Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Siyasi Düşünce Tarihi

SİYASAL DÜŞÜNCE TARİHİ JEAN TOIUIHARD [ Histoire des Ideas Politiques ] Çeviren: Prof. Dr. Esat Çam YUNAN DÜŞÜNCESİ Yunan siyasi düşüncesi açık-seçik biçimde ancak M.Ö. VI. Yüzyıl'da oluşmaya başlamıştır. Daha önceleri, ortaya çıkan eserler yazınsal türde idiler. Yunan düşüncesini iyi kavrayabilmek için, içinde oluştuğu çevreyi bilmek zorunlu olmaktadır. ÇEVRE Çevrenin en başta gelen üç öğesi: site, kölelik kurumu ve yasalardır. 1. SİTE: Yunan uygarlığında site kentle eş anlamda düşünülmemelidir. Site, o çağlarda bugünkü Ulus-devlet kavramını andırır bir siyasal bütündü ve bugünkü Ulus-devletin yerine getirdiği siyasal işlevleri gerçekleştiriyordu. Site, merkezinde kentin bulunduğu bir siyasal birim idi. Bu bütün, bir yada daha çok sayıda kent ve çevresindeki topraklardan oluşuyordu. Site toplumsal ve siyasal tamlaşmanın kendi içinde oluştuğu siyasal bir gerçekti. Denebilir ki, Yunan uygarlığının en belirgin öğesini siteler oluşturmaktadır. Yunanlılar gittikleri her yere site örneğini taşımışlardır. Bu açıdan, Yunan genişlemesinde "emperyalist" bir yayılmadan söz etmek güçtür. Genişleme sürecinde, yayılma yeni sitelerin kurulması anlamını taşıyordu. Yeni siteler bağımlı değillerdi. Yalnızca daha önce kurulan siteler çizgisinde, bir uzantı, yeni birer siyasal bütün olarak ortaya çıkıyorlardı. Site, kent olmanın ötesinde, bir siyasal tamlaşma ve bütünleşme işlevini yerine getirdiğinden, sitelerde yaşayanlar, herşeyden önce kendilerini bu sitenin bir parçası, öğesi olarak düşünüyorlardı. Yunanlı bir "vatandaş" idi ve vatanı ise siteydi. Sitenin bir siyasal tamlaşma ve bütünleşme merkezi olmasını kanıtlayan bir başka durum da sitelerde yaşayanlar ile site arasındaki ilişkilerde görülmektedir. Bu ilişkiler kutsal kökenliydi. Sitenin Tanrıları hem sitenin koruyucuları, hem de ideal vatandaş örnekleri idiler. Aynı açıdan, dini bayramlar birer site bayramı, ulusal bayram olma işlevini yerine getiriyorlardı. Siteli, siteyle bütünleşmesini bu bayramlar aracılığıyla, bayramlara katılarak gerçekleştiriyordu. Yunan uygarlığının bu kadar önemli bir öğesi olan sitelere Yunanlılar büyük önem vermekteydiler. Mimari ve estatik açıdan kentler güzelleştiriliyorlar; düşünürler ise sitenin yönetim biçiminin mükemmelleştirilmesine olanak sağlamak için çalışmalarına sitenin yönetim biçimini konu ediniyorlardı. 2. KÖLELİK KURUMU: Kölelik kurumu, Yunan yaşantısında siyasi bir konu haline dönüşmemiş, siyasi planda eleştirilmemiştir. Kölelik, siyasete konu oluşturmayacak bir biçimde, "doğal bir olay" olarak Yunan düşüncesinde ortaya çıkmıştır. Siyaset düzeyinde savsanan, görülmeyen bu konu, yönetsel açıdan incelenmekteydi. Örneğin Platon, "Yasalar" eserinde kölelerin başkaldırmasına nasıl engel olunabileceği konusunu inceliyor, değişik dili konuşan kölelerin kullanılmasını öneriyordu. Aristo için de, köleler birer canlı araç olarak belirleniyordu. Aristo'ya göre bu konuda önemli öğe, doğuştu. Doğarken kimi emir vermek, kimi de emirleri yerine getirmek durumuna sahip oluyordu. Kölelik, insanların değiştiremiyecekleri bir veri oluşturduğundan, düşünürler bu kurumun işlerliğini konu ediniyorlar, sorunun kökenine inmiyorlardı. Kölenin bir takım haklara sahip olmamasının olağan karşılandığı bu uygarlıkta, kölelik kurumuna bu açıdan yaklaşmanın doğrudan bir sonucu, köle olmayanların hakları konusunda gösterilen büyük titizlik olmaktaydı. Madem ki insanlar köle olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılıyordu ve köle olanların hiçbir hakkı yoktu, o zaman bu hakların tümüne, durumu ne olursa olsun, bütün köle olmayanlar sahip olabilmekteydi. Köle olmayanların tümünün haklara sahip olması inancı, demokrasi konusunda Yunan düşüncesinin gösterdiği titizliği açıklamaktadır. Vatandaş, bir site öğesi olarak bütün olanaklardan yararlanmalıydı ve bu inanç sonucu ortaya bütün sitelerin katıldığı canlı bir siyasal yaşam çıkıyordu. 3. YASALAR: VII. Yüzyıl'dan beri, sitelerin bir çoğunda, yapısında krallık sisteminin iz bıraktığı oligarşik yönetim biçimleri egemendi ve bunların çoğu bunalım içinde bulunmaktaydı. Toprak aristokrasisi giderek önemini kaybediyor, kentin ticaret burjuvazisi yükseliyordu. Bunalıma engel olmak için Isparta, ekonomik ve toplumsal gelişmeyi durdurma ve değişimi engelleme yolunu seçmişti. Katı bir yönetim biçimi, zamanın akışını, bunalıma girmeyi önlemeliydi. Bu durum sonucu, siyasal düşüncenin gelişimi Isparta'da durmuştur. Öteki sitelerde ise, aynı dönemlerde Yunan siyasal düşüncesi büyük bir gelişme göstermekteydi. Yunan siyasal düşüncesinin temel iki öğesi, bu dönemde, yasa ve toplumsal düzen olmaktadır. Bu konularda, siyasetçiler ve düşünürler, benzer ilkelerden esinlenmişlerdir. Hemen hepsi, siyasal seçimleri ne olursa olsun, düzenin yasalara dayalı olmasını savunmuşlardır. Sağlıklı bir siyasal yaşamın temel kuralının yasalara saygı olduğu konusunda bu dönemde siyasetçiler ve düşünürler ilke birliği içine girmişlerdir. Yazılı yasalara inanç ve bu yasalara herkesin uymasının gerekli olduğu kanısı yaygınlaştıkça yasa egemenliği dönemine girilmiştir. Yasanın meşruluğunu kabul ettirmek, yasasız bir ortamdan, düzenli bir ortama geçişi belirtmiştir. Yasaların egemen olmasıyla yasanın coğrafi merkezi olan site, tamlaşmak, bütünleşmek yolunda daha ileri bir aşamaya ulaşmıştır. Yunanlılar, yasaların egemen olmasından gurur duyuyorlar ve Yunan uygarlığını barbar ülkeler sistemlerinden ayıran ayrıcalığın yasaların egemenliği olduğunu savunuyorlardı. Yunanlıya göre, Yunanda, kişi, yasalara uyuyordu. Öteki ülkelerde ise, siyasal bağlılık bir kişiye yönelikti. Daha sonraları Aristo, yasalar dışında düzen yoktur diyecekti. Bu genel çerçeve içinde, Yunan düşünürleri, siyasal yönetim biçimlerini üçlü bir sınıflamaya tabii tutmuşlardır. Bunlar: Monarşi, Oligarşi ve Demokrasidir. Her üç yönetim biçiminin de olağan işleme durumları, bir de bozulma durumları vardır. ATİNA'DA SİYASAL DÜŞÜNCELER: Atina, siyasal düşüncenin merkezi durumuna; yönetim biçiminde demokratikleştikçe ulaşmıştır. Atina'nın demokratik yönetim biçimi, kendi yapısı içinde siyasal düşünürlerin çıkmasına olanak sağladığı gibi, öteki yerlerden de düşünürlerin bu kente yerleşmesine olanak sağlamıştır. Bu dönemde Atina'da gelişen siyasal düşüncenin en önemli öğeleri: demokrasi, eşitlik, özgürlük, ve yasalardı. DEMOKRASİ: Demokrasi, V. Yüzyıl'da Atina siyasal yönetim biçimine verilen addır. Çok genel olarak demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesi olarak tanımlanıyordu, ancak gerçek anlamı, öteki yönetim biçimleriyle karşılaştırılınca ortaya çıkıyordu. Demokrasi, bu tanımlamaya göre, tiranlık ve oligarşinin zıt biçimidir. A] Siyasal Eşitlik: Siyasal eşitlik, demokrasi taraftarlarının ilk planda ileri sürdükleri kavramdı. Bir ülkenin demokratik olabilmesinin ilk koşulu, yasalar önünde kişilerin eşit olması, yönetime eşit katılma idi. Eşitlik olgusu üzerinde bu kadar israrla durulmasının nedeni, halk kesimlerinin oligarşik bir gelişimle Meclislere katılmasının engellenmesi tasasıydı. Aynı şekilde tiranlık, siyasal iktidara katılma durumunu engelleyebilirdi. Demokrasi, iktidara eşit katılma ilkesini benimsemiştir. B] Toplumsal Eşitlik: Toplumsal dengesizlikler site yönetim biçimleri üzerinde yıpratıcı bir etki yapmaktaydı. Siyasal çatışmanın çoğalmaması için, demokrasi yönetim biçimini benimsemiş ticaret burjuvazisi, toplumsal dengesizlikleri azaltmak amacını güdüyordu. Devlet giderlerinden geniş kesimleri yararlandırmak yoluyla da siyasal haklardan yararlanabilecek kişilerin sayılarının artmasına çalışılıyordu. Vergilerin gelirle orantılı olması durumuna gelince: burada herhangi bir eşitlik tasasını aramamak gerekir. Atina düşüncesine göre, daha varsıl, site bütçesine daha büyük oranda katkıda bulunmalıdır. C] Halk Hükümeti: Egemenlik eşit biçimde toplumda dağılmamıştır fakat her kişi bu egemenliğe katılmalıydı. Perikles döneminin ideali, her kişinin ya emir vermek ya da emre uymak yoluyla site işlerine karışması olarak ortaya çıkıyordu. Egemenlik sınırsız biçimde tanımlanmaktaydı ve Kurumu sürekli toplanan kent Meclisiydi. Meclisin elinde yasal iktidar bulunmaktadır. Halkla yönetim arasında aracı kurumlar kabul edilmemektedir. Yürütme, görevlerinin paylaşıldığı ve sık sık el değiştirdiği bir kurumsal çerçeve içinde düşünülmektedir. Eğer bazı kişiler gereğinden fazla önem kazanıyorsa bunun önüne geçilmelidir. Yönetim biçiminin tek kişinin egemenliğine geçmesi istenmemektedir. Yönetime getirilen kişilerin atanması kura yöntemi ile yapılmaktadır. Bu yöntem sayesinde iktidara, doğuş, varsıllık, askeri başarı ile sahip olabilme olanakları engellenmiş olmaktadır. İktidara, bir kişinin, bir zümrenin ve hatta bir çoğunluğun egemen olması istenmemektedir. Demokratlara göre, demokrasi halktadır ve bu hak ondan alınamaz. Bu doğrudan demokrasi örneğinde, görüldüğü üzere, seçim düzeneğine yer kalmamaktadır. İktidarın yetenekli ellerde toplanmasını ileri sürenler seçim düzeneğine bağlı kalmışlar, soruna aristokratik bir çizgide, seçkinci bir yaklaşımla eğilmişlerdi. Atina demokrasisinde ise genel olarak bu seçkinci eğilim kabul edilmemekteydi ve denebilir ki Atina demokrasisi, aşrılığının kurbanı olarak işlerliğini kaybetmekteydi. Kontrol organlarının yönetim organlarına kesin olarak egemen olması bu duruma yol açmıştır. Gene aynı açıdan, kuralları koyucu ve sürdürücü Anayasa da etkili olamıyordu, çünkü yasalar üzerinde egemenlik sürekli olarak yasal gücü elinde bulunduran Meclis'te toplanmış bulunuyordu. ÖZGÜRLÜK: Yunan düşüncesinde özgürlüğün anlamı, yasalara bağımlı olmak ve yasalar önünde eşit olmak olarak belirlenmektedir. Yasalara bağımlı olmak, fakat kişi egemenliğine girmemek özgürlüğün sınırlarını çizmektedir. Site, bu özgürlükçü çerçeveyi kurmakta; kişinin kişi, zümre veya özel ayrıcalıklara bağımlı olmasını engellemektedir. Yani yasa kişiyi, kurtarmakta, onu özgürlüğüne kavuşturmakta, fakat kişiyede aynı zamanda egemen olmaktadır. Yunanlı için özgürlük, bilinçli olarak yasa egemenliğine giriştir. Yasa bir düzeni belirtmektedir. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, yasaların kapsamı Atina ve Isparta'da çok değişik idi. Isparta'da kişinin özel yaşamını bile yasalar belirliyordu. Atina'da ise, kişinin özgür olmasına, dilediği gibi yaşamasına büyük önem verilmekteydi. Yani Atina'da özgürlüğün bir ikinci tamamlayıcı anlamı vardı. Birinci anlamda, özgürlük yasa egemenliğine bilinçli biçimde, dileyerek bağımlı olmak, ikinci anlamda genel kuralların yasalar tarafından çizildiği bir çerçeve içinde, herkesin yaşamını dilediği biçimde özgür olarak belirlemesiydi. Kişi hak ve özgürlüklerinin bu temel öğesinin ortaya çıkışı bu çerçevede belirlenmiştir. YASALAR: Yasaların egemenliği konusunda Yunan sitelerinin çoğunun bir davranış çizgisinde olduklarını belirtmek gerekmektedir. Site'de yürütme gücünün zayıfladığı, geçici olarak sınırlı gruplara verildiği, fakat gerçekte bütün yetkilerin halkın oluşturduğu Meclislerde korunmaya alındığı anımsanınca yasanın önemi daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır: gerçek egemenlik yasanındır ve kişilerin yasalara uyması istenmektedir. DEMOKRATİK DÜŞÜNCELERİN ELEŞTİRİLMESİ: Yukarıda tanımlanan demokratik yönetim biçimi daha çok tüccarların, gemi sahiplerinin ve kentlilerin çıkarlarına uygun düşmekteydi. Bu açıdan demokratik yönetim biçimi oligarşik çizgideki asiller ve kırsal bölgelerin toprak sahipleri tarafından eleştirilmiştir. Bu tür eleştirilere örneğin Aristofan'da rastlanıyor. Aristofan, demokratik yönetim biçiminin geleneksel Atinalı üzerinde olumsuz etki yaptığını savunmaktadır. Daha önceleri güçlü, sporcu. savaşcı sakin Atinalı, demokrasi düşünceleri sonucu bu özelliklerini kaybetmekte, giderek konuşmaya, gevezeliğe, düşünmeye daha önem veren çıkarcı bir kişi olmaktadır. İsokrat halkın egemenliğe tüm olarak sahip olmasına karşı değildir, fakat yönetim, kura ile değil seçimle atanacak kişilere verilmeli ve bu kişiler halkın hizmetinde olmalıdırlar. İsokrat, görüldüğü üzere demokrasi düşünceleriyle eşrafın, bilgili kişilerin iktidar olabilecekleri bir sistemi bağdaştırmaya çalışıyor. MONARŞİ YANLISI DÜŞÜNCELER: Monarşi yanlısı düşünceler yukarıda anlatılan düşüncelerden çok değişiktir. Örneğin, Xenophon'a göre, demokrasi bölünmelere, disiplinsizliğe, yeteneksizliğe yol açan bir sistemdir. Xenophon basitliği, Isparta yönetim biçiminin sadeliğini örnek almaktadır. Isparta'nın aristokrat yapılı askeri yönetim biçiminin ticaret ve sanayiye önem vermemesi, gelenek ve disiplinlere bağlı kişilere çekici gelmekteydi. Fakat, bu tanımlarda çok kez gerçek Isparta yönetim biçimi bir yana bırakılıyor, ideal ve soyut bir yönetim biçiminin tanımlaması yapılıyor ve demokrasi eleştirilirken bu örneğe gönderme yapılıyordu. Önemli olan nokta, demokrasinin giderek Yunan sitesinde disiplinli bir yönetim biçimi arzusu yaratmış olmasıdır. Monarşi ve tiranlığa karşı olan Yunanlı demokrasinin aşrılıklarına yanıt arıyordu. Doğrudan demokrasinin eleştirildiği bu ortamda aranan kişi bir tiran değildi. Düşünürlerin amacı yetenekli kişilerin yetiştirilmesi ve iktidara getirilmesi olarak belirleniyordu. Kişi iktidarı düşüncesi giderek güçleniyor ve durum siyasal düşüncede etkin olmaya başlıyordu. Fakat aranan yönetim biçimi, IV. Yüzyıl'da artık klasik bir monarşik yönetim biçimi değildi. İdeal kral, halkın gönüllü kabulü ile siteyi bir Anayasa'ya dayanarak yönetecek kişi olarak ortaya çıkıyordu. Bu kral örneği geleneksel tirandan çok farklıydı. Tiran, toplumun olurunu almadan, hiçbir yasaya dayanmadan halka egemen olan bir yönetici olarak tanımlanıyor ve monarşi taraftarlarınca benimseniyordu. Bu sayede demokrasi düşüncelerinin eleştirilmesi mümkün oluyor, krallık yönetim biçimi örneği Anayasal bir çerçeve içinde gelişme gösterebiliyordu. Xenophon, siyasal yönetim biçimleri içinde şef ve hükümdarlık ilkesine büyük önem vermektedir. Şef ne yapılması gerektiğini bilen ve emredebilen kişidir. Bir gemi ya da askeri kıta gibi devlet için de bir şef gereklidir. Fakat şef aydınlık düşünceli bir kişi olmalıdır. Xenophon, bu düşüncelerini gerçekleştirirken Pers İmparatorluğu'nu düşünüyordu. Kısa sürede etkisini göstermeyen bu düşünceler daha sonraları, İskender döneminde büyük adam-kral ideolojisinin gelişmesine olanak sağlayacaktır. Yunan uygarlığının bu genel tanımlaması, Platon ve Aristo'yu inceleme ve anlama olanağı vermektedir. PLATON'UN SİYASAL DÜŞÜNCELERİ: Platon, (M.Ö. 428-347) Batı siyasal düşüncesinin öncülerinden biridir. Aristokrat kökenli bir düşünür olan Platon kendisine en yakın yönetim biçimi olarak Isparta tipi aristokrat bir yönetim biçimini düşünüyordu. Fakat olaylar onu giderek siyasetten uzaklaştırmış, felsefeye yöneltmiştir. Felsefeye önem veren aydınlık düşünceli bir kral Atina'da siyasete egemen olmayınca Platon günlük siyasal olayların ötesinde, felsefi planda yönetim biçimleri konusunda çalışmalar yapmaya başlamıştır. "Cumhuriyet" adlı yapıtında ideal bir devlet tipi yaratır. Daha sonraki yapıtının adı "Yasalar"dır ve yine düş gücü birinci planda kalmaktadır. CUMHURİYET: Bu yapıt Platon düşüncesinin en ileri noktasını belgelemektedir. Varolan hiç bir yönetim biçimi Platon'u tam olarak doyurmaz. Öteki düşünürler halka yol göstericilik işlevini yerine getirmemektedirler. Bunlar, davranışları konu edinmekte ve varolan durumları oldukları gibi kabul etmektedirler. Yaptıkları gözlemleri, Platon bilimsel bir çalışma olarak kabul etmiyor. Felsefenin birinci amacı, Platon'a göre gerçeğin, doğrunun araştırılması, ahlak ve siyasetin belirlenmesi olmalıdır. Günlük değişim ve gelişmenin, deneyciliğin (ampirizm) gölgeleyemeyeceği bir biçimde çizgisini bulabilmek, sonsuz, değişmez değerlere göre durumları yargılıyabilmek, değişmez genel değerleri belirleyebilmek, Platon'un bilimsel çalışma alanını oluşturuyor. Siyaset bilimi, bu anlayışa göre değişmez ideal yasaları bulabilmelidir. Platon'a göre siyaset bilimi ile felsefe içiçe olmalı, birbirinden ayrılmamalıdır. Siyaset biliminin bilimselliğinin önde gelen koşulu, Platon'a göre felsefe ile bütünleşmesidir. Kaçınılması gereken en önemli özellik siyaset bilimi incelemelerinde felsefeye kapalı olmak, olayları deneysel çerçeveleri ile sınırlamaktır. Deneysel araştırma Platon'u ilgilendirmemektedir. Daha geniş bir biçimde, varolan hiçbir yönetim biçiminin Platon'u ilgilendirmediğini söylemek gerekiyor. Platon ideal yasalar bulmak, bunları, sonsuz değişmez değerlere bağlamak eğilimindedir. Atina demokrasisini ve Isparta yönetim biçimini artık bir ideal olarak kabul etmemektedir. Bulunması gereken nokta tam ve değiştirilemez bir yönetim biçiminin ortaya çıkabilme koşullarının saptanması oluyor. "Cumhuriyet"te saptanan bu çerçeve içinde, konunun odak noktasını adalet oluşturuyor. Adalet, hem kişi, hem toplum düzeyinde düşünülmektedir. Adaletin odak noktası olması durumu sonucu, yarar, çıkar gibi öteki kavramlar önemlerini yitirmektedirler. Platon'a göre bir sitenin büyüklüğünü, onun ekonomik ve askeri gücünde aramak gerekir. Sitenin büyüklüğü onun adalet kavramına verdiği önemdedir. Adalet kavramının varlığını ölçmenin yolu da iyi ve doğrunun toplumsal davranış düzeyinde algılanması olmaktadır. Platon'a göre siyasetin bilimsellik aşamasına ulaşması, varolan nesnel durumların saptanmasıyla olmaz. Platon'cu siyaset bilimi anlayışında kuramsal kavramların normlar düzeyinde değerlere bağlanması önemlidir. Ve açılan bu yol, çağlar boyunca siyasal düşünceleri etkileyecek, pek çok akımın öncüsü olacaktır. Platon düşüncesinde bir diğer önemli öğe de, zaman olmaktadır. Platon, ideal yönetim biçimini, zamanın dışında değişmez, sonsuz bir kuramsal çerçevede kurduğu için, somut olarak yönetim biçimlerinin gelişmelerini olumsuz bir gözle incelemektedir. Yönetim biçimleri değişmekte fakat ideal türe yaklaşamamaktadır. Platon'un yönetim biçimlerinin değişimi konusunda karamsar olduğunu belirtmek gerekmektedir. Platon bu açıdan zaman öğesine karşı çıkmakta, kurama doğru gidildikçe bu karamsarlığı azalmakta, somuta döndükçe çoğalmaktadır. Zaman öğesini inceleme konusu yaptığında, Platon başlangıç noktasına, en iyi yönetim biçimi olarak aristokrasiyi koyuyor. Zaman geçtikçe aristokratik yönetim biçimi bozulacak, yerini başka yönetim biçimlerine bırakacaktır. Aristokrasiden başlayarak ortaya çıkan yönetim biçimleri: oligarşi, demokrasi ve tiranlıktır. Yönetim biçimlerinin ardıl olarak ortaya çıkması bir rastlantı değil, belirlenimcilik (determinizm) sonucudur. Zaman içinde aristokrasi oligarşiye dönüşüyor ve iktidar sınırlı sayıda hırslı, ün peşindeki kişilerin eline geçiyor. Toplumsal bir tepki sonucu oligarşi, yerini demokrasiye bırakıyor. Demokrasi de Platon'a göre ideal bir yönetim biçimi değildir, bir Anayasalar sergisidir. Çoğunluğun iktidar olması yeteneklilerin iktidara gelmesini olanaksız kılmaktadır. Aşrı özgürlüğe tepki aşrı tutsaklıktır. Yani zamanla demokrasi yerini tiranlığa bırakıyor. Tirana tepki olanaksızdır, fakat bu yönetim biçimi kendi gücünün tutsağı olacak, dengesi giderek bozulacaktır. Görüldüğü gibi, Platon bu sınıflamasında varolan Yunan siyasal yönetim biçimlerinden yararlanmaktadır. Fakat, zaman öğesini incelerken tarihsel gelişime bağlı kalmamaktadır. Bir yönetim biçiminden zorunlu