Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep Tayyip Erdoğan
University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 / Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Kaynakça Gösterimi / Citation:
APA: Dağlı, A. (2021). Âşıklık Geleneğinin Kutsiyeti ve Kadın Âşıklarda Aile Kavramı. Recep
Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8(14): 135-160.
https://doi.org/10.34086/rteusbe.984955
Chicago: Dağlı, Ahmet. “Âşıklık Geleneğinin Kutsiyeti ve Kadın Âşıklarda Aile Kavramı.”
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 8/13 (2021): 135-160.
ÂŞIKLIK GELENEĞİNİN KUTSİYETİ VE KADIN ÂŞIKLARDA AİLE KAVRAMI 1
The Holiness of the Minstrel Tradition and the Concept of Family in Trobairitz
Ahmet Dağlı
Dr.Öğr.Üyesi Ahmet Dağlı, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi ve Sanatları
Bölümü, ahmetdaglii@hotmail.com
ORCID: 0000-0003-3166-2544
Makale Bilgisi / Article Information
Makale Türü / Article Types: Araştırma Makalesi / Research Article
Geliş Tarihi / Received: 19 Ağustos / August 2021
Kabul Tarihi / Accepted: 21 Aralık / December 2021
Yayımlanma Tarihi / Published: 31 Aralık / December 2021
İntihal: Bu makale araştırma ve yayın etiğine uygun şekilde hazırlanmış ve
taramasından geçmiştir.
intihal
Copyright © Published by Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü
/ Recep Tayyip Erdoğan University, Institute of Graduate Studies, Rize, 53100 Turkey.
All rights reserved. E-ISSN: 2149-2239
1
Bu çalışma 5 Mart 2020’de KADEM tarafından düzenlenen 6. Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kongresi’nde sunulan
“Son Yüzyıl Kadın Âşıkların Şiirlerinde Aile Kavramı” başlıklı bildirinin genişletilmiş şeklidir.
135
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
ÖZ: Her toplumun dünyayı algılayışını, kültürel kodlarını, edebî eserlerinde
görmek mümkündür. Türklerin edebî karakterinin temeli, Orta Asya’da kendi öz
kültüründen ürettiği Ozan-Baksı geleneğidir. Ancak Türkler altı bin yıllık
geçmişinde Orta Asya, Anadolu, Balkanlar, Arap toprakları, Afrika, Avrupa gibi
geniş bir coğrafyada yaşamıştır. Bu da farklı kültür ve edebiyatlarla etkileşimin
önünü açmıştır. 10. yüzyıl sonrasında İslâm dininin kabulü, Gök tanrı inancına
dayalı bozkır medeniyeti için büyük çaplı dönüşümün başlangıcı olmuştur. 10-16.
yüzyıllar arasında Anadolu’da tarikatlar aracılığıyla dinî-tasavvufî bir hayat, yaygın
şekilde yaşanmıştır. Anadolu tasavvufu olarak tanımlayabileceğimiz bu kültür,
Orta Asya Şamanlık kültürüyle tasavvufi hayat felsefesinin sentezlenmesiyle
oluşan yeni hayat biçimidir. Sonrasında başlayan Âşık edebiyatı günümüze kadar
gelir. Gelenekte Şamanlıktan günümüze devam eden önemli bir özellik, şiire ve
şaire atfedilen olağanüstülüktür. Gök tanrı inancının din adamı, şairi olan ve
doğaüstü özellikleri olan şamanlar, İslam’ın kabulünden sonra yerini velîlere,
sonrasında ise âşıklara bırakmışlardır. Bu anlamda Anadolu âşıklık geleneğinde
halk arasında bu kişilerin manevî-ruhanî yönlerinin olduğu şeklinde inanış hep
var olmuştur. Onların maddî-cismanî aşktan manevî aşka yükseldiklerine, saz
çalıp söylemeyi de pîr ya da Hızır’ın elinden bade içerek ilahî vasıtalarla
öğrendiklerine inanılır. Bu sebeple de onların şiirleri bir söz ve müzik olmanın
ötesinde dinî ve sihrî yönü olan kutsal sözler olarak görülür. Ölümleri sonrasında
hatta hayattayken onlarla ilgili menkıbevi anlatılar oluşmaya başlar. Çalışmada
son beş yüz yılını “Âşık Edebiyatı” adıyla sürdüren kadim Türk edebiyat
geleneğinin yirminci yüzyıldaki kadın temsilcileri ele alınmıştır. Türk
medeniyetinin tarihte hep var olması, aile yapısına verdiği önemle açıklanır. Bu
yapının kuruluşu ve devamlılığında birleştirici rol ise annedir. Hem bir anne hem
de Âşık Edebiyatı’nın temsilcileri olarak kadın âşıkların, kutsiyet atfedilen bu
kişilikleriyle, şiirlerinde “aile” konusundaki söylem ve tespitleri bu çalışmanın
konusu olmuştur.
Anahtar kelimeler: Âşık Edebiyatı, kutsallık, kadın âşıklar, 20. yüzyıl, aile.
ABSTRACT: It is possible to see every society's perception of the world, its unique
cultural codes in its literary works. The basis of the literary character of the Turks
is the Ozan-Baksı tradition that it has produced from its own culture in Central
Asia. However, Turks had a permanent settlement their six thousand years long
history. They lived in a wide geography such as Central Asia, Anatolia, the Balkans,
Arabian lands, Africa, and Europe. This paved the way for interaction with different
cultures and literature. The conversion to Islam after the 10th century was the
beginning of a significant transformation for the steppe civilization based on the
belief in Tengrism. Between the 10-16. centuries, a religious-mystical life was
widely lived through the sects in Anatolia. This culture, which we can define as
Anatolian Sufism, is a new way of life formed by synthesizing the Central Asian
Shamanic culture and mystical philosophy of life. The Minstrel Literature that
started after that comes to the present day. An important feature in the tradition
that continues from shamanism belief to the present is the miraculousness
ascribed to poetry and poet. Shamans, who were religious men and poets of the
belief Tengrism and had supernatural features, gave way to the saints and then to
the minstrels after the conversion to Islam. In this sense, in the Anatolian
minstrelsy tradition, there has always been a belief among the people that these
people have spiritual- psychic aspects. It is believed that they rose from materialcorporeal love to spiritual love and learned to play the instrument and sing through
divine means by drinking wine from the hand of Pir or Khidr. For this reason, their
136
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
poems are regarded as sacred words that have a religious and magic aspect beyond
being a word and music. Legendary narratives begin to form about them after their
death, even while they are alive. In this study, the twentieth century female
representatives of the ancient Turkish literary tradition, which continued its last
five hundred years under the name of The Minstrel Literature, were discussed. The
existence of Turkish civilization in history is explained by the importance it
attaches to family structure. The unifying role in the establishment and continuity
of this structure is the mother. The discourse and determination of the "family" in
the poems of women minstrels with these personalities attributed to holy as both
a mother and as representatives of Minstrel Literature have been the subject of
this study.
Keywords: Minstrel Literature, holiness, trobairitz, 20th century, family.
137
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
1. GİRİŞ
Edebiyat bir toplum içinde doğar, o toplumun kültüründen
beslenir, ait olduğu topluma uyum sağlar. Her toplumun kendine has
kimliğini, kültürel kodlarını, mevcut edebî eserleri üzerinden tasvir
edebiliriz. Bu doğrultuda Türklerin de kimliğinin yansıması olan bir
edebiyatı mevcuttur.
Başlangıcı milattan önce 3 binli yıllara dayandığı tahmin edilen
Türk toplumu, 5 bin yıldır tarih sahnesindedir. Türkler bu süre içinde
çoğunlukla aynı vatan toprağında sabit kalmamış, yerleşik bir hayat
sürmemiştir. Bunun sonucu olarak birçok farklı kültür seviyesinde
medeniyetlerin, dinlerin, coğrafya ve iklimlerin etkisine maruz
kalmıştır (Özarslan, 2016: 167). Üstelik bu yaşam biçimi yazılı
kültürün gelişmesine de engel olmuş, sözlü kültüre sahip bir
medeniyet içinde yazılı bilgilerden mahrum kalınmıştır. Günay, bu
şekildeki milletlerin edebiyatlarını takip etme ve değerlendirmenin zor
olduğunu söyler. Ancak ilginç bir şekilde Türkler bu karışık ve dağınık
tarihi içinde, kimliğini değiştirebilecek birçok etkilere maruz kalsa da
kendi öz kaynaklarından, ortak millî geleneğe bağlı ve sanat değeri
yüksek bir edebiyat biçimi vücuda getirebilmiştir. Üstelik bu
edebiyatın içeriğini günümüze kadar değiştirmeden korumayı da
başarmıştır. Türklerin edebî belgeler ile tarihi, miladi V. yüzyıldan
itibaren takip edilebilmektedir. O dönemden sistemli bir şekilde
bugüne getirilen bu edebiyatın V. ve X. yüzyılları arasına “şifahî
edebiyat”, X. yüzyıldan günümüze kadarki döneme ise “Halk
edebiyatı” adı verilmektedir. Bu süre boyunca Türk şiirinin anonim,
tekke ve âşık tarzı şiirinde sürekliliği ve ortaklığı sağlayan üç önemli
özellik vardır: “Koşma ve mâni dörtlüklerine dayalı hece vezni, müzik
eşliğinde şiir, icrada dinleyiciyle diyalog” (2008: 33,38).
Bu geleneğinin Türklerde rastlanan en eski örnekleri, şaman,
kam, oyun, baksı ve ozanlar tarafından söylenen şiirlerdir. Türklerin
Anadolu’ya gelmeden önce ayrı ayrı boylar halinde konar-göçer
yaşayıp, avcılık ve hayvancılıkla uğraştıkları Orta Asya bozkır
kültürünü işaret eden bu dönemde toplumun yaşam şekli,
destanlarda anlatıldığı üzere kahramanlık ve doğaya galebe çalma
üzerinedir. Bu dönemde henüz yazı kullanılmamakta, şiirler saz
eşliğinde icra edilmektedir.
