni de nerede olursanız olun bulurum.” diyerek Hariri’yi açık bir dille tehdit ettiği ortaya çıkacaktır.38 Suikastın hemen ardından Dürziler, Sünni Müslümanlar ve Hristiyanlar bir araya gelerek Suriye karşıtı gösteriler düzenlemiş, buna mukabil Hizbullah’ın organize ettiği Suriye yanlısı gösteriler de yapılmıştır. Saldırı, Şii hareketler olan Hizbullah ve Emel haricindeki grupları Suriye karşıtlığı çatısı altında birleştirmiştir. Bu süreç, BM’nin suikastla ilgili soruşturma başlatması neticesinde uluslararası baskının da eklenmesiyle, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldığı Sedir Devrimi ile sonuçlanmıştır. Böylece 2000’de İsrail’in çekilmesinden sonra, 27 Nisan 2005’te de Suriye’nin 29 yıllık Lübnan işgali sona ermiştir. Ancak Sedir Devrimi, Lübnan için kendine özgü yeni bir istikrarsızlık ortamı getirecektir. Suriye’nin ülkeden çekilmesini takiben başlayan politik suikastlarla birlikte Lübnan, iç savaş sonrası yakaladığı ivme ve sükûneti kaybetmiştir. Muhalefete göre Lübnan’a egemen olmak isteyen Suriye, kendisine muhalif liderleri öldürme politikasını hayata geçirmiştir. Nitekim soruşturma raporuna göre 14 Mart 2005’ten itibaren Lübnan’da gerçekleşen suikast saldırılarında 61 kişi hayatını kaybetmiş, 494 kişi yaralanmıştır.39 2005 yılı içerisinde böylesi büyük kırılmaların yaşandığı Lübnan, 2006’da yeni bir savaşla yüzleşmek zorunda kalmıştır. BM’nin ülkedeki grupların silah bırakması çağrısını sürdürdüğü bu dönemde, Hizbullah buna yanaşmadığı için yoğun baskı altında kalmıştır. Seçeneklerin giderek azaldığı, iç ve dış baskının zirve yaptığı bu günlerde, 12 Temmuz 2006 tarihinde, Hizbullah güçlerinin 77 78 Ortadoğu Çatışmaları sınırı geçerek üç İsrail askerini öldürmesi ve iki askeri de rehin alması, 34 gün sürecek Temmuz Savaşı’nı başlatmıştır. Askerlerinin kaçırılma eylemine mukabil düzenlediği sınırlı operasyonda beş askerini daha kaybeden İsrail, Hizbullah roketlerinin Taberiye ve Hayfa şehirlerini vurması akabinde saldırılarını arttırmış ve güneyden girerek Beyrut’a kadar uzanmıştır. Lübnan’ın iç savaş sonrası ancak kurduğu altyapı bu savaşta yeniden ağır hasar görmüş, bir kısmı ise tamamen çökmüştür. Lübnan ordusu bu savaşa müdahil olmamıştır. Böylece Hizbullah “İsrail’e karşı Lübnan’ı savunan yegâne güç” pozisyonuyla Lübnan halkının desteğini büyük oranda kazanmış ve silah bırakması için yapılan uluslararası baskıya rağmen silahlı bir örgüt olarak meşruiyetini pekiştirmiştir. Ancak yine de savaş sonrası Lübnan’ın karşı karşıya kaldığı en önemli iç sorun Hizbullah ile Suriye karşıtları arasındaki bölünme ve bunun doğurduğu iktidar mücadelesi olacaktır.40 Temmuz Savaşı’nın ardından meşruiyetini pekiştiren Hizbullah, hükümette daha fazla bakanlık ve veto yetkisi istemiş ancak bu isteği kabul görmemiştir. Öte yandan 14 Mart Hareketi çevresinde toplanan gruplar, 2005 öncesi süreçte Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı BM kararını yeniden gündeme taşıyarak bir kez daha Hizbullah’ın silahsızlandırılması tartışmalarını başlatmıştır. Hizbullah lideri Nasrallah’ın cevabı ise Lübnan siyasetinde yeni bir sürece işaret etmektedir ve bu, savaş öncesine göre çok daha açık ve nettir: “Bu, ABD ve İsrail adına bize savaş açmakla eş değerdir. Silahlarımıza uzanan eli keseriz, bize silah çekene biz de silah çekeriz.”41 Böylece Hizbullah sadece bir direniş örgütü olmadığını, Lübnan iç siyasetinde bir aktör haline geldiğini en yetkili ağızdan açıkça ilan etmiş oluyordu. Hizbullah’ın sahibi olduğu telefon şebekesinin kapatılması ve VIP kameralarını Hizbullah’a izlettiği gerekçesiyle Beyrut hava limanı güvenlik şefi Tuğgeneral Vefik Şukeyr’in görevden alınması ile birlikte Beyrut yeniden iç savaş benzeri bir çatışmanın eşiğine gelmiştir. Hariri’nin sahip olduğu ev ve şirket binaları saldırılara uğramış ve sokak çatışmaları başlamıştır. Silahlı Hizbullah milisleri Batı Beyrut’u kontrol altına almış ve Beyrut’ta hava ve deniz yolu trafiğini tamamen durdurmuşlardır. Hızla Sünni yoğunluklu olan kuzeydeki Trablus şehrine ve Dürzilerin bölgesi olan Lübnan Dağı’na ulaşan çatışmalarda sadece bir haftada 90’dan fazla kişi hayatını kaybetmiştir.42 Bu kısa zaman içinde Lübnanlı gruplar Hizbullah’ın sadece bir direniş örgütü olmadığını, özellikle de Temmuz Savaşı’ndan sonra ülkedeki en önemli güç merkezi haline geldiğini ve silahların her an kendilerine döndürülebileceğini fark etmiş oldular.43 Lübnan’a Lübnan yayılan bu Sünni-Şii-Dürzi çatışması ancak Katar, Arap Birliği ve Türkiye’nin arabuluculuğu ile Doha’da varılan mutabakat ile durdurulabilmiştir. Arap Baharı ile Gelen İstikrarsızlık Nisan 1994’te Lübnan Dışişleri Bakanı Faris Buwayz, Sefir gazetesine verdiği mülakatta, “Lübnan’ın temel hedefinin ülkede yaşayan bütün Filistinlilerden kurtulmak olduğunu” söylüyor; Turizm Bakanı Nicolas Fettush ise Kaddafi’nin Libya’dan çıkarma kararı aldığı Filistinlilerin Lübnan’a geleceği haberleri üzerine “Lübnan’ın insan çöplüğü olmadığını” savunuyordu.44 Ancak işler, daha fazla mülteci istemeyen ve var olanların da kalıcı olmamaları için mültecilere çalışma izni vermeye ve insani yaşam koşulları sağlamaya yanaşmayan Lübnanlı siyasetçilerin istediği gibi gitmemiştir. 2011 Mart’ında Arap Baharı olarak adlandırılan isyan dalgasının Suriye’ye ulaşması ile birlikte Lübnan’daki sakin hava bir kez daha dağılmış ve Suriye’den Lübnan’a yönelik ciddi bir mülteci akını yaşanmaya başlamıştır. Bu dönemde BM verilerine göre %53’ü ülkeye yayılmış 12 kamp içinde yaşayan toplam 455.000 Filistinli mülteciye45 ek olarak, Nisan 2014 itibarıyla Suriye’deki Filistinli mültecilerden 53.07046 kişi ile kayıt altına alınabilmiş 1 milyon 100 binden fazla47 Suriyeli mülteci daha Lübnan topraklarına sığınmıştır. Kayıt dışı rakamlarla birlikte bu sayının çok daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim Ağustos 2014 itibarıyla Lübnan nüfusunun dörtte birini Suriyeli mültecilerin oluşturduğuna dair bilgiler paylaşılmıştır.48 Öte yandan Suriyeli mültecilerin çoğunluğunun Sünni Müslüman olması, Lübnan içinde diğer bölgelere kıyasla Sünni bölgelerdeki mülteci yoğunluğunu artırmakta ve ülke genelinde dengeli bir dağılımı imkânsızlaştırmaktadır. Lübnan gibi küçük bir ülke için bu rakamlar çok yüksek olmakla birlikte mültecilerin yol açtığı sosyal ve ekonomik etkiler hayatın her alanında yoğun bir biçimde hissedilmektedir. Mülteci sorunu dışında Suriye’deki savaşın Lübnan üzerindeki önemli etkilerinden biri de mevcut Şii-Sünni çatışma potansiyelini aktif hale getirmesidir. Hizbullah’ın Esed’e destek olmak amacıyla milislerini Suriye’ye göndermesi Lübnan toplumunda büyük bir gerilim yaratmıştır. Zira Hasan Nasrallah’ın bunun Lübnan’a yansımalarının olacağını bile bile birliklerini Suriye’ye sokması, iç savaşın zihinlerdeki canlılığını hâlâ koruduğu Lübnan’da insanlara bir mezhep savaşının yahut yeni bir iç savaşın çok da uzak olmayabileceğini hatırlatmıştır.49 Nitekim bu gelişmenin akabinde Trablus başta olmak üzere 79 80 Ortadoğu Çatışmaları bazı bölgelerde çatışma, suikast ve adam kaçırma eylemleri baş göstermiş, Hizbullah merkezlerine yönelik ciddi kayıpların yaşandığı bombalı saldırılar meydana gelmiştir. Ülkedeki her dört kişiden biri Suriyeli iken50 ve ülke nüfusunun ana unsurlarından biri Sünni Müslümanlarken, Şii Hizbullah’ın geçmişten farklı olarak İsrail ile değil de Esed’in safında, daha birkaç yıl önceki Temmuz Savaşı’nda evlerini Hizbullah’a açmış olan Suriyeli Müslümanlarla savaşması, Hizbullah algısını hızla dönüştürmüştür. Bu gelişmeler, Lübnanlı grupların Temmuz Savaşı’ndan sonra Hizbullah’ın bir direniş örgütü olmaktan çıkıp müstakil bir politik güç haline geldiği ve çıkarları için silahını her an kendilerine doğrultabileceği yönündeki tezlerini umulmadık bir anda doğrulamış görünmektedir. Öte yandan Suriye’den gelen Hizbullah cenazeleri için düzenlenen ve her biri bir gövde gösterisine dönüşen cenaze törenleri, Lübnan toplumuna aynı gerçeği her gün yeniden hatırlatmaktadır. Suriye İnsan Hakları Örgütü raporlarına göre Ağustos 2014 itibarıyla Suriye’de öldürülen Hizbullah’a bağlı milis sayısı en az 561’dir.51 Hizbullah’ın Suriye’de verdiği bu kayıplar da toplumdaki gerilimi arttırmaktadır. Zira, kahir ekseriyetini Sünnilerin oluşturduğu Suriyeli muhalilerle Arap ve dindaş olmalarının dışında yoğun akrabalık bağları ile de birbirine bağlı olan Lübnan Sünni toplumu, kendini ihanete uğramış hissetmekte ve Hizbullah’ı da celladı olarak görmektedir. Hizbullah ise ABD ve Batı’nın komplolarına alet olmakla suçladığı Sünni muhalileri52 Suriye’de verdiği kayıplardan sorumlu tutmaktadır. Taraların burun buruna yaşamak durumunda olduğu Lübnan ise açık bir şekilde bir kez daha diken üstündedir. Suriye’deki savaş ortaya çıkışı itibarıyla