Zafer Toprak, Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji, İstanbul:
Doğan Kitap, 2012.
Önsöz
Cumhuriyet ve Antropoloji Atatürk’ün yaşamının son yirmi yılına
odaklanmış bir entelektüel arkeoloji çalışması. Farklı birikintileri, kalıntıları,
birincil kaynaklardaki kırpıntıları, ikincil kaynaklardaki genellikle göz ardı
edilen ayrıntıları bir araya getiren bir uğraş. İki dünya savaşı arası “karanlık
çağ”ın tarihsel gerçeklerini, dönemin özgünlüğünü göz ardı etmeksizin,
okudukları, yazdıkları ile söylevlerinin yanı sıra, hakkında yazılmış yüzlerce
araştırma ve anı kitabının satır aralarından yola çıkarak seçkin devlet adamı
Atatürk’ün düşünce dünyasına ışık tutmayı amaçlıyor.
Atatürk karizmatik bir kimlik olduğu bilinen bir gerçek. Hakkında
yazılanların önemli bir kısmı övgü kaygısı taşıyan, hamaset yüklü eserlerden
oluşuyor. Akademik çevrelerde ise Cumhuriyet’in egemen söylemi uzun yıllar
eleştirel bir bakış açısını göz ardı ediyor. Öte yandan yazılanların büyük
çoğunluğu Atatürk’ü Türkiye’nin coğrafyasına hapsediyor. Oysa 1914-1945
dünya tarihlinde önemli bir kara delik. Avrupa’nın karanlık çağı. Bunu
görmezden gelerek Cumhuriyet Türkiyesi’nin Tek Parti dönemini ve Atatürk’ü
algılamak ve anlamak olanaksız.
Günlük siyasi ve askeri olayların ötesinde, bu denli karmaşık bir evrede
yılların birikimiyle oluşan entelektüel kimliğin tekdüze bir çizgi izlemeyeceği de
bir başka gerçek. Entelektüel kimlik tortusal öğeler taşısa da zaman zaman köklü
dönüşümlere uğruyor, yaşanan dönem ve ortamın etkileri altında farklı
yönelimler içeriyor. Nitekim bu kitabın amacı Atatürk’ün zihinsel oluşumunda
benzer fay hatlarının izlerini sürmek. 1919 ve 1928 bu kırılma noktalarını
oluşturuyor. İlki siyasal dönüşümün, ikincisi kültür devriminin başlangıcı.
Yaşamının son on yılını Atatürk, Cumhuriyet’in “yeni insan”ını kurgulamaya
hasrediyor.
Tarihçilerin temel kavramsal paradokslarından biri süreklilik ve kesinti
sorunsalı. Türkiye gibi, yakın tarihinde köklü dönüşümler geçiren ülkeler için bu
sorunsal daha bir ön planda yer alıyor. Kimi tarihçimiz pedagojik kaygılarla
işlevsel bir nitelik taşıyan kesintiyi vurguluyor. Kimisi ise evrimci
(evolüsyonist) ya da yayılımcı (difüzyonist) yaklaşımın cazibesine kapılıyor.
Her meslekte olduğu gibi tarihçilikte de mesleki deformasyon var.
Dün ile bugün arasında teleolojik bir bağ kurma çabası tarihçilerin sık
başvurdukları bir yöntem. Türkiye gibi ulus-devlet inşa sürecinde gecikmiş
ülkelerin sosyal ve beşeri bilimleri irdelendiğinde tarihçilik misyonerliğe en
yatkın bilim dalı. “Tarihten ders almak” sözü yaygın bir anlayışı simgeliyor.