olarak bir diğer yönetim biçimine geçilme noktasından hareket ederek mekanik bir sistem kurmakta tarihsel gerçekleri zorlamakta, değiştirmekte, tarihi kendi kuramsal düşüncesine alet etmektedir. Platon'un bu sınıflamasında tarihte görüldüğü üzere aşırı bir belirlenimci açıdan yaklaşılmakta, parça parça gözlemler, akılcı bir sıralamaya tutulmakta, ortaya mantıksal bir değişim örneği çıkarılmaktadır. Tarihsel izlenimi veren bu çerçeve felsefi bir değerlendirmeden öteye gitmemektedir. Yönetim biçimleri, ardıl birbirlerini izlerken, zaman, tarih değil, iyi ve kötü, doğru ve yanlış değişkenlerine göre biçimlenmektedir. Platon, böylece karamsar sonuca, tarihi gözleyerek değil, felsefi açıdan ulaşmaktadır. Yani, ona göre doğru yönetim biçimi tarihsel zaman akışı sonucunda ortaya çıkmaktadır. İdealizm ve gerçek, felsefi düzeyde erişilen değerler olarak kalmaktadır. Kişi düzeyinde Platon'un soruna yaklaşım açısı benzer yöntemle yapılıyor. Platon'a göre kişi, aynı zamanda mantık, yüksek tutkular ve basit duyguların bir karışımından oluşur. Bu ögelerin oranı kişide değişik olabileceğine göre, ideal bir site kurmak sorunu ile bu siteyi ideal kişilerle doldurmak bir yerde aynı şey olmaktadır. Platon, Siteyi Dolduracak Kişileri Üç Sınıfta Toplamaktadır: Şefler, savaşcılar ve çalışanlar. Bunların tümü siteyi oluşturacaklarından tamamlayıcı işlevleri yerine getirmektedirler. Her üç sınıf kişilerinin oluşumunda, sitenin ideal'e yaklaşması için, kişiler mantık ve yüksek tutkuların egemen olduğu bir çerçevede var olmalıdırlar. Platon'un site örneği aynı zamanda hiyerarşik ve bütünleşmiş bir görünüm veriyor. Site hiyerarşik fakat bölünme yok. Gruplar birbirleriyle uyuşmakta, tamamlayıcı olmaktadırlar. Yunan kentlerinde var olan kargaşalığı benimsemeyen Platon, ideal site örneğinde hiyerarşiyi korurken, bu tamamlayıcılık öğesine büyük önem veriyor. Doğru yönetim biçimi, iyi duyguların egemen olduğu kişilerin değişik fakat uyuşum içindeki grupların oluşturduğu bir sistem yardımıyla gerçekleşecektir. Platon'un ideal site örneğinde aristokrat kökeni ortaya çıkmaktadır. Kişiler doğuştan eşit değillerdir. Bu açıdan hiyerarşi gereklidir. Fakat bu hiyerarşik durum, site bütünlüğüne bir engel oluşturmaktadır. Tam tersine, farklılaşma yardımıyla, işlevsel bütünlük var olabilmektedir. Önemli olan, bu işlevsel bütünlüğün, mantığın egemen olduğu, doğru ve adil bir site idealine yönelme durumudur. Bu adil işlevsel bütünlük, mantıksal bir çerçevede belirleniyor. Tarihsel somut çerçeveye her dönüşte işlevsel bütünlüğün bozulduğu görülüyor. Platon düzeni, herşeyden önce, felsefi planda varolan bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. Platon sistematik olarak tarihi, mantık ve felsefeye çekmektedir. Platon görüldüğü gibi, siyasal planda seçkinci bir görüşle ortaya çıkmaktadır. Bu düzende seçkinler, kişisel yetenekle kendilerini kabul ettirmektedirler. Eğitim, yönetici seçkinlerin oluşturulmasında, Platon'a göre son derece özenle, devlet tarafından sağlanmalıdır. Platon'un siyaset bilimine katkısı nedir sorunu ortaya çıkınca, bilinmesi gereken durum, Platon'un siyasal bilimini basit bir deneyciliğin ötesine götürebilmiş olmasıdır denebilir. Fakat bu açı, siyaset biliminin, Platon'cu görüşte, kendisine özgü gözlenebilir bir konu edinmesine de olanak sağlamamıştır. Felsefenin egemenliği sonucu, siyaset biliminin gözlenebilir konusu ortadan kalkmış, siyaset bilimi açısından güçlükler belirmiştir. ARİSTO: Platon'un matematiğe önem vermesine karşın, Aristo'nun ilgisi, gözlemlere dayalı biyolojiye gitmektedir. Aristo herşeyden önce gözlemci bir siyaset bilimcisi olarak tanımlanabilir. Aristo, (M.Ö. 384-322) Platon gibi Yunan sitesinin bozulması endişesinden hareket ediyordu. Ancak sorunu ortaya koyuş, yaklaşım açısı Platon'unkinden tamamen değişiktir. Aristo'ya göre, kişinin temel özelliği topluluk içinde yaşamasıdır. Aile, oymak, (aşiret) kent, kişinin ait olduğu toplulukları belirlemektedir. Bu toplulukları ortaya çıkaran ise uygarlık olmuştur. Uygarlığın en ileri aşaması ise sitedir. Sitenin birinci özelliği ise Anayasa olmaktadır. Bu durum o kadar önemlidir ki, yasaların değişmesi halinde sitenin aynı kalıp kalmadığı sorun oluşturmaktadır. Aristo, sitelerle, sitenin yasalarını büyük ölçüde özdeşleştirmektedir. Görüldüğü üzere Aristo büyük bir site savunucusudur. Felsefi açıdan Aristo, IV. Yüzyıl düşünürlerinin çoğu ile çatışma halindedir. Bu düşünürler, site siyasal yaşamının insanı bozduğu kanısını savunuyorlar, site öncesi "doğal" yaşamın üstün olduğunu ileri sürüyorlardı. Aristo'ya göre ise, gerçek durum bunun tam tersidir. Yalnız önemli olan sitenin büyüklüğüdür. Bu nedenle Aristo, ideal sitenin boyutlarının ne olması konusunda çalışmalar yapmaktaydı. YÖNTEM: Aristo site siyasal yaşamlarının bir siteden ötekine büyük değişiklikler gösterdiğine inanıyordu. Önemli olan gözlemler yoluyla bu değişiklikleri saptayabilmeydi. Böylece, sitelerin siyasal yaşamlarının sınıflamasına gidilebilirdi. Aristo bu amaçla öğrencilerinden çeşitli Yunan sitelerinin siyasal yapılarını incelemelerini istemiş, onlarında yardımıyla 158 sitenin Anayasa ve yasalarını gözlem altına alınmıştır. Bu çalışmalar yapılırken yöntem açısından tutulan yolun özelliğini belirtmek gerekir. İncelemelerde gözlem birinci planda önem taşımıştır. Değer yargıları, bir yana bırakılmış, siyasal yapılar oldukları gibi tanımlanmak istenmiştir. Gözlemlerde toplu bir inceleme düzeyinde de kalınmamış, detaylara inilmiştir. Site siyasal yaşamlarının ve yapılarının tanımlanmasında, yapının öğeleri inceleme konusu edilirken, bu öğelerin hangilerinin siyasal yaşamı koruyucu hangi öğelerin ise dengeyi bozucu işlevleri yerine getirdiği anlaşılmak istenmiştir. Bu düzeyde, iyi yönetim biçimleri derinlemesine çözümlenmek (analiz) istenmiş, iyi ve bozuk yönetim biçimlerinin aralarındaki yapısal farklar belirtilmiştir. Aristo bu çalışmaları yaparken güttüğü amaç, kendiliğinden şu şekilde ortaya çıkıyordu: hangi yasalar, neden öteki site yasalarından üstündür, bu siyasal yapıda güçler nasıl dağılmıştır ve siyasal yapılar hangi ahlaksal ve meşru temellere dayanmaktadır? Araştırmanın konuyu bilimsel gözlem çerçevesinde gerçekleştirilmesi Aristo yönteminin özelliğini oluşturur. Bu amaçla tarihi eserler, coğrafi gözlemler, yasal çalışmalar incelenmiş ve hatta Atina'ya diğer sitelerden gelen yolculara sorular sorulmuş, anket yoluna gidilmiştir. Yani, Aristo'nun yöntemi Platon'un tam karşıtı olarak ortaya çıkmaktadır. Platon somut gerçekleri bir yana bırakmakta, bir "masa çalışması" yapmakta, yönteminde gözlem, yerini mantıksal ve felsefi düşünceye bırakmaktaydı. Çağdaş siyaset bilimi açısından Platon'un yönteminin Aristo'nun yöntemine göre daha az bilimsel olduğunu belirtmek gerekiyor. Fakat son çözümlemede, Aristo'nun da bilimsellikten uzaklaştığını görmek olasıdır. "Siyaset" adlı ünlü eserinde Aristo, yönetim biçimlerini gözlem altında tuttuktan sonra, Platon gibi, en ideal yönetim biçiminin ne olduğu konusuna ilgi duyma, burada gözlem yerini değer yargılarına bırakmıştır. Aristo, bu aşamada en iyi yönetim biçiminin ne olması gerktiğiyle ilgilenmekteydi. ARİSTO'NUN YÖNETİM BİÇİMİ SINIFLAMASI: Aristo, siyasal yönetim biçimleri sınıflamasında, kendisinden önceki düşünürler gibi üç çeşit yönetim biçimi ayrımına başvurmaktadır. Bu ayrımın yapılabilmesi için yönetici sayısı temel alınmaktadır. Bu yönetim biçimleri sırasıyla monarşi, aristokrasi ve demokrasidir. Aristo, Anayasal ve yapısal açıdan bu sınıflamasını gerçekleştirdikten sonra, bu yönetim biçimlerinin somut olarak nasıl işlediği konusuna eğilmektedir. Burada da ayırım iyi yönetim biçimleriyle, bu yönetim biçimlerinin bozulma durumları arasında yapılmaktadır. Ayırıcı öğeyi, bu düzeyde, yönetici-yönetilenler ilişkisi oluşturuyor. İyi yönetim biçimleri, yönetilenlerin çıkarlarının korunduğu yönetim biçimleridir. Yönetilenlerin çıkarları gözetilmediği zaman, monarşi tiranlık şeklini almaktadır. Tiranlık, monarşinin bozulmuş biçimini yansıtmaktadır. Aynı şekilde, aristokratik yönetim biçiminde yönetilenlerin çıkarları gözetilmezse ortaya çıkan yönetim biçimi şekline Aristo oligarşi adını veriyor. Gerçekte bütün bu ayrımların gerçeği tam olarak yansıtmasının mümkün olmadığını Aristo kabul etmektedir. Siyasal gerçek bir siteden ötekine büyük değişiklikler gösterebilmekte, karmaşık biçimde ortaya çıkabilmektedir. Yönetim biçimlerine verilen adların ötesinde gerçek durumun bilinmesi noktasında Aristo israrlı biçimde duruyor. Yukarıdaki ayrımların bilimselliğine karşın, Aristo Yunan'da süregelen alışkanlıklardan kendisini kurtaramamaktadır. Gözlemlerinden sonraki aşamanın değer yargısı olması gerektiği alışkanlığı Aristo'yu da seçimler yapmaya, önerilerde bulunmaya zorluyor. Bu düzeyde, Aristo seçimini, orta sınıfların egemen olabilecekleri yönetim biçimleri için yapıyor. Orta sınıflar, Aristo'ya göre yasalara saygılı kitlelerden oluşuyor. Varsıl zümreler gibi kendi çıkarlarını gözetmeyen, çıkarları genel olarak topluluk çıkarlarıyla bağdaşan orta sınıflar, devletin, yönetim biçiminin sürekliliği açısından en sağlam dayanağı oluşturmaktadırlar. Orta sınıfların üyelerinin herbiri, tek tek, iyi veya kötü olabilirler, Fakat topluluk bütünü gözönüne alındığında, kişilerin teker teker sahip oldukları olumsuz yönleri ortadan kaldırmaktadır. Toplum, üyelerinin tek tek toplamının ötesinde bir varlığa sahiptir. Orta sınıflara dayalı bu yönetim biçimi ne olacaktır? Aristo'nun yönetim düzeyinde seçimi ise, yeteneğe gitmektedir. Aristokratik ilkelere yaklaşması dolayısıyla Aristo'nun siyasal, matematik eşitlik ilkesinden uzaklaştığı görülür. Yetenekli kişiler işbaşında olmalıdır. Fakat, ideal yönetim biçimi örneğinin işlerliğini koruması için, Aristo yönetim biçiminde, orta sınıfların siyasal etkinliklerini her zaman korumaları kanısını savunuyor. Aristo, siyasal dengenin her zaman bozulabileceğini gözönüne almakta, katı bir tutumun yönetim biçimini bozabileceği noktasına dikkati çekmektedir. Toplumsal değişim, sitedeki büyük toplumsal gruplar arasındaki dengeyi bozabilmektedir. Yöneticiler, yönetimde yanlış davranabilirler. Aristo, bu konularda da çeşitli önerilerde bulunmaktadır. Sitenin mutluluğu için, yönetim biçimi sınıflamasında belirttiği türlerden karma bir yönetim biçiminin yapılması, ve değişen durumlara göre bu karma türün uygulanması, Aristo'nun önerilerinin temelini oluşturmaktadır. İdeal site, Aristo için herşeyden önce mutlu bir site olmalıdır. Bunun için gereken koşullar şunlar olmalıdır: sitenin boyu çok büyük olmamalı, herkes birbirini tanıyabilmelidir. Sitenin bulunduğu yer, savunmaya uygun olmalıdır. Ayrıca, sitenin deniz kıyısında olması, iletişim ve taşımacılık açılarından büyük yararlar sağlamaktadır. Deniz kıyısındaki bu siteler, aristokratik yönetim biçimlerinde kale yapımına uygun tepelerde olabilir. Demokraside ise, Aristo'nun önerileri ayrıntıya inen, geniş ve somut kapsamlı içerikleriyle dikkati çekiyor. Aristo'nun siyaset bilimine çok önemli bir diğer katkısı, ilk kez yapılan güçler (kuvvetler) ayrımı olmaktadır. Aristo, yasama, yürütme ve yargı güçlerini kesin olarak birbirlerinden ayırıyor. Daha sonraki yüzyıllarda bu ayırım giderek kuramsal ve uygulama alanında büyük önem kazanacaktır. Fakat, bu ayrımı yaparken, Aristo daha sonra olduğu gibi herhangi bir öğretiyi ileri sürmek durumunda değildir. Yalnız, siyasal yönetim biçimleri gözlemlerinde, yönetim biçiminin öğelerini ayrıntılı biçimde inceleyebilmek için, güçlerin ayrımı kavramlarını geliştirmek zorunluluğunu duymuş, ve bu ayrımı ortaya koymuştur. Aristo, ideal siteyi tanımlarken, aristokrasi hayranlığını ortaya koymaktadır. Aristo'nun ilgisini çeken meslekler, genellikle asil olarak nitelenebilecek, siyasal, yargısal, dinsel ve askeri mesleklerdir. Karşı çıktığı yönetim biçimleri, genellikle yalnız tiranlık ve monarşidir. Geri kalan yönetim biçimleri hoşgörü ile tanımlanmaktadır. Aristo'ya pek çok siyaset bilimci, siyaset biliminin öncüsü ve kurucusu olarak bakmaktadır. Platon gibi, gerçeklerden uzaklaşmaması, eylem noktasında değer yargılarından kaçması, kuralcı tutumla ortaya çıkmaması Aristo'nun ne ölçüde geleneksel Yunan siyasal araştırmalarından uzaklaştığını gösteriyor. Aristo'da toplumsal ve siyasal olaylar kendi düzeylerinde, belirleyici olmakta, öteki düşünürlerin ileri sürdüğü gibi birbirlerinin içinde erimemektedirler. Aristo için önemli nokta; gözlem, karşılaştırma, sınıflama ve genellemelere gitmek oluyor. Bu çerçevede, genel çizgileriyle, bilimsellik zorunluğunun ortaya çıkardığı ana çizgileri bulmak olasıdır. Aristo'nun siyasa düşünürü olarak siyaset bilimine katkısı bu noktalarda önem kazanmaktadır. YUNAN SİYASAL YAŞAMINDA DAHA SONRA ORTAYA ÇIKAN GELİŞMELER: Yunan siyasal düşüncesi, site uygarlığı üzerine kurulmuştu. Siteli ile site ilişkileri, site yönetim biçimi, bu siyasal düşüncenin çerçevesini oluşturmuş, bu çerçeve içinde siyasal sorunlar ortaya çıkmış ve tartışılmıştır. Siyasal düşüncenin gelişmesinde düşünürler arasında gerek yaklaşım gerek yöntem açısından büyük farklar ortaya çıkıyordu. Soyut örnek kurmada Platon, gözlemlere dayalı incelemelerde Aristo, siyaset biliminin iki öncüsü olarak yerlerini alıyorlardı. Siyasal düşüncenin temelini oluşturan somut siyasal gerçek olan site, daha sonraları büyük değişikliklerle karşı karşıya gelecektir. Bu değişikliklerin temelinde siteler arası ilişkiler ve siteler ile dış dünya arasındaki ilişkiler bulunuyor. Yunan siyasal düşüncesi demokrasi düşüncesine büyük önem vermekteydi. Demokrasi de çok kez doğrudan ya da yarı-doğrudan bir demokrasi anlamını taşıyordu. Bu örneğin işlerliğini koruması için sitenin büyüklüğünün sınırlı kalması gerekiyordu. Küçük ve orta sitelerin boylarının sınırlılığı iç siyaset açısından büyük önem taşımasına karşın, dış siyasal zorunluluklar açısından sorunlar ortaya çıkarmaktaydı. Pers İmparatorluğu bu sorunların başlıcasını oluşturmuştur. Yunan emperyalizmi, yapısı gereği olarak, önceleri var olmamıştı. Fakat dış siyaset zorlamaları, yavaş yavaş siteler arası askeri bütünleşmeleri zorunlu kılmıştır. Siyasal bütünleşme, uygulamada, Yunan sitelerinin bir ölçüde dışında kalan Makedonyalılar tarafından gerçekleştirilecektir. Makedonyalı Filip, daha sonraları İskender, coğrafi ve siyasal planda bütünleşmeye gidecekler, imparatorluk kuracaklardır. Önceleri Yunan siyasal düşüncesi bu siyasal değişimi görmezlikten gelecek, geçici bir durum olarak yorumlayacaktır. Gerek imparatorluk siyasal yapısı, gerek imparatorluğun gerektirdiği iktidar biçimi olan krallık, Yunan siyasal düşüncesine ters düşen siyasal gerçeklerdi. Yunan siyasal düşüncesi yeni siyasal duruma hemen uyum sağlamamış, yeni bir siyasal düşünce geliştirememiştir. Fakat, yavaş yavaş site, gelişen imparatorluk içinde kendisine özgü siyasal tamlaşma ve bütünleşme durumunu kaybetmeye başlayınca, siteli eskisi gibi, sitenin vatandaşı olmaktan çıkacak, kurulan imparatorlukların uyruğu haline dönüşecek, demokrasi yerini krallığa bırakacaktır. Stoisizm, yeni dönemin ideolojisini oluşturmakta gecikmeyecektir. Yeni Yunan ideolojisinde sitenin yerini imparatorluk, demokrasinin yerini krallık alacaktır. Siteye bağlanan bütün siyasal değerlendirmeler korunacak, fakat site sözcüğü kral ile yer değiştirecektir. Sitenin kendisine özgü kutsallığı, yavaş yavaş krala geçecektir. Kral, yeni siyasal düşüncede kutsal bir kişi olarak tanımlanacaktır. Madem ki, krallık orununa gelmiştir, o halde kral üstün bir insandır düşüncesi, yeni düşüncenin eylem noktasını oluşturacaktır. Daha önce siteye yönelik olumlu duygular, yeni düşüncede krala yönelecek, krallık kurumunun meşruluğunu savunacaktır. Daha önceleri siteye karşı yurttaşlardan istenen bağlılık duygusu yerini, yeni düşüncede, tabanın krala bağlılık duygusuna bırakacaktır. Sitenin yasalarına karşı istenen salt uyum gene, yeni düşüncede bu kez kralın yasalarına karşı istenecektir. Krallık kurumunun böylece siyasal düşünce planında anlam kazanması, daha sonraları Roma İmparatorluğu'nda daha da güçlenmiş olarak sürdürülecektir. Stoisizm, herşeyden önce düzene bağlılık isteyen bir düşüncedir. Yeni durumda bu düzen anlatımını krallık yönetim biçiminde bulacaktır. Stoisizm, yeni dönemde krallık kurumunun yarı-doğrudan ideolojisini oluşturuyor. Eski Yunan'ın son döneminde ortaya çıkan durum budur. Yunan düşüncesi, baştan sona, görüldüğü üzere siyaset bilimi açısından son kerte varsıl bir kalıt geliştirmiş, daha sonraki gelişmeler, kökenlerini çok kez bu düşünceye dayandırmışlardır. ROMA DÜŞÜNCESİ: Roma siyasal yapısı başlangıçta bir ölçüde eski Yunan'ı anımsatmaktaydı: site ve siteyi çevreleyen, siteye bağımlı topraklar Roma'yı oluşturuyordu. İktidar monarşiydi. Yürütme gücü kralda toplanmıştı. Kralın yanında aristokratların oluşturduğu bir Senato ve site halkının oluşturduğu bir Meclis vardı. Yabancılar ve ele geçirilen toprakların halklarının ise siyasal hakları yoktu. Yunan'la Roma'nın benzerliği ise bu noktada bitiyor. Eski Yunan'da felsefe, düşünce ve Okul her zaman büyük önem taşımıştı. Oysa Roma'lı için bütün bunlar gereksiz uğraşılardı. Roma'nın kendisi, özgün bir siyasal düşünce oluşturmak yoluna gitmemişti. Roma'nın amacı büyümek, topraklarını genişletmekti. Birinci uğraşı bu çerçevede askerlik ve savaş oluyordu. Savaş aralarında ise Roma'lı için önemli olan para kazanmaktı: toprakla, ticaretle uğraşmak barışta ön plana geçiyordu. Bu durum, krallık yönetim biçimi süresince sürecektir. Topraklar genişleyip krallık nüfusu çoğaldıkça, Roma'nın kaygısı yönetimi sürdürmek olmuştur. Ancak krallık yönetim biçimi sona erip, cumhuriyet yönetimine geçilince Roma'lı için siyasal planda düşünceyi geliştirmek bir amaça dönüşmüştür. Fakat, bu aşamada da Roma kendine özgü bir çizgi geliştirmemiştir. Ele geçirdiği Yunan düşüncesinden esinlenerek, onu kopya etmek yoluna gitmiştir. Felsefi ve siyasal düşünce planında gösterdiği bu zayıflığa karşın Roma, hukuk planında büyük gelişmelere sahne olmuştur. Yayılma, genişleme, Roma'lıyı soyut düşünceden somut hukuksal sorunlara götürmüştür. Devlet yönetimi, toprak dağılımı Roma'da felsefi planda değil, hukuk düzeyinde somut nitelikleriyle düşünülmüştür. CUMHURİYET DÖNEMİ: M.Ö. II. Yüzyıl'da Roma artık bir imparatorluğa dönüşmüş, Akdeniz dünyasının merkezi olmuştur. Afrika'da Kartaca, Avrupa'da İspanya'dan Yunanistan'a kadar uzanan topraklar Roma'nın eline geçmiştir. Değişen bu boyutlar içinde, toplumsal yapıda eskisi gibi kalmamıştır. Aristokrasinin elinde bulundurduğu Senato, gücünü arttırırken, orta sınıflar zayıflamakta, fakat tüccarlar, armatörler varsıllaşmakta, bunlar iktidara daha geniş ölçüde katılmak istemekteydiler. Dengenin siyasal açıdan toplumsal gruplar arasından nasıl sağlanacağı, iktidar ve güçler ayrımının ne olacağı sorunları Roma siyasal düşüncesinin ana sorunları olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Çiçeron'un siyasal düşüncesi bu çerçeve içinde oluşuyor. Çiçeron (M.