Bu ilk dönemde insanların öncelikli amacı şiir yazmak, sanatla
ilgilenmek değildir. Göktanrı’ya inanışın mutlak ve toplumca yoğun
yaşandığı o dönemde, inancın verdiği vecd ile coşan duyguları ifade
etme ve insanların duygularına tercüman olma görevini, toplumun
önünde olan bu insanlar yerine getiriyordu. Hastalık, ölüm, savaş, av,
şölen gibi duygusallığın arttığı zamanlarda, bir araya gelmiş insanların
138
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
duygularını ifade edecek sözlerin etkileyici olması gerekirdi.
Dolayısıyla böyle ortamlar, dili şiirselliğe doğru zorlayıcı rol
oynamıştır. Köprülü, bu sebeple toplumların ilk şiirlerinin ve diğer
estetik hislerinin kaynağının “din” olduğu konusunda edebiyat
araştırmacılarının hemfikir olduklarını söyler (Bkz. Köprülü, 2012:
67). Çünkü henüz yeterince gelişmemiş olan dilin biriken heyecanı
ifadede yeterli olmaması, bahsi geçen kişileri musikiden
yararlanmaya, bu amaçla sözlerine bir müzik aletini katarak etkiyi
artırmaya yöneltmiştir. İnsan heyecanlarının doğal ifade yolu olan
raks (dans) da aynı ihtiyaçla ortaya çıkan sanat türlerinden biridir
(Banarlı, 1997: 41).
Sonuç olarak Tonguzlarda “Şaman”, Altay Türklerinde “Kam”,
Yakut Türklerinde “Oyun”, Kırgızlarda “Bahşı”, Oğuzlarda “Ozan”
denilen insanlar şairlik, hekimlik, musikişinaslık, rakkaslık,
sihirbazlık (Köprülü, 1980: 67,68), büyücülük, kâhinlik (Ata-Yıldız,
2016: 393) gibi birçok vasfa birden sahipti. “Ozan-baksı geleneği” adı
verilen bu dönemin temsilcileri toplumlarında gelenek halini alan yuğ
(ölüm), sığır (av) ve şölen-toy (ziyafet) törenlerinde; bir hastayı tedavi
etmek için ruhlarla irtibata geçmede şiir, müzik ve dansı bir arada
kullanarak coşup kendinden geçerek manevî atmosferi artırırlar,
oradakilerin coşkun duygularını da dile getirmiş olurlardı.
İslam öncesinde Orta Asya’da tarihî başlangıcı bilinmeyen
zamanlarda temelleri atılan, sonrasında Türklerin coğrafya ve kültür
anlamında çok hareketli dönemlerinde dahi ayakta kalabilmiş,
mensuplarının kurallarına verdikleri önemle bir gelenek edebiyatı olan
bu şiir tarzı,2 erkek ve kadın temsilcileriyle bugün de varlığını
sürdürmektedir. Banarlı, bu “şifahî (sözlü) edebiyat” için şöyle der:
“Geleneği o kadar köklüdür ki asırlarca taşlara yazılan yazılar,
İslamiyet'ten sonra aydınların yazdığı kütüphaneler dolusu yazmalar,
şiir divanları, halk şiirlerinin yazıya geçirildiği cönkler, hatta Türk
topraklarında matbaanın gelişmesi dahi özellikle halk arasında sözün
saz ile söylenmesi geleneğini durduramamıştır.” O Türk milletinin
mizacını öğrenmek isteyenlerin, göçebe dönemde epik şairler olan
“ozan”larla başlayıp 16. yüzyılın yerleşik Müslüman toplumunun şairi
“âşık”larla günümüze kadar getirilen3 saz şiiri geleneğine bakmaları
gerektiğini söyler (1997: 40).
Günay, bu edebiyatın bireysel bir edebiyat olduğu kadar kurallarına titizlikle uyulan
bir gelenek edebiyatı olduğunu, bu sebeple âşık edebiyatının ürünleri ve temsilcileri
incelenirken bunun göz önünde tutulması gerektiğini söyler (Bkz. 2008: 40).
3 Köktürk, ozanların ilk başlarda dinî mahiyetteki ayin ve toplantılarda görev icra
ederken zamanla elindeki kopuzu ile lâdinî eserler ortaya koyan bir edebî şahsiyet rolü
üstlendiğini, sonradan girilen İslam medeniyet dairesinde bir süre daha itibarını
koruyabilmiş ise de zamanla yeni dairenin saygın kişisi “âşık”a dönüşerek hayatiyetini
devam ettirdiğini söyler (2017: 89).
2
139
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
İslam öncesi ozanlık geleneğinin İslam sonrasında tasavvufî
gelenek içerisinde varlığını devam ettirerek âşıklık geleneğine kadar
taşınmasında, sonrasında ise günümüze kadar Âşık edebiyatı
bünyesinde günümüze ulaşmasında en önemli rolü Alevilik ve
Bektaşilik üstlenmiştir. İlhan Başgöz, İslâmiyet’in Türkler arasında
yayılmasında edebiyatın hitabet gücünden yararlanıldığını, dervişlerin
bu dini şiiri ve sazı kullanarak en anlaşılır şekilde anlatabildiğini
söyler. Çünkü Alevî ve Bektaşî tarikatlar İslam öncesinde şamanlığın
enstrümanı olan kopuzun dönüşmüş şekli olan sazı, dinî ayinlerin
enstrümanı olarak kullanmaya devam etmişlerdir (1968: 9).
Çobanoğlu da Âşık edebiyatının kahvehane ekseninde şekillenip
bağımsızlık kazanmasında Bektaşî ordu şairlerinin etkisine dikkati
çeker (1999: 57).
İslam öncesinden günümüze kadar önce tekke edebiyatı, sonra
da âşık edebiyatına bağlanan ve kendi öz unsurlarını kaybetmeden
gelebilen Türk halk şiiri geleneğinin vasıfları şunlardır: 1. Çıraklıkla
yetişme (kapılanma), 2. Rüyada bade içme, 3. Hece ölçüsüyle şiir
söyleme, 4. Mahlas alma (tapşırma), 5. Söze sazı koşma (musiki), 6.
İrticalen şiir söyleyebilme, 7. Hikâye tasnif etme ve/veya anlatmadır.
Bunlara muamma tekellüm etme ve âşık kolu oluşturma gibi özellikler
de eklenebilir. Bir sanatçıdan saz şairi olarak bahsedebilmek için bu
özelliklerden yukarıda da bahsedilen üçünün (hece ölçüsü kullanma,
saz çalma, icrada diyalog) mevcut olması beklenir. Diğerlerinin her biri
âşığı diğer âşıklar arasında öne çıkaran unsurlardır. Alan
araştırmacıları bu niteliklere sahip olma ve başka hususiyetleri
dikkate alarak bu kişilere saz şairi, âşık, halk şairi, ozan, hak şairi,
meydan şairi, kalem şairi gibi isimler vermiştir (Kaya, 2007: 67).
Bir adayın yukarıda belirtilen özelliklerle donanmış olarak
yetişmesi, usta-çırak ilişkisi içinde bir eğitim sürecinden geçmesini
gerektirir. Usta âşıklar ise kendilerine kapılanacak olan çırak
adayında aşağıdaki özelliklerin bulunmasını beklerler: Âşıklığa karşı
bir hevesin olması, söz ve ezgi bakımından yeteneğin olması, hızlı
öğrenme yeteneği, bellek kuvveti, yaratıcılık, hazır cevap olma, kelime
hazinesinin genişliği, iyi ve etkili konuşabilme ve şiir söyleyebilme
yeteneği, güçlü bir müzik kulağının olması. Bir âşık değerlendirilirken
de onun doğaçlama şiir söyleyebilme, saz çalabilme, atışma yapabilme
badeli âşık olma özelliklerinin hangilerine sahip olduğuna bakılır
(Artun, 2011: 3,61).
Yukarıda tarihî sürecini ve belirgin kurallarını özetlemeye
çalıştığımız âşıklık geleneği dahilinde, başta Anadolu olmak üzere
Türkî coğrafyalarda, sırtına sazını alıp köy köy, diyar diyar gezen;
kahvehane, panayır, kışla hatta saraylarda kendisinin ya da başka
âşıkların şiirlerini saz eşliğinde yerel ve millî ezgilerle söyleyen,
140
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
doğaçlama şiir düzen, atışma yapan, hikâyeler anlatan sayısız
insanlar dolaşmıştır. Bu kişilerin şiirlerini, hikâyelerini dinleyen
insanlar eserlerde kendi hayat tarzını, kimliğini, kişiliğini, kültür ve
medeniyetini bulmuştur. Çünkü bu eserleri üretenler ve dinleyenler
aynı kültürün insanıdırlar.
Şairlik, hekimlik, musikişinaslık, rakkaslık, sihirbazlık,
büyücülük, kâhinlik gibi niteliklere sahip olan ozan-şamanların bu
özellikleri 16. yüzyıl âşık edebiyatı dönemine gelindiğinde azalmış,
şairlik ve musikişinaslık (saz çalma) kalmıştır. Günümüzde de bu
gelenek devamlılık göstermektedir. Bununla birlikte Anadolu halkının
İslam öncesi şamanlık döneminden bugüne taşıdığı bir inanç
mevcuttur ki bu, saz şairlerine bir “kutsiyet” atfetmektir. Halk
arasında bu kişilerin manevî-ruhanî yönlerinin olduğu şeklinde inanış
hep var olmuştur. Onların maddî-cismanî aşktan manevî aşka
yükseldiklerine, saz çalıp söylemeyi de pîr ya da Hızır gibi ilahî
vasıtalarla öğrendiklerine inanılır. Ölümleri sonrasında hatta
hayatlarında onlarla ilgili menkıbevi anlatılar oluşmaya başlar
(Köprülü, 2012: 163). Bu inancın tarihî arka planı ve referansları
vardır. Bunlar;
- Âşıkların ataları olan Şamanlık dönemi din adamlarının
sihirbazlık, büyücülük, kahinlik, ruhlarla irtibat kurarak hastalıkları
tedavi etme gibi olağanüstü güçlere sahip olduklarına inanılıyordu.