Bugünkü olayların “müsebbib”i dünkü olaylar oluyor. Okullarda tarih
1
derslerinde öğretilen “neden-sonuç” ilişkisi bu tür bir teleolojik anlayışın
sonucu. Tüm bu çabaların ardında gizil bir süreklilik beklentisi yatıyor. Oysa
zamandan arınmış işlevsel (fonksiyonalist) yaklaşım pek az tarihçi tarafından
rağbet görüyor. Ya da çoğu tarihçi farklı bilim alanlarında yeterince birikimi
olmadığı için yapısalcı yaklaşımlara uzak duruyor. Vakanüvis geleneğinin
anlatımcılığı ve geleneksel tarihyazıcılık ağır basıyor; yapılar göz ardı ediliyor
ya da arka planda kalıyor. Dünün koşullarından çok, günün beklentileriyle
geçmişe bakılıyor. Öte yandan tarihle dirsek teması olan birçok yazar
epistemolojik kaygılara öncelik veriyor. Günümüz değer normlarıyla geçmiş
algılanmaya çalışılıyor. Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, katılım ve benzeri
kaygılar sanki ezelden ebede var olmuşçasına geçmişe yansıtılıyor. Dünü güncel
normlarla yargılamak işin kolayına kaçmak oluyor.
Teleolojik anlayış biyografik tarih çalışmalarında da hâkim konumda.
Doğduğu muhite, çocukluğuna, gençlik yıllarına, okuluna bakarak, kişinin
sosyal çevresi belirleyici kılınıyor; ana-babası ya da yakın çevresindeki kişilere
gönderme yaparak psiko-tarihe özeniliyor. Bu tür etmenlerin kişiliğin oluşumu,
insan doğası üzerindeki etkileri kuşkusuz yadsınamaz bir gerçek. Ama kimi kez
kuantum dönüşümü oluşturabilecek bir ortamda günlük etmenler kişiyi
başkalaştırabiliyor ve davranış o ortamdaki belki anlık dönüşümler sonucu
ortaya çıkabiliyor. Kimi zaman bu an birkaç hafta, hatta birkaç yıl olabiliyor;
tarihöncesine gidildiğinde binlerce yılı kapsayabiliyor.
Entelektüel açıdan Atatürk’ün yaşamı 1919 öncesi ve sonrası olmak üzere
iki ayrı evreden oluşuyor. 1919 öncesi Mustafa Kemal Osmanlı ordusunun
değerli bir zabiti. Ama “Uzun Cihan Harbi” diye nitelediğimiz 1912-1922
dönemiyle birlikte yeni bir dünya doğuyor ve Atatürk “tabula rasa” bu yeni
dünyada bir siyaset adamı olarak yerini alıyor. Atatürk’e doğum günü
sorulduğunda “Neden 19 Mayıs olmasın?” diyor. Gerçekten 19 Mayıs 1919
metaforik olarak farklı bir kimliğin doğum günü. Zira Atatürk entelektüel
kimliği ile 1919 sonrası farklı bir dünyanın insanı. 1919, zabitken devlet
adamına dönüştüğü tarih. Bundan böyle 1912-1922 “Uzun Cihan Harbi”
Türkiye tarihinde bu tür bir kuantum dönüşümünü simgeliyor.
Cihan Harbi tarihçilere göre iki yüzyılın kırılma noktası. İki dünya savaşı
arası evre tarihin belki de en karanlık on yılları. Tüm 20. yüzyıl 1914 sonrası bu
dönemde gündeme gelen dönüşümlerin sorgulanmasıyla geçiyor. Bu nedenle
1914-1991 “kısa 20. yüzyıl” diye adlandırılıyor. Cumhuriyet Türkiyesi işte bu
tür bir ortamda doğuyor.
Kısaca Cihan Harbi tüm dünya için metaforik bir “Big Bang”. Bu fay
hattı, en derin izlerini Türkiye’de bırakıyor. 18 milyonu barındıran Anadolu on
yıl içinde 5 milyon nüfus yitiriyor. Cihan Harbi Anadolu halkını seferber ediyor
ve 1912-1922 arası on yıllık bir evreyi kapsıyor. Bu aynı zamanda “Millî
2
Mücadele”nin de uzun soluklu bir savaş olduğu anlamına geliyor. Balkan
Harbi’ne eğilmeksizin, Cihan Harbi’ni yaşamaksızın Millî Mücadele’yi
anlamlandırmak zor. 1912-1922 Uzun Cihan Harbi’nin neden olduğu
dönüşümleri tarihsel bağlamda ele almaksızın süreklilik ve kesinti sorunsalına
çözüm getirilmesi olanaksız. Dünyayı değiştiren, 20. yüzyılı tetikleyen Cihan
Harbi kimliklerin oluşumunu da derinden etkiliyor.