mezhepçi bir savaş değilken İran’ın tutumu ve Hizbullah’ın müdahalesi ile büyük oranda mezhepçi bir görünüm kazanmıştır. Öte yandan Irak’ta yaşanan ve hızla yayılmakta olan çatışmalarla birlikte düşünüldüğünde bölgedeki Şii-Sünni geriliminin bir savaşa evrilebileceğini söylemek mümkün hale gelmiştir. Siyasi ve toplumsal yapısı büyük oranda mezhepler üzerine kurulu ve bir Şii-Sünni çatışma potansiyelini zaten bünyesinde barındıran Lübnan’da bu gelişmelerin yansımalarının olmayacağını düşünmek pek tutarlı değildir. Suriye’de savaş sürerken mevcut düşük yoğunluklu gerilim ve çatışma durumu çok fazla değişecek gibi görünmese de savaş bittikten sonra bunun Lübnan’a bazı yansımalarının olması muhtemeldir. Nitekim Lübnan ordusundan emekli bir general olan ve şu günlerde Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde profesör olarak çalışan Elias Hanna da benzer bir Lübnan duruma dikkati çekerek şöyle demektedir: “İran ekseninde Şii bir örgüt olarak Suriye’ye girip Sünni Müslümanları öldürdükten sonra, Sünnilerle dolu Lübnan’a geri döndüğünüzde hiçbir şey olmamış gibi yaşayamazsınız. Bu, bizim iç çatışma dediğimiz şeye yol açacaktır. Belki bir güvenlik çıkmazına gireceğiz ve yeni bir bireysel silahlanma yarışı başlayacak; belki şu an Lübnan’da yeni bir iç savaşa doğru ilerliyor olabiliriz ve bu belki de en kanlısı olacak.”53 Sonuç Lübnan’ın yakın tarihi bir dış müdahaleler ve krizler tarihidir. Dolayısıyla bu tarih dilimine göz gezdirmek isteyenlerin bu krizlerle yüzleşmesi; yakın dönem krizlerini anlamak isteyenlerin de Lübnan tarihine başvurması kaçınılmazdır. Görüldüğü üzere yaşanan krizlerin temelinde bir yanda maruz kaldığı dış müdahaleler sebebiyle Lübnan’ın demografisinin bozulması, diğer yanda da din ve mezhep farkının politik rekabet unsuru haline gelmesi yatmaktadır. Son bir buçuk asırda Fransa, Suriye, ABD ve İsrail’in doğrudan müdahalesine maruz kalmış olan Lübnan, aynı zamanda İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerin de dolaylı müdahale alanı olmuştur. Bu müdahalelerle karşılaşması, coğrafi konumu kadar adı geçen devletler tarafından Lübnan’ın nasıl görüldüğü yahut ona nasıl bir rol yüklendiği ile de yakından alakalıdır. Zira Lübnan; • Fransa için, tarihî Fenike toplumunun halefi olan ve Haçlı seferlerinde Fransızlarla iş birliği yapan -Fransa’nın da hamiliğini üstlendiği- Marunilerin vatanı ve Akdeniz’e açılan kapıdır. • İsrail için, Filistinli direniş örgütleri ve Hizbullah’ın varlığı bakımından bir tehdittir. • İran için, gücünü Akdeniz kıyılarına taşıyan; Hizbullah vasıtasıyla ABD, İsrail ve onların Batılı müttefiklerine karşı cephe açtığı ve gücünü sergileme imkânı bulduğu bir uç karakoldur. • ABD için, İran’ın nüfuzunun ulaştığı Şii hilalinin uç noktası ve İsrail’in güvenliği bakımından İsrail’den önceki son duraktır. • Suudi Arabistan için, hem İran’ın politikaları ve Şii tehdidine karşı korunması gereken bir bölge hem de ABD ile ortak çalışma sahasıdır. • Suriye için, doğal hinterlandı ve sömürge döneminde bölge sakinlerinin iradesi dışında Suriye’den koparılmış vatan toprağıdır. 