- Hz. Peygamber ümmî (okuma yazma bilmez) iken insanlara
Kur’an ayetlerini getirmişti. Bunlar Allah’tan vahiy yoluyla gelen
sözlerdi. Kur’an’ın dili şiirseldi ve içeriği mükemmeldi. Öyle ki
döneminde Hz. Peygamber’e inanmayanlar onun iyi bir şair olduğunu
düşünmüşlerdi. Kur'an’ın şair ve kâhin sözü değil, ilâhî bir kelâm
olduğu ayetlerle bildirilse de4 şiirin güzel söz anlamında ayetlere olan
benzerliği ve Kur’an’da şairlerle ilgili geçen olumlu ayetler, Anadolu
Ayetler şöyledir: Enbiya, 21: 5: Onlar, “Hayır, bunlar karma karışık yalancı düşlerdir.
Hayır, onu kendisi uydurdu; hayır, o bir şairdir. Eğer böyle değilse, önceki
peygamberlerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin” dediler.
Şuara, 26: 224. Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar. 225, 226. Görmez misin ki
onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. 227. Ancak
iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini
alanlar başka. Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.
Yasin, 36: 69: Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz)
ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.
Saffat, 37: 36. “Biz, deli bir şair için ilâhlarımızı mı terk edeceğiz?” diyorlardı.
Tur, 52: 30: Yoksa onlar, “O bir şairdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını
bekliyoruz” mu diyorlar?
Hakka, 69: 41. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!
Hakka, 69: 42. Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! (Bkz. Ku’an-ı
Kerim meali, (2011). Haz. Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin, Diyanet İşleri Başkanlığı)
4
141
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
insanının şiiri de manevî ve uhrevî sözler olarak görmek istemesini
sağlamıştır.
- Anadolu halk şairlerinin çoğu okuma-yazma bilmiyordu. Bu
yönüyle de halkın nazarında şairler ile Hz. Peygamber arasında ilişki
kuruluyor, onların sözlerinin ayet olmasa da yaratıcıdan ilham edilen
sözler olduğu yorumuna varılıyordu.
- Ozanlıktan âşıklığa dönüşümün başlangıcı, tasavvufî
düşüncenin tüm Anadolu’da tarikatlar vasıtasıyla yayıldığı 12. yüzyıla
dayanır. O yüzyılda Bektaşî tekkeleri başta olmak üzere Haydarî,
Kalenderî gibi tarikatlarla Anadolu’da yayılan tekke tarzı kültür
geleneği, Orta Asya’daki eski inançları İslam’ın kalıplarına
uyarlayarak yeni bir edebî gelenek yaratmıştır. XVI. yüzyıla
gelindiğinde ise bu köklü gelenek Osmanlı coğrafyasında âşık tarzı şiir
geleneğinin örgütlenmesini sağlamıştır5. Çeşitli tarikatlara intisap
eden âşıklar, derviş gibi yaşamaya ve bunu şiirlerine konu etmeye
başlamışlardır. 16. yüzyıl ve sonrasında âşık, sadece saz çalan ve şiir
söyleyen bir kişi değil halkın dinî, tasavvufî duygu ve düşüncelerine
tercüman olan derviş-şair tipinin adı olmuştu.6
- İslamiyet’in kabulünden sonra da İslam öncesindeki Orta Asya
din ve inançlarına ait gelenekleri güçlü şekilde yaşatmaya devam eden
Alevî-Bektaşî çevrelerde saz, tıpkı şaman davulunun işlevi gibi kutsal
bir niteliğe bürünmüş, özellikle âyin-i cemlerde ibadetin bir parçası
olarak işlev görmüştü.
- Keramet
sahibi
olduklarına
inanılan
tekke-tasavvuf
mensuplarının uhrevî mahiyetteki tasavvufî konuları insanlara
nakletmede şiiri tercih etmesi, her şairin ve onun nazmettiği sözlerin
de manevî yönü olduğu fikrini besledi.7
- Âşıklık geleneği temsilcileri irticalen şiir söyleme geleneğini hep
yaşatmışlardır. Halk onların bu zor olan doğaçlama şiir söyleyebilme
yeteneğini, Allah’ın ilham vererek söyletmesi şeklinde yorumlamıştır.
Bu ve sair sebeplerle Anadolu insanının gözünde, âşıkların
söylediği şiirler bir söz ve müzik olmanın ötesinde dinî ve sihrî yönü
olan kutsal sözler olarak görülmüş, onu özellikle saz eşliğinde
söyleyen şairler ise manevî derinliği olan keramet sahibi insanlar
olarak telakki edilmiştir. Saz şairlerinin sözlerinin halk nazarındaki
değerine müşahhas bir örnek olarak; zevk ve eğlenceye düşkün,
Ayrıntılı bilgi için bkz. Çapraz, 2019.
Bkz. Karadayı, 2017: 45.
7 Âşık edebiyatının Anadolu’da tasavvufî cereyanlar ve tarikat edebiyatlarının da tesiri
altında kalarak İslâmî kaidelere uygun olarak oluşan yeni bir terkip olduğu
araştırmacıların ortak görüşüdür (Bkz. Günay, 1991: 8)
5
6
142
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
maceradan hoşlanan bir mizaca sahip olan 18. yüzyıl saz şairi
Dertli’nin Ankara’da olan mezarının toprağının, Ankaralılarca şifalı
olduğuna inanılması ve bu amaçla ziyaret edilmesi gösterilebilir.
2. YÖNTEM
Âşıkların sözlerine verilen değer tarihî arka planıyla
belirtildikten sonra bu araştırmada Alevî gelenekte yetişen kadın
âşıklar üzerine çalışılmıştır. Çünkü âşıkların yetişme, geleneği icra
etme ve hayat tarzı gereği temsilcileri çoğunlukla erkek olmakla
birlikte kadın âşıklar da mevcuttur. Son yüzyıl, elektronik ortamın
verdiği imkânlar sayesinde kadın âşıkların yetişmesinin önünde var
olan engelleri önemli oranda kaldırmıştır. Bu sayede son yüzyıl,
geleneğin kadın âşıklarla zenginlik kazandığı yüzyıl olmuştur.
Bu çalışmanın konusu âşıklık geleneğinin yirminci yüzyıldaki
kadın temsilcilerinin şiirlerinde yer verdikleri şekliyle, “aile”
mefhumudur. Hakkında çeşitli kaynaklarda bilgi verilen kadın
âşıkların şiirlerinden “aile” hakkında olanlar incelememize dâhil
edilmiştir. Bu şiirler üzerine yaptığımız metin açma çalışmasıyla,
binlerce yıl öncesinden gelen geleneğin temsilcisi bir âşık olarak, Türk
kadının gözüyle bakıldığında, konu edilen hususların neler olduğu ve
bunların şiirlerde ne şekilde işlendiği ortaya konmaya çalışılmıştır. 8
3. BULGULAR
1954’te Eskişehir Mihalıççık’ta doğan Âşık Nurşah (Durşen
Mert), “Son Yolculuk” adlı şiirinin bir dörtlüğünde dünyayı misafirliğe
gelinmiş ev benzetmesiyle somutlaştırmıştır. Ölümle birlikte gidilen
yeri, yani ahiret hayatını ise “gerçek ev” olarak metaforlaştıran âşık,
dünyada yaşanan günleri misafir evinde geçirilen sayılı günler olarak
Taradığımız kaynaklarda ismi geçen tüm kadın âşıkların isimleri, kaynaklara
kaydedildiği şekliyle şunlardır: Adeviye, Akın Roza, Akın Suyumkan Kurbanova,
Amanova, Arife Doğan, Asuman, Âşık Arzu Bacı, Âşık Ayşe Çağlayan, Âşık Ezgili Kevser,
Âşık Nurşah Bacı, Âşık Sarıcakız, Âşık Şah Turna, Ayşe Berk, Ayşe Gülmez, Ayşe Kaya,
Ayten Gülçınar, Aytıs, Azime, Başpınar, Cemile, Cennet, Didarî, Dilara Kılıç, Durşen
Mert (Âşık Nurşah), Edna, Elif, Elif Kılıç (Elifçe), Elifçe, Emine, Emine Hanım (Şem’î’nin
Gülü), Emine Özler, Fadikli, Fadime, Fadime (Doğan), Fadime (Yılmaz), Fatma (Akkaya),
Fatma (Gözcü), Fatma (Hasgül), Fatma (Pınarbaşı), Fatma Oflaz (Derdimend Ana),
Fatma Üzüm, (Âşık Fatma), Ganime, Gülçınar, Güleser, Gülfidan, Gülhanım, Gülsüm
Kahraman, Gülümhan, Günayar, Hatice, Hatice (Elik), Hatice Otugüzel, Hatuni, Hülya
Yıldırım (Ozan Şahinî), Keziban, Letife, Leyla, Maralı, Medine (Ata), Medine (Kayapınar),
Mevlüde, Mihrap, Münevver Tolun (Aslı Bacı), Neslihan Bacı, Özlem Olgaç (Özlemî),
Pakizat Acıyava, Pakize Altan (Didarî), Pınar, Prenses, Rabia, Rahime, Sakini Işık (Âşık
Sakini), Satı Tunç (Küçük Satı), Selvinaz, Semiha, Senem, Sevdanur, Solmaz,
Sürmelican, Şah Turna, Şahinî, Şehriyar, Şerife Hanım, Teberik Düzgün (Teberik Bacı),
Telli Suna, Ümran (Altan), Ümran (Tokmak), Yeter Yıldırım (Yeter Ana), Yurdagül,
Zekiye, Zeynep (Dikilitaş), Zeynep (Yılmaz), Zübeyde (Gökbulut), Zülbiye.
8
143
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
görmüştür. Dünya evinden ayrılışı yani ölümü, canın bir kuş misali
bulunduğu yerden uçarak kendi yuvasını bulmasına benzeten âşığın
bu tasavvuru, bir Anadolu kadını olarak yuvaya verilen değerin ifadesi
noktasında dikkate değerdir. Şair dörtlüğünde kendisini ait olduğu
asıl yuvasından geçici olarak dünya misafirliğine gönderenin, yani
insanın kendi evinin gerçek sahibinin de Allah olduğunu “Rabbim
gönderdiği yere getirdi” mısrasıyla ifade etmiştir. Mısraya göre
dünyaya gönderen de ait olunan yuvaya getiren de Allah’tır.