Ö. 106-43) herşeyden önce devletin, düzenin sürmesini arzulayan bir düşünür olduğu için dikkatini somut yönetim biçimi sorunlarına çevirmektedir. Düzenin sağlanması için bütün toplumsal grupların iktidara katılmasının, iktidardan yararlanmasının gerektiği düşüncesi, Çiçeron'u herkesi memnun edecek bir devlet türünü aramaya itmiştir. Çiçeron, devlet türlerinde eski Yunan'da olduğu gibi demokratik, aristokratik ve monarşik olarak üçlü bir sınıflamaya gitmiştir. Çiçeron'a göre bunlar değişmez kalıplar değildir ve birinden ötekine geçilir. Yeni gelecek yönetim biçiminin ne olacağını kesinlikle önceden bilmeye olanak yoktur. Yani, Çiçeron'a göre bir yönetim biçiminden zorunlu olarak belirli bir diğerine geçilmez. Her üç yönetim biçiminin de olumlu yanları vardır. Monarşinin merkezinde bir hükümdar bulunduğundan yönetim biçimi bundan güç kazanır. Aristokratik bir yönetim biçiminde sınırlı bir zümrenin yeteneği yönetim biçimine yarar sağlar. Demokratik yönetim biçimi ise bütün toplumun kişilerinin özgür olmasına olanak verir. O halde Çiçeron'a göre bu üç yönetim biçiminin olumlu yönlerini birleştiren karma bir yönetim biçimini bulmak ve uygulamak gerekmektedir. Merkezde bir yönetici ve çeşitli toplum katmanlarının siyasal planda varolmalarına olanak veren Meclisler yardımıyla, bu ılımlı-karmaşık örnek Çiçeron'a göre var olabilecektir. Fakat, bütün ılımlılığına karşın, bu örnekten, Çiçeron'un ilgisini krallığın çektiği anlaşılıyor. Çünkü, sistemin merkezinde tek bir kimse vardır ve bu sistemin gerçek adı monarşiden başka bir şey olamaz. İdeolojik ortam, artık Roma'nın bu gelişme ve yayılma aşamasında, tek kişinin egemenliği ilkesine doğru bir kayış göstermektedir. Bu dönemin sonunda zaten imparatorluk ve imparatorlar dönemine girilecektir. İMPARATORLUK AŞAMASI: İmparatorluk aşamasında, Roma'da gelişen durumlar, batı siyasal sistemlerinin büyük ölçüde ideolojik temellerini oluşturmaktadır. Bu yeni durumu anlamak için Roma'nın cumhuriyet döneminden başlamak gerekiyor. Cumhuriyet döneminin siyasal olayları, bölünmeler, yavaş yavaş iktidarın bir kişi elinde toplanması sonucunu verecektir. Uygulamada rastlanılan bu durumu, kişi iktidarını, önceleri Roma'lılar kuramsal planda yeni bir yönetim biçimi türü olarak düşünmemek yolunu tutmuşlardır. Başlangıçta kuramsal planda kral, aristokratlar ve halk arasında dengeli biçimde dağıldığı düşünülen iktidarın yapısının geçici olarak değiştiği düşünülüyordu. M.S. ilk yüzyılda Aristokrasinin temsil edildiği Senato, eskisi gibi kurumsal açıdan varlığını sürdürmekteydi. Halkın ise yetkilerini kendi çıkarlarını savunması amacıyla, imparatora aktardığı düşünülüyordu. Yani Çiçeron'a özgü üçlü denge ikiye indirilmiş bulunuyordu. Bu ikili yeni dengede, gerçekte Senato'nun güçü de uygulamada azalmaktaydı. İmparator, savaş alanı eyaletlerle ve vergi toplama durumuyla doğrudan ilgileniyordu. Bu durumun geçici olduğu, güçler ayrımının kuramsal temellerinin köklü olarak değiştirilmediği sanılıyordu. Kuramsal durumla uygulama gerçekleri uzaklaşmaya başlayınca Roma, bu durumda yeni bir açıklama biçimi aramak zorunluluğunu duymuş, bunun içinde eski Yunan'ın krallıkla ilgili felsefesinden esinlenmiştir. Eski Yunan'ın krallık felsefesi meşruluğunu barbar ülkelerin krallık yönetim biçimlerinin eleştirisinden almaktaydı. Eski Yunan'da demokrasi ve yasalar üzerine kurulu yönetim biçimleri bir tepki olarak krallık yönetim biçimlerine yol açmışlardı. Bu türün kuramcılarına göre bu krallıklar barbar ülkeler krallıklarından köklü biçimde ayrılmaktaydı. Barbar ülkelerde krallıklar birer tirani idiler. Keyfi yönetim, yasalara bağlı olmamak bu krallıkların özelliğini oluşturuyordu. Bu ülkelerde devlet, egemen kişinin mülküydü ve kişiler hükümdarın keyfi yönetimine bağımlı bulunuyorlardı. Oysa Yunan krallıklarında kral, yasalara uymakla yükümlüydü. İktidar tirani değil, monarşi idi. Roma krallık yönetim biçiminde, devletin, imparatorun özel mülkü olmadığı ilkesinden yola çıkılmıştır. İmparator, devlet yönetiminde görevlidir. Devlet geçici olarak ona emanet edilmiştir. İmparator bir anlamda devletin birinci görev adamıdır. Yasalar çerçevesinde halka hizmet götürmek için imparatordur. Bu devlet ve hükümdarlık anlayışı, batı siyasal sistemlerinin kökenini oluşturuyor. Doğu tipi hükümdarlıklarda bu ilkeyle karşılaşılmamaktadır. Tam tersine devlet hükümdarın kişisel mülkü olarak tanımlanmaktadır. Roma düşüncesinde doğu türü krallıklara köklü bir tepki gözleniyor. Roma krallık yönetim biçiminin bir ikinci özelliği ve çizgisi, yukarıdaki devlet anlayışına eklenen, birinci anlayışla beraberce varlığını sürdüren iktidarın kutsal kökenliliği sorunudur. Madem ki ,imparator, devletin birinci kişisidir, o halde bu oruna seçilmiş kutsal bir kişidir. İktidarın kutsal kökenli olma durumu da batı monarşilerinin bir özelliğini oluşturacaktır. Hristiyanlık öncesinde Roma'da görülen iktidar-din ilişkileri, Hristiyanlığın gelişmesinden sonra daha da güç kazanacaktır. Ogüst döneminde bütün kutsal duygular, imparatorun saygınlığının çoğalmasına yönelmiş bulunuyordu. Yasal ve dinsel meşruluk, imparatorun kişiliğinde birleşiyor, bu da iktidarı güçlendiriyordu. Kutsal kökenli yasal monarşi, imparatorluk döneminde Roma'nın sürekli yönetim biçimi haline dönüşecektir. Bu andan itibaren, bu yönetim biçimi türüne muhalefete pek karşılaşılmıyor. Eleştiriler, daha çok "iyi imparator"luk noktasında toplanacaktır. İmparatorluktaki öteki güçlerin özellikle aristokratların çıkarlarının savunulması sonucu, imparatorun yetkilerinin nasıl sınırlanabileceği tartışmasının temelini oluşturacaktır. SENEK'İN DÜŞÜNCELERİ: M.S. I. Yüzyıl'da yaşayan Senek, 'iyi imparator' örneğini araştırıyor. Senek'e göre doğal olarak insanların bir yöneticisi bulunmalıdır. Fakat, bu yönetici kendi çıkarlarını değil, uyruğunun çıkarlarını düşünmelidir. Bu yönetici devletin sahibi değildir, yalnız vasisidir. Kutsal kökenli bir kişidir ama halkın hizmetindedir. Yasalara bağlı adil bir kişidir. İyi imparator, ayrıca güçler ayrımını kabul eden, Senato'nun çalışmasına izin veren yöneticidir. Görüldüğü üzere, Senek döneminde artık imparatorluk kurumu eleştirilmekte, yalnız kurumun işlerliği konusunda önerilerde bulunulmaktadır. Kutsal kökenli otoriter yönetim biçimi, Hristiyanlık öncesi Roma'da tek siyasal örnek olarak tutmuştur. İmparator kabul edilmekte, imparatorluğun sürmesi, dağılmaması, ondan istenmektedir. Bu dönemde imparatorluk çok geniş bir alana yayılmıştır ve yapısında çok çeşitli topluluklar bulunmaktadır. Roma'lı düşünür için uygarlığın sınırları ile imparatorluğun sınırları birleşmiştir. İmparatorluk içinde bulunma durumu sonucu, çeşitli topluluklar uyum ve dayanışma içinde beraber yaşamalıdırlar. İmparatorluğun birleştirici öğesi imparatordur. Stoisist düşünce, imparatorluk kurumunu zorla kabul ettirilen bir güç değil, birleştiricilik açısından gözlemektedir. İmparatorluğun değişik öğeleri Roma'nın sürmesi için ortak çabaya katılmak zorundadırlar. Hristiyanlık öncesi Roma imparatorluk ideologlarının en güçlülerinden birisi de şüphesiz Dion'dur. Platon'un ideal kral örneğinden esinlenen Dion'da Yunan krallık yönetim biçimi ideolojisinin izlerini bulmak olasıdır. Dion'a göre, en iyi yönetim biçimi monarşidir. Monarşiyi, Meclis'lerle dengelemek gereksizdir. Yapı olarak, yapısı itibariyle en iyi yönetim biçimi olmak durumundadır. Kralı tanrı atamıştır ve kendisi tanrının oğludur. Zeus evrende, imparator krallıkta doğal düzeni sürdürürler. Zeus, krala en iyi yönetim biçiminin sırrını vermiştir ve kral meşruluğunu Zeus'tan alır. Meşruluğu olmayan krallar ise birer tirandır. Kral, Zeus'un çizgisinde evren yasalarına uygun olarak davranır. Yönetimi keyfi değildir. Kral çalışkan, mantıklı adil kişidir; bütün toplumuna yaşantısıyla bir örnek oluşturur. Kral aynı zamanda hem yönetici, hem de yaşantısıyla toplumu eğiten kişidir. Kral bu çizgide kaldıkca ona bağlılık zorunludur. Dion düşüncesinde artık iktidarın dengelenmesi, güçler ayrımı söz konusu değildir. Bütün iktidar kralda toplanmıştır. Fakat bu toptan iktidara karşı bir takım güvencelerde kralcı öğretilerde geliştirilmiştir. Kral siyasal ve ahlaksal yükümlülüklerle sorumlu kılınmıştır. Bunlara uymadığı durumlarda ona bağlılık göstermemek öğreti içinde bulunmaktadır. Kral keyfi değil, kutsal olmak zorundadır. Krallık kurumunun Hristiyanlık öncesinde geldiği son aşama, eski Roma'da bu noktaya ulaşmış bulunuyordu. Hristiyanlık ideolojisi bu çerçeve içinde ortaya çıkacak, gelişme gösterecektir. Roma Hristiyanlık Dönemi Siyasal Düşünceleri: Hristiyanlık düşüncesi ortaya çıktığı andan itibaren bu din batı siyasal düşüncesi için başlı başına bir sorun oluşturacak, yönetim biçimlerini etkisi altına alacaktır. Bugüne kadar uzanan bu köklü etki çok değişik aşamalar göstermiştir. Bu nedenle bu aşamaları tek tek ele almak gerekecektir. Sonunda batı yönetim biçimleri, Yunan-Roma siyasal düşüncesiyle Hristiyanlık siyasal düşüncesinin bir bireşimine (sentez) yönelecektir. İLK AŞAMA: Hristiyanlık dininin ortaya çıktığı ilk anlarda Hristiyanların iki belirgin özelliği şunlardı: 1- Kendilerini bir bütün olarak yorumluyorlardı. Yeni Romalılar, Yunanlılar nasıl var olmuşlarsa, Hristiyanlar da aynı şekilde bir diğer bütün oluşturuyorlardı. 2- Fakat, bu bütün öteki bütünlerden köklü farklarla ayrılıyorlardı. Çünkü, yeryüzü sorunları tamamen arka plana itilmiştir. Din, evren çapında düşünülen bu çerçevede, dünyanın sonunun yakın olduğu, her an mucizelerin oluşabileceği noktası, Hristiyanları somut siyasal yönetim biçimlerine hiç önem vermemek sonucuna götürüyordu. Yani Hristiyanlar somut olarak yönetim biçimine ilgisiz kalıyor, Roma toplumundan kopuyorlardı. Bu durumun yönetim biçimi açısından sakıncalar doğurduğu açık olarak görülmektedir. Hristiyanlar için artık tanrı egemenliği başlamıştı. Eski Yunan'da olduğu gibi site egemen olamazdı. Egemenlik evrende tanrınındı ve yeryüzü de yalnız evrenin bir uzantısıydı. Fakat, Hristiyan için önemli olan da yeryüzü değildi. İsa, kendi krallığı için bu krallığın yeryüzü ötesinde olduğunu söylemekteydi. Tanrı düzenine bağlanmak, yeryüzü düzeni ile ilişkilerin yorumlanmasında ne gibi sakıncalar doğuracaktı? Hristiyanlık, kişileri mümkün olduğu kadar yeryüzü nimetlerinin gereksizliğine inandırmaya çalışıyor, dikkati gerçek nimetlerin toplandığı yeryüzü ötesine çekmek istiyordu. Bu durum da, Hristiyanların, yeryüzü yönetim biçimlerinden kopmalarına yol açıyordu. Yeryüzü değerleri böylece önemlerini kaybediyor, ikinci plana geçiyor, silik bir görünüm alıyordu. Daha önce görüldüğü gibi Roma İmparatorluğu büyüme üzerine kurulmuştu. Ana sorunu da imparatorluğa eklenen topraklardaki toplulukları imparatorluğa bağlamaktı. Bu bağlanma ise imparatorluk kurumu aracılığı ile gerçekleşiyordu. İmparatorluk meşru bir kurumdu ve meşruluğu yasal ve kutsal kökenli olmasından ileri geliyordu. Hristiyanlık dini yaygınlaştıkca bu geleneksel imparatorluk kurumunun meşruluğu söz konusu olmayacak mıydı? Bu konuda İsa'nın yanıtı kesindi. Sezar'a Sezar'ın, tanrıya tanrının hakkını vermek gerekir düşüncesi hristiyanlık düşüncesinin bu aşamada siyasal yönetim biçimi konusundaki tutumunu açıklamaktadır. Yani, Hristiyanlar Sezar'a, yani imparatora boyun eğmeyi-uymayı sürdürecekler, vergilerini düzenli olarak ödeyeceklerdi. Fakat, yaşayışlarında bir Hristiyan gibi davranacaklardı. Yani, iç dünyalarının dinsel değerlerini birinci plana alacaklar, kendilerini evrensel düzen çerçevesinde düşüneceklerdi. Bu durum siyasal açıdan eski Yunan ve Roma dönemleriyle kıyaslanınca çok önemli bir farkın oluştuğu ortaya çıkmaktadır. Eski Yunan'daki etkin-canlı yurttaşlık bu aşamada, Roma'da etkisiz yurttaşlığa dönüşmektedir. Bu açıdan, kendisine karşı koymamasına karşın Roma Hristiyanlığı başlangıçta bir tehlike olarak yorumlanmış ve ona şiddetle karşı koyulmuştur. Görüldüğü üzere bu aşamada Hristiyanlık düşüncesi varolan siyasal düşüncelerin yanında ve onlara rakip yeni bir siyasal düşünce geliştirmemiştir. Hristiyanlığın bir somut siyasal tasarı önerisi yoktur. Tam tersine varolan siyasal yönetim biçimlerinden bir kopuş vardır. Etkin bütünleşme, bir silik boyun eğmeye dönüşmüştür. Hristiyan, dünya işlerini gerçek anlamda önemsemeyen bir kişi görüntüsünü vermiştir. Hristiyanlık evren düzeni ile yeryüzü düzeninin tamamen başka olduğu noktasından yola çıkmış, aralarında bir sınıflama yapmış, evren düzenini birinci planda görmüş ona önem vermiştir. Yeryüzünde yaşadığı bu düzeni de yadsımamış, fakat ona olan bağı ikinci plana geçmiştir. İKİNCİ AŞAMA: Birinci aşamada Hristiyanlarla siyasal toplum arasındaki ilişki kopma noktasına giderek yaklaşınca, Saint-Paul Hristiyanlığı yeni baştan yorumlamak yoluna gitmiş, iki toplumu bağdaştırmaya başlamıştır, kilise siyasal yönetim biçimi ilişkileri bu andan başlayarak yoğunlaşacak, Ortaçağ'da en yakın ve içiçe duruma ulaşacaktır. Saint-Paul düşüncesinde Hristiyanlar, siyasal otoriteye tam bir uyma ve boyun eğme göstermelidirler. Ana otorite tanrı olduğuna göre, öteki otoriteler de tanrı tarafından atanmış demektir. Demek ki, bütün siyasal otoritelerde bir kutsallık kökeni vardır ve Hristiyanların görevi de bu otoritelere boyun eğmektir. Bu düşünce çizgisinde ortaya çıkan yeni Hristiyanlık savsözü krala boyun eğiniz olmuştur. Böylece ana krallık yeryüzü ötesindedir biçimindeki ilk savsöz değerini yitirmiş, yeryüzü krallıkları, yeniden önem kazanmış, ayrıca Hristiyanlık ideolojisi bunların kutsal kökenli olduğunu kabul etmekle krallık kurumunun meşruluk kökenini güçlendirmek eylemine girişmiştir. Daha sonraları, bu durum Ortaçağ'ın ana sorunu haline dönüşecektir. Krallık tanrı tarafından belirlenmiştir düşüncesinden yola çıkan kilise, bu krallıklar üzerinde söz sahibi olmak isteyecek, bunda da uzun bir süre başarılı olup Avrupa'da kilisenin siyasal egemenliğini kuracaktır. Saint-Paul'un katkısı, İsa'nın katı evren yeryüzü ayrımını ortadan kaldırıp, iki düzen arasında köprü kurmak olmuştur. Böylece Hristiyanların siyaset ile ilgilenmeleri ortamı doğmuş, iki düzen ilişki kurabilmiştir. Saint-Paul'un yumuşak tutumu başlangıçta karşı tarafı yumşatmıştır. İmparatorluğa uyruğunun tam bir uyumunu, etkin katılmasını isteyen düşünce, uzun süre Hristiyanlığı kabul etmeyecek, onu düşmanca bir tutumla izleyecektir. Örneğin, II. Yüzyıl'da yaşayan Celse için Hristiyanlar, siyasal görevlerinden kaçan, görevlerini yerine getirmeyen kişilerdir. Hristiyanlık uyruğu imparatorluğa boyun eğmemeye yönlendirmektedir. Bu düşünce için evren ve yeryüzünde iki krallık düşüncesi kabul edilemez bir düşüncedir. Tek bir krallık vardır ve bu krallık yeryüzü krallığıdır. Uyruklar yalnız bir krallığa hizmet etmelidir. Silik yurttaşlık kabul edilemez ve etkin yurttaşlığa yeniden dönülmelidir. Boyun eğme yeterli değildir, siyasete etkin olarak değil, imparatorluk çerçevesinde imparatorluğun değerlerine göre oluşmalıdır. uyruklar bütün bağımlılığını yalnız krala yöneltmelidir. Görüldüğü gibi kilisenin yumşaması bile karşı düşünceyi çizgisinden uzun süre ayıramamıştır. Karşı düşünce eski Yunan çizgisinde düşünmeyi sürdürüyordu. Eski Yunan düşüncesinde de iktidar şüphesiz kutsal kökenliydi, fakat kutsal değerler yalnız siyasal birimlerin kendi değerleriydi. Bu değerler, site ya da imparatorluk içinde oluşuyor ve sınırları aynı yerde birleşiyordu. Oysa Hristiyanlığın bir evrensel düşünce olarak ortaya çıkışı, bu durumla bir çatışma yaratmıştır. Aynı zamanda bir Hristiyanlığın kendi içinde kendi değerleri çerçevesinde bütünleşmesi imparatorluk içinde bir bölünme yaratıyordu. Karşı-düşünce, bu durumun da giderek imparatorluğu zayıflatacağını düşünüyordu. Karşı-düşüncenin çizgisinde israrına karşın, Hristiyanlar giderek Roma İmparatorluğu'na yaklaşmıyorlardı. II. ve III. Yüzyıllardan itibaren onlar için imparatorluk, tanrının kendilerine çizdiği yolda çalışmalarda bulunmaları gereken somut ülke olarak düşünülmeye başlanmış, Hristiyanlar imparatorluğa daha büyük ölçüde önem verir olmuşlardır. Origene için imparatorluk, artık Hristiyanlaştırılması gereken somut ülkedir. Origene, Doğu Roma'da etkin olarak çalışmaya girişmiş ve amaç olarak kendisine imparatorluğu Hristiyanlaştırmak görevini vermiştir. Hristiyanlığın bir güç haline dönüştüğünü sezen Konstantin Doğu Roma'da Hristiyanlığı kabul etmiş ve imparatorluğunu güçlendirmek için bu kez büyük ölçüde dine dayanmak yolunu benimsemiştir. Batı da ise 313 tarihinde Milano Kararı ile Hristiyanlık özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu durum sonucunda taraflar ilişkilerini yeniden düzenlemek yolunu seçmişlerdir. Bu noktada, özellikle IV. Yüzyıl'dan itibaren batı, Hristiyanlık ideolojisine, siyasal açıdan iktidarın kökeni olarak bakmaya başlayacaktır. Fakat Batı Roma'da durum, Doğu'dakinden farklı olacaktır. Doğuda yeni durum eski Yunan'ın klasik krallık ideolojisindeki bir çizgiye gelmişti. İki düzen vardı. Tanrı düzeni ve yeryüzü düzeni. Yeryüzü düzeni tanrı tarafından atanmış, aynı örnekli bir düzendi. Kralların iktidarının kökeni dine dayanıyordu. Böylece imparatorluk kurumu tam bir meşruluk kazanıyor, din ve siyaset içiçe giriyor, din siyasetin meşru kökeni oluyordu. İktidarın kutsal kökenliği ve iktidarın dinle birleşikliği Doğu'da artık tartışma konusu edilmeyecektir. Doğu'da imparatorun kilisenin üstünde kutsal bir iktidar olarak kabul edilmesine karşın Batı'da bu düşünce kabul edilmemiştir. Batı'da imparator, Hristiyanlık içinde kiliseye bağımlı bir kişi olarak düşünülmüştür. Hristiyanlığa uymadığı gerekçesiyle imparator Thedose 390 tarihinde afaroz edilecektir. İlk kez, kilise bu ölçüde iktidar karşısında cephe almıştır. Saint Augustin, kilisenin iktidar karşısındaki yetkileri konusunda düşünce geliştirmiş, bu düşünceler kilise-siyasal iktidar ilişkileri konusunda yol çizmeye başlamıştır. Bu düşünceye göre, siyaset din içinde erimekte, din hukuku, siyasal hukuku belirlemektedir. Saint Augustin'e göre, imparator dinin uygulamacısı olmalı, din; onun aracılığı ile iktidar olmalıdır. Yani imparatorun bütün eylemleri din çerçevesinde dine göre biçimlenmelidir. Bu aşamada Doğu ve Batı Roma'da iki değişik durum ortaya çıkmış oluyordu. Doğu'da din ve iktidar içiçe girmiş fakat iktidar, kiliseye egemen olarak bundan güç kazanmak yolunu seçmişti. Batı'da ise iki dünya tamamen birbirinden ayrı düşünülmüş, imparatora din konusunda hiç bir yetki verilmemiş, kilisenin üstünlüğü ilkesi kabul edilmişti. Fakat bu dünyaların ayrılığı kabul edilmesine karşın imparatordan kiliseye tam olarak boyun eğmesi de istenmekteydi. Bu nedenle bütün Ortaçağ süresince mücadele iki güçün çatışması ve üstünlük sağlamak mücadelesi olarak ortaya çıkacak, bu mücadele Ortaçağ'ın siyasal olaylarını ve üstelik Yakınçağ'daki siyasal gelişmeleri belirleyeceklerdir. O R T A Ç A Ğ İlk Dönem: V-X Yüzyıllar Batı Roma düştüğü zaman zaten imparatorluk tam bir çözülme durumundaydı. Ekonomik yaşam gerilemekte, kent düzeni bozulmakta, paranın değeri ise önemli ölçüde düşmüştü. Ordu paralı yabancı askerlerden kuruluyor, aydınlar ülkeyi terkediyor ve Doğu Roma'ya gidiyorlardı. Konstantin, çöküşü Batı'da sınırlamak amacı ile Doğu'da ikinci bir başkent olarak Konstantinopl'a geçiyordu. Batı çökünce ve işgale uğrayınca yerini parçalanmış krallıklar alacaktır. Doğu'da ise imparatorluk yaşamını sürdürecektir. Papalık kurumu, bu coğrafi dağılım sonucu Batı'da kalacak ve egemenliğini batıda kurmaya çalışacaktır. İdeoloji olarak egemen durum Saint Augustin çizgisidir. Bu ideolojiyi uygulamak isteyen kilise, dinin üstünlüğünü ileri sürüyor, dinin dünya işlerini belirlediği noktasından yola çıkarak siyasete de egemen olmaya çalışıyordu. Doğuda Bizans'ta ise durum oldukça değişikti. Kuramsal