81 82 Ortadoğu Çatışmaları Lübnan’ın yüz yüze geldiği önemli sorunlardan biri de içe ve dışa dönük göç problemidir. Çevresinde yaşanan savaş ve çatışmalar nedeniyle ülke nüfusunun %10’dan fazlası Filistinli, yaklaşık dörtte biri de Suriyeli mültecilerden oluşan Lübnan’da yurt dışında yaşayan Lübnanlı sayısının ülke nüfusunun en az üç katı (15 milyon) olduğu tahmin edilmektedir.54 Daha açık bir ifadeyle, iç savaş ve çatışmalar Lübnanlıları Lübnan’ı terk etmeye zorlarken; ülkenin çevresinde meydana gelen savaş ve çatışmalar Lübnan’a dönük mülteci akınını kaçınılmaz olarak arttırmaktadır. Bu durum ise mültecilerle Lübnan toplumu arasında yıllara dayanan toplumsal bir ayrışma meydana getirmektedir. Bir devlet politikası olarak Lübnan’da Filistinli mültecilerin çoğunluğu barınma, sağlık, eğitim ve çalışma gibi en temel haklardan faydalanamamakta ve hayatlarını asgari insani yaşam seviyesinin altında sürdürmeye çalışmaktadır. Suriye krizi ile ülkedeki mültecilere bir milyondan fazla Suriyelinin eklenmiş olması da buradaki insani krizi arttırmaktadır. Bu mültecilerin yaşam koşulları ve akıbetleri, Lübnan siyasetini önümüzdeki yıllarda meşgul edecek en önemli başlıklardan biri olacaktır. Sahip olduğu etnopolitik temelli sorunlar dışında Lübnan, bir çatışma denizinin kavşak noktasında olması dolayısıyla aynı zamanda uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı55 gibi güncel sosyal sorunlarla da kaçınılmaz olarak boğuşmaktadır. Öte yandan ülkedeki yabancı işçilerin durumu, üzerinde durulması gereken başlı başına bir konudur. Yabancı işçi çalıştırma sistemindeki boşluk ve aksaklıklar sebebiyle sistem kolaylıkla modern bir kölelik düzeni haline gelebilmektedir. Yaklaşık 200.000 yabancı işçinin bulunduğu bilinen Lübnan’da çoğunlukla Sri Lanka, Filipinler, Hindistan gibi Asya ülkelerinden veya Etiyopya ve diğer bazı Afrika ülkelerinden gelen işçiler,56 -özellikle de kadın işçiler- cinsel istismar ve şiddete maruz kalmakta, mecburi sözleşmeler yoluyla kötü şartlarda, tatilsiz, asgari ücretin altında rakamlara çalışmaya zorlanmakta, kimi zaman da alıkonularak57 istismar edilebilmektedir. Bazı çalışmalara göre ülkede her hafta en az bir yabancı işçi ya intihar ederek ya da çalıştığı yerden kaçmaya çalışırken geçirdiği bir kaza sonucu hayatını kaybetmektedir.58 Yabancı işçilerin ülke nüfusu içindeki azımsanamayacak Lübnan payı ve kamusal hayatta sahip oldukları görünürlük dikkate alındığında, bu durumun Lübnan’da en az mültecilik meselesi kadar önemli ve büyük bir sorun olduğu görülecektir. Lübnan’ın en önemli gerilim alanlarından bir diğeri de mezhep çatışması ve bunun yol açacağı yeni bir iç savaş riskidir. Lübnan siyasetinde din ve mezhebin belirleyici unsur olmasıyla birlikte