İnsanoğlunun dünyaya gelişi Hz. Âdem iledir ve geliş cennettendir.
Asıl ait olunan ve daimî kalınacak yer öbür dünyadır. Dolayısıyla yuva
cennettir. Şairin yuvayı böylesine kutsal ve güzel olarak görmesi,
Anadolu kadınından aldığı kültürel ilham sayesindedir. Türk şair
kadını, aile yuvasını dünyadaki cennet olarak görmüş, onunla tasvir
etmiştir. Bu Anadolu insanının yuvaya verdiği önemin ve aile ocağının
ne kadar kutsal görüldüğünün göstergesidir.
“Gerçek evim beni aldı götürdü
Rabbim gönderdiği eve getirdi
Misafirlik günün saydı bitirdi
Can uçtu yuvasın buldu dostlarım”9
Âşık Nurşah “Dudak Değmez” adlı şiirinde bir Anadolu kadını
gözüyle çocuk kavramının kendi şair ruhunda ne anlam ifade ettiğini
dile getirmeye çalışır. İlk mısrada çocukları çiçeklerin içinde en güzeli
olarak bilinen güle benzeterek, “gönül dağının gülleri” olarak tanıtır.
“Gönül” Türk kültür ve edebiyatının en çok kullanılan çok anlamlı
kelimelerindendir. Gönül’ün yürekte olduğu düşünülür ve tüm
duyguların kaynağı, kişinin içindeki dünyasıdır. Kişi bir hayatı yaşar
ancak bir de hayal ettiği, olmasını istediği hayat vardır ki bunlar
gönülde hayal edilir. Gönül hiç yaşlanmaz, hep en güzelini ister. Şair
bu şiirinde çocuk kavramını ele almış ve çocuğun kendi zihin
dünyasındaki karşılığını kelimelerle resmetmiştir. Çocuk kelimesinin
şairde ilk uyandırdığı düşünce, onun ideallerini belirleyen gönül
dünyasında, çiçeklerin en güzeli olan güle benzemesidir. Yani,
Anadolu’nun genç kızlarının gönüllerini süsleyen tahayyüllerinin ilki
ve en güzeli çocuktur. Çocuk ise önce bir yuva kurmayı gerektirir.
Dolayısıyla Anadolu kadınının gönlünde yatan ideal hayat, çocuk
sahibi olabilmek için yuva kurmaktır.
Mısradaki “dağ” kelimesi burada iki anlamda düşünülebilir: dağ
ve dağlamak. Dağ, aşılmasındaki zorluk ile çaresizliğin sembolüdür.
9
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-I: 178.
144
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Gönülden geçenler de bir gün gerçekleşmesi hayaliyle beklenilen zor
hedeflerdir. Çocuk burada aşılmaktaki zorluğu ve bazen çaresizliği ile
dağ metaforunun -eğer ulaşılırsa- hediyesi olarak görülen gül
hüviyetindedir. Yani bir genç kız için çocuk, zorluklara katlanırsa
varacağı yerdeki en güzel hediyedir.
Dağ kelimesi “dağlamak” fiili olarak düşünüldüğünde ise mısra
ateşin içinden çıkan güller anlamını kazanır ki bu tasarım Hz.
İbrahim’in ateşe atılması hadisesine telmihtir. Hz. İbrahim yanması
için ateşe atıldığında bir mucize gerçekleşmiş ve ateş, gül bahçesine
dönüşmüştür. Bu açıdan yorumlandığında şair için ve dolayısıyla
onun zihnini besleyen Anadolu kadını için çocuk, uğruna kendini
ateşe atmayı bile göze alacak kadar değerlidir. Burada çocuk hatırına
razı olunan şeyin evlilik olduğu anlamına ulaşılmaktadır ya da şair
sanatsal tasarımını bu şekilde kurmuştur. Bu, Anadolu kadını için
evliliğin tanımı demektir. Gerçekten böyle midir, Anadolu kadını için
evlilik kendini ateşe atmak gibi midir?
Bunun net bir cevabını vermek mümkün olmamakla birlikte,
Anadolu’nun kırsal hayat tarzının geniş aile tipinde, kadının
omuzladığı yük hayli fazladır. Anadolu kadını büyük aile yapısı
içerisinde tüm ev işlerini yapan, tarlanın ve hayvanların işlerinde eşine
yardım eden, kaynana-kayınbabasına hizmet eden, çocuklarının her
şeyiyle ilgilenen, kocasından şiddet görebilen durumdadır. Anadolu
yaşam biçiminde bir kız bunları bilerek evlenir. O tüm sıkıntılara
sabreder, katlanır. Çalışkanlığıyla tüm bunların üstesinden gelir ve bu
süreçte kendisine ve yuvasına mutluluk getirecek olan şey, doğuracağı
çocuktur. Çocuk onun gelin gittiği insanlar ile kurduğu genetik bağı
olacak, böylece gelin gittiği o evdeki itibarını ve yerini
sağlamlaştıracaktır. Şairin bir başka şiirinde çocuğu ile ilgili yazdığı,
“O benim sütümden süt, süt emen tek helâlim / O benim istikbalde
gelecek istiklalim” mısralarının bu düşüncenin yansıması olduğunu
düşünmekteyiz.10 Çocuk sahibi olamamak Anadolu kadının başına
gelebilecek en kötü hallerden biridir. Eğer o eve çocuk veremezse bir
başka kadın (kuma) gelme ihtimali vardır. Kadın çocuk sayesinde
sonsuza doğru genetik devamlılığını devam ettirmiş olur.
“Gönül dağının gülleri
Sizlersiniz çocukları
Sonsuza giden yolları
Sizlersiniz çocukları”11
Mısralar şairin “Anayım Ben” şiirinin üçüncü dörtlüğünde yer almaktadır. Bkz.
Hazırlayan: Halıcı Feyzi, 1992: 334.
11 Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-I: 179.
10
145
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Âşık Nurşah, âşık Şeref Taşlıova ile bir atışmasında ise “Vatan
için yetişiyor oğlumuz kızımız” diyerek toprağın gülmesini, yurdun
ışımasını istemektedir. Kurulan yuvaların ve buralarda yetiştirilen
çocukların vatan için olması, yuva ile vatan kavramlarını birbirine
bağlayan farklı bir düşüncedir. Vatanın daim olmasında gücünü
aileden alması, bir başka ifadeyle ailelerin kurulması ve çocukların
yetiştirilmesinde öncelikli amacın vatanın devamlılığını sağlamak
olması, Türk kültürünün ve aile anlayışının temellerini anlamak
açısından önemli bir veri sunmaktadır.
“Toprak gülsün yurt ışısın dilde destan özümüz.
Hem anayım hem aşığım boş değildir özümüz.
Vatan için yetişiyor oğlumuz hem kızımız.
Hem Gazi hem Şehit diyen yolda meydan edelim”. 12
1954’te Sivas Divriği’de doğan Elifçe (Âşık Elif Kılıç), kadınların
maruz kaldığı şiddetten hem bir kadın hem de bir şair duyarlılığıyla
muzdarip olmuş ve “Bir Kadın Ağlarken” adlı şiiriyle duygularını
cümlelere dökmüştür. Şiddete maruz kalmış bir kadınla görüşme
tarzında oluşturduğu şiirinde o, şiddet gören bir kadının duygularını
duyumsayarak şiddeti diyalog üslubuyla onun dilinden ifade etmeye
çalışmıştır. Şairin dilinde, gördüğü şiddet sonrası ağlayan kadının
kendisiyle ilgilenenlere, “Bırakın derdimle kalayım” demesi travmanın
boyutunu gösterir. Burada geleceğinden vazgeçecek kadar yıkılmış,
uzatılan eli tutmak ve hayata tutunmak istemeyen bir insan psikolojisi
tasvir edilmiştir.
“Bir kadın ağlarken derdini sordum
Bırakın derdimle kalayım dedi”13
“Kadının ayağa kalkmak istemeyişinin arkasında ise bir
ailesinin olmaması vardır. İnsanın büyük travmalarında pes etmeyi
değil hayata tutunmayı seçebilmesi, onu bekleyen bir ailesi varsa
mümkündür. Şiirde tasvir edilen duruma göre kocam dediğinden
dayak yediği için kanlar içinde kalan, aç susuz haldeki kadının
kendine yardım etmeye çalışanları geri çevirmek istemesi en kötünün
olmasını kabullenmek ve istemektir. Bu tercihin sebebi ise onu hayata
bağlama sebebi olan ailenin (anne-babasının) olmayışıdır.
“Atılmış sokağa saçı başı yolunmuş
Kimsem yok ki haber salayım dedi” 14
12
13
14
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-I: 181.
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-I: 164.
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-II: 164.
146
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Şiirde kadının dramatik halini tasvire devam ediliyor. O daha
reşit olmadan 13 yaşında kocaya satılmış, sevgi görmeden yıllarca
horlanmış, üstelik üzerine giysi alamayacak kadar da yoksulluk
içindedir. Dişinden tırnağından artırarak ev kurmaya çalışmış ancak
nihayetinde hepsi boşa gitmiştir. Şiirde, biri emzikte dört çocuk sahibi
olan bu kadının yıkılmaması, toparlanması için çevresindekilerce
telkinde bulunulmaktadır. Kendine bunları layık gören kocayı
sevindirmemesi gerektiği söylenmekte, cesur olup başını kaldırması
istenmektedir. Ancak buna karşılık o, ne bir dost eline ne de bir soya
sahip olduğunu söyler. Kendisine destek olacak ailesinin olmamasını
o, değişmeyecek olan kaderinin sebebi olarak görür. Bu sebeple
kendisine moral vermek isteyenlerden “N’olur dua edin de öleyim”
der.15
Şair bir şiiri de “anne” mefhumuna ayırmış, “Anam” adını verdiği
şiirde annenin kendisi için ne demek olduğunu ifade etmek istemiştir.