Bu kitap tüm bu karmaşık sorunsalların arasından sıyrılarak “entelektüel”
Atatürk’ü, 30’lu yıllarda gerçekleştirdiği bilimsel ve kültürel devrimi
yorumlamaya yönelik bir girişim. Türkiye’de çağdaş bilim ve eğitim ancak
30’lu yıllarda 20. yüzyılı yakalıyor. Süreç antropolojiyle başlıyor. Kısa sürede
dil, tarih, coğrafya, jeoloji, biyoloji başta olmak üzere tüm bilim dallarını
kapsıyor. Eğitimde Türkiye insanı en köklü dönüşümün 30’lu yıllarda yaşıyor.
30’ların ders kitaplarına üstünkörü göz atmak bu kanıya varmak için yeterli.
Antropoloji bir yandan kültür devrimini tetiklerken öte yandan gizil
sürdürülen bir ideolojik savaşta da saf tutuyor. Dolikosefal Arî ırkı yücelten
Nazi antropolojisi brakisefal tezlerle çürütülmeye çalışılıyor. Bu süreç aynı
zamanda Batı’da Türkiye insanı için tortusal önyargıların giderilmesini de
sağlıyor. Antropolojinin yanılgıların panzehiri yine antropoloji oluyor. İşte bu
ortamda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi doğuyor. 18. Uluslararası Antropoloji
ve Tarihöncesi Arkeoloji Kongresi’nin Türkiye’de toplanmasına karar veriliyor.
Türkiye Batı bilim dünyasında artık saygın bir konum elde ediyor. Bu arada
sosyal bilimlerin temelleri 30’lu yıllarda devletin öncülüğünde Ankara’da
atılıyor.
Kitapta yer alan makaleler Atatürk’ün entelektüel kimliğini Batı’daki
gelişmelerle açıklıyor. Atatürk’ün siyasal, toplumsal ve kültürel alanda
gerçekleştirdikleri, Cumhuriyet Türkiyesi insanına yeni bir kimlik arayışı büyük
ölçüde Batı’da oluşan fikir hareketleriyle yönünü buluyor. Bu süreçte ilk durak
Jean-Jacques Rousseau oluyor. Siyasi rejimin omurgasını oluşturacak “ulusal
irade”nin, “ulusal egemenlik” ve “güçler birliği”nin esin kaynağı Rousseau’nun
Toplumsal Sözleşme’si. Montesquieu’nün II. Meşrutiyet’te kristalleşen “somut
birey”, “hürriyet” ve “güçler ayrılığı” ilkeleri Cumhuriyet’le birlikte yerini
Rousseau’nun “soyut birey”, “milli egemenlik” ve “güçler birliği” anlayışına
bırakıyor.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ikinci bir durak Emile Durkheim oluyor.
“Dayanışma”, “sınıfsız toplum” ve “kaynaşmış kitle” Durkheim’ın Büyük Millet
Meclisi tarafından Türkçeye çevriltilen Toplumsal İş Bölümü’nün ana teması.
Durkheim beraberinde Fransız III. Cumhuriyeti’nin düşün çevresini de getiriyor.
Charles Seignobos, Charles Gide, Léon Duguit, Eugène Pierre gibi ünlü
şahsiyetlerin kitapları kısa sürede Türkçeye kazandırılıyor. Bu ilk iki durak 20’li
yılların Türkiyesi’ndeki siyasal ve toplumsal dönüşümleri belirliyor. Ardından
3
30’lu yılların kültür devrimi geliyor. Tarihçi Herbert GeorgeWells, antropolog
Eugène Pittard ve dilbilimci Carl Brockelmann Türkiye’de geleceğe yönelik
temel normları belirliyorlar. Bu kişilerin fikirlerini Atatürk’ün sofrasına Yusuf
Akçura, Şevket Aziz Kansu ve Sadri Maksudi Arsal’dan oluşan üçlü getiriyor.