karşılıklı olarak iyice derinleşen Şii-Sünni güvensizliği önce gerilime, iç savaş ve sonrasındaki süreçle birlikte de çatışmaya dönüşmüştür. Bunun yanında, Hizbullah’ın Suriye’deki varlığı, “mezhep savaşı” görüntüsünü güçlendiren bir faktör olarak Lübnan’ın geleceğini tehdit eden önemli bir unsurdur. Savaş sonrası Hizbullah’ın askerî gücünün Lübnan iç siyasetindeki somut yansımalarının ne olacağı ise gelecek yıllarda muhtemel bir diğer kriz konusu olacaktır. Görüldüğü gibi Lübnan’a ilişkin kriz alanları ve sorunların büyük bir kısmı, aslında Lübnan’a has olmaktan çıkarak büyük oranda uluslararasılaşmıştır. Söz gelimi mülteci sorununun sona erebilmesi için Filistin barışının sağlanması, Filistinlilerin geri dönüş hakkının tanınması veya Suriye’deki savaşın bütünüyle sona ermesi gibi büyük adımlar gerekmektedir. Bir başka ifadeyle lokal gibi görünen sorunların çözümü lokal olmaktan çıkmış, uluslararası arenada çok kapsamlı makro adımlar atılabilmesine bağlı hale gelmiştir ki, kısa ve orta vadede bu mümkün görünmemektedir. Zira ortada bunu mümkün kılacak ne ulusal ne bölgesel ne de uluslararası bir siyasal sistem ve işleyiş bulunmaktadır. Lübnan içindeki politik grup ve aktörlerin gelişen olaylar karşısında alacakları tavır, kısıtlı grup çıkarları yerine itidal ve kurucu ortak akıl etrafında buluşabilme becerileri, toplumsal parçalılığı ve siyasi durumu itibarıyla bir Ortadoğu prototipi olan Lübnan’ın geleceğinde belirleyici olacaktır. Ne var ki geçtiğimiz son yüz elli yılda Lübnan’ın bu konuda pek iyi bir tablo ortaya koyamadığı da açıktır. 83 Son notlar 1 Lübnan, Ahmed Cevdet Paşa tarafından Nuh’un gemisine benzetilir. Talha Köse, “Lübnan’da İstikrar Arayışları”, Seta Lübnan Raporu, Aralık 2006, s. 8. 2 Veysel Ayhan, Özlem Tür; Lübnan: Savaş, Barış, Direniş ve Türkiye ile İlişkiler, 2009, Bursa: Dora Yayınları, s. vii. 3 Ayhan, Tür, s. 2. William Harris, Levant: Bir Kültür Mozaiği, (çev. Ercan Ertürk), 2005, İstanbul: Literatür Yayınları, s. 62-63. 4 5 Ayhan, Tür, s. 30. 6 Lübnan Dağı. 7 Ayhan, Tür, s. 38. 8 Kamal Salibi, he Modern History of Lebanon, Caravan Books, 1990, s. 80-105. 9 İrfan C. Acar, Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, 1989, Ankara: T.T.K. Yay., s. 8-9. 10 Köse, “Lübnan’da İstikrar Arayışları”, s. 8. 11 İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Prusya, İtalya; Acar, s. 18. 12 Acar, s. 19. 13 Acar, s. 19. Etkin bir Lübnanlının gözüyle bu dönemde Lübnan’da genel durum, uygulamalar ve Osmanlı’ya bakış için bk. Selim Ali Selam, Beyrut Şehremininin Hatıraları, İstanbul: Klasik Yayınları, 2005. 14 15 Acar, s. 19. 16 Ayhan, Tür, s. 48. William Cleveland, Modern Agora Kitaplığı, 2008, s. 243. 17 18 Ayhan, Tür, s. 48. 19 Cleveland, s. 245-250. 20 Ayhan, Tür, s. 49-50. 21 Ayhan, Tür, s. 52. 