Ondaki şair gözü anneye bakınca gökyüzünü görür, o, annesinin
gönlündeki yerini ifade edebilmek için gökyüzü kadar geniş bir yere
ihtiyaç duyar:
“Gökyüzüne benzer ay gibi anam
Şafak vakti doğan nur gibi anam.
O benim gözümde parlayan yıldız
Gerçek bir dost gerçek bir yar gibi anam”16
Ancak anne ona gökyüzünün gece vaktini hatırlatır. Şair için
anne, gecenin o sonsuz karanlık vakitlerinde, insanın yaşam sürdüğü
yeryüzünü aydınlatan, ona yol gösteren ay ve yıldızlar gibidir. Aynı
kıta içinde anne hem gökyüzüne hem şafakta doğan nura hem aya
hem de yıldıza benzetilir ki ilk benzetme olan gökyüzü ilginç bir
tasarımdır. Gökyüzü insan nereye giderse gitsin, hayatı boyunca onun
etrafını çevreler, ona hava verir, su, ışık ve ısı verir, yaşaması için
gerekenleri sağlar. İnsanı her an sarıp sarmalayan üzerindeki örtü
vazifesi görür.
İkinci benzetme “şafak vakti doğan nur” şeklindedir. Geceyle
gündüzü birbirinden ayıran bu vaktin özelliği, etraf hâlâ karanlıktır
fakat ufukta tüm yeryüzünün aydınlanma vakti geldiğinin müjdecisi
olarak ilk aydınlanma olur. İlk olması ve karanlığa ilk ışık olması
yönüyle önemli olan bu an, şairce bakış açısı için etkileyici, özel bir
andır ve şaire bu an, anneyi hatırlatmıştır.
Üçüncü benzetmede anne bir yıldızdır ancak şairane ruh, bu
duruma bir fark getirerek “benim gözümde parlayan yıldız” ibaresini
15
16
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-II: 164.
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-II: 165.
147
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
kazandırmıştır. Yıldızın gözde parlaması için insanın başını kaldırıp
gökyüzüne bakması gerekir. Şair bu tasavvurla annesinin kendi
gözündeki büyüklüğünü ve yüceliğini de ilginç şekilde ifade etmiş
olmuştur. Bu tasvire göre anne gökteki yıldızlar kadar yücedir, aynı
zamanda şairin gözünün içinde görünür. Yıldız dünyanın her yerinden
görüldüğü gibi anne de nereye gitse çocuğunun yanındadır her an onu
düşünür. İkinci dörtlükte bu durum, “gözünden ayrılsak da hep eder
merak” mısrasıyla ifade edilmiştir. Yıldız karanlığı aydınlattığı gibi
anne de çocuğunun dünyasını aydınlatır, yıldız yön bulmaya yaradığı
gibi anne çocuğuna doğru yönü gösterir.
Dörtlüğün son mısrasında şair annesini gerçek dost ve sevgilinin
her ikisine de benzeterek en değerli insan konumuna yükseltmiştir.
İnsanlar için en değerli insan, gerçek bir dost ve gerçek sevgilidir. Anne
ise şairin duygu dünyasında bunların her ikisinin toplamı
konumundadır. Şair doğayı çok iyi gözlemlemiş, bu benzetmelerle
doğanın imkânlarını anlam üretmede ve duygu aktarımında
kullanmıştır.
Şair diğer dörtlüklerde annesinin kendisi için anlamını tasvire
devam eder: tatlı dilini en lezzetli şey olan bal ile, affediciliğini
yüreğinin zar gibi yufka olmasıyla, ninnisini keman sesiyle, sıcacık
sevgisini hamam benzetmeleriyle somutlaştırır.
Anne, ailenin merkezinde yer alan en değerli kişidir. Aile
sıcaklığı ve yuva sevgisi anne etrafında oluşur. Şair bu şiirinde “anne”
mefhumunu tanımlayarak aile kavramını tüm sıcaklığıyla
hissettirmeyi başarmıştır. 17
Elifçe (Âşık Elif Kılıç), farklı konuları ele aldığı şiirlerinde konuyu
aile kavramına getirmiş, ailenin varlığındaki güzelliği ve sıcaklığı,
onun kaybedilişindeki duygusal zorluğu ifade etmek istemiştir. Şair
“Yaban Gülü” adlı şiirinde köydeki imkânsızlıklar sebebiyle, zengin
olduğu için Almanya’da yaşlı birine gelin olan bir kadının duygularını,
onun ailesinden ve ailesi gibi gördüğü vatanından ayrı düşmesinin
verdiği üzüntüyü dile getirmiştir. Şiirde bekarlığında köyden öteyi
bilmeyen “doğa güzeli” bir “yaban gülü”nün, evlendiğinde kavuştuğu
imkânlara rağmen ruhunun fakir kalışı, “çul gibi yerlere serilen güzel”
mısrasıyla ifade edilir. Şiire göre bu güzelin yüreğinde acısının
görülebilir düzeyde olması, “dil diş bilmediği yerde yapamama”sı,
“kendi Türkçe’sinden sapamama”sı ve “baba ocağından kopamama”sı
sebeplerine bağlanmıştır ki o sebep olana beddua eder.
“Elifçe der sebep olan sürüne
Sevdasız gönül düştü erine
17
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-II: 165.
148
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Zengin diye verdi yaşlı birine
Bel vermiş duvara örülen güzel.”18
“Ali’m Asker Oldu” şiirinde şair, eşini askerlik gibi kutsal bir
göreve göndermesine rağmen bir aile kurduğu eşinden ayrı kalmaktan
duyduğu hasretliği dile getirirken, Anadolu kadını için ailenin ne
kadar önemli olduğunu da dile dökmüş olur. Şiirde bir çocuklu aile
kurduğu eşinden ayrı düşmenin kadına verdiği üzüntüyü şair, “kırıldı
kanadım uçamaz oldum”, “yâr gideli deli gibi gezerim”, gibi ifadelerle
anlatmıştır:
“Yediğim ekmekler kan zehir oldu
Gözlerimin yaşı göl nehir oldu
Çektiğim acılar çekilmez oldu
Acep benim Ali’m köye gelir mi?
Bir de oğlu oldu gelir görür mü?”19
1920’lerde Sivas Şarkışla’da doğan Yeter Yıldırım (Yeter Ana) aile
yuvasına sahip olmaktan duyduğu hazzı, o yuvanın kurulma imkânı
bulduğu mekân olan “ev” ile özdeşleştirmiş ve “Küçük Evim” adlı bir
şiir kaleme almıştır. Hastalığı sebebiyle zaman zaman ayrılmak
zorunda kaldığı evini tıpkı Âşık Veysel’in “Sazıma” şiirinde olduğu gibi
canlı bir varlık şeklinde telakki etmiş ve duygularını onunla ayrılık
öncesi vedalaşıyormuş gibi kâğıda dökmüştür:
“Göçümü yükledim gurbet eline
Küsme küçük evim kurban olurum”20
Yuva kurup aile olduğu, çocuk sahibi olup onları yetiştirdiği,
sayısız güzel hatıralarla bir ömür geçirdiği yer olan eve, bir şair gözüyle
bakıldığında görülen şey, sadece bir dört duvar ve çatıdan ibaret bir
yapı değildir. Artık o, sahibine kendini bırakıp gittiği için gönül koyan
bir canlıdır. Şair Yeter Ana yuvasını terk etmenin yanlış olduğunun,
evinin bundan dolayı kendisine küseceğinin bilincindedir ve bu
yüzden evinin gönlünü almak ister. Evine, bir süreliğine ayrı
kalacaklarını, kendisini oğluna ve gelinine emanet ettiğini söyler.
Duvardaki resmini ise eve emanet eder. Evinden çıkarken gözyaşları
içinde evinin duvarlarını öper ve ondan kendisine darılmamasını ister.
Şair bu şiiri seksen yaşındayken, rahatsızlanıp ameliyat için
Ankara’ya gitmesi gerektiğinde, “belki bir daha dönemem”
düşüncesiyle yazmıştır. Şairin ruh dünyasında beton duvarların gönlü
18
19
20
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-II: 167.
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-II: 168,169.
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-IV: 524.
149
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
alınmaya çalışılan bir varlığa dönüşmesi, orada mutlu bir aile kurulup
ömür geçirilmesi sebebiyledir21.
1954’te Sivas Şarkışla’da doğan âşık Adeviye, henüz anne
sevgisinin gerçek anlamını idrak edememiş olan yavrusuna, bunun
nasıl bir şey olduğunu anlatmayı şiirle tercih etmiş ve “Ana Kıymeti”
adlı şiir yazmıştır. Buna göre kızının, Allah’ın bir yüce nimeti olan
anneliğin gerçek değerini anlayabilmesi, şunlar olduğunda
gerçekleşecektir: Kendi yavrusunu ninnilerle büyüttüğünde, sahte
dostlar kendisini unuttuğunda, sevgiler soğuyup yalan olduğunda,
olgunlaşıp kendi benliğini bulduğunda, deli gönül koşmaktan yorulup
bulanık sular durulduğunda, sığınacak liman kalmadığında, takatin
kalmadığı bir zaman yavrusu hatırını sormadığında, annenin
mezarının başına geldiğinde. Çünkü şaire göre yavrunun yasını
anneler çeker. Anneler onun gül kokusunu yüreğinde taşır. Bir bela
gelse eller değil anne yanar.
Şair annelik duygusunun her canlıda ne kadar güçlü ve
güvenilir olduğunu ifade eden aşağıdaki dörtlükle şiirini bitirir:
“Nasihatim fazla güvenme ele
Tuttuğun dal kopar gidersin sele
Yavrusunu korur serçeler bile
Ana kıymetini anlarsın yavrum” 22
1943’te Sivas Yıldızeli’de doğan Ayşe (Gülmez), ramazan ayında
bir çocuğunu kaybetmesi üzerine yaşadığı acıyı mısralara dökmüştür.