30’lu yıllarda Atatürk, artık farklı bir “Aydınlanma”ya yöneliyor. Tarihin yerini
arkeoloji, sosyolojinin yerine antropoloji alıyor. Kültür alanında savunma hatları
on binlerce yıl geriye çekiliyor.
Bu kitapta yer alan on sekiz makalenin dokuzunun ilk şekli Toplumsal
Tarih dergisinde yer aldı. Ancak kitap için tekrar gözden geçirildi; ekler
konuldu. Diğer dokuz makale ise kitaba bütünlük kazandırmak için yazıldı. Giriş
niteliğindeki bölüm fizik antropolojiyi okurlara tanıtmaya yönelik bir girişim; bu
alanının monolitik olmadığını kanıtlamak için eklendi. Dersim’i ele alan son
makale ise kızı Şen Sahir Sılan’ın Tarih Vakfı’na bağışı Necmeddin Sahir Sılan
arşivinden hazırlanan altı kitaba yazdığım önsözlerden ve Toplumsal Tarih’te
çıkan iki makalemden derlendi. Bu tür bir makaleyi koymamdaki amaç dönemin
“ırk” sorunsalının “etnik” olmadığını “antropolojik” bir nitelik taşıdığını
kanıtlamak. Diğer bir deyişle “dışlayıcı” olmayan, “kapsayıcı” bir ırk
sorunsalının tüm Tek Parti döneminde egemen olduğunu vurgulamak. Kuramsal
bağlamda Cumhuriyet’i kuran kadrolar için Anadolu halkı ayırım gözetmeksizin
“brakisefal”.
Önsözü bitirirken bu kitabın oluşumuna katkıda bulunan üç kişiye
teşekkür borcumu yerine getirmek isterim. İlk teşekkür beni bu tür bir çalışma
yapmaya özendiren, mensup olduğum üniversiteye maddi ve manevi katkılarını
esirgemeyen yerleşkemizin eski öğrencilerinden Feyyaz Berker’e. Bu kitabın
kurgusunda önemli bir yeri olan Anıtkabir Derneği’nin yayımladığı 24 ciltlik
Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar’a dikkatimi o çekti. Bir diğer teşekkür Toplumsal
Tarih dergisinin genel yayın yönetmeni Ahmet Akşit’e. Aylık bir dergide
yazılarıma sürekli yer ayırarak bu alandaki çalışmalarımı özendirdi. Ve nihayet
kitabın editörü Hülya Balcı makalelerin kitap haline dönüşmesinde ve kitabın
son şeklini almasında uyarılarıyla katkılarını esirgemedi.
ARKA KAPAK YAZISI
Cumhuriyet ve Antropoloji Atatürk’ün yaşamının son yirmi yılına odaklanmış
bir entelektüel arkeoloji çalışması. “Entelektüel” Atatürk’ü, 30’lu yıllarda
gerçekleştirdiği bilimsel ve kültürel devrimi yorumlamaya yönelik bir girişim.
Farklı birikintileri, kalıntıları, birincil kaynaklardaki kırpıntıları, ikincil
kaynaklardaki genellikle göz ardı edilen ayrıntıları bir araya getiren bir uğraş.
İki dünya savaşı arası “karanlık çağ”ın tarihsel gerçeklerini, dönemin
özgünlüğünü göz ardı etmeksizin, okudukları, yazdıkları ile söylevlerinin yanı
4
sıra, hakkında yazılmış yüzlerce araştırma ve anı kitabının satır aralarından yola
çıkarak seçkin devlet adamı Atatürk’ün düşünce dünyasına ışık tutmayı
amaçlıyor. Türkiye’deki çağdaş bilim ve eğitimin ancak 30’lu yıllarda
antropolojiyle başladığını; kısa sürede dil, tarih, coğrafya, jeoloji, biyoloji başta
olmak üzere tüm bilim dallarını kapsadığını ortaya koyuyor.
___________________________________
5