22 Acar, s. 35. Ortadoğu Tarihi, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul: İçerideki önemli taleplerden biri, Lübnanlı Sünni Müslümanların Mısır ile Suriye’nin 1958’de birleşerek oluşturdukları Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmak istemesidir, bk. “Legacy of US’ 1958 Lebanon invasion”, Al Jazeera, http://www.aljazeera.com/indepth/ features/2013/07/201371411160525538.html 23 Ann Hughes, “Impartiality and the UN Observation Group in Lebanon, 1958”, International Peacekeeping, Vol. 9, No. 4, Winder, 2002, s. 10-12. 24 Lübnan 25 Acar, s. 38. Muhammad A. Faour, “Religion, Demography and Politics in Lebanon”, Middle Eastern Studies, 43: 6, s. 910. 26 27 Faour, s. 910. 28 Köse, “Lübnan’da İstikrar Arayışları”, s. 9. Ahmet Bağlıoğlu, “Lübnan’ın Tarihsel Dokusu ve Yönetim Anlayışındaki Mezhebî Etkiler”, Fırat Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 13: 1, 2008, s. 17. 29 30 Ayhan, Tür, s. 87. 31 Bağlıoğlu, “Lübnan’ın Tarihsel Dokusu ve Yönetim Anlayışındaki Mezhebî Etkiler”, s. 19. 32 Ayhan, Tür, s. 111. 33 Acar, s. 131. 34 Cleveland, s. 433. 35 Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İstanbul: Der Yay. 1996, s. 403. 36 Ayhan, Tür, s. 167. 37 Köse, “Lübnan’da İstikrar Arayışları”, s. 11. 38 Ayhan, Tür, s. 193-194. 39 Ayhan, Tür, s. 213-223. Mustafa Dinçer, “Lübnan: İç Çatışmaların ve Suikastlerin Ülkesi”, Dünya Çatışmaları (Çatışma Bölgeleri ve Konuları), Cilt 1, Ankara: Nobel Yay. Dağıtım, s. 265. 40 41 “Riyad ile Tahran Lübnan Üzerinden Kapışıyor”, Radikal, 14 Mayıs 2008. 42 Ayhan, Tür, s. 254. 43 Dinçer, “Lübnan: İç Çatışmaların ve Suikastlerin Ülkesi”, s. 271. 44 Muhammad Ali Khalidi, “Palestinian Refugees in Lebanon”, Middle East Report, Nov-Dec. 1995, s. 28. 45 http://www.unrwa.org/where-we-work/lebanon 46 http://www.unrwa.org/syria-crisis; http://www.unrwa.org/prs-lebanon 47 http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=122 48 http://syrianrefugees.eu/?page_id=72 49 Jeremy Bowen, “Syrian Conlict Shadow Over Lebanon”, BBC, 20 Haziran 2013. 50 “Lebanon dances into the abyss as Syria conlict crosses border”, BBC, 19 Şubat 2014. “561 Hezbollah fighters killed in Syria since 2013”, Tehran Times, Vol. 12064, 22 Ağustos 2014; http://www.tehrantimes.com/world/117877-561-hezbollah-fighters-killed-in-syria-since-2013- 51 Alptekin Dursunoğlu, “Hizbullah, Suriye oyununa niçin girdi?”, Yakın Doğu Haber, 26 Mayıs 2013. http:// www.ydh.com.tr/YD364_hizbullah-suriye-oyununa-nicin-girdi-.html 52 53 Jeremy Bowen, “Syrian Conlict Shadow Over Lebanon”, BBC, 20 Haziran 2013. Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi, “Küresel Aktörlerin Kıskacında Lübnan Raporu”, İstanbul, 2013, Rapor No. 10, s. 15. 54 55 http://gvnet.com/humantraficking/Lebanon.htm ve http://gvnet.com/humantraficking/Lebanon-2.htm 56 UNDP, “he National Human Development Reports of Lebanon-Foreign Labor”. 57 http://www.lnf.org.lb/migrationnetwork/mig6a.html 58 http://www.rnw.nl/english/article/asian-women-victims-modern-slavery-lebanon 85