Şiirden anlaşıldığı kadarıyla kendisini arayıp sormayan hayırsız bir eşi
vardır. “Garip turna gibi yoktur vatanım / Anam atam ağlayanım
tutanım” mısralarıyla ifade edildiği kadarıyla, çocuğunu kaybettiğinde
anne babası da hayatta yoktur. Şair anne babayı kaybetmeyi aynı
zamanda vatansız kalmak olarak görüyor. Başına gelen bu felaketlerle
şairin yediği yemek ateş olmuştur, bağrını taşlar delmektedir. Dünyası
başına yıkılmıştır. Şair “her zaman garazın bana mı felek” diyerek
kaderine küsmüş durumdadır.
Bir başka şiirinde ise gurbete düşen birinin en çok özlediği iki
şey olarak “aile” ve “baba vatanı” dediği köyünü öne çıkarmıştır.
“Turnalar” başlığını verdiği bu şiirde, gidemediği memleketine
turnalardan kendisinin yerine gitmelerini ister ve onlara Yıldızeli’yi
tarif eder:
“Sılanın dağları Yıldız’a benzer
Mübarek gülleri nergise benzer”23
21
22
23
Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk Şairleri-IV: 524-525.
Kaya, cilt 1: 173.
Kaya, cilt I: 377.
150
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Şiirde ikinci cennet olarak nitelediği sılaya gittiklerinde
turnalardan uğramalarını istediği yerleri şöyle sıralar: Önce babasının
kabrine uğrayıp bir Fatiha okumalarını, sonra evini bulup düşkün
annesinin perişan halini sormalarını ister. Çıkarken kapının solunda
bir kütük vardır. Ona selam verin der. Sonra kardeşine misafir olup
Sivas’ı görmelerini ister24.
Güleser, 1958’de Sivas Divriği’de doğmuştur. Ona âşıklık
geleneğini öğreten bir ustası olmamıştır. İrticalen şiir söyleyemez.
Mahlas da kullanmamıştır. Şiirlerinde hayatın daha çok acı yanlarını
konu etmiştir. Şair “Kumar Borcu” adıyla yazdığı bir şiirinde aile
kavramının çok acı ve çirkin bir yanını dile getirir. Kumar borcuna
karşılık olarak babası tarafından borçlusuna yüz milyon liraya satılan
ve sonrasında daha kötü durumlara düşürülen kızın ağzından yazılan
şiire göre kız, yaşadığı durumu, “sanki gök yarıldı düştü üstüme”
cümlesiyle ifade eder. Annesi ise utancından yatağa düşmüştür. Bu
şiirde aile kavramının acı fakat gerçek yüzü dile getirilmiştir.
“Ar namus dediğin paraya bindi
Bedenim yolgeçen hanına döndü
Kimden hesap sorsun gençliğim şimdi
Namusun bedeli bu kadar ucuz”25
Aile kurumunda yaşanan acılı manzaralardan birini de
Gülfidan, “Yoktur” adlı şiirinde dile getirmiştir. 1920’de Sivas
Şarkışla’da doğan şairin kendisi iki, kız kardeşi bir yaşındayken
babası seferberliğe alınmış ve şehit düşmüştür. Bunun üzerine annesi
kayınbiraderiyle evlenmiş, bu evlilikten bir erkek çocuk olmuştur.
Gülfidan beşi erkek yedi çocuk annesidir. “Yoktur” adlı şiiri kendi
hayat hikâyesinden hareketle yazmıştır.
“Ağlayı ağlayı kapandı gözüm
Perişan halimi görenim yoktur
Beş tane oğlum var iki de kızım
Şimdi bir tas suyumu verenim yoktur”26
Şiire göre şair ihtiyar haliyle perişan durumdadır. Babasının
şehit olmasıyla annesinin gülmediği gibi kendi yüzü de gülmemiştir.
Yedi çocuğu olmasına rağmen halini gören, bir tas su veren yoktur.
Emmisinin oğlu ve aynı zamanda üvey kardeşi olan Ahmet de
gelmemektedir. Hâlbuki küçüklüğünde onu öz kardeşi bilmiş, ninniler
söyleyerek büyütmüştür. Ancak yuvası ıssız halde kalmıştır. 27
24
25
26
27
Kaya,
Kaya,
Kaya,
Kaya,
cilt
cilt
cilt
cilt
I: 377.
II: 454.
II: 455.
II: 455.
151
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
1942’de Sivas Şarkışla’da doğan Gülhanım’ın bir yaşında
beşikten düşüp sakat kalarak başlayan hüzünlü hayatı, evlendiğinde
de devam etmiştir. Yazdığı “Feleğin Sillesi” adlı şiirinde kendi hayatını
konu almıştır. Çocuğu olmaması sebebiyle Hasan Demirbaş adında
birine ikinci eş olarak verilen Gülhanım, iki erkek bir kız, üç çocuk
dünyaya getirmiştir. Kocası trafik kazasında ölünce hayatın yükü
tamamen omuzlarına binmiştir.
“Bir yaşında iken düştüm beşikten
Sakat kaldım hotum ile aşıktan
Gözü yaşlı gelin çıktım eşikten
Kimi bozdu geçti kimi de serdi”28
Hâlbuki Anadolu’da evlenme yaşına gelen kızlar için seveceği
biriyle evlenip yuva kurmak, mutlu olmanın yegâne yoludur. Öyle ki
gençlik çağına gelen bir kız için evlenip bir yuva kurmaktan mahrum
kalmak, ölümle eş görülmüştür. Şairin evliliği “dikeni batacak gül”
olarak görmesi, evliliğin kendisine birçok problemler getireceğini
bildiğini gösterir. Ancak evlilik yaşına gelmiş bir genç kızın gözünde
evlilik, dikenleri mutlaka ellerini kanatacak olsa da bir gül kadar
güzeldir. Bu tespite 1966 Sivas doğumlu olan şair Gülhan’ın,
“Hasretim” adlı şiirinden hareketle ulaşmaktayız:
“Hayatta bir candan dostum olmadı
Derdimi soracak dile hasretim
Kış geldi bahçemde gül de kalmadı
Dikeni batacak güle de hasretim” 29
Şiire göre yuva kurulacak eş, kadın için candan bir dosttur,
ömrün güller açan baharıdır. Kerem’in yüreğinin yanması, Ferhat’ın
dağları yarması, Karacaoğlan’ın derdini tellere dökmesi, birlikte yuva
kuracak dosta özlem dolayısıyladır. Bacası tüten bir aile ocağı
kuramadıktan sonra bir kız için hayat ölümden farksızdır:
“Gülhan’ım dünyaya gelmen zamansız
Ya geldin ne oldu bacan dumansız
Hayat da ölüm de aynı, amansız
Canı tenden alan ele hasretim” 30
Şair Gülhan gibi Ümran için de yuvaya hasret olmak, ölmekle
bir tutulur. 1990’da Sivas Hafik’te doğan şair, “Ağlarım” adlı şiirinde
yuvasından ayrı düşmenin verdiği acıyla ağladığını dile getirmektedir.
Gurbet ellerde yuvasından ayrı kalmasından duyduğu acıyı şair, “mor
28
29
30
Kaya, cilt II: 457.
Kaya, cilt II: 460.
Kaya, cilt II: 460,461.
152
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
sümbüllü bağlarının viran olması” ve “feleğin tenini hızar gibi
biçmesi”yle ifade etmektedir31.
1954’te Sivas Ulaş’ta doğan Leylâ, babası ve üç kardeşi şair olan
bir ailenin çocuğudur. “Oğul” adlı şiirinde bir oğul için annenin ne
anlama gelmesi gerektiğini dile getirmiştir. Şiire göre anne, oğlunu
dokuz ay karnında taşıdıktan sonra ak sütüyle emzirdiği; ona güneşte
gölge, yağmurda gövde olmuş olan, nice dertlere rağmen büyütüp onu
bugünlere getiren insandır. Annenin gözünde ise oğul, kederli
günlerinde varlığıyla kendisine ses olur. Onun için oğul, doyulamayan
bir meyvedir ve bir anne ölmediği sürece oğlundan ayrılmaz.
“Anayım ben ana gibi yar olmaz
Evlat bir meyvedir ona doyulmaz
Ölmeyince Leyla senden ayrılmaz
Büyüttüm bugüne getirdim oğul”32
1935 doğumlu, Sivas Gürünlü şair Medine Kayapınar, beşik
kertmesi olduğu halasının oğluyla evlendirilmiş, kendi deyimiyle
sürgün edilmiştir. Annesi istemediği halde babasının zoruyla kurulan
bu yuva, ona ömür boyu sürecek zorlukları ve gözyaşını getirmiştir. O,
yaşadığı duyguları “Vurdu Beni” adlı şiirinde dile getirmeye
çalışmıştır.
Şiire göre onu verdikleri yer, “Ağustos ayında kış”ı yaşadığı çok
karlı uzak gurbet eller olmuştur. Telefonun olmadığı, mektubun dahi
gelmediği bir yerdir. Çocukları hastalandığında doktor yüzü
görememiş, bu sebeple on çocuğundan dört tanesi ölmüş, ayıp diye
ölen çocuklarının yanına bile yaklaşamamıştır.
“Kaynanam halamdı taraf çekmezdi
Bu da benim diye dönüp bakmazdı
Çok hizmet ettim yine de bilmezdi
Selvinin başında da vurdu beni”33
Halden bilmeyen cahil bir kaynana olan halasının karşısında
derdini hiç anlatamadan yaşamaya çalışan şair, bunun kaderi
olduğunu ve değişmeyeceğini düşündüğünden yukarıda şair Gülhan
ve şair Ümran gibi ölümü kurtuluş olarak görmeye başlamıştır 34.
1926’da Yozgat Sorgun’da doğan Sıdıka, okumayı 51 yaşında
öğrenmiş âşık tarzı şiirler söyleyen bir kadın şairdir. “Deyiş” adını
verdiği şiirinde aile içinde yaşanabilen farklı bir durumu, annenin
çocukları için verdiği onca emeklere rağmen çocukların anne kıymetini
31
32
33
34
Kaya,
Kaya,
Kaya,
Kaya,
cilt
cilt
cilt
cilt
III: 367.
IV: 13.
IV: 67.
IV: 67.
153
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
bilmemelerini dile getirmiştir. Şair şiirinde, çocuklarının sıcak bir
yuvada güzel büyümeleri için uyku yüzü görmediği, aç kaldığı, herkes
eğlenirken kendinin sadece baktığı, gece de gündüz de bitmeyen işlerle
uğraştığı zamanlar geçirdiğini dile getirmiştir. Kendi rahatını unutup
çocukları için ömrünü feda ettiği o yıllardan sonra dişleri erkenden
dökülmüş, sağlığını kaybetmiştir, geceleri rahat uyuyamamaktadır.
Bu fedakarlıklardan sonra ileri yaşlarında çocuklarından vefa
beklerken bir faydalarını görememektedir ki feda edilen ömrün
sonunda bu, ailelerde yaşanabilen, bir anne için çok zor bir
durumdur:
“Genç yaşımda ölür tenim
Mezarda çürür kefenim
Gözüm açık gider benim
Bilmediniz kıymetimi”35
Bir ailenin kuruluşunda ve birbirine kenetlenmesinde başat rol
annelerdedir. Aile bireylerinin her biri annede saf ve derin bir sevgiyi
görür. Aileden biri gurbette kalsa onu en çok anne özler. Şair Sıdıka
“Destan” adlı şiirinde gurbete gönderdiği çocuğundan altı ay ayrı
kalmanın annede oluşturduğu hasret ve özlem duygularını dile
getirmiştir.
Evlat
hasretiyle
annenin
yedikleri
boğazına
düğümlenmektedir, köşelere çekilip ağlar olmuştur. Yavrusunun gelip
gözyaşlarını silebilmesi için dağlardan eğilip yavrusunun yolunu
açmalarını ister.
“Altı ay olmuş da nasıl dayandım
Ağlayarak gözyaşına bulandım
Divane oldum da oda dolandım
Gel yavrum; gel, artık bekletme beni” 36
1940’ta Yozgat Sorgun’da doğan Hacer, annesi Sıdıka gibi
şairdir. Hacer, bir şiirinde iki kardeşini birden gurbete göndermenin
bir ablaya verdiği hüznü cümlelere dökmek istemiş, kardeş sevgisini
bir kadın olarak dile getirmiştir. Şair şiirini “abla olmak ne kadar da
zor imiş” nakaratıyla yazmıştır. Kardeş hasretinin verdiği hüzünle
ablanın yüzü solmakta, baharı kışa dönmektedir. Yaşadığı his boynu
bükülmek, ilikleri çekilmek şeklindedir.
“Hacer derim ki sizi zora sokmayım
Kendi dertlerimle sizi yakmayım
Mektup yazın yolunuza bakmayım
Abla olmak ne kadar da zor imiş”37
35
36
37
Durbilmez, 2016: 158.
Durbilmez, 2016: 161.
Durbilmez, 2016: 194.
154
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
1935’te Afyon’da doğan şair Aslı Bacı, şairce bir duyuşla “anne”
kavramını cümlelere dökmek istemiş, “Anam” adını verdiği şiirinde
anne, farklı bir varlık olarak değil de bir rüya, bir melek, çocuğunu
oluşturan zerrelerin kendisi olarak tanımlanmıştır. Çocuk için anne,
alnından akan terin, gözünden dökülen yaşların içindeki bir varlıktır.
Ve anne, gerçek olamayacak kadar güzel, uyanıkken görülen bir rüya
olarak şairce ifade edilmiştir.
“Aslı der ana, ana
Tanrı’nın lütfu bana
Güzelliğin bir yana
Sen melek biçimindesin”38
1907’de Erzurum Çat’ta doğan Âşık Deli Anakız yazdığı “Kız
Evlat” adlı şiirinde tarıma dayalı hayat sürdüren ailelerde çoklukla
görülen, erkek çocuk istenirken kız çocuğun doğması konusunu
işlemiştir. Çocuğun kız olmasının sorumlusu olarak görülen ve açıkça
suçlanan kadının bu durum karşısındaki duygularını şiirinde dile
getiren şair, “ağam” dediği eşinin suçlamalarına gücenmiş
durumdadır. Buna rağmen oğlanı da kızı da verenin Allah olduğunu,
kaderin böyle yazıldığını, buna gücenmenin Allah’a asi olmak
anlamına geldiğini şiirde didaktik bir üslupla dile getirmiştir.
“Allah verir adama oğlanı kızı
Bozulur mu Allah’ın yazdığı yazı”39
1925’te Malatya’nın Balaban bucağında doğan Emine Şener,
“Dedim-Demiş” adlı şiirinde, annesi istememesine rağmen Ankara’ya
evlenmesi, mesafe yüzünden uzun süredir çocuğuna hasret kalan
annesinin ise ona duygularını dile getiren bir mektup göndermesi
üzerine, cevaplarını ve duygularını şiire dökmüştür. Mektubunda bir
yıldır ayrı olduklarını, hasretliğin canına yettiğini, gönül şehrinin
gamla dolduğunu, gözyaşlarının çağladığını ve tahammülünün
kalmadığını söyleyen annesi, kızına Ankara’da ne buldun diyerek
serzenişte bulunmakta ve ana ile kızın ayrılmaması gerektiğini dile
getirmektedir.
Kızı ise aynı şiirde cevap olarak kendisinin de çok hasretlik
çektiğini, kendinin de kalpten yaralı olduğunu; evliliğin kader kısmet
olduğunu, Hakk’ın kısmetini buraya verdiğini söylemektedir. Ancak
şiirde “yârin gönlü olsun gelirim” ifadesinin kullanmakta ve
annesinden bir yıl daha sabretmesini istemektedir. Burada kocasının
ona izin vermediğini anlıyoruz ki bu Anadolu kızlarının evlilikle ilgili
çok karşılaşılan trajik bir yönüdür. Kız yuva kurma isteğiyle ailesinin
38
39
Manya, 1983: 26.
Manya, 1983: 38.
155
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
onay vermediği birisine kaçarak ya da aile rızası olmadan evlenir.
Ancak böyle bir evlilikle başına ne gelirse gelsin, bunu ailesine
bildiremez, ailesinden destek göremez, şikâyet hakkı yoktur.
“Demiş: Bir ben miyim bahtı karalı
Dedim: Eminde de kalpten yaralı
Demiş: Bir yıl oldu ayrı duralı
Dedim: Bir yıl daha dursun gelirim”40
İlkin Manya (Âşık Sarıcakız) 1948 Eskişehir doğumlu kadın
âşıklardandır. Bir sanatçı kişiliğiyle Türk kadınların yaşadığı
zorlukları gözlemleyip, “Kadın Türküsü” adlı şiirinde dile getirmiştir.
Şiire göre kadının problemlerinin başlangıcı, “El kızı dediler ele
saydılar” mısrasıyla evlilik sonrasını işaret etmektedir. Şiirin sonraki
mısralarında aşağıdaki konular işlenmiştir ki bunların tamamı
yuvasını kurmak için gelin gittiği yerde maruz kaldığı durumlardır:
Berdel verilmesi, üzerine kuma getirilmesi, el kiri olarak görülüp
eşinin boşaması, eksik etek-saçı uzun aklı kısa ifadeleriyle hakir
görülme, şiddete maruz bırakıp konuşma hakkı dahi tanınmaması,
töre-namus deyip canına kıyılması.41
4. TARTIŞMA VE SONUÇ
Bu çalışmada Türkler için kutsal olan “aile” kavramına, yine
Türklerin en eski ve kendine ait edebî geleneği olan âşıklık
geleneğinde, kadın âşıkların şiirlerinde bakılmıştır. Kadını, aileyi ve
âşıklığı kutsal olarak gören Alevî kültürde “aile” mefhumun anlamı,
öne çıkan olumlu ve olumsuz yönleriyle inceleme konusu yapılmıştır.
Hem bir kadın hem de edebiyat sanatçısı olarak bu şahsiyetler
halkın gören gözü, duyan kulağı, içinde yetiştiği toplumun duygu ve
düşüncelerini dile getiren şahsiyetlerdir. Dolayısıyla her toplumun
kültürü, yaşayışı, dışarı yansıtamadığı duyguları sanatçıların
eserlerinde dile gelir, ifade imkânı bulur. Bu anlamda sanatçının
toplumun iyi ifade edebilen sözcüsü olduğu söylenebilir.
Bu amaçla çalışmada, bir sanatçı olarak son yüzyıl Türk kadın
âşıklarının, şiirlerinde “aile” kavramı üzerine yazdıkları şiirler ve
burada işledikleri konular ele alınmıştır. Âşıklık geleneği içerisinde
değerlendirilen ve antolojik eserlerde yer verilen, dolayısıyla bizim de
âşık veya kalem şuarası diyebileceğimiz on yedi Alevî kadın şaire ait
yirmi şiir tespit edilip incelenmiş, bu şiirlerde aile kavramının hangi
yönleriyle konu edildiğine bakılmıştır.
40
41
Manya, 1983: 42.
Artun, 2014: 497.
156
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Buna göre 21. yüzyıl Alevî kadın âşıklarının edebî dilinde aile,
başından itibaren maddî manevî büyük zorluk ve fedakarlıklarla
kurulan bir müessesedir. Bunun için ilk ve büyük fedakarlığı, kendi
ailesini bırakıp hayatının geri kalanını başka bir ailenin içerisinde
geçirmeyi kabul etmekle kadın yapar. Sonra kadın için bu
fedakarlıklar, -Anadolu insanının son yüz yılı dikkate alındığındatarım ve hayvancılıkla uğraşan geniş ailenin sınırlı imkânları
dahilinde, kadının ev işlerinden ve çok amaçlı yaşama alanlarından
hayvanların bakımına, tarım işlerinden çocuk dünyaya getirmeye
kadar birçok zorluklarla beraber devam eder. Türk kadını verdiği
emeklerle Türk aile yapısının ayakta tutucusu ve merkezî
konumundadır. Bu sebeple bir ailenin kurulmasında, büyümesinde
ve devam edebilmesinde kadın, başat roldedir.
Acısı ve sevinciyle sayısız hatıra biriktiren kadının gözünde
ailenin yeri ve anlamı daha derinliklidir. Ömrü boyunca hem fiziksel
hem manevî açıdan yorulan kadının gözünden bakıldığında aile
konusunda diğer bireylere oranla daha fazla bilgi ve duygu olacağı
aşikârdır.
Şiirlerden hareketle elde edilen sonuçlarda ilk dikkati çeken şey,
Türk kadınının evlenme çağına gelince şiddetli bir şekilde kendi
yuvasını kurmak isteğinin ortaya çıkmasıdır. Bu dürtüyle evliliğin
getireceği yükler ve muhtemel kötü durumlar dahi göze alınmaktadır.
Özellikle şair Gülhan’ın “Hasretim” şiirinden hareketle yuva kurmaya
olan özlemin boyutu, bekar kalmayı yaşamak olarak görmeyecek,
hatta ölmeyi isteyecek düzeydedir. Ancak ilginç olan, bu yüksek
düzeydeki arzunun kaynağında bir sevgili olarak eş yoktur. Türk
kadını bir sevgili ile hayat beraberliği için değil, bir yuva kurmak ve
daha da önemlisi çocuk sahibi olmak için evlenmek istemektedir.
Şairlerin aşkı konu eden şiirlerine rastlanmakla birlikte bunlar
evlilikle ilişkilendirilmeyen, klasik diyebileceğimiz içerikte eserlerdir.
Kadının eşini konu ettiği şiirler ise onu gurbete yollama, onun ölümü
ya da ondan şiddet görme veya terk edilme gibi durumları konu alan
şiirler olmaktadır.
İkincisi, kadınların yaşadıkları birbirinden farklı problemlere
rağmen aile fertleriyle kurdukları duygusal bağın yüksek olmasıdır.
Öyle ki özellikle anne olduktan sonra Türk kadını evini, yuvasını
kutsal bir mekân olarak görmekte ve gerek evinden gerekse evin bir
ferdinden ayrı kaldığında, yaşamak istemeyecek kadar hayattan
bıkmaktadır.
Anadolu halk kültüründe bir kız gelin olup evden çıktığında
ailesi onu gittiği eve kurban etmiş sayılır ve bu yüzden eline kına
yakılır. Kız gelinlik giyip evden çıktığında artık kendisini o evin eski
kızı gibi göremez ve gelin gittiği evde büyük zorluklar yaşasa da baba
157
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
evine geri dönmesi anne-babasınca çok uygun karşılanmaz (Kaçarak
ya da rızasız evlendiğinde bu kapı daha çok kapanır). Bunda, kurulan
yuvanın sarsıntılar yaşayacağının muhtemel olmasının, bu sebeple o
zorluklara rağmen bozulmaması için önlem amacı vardır. Bu
düşüncenin yansıması olarak örneğin Amasya ilinin Ziyaret
Kasabasında gelin çıkarma, sabahın ezandan da önceki karanlık
saatlerinde yapılır. Yöre halkı bu gelenekle, kızın evinin yolunu
unutması ve gelin çıktığı baba evine nasıl geri dönüleceğini
öğrenememesinin amaçlandığını söylerler.
Bu kültürel bilginin yansıması olarak şiirlerde kadının evini bir
“vatan”, hatta insanın asıl ait olduğu yer olan “cennet” olarak telakki
etmesini görüyoruz. Yuva ile vatan arasında kurulan bu ilişki, kadının
yuva kurmaktaki en önemli sebebi olan çocuklarını vatan için
doğurduğunu, onları vatana feda edebileceğini düşünmek biçiminde
derinleşir. Burada vatan kaybedilirse yuvaların da yok olacağı
fikrinden başka, bir de vatanın devamlılığının, içerisinde yuvaların
kurulması ve yeni nesillerin devamlılık arz etmesi sayesinde
sağlanacağı şeklinde anlayış vardır (Bunda Türk kültüründeki ateş ve
ocak kültünün etkili olduğunu düşünmekteyiz). Ailenin çocuklar ile
elde ettiği genetik devamlılığı, yine o çocuklarla vatanın hem
korunması hem de sonsuza kadar varlığını devam ettirmesi anlamında
bir teminat olacaktır.
Ancak bu konuda şiirlere yansıyan toplumsal problem olarak,
doğan çocukların erkek değil de kız çocuğu olmasını görmekteyiz.
Tarıma dayalı toplumun gerek kas gücü gerekse büyük aile tipini
gerektirmesinden kaynaklı bu durum, nüfusun şehirlere göçmesiyle
birlikte önemini kaybetmiştir.
Türk kadınının şiirlerde çokça ifade bulan problemlerinden
birisi “gurbet”tir. Şiirlerde “gurbet”, fazlaca konu edilmiştir. Bu,
kadının öncelikle çocukları olmak üzere, eşi, anne-babası ve
kardeşlerine sevgisinin aşırı olmasından kaynaklıdır.
Türk kadını öncelikle insanoğlunun Hz. Âdem’le yasak meyveyi
yiyene kadarki kaldığı cenneti vatanı olarak bilmekte, yasak meyveyle
birlikte dünyaya, gurbete gönderildiğini düşünmektedir. Gelin olup
evinden çıkmasıyla evinden ve anne babasından ayrı kalışını gurbet
olarak nitelendirmemektedir. Ancak yurt dışına gelin gittiğinde
vatanından, şehrinden, köyünden, evinden ve anne babasından
uzakta oluşunu gurbet olarak nitelendirmektedir (Zaten kadının
özellikle yurt dışına gelin olmasının konu edildiği şiirlerde vatanı da
ailesi olarak gördüğünü gözlemliyoruz).
Hastaneye yattığı sürede evinden (yuvasından) ayrı kalışını
gurbet olarak nitelendirmektedir. Ancak bir anne olarak asker ettiği
158
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
oğluna, gelin ettiği kızına olan özlemi en çok acı çektiği gurbet acısı
olarak öne çıkmaktadır. Anne babasını kaybettiğinde ise durumunu
gurbetin ötesinde, vatansız kalmak olarak görmektedir. Gurbet olarak
işlenen durumlardan biri de abla olarak uzağa gitmiş olan
kardeşlerine olan özlemdir. Şiirlerde karşımıza çıkan en acı gurbet
konusu ise yurt dışına gelin gitmiş bir anne iken, çocuklarının
ölümünü yaşamaktır.
Doğurup büyüttüğü çocuklarının yaşlandığında kendisine
bakmamaları, yani hayırsız evlat, acı bir durum olarak iki şiirde konu
edilmiştir. Bu, konunun Türk toplumunda çok rastlanan vahim bir
durum olarak öne çıktığının göstergesidir.
KAYNAKÇA
Altuntaş, Hayrani ve Şahin, Muzaffer, (Haz.) (2011). Ku’an-I Kerim
Meali. Diyanet İşleri Başkanlığı.
Artun, Erman, (2011). Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı. Adana:
Karahan Kitabevi.
Ata Yıldız, Naciye ve Turan, Fatma Ahsen, (2016). Türk Dünyası Âşık
Edebiyatı. Ankara: Gazi Kitabevi.
Banarlı, Nihat Sami, (1997). Resimli Türk Edebiyatı, Cilt 1. Ankara:
Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Başgöz, İlhan, (2014). İzahlı Türk Halk Şiiri Antolojisi, İstanbul: Pan
Yayıncılık.
Çapraz, Erhan, (2019). “Ozanların Âşıktan Babaya Dönüşüm
Serüveni: Âşık Tarzı Şiir Geleneğinin Teşekkülünde Bektaşîliğin
Rolü.” Uluslararası Beşeri Bilimler Ve Eğitim Dergisi (Ijhe), Cilt 5,
Sayı 12, S. 1037-1063.
Çobanoğlu, Özkul, (1999). “Osmanlı Devleti’nde Türk Halk
Kültürünün Değişim ve Dönüşüm Dinamikleri”, Osmanlı, Kültür ve
Sanat, C. 9, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, S. 51-71.
Durbilmez, Bayram, (2016). Âşık Edebiyatı ve Taşpınarlı Halk Şairleri.
Ankara: Akçağ Yayınları.
Günay, Umay, (2008). Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya
Motifi. Ankara: Akçağ Yayınları.
Halıcı, Feyzi, (Haz.) (1992). Âşıklık Geleneği ve Günümüz Halk Şairleri
Güldeste. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
159
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Recep
Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences / Aralık 2021 /
Cilt: 8 / Sayı: 14
Sayfa: 135-160
Karadayı, Osman Nuri, (2017). “Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Tasavvufî
Neş’enin Âşık Tavrına Yansıması”. Karadeniz Teknik Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 43-64.
Kaya, Doğan, (2007). Ansiklopedik Türk Halk Edebiyatı Terimleri
Sözlüğü. Ankara: Akçağ Yayınları.
Kaya, Doğan, (T.Y.). Sivas Halk Şairleri I-Iı-Iıı-Iv, Sivas: Önder
Matbaacılık.
Kaya, T. T. (Ed.) (2010). Sazın ve Sözün Sultanları Yaşayan Halk
Şairleri I-Iı-Iıı-Iv. Ankara: Özbaran Ofset Matbaacılık.
Köksel, Behiye, (2010). 20. Yüzyıl Âşık Şiiri Geleneğinde Kadın Âşıklar.
Ankara: Akçağ Yayınları.
Köktürk, Şahin, (2018, Mayıs). “İslam Öncesi Dönemde Ozanlık
Geleneği” Uluslararası Türk Dünyası Âşıklık Geleneği Çalıştayı’nda
Sunulan Bildiri, Bişkek.
Köprülü, M. Fuad, (1980). Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Ötüken
Yayınları.
Köprülü, M. Fuad, (2012). Edebiyat Araştırmaları I. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Manya, İ. (1983). Halk Şiirinde Ana Sesi Kadın Ozanlar Antolojisi,
İstanbul İnanç Yayınları.
Özarslan, Metin. (2016). “Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneğinde Kadın
Âşıklar Üzerine Bazı Düşünceler”. Tarihi Değiştiren Toplumu
Dönüştüren Kadınlar, Bizim Büro Matbaa, Editör: Alev
Karaduman, Sayfa Sayısı: 260, Bölüm Sayfaları: 167-187.
160