açıdan din burada da siyasete egemenliğini kabul ettirmişti. İmparator, yeryüzünde tanrının atadığı otorite idi. Taçını kilise aracılığıyla giyiyor, yaşantısının Hristiyanca olması isteniyordu. Gerçekte ise, siyaset üstün bir durumda ortaya çıkmaktaydı. İmparator iktidara egemendi ve kiliseyi de işbirliği yapmaya zorluyordu. Önemli kararlara Patrik katılıyor, eylemsel olarak imparatorla işbirliği yapıyordu. Bu nedenle Bizans'ta siyasi düşünce gelişmemiştir. Batıda olduğu gibi burada üniversiteler, felsefi düşünceyi geliştirecek merkezler bulunuyordu. Teokratik-dinsel siyasal çerçeve düşünceyi biçimsel kılmakta, yaratıcılık, özgünlük gelişme olanağını bulamamaktaydı. İmparatorluk giderek kendi içine kapanıyor, yenilik yerini gelenekçiliğe bırakıyordu. Batıda Durum VIII. Yüzyılda Batı krallıkları Charlemagne liderliğinde birleşirken, Papalık da din konusunda kısmi bir özerkliğe kavuşacak, Batı krallarının korumasında Roma'da bir kilise-devlet kurulacaktır. Charlemagne kurduğu imparatorluğu bir Hristiyan imparatorluk olarak yorumlayacak, bütün otoritenin kendisinde olduğunu söyleyecektir. Charlemagne'le göre, tanrı kökenli bu otoritenin kendisine verilirken kilisenin rolü, yalnızca aracılık olmuştur. Kendisini papaya bağlı olarak kabul etmek bir yana, Charlemagne kendisini kilise üzerinde, yeryüzünde tanrı otoritesi olarak yorumlamaktadır. Kilisenin kendisine bağımlı olmasını istemekte, kiliseyi buna zorlamaktadır. Charlemagne'nın Hristiyan evrensel imparatorluk düşüncesini kabul ettirmesi uzun vadede kilisenin işine yaramıştır. Charlemagne ölünce imparatorluğu dağılacak ama papalar bu imparatorluğu tekrar canlandırmak uğraşına girecekler, Hristiyan imparatorluğun liderliğini bu kez kendileri doğrudan üstlenmek isteyeceklerdir. Ortaçağ'ın bütün siyasal mücadeleleri artık bu çizgi çerçevesinde gerçekleşecek, kilise-krallıklar çekişmesini bu çerçeve içine yerleştirince anlamak mümkün olacaktır. Ortaçağ boyunca kilise için din dışında bir ayrı hukuk düşünülemezdi. Ortaçağ boyunca kilise tek hukuk olarak teolojiyi göstermiştir. Kilise, doğuda olduğu gibi imparatorluğun içinde erimek istememiş, özerkliğini savunmuş ve özerklikten egemenliğe geçmeye çalışmıştır. Batı siyasal sistemi bu dönem boyunca düz bir çizgi izlememiş, bazen imparatorluklar kurulmuş bazen de imparatorluklar parçalanarak yerlerini krallıklara bırakmışlardır. Çok kez krallar, topraklarını büyültüp imparatorluğa dönüştürmekten kaçınmışlar, krallıkların içinde kalan bölgeleri yöneterek yetinmek istemişlerdir. Kilise her seferinde siyasal otoritelerin zayıflamasını, bölünmesini, kendi aralarında mücadeleye girmesini beklemiş ve siyasal otoritenin her zayıflamasında, kendi otoritesini biraz daha kabul ettirmiştir. Bu güçlenme noktası X. Yüzyıl'ın başında iyice belirlenmiş ve üçyüzyıl için kilise egemenliği dönemi başlamıştır. XI. VII. ve XIII. Yüzyıllar Kilise, X. Yüzyıl başlarında oldukça zayıflamış bir görünüm vermekteydi. Kilisenin iç bölünmeleri ve mücadeleler bu durumda belirleyici olmuştu. Ayrıca krallar giderek kilisenin iç işlerine karışmaya başlamışlar, özellikle dini mevkiileri kendilerine en büyük parasal ödünü verebilecek kişilere satma alışkanlığını getirmişlerdi. Hatta, krallar papaların atanması konusunda da kendilerini X. Yüzyıl'dan itibaren yetkili görmeye başlamışlardı. XI Yüzyıl, kilise siyaset ilişkileri açısından X. Yüzyıl'a bir tepki olarak görülmektedir. Tepki papalardan gelecek, ilk aşamada tekrar kilisenin özerkliğini sağlamayı amaçlayacaktır. Papa II. Nicolas kararıyla bundan böyle papaların yalnızca Kardinaller Meclisi tarafından seçilmesini şart koşacaktır. Böylece kralların papanın atanmasına müdahele etmesi önlenecektir. Nicolas II'den sonra papa olan VII. Gregoire döneminde ise kilisenin özerklik çabası daha geniş boyutlara ulaşıyor. Kilisenin bütünlüğünü tekrar sağlamak, ona tekrar siyasal otoritenin üstünde güç verebilmek için Gregoire gerektiğinde krallara karşı en sert tutumlara girilebilmesi gerektiğini savunacaktır. Afaroz, bu konuda kilisenin en güçlü silahı oluyordu. Gregoire'a göre, papalar kralları tahtlarından düşürebilmeliydi. Bütün prens ve krallar papaya saygı göstermeli, papanın hiç bir kararı tartışılmamalı, eleştirilmemeli, olduğu gibi kabul edilmeliydi. Bu kararların alınmasından bir yıl sonra, kilisenin iç işlerine karıştığı savıyla, kral IV. Henri afaroz edilecektir. Gregoire için siyasal iktidar kurşun ise, dini otorite altın idi. Kilise her zaman siyasal otoriteden üstündü. Gregoire, IV. Henri için çıkardığı afaroz kararı çerçevesinde, Hristiyanların IV. Henri'ye ettikleri bağlılık antlarını bozmalarını ve ona kral olarak boyun eğmemelerini istemekteydi. F E O D A L İ T E X-XIII. Yüzyılların bir diğer özelliği de; Avrupa'yı kaplıyan derebeylikler, feodalite yönetim biçimidir. Feodalitenin ortaya çıkışındaki başlıca etken, koruyucu işlevi yerine getiren devletlerin zayıflaması olmuştur. Feodalite yönetim biçiminde kamu hizmetlerini yerine getiren bir büyük yapı olarak devlete yer yoktur. Batıda asayişsizlik, iç bölünmeler hızlanıp, devletler zayıflayınca feodalite bu duruma bir yanıt olarak ortaya çıkacaktır. Kendi korunmalarının devlet tarafından sağlanamadığını gören toprak sahipleri, gönüllü olarak kendilerinden daha güçlü feodal beylerin korunmasına girmeye başlıyacaklar, gelişen bu durum sonucu feodal yönetim biçimi Ortaçağ'da Avrupa'da kök salacaktır. Demek ki, feodal yönetim biçiminin doğmasının temelinde kişisel güvensizlik yatmaktadır. Feodal beyler kimler di? Bunlar genellikle krallık ordusunun eski subayları idiler. Devlet otoritesinin zayıflaması sonucu eylemsel olarak özerkleşmişlerdi. Bazı durumlarda ise aşamalı olarak bu otorite, krallarca da onaylanmıştı. Önceleri vergi konusunda elde etmiş oldukları ayrıcalıklar, aşama aşama yönetsel ve siyasal özerkliğe dönüşmüştü. Feodalitenin özelliği -ve devletle arasındaki farkı- ilişkilerin kişiselleşmesidir. Bu ilişkilerin iki özelliğine burada değinmek gerekmektedir: Feodal ilişkiler herşeyden önce somut, yakın ilişkilerdir. Taraflar birbirlerini kişisel olarak tanımaktadırlar. Devlet-yurttaş ilişkilerinde böyle bir durum söz konusu değildi. Devlet yönetim biçimi ile feodal yönetim biçimi, ilişkilerin yüz-yüze doğrudan olmaları noktasında ayrılmaktadırlar. Feodal ilişkilerin ikinci özelliği taraflar arasında kesin eşitsizlik durumudur. Tarafların biri, ötekinin korumasına girmekte, bağımlılık statüsünü kabul etmektedir. Egemen taraf, bağımlı tarafın koruyuculuğu işlevini yüklenmektedir. Şef, bu sistemin temel ögesidir. Şef herşeyden önce bir savaşçıdır. Barış ve savaşta egemenliğine giren tarafın koruyucusudur. Korunan bağımlı taraf ise, savaşta ve barışta şefin parasal gereksinimlerini karşılamayı kabul etmektedir. Feodal ilişki taraflar arasındaki durumu en ince ayrıntısına kadar belirleyen bir törende kurulmaktadır. Bu törende bağımlılığa girecek taraf şefe bağımlılık antında bulunmaktadır. Feodal şefler çeşitli büyüklükteki ve önemdeki mevkilerde özerkliklerini kabul ettirmişlerdi. Bu öneme göre dük, kont, vikont, marki ünvanlarını taşımaktaydılar. Feodalite-Krallık İlişkileri Feodal beyler, özerkliklerini sınırlı topraklar üzerinde kurmuşlar ve bu toprakları pek fazla büyütmek çabasına girişmemişlerdir. Sınırlılık feodal yönetim biçiminin yapısının ve özyapısının (karakter) bir özelliği idi. Feodalite hiç bir zaman krallığın yerini almak istememiş, hanedanların varlığına dokunmamıştı. Krallıklar, hanedanlar, feodal dönem boyunca ad ve sayılarını Avrupa'da oldukları gibi sürdürmüşlerdir. Feodal durum, yalnızca uygulama olarak, eylemsel olarak krallık yönetim biçiminin, feodal dönem süresince ayraç içine alınması anlamını taşıyor. Feodal durum, daha önce görüldüğü gibi krallıkların eylemsel olarak çözülmesi süreci içinde ortaya çıkmıştı. Güvensizlik, anarşi, devletin güçsüzlüğü,toprak sahiplerini feodal beylerin koruyuculuğu altına girmeye zorlamıştı. Feodalite gelişince de eylemsel iktidar parçacıklara bölünmüş derebeylere geçmişti. Krallar, tekrar otoritelerini kurabilmek için, feodaliteye geçiş sürecini tersine çevirmişlerdir. Feodal beyleri tanımak, ama onları aynı zamanda devlet örgütünün sorumlu kişileri olarak yorumlamak yani giderek onları tekrar memur statüsü içine almak yoluyla feodal döneme son verilmiş, krallık otoritesi tekrar kurulabilmiştir. Krallar, bu çabalarında krallık ideolojisinin sürekliliğinden yararlanmışlardır. Feodalite hiçbir zaman kuramsal açıdan krallığa dokunmamıştı. Aynı şekilde kralların kutsal kökenli olduğu düşüncesi kilise tarafından sürdürülmüş, duygusal olarak Avrupa'da toplumlar krallığa bağlı kalmışlardı. Bu durum da, görüldüğü üzere kralların otoritelerini tekrar sağlamalarına olanak tanımıştır. Feodalite-Kilise İlişkileri Feodalite kilise ilişkileri, kilisenin ideolojik açıdan esnekliği konusunda bir kez daha aydınlatıcı bilgi vermektedir. Ortaçağ boyunca siyasal egemenliğini kurmak isteyen kilise, kralların iktidarının kutsal kökenli olduğu düşüncesini savunup, krallıkları meşrulaştırıcı bir işlev yerine getirmekteydi. Fakat eylemsel olarak feodalite ortaya çıkınca kilise feodal beyleri karşısına almak istememiş, krallık ideolojisini sürdürürken, feodaliteyi de meşrulaştırıcı bir tutum içine girmiştir. Böylece, feodal anlaşma kiliseyi de kapsama durumu içine girecekti. Kilise için feodal beyler din uğruna savaşan, adaleti sağlayan, güçsüzü koruyan bir kurum oluşturmuş ve feodalite kilise tarafından meşru bir kurum olarak yorumlanmıştır. K E N T L E Ş M E VI. ile XI. Yüzyıllar arasında kentleşme Avrupa'da daha önceki dönemin tersine, kıra göç olayı ile yeni bir süreç içine girmiştir. Güvencesizlik, asayişsizlik sonucu ticaret bu yüzyıllarda önemli ölçüde bir gerileme göstermiştir. Zanaatkarlar kentlerden köylere çekilmişler, kent nüfusu giderek azalmış ve güvencelerini sağlamak isteyen küçülen kentler savunmak amacıyla yaşantılarını kale duvarları gerisinde sürdürmeye çabalamışlardır. Kentlerin bu gerileme durumunda feodalitenin önemli bir etkisi olmuştur. Feodal beyler ticarete karşı bir tutum içinde bulunuyorlar ve ticaret üzerine yüksek vergiler koymuş bulunuyorlardı. Özellikle taşımacılığı etkileyen çok sayıda vergi de ticaretin, dolayısıyla kent yaşamının bu durumdan büyük ölçüde olumsuz olarak etkilenmesi sonucunu doğuruyordu. Kentleşmenin tekrar Avrupa'da başlaması konusunda değişik ve çatışan tezler ileri sürülmüştür. Birinci teze göre kent yaşamını tekrar canlandıran ana öge ticaret olmuştur. Uzun süren bir barış dönemi sonunda üretim ve taşımacılıkta başgösteren ilerleme ticareti canlandırmış ve tacirler tekrar kentlere yerleşmişler ve kent yaşantısı bu durum sonucu hızlı bir gelişme göstermiştir. Aynı dönemdeki nüfus artışı da kentleşmenin tekrar canlılık kazanmasında etkili olmuştur. Karşıt bir diğer tez kentleşmenin tekrar önem kazanmasında kentin kendisinin ana ögeyi oluşturduğunu ileri sürecektir. Kentler X. Yüzyılda derebeylik yönetim biçimi içinde bir ayrıcalık gösteriyordu. Kentler derebeylik ilişkilerinin etkilenmediği, bağımlılık durumunun varolmadığı birimleri oluşturuyordu. Derebeylik kurumu etkisinde olmayan bu birimler tacirler için bir yerleşilebilir bölge olarak yorumlanmış ve özellikle savunma açısından etkili gözüken emin kentler yerleşim merkezi olarak, yoğun biçimde tacirler tarafından yeğlenmiştir. Kentleri tanıyan anlaşmaların derebeylik antından değişik olarak bağımlılık ilkesini taşımaması ticaretin gelişmesinde ayrıca etken olacaktır. Kent, Ortaçağ Avrupa'sında en ileri sosyolojik birimi oluşturmaya bu süreç içinde başlayacaktır. Bu sosyolojik birim, bugünkü kentlerle pek az bir benzerlik göstermekteydi. Korporasyon sistemi kent düzenini, statüleri katı biçimde atanmış toplumsal-mesleksel birimler vardı. Bunlar: din grupları, üniversite topluluğu, zanaatkarlar ve tacirlerdi. Ortaçağ anlayışına göre kent son kerte uzmanlaşmış birimlerin ucuca gelmesiyle ortaya çıkan toplumsal bir gerçekti. Kentleşme eylemi, feodalitenin yıkılması ve krallıkların tekrar güçlenmesinde olumlu bir etki yapacaktır. Yurttaşlık bilinci feodal ilişkilerde çok zayıflamış, ilişkiler; bağımlı, eşit olmayan, kişisel bir görünüm almıştı. Kentli ise daha çok yurttaşlık bilincine sahip olabilecek devlete bağlanabilecek bir bilinç oluşturmuştur. Devlete vergi vermek, asker sağlamak, devlet için özveride bulunmak, devlete bağlılık göstermek bakımından kentliler daha büyük bir disiplinli davranış göstermekteydiler. Ayrıca gerileyen aydın düşünce, kent yaşamının canlanmasına koşut olarak bir gelişme göstermiş, bu durumda derebeylikten, devlet ve krallık kavramlarına geçişte etkili olmuştur. Kentleşme eylemiyle, önemini kaybeden hukuk yeniden canlanmış, sanat ve yazında büyük gelişmeler başgöstermiştir. Kentsel değerler sistemi, XII. Yüzyıldan itibaren krallıkların bütünleşmesinde çok uygun bir ortam yaratacaktır. Krallıklarında otoritesini kurmaya çabalayan kralların en büyük yardımcıları, kentliler ve kent içindeki aydınlar ve tüccarlar olmuştur. Bunların çıkarı, genellikle toplumu küçük birimlere ayıran, sıkı bir bağımlılık ilişkisi ağı ile kapsayan feodaliteye cephe alıp, ulusal bütünleşme çizgisinde bulunuyordu. Krallar ile kentliler arasındaki işbirliği sonunda, devletin kralların öncülüğünde tekrar canlanması olanağı ortaya çıkmıştır. Kentlerin bir diğer özelliği de laikleşme eylemine öncülük etmeleri olmuştur. Kilisenin en zayıf olduğu yerler bu dönemlerde genellikle kentler idi. Özellikle kilise-feodal beyler arasındaki ilişkiler, kentlileri bu iki kurum karşısında olumsuz bir tutum takınmalarına yol açmıştır. Bütün bu durumlar sonucunda XIII. Yüzyıl'dan itibaren Avrupa'da ideolojik bir büyük yenilenmenin başladığını söylemek olasıdır. Bu ideoloji feodal düşünceye taban tabana zıt kent ideolojisidir. Bağımlılık, yeni düşüncede yerini bağımsızlığa bırakıyor. İdeal kimse artık kavgacı şövalye değil, kentlidir. Varsıllıklar birikmek için değil, ticaret içindir. Değer yargılarının köklü olarak değiştiği bu dönemde yeni idealler zeka, özgürlük çalışma ve kültür olarak özetlenebilir. yurttaşlık kültürünün ortaya çıktığı bu dönemde burjuva tipi yaşantı, feodal yaşantının yerini XIII. Yüzyıl'dan itibaren almaya başlayacaktır. Şüphesiz siyasal kurumlar bu durumdan kısa dönemde etkilenmeyecekler, oluşum yüzyıllar alacaktır. Fakat her şekilde, kent yaşantısı, ortaçağın son bulmasına büyük ölçüde etki yapacaktır. O R T A Ç A Ğ' D A D İ N XI. Yüzyıl'dan itibaren kilise egemenliğini siyasal otorite üzerinde tam olarak kurabilmek için büyük çapta eyleme girişmiştir. Kilisenin tezine göre; nasıl ay parlaklığını güneşten almaktaysa, aynı şekilde siyasal iktidarlar, karallıklar ışığını dinden, yani kiliseden almalıdırlar. Haçlı Seferlerinin bu çerçeve içinde geçtiğine muhakak olarak bakmak gerekiyor. Haçlı seferlerinin öncüsü, yöneticisi papalar olmuş, parasal gücünü ise kralların orduları sağlamıştır. Her haçlı seferi bir papalık kararı ile başlamış, papalık kararları seferler konusunda detaya inen direktifler vermiştir. Seferlere krallar, baronlar feodal beyler katılmış fakat bu savaşın olağan savaşlardan farklı bir görünüm taşımasına dikkat edilmiştir. Seferler bir haç anlamı taşımakta, buna göre düzenlenmekteydi. Haçlı seferleri, uzun vadede, papanın dileklerinin gerçekleşmemesi sonucunu doğuracaktır. Kilisenin krallar üzerinde etkisini genişletecek yerde, bu etkinin azalmasına yol açacaktır. Seferler, eylemsel olarak kralların komutasında yönetildiği için, bu savaşlardan ekonomik çıkarlar da sağlayan krallar, ülkelerini daha da, savaşlar sonunda, kendi otoriteleri etrafında birleştirmek olanağını bulacaklardır. Kralların otoritesinin ülkeleri çapında bütünleşmesi ise, papalığın bu ülkelerdeki gücünün azalmasına, kralların papa karşısındaki gücünün artmasına yol açacaktır. Siyasal Düşüncede Yeni Sentezler: Otaçağ'ın bu son aşamasında kilise-siyasal otoriteler ilişkilerini yeni baştan düşünmek bir zorunluluk haline gelmiştir. bu konuda en çok ün kazanan düşünce Saint Thomas d'Aquin (1224 - 1274) olmuştur. Saint Thomas d'Aquin için dinsel ve siyasal otoritenin kökenleri aynıdır ve Tanrı'dır. Fakat, çağdaş gelişmeleri göz önünde bulunduran, Aristo etkisindeki bu düşünür, genel kuramsal çerçevede sorunu yukarıdaki şekliyle ortaya koyduktan sonra uygulamada siyasal otoriteye bir ölçüde özerlik tanımak yoluna gitmiştir. d'Aaquin'e göre, "Sezar'ın hakkı Sezar'a verilmelidir" düşüncesi unutulmamalıdır. Dini işlerde kilise tam yetkilidir, fakat sitenin yani siyasal toplumun somut sorunları konusunda yetki siyasal otoriteye tanınmalıdır. Fakat bütün krallar papaya bağlı olmalıdırlar. Görüldüğü üzere Saint Tomas d'Aquin, kilisenin üstünlüğü düşüncesini sürekli olarak savunmaktadır. Fakat, ulusal devletlerin, kralların güç kazanmağa başladığı Ortaçağ'ın bu döneminde, bu gerçeği kabul etmekte, uzlaşmacı biçimde bir senteze varmak istemektedir. Krallara siyasal planda kısmi özerklik tanımak, fakat aynı krallıkların papalığa boyun eğmesini istemek kilisenin gücünü sürdürücü fakat aynı zamanda, krallara da yeni yetkiler tanıyan bir düşüncenin eseri olmaktadır. O R T A Ç A Ğ' I N Ç Ö K Ü Ş Ü Siyasal Düşünceler: Kilisenin iç bölünmeleri, ulusal devlet yönünde gelişmeler Ortaçağ'ı kapayacaktır. Fakat bu sona erişte gelişen siyasal laik düşüncenin de şüphesiz birinci planda etkisi olmuştur. Ortaçağ din kökenli siyasal düşüncesine bir tepki olarak ortaya çıkan yeni düşüncelerin belli başlı önde gelen kişileri hiç şüphesiz Mersile de Padoue ve Guillaume d'Ockham olacaklardır. Marsile de Padoue önceleri Paris Üniversitesi Rektörlüğü'nde bulunmuş sonra da Bavyera kralı Louis'nin yanına giderek yaşamının geri kalan kısmını onunla geçirmiş kilise karşıtı bir düşünürdür. Kiliseye cephe alıp site sorunlarına ilgi duymuş ve geniş ölçüde Aristo'dan esinlenmiş olan Padoue Hristiyanlık öncesi durumdan nasıl Hristiyanlık dönemine kilise egemenliğine geçildiğini inceliyor ve bu durumu eleştiriyordu. Padoue'ya göre papalık kurumu uygarlık ve ülkeler için zararlı olmuştur. Yasalar dine göre değil, site ve toplum için düşünülmelidir. Yasanın amacı adalet ve sitenin iyiliği olmalıdır. Padoue yasaların yalnızca Meclisler halinde toplanan siteli tarafından yapılması gerektiğini söylemektedir. Şüphesiz Padoue demokrasi taraflısı değildir, çünkü yürütme yalnızca prensin elinde bulunmaktadır. Fakat Ortaçağ'ın din üzerine kurulu düzenine karşı çıkarak, merkeze halkı, halkın Meclis'ini alması nasıl Ortaçağ düşüncesine tam zıt bir kutupta bulunduğunu kanıtlamaktadır. Ayrıca Padoue, din işlerini tamamen siyaset dışı bırakmakla yetinmemekte, aktif olarak kilise ile mücadeleye de girişmektedir. Padoue için kilise kutsal bir kurum olamaz. kutsal olan şey dinidir ve din herkesin işidir. Padoue'ya göre kilise bu herkesin ortak şeyi olan dine sahip çıkarak, yetkilerinin üzerine çıkmaktadır. Kilise bir kurum, bir otorite olamaz. Din herkese özgü bir şeydir. Halbuki toplumda bir otorite olması da gerekmektedir. Varolan tek otorite yalnızca devlet olabilir. Cezalandırma yetkisi de yalnızca devlete tanınmalıdır. Padoue'ya göre demekki dinsel ve siyasal otorite ayrımı ve ilişkileri de söz konusu edilmez. Çünkü otorite tektir ve devlettir. Din konusunda da bir otorite söz konusu olacak ise bu bu otorite gene devlet olacak, bu konudaki kararları gene devlet verecektir. Padoue kilisenin Ortaçağ'da giriştiği topyekün saldırıyı reddederek kiliseye topyekün cephe almaktadır. Kendi devlet anlayışı, toplum yaşamının tümünü kapsayıcıdır. Hiç bir güç prensin otoritesinin karşısına çıkmamalı, ona bir engel oluşturmamalıdır. Padoue bu düşünceler sonucu kilise ile mücadele halinde bulunan Bavyera kralı Louis'nin hizmetine girmişti. Amacı kilise karşısında devletin tüm otoritesini yeniden kurmak idi. Düşünceleri aşrılığı yüzünden kısa dönemde büyük etki yapmamıştır. Fakat, onun gibi Bavyera kralına sığınan Guillauma d'Ockham üzerinde etkisini gösterniştir. Onun etkisinde kalanlar, örneğin d'Ockham, eleştirilerinde onun kadar ileri gitmeyecekler, kilisenin varlığını tanıyacaklardı. Padoue, kilisenin kurum olarak varoluşunu bile eleştirmekte, dini bir duyunç işi olarak düşünmekteydi. Padoue'ya, şüpheci, sanatçı ve temel bilimcilerin toplandığı üniversitenin geleneklere cephe alan bir ögesi olarak bakmak gerekmektedir. d'Ockham'da üniversiteden gelmekteydi fakat teoloji fakültesi bu konularda davranışlarında sanatçı ve temel bilimciler kadar radikal bir tutum takınmıyor, değişen dünya içinde kilisenin yeni yerinin ve işlevlerinin ne olması konusunda daha ılımlı düşünmeyi amaçlıyordu. Guillaume d'Ockham: d'Ockham'da (1270 - 1347) Padoue gibi Bavyera kralının yanına gelmiş ve kiliseyi eleştirmiştir. Eleştirileri çok daha ılımlıdır. "Diyalog" adlı eserinde hocası ile konuşan bir öğrenci anlatılmaktadır. Öğrencinin sorduğu sorular kilise ve papalık ile ilgilidir. Hocanın verdiği yanıtlarda ise d'Ockham'ın düşünceleri yer alıyor. Bu yanıtların gösterdiği gibi d'Ockham, kiliseyi devlet içinde eritmek amacını gütmüyor. İleri sürdüğü düşünce; yeni devlet ve kiliseyi yeniden tanımlamak ve onların arasında ayırım yapmaktır. Fakat ayrımın tanımlaması papanın aleyhine olacaktır. Çünkü, bütün Ortaçağ boyunca papalar bu ayrıma karşı çıkmışlar, iki otoriteyi karıştırmışlar, bu karışımın kendi lehlerinde kilisenin egemenliğini sağlamak için gerçekleşmesine çalışmışlardı. d'Ockham'a göre insanın hakları vardır. Bu haklar her zaman varolmuştur ve kişiye zaman, doğa ve Tanrı tarafından verilmiştir. Yani bu hakları kişiye papa vermemiştir. O zaman, papa hangi hakla kişileri haklarından yoksun edebilir? Bunu yapmak onun yetkisi dahilinde değildir. Yaparsa yetkilerini aşmış olur. d'Ockham'ın bu düşüncesi yalnız papanın yetkilerini sınırlamakla da kalmamaktadır. Görüldüğü gibi, Tanrının belirlediği hakların yanında başka hakların, doğanın verdiği hakların da var olduğunu söylemektedir. Gerçekten de Ortaçağ'ın bu son aşamasında laik düşünce büyük ilerleme göstermekteydi. Laik düşüncenin etkilerini açık biçimde d'Ockham'ın eserinde de görmek olasıdır. Bu yeni durumda papanın yetkileri ne olacaktır. Padoue'nun tersine d'Ockham papaya otorite ve sınırlı konuda yetki tanımaktadır. Papanın yetkileri din içinde vardır. Özellikle dini törenlerin düzenlenmesi, din görevlilerinin atanmasında yetki d'Ockham'a göre papada bulunmalıdır. Bu konular dışında din papaya yetki vermemiştir. d'Ockham'a göre papa yetkilerin ötesinde etkili olmaya çaba gösterirse o zaman onun emirlerine uymak zorunluluğu yoktur. d'Ockham'ın tezi uzlaşmacı bir çizgi izliyor. Kiliseye cephe almıyor. din ve siyaseti kesin olarak birbirinden ayırıyor. Kilise kurumunu tanıyor, fakat işlevlerini yalnızca din kurumunun işleriyle sınırlıyor. Siyasal konularda ise yetkiyi yalnızca laik siyasal otoriteye, sivil otoriteye bırakıyor. Ortaçağ'ın sonu, ulusal devletlerin krallıklar çerçevesinde önem kazanmasına yol açmıştır. Bütün Ortaçağ boyunca egemen güç olan kilise bu durumdan başlıca zarar gören kurum olmuştur. Ulusal devletler gelişme süreçlerinde egemen olabilmek için papalık etkisinden kurtulmaya çalışmışlar ve papalık ilişkilerini yeni baştan düzenlemek istemişlerdir. Bu düzenlemenin biçimi ülkeden ülkeye değişiklik göstermiş, biçimlenmiş şekli daha sonraki ilişkilerin yoğunluğunda da belirleyici olmuştur. Fransa'da geçiş dönemi evrimci ve barışcı biçimde yaşanmıştır. Bunun sonucunda Fransa Roma'dan kopmamıştır. Ters bir durumu İngiltere sergilemektedir. İngiltere Roma'dan kopmuş ve kendi kilisesini kurmuştur. Almanya'da ise Luter reformları belirleyici olacaktır. XVI. Y Ü Z Y I L XVI. Yüzyıl'da coğrafi, ekonomik ve toplumsal plandaki gelişmeler, siyasal düşünceleri köklü biçimde etkileyecektir. Yeni buluşlar, bilinen dünyanın boyutlarının genişlemesi, Avrupa'ya Amerika'dan getirilen altın ve değerli taşlar, anamal birikiminin hızlanmasına, ticaretin hızla gelişmesine yol açacaktır. Şüphesiz Ortaçağ'ın etkileri hemen ortadan kalkmayacaktır. Tarıma dayalı bir ekonomi ve kilisenin gücü sürüyordu. Fakat bu sürekliliğin yanında, ticaret yaşamındaki gelişmeler Yenidendoğuş, etkileyici olacaktır. Bu ortamda, siyasal düşünürler, yönetim biçimi inceleme ve yorumlarında eski Yunan'a ilgi duyacaklar ve bu örnekten esinlenmek yolunu tutacaklardır. XVI. Yüzyıl'ın egemen ideolojisi, daha önceki gelişmelerin de bir sonucu olarak, mutlak krallık olacaktır. Uluslaşmanın başladığı, devletlerin kurulduğu bu dönemde, merkezde bulunan krallar, gerek kilise gerek feodaliteye karşı iktidarlarını güçlendirmek, onu başka hiçbir güçle paylaşmamak yolunu arayacaklardır. Bu iktidar arayışında örnek ise egemen mutlakiyet yönetim biçimleri oluyor. Krallar artık topluluklardan, uyruk olmalarını ve krala mutlak olarak boyun eğmelerini isteyeceklerdir. Kilise-devlete karşı savaş açan krallar, aynı zamanda uyruklarını ülkelerinde bütünleştirmek amacıyla, geniş ölçüde dine dayanacaklardır. Ülkelerindeki din işleriyle kendileri uğraşmak isteyecekler, Roma Kilisesi'nin etkisini azaltmaya çaba göstereceklerdir. Reform hareketini bu çizgide yorumlamak olasıdır. XVI. Yüzyıl'da Avrupa'da durum bölgeden bölgeye değişik bir görünüm göstermektedir. Devletlerin kuruluşu ve uluslaşması bazı ülkelerde gelişme gösterirken, öteki bazı bölgelerde çeşitli nedenlerle bu gelişme geçilecektir. Mutlak krallık ve merkezi devlet; İngiltere, Fransa ve İspanya'ya özgü olarak karşımıza çıkıyor. Almanya ve İtalya daha çok prensliklerin ve kent devletlerin egemen olduğu bir durum içinde bulunmaktadır. Bunun yanında, İtalya'a ayrıca Roma Kilise Devleti varlığını sürdürecek, bu durum İtalya'da merkezi bir ulus-devletin kurulmasında büyük bir engel oluşturacaktır. Mutlak monarşilerin egemen olduğu İngiltere, Fransa ve İspanya'da merkezilik büyük gelişme gösterecektir. Devlet ordusu, genel ve sürekli vergi bu merkeziliğin temel taşlarını oluşturuyor. Merkezi yönetim, devlet memurları, mutlak iktidarın güçlenmesiyle koşut olarak bir gelişme göstereceklerdir. Bu ülkede yaşayan uyruklar artık durumu bu açıdan kabul etmek ve mutlak krallara boyun eğmek durumunda kalacaktır. Merkezi iktidarın güçlenmesi, hala bölgesel iktidarlar altında yaşayan ülkeler aydınlarını kendi ülkelerinde de ulus-devlet kuruluşuyla ilgili çalışmalar yapmaya yöneltiyor. Bu açıdan çalışmalar yapan aydınların en ünlüsü Machiavel'dir. M A C H I A V E L Machiavel (1469-1527) Flaransa'lı bir burjuva, siyasetçi ve devlet adamıdır. Medicis ailesi 1512 yılında iktidara dönünce, orununu kaybetmiştir. "Prens" adlı eserini 1513 tarihinde yazmıştır. Amaçlarından biri Medicis ailesinin gözüne girmek idi. Diğeri de, İtalya'nın içinde bulunduğu siyasal durum idi. Machiavel İtalya'da merkezi bir krallık kurulmasını diliyor ve bu işin Medicis ailesinin öncülüğünde gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Daha sonraki yıllarda Medicis'ler onu Floransa'nın resmi tarihçisi yapacaklardır. Machiavel'i bir İtalyan vatanseveri olarak tanımlamak olasıdır. Gönlünde yatan yönetim biçimi cumhuriyet idi. Fakat mutlakiyet yönetim biçimlerinin yükseldiği bu çağda, İtalya'da merkezi devletin ancak üstün bir kral tarafından kurulabileceğini düşünmesi, onu kralcı ideolojinin savunucusu haline dönüştürmüştür. Bu nedenle cumhuriyetçilerle arası açılacaktır. Machiavel kendisini gerçekçi bir devlet adamı olarak tanımlıyordu. Siyasal kültürünü deneyime ve Yunan siyasal felsefesine dayandırmaktaydı. P R E N S: Bu kitap Machiavel tarafından felsefi bir eser olarak kaleme alınmamıştır. Machiavel için önemli olan en iyi iktidar biçimi, iktidarın kökeni, meşruluğu değildir. Onun için tek önemli sorun, İtalyan merkezi devletinin kurulmasıdır. Bu açıdan Machiavel sorular sormakta ve yanıtlar aramaktadır. Prens'te Machiavel krallık yönetim biçimine taraftar gözükmektedir. Ama bu vesayet halinde, babadan oğula geçen bir krallık türü değildir. Vesayet sistemi egemen olunca yeteneksiz kişiler de kral olabileceklerinden, Machiavel, bu sisteme cephe almaktadır. Machiavel'in düşündeki kral, sıradışı, üstün yetenekli bir kişidir. Bu kişi uyruğunun sevgisini elde etmelidir. Fakat Machiavel için tutulacak yol, iyilik ve şevkat değil, güç ve erktir. Prens bu yolla iktidara gelmeli ve şiddete başvurmalıdır. Hoşa gitmeyen kararları kendisi almalı, yardımcılarına aldırtmamalıdır. Prens, etrafında en iyi danışmanları toplamalı, fakat onlara iktidardan en ufak yetki vermemelidir. Prensin tek amacı iktidarını genişletmek ve güçlendirmektir. Bu amaçla her yola baş vurmalı, gerektiğinde suç işlemekten çekinmemelidir. Sevilmekten çok korkutmak iktidarı güçlendirmektedir. Fakat bu yolu tutmasına karşın, prens şöhretine gölge düşürmemeye gayret etmelidir. Prensin en önemli kalesi uyruğunun şevkat dolu duygularıdır. Machiavel kamuoyuna büyük önem veriyor. Kamuoyu son derecede önemlidir ve ona etki yoluyla şekil verilmelidir. Kamuoyu güçe saygılıdır, kolayca aldatılabilir. İki yüzlülük prens için bir görevdir. Önemli olan prensin elde edeceği sonuçtur. Sonuca göre durum çerçevesinde ne ölçüde güçe ya da ikiyüzlülüğe başvurulacağını prens belirlemelidir. Prensin en önemli amacı yaşamını ve devletini sürdürmektir. Eğer bu sonuca ulaşıyorsa, hangi yönteme başvurursa vursun, kararları şerefli olarak yorumlanacaktır. Machiavel'e Göre Dış Siyaset: İç işlerinde tutulması gereken bu yol, devletin dış ilişkileri bakımından da aynen uygulanmalıdır. Prensin çıkarlarına uyduğu sürece verilen sözlere sadık olmalı, anlaşmalara uyulmalıdır. Başka ülkelerin aleyhine hiçbir girişimden kaçılmamalıdır. Toprak fethi amaç olmalı, genişlemek için çaba harcanmalıdır. Fakat, çok uzaklara da gidilmelidir. ülkeye eklenen toprak ve toplulukların uzaklığı, onların kontrolünü zorlaştırır, ülkeyle bütünleşmelerine engel oluşturur. haddinden fazla büyüklük güçe değil zayıflığa yol açar. Bütün bu amaçları Machiavel'e göre sıradışı yeteneklere sahip bir prens gerçekleştirebilir. İtalya, devletini kurabilmek, bütünleşebilmek için böyle bir diktatöre muhtaçtır. Machiavel yukarıdaki düşüncelerini bu gerçeklerin ışığında ileri sürüyor, fakat kuramsal olarak, idealinde yatan, düşlediği yönetim biçimi, bu değildir. "Söylev" adlı eserinde, Machiavel, Aristo ve Polybe etkisinde düşünceler ileri sürmektedir; monarşik, aristokratik ve demokratik yönetim biçimlerini tanımladıktan sonra, Machiavel seçimini karmaşık yönetim biçimi yönünde kullanmaktadır. Karmaşık tür, Machiavel'e göre en sağlam ve en sürekli yönetim biçimi türüdür. Bu yönetim biçiminde prens, aristokratlar ve halk beraberce iktidar olmaktadırlar. Bu güçler, kendi aralarında bir anlaşma ile iktidar sorumluluklarını yüklenmektedirler. Bu açıdan Machiavel, anlaşmayı bozarak, kişisel iktidarını kabul ettiren Ceasar'a cephe alıyor. Machiavel eski Roma yönetim biçimine bağlıdır fakat bu Ceasar öncesi cumhuriyet Roma'sıdır. Machiavel, İtalya'da bir diktatörlüğün, bütünlüğü sağlamak için gerekli olduğunu ileri sürüyor fakat sonunda cumhuriyetçiliğe bağlı kalıyor. İdealindeki prens, amaca ulaştıktan sonra çekilmeli ve yönetim biçiminin cumhuriyete dönüşmesine izin vermelidir. Machiavel'in düşüncesi görüldüğü gibi tümüyle siyasaldır. Ekonomik, toplumsal olaylar onun ilgisini çekmemektedir. siyaset onun düşüncesinde yüksek insanların, büyük istençlerinin çarpıştığı bir yerdir. Siyasal yaşam, insanlarla, büyük kabiliyet, yeteneklerle açıklanmakta, toplumsal yaşam, siyaset analizlerinin dışında tutulmaktadır. İktidar nedir? Bu soruya Machiavel, toplumun uyruğun boyun eğme içinde beraberce birarada tutulmasıdır demektedir. Tarihsel açıdan Machiavel'de derin analizler bulmak olanağı yoktur. Geliştirdiği düşünceler daha çok hükümet olma durumunun teknik düzeyde gözlemlenmesiyle kurulmuştur. Devlet bu teknik açıklamalarda merkez oluşturmaktadır. Devletin nereden geldiği, ne olduğu Machiavel'i ilgilendirmez. Devlete Machiavel bir filozof olarak yaklaşmaz. Devlet Machiavel için varolan somut bir güçtür. toplum devlete bağımlı olmalıdır. Cumhuriyetten söz ederken bile ileri sürdüğü görüşlerde Machiavel otoriter devlet yanlısı bir kişi olarak gözlemlenmektedir. Roma kilise-devleti konusunda Machiavel olumsuz bir tutum takınıyor. Kilise-devlet, devletler için zayıflatıcı bir öge oluşturur. Bu yüzden Machiavel Roma kilise-devletine karşı cephe alır. Din, toplumlar için gereklidir fakat bu durumla, her ülkenin kendi devleti uğraşmalı, dini kendi denetiminde uygulatmalıdır. Din devlet için güçlendirici bir öge oluşturmalıdır. Ulus-devlete bu denli bağlanması Machiavel'i Ortaçağ'ın "evrensel dini-imparatorluk" projesinin karşısında yer almasına yol açmıştır. İmparatorluk ve Hristiyan-imparatorluğuna karşı olan Machiavel, aynı zamanda başka bir Ortaçağ kalıntısı olan derebeylik türüne de kesin olarak karşı çıkmaktadır. Machiavel feodal toprak aristokrasisine karşıdır. Devleti zayıflatan evrensel ya da yerel bütün öğelere savaş açmaktadır. Önemli olan merkezi devletin önündeki engelleri kaldırmak, devleti kurmaktır. Machiavel'in uluslararası ilişkiler konusunda ileri sürdüğü düşüncelere göz atıldığında, onun bu planda ne uluslararası hukuka ne de uluslararası ahlak kurallarına inanmadığı görülüyor. Uluslararası plan, Machiavel için vahşi bir ormandır; devletler bu alandaki mücadelelerinde tutuğunu koparmaya çalışmaktadırlar. devletin tek amacı diğerlerinin aleyhine genişlemektir. Genişleme hile ve güçle olacaktır. Bu açıdan Machiavel devletin askeri gücünün çok olmasını istemektedir. İtalyan ordularının küçüklüğü, paralı askerlerden kurulmuş olması Machiavel'in eleştirisine uğruyor. Machiavel'e göre merkezi devletin ordusu ulusal bir ordu olmalıdır. Vatandaşlık duygusunun en yüksek noktası askerlik yapmaktır. Devlet her zaman dış ülkelerin tehdidi altında olduğundan ordusu çok güçlü olmalıdır. vatandaşın görevi ise bu orduya katılmaktır. Machiavel düşüncesi, görüldüğü üzere Ortaçağ düşüncesinden tamamen ayrılmakta, modern çağların düşüncesine bir örnek olmaktadır. Machiavel'e tarihte Ortaçağ'ın düşünce kırıntılarını ortadan kaldıran düşünür denirken onun devlet ve uluslararası ilişkilere olan yaklaşımı gözönüne alınmaktadır. Machiavel düşüncesinde, din, Tanrı, iktidarın meşruluğu, kilisenin siyasal tutumu gibi konular söz konusu değildir. İktidarı tamamen din dışında, somut, modern görüntüsü içinde gözleme bağlı tutmaktadır. Toplum, iktidar, devlet onun için somut siyasal gerçeklerdir. Metafizik, konunun dışına itilmaktedir. Onun düşüncesi üzerine yeni gelişmeler modern çağın başladığını kanıtlayacaktır. M U T L A K İ Y E T Ç İ L İ Ğ İ N Z A F E R İ XVII. Yüzyıl Batı Avrupa'da ekonomik ve toplumsal bunalımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu bunalımları dinsel ve düşünsel alanda da yeni dönüşümler izlemiştir. Bütün bu bunalımlar sonunda mutlakiyetçilik kudretli çıkmıştır. XVII. Yüzyıl mutlakiyetçiliğin doruk noktası olmuştur. Ancak mutlakiyetçiliğin bu başarısı hassas ve aşılacak bir görünüm taşıyordu. Hassasiyeti, daha sonra mutlakiyetçiliğe son verecek nedenleri yapısında bulundurmasıdır. XVII. Yüzyıl mutlakiyetçiliği egemenlik kavramını geleneksel öğeler (monark'ın görevleri, sözleşme, örf ve adet, krallığın temel yasaları) yanında yeni elemanlara (merkantilizm ve utiliterizm) dayandırıyordu. Mutlakiyetçilik bir anlamda feodalizmin karşıtı biçiminde ortaya çıkmıştır. Ekonomik düzeyde, yüzyılın temel olayı Batı Avrupa'da ticaretin ve varsıllığın büyük ölçüde artmasıdır. İngiltere, Hollanda ve İspanya varsıllaşan ülkelerdir. Avrupa'nın işlek limanları Akdeniz'den kuzeye kaymaktadır. Kapitalizmin gelişmesi ile siyasal düşüncenin gelişmesi arasında bir koşutluk kurulabilir. İngiltere ve Hollanda'da siyasal düşünce gelişiyor: Grotius, Hobbes, Spinoza, Locke... gibi. Fransa'da daha çok devlet adamları deneyimlerinden ve olaylardan yararlanarak siyasal eserler yazmışlardır: Richelieu, Retz, Bossuet, Fenelon... gibi. 1) Merkantilizm ve Mutlakiyetçilik: XVII. Yüzyıl'da merkantilist öğreti gelişiyor: bir ülkenin varsıllığı altın ve gümüş birikimlerine dayanmaktadır. Merkantilist öğretiye göre, deniz aşırı ülkelerden gelen altın ve gümüşü toplamak ve ulusal üretimi en üst düzeyde geliştirmek gerekir. Böylece ticaretin önemi ön plana geçmektedir. Yeni sanayiler yabancı rekabete karşı korunmalıdırlar. Yerel siyasetten ulusal siyasete geçiliyor. Böylece ulusal ve himayeci bir siyaset izleniyor. Colbert'e göre;"ticaret işletmeleri kralın ordularını, manifaktürler - fabrikalar yedekleri oluşturmakta ve ticaretin kendisi bir para savaşı" görünümündedir. Devlet ticaret işletmelerinin doğuşunu himaye etmektedir. 2) Sınıflar Çatışması: Çatışma asillerle-burjuvalar arasındadır. a) Mutlakiyetçiliğin Dinsel Nedenleri: - Dinsel savaşların anıları belleklerden silinmiş değildir. Bu konuda monarka barış için kitlenin güveni var. - Fransa ve İngiltere'de papalığa karşı bağımsızlık hisleri ve isteği var. b) Siyasal Nedenler: Mutlakiyetçiliğin tamamıyla siyasal merkezleri vardır. - İhtilalci hareketler, iktidarı güçlendirmeye neden oluyor. Cromwell'in diktatörlüğü 1649 İhtilali'ni izliyor. XIV. Louis'nin mutlakiyetçiliği Fronde'un (aristokrasinin bir baş kaldırma hareketi) izlerini taşıyor. XVII. Yüzyıl siyasal düşüncesine sivil barış teması -özellikle Hobbes'un- egemen olmuştur. - Savaşlar: iktidarın tek elde toplanmasını ve güçlenmesini gerektiriyor. 3) Bilimsel Devrim ve Rationalizmin Gelişmesi Kapitalizmin gelişmesi, sınıflar mücadelesi ve savaşlar belirli bir süre için mutlakiyetçiliği güçlendirdiği gibi bir süre sonra da zayıflatmaya başlamıştır. Ancak, mutlakiyetçilik için en tehlikeli olan neden başka düzeydedir: bilimsel düşüncenin ve rasyonalizmin gelişmesi. XVII. Yüzyıl bilimsel devrimin çağıdır. Francis Bacon, Kepler, Galile, Descartes, Pascal, Torriçelli, Harvey, Newton'un çağıdır. British Royal Society 1660'da, Academie des Sciences 1666'da kurulmuştur. 4) Doğal Hukuk ve İktidar: XVII. Yüzyıl'da hukuksal anlayışta oluşan değişikliğe kısaca değiniceğiz. Grotius, Pufendorf gibi yazarların hukuksal eserleri siyasal ortamdan esinlenmiştir. Positif hukuktan ayrı bir doğal hukuk kavramı felsefe kadar etkilidir. Grotius ne doğal hukukun ne de uluslararası hukukun yaratıcısıdır. Daha önce vardı. Hukukun Bu Yeni Gelişmesini Sağlayan Nedenler Çeşitlidir: - Bilimlerin ilerlemesine ve yeni toprakların bulunmasına bağlıdır. İnsan için doğayı kullanma olanaklarının artması. Yenidendoğuş'tan itibaren doğanın yeni bir anlayışı ortaya çıkıyor. - Bu yeni anlayış tamamıyla laik ve dinden ayrıdır. - Hukukun bu düzeyde gelişmesinin temel nedeni ekonomiktir. Kapitalizmin gelişmesi doğal hukuk okulunu geliştirmiştir. - Doğal hukukun yeni kuramcıları, genel çıkarı, bireysel hakları, doğal durumu göz önünde tutmaktadırlar. Hollanda'lı Grotius'un (1583-1645) en önemli eseri olan "De Jure Belli ac Pracis" 1625'de XVI. Louis'ye ithaf edilmiştir. Kendisi savaşı meşrulaştırmak istemektedir. Ticari gelişmeyi sağlayacak, düzen ve barışı egemen kılacak güçlü bir iktidar arzuluyor. Pufendorf, (1632-1694) güçü meşrulaştırmak için bir hukuk anlayışı ileri sürmüştür. Grotios ile aynı doğrultuda çalışmıştır. 5) İngiltere'de Bireycilik ve Mutlakiyetçilik: İngiliz siyasal felsefesine XVI. Yüzyıl'da iki eser egemendir: Hobbes'un "Leviathan" (1651) ve Locke'un "Beşeri Anlaşma Hakkında Deneme" ve "Sivil Hükümet Hakkında Deneme"si. Paul Janet'nin deyişiyle Hobbes mutlakiyetçiliği tutuyor, Locke karşı koyuyor. Ancak ikisi de aynı bireyciliğe, yararcılığa, güven ve barış endişesine dayanıyorlar. 1649 İngiltere'sinde iki akım: - Siyaset ve din arasındaki bağlar; püritanizm ve yararcılık karması, - İhtilalci bir öğretinin yokluğu; opportunism ve muhafazakarlık karışıklığı. I. H O B B E S Hobbes (1588-1679) tamamıyla rasyonalisttir. Bilimsel materializm, positivizme bağlıdır. Siyaseti bir bilim gibi kabul etmektedir. Felsefesi ve siyaseti anti-Aristo'cudur. Tanımların ve dilin önemi üzerinde durmaktadır. Doğaüstü olan şeyleri reddediyor. Eseri hayaletlere karşı bir mücadele görünümü taşıyor. İnsanı korku ve korkutucu şeylerden kurtarmaya çalışıyor. 1) İktidar Felsefesi: "Elements of Law" adlı eserinde siyasal felsefesi geleneksel monarşist iken daha sonra toplumsal monarşisme kayıyor. Fakat seçimi kalıtsal monarşisme gitmektedir. Bu "Traité des Citoyens" adlı eserinde açıkça görülmektedir. Hobbes'un ne kişi olarak krala ne de monarşik ilkeye bağlılığı sözkonusudur. Saygısı iktidarın kendisinedir. Bu nedenle ön planda iktidar felsefesine dayanmaktadır. Mutlak iktidar ilkesini savunmaktadır. Mutlak iktidarı ilahi hukuk adına değil, bireylerin çıkarları ve barışın korunması adına savunmaktadır. İktidarı laikleştirmekte ve buna kral adına değil kişiler yönünden yarar adına yapmaktadır. 2) İktidarın Analizi: İktidar oluşumunda biçok aşama vardır: - Doğal durum: Hobbes için savaş ve anarşi halidir. Doğa gereği insanlar eşittir. Eşitlikten endişe, güvensizlik ve savaş çıkmaktadır. Yani "İnsan insanın kurdudur". - Sivil topluma doğru: Hobbes'de bir doğal hukuk ve bir de doğal yasalar anlayışı vardır. Doğal hukuk (doğa - jus naturale) koruma içgüdüsüne dayanmaktadır. Hobbes bunu herkesin kendi gücünü kullanarak kendi yaşamını, varlığını koruma hak ve özgürlüğü biçiminde tanımlıyor. Doğal yasaya gelince "us tarafından ortaya konan ve yaşamı yoketmeyi önleyen genel kurallardır". İki doğal yasa, Hobbes'a göre barışı aramak ve barışı sahip olunan bütün araçlarla savunmaktır. Bu halde barış ve güveni sağlamak için insanların sahip olduğu en iyi araç kendi aralarında bir sözleşme yapmak ve karşılıklı olarak ellerindeki hakları beşeri barışı engellememek amacıyla devlete aktarmaktır. Burada bazı nitelikler göze çarpmaktadır: a) Aristo'nun aksine Hobbes, siyasal toplumun doğal bir olgu olmadığını kabul etmektedir. Hobbes için "siyasal toplum; istençsel bir anlaşmanın, çıkarcı bir hesaplamanın yapay ürünüdür". b) Egemenlik bir sözleşmeye dayanmaktadır. Ancak yöneten ile yönetilenler (uyruklar) arasında yapılmış bir sözleşme olmayıp yönetene bağımlı olmaya bırakılmayı kararlaştıran bireyler arasındaki bir sözleşmedir. Sözleşme, egemenliği sınırlama yerine egemenliği oluşturmaktadır. c) Sözleşmenin kökeninde barış yatmaktadır. 3) Devletin Erki: Yukarıdaki nedenlerle devlet bir kişi olarak ortaya çıkmaktadır. Bir toplumu oluşturan bireylerin gönüllü olarak çokluk bir tek kişi oluşturmakta ve tek bir kişi tarafından temsil edilmektedir. Devlet devseldir fakat beşeri bir görünümü vardır. Devlet özel çıkarların toplamıdır. vatandaşı savunmak zorundadır. Vatandaş hakları devlete aktarırken korunmayı gözetlemektedir. Devlet güvenlik sağlamadığı, boyun eğmeyi sağlayamadığında varlığının nedeni kalmaz. İyeliği (mülkiyet) sağlayan devlettir. Devlete karşı girişilen her eylem iyeliğe saldırıdır. Devlet aynı zamanda dinsel ve dünyasaldır. Hiçbir tinsel (manevi) güç devlete karşı koyamaz. Kimse iki yargıça hizmet edemez. Yöneten yalnızca devlet organının değil kilisenin de başıdır. Böylece devletin erki ve tamlığı kabul edilmiş olmaktadır. Aracı yapılar (partiler, bölüntüler-hizipler) için hiçbir yer yoktur. 4) Egemenliğin Sınıfları: İlk eserinden itibaren Hobbes güçler (kuvvetler) ayrımı ilkelerini eleştirmekte ve salt egemenlık tezini savunmaktadır. Hükümdarın erki için hiçbir dışsal sınırlama yoktur. Ancak hükümdarlığında adil olmalıdır. Böylece hükümranlığını tehlikeye sokmadan her istediğini yapma erkine sahip değildir. Hobbes egemenliğin sınırları olduğunu kabul etmektedir ve hükümdarın görevlerinden bahsetmektedir. Hükümranlığa belli başlı sınırlamalar akıl ve hükümdarın mesleki duyunçudur; hükümdar için halkının çıkarlarını aramamak akılsızca bir iç davranış olur. Kaldı ki bu çıkar kendi çıkarlarıyla karışmaktadır. Görev, "yarar" ile özdeşleşmektedir. "Hükümdara ve halka ait iyi olan birbirinden ayrılamaz". Bireycilik ve yararcılık Hobbes'un mutlakiyetçiliği, Bentham ve Locke'un da belirttiği yararcı düşüntülere (mülahaza) dayanmaktadır. Bu mutlakiyetçilik tartışma kabul etmez fakat Bossuet'ninkinden farklıdır. Düşünce tamamıyla bireycidir ve mutlakiyetçiliğin nedenidir. Kişinin korunması temel kişi hakkıdır. Mutlakiyetciliğin kökeni aydın bencilliğidir. (egoism) En otoriter devlet yapısı için ancak birey en mükemmel gelişmesini sağlayabilmektedir. Çıkar ve mutluluğunu, beğeni (zevk) ve gönençini devlette bulmaktadır. Hobbes "orta sınıfı" pek takdir etmemiştir. Ekonomik sorunlarla pek ilgilenmemiştir. (ki İngiliz burjuvazisini ilgilendirir) Ancak eserindeki mutlakiyetçilik burjuva uğraşlarına özellikle uygun düşen bir biçim ortaya koyuyor. Hükümdara başarılı olma görevini yüklemekle, adalet ve erdem (fazilet) fazla barış ve gönençten sözetmekle Hobbes bir öncü gibi görünmektedir. Kendisinin samimi seçimleri ne olursa olsun eseri genel bir bakışaçısı içinde kralsal milliyetçiliği fovorize etmemektedir. Hatta liberalizm ve radikalizm yönünde bir gelişme vardır diyebiliriz. II. B O S S U E T Bossuet, (1627-1704) Tanrının askeri, iman şampiyonu, asaletli ve erkli bir kişi olarak beliriyor. Kendisi genel bir siyasal kuram sunmaya çalışmıyor; ona göre tarih ve siyaset imanın renkleridir. Tarih ise; prenslere yararlı dersler veren ilham kaynağıdır. Bossuet için monarşi, en yaygın (ortak) ve eski olan en doğal hükümet biçimidir. Kralsal otoritenin dört niteliği: ilahidir. (prensler Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir) paternalist, mutlaktır, akla dayalıdır. (Prens, ihtiras veye hünerle değil akıl ile eylemde bulunmalıdır) Bossuet için, Hobbes gibi siyasetin son sözü iktidara bağımlı olmaktır. Ancak her ikisi de farklı yollardan bu sonuca varmaktadırlar. Hobbes, bireycilik, laiklik ve yararcılık ile, Bossuet geleneğe saygı ve tevekkülle aynı sonucu arzuluyor. Dolayısıyle bu sonuçlar farklı kökenlere dayanmaktadır. III. L O C K E Liberal bireyciliğin babası olarak anılan Locke, yalnızca kendi çömezlerini değil aynı zamanda geleneklerden yana olanları da etkilemiştir. Joseph de Maistre'in Locke'a karşı olan nefreti, kendisinde (sagesse) hikmetin yerleşmesine neden olmuştur. bu etkiyi, "Sivil Hükümet Hakkında Deneme" (1690) -ki bu eser siyasal düşüncelerini yoğun olarak içermektedir- eseriyle anlamak pek olanaklı değildir. Ancak en uygun zamanda yayınlanarak yükselen sınıfın düşüncelerini yansıtan bir eserdir. İngiliz Devrimi'nin kuramcısı, burjuvazinin idealini dile getirmektedir. 1) Locke ve Felsefesi: Locke doktor ve felsefecidir. Mütevazi puriten bir ailenin oğludur. Bir "gentlemen"in niteliklerine sahiptir. 1683'den 1688'e kadar beş yıl; Hollanda'da sürgün olarak yaşamıştır. Guillaume d'Orange (Sacques II yerine) ile beraber İngiltere'ye geliyor ve kitabında başarılı devrimi savunuyor. Locke tarihi bir raslantıyı, insan aklı ile gerçekleştirilen bir olay şekline dönüştürmekle yetinmemektedir. Şüphesiz kendi siyaseti bu olaya çok şey borçlu olmakla beraber, uyumlu bir felsefe içine dahil edilmiştir. Kendisi Filmer'in kralların paternal iktidarını reddetmektedir. Locke'un diğer eserleri: "Beşeri Anlaşma Hakkında Deneme" ve "Hoşgörü Hakkında Mektup"tur. Locke'un siyaseti, felsefesine sadıktır. Felsefesinde deneycilik (ampirizm) egemen niteliktir. Felsefesinin tümü gibi, siyasal felsefesi olayın erkini içermektedir. Gerçekleştirilen olay, makul, akla uygun olduğunda doğrulanması doğaldır. Locke için insan, makul akla uygun davranan bir varlıktır ve özgürlük mutluluğun ayrılmaz bir öğesidir. Siyasetin amacı tıpkı felsefesinin amacı gibi, barış, uyum ve güvenlik içinde bulunan mutluluğun aranmasıdır. Böylece siyasal güvenceler olmadan hiçbir mutluluk olamayacağı gibi, akla uygun, makul bir mutluluğu yaymayı gözetmeyen bir siyasette söz konusu olamaz. 2) İyelik (Mülkiyet) Öğretisi: Hobbes'un aksine Locke için doğa konumu en azından göreceli olarak barışcı bir durumdur. Doğa Hobbes'deki gibi vahşi olmadığı gibi Rouasseau'daki mükemmelliğe de sahip değildir. Doğa durumu bir edimli durumdur, daha iyiye götürülebilir. Hobbes'un aksine Locke, özel iyeliğin doğal durumda var olduğunu ve sivil toplumdan önce var olduğunu ileri sürüyor. Bu iyelik kuramı, kendisinde büyük bir yer tutuyor. Böylece düşünüşün burjuva kökenini doğruluyor, başarısını aydınlatmaya yardım ediyor. Locke'a göre değeri olan herşeyin kökeni, doğa değil "yapıcı ve akılcı" olan insandır. Böylece iyelik, yalnızca sahipleri için değil bütün insanlık için doğal ve aynı zamanda iyilik öğesidir. "Çalışmasıyla bir toprak parçasına sahip olan beşeri türün ortak kaynaklarını azaltmayıp arttırmaktadır..., iyelik mutluluğu arttırmakta ve en büyük mutluluk en büyük erk ile birliktedir... En büyük mutluluk en büyük zevklerden yararlanma olmayıp, en büyük zevkleri üreten şeylere sahip olmaktır". Böylece "kapitalist hedonisme" tanımlanmaktadır. İyeliği garantilemek için insanlar doğal durumdan çıkıp sivil toplumu kurmaktadırlar. Böylece ana amaç iyeliğin korunmasıdır. "Her hükümetin temel ilkesi iyeliğin korunmasıdır". Locke için, hükümetin yönetme ve yasa yapmaya kıyasla yönetme işlevi daha azdır. Doğal durumda insanların eksikliği yasalar, yargıçlar ve polisdir. Sivil hükümet kendilerine bunları sağlamaktadır. Siyasal iktidar, iyelik sahiplerinin iyelik sahiplerine (eline) bıraktıkları bir tür despot görünümündedir. Hükümet edenler topluluğun hizmetindeki yöneticilerdir: görevleri gönenç ve mutluluğu sağlamaktır. 3) Locke'a Göre İktidar: En üstün güç yasama erkidir. Temel olanı yasalar yapmaktır. Yasalar iyelik hakkına dokunmazlar. Yürütmenin yetkileri katı bir biçimde sınırlandırılmıştır. Yürütme ve yasama aynı elde toplanmamalıdır. Yasama yürütmenin üstündedir. Yasama, devlete yaşam, biçim ve birliği veren tindir. (ruh) Fakat yasama erki sınırsız değildir. Doğal haklarla sınırlanmıştır. "Erk (kudret) ilke olarak özgürlük erkidir ve bu özgürlük us (akıl) ve mutluluk için özgürlüktür. Böylece, siyasal olmak için öncelikle adil olmak gerekiyor. Böylece Locke'un -Kant gibi- iktidar sorunu etik (moral) bir soruna dönüşüyor. 4) İktidara Karşı Koyma: İktidar doğal haklara -özellikle hürriyet ve iyeliğe el uzattığında yönetilenlerin başkaldırma hakkı vardır. Başkaldırma hakkını (hakçı bir anlayış değil) Locke var olan düzeni korumak veya yeniden canlandırmak için savunuyor. Bu kuram tutucu (muhafazakar) bir esine (ilhama) dayanmaktadır: başkaldırma hakkının tanınması prensi düşünceye yöneltmek ve eşitliğe uymaya zorlamak içindir. 5) Hoşgörü: Locke'un siyasal düşüncesi tamamıyla laiktir. Dünyasal ve dünyasal olmayanları tamamıyla birbirinden ayırmıştır. A Y D I N L A N M A Ç A Ğ I Aydınlık Çağı Felsefesi Burjuva Bir Felsefedir: XVIII. Yüzyıl siyasal düşünceler tarihini belirleyen egemen öğe; Batı Avrupa'da burjuvazinin güçlenmesidir. XVIII. Yüzyıl'da daha önce tarımda başlayan teknik ilerleme sanayi devriminin ilk belirtileri ile birlikte daha da gelişme kaydetmiş, daha önceki çağlarda büyük ilerleme gösteren ticaret ve özellikle denizaşırı ticaret yanında ve bunun da sağladığı varsıllıklar sayesinde manüfaktürler kurulmuş ve gelişmiştir. Bu dönemde Avrupa burjuvazisi açısından ilerleme döngüsünü oluşturan dört denklem şunlardı: ticaret varsıllık etkenidir. Varsıllık özgürlüğün gelişmesini sağlar, ticaret ise devletin büyüklüğünü belirler. Voltaire "İngiltere Mektupları"nda bu döngüyü şöyle belirtiyordu: "İngiliz vatandaşlarını varsıllaştıran ticaret onların özgür kılınmasında da katkıda bulunmuştur ve bu özgürlük de ticaretin genişlemesini sağlamıştır; devletin büyüklüğü de böylece oluşmuştur". XVIII. Yüzyıl burjuvazisinin bazı temel özellikleri vardı. Bunlardan biri, ekonomik güce sahip olmasına karşın burjuvazinin henüz siyasal iktidar üzerinde egemenlik kuramaması olgusudur. Yüzyıl içinde burjuvazi siyasal iktidara da talip olacaktır. Bir diğer özelliği bu burjuvazinin oldukça heterojen bir sınıf oluşturmasına karşın (memur ve subaylardan spekülatörlere, feylesof maliyecilerden tüccar ve armatörlere, fabrika sahiplerinden aydınlara dek uzanan bir sınıf) bazı ortak düşünceler etrafında toplanmış olmasıdır. Bu ortak düşünceler burjuva felsefesini oluşturmaktadır. Burjuva felsefesinin ayırıcı bir özelliği, bir sınıf niteliği taşımasına ve sınıflararası hiyerarşi düşüncesine bağlı kalmasına karşın bütün insanlara yönelik, evrenselci bir öğreti görünümüne bürünmüş olmasıdır. Avrupa burjuvazisi kendi davasını bütün insanlığın davası olarak göstermektedir. Böylece özgürlük, ilerleme, eşitlik ve insan kavramları büyük önem kazanır. Artık Bossuet'nin uluslarının yerini evren, Pascal'ın insanlarının yerini ise insan almıştır. Voltaire bütün çağlardaki ve bütün ülkelerdeki insanın çıkarlarını kapsayan ve tüm insan gerçeklerini savunan, yayan bir yurttaş örneği sunmaktadır artık. XVIII. Yüzyıl'da siyasal düşüncelerin gelişmesinde ekonomik ve toplumsal evrimin, burjuva sınıfının oluşmasının yanında başka faktörlerde etkili olmuştur: - Fransız monarşisinin içinde bulunduğu güçlükler, halktan kopukluğu ve mali bunalımı aşmada gösterdiği beceriksizlikler yeni düşüncelerin gelişmesi için uygun bir ortam hazırlamıştı. - Avrupa'nın dünya çapında yayılmasının sürdüğü bu çağda, Fransızlar Avrupa'da, askeri ve ekonomik alandaki geriliklerine karşın entellektüel yaşam üzerinde bir egemenlik kurabildiler. Fransız siyasal düşüncelerinin egemenliğinde bir "Avrupalı bilinci" oluşmaya başladı, oysa Avrupa siyasal bakımdan bölünmüş durumdaydı. - XVIII. Yüzyıl aynı zamanda aydın despotlar çağıdır. (Prusya'da II. Frederik, Rusya'da II. Katerina... gibi) Feylesoflarla aydın despotlar arasında diyalog kurulmuştur. Feylesoflar krallardan düşüncelerini gerçekleştirmek için yararlanmak isterlerken, aslında krallar feylesoflardan yararlanmışlardır. - XVIII. Yüzyıl'ın sonunda Amerika bağımsızlığına kavuşurken Fransa'da devrim olur. Bu devrimlerin siyasal düşüncelerin gelişmesi üzerindeki etkisi belirleyicidir. - XVIII. Yüzyıl'ın bir başka özelliği de siyasal düşüncelerin yayılmasını sağlayan araçların, düşünce merkezlerinin, propaganda ve yayın organlarının çoğalması [gazeteler, bilgilikler, (ansiklopediler) kahve ve salonlar] ve propagandanın örgütlü bir nitelik kazanmasıdır. (gizli, örgütler ve özellikle masonluk) Masonluğun önemi büyüktür, çünkü çağın önemli düşünürlerinin bir çoğu, Montesquieu, Didero, Dalamber, Holvetius, Volter, Lessing, Vasington, Franklin, Kant... gibi masondurlar. O çağda mason locaları genellikle kültürel çevreler rolünü oynamışlardır ve siyasal yaşam üzerindeki doğrudan etkileri sanıldığı kadar büyük değildir. Yeni Bir Dilin Yaygınlaşması: XVIII. Yüzyıl siyasal dilde bir devrim çağıdır. Bu çağda yaygınlaşan terimlerin en önemlileri şunlardır: toplumsal, (Rousseau'nun "Toplumsal Sözleşme"sinden) kapitalist, (Turgot) orta sınıf, halk terimi ise aşağılayıcı bir terim olmaktan çıkmış, "ulusun en kalabalık ve en gerekli kesimi" olarak belirtilmeye başlanmıştır. XVIII. Yüzyıl'a egemen olan birkaç sözcük vardır: doğa, mutluluk, erdem,akıl ve ilerleme. Çeşitli yazarlar bu sözcüklere farklı anlamlar vermişlerdir fakat temelde bir anlaşma gerçekleşebilmiştir. 1) Bilim ve Doğa: XVII. ve XVIII. yüzyıllarda doğa bilimlerindeki önemli bulgulardan sonra filozoflar bilimlere büyük ilgi göstermeye başlamışlardır. Bilginin evrensel olması gerektiği ve bilimlerin bir bütün oluşturduğu, birbirinden ayrılamayacağı görüşü etkindir. Özellikle doğal tarih ve biyolojik bilimler ön plana geçmişlerdir. Bu bakımdan Buffon çağın temsil yeteneği en yüksek bilginidir; şu anlamda ki Buffon'un bilimi pozitif ve laiktir, evrimcidir, türlerin evrimine inanır; birleştiricidir. 2) Mutluluk: XVIII. Yüzyıl düşünürlerinde (Hobbes, Pascal, Bossuet) mutluluk konusu pek işlemez oysa Montesquieu'den Rousseau'ya kadar birçok XVIII. Yüzyıl filozofları mutluluğa büyük yer ayırırlar. Mutluluk konusunun önem kazanması Katolik disiplinlerin gevşemesine bağlıdır ve farklı biçimler alır: - doğada mutluluk: İyi vahşi konusu (Montesquieu "İran Mektupları", Rousseau "Eşitsizlikler" üzerine söyler) - ütopyada mutluluk: (Mandeville, Montesquien, de Föe'nun "Robenson"u, Swift'in "Güllive"i) - erdem, ölçü ve akılda mutluluk: Mutluluk elde edilir,mutluluk hakkı vardır, özel mutluluk genel mutlulukla uyuşur, siyaset mutluluğu ihmal edemez. 3) Erdem: Bu çağda erdem konusunda iki anlayış, modern ve eski anlayışlar çatışır. Birinin erdemli tipi Franklin'ken ötekinin ki Katon'dur. Modern anlayışta yurttaşlarına en yararlı kişi en erdemliyken, (büyük adam tipi) eski anlayışta Sparta tipi bir kahraman en erdemli insandır. Roussean'daysa erdemli insan daima heyecanlı ve akıl yürüten duygulu kişidir. Erdemle dindarlık arasındaki bağ da kopmaya başlar. 4) Akıl: Akıl çağın temel kavramıdır. Birçok tanımı arasında ikisi yaygındır: - Saint Lambert'in tanımı: akıl mutluluğumuz için yararlı gerçeklerin bilinmesidir. - Ansiklopedi'nin tanımı: yasa genel olarak insan aklıdır; yeryüzündeki bütün hakları yönetir. Her ulusun yasaları bu insan aklının somut uygulanma biçimleridirler. Böylece evrensel akıl düşüncesine varılmıştır, evrensel akıl gerçeğe ve mutluluğa ulaşmamızı, ilerlememizi sağlar. 5) Yarar: XVIII. Yüzyıl'da yarar kavramı da önem kazanacaktır. Bentham, yararı şöyle tanımlar: "Bir şeyin herhangi bir kötülükten korunma veya herhangi bir iyiliği edinme özelliği veya eğilimi. Kötü keder ve acı veya acıya yol açan nedenlerdir. İyi, haz ve haza yol açan nedendir. Bireyin yararına veya çıkarına uygun olan şey, bireyin gönenç tutarını arttırmaya yönelen şeydir". Bu yararcı görüş Voltaire'de, Ansiklopedistlerde, Fizyokratlarda, Liberal ekonominin kurucularında, Amerikan Devrimi'nin öncülerinde görülür. A R İ S T O K R A T İ K L İ B E R A L İ Z M İngiltere Anayasası'nın Etkisi: Cromwell Devrimi'nden sonra XVIII. Yüzyıl'da İngiltere bir duraklama dönemine girer. Aristokrasi hala güçlüdür. İngiltere devrimini sindirmiştir ve dolayısıyla siyasal kuram alanında önemli eserlere rastlanmaz. Fakat ilk burjuva devrimini gerçekleştiren İngiltere'nin Anayasası kıta Avrupa'sında çok etkili olmuştur. Montesquien ve Voltaire gibi Fransız düşünürleri İngiliz Anayasası'nın övgüsünü yaparlar. Voltaire İngiltere'deki düşünce ve düşün özgürlüklerinden övgüyle söz eder, Montesquieu de "Yasaların Ruhu"nda İngiliz Anayasası'nı ve kurumlarını över. Şu farkla ki Montesquieu'nin liberalizmi aristokratik bir liberalizmdir, İngiliz gerçeklerinden ve liberalizminden oldukça uzaktır. MONTESQUİEU: Montesquieu, (1689-1755) İngiliz Anayasası'nı yayan, iktidarların ayrımının kuramını yapan bir liberal olarak Locke'a bir soylu ve "İran Mektupları"nın yazarı olarak Saint-Simon'a yakındır. 1) İnsan: Bir insan olarak Montesquieu "İran Mektupları"nda görülür. "Düşüncelerin" adlı otobiyografik eserinde neşeli, olumlu, mütevazi ve dengeli bir insan olarak ortaya çıkar. Ne mutludur ki bu itidalini bazen bırakır: pek bilgili olmamalarına karşın köylüleri sevdiğini söyler, tüccarlar hakkında pek olumlu değildir, hele soyluların ticaret yapmasına hiç taraftar değildir. O'na göre ticaret monarşik hükümeti zayıflatır. Bu temel konuda Voltaire'le karşıt görüşleri savunmaktadır. 2) "İran Mektupları"nın Siyaseti: Bu yapıt da iki İranlı Usbek ve Rika Saltanek toplumunun gerçek yüzünü ortaya sererler. Bu yapıtın birinci bölümünde vardır. Trogladitler yabancı kökenli krallarını öldürürler. İkinci bölümünde anarşi söz konusudur, kişisel çıkar ve bencilliğin hükümranlığı toplumu felaketlere sürükler. Üçüncü bölümde ataerkil demokrasi uygulanmaktadır, kişilerin çıkarlarının ortak çıkarda olduğu kabul edilmiştir. Trogladitler artık mutlu ve yenilmezdirler. Son bölümde sayıları artan Trogladitler saygıdeğer bir ihtiyarı kral seçerler ve birinci bölüme dönülür. Montesquieu'nün çıkardığı şüpheci sonuç şudur: örf ve adetler yasalardan daha etkindir, yasalardan daha iyi yurttaşlar yaratırlar fakat insanlar erdemli olmaktan çabuk bıkarlar, iyi yönetim biçimlerinin de bir süresi vardır. 3) Montesquieu'nun Yöntemi: Montesquieu anlaşılabilir bir düzen arayışı içindedir. Yönetiminin ana özellikleri şunlardır: Çeşitlilik anlayışı: Montesquieu de temel olan, herhangi bir şeyde ayırım yapabilmektir. Montesquieu dünyanın çeşitliliğine, çeşnililiğine tutkundur. Örneğin hükümetleri ülkelere, dönemlere göre ayırıma tabi tutar. a) Görececilik: Montesquieu'ya göre yasa bir ilişkiler sistemidir, yasaların ruhu onların başka birçok şeyle, anayasa, adetler, iklim, din,ticaret...gibi ile olan ilişkilerinde yatar. O yasalar üzerindeki bütün etkileri belirlemeye önem verir. b) Determinizm: Şeylerin bir doğası vardır. Yasalar şeylerin doğasından türeyen zorunlu ilişkilerdir. c) Rasyonalizm: Montesquieu her türlü kaderciliğe karşıdır, yöntemi ampirizme düşmez. Yasalar aklın cisimlenmesidir, yüksek bir düşündür. d) Şüphecilik: Ancak yasayı da yapan yasa koyuculardır ve bunlar genellikle görevlerine uygun bir düzeyde değildirler, önyargılarına ve fantazilerine esir olurlar. Burada Montesquieu insanların zaafı etkenini devreye sokmaktadır. 4) Hükümetler Kuramı: "Yasaların Ruhu" kitabı hükümetler kuramıyla başlar ve bu kuram iktidarların ayırımı kuramıyla birlikte Montesquieu'nün en ünlü kuramıdır. Montesquieu üç hükümet biçimini ayırdeder: a) Cumhuriyetçi Hükümet: Doğası: Cumhuriyetçi hükümetle bütün halk veya halkın bir kısmı egemenliğe sahiptir. Dolayısıyla iki tip cumhuriyetçi hükümet ayırdedilebilir. Birincisi bütün yurttaşların, bütün halkın egemen olduğu demokratik cumhuriyettir ve demokratik cumhuriyetin ilkesi erdem ya da her yurttaşın genel çıkarı özel çıkardan üstün tutabilmesidir. Demokratik cumhuriyet sitelerle sınırlı, bütün yurttaşların bir meydanda toplanabildiği antik cumhuriyettir. İkincisi egmenliğin belirli sayıdaki insana ait olduğu aristokratik cumhuriyettir. Aristokratik cumhuriyetin ilkesi eşitsizliğin ılımlı uygulanmasıdır, yönetici aristokrasi az sayıda insandan oluşur, fakat yönetilenlere kendi varlığını hissettirmeyecek bir biçimde davranmalıdır. b) Monarşik Hükümet: Doğası bir tek kişinin yönetmesidir fakat despotluktan monarkların ara iktidarlar aracılığıyla uygulanan temel yasalara uygun olarak yönetmeleriyle ayrılır. İlkesi şereftir. Montesquieu ne prenslerin, ne de yurttaşların erdeminden sözeder, yalnızca bunlardan bazılarının şerefinden sözeder. c) Despotik Hükümet: Montesquieu'nun açıkça karşı çıktığı tek hükümet biçimi despotluktur. Despotik hükümetin doğası bir kişinin hiç bir yasa ve kurala uymadan istediğince yönetmesidir. İlkesi ise korkudur, despot uyruğuna hayvan muamelesi yapar. Montesquieu despotluğa çatarken aslında mutlak monarşiyi hedef almaktadır. Montesquieu'nun bu hükümetler tipolojisi zamanındaki gerçekliğe tam uygun düşmemektedir, nitekim İngiliz monarşisi bu tipolojide hiç bir katagoriye girmemektedir. Montesquieu'nun tercih ettiği hükümet tarzı tipolojisinde yer almaz, eserinin bütünü okunduğunda O'nun tercihinin erdemli ve ılımlı mutlak monarşi olduğu görülecektir. 5) Ilımlı Hükümet: Montesquieu'nun siyasal kuramı bir karşı-güçler (kuvvetler) kuramıdır: iktidarlar ayırımı, ara güçler, yerinden yönetim (ademi merkeziyetçilik) ve moral O'na göre iktidarın despotizme düşmesini önleyen karşı-güçlerdir. a) İktidarlar Ayırımı: Montesquieu sayesinde iktidarlar ayırımı insan haklarının temel maddelerinden biri haline gelmiştir. Montesquieu yürütme, yasama ve yargı iktidarlarının aynı ellerde bulunmaması gerektiğine işaret eder, hiç bir zaman bu üç iktidar arasında kesin bir ayırım yapılmasını önermez. O'nun önerisi iktidarlar arası uyuşumun sağlanması, bu üç siyasal güçün ve bunlarla birlikte üç toplumsal güçün (kral, halk, aristokrasi) ortak egemenliğidir. Montesquieu'de hukuksal bir iktidarlar ayırımı kuramından çok, toplumsal-siyasal bir güçler dengesi anlayışı vardır. b) Ara Güçler: Montesquieu ara-güçlerin toplumsal ve moral bakımından yararlı olduğu kanısındadır: özellikle Parlemento ve soyluların, parlamenterlerin ayrıcalıklarıyla soyluların ayrıcalıklarını bir tutar. O'na göre soyluluk monarşinin en iyi destekçisidir. Montesquieu'nun "Yasaların Ruhu"nda İngiliz Anayasası'nı on sayfa içinde övmesi, O'nun Fransız geleneksel feodal hukukuna olan bağlılığını bize unutturmamalıdır. c) Yerinden Yönetim: (Ademi-merkeziyetçilik) Despotizme karşı yerinden yönetim etkin bir karşı güçtür. d) Örf ve Adetler: Montesquieu, örf ve adetlerle halledilebilecek sorunlar için yasa yapılmamasını savunmaktadır. O'na göre gerçek reform siyasal düzlemde değil de, entellektüel ve moral düzlemde yapılmalıdır. Ilımlılık başlıca erdemdir. Montesquieu siyasal bakımdan aristokrasi saflarında yer alırsa da morali burjuva bir moraldir. Kiliseye karşı olan ve pek dindar olmayan Montesquieu Tanrı-tanımaz değildir. Ancak dinin güzel bir dekor ve toplumsal bir frenleyici olarak yararına inanır. 6) Montesquieu'nun Toplumsal Düşünceleri: Montesquieu'nun toplumsal düşünceleri devrimci değildir: özgürlük O'na göre güvenliktedir; mutlak eşitlik yalnızca düştür; halkın alt tabakalarının iktidarı ele geçirmesine veya iktidara katılmasına izin verilmemelidir. Fakat O "aydın bir tutucu"dur: burjuva liberalleri gibi "laissez faire"i savunmaz, ataerkil türden bir "devlet sosyalizmi"ne yandaştır. Devlet yurttaşlara yeterli bir geçim sağlamakla yükümlüdür. Sonuç olarak Montesquieu'nun siyasal görüşlerinin aslında liberal aristokratların, özgürlüğün korunmasını gelenekte görenlerin görüşlerini yansıttığı söylenebilir. Fakat çağın yükselen sınıfı burjuvazi Montesquieu'nun görüşlerinden kendi değerlerini yaratmak için yararlanmıştır. Montesquieu parlementer çevrelerin, Voltaire ise kapitalist burjuvazinin görüşünü yansıtıyor olarak kabul edilir. Parlementerler krallığa karşı mücadelelerinde Montesquieu'nun eserlerinden yararlanmışlardır. Montesquieu'nun görüşlerini burjuvalaştıran daha çok parlementer çevrelerdir. VİCO'YA GÖRE TARİH VE GELİŞME: Napoli'li Vico'nun (1668-1744) eserinin adı "Ulusların Ortak Doğasına İlişkin Yeni Bilimin İlkeleri"dir. Vico da Montesquieu gibi genel bir toplumlar ve hükümetler kuramı yapmak arzusundadır. Vico çağında pek tanınmış bir düşünür değildir ve Vico'nun eserini Aydınlık Çağı'nın büyük akımlarından birine bağlamak pek olanaklı değildir. Vico gerek bireyciliğe, gerekse yararcılığa karşıdır. Moral yararla açıklanmaz, çünkü yarar insan vücudundan kaynaklanır, oysa moral ölümsüzdür. Vico'nun eserini bir geçiş dönemi eseri olarak niteleyebiliriz: 1) Vico bir Hristiyan, geçmiş zamanların bir insanıdır. Tanrının inayetine inanır fakat ulusların kaderlerinin bağlı olduğu ölümsüz yasaları da araştırmaya çalışır. Montesquieu ayırımlar yaparken Vico birliğin arayışı içindedir. 2) Vico açık ve farklı düşüncelere karşı derin duyguları; mit ve efsaneleri kullanır. Preromantiktir. Vico da tarih anlayışı vardır. O'na göre tarih sürekli bir evrimden ibarettir. Her halk üç çağdan geçer: Tanrılar çağı, kahramanlar çağı ve insanlar çağı. Her üç çağa da üç ayrı hükümet biçimi tekabül eder; teokrasi, aristokrasi ve beşeri hükümet. Gelişme tarihin bir yasasıdır. Tarih helezon şeklindedir, hiç bir zaman sonuçlanmaz, monarşi - aristokrasi - demokrasi ve tekrar monarşi şeklinde dönüşür durur. Gerek Montesquieu, gerekse Vico çağın egemen düşüncesi yararcılığın dışında yer alırlar. SİYASAL YARARCILIK: Siyasal yararcılık ülkeye ve soruna göre farklı biçimler almıştır: Voltaire'de "sağduyu", Diderot ve Ansiklopedistlerde siyasetin ekonomiye bağlı kılınması, fizyokratlarda ekonomik liberalizmle siyasal otorite karışımı bir şey. Voltaire veya Sağduyu Siyaseti: Voltaire burjuvazinin düşünürüdür. Fransız burjuvazisi Voltaire'de kendini bulmuş, Voltaire de bu kanının sürmesi için gerekeni yapmıştır. Voltaire'in önemli eserleri: "Felsefi Defterler", (1734) "Felsefe Sözlüğü", (1764) "Kandid", (1769) ve "Yasaların Ruhu Üzerine Yorumlar". "Voltaire'in çeşitli konulardaki görüşleri: a) Din: Voltaire'in din üzerine düşünceleri siyasal düşüncelerinden daha ünlüdür. Voltaire'e göre din batıl itikat, fanatizmden başka bir şey değildir ve Voltaire dinsel fanatizme hiç tahammül edemez. Kiliseye kesinkes karşıdır. Fakat dinin toplumsal yararlılığından da söz eder. O'na göre yönetmek için dine gereksinim vardır. Dinden çok papazların düşmanıdır. Bir dine sahip olunmalıdır fakat bu doğal, akılcı bir din olmalıdır. b) Otorite: Voltaire "Felsefe Defterleri"nde İngiliz Anayasası'nı göklere çıkarır fakat gitgide özgürlüğü sağlamak için otoriteye dayanan güçlü bir rejim yandaşı haline gelir. Voltaire'in sözünü ettiği özgürlükler siyasal özgürlüklerden çok sivil özgürlüklerdir. Voltaire ara güçlere hiç güvenmez, parlamenterlere oldukça karşıdır. c) Varsıllık ve İyelik: Voltaire'e göre eşitlik olamaz. Kendisi de çok varsıl olan Voltaire lüks ve varsıllığın övgüsünü yapar. Toplumsal eşitsizliklerin, sınıf hiyerarşilerinin sürmesinden yanadır: Halkın cahil kalması daha iyidir, okutulması gerekenler iyi kentlilerdir. Halk, ayaktakımı da akıl yürütmeye başladı mı halimiz haraptır, der. d) Reformlar: Voltaire güncel siyasetin savunucusudur, iktidarı olduğu gibi ele alıp sivil ve yönetsel reformlar için mücadele etme görüşündedir. Voltaire'in önerdiği reformların en önemlileri şunlardır: keyfi tutuklamaların yasaklanması, işkence ve ölüm cezasının kaldırılması, yasaların birliği, iç gümrüklerin kaldırılması, düşünce ve söyleyiş özgürlüğünün güvence altına alınması, bazı senyörlük haklarının kaldırılması... gibi. Voltaire bu görüşleriyle yeni bir filozof tipinin, "angaje filozof" tipinin öncüsüdür. Fransız Yararcılığı: Diderot ve Ansiklopedi: "Ansiklopedi" XVIII. Yüzyıl'da Fransız burjuvazisinin düşüncelerini yansıtan en iyi belgedir. "Ansiklopedi"nin hazırlanmasına Diderot'yla birlikte zamanın en ünlü bilginleri, (D'Alembert, Buffon) maliyecileri, (Helvetius) fizyokrasinin temsilcileri (Quesnay, Turgot) katılırlar. a) Diderot'da Materyalizm ve Moralizm: Diderot çağının en canlı,renkli kişisidir, bilimden sanata kadar her şeyle ilgilenmiş, birçok çevreye girip çıkmıştır. Diderot'nun doğasını belirleyen şey diyalogdur: akılla çoşku arasında diyalog, materyalizm ile moralizm arasında diyalog, Diderot'nun materyalizmi hümanizme dönüşmüştür. Evrime, gelişmeye, insanları değiştirme olanağına ve ödevine inanır. Evren her şeyin birbirine bağlı olduğu biricik tek makinadır, bu makinada bazıları üste çıkar, bazıları aşağıya iner fakat zincirde hiç bir boşluk yoktur. "Ansiklopedi"de Siyasetin Ekonomiye Bağlı Kılınması: "Ansiklopedi"de teknik ilerlemeye övgüler düzülür, D'Alembert zanaatçıların, buluşcuların (icat) yeterince bilinmemesinden yakınır. Meslekler ve teknikler yararları açısından "Ansiklopedi"de yer alırlar. "Ansiklopedi"de bütün yararcılık görüşü çekirdek biçiminde vardır. Yararcılık öğretisi siyaseti ekonomiye bağlı kılar. Özgürlük de aslında ekonomik özgürlüktür. Bu durumda devletin ana görevi de ekonomik özgürlüğü sağlamak, yurttaşların ekonomik uğraşılarının önüne dikilen engelleri ortadan kaldırmaktır. "Ansiklopedi"nin insan maddesinde de ekonomiye tanınan ağırlık farkedilir. Siyasetten, siyasal insandan sözedilirken genellikle tarım, gönenç, varsıllık gibi ekonomik kavramlardan söz edilir. Siyasal örgütlenmenin amacı insanları daha iyi bir yaşam ve ulusun varsıllığını sağlamak için insanların en iyi şekilde kullanılmasıdır. Sonuç olarak "Ansiklopedi"de siyasal sorunlar ekonomik kavramlar la ele alınmaktadır denebilir. c) İstikrar ve Güvenlik: Diderot'nun siyasal görüşleri ikinci planda kalır ve genellikle belirsizdir. Diderot'nun hükümet biçimi konusundaki görüşü oldukça muğlaktır; zaman zaman İngiliz tipi bir monarşiye, zaman zaman da aydın despotizme taraftar görünür. Aslında hükümetin biçimi Diderot için pek önemlidir, O'nun açısından temelde önemli olan hükümetin istikrarlı olması ve ekonomik ve de sanatsal çalışmaları özendirmesidir. Dolayısıyla Diderot'nun siyasal görüşünün devrimci veya demokratik olduğu söylenemez. "Ansiklopedi"nin iyelik maddesinde güvenlik üstünde durur, yani yurttaşın özgür olması güvenlik içinde olması demektir. Eşitlik konusundaki görüşü ise halkın, aşağı tabakaların genellikle cahil olduğunun, aydınlanamayacağının vurgulanması biçimindedir. Devlet tanımında insanların bir egemen kişinin egemenliği altında toplanmasından sözeder. Fakat "Ansiklopedi"de despotizme, tahammülsüzlüğe karşı çıkan parçalar da vardır. Aslında "Ansiklopedi"nin siyasal önemi, liberal burjuvazinin koyduğu sınırları göstermesidir. d) Helvetius ve D'Holbach ya da Tutucu Tanrı-Tanımazlık: Helvetius (1715-1771) ve D'Holbach'ın (1723-1789) yapıtlarının önemi oldukça radikal bir Tanrı-tanımazlığı savunmaları, dinsel alanda cesur, siyasal alanda ise son kerte tutucu olmaları ve Bentham'ın gelişini ilan eden Fransız yararcılığını ortaya koymalarıdır. Helvetius'un eseri moralin temelinin ne olduğu üzerinde durmaktadır. O'na göre moral kesinlikle bilimsel bir temele oturtulmalıdır ve bu temelde yarar olabilir. İnsanın yaptığı eylemler insan mutluluğu üzerindeki etkilerine göre iyi veya kötü olarak nitelendirilebilirler. Bu yararcı moral belirli bir siyasete de yaşam vermektedir. Bu siyaset erdemli yurttaşlar yaratmak için özel kişilerin çıkarlarıyla genel çıkarı birleştirmekten ibarettir. Devlet biçimi olarak, Helvetius kapitalist ve ademi merkeziyetçi, federatif tipte bir sistem önerir. D'Holbach'ın görüşleri Helvetius'unkilere oldukça yakındır. O bir Tanrı-tanımazdır, Tanrıları yaratan cehalet ve korkudan başka bir şey değildir. Fakat D'Holbach devrimci değildir, hükümet biçimi zaten O'nupek ilgilendirmez, aptal halkla mülk sahipleri arasında kesin bir çizgi çizer. Eşitsizlik daima gerekli olmuştur O'na göre. Dolayısıyla eşitsizliğe karşı çıkılmamasını önerir. Ekonomik Liberalizm ve Siyasal Otorite: Fizyokratlar Fizyokrat öğreti ekonomik liberalizm ile aydın despotizmin bileşiminden oluşur. Fizyokratik okulun başlıca kuramcıları Quesnay, (Doğal Hukuk, 1765) Mirabeau, (Kırsal Felsefe, 1763) Mercier de la Hiviere, Le Trasne, Dupont de Nemours... gibidir. Turgot de fizyokratlar arasında sayılabilir. Fizyokratların düşüncesi dört büyük tema çevresinde döner: doğa, özgürlük, toprak ve "yasal despotizm". Doğa: Fizyokratik okul doğal hak öğretisinin uzantılarından biri olup doğal yasaların varlığına, doğanın güçlüğüne inanır. Fizyokratların en başta ilgilendikleri şey ekonomik haklar ve özellikle mülkiyet hakkıdır. Toprak: Toprak mülkiyeti mülkiyetin gerçek biçimi, tarım da varsıllıkların biricik yaratıcısıdır. Sanayiciler, tüccarlar kısır sınıftır. Devletin toprak sahiplerince yönetilmesi gerekir. İdealleri tarımsal bir kapitalizmin gerçekleştirilmesidir. Özgürlük: Özgürlük doğal yasaların kaçınılmaz sonucudur. Yasa koyucunun görevi doğal yasaları izleyip onların iktidarını kabul etmektir. Bu görüş bizi "laissez-faire, laissez-passer"e götürmektedir. Yasal Despotizm: Mutlak hükümdarın rolü bellidir: mümkün olduğu kadar az müdahalede bulunmak. Fakat buna karşın mutlak monarşiden yanadırlar. Fizyokratların siyasal kuramı yasal despotizmdir, bundan da gerek ara-güçlere gerekse siyasal eşitliğe karşı olduklarını anlayabiliriz. Fizyokratların görüşleriyle filozofların görüşleri birbirine çok yakındır, tek bir farkla, o da fizyokratların tarıma ağırlık tanımalarıdır. İngiliz Yararcılığı: Locke'dan Bentham'a İngiliz liberalizmi bütün yönleri aynı felsefeden, yararcılıktan kaynaklanan tutarlı bir öğretidir. Yararcılık öğretisini en açık biçimiyle Bentham ortaya koymuştur fakat daha önce Hobbes ve Locke'da da yarar ilkesine rastlanır. Aslında Bentham'ın yaptığı kapitalist İngiltere'nin ideolojisini sistemleştirmektir. a) Hume: Ampirizm ve Tutuculuk Hume, (1711-1776) Locke ile Bentham ve Smith arasında köprü rolünü oynamıştır. Ampirist bir felsefesi vardır, nedenselliği eleştirir. Morali yarar kavramından esinlenmiştir. Siyasette ise tutucudur. Hume toplumun durumundan bağımsız doğal yasalara inanmaz. Hükümetin gerçek temeli doğal yasalar değil, alışkanlık ve yarardır. Hume'un siyasal felsefesi tamamen statiktir, tarihsel evrim anlayışı yoktur. b) Ekonomik Liberalizm: Ekonomik liberalizmin ilk büyük temsilcisi Adam Smith'dir. (1723-1790) Smith de daha öncekiler gibi özel çıkarla genel çıkarın uyuşumu tezini savunur. Ekonomik gelişmeye inanır. O'na göre ulusun varsıllığının yaratıcısı emektir, rekabetin ve tasarrufun nimetlerini över, kısıtlamalara karşı çıkar. Smith devlete şu görevleri yükler: üretimi kolaylaştırmak, düzeni sağlamak, mülkiyeti korumak ve adalete saygıyı sağlamaktır. Smith'in görüşleri sanayi kapitalizmi evresini yansıtmaktadır. Ekonomik liberalizmin bir diğer öncüsü Malthus'dur. (1766-1834) Malthuscu görüş şöyle belirtilebilir: mutluluk ve gönençi, mutluluk ve gönençten yararlananların sayısını sınırlayarak sağlamak. Bu görüşün pratik sonuçları ise yoksullara yardımın kesilmesi, yoksulların bekar kalması veya çoçuk yapmamasıdır. Burada Malthus toplumu iki sınıfa bölmektedir: genç yaşta evlenebilecek olan varsıllar ve ancak yaşlanınca evlenebilecek olan yoksullar. Malthus'un düşüncesi iyimser liberalizme karşı çıkması ve genel bunalımların gelişini önceden görmesi açısından da önemlidir. c) Bentham XVIII. Yüzyıl'ın sonunda yararcılık resmi felsefe gibidir. Aslında yararcılık belli bir çağın, bir ülkenin ve bir sınıfın (kapitalizme geçiş çağı, İngiltere, burjuvazi) öğretisidir. Amacı bütün toplumsal olguları tek bir ilkeyle, yarar ilkesiyle açıklamaktır. Bu bakımdan ticari, mekanik bir felsefe, bir muhasebedir. Bentham, (1748-1832) başlangıçta bazı toplumsal reformlar (hapishane reformu... gibi) gerçekleştirme amacındadır ve siyaset de O'na göre düzeni sağlama ve reformları sonucuna ulaştırmanın bir aracıdır. Ekonomik özgürlükten yanadır ve devletin ekonomik işlevinin en aza indirilmesini ve edinilen varsıllığın güvenliğinin sağlanması işleviyle sınırlandırılmasını savunur. Bentham'ın görüşleri daha sonra gelişme gösterecektir. Bentham artık hükümetin temelinin sözleşme olmadığını mutluluklarını sağladığı sürece bireylerin hükümdara boyun eğmekte çıkarlarının olduğunu söyler. James Mill'in etkisiyle Bentham demokratik radikalizme doğru bir gelişme göstermiştir. Güçlü ve iyi donatılmış bir iktidara taraftardır, "saf temsili demokrasi"yi savunur: genel oy, halk egemenliği, yönetenlerin yönetilenlere bağlı olması, son kerte merkezileşmiş bir sistem. Başlangıçta aydın despotizmine taraftar olan Bentham nihayet demokratik otoriterlikte karar kılmıştır. Demokrasi de bir hesabın ürünüdür. Aydın Despotizmi: Aydın despotizminin kavramı XVIV. Yüzyıl'da Alman tarihçileri tarafından kullanılmıştır, XVIII. Yüzyıl'ın ikinci yarısına ve bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine özgü bir olguyu belirtmektir. Aydın despotizmi kısaca siyasetle felsefenin birleşmesi, filozoflarla hükümdarlar arasında diyaloğun ve anlaşmanın kurulmasıdır. Aydın despotizmin farklı yönleri vardır ve iki ayırım yapmak gerekmektedir: 1) Aydın despotizmin kuramı ile pratiği arasında bir ayırım, 2) Farklı aydın despotizmi usulleri arasında bir ayırım. Aydın Despotizmin Kuramı ve Uygulaması: XVIII. Yüzyıl'da birçok düşünür gerek aydın despotizme, gerekse yasal despotizme eğilim göstermişlerdir. Fakat hiçbiri aydın despotizminin tam bir kuramını verememiştir, yasal despotizm ise aslında despotizmle çelişmektedir, hatta onun karşıtıdır bile denilebilir. Aydın despotizmin savunurları (örneğin Voltaire) aslında despotizme karşıdırlar, ancak tek bir despotu (hükümdar) despotlar meclisine yeğlemektedirler. Yasal despotizmin savunurları fizyokratlar ise birey haklarına önem verirler, formülleri "kral hükmeder, yasa yönetir"dir. Oysa o dönemin despotlarından II. Frederik yasa hükmeder, kral yönetir formülünü uygulardı. Dolayısıyla yasal despotizm genel olarak despotizmle çelişkilidir. Aydın despotizmin kuramını o dönemin hükümdarlarında aramak daha doğru olur. Aydın Despotizmin İki Farklı Biçimi: i) II. Frederik'e Göre Devlet: Prusya hükümdarı II. Frederik, (1712-1786) siyasal düşüncelerini çeşitli eserlerde ortaya koymuştur. II. Frederik'in kendi siyaseti de bir devlet kuramıdır. II. Frederik hükümdarla devleti birbirinden ayırır, hükümdar devletin hizmetkarıdır; hükümdarlık hükümdarla yönetilenler arasında bir sözleşmeye dayanmaktadır. Hükümdar mutlak egemendir ve bunun için herkesin çıkarını gözetmelidir. II. Frederik morale saygı duyar (bkz. Anti Makyavel adlı eseri) dinsizliğe karşıdır fakat dinsel alanda hoşgörüden yanadır. Ekonomik konularda II. Frederik merkantilisttir, ana amacı ödemeler dengesinde fazla elde etmektir. Aslında II. Frederik, Prusya devletinin kurulması sürecinde, kendi devlet kuramını oluşturmuştur. Bu kuram Aydınlık Çağı filozoflarının eykisinden çok, uygulamanın doğal bir sonucudur. Daha çok aydın despotların varlığıdır ki filozofları belirli yönlerde etkilemiştir, çünkü o dönemde aydın despotların Avrupa çapında saygınlıkları büyüktür. ii) Josefizm: Avusturya İmparatoru II. Josef (1741-1790) aynı devlet anlayışına sahip değildir. II. Josef'in devlet anlayışı daha demokratik bir görünüm kazanır: devlet en fazla çoğunluğa verilmesi demektir. II. Josef aynı zamanda Avusturya Kilisesi'ni ulusal bir kilise haline dönüştürmeye yönelik bir reform programı yapmıştır fakat bu reform programı tam olarak uygulanamadı. II. Frederik ile II. Josef'in aydın despotizmleri birçok ortak özelliğe sahiptirler: - Merkezi mutlakçılık, - Memurların hiyerarşisi, - Devlet müdahaleciliği, - İnsancıl görüşler. BAŞKALDIRI VE ÜTOPYALAR: Yararcılık muzaffer burjuvazinin gerçekçi felsefesidir. Ezilen proleterya ise henüz tutarlı bir öğreti ortaya koyacak durumda değildir. Dolayısıyla demokratik ve eşitlikçi düşünceler yararcılığa karşı ayaklanan ve ütopya siteleri kuran tek tek düşünürler tarafından savunulacaktır. Bu düşünceleri üç başlık altında toplayabiliriz: - Rousseau'nun demokratik fakat tam eşitlikçi olmayan düşünceleri; - XVIII. Yüzyıl'da eşitlikçi fakat demokratik olmayan ütopyalar; - XVIII. Yüzyıl'ın ütopyacı barışçılığı (pasifizmi) JEAN-JACQUES ROUSSEAU: Rousseau'nun temel yapıtı "Toplumsal Sözleşme"dir. (1762) Toplumsal Sözleşme çevresindeki öteki eserlerini şöyle sıralayabiliriz: i) Skandal yaratan eserler: Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev, İnsanlar Arasındaki Eşitsizlik Üzerine Söylev, D'Alembert'e Mektup. Bu eserlerinde Rousseau ilerlemeye, mülkiyete ve tiyatroya karşı çıkmaktadır. ii) Toplumsal Sözleşme'nin çağdaşı: Rousseau'nun eğitim, din, güncel yaşam alanlarındaki uzantıları olan eserleri: Emil, Yeni Heleiz... gibi. iii) Siyasal kuramlarının uygulamaları (pratiği): Korsika ve Polonya Üzerine Yazılar. Rousseau'nun oldukça çalkantılı bir çoçukluk devri vardır. Ailesiz büyümüş, uşak ve harsız dahi olmuştur. Rousseau başkaldıran bir çoçuktu ve bu özelliğini sürdürmüştür. Varsıllık ve toplumsal başarı onun için çok önemsiz, hatta aşağılanacak bir şeydi. Nitekim Voltaire ve Diderot gibi Ansiklopedistler burjuvalaşırken, O mütevazi ve düşlerle dolu yaşantısını sürdürecektir. Rousseau'nun düşüncesi çelişkilerle doludur. Rousseau demokrasiyi seçmişti fakat demokrasinin tarihsel koşulları o dönemde henüz oluşmamıştı ve Rousseau egemen ideoloji burjuva liberalizmi ile bir ütopya (düşülke) sitesi kurma arasında bir seçim yapmak zorunda kalmıştı. Söylevlerin Siyaseti: i) Söylevler dolaylı otobiyografidir ve egemen tema toplumun adaletsizliğidir; doğanın iyiliği ikincil bir temadır. ii) İkincil bir tema olmasına karşın Rousseau doğal insandan söz ederken, tarih öncesini değil kendini ve Amerika'daki iyi vahşileri düşünmektedir. iii) Rousseau'nun yorumu toplumsal öneme sahiptir, çünkü toplumun bireyler üzerindeki etkinliğini gösterir. Toplumun doğuşunu mülkiyetin ortaya çıkışına, otoriteyi çıkarların korunmasına bağlar. İktidar Rousseau'ya göre bir çıkarlar toplamıdır. Rousseau hiç bir zaman mülkiyeti ortadan kaldırmayı veya ilerlemeyi durdurmayı düşünmemiştir, yaptığı yalnızca varsayımdır. Fakat insanın mutsuzluğunun nedenini de toplumsal ve siyasal koşullar olduğunu belirtmekten ve bu durumu düzeltici bir siyaset önermekten (Toplumsal Sözleşme'nin konusu) geri kalmaz. Eşitsizlik Üzerine Söylev'de Rousseau doğal hali bir dağılma ve birbirinden kopukluk olarak tanımlar. Doğal halde insan mutludur, fakat insanın en mutlu olduğu dönem doğal hali ile toplum arasındaki geçiş halidir. Dolayısıyla buradan Rousseau'nun doğal yaşamı kabul etmediği sonucu çıkartılabilir. Toplumsal Sözleşme: Rousseau'nun toplumsal sözleşmeden anladığı bireyler arasında veya bireylerle hükümdar aasındaki bir sözleşme değildir. Rousseau'da toplumsal sözleşme toplulukla yapılır, herkes birbiriyle birleşir, herkes kendi güç ve yeteneğini genel istençin, genel çıkarın emrine verir. Her kişi herkesle birleşir fakat özel olarak herhangi bir kimseyle birleşemez, dolayısıyla yalnızca kendi kendine uyar ve eskisi kadar özgür kalır. Hükümdar, yukarıda sözü edilen genel istenç, topluluğun istençidir. Hükümdar hiçbir şeyle bağlı değildir, fakat topluluktaki kişilerle karşıt çıkarlar olmaz. Toplumsal sözleşme hem eşitliği hem de özgürlüğü sağlar. Eşitliği sağlar, çünkü her kişitopluluk içinde eşit haklara sahiptir. Özgürlükse doğrudan doğruya eşitliğe bağlıdır. Birey sitenin içinde ve site aracılığıyla özgürdür, özgürlük yasalara uymak demektir. Hükümdar özgürlüğü tehdit etmek şöyle dursun, özellikle özgürlüğü kendi gerçekleştirir. Rousseau'nun özgürlük anlayışıyla Locke'un özgürlük anlayışı birbirinden çok farklıdır. Locke özgürlükle mülkiyeti bağdaştırırken, Rousseau özgürlükle eşitliği bağdaştırır. Locke'ye göre özgürlük bir özelliğin bilinçinde olmaktır. Rousseau'ya göreyse özgürlük dayanışmadır. Hükümdar: Hükümdar genel istenç demektir ve yasa bu genel istençin belirtilmesidir. Egemenliğin veya hükümdarlığın dört özelliği vardır: - Devri olanaksızdır. Egemenlik başka birine aktarılamaz. Bu nedenden dolayı Rousseau milletvekillerinin halkı temsil edemeyeceklerini belirtir ve temsili hükümete karşıdır. - Bölünemez. Rousseau iktidarların ayrımına, ara güçlere karşıdır, çünkü bunların gerçekleşmesi halinde özel çıkarlar genel çıkar karşısında ağır basacaklardır. - Yanılmazdır. Çünkü genel çıkar her zaman doğrudur ve kamu yararınadır. - Mutlaktır. Toplumsal sözleşme siyasal güçe mutlak iktidar verir. Hükümet: Rousseau'nun sisteminde hükümdar (yasa yapan halk) ve bu yasaları uygulayan bir grup insan veya hükümet öğeleri vardır. Hükümdarın başlıca görevi yasaları yapmaktır. Hükümetse bu yasaları uygulayan basit bir ajandır. Hükümettekilerin kendi başlarına hiçbir iktidarı yoktur. Rousseau üç çeşit hükümet ayrıdetmektedir: - Şiddetle eleştirdiği monarşi; - Kalıtımsal veya seçimli aristokrasi; - Demokrasi ya da yürütmeyle yasamanın çakıştığı iktidar biçimi. Böyle bir hükümetin gerçekleşmesi hemen hemen olanaksızdır, öte yandan tehlikeleri de vardır: yasayı yapanın yasayı uygulaması, halkın genel sorunlarla ilgilenmemesi. Sonuçta herhangi bir hükümet biçimini önermekten kaçınır ve şu önermeleri yapar: - hükümet biçimi yerel koşullara bağlı olmalıdır, tek bir çözüm yolu önermek saçma olur; - hükümet sorunu ikincildir ve hükümet genellikle yozlaşma ve egemenliğe ihanet etme eğilimi gösterir. Rousseau için ana sorun tüm halkın dayanışmasını çeşitli yollarla sağlamaktır. (eğitimle, dinle, ortak bir ülküyle) Sivil Din: Toplumsal Sözleşme'de Rousseau yurttaş dinini yüceltir. Aynı Hobbes gibi O'da sivil iktidarla dinsel iktidarın birleştirilmesinden yanadır ve dini toplumsal birliği gerçekleştirmenin en etkin aracı olarak görür. Rousseau kendi sivil dinini artık dinlerden ve Katoliklikten ayırır, sivil dinde çok az sayıda doğma vardır. Eğitim ve Erdem: Emil, Rousseau'nun eğitimle ilgili görüşlerini sergilediği bir eserdir. Emil'de doğal eğitimi, doğayla yakın temas halinde bir eğitim anlatılmaktadır. Fakat bu eğitim tarzının ütopik olduğunun Rousseau'da ayrıdındadır. Yeni Heloiz'de de çelişkilere rastlanır. Roman tutkunun, duyguların açıkça belirtiminin övgüsünü yapıyordu, fakat sonunda toplumsal kurallar egemen olacaktır. Pragmatizm: Korsika ve Polonya Rousseau'nun pragmatizmi Korsika ve Polonya hakkında iki pratik önerisinde görülür. Rousseau, Korsika için eşitlikçi bir tarımsal cumhuriyet önerir, fakat mutlak bir eşitlik ve kollektif bir işletme sistemi söz konusu değildir, yalnızca kişisel mülkiyetin mümkün olduğunca sınırlanmasını önerir. Polonya örneğinde Rousseau'nun pragmatizmi ve sosyalizmden ayrılığı daha iyi görülür: - Ulusal özellikleri dikkate almak ve reformlara ihtiyatla girişmekten yanadır; - İlk hedef olarak yurttaşların reformları kabul edecek, onlara layık olacak düzeye getirilmesini önerir, moral reform siyasal reformdan önce gelir; - Rousseau ilk olarak bir eğitim planı hazırlar; - Polonya yurtseverliğini özendirir; - Federatif ve kendi yeterli bir hükümet idealini belirtir; - Ekonomik planda mütevazi bir yaşam önerir. Rousseau'nun Toplumsal Düşünceleri: Rousseau tamamen eşitlikçi bir toplum kurmaktan çok, adaletsizliğini ortadan kaldırmayı, yoksullarla varsıllar arasındaki uçurum biraz olsun kapatmayı amaçlar. Rousseau şeylerin genel eğiliminin eşitliği yıkma yönünde olduğunu, dolayısıyla eşitliğin yasaların güçüyle sağlanmasının gerektiğini belirtir. Rousseau varolan toplum düzenine şiddetle karşı çıkar, fakat ne geriye dönmekten, ne şiddetli, sert bir değişmeden, ne de ufak tefek düzeltmelerden yanadır, yani ne gerici, ne devrimci, ne de reformcudur. Ancak, Rousseau başkaldırmış bir kişi olduğu için bütün devrimciler ve reformcular O'nun izini izlemişlerdir. TOPLUMSAL DÜŞÜNCELER: XVIII. Yüzyıl'da birçok yazar kardeş site planları yapmaktadır. Bu eserlerde ekonomik bir yorum yapılmaz. Bir kısmı Morelly ve De Mobly ütopyacı ve geri bir komünizmden esinlenirlerken, öteki bir kısmı Meslier ve Linguet ise ilkel bir popülizmden esinlenmişlerdir. Her iki kesimin de halk üzerinde herhangi bir etkinliği olmamıştır. a) Morelly: Morelly 1755'de bir komünist ütopya planı yapar, Morelly'nin komünizmi ekonomik bir yoruma veya sınıf çatışmasına dayandırılmamıştır, söz konusu olan, yazınsal, şiirsel ve moral bir komünizmdir. Özel mülkiyetin insanı yozlaştırdığını, mutsuz kıldığını, söyler Morelly. Toplumdaki bütün kötülüklerin kökünü kazıyacak üç temel yasa olarak da şunları sıralar: özel mülkiyetin kaldırılması, kamu yardımı sistemi, kooperasyon sistemi. ( her yurttaşın gücüne ve yeteneklerine göre kamu yararına çalışması) b) Mably: Mably'de (1705-1785) siyasetle moral birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve toplumun eleştirisi her şeyden önce moral bir eleştiridir. Mably koşulların eşitsizliğini şiddetle eleştirir ve malların ortaklaşa olmasını savunur. Mutluluğu da ancak malları ortaklaşa kullandığımızda bulabileceğimizi söyler. Mably eşitliğin, gereksinimlerimizin mütevazi bir düzeyde kalmasına yol açarak ruhsal huzurumuzu sağladığını ileri sürer. Mably'nin siyasal düşüncesinde egemen öğe iyi yasa koyucudur. Yasama görevinin ağır basmasından yanadır. Fakat O bir demokrat da değildir, çünkü çoğunluğa karşıdır. Sosyalizmi Antik Çağ'dan esinlenmiş bir sosyalizm olup ekonomik bakımdan geri ve siyasal bakımdan tutucudur. c) Popülist Sosyalizm: XVIII. Yüzyıl'da ikinci sosyalist düşünce akımı Meslier ve Linguet'nin temsil ettiği popülist sosyalizmdir. Bu ikisinin eserleri Morelly ve Mably'nin eserleri gibi ütopyaya veya Antik Çağ'a dönük değildir, daha çok güncel gerçeklerden yola çıkarlar, fakat pratik bir sonuca da ulaşamazlar. XVIII. YÜZYIL'DA PASİFİZM Fransız Devrimi'ne kadar savaş ulusun bütününü ilgilendirmeyen, saraylarda sessizce kararlaştırılan sınırlı eylem olarak kalmıştır. Ordular genellikle paralı askerler, serüvenciler, toplumun en aşağı tabakasından oluşmaktadırlar ve saygınlıkları yok gibidir. Savaşlar fazla öldürücü değildir. Savaşlar büyük felaketler olarak görülmez. Fakat belirli sayıdaki bazı yazarlar savaşları ortadan kaldırmanın ve kalıcı barış sağlamanın yollarını araştırırlar. Bunun gerçekleştirilmesi için de prenslerin bilgeliğine ve sözleşmelere umut bağlarlar. a) Dinsel Pasifizm: Leibniz'in eseri dinsel esinli derin bir evrensellik taşır. Avrupa'da barışı sağlama kaygısı Leibniz'i XIV. Louis'yi Doğu'da fetih siyasetini özendirmek zorunda bırakmıştır. Daha pasifist bir dinsel pasifizm türü de William Pern'inkidir. Şiddete karşı olan Penin, Hristiyanların güçe başvurmaması ve silahların azaltılması görüşünü savunur. b) Avrupa Dengesi: Rahip Saint-Pierre'in pasifizminin bir başka nedeni vardır: Avrupa dengesinin sağlanması kaygısı. Saint-Pierre Avrupa hükümdarları arasında statüko temelinde kutsal bir ittifak önerir. c) Kant'da Pasifizm ve Demokrasi: Kant (1724-1804) ise tam aksine Avrupa dengesinden hoşnut değildir, çünkü O'na göre barış prenslerin değil halkların işidir. Kant hiçbir savaşın, savaşa katılanların, yani halkın onayı alınmadan yapılmamasını savunur. Savaşlara karşı üç ilacı vardır: - ticaret: hemen her halkta ergeç egemen olan ticari anlayış savaşla uzlaştırılamaz; ticaretin gelişmesi savaşların yok olmasını sağlayacaktır; - demokratik moral: barış moral bir erdem, halkların bir erdemidir, dolayısıyla monarşik yönetim biçimleri barış için tehlikelidir; - açıklık: görüşmelerin gizliliği savaşları kolaylaştırmaktadır. Demokratik rejimlerdeki açık siyaset barışın lehine olacaktır. d) Enternasyonalizm ve Ulusculuk: XVII. Yüzyıl'da birçok barış tasarısı olmasına karşın, Kant'ın eseridışında enternasyonalist görüş taşıyan eser pek yoktur, çünkü daha henüz ulus kavramı bile bulanıktır. XVIII. Yüzyıl'da ulus kavramı bugünkünden farklı bir anlama sahiptir. (bölge halklarına ulus denir, Fransız ulusu değil de Areton ulusu kavramı daha yaygındır) Aydın despotlar kozmopolitizmlerine karşın ulusculuğun gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Fakat ancak Fransız Devrimi'yledir ki ulus sözcüğü siyasal sözlüğe bugünkü anlamıyla girecektir. DEVRİMCİ DÜŞÜNCE XVIII. Yüzyıl içinde, hiçbir yazarda (Babeuf'tan önce) bir devrim kuramıyla karşılaşılmaz. Üstelik halk yığınlarının da varolan kurumları ve özellikle monarşik sistemi reddettikleri de şüphe götürür. Bu bakımdan XVIII. Yüzyıl'daki devrimler, siyasal düşüncelerin gelişmesinde çok etkili olmuş, sözden eyleme geçişi belirlemişlerdir. XVIII. Yüzyıl'ın ilk başarılı devrimi Amerikan Devrimi olup, siyasal düşünceler tarihinde büyük öneme sahiptir. AMERİKAN DEVRİMİ Amerikan Devrimi'nin Kökenleri: Amerikan Devrimi'nin ekonomik, siyasal, dini ve entellektüel birçok nedeni vardır. Bunlardan biri, Amerikan tüccar ve armatörleriyle İngiliz tüccar ve armatörleri arasında Antiller ticareti tekeli konusundaki çatışmadır. Bir başkası Amerikan kolonileri üzerine yüklenen ağır vergilerdir. Siyasal planda ise koloni Meclisleri ile İngiliz valileri arasında sürekli bir çatışma söz konusudur. Amerikan kolonilerinin düşünce yapısı püriten bir bireycilikle belirlenmektedir, buna kendi kendini yönetim gibi demokratik gelenekleri de eklemek gerekir. Amerikan Devrimi'nin Önemi: Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi gibi uzun bir ideolojik hazırlık döneminden geçmemiş, olayların zorlaması sonuçunda (ve bu olaylar arasında vergi sorunu ağırlıklı bir yer taşımaktadır) patlak vermiştir. Oysa Devrim öncesi düşünce akımları, eleştirilerini getirirken, sistemin İngiliz Anayasası'nın dışına çıkmıyorlardı. Amerikan Devrimi'nin gerek Avrupa'da, gerekse Latin Amerika'da büyük etkisi olmuş ve Amerika bir örnek olarak görülmeye başlanmıştır: sömürgelerin bağımsızlaşması doğal hukuka uygundur, ekonomik ve siyasal bakımdan güçlü olmaları morale uygundur. Nitekim Latin Amerika ülkelerinin anayasaları Amerikan Anayasası'ndan esinlenerek hazırlanmıştır. Avrupa'da da efsanevi bir Amerikan imajı yaratılmıştı. Franklin ve Amerikan Yararcılığı: Benjamin Franklin (1706-1790) Avrupa'da büyük bir saygınlığa sahip olmuştur. Bir halk çoçuğu olan Franklin çok yönlü bir kişidir ve düşüncesi yumuşak bir ulusculuk, bir moralizm ve yararcılık karışımından ibarettir. Franklin burjuva prototipidir, O'na göre en büyük erdem ekonomik erdemdir, varsıllığa ulaşmak için tutumluluk şarttır. Franklin'e göre onüç önemli erdem vardır: ılımlılık, sessizlik, düzen, kararlılık, soğukkanlılık, çaba gösterme, bağlılık, kendine egemen olma, moral dengi, doğruluk, temizlik, iffet ve alçak gönüllülük. Sonuç olarak yararcılığın yalnızca Bentham İngiltere'sine özgü bir olay olmayıp, Franklin'le Amerika'da da yaygınlık bulmuş olduğunu belirtmek gerekir. Bağımsızlık Bildirisi ve Amerikan Anayasası: Bağımsızlık Bildirisi; doğal hukukun evrensel geçerliliği ilkesine dayanır. İnsanların bazı doğal hakları olduğunu, (yaşam, özgürlük, mutluluk... gibi) hükümetin rolünün bu doğal hakları gözetmekle yükümlü olduğunu, aksi taktirde halkların ayaklanmakta kesinlikle haklı olacaklarını belirtir. Amerikan Anayasası değişik eğilimlerin ürünüdür: İngiliz sistemine, karma hükümet ve iktidarlar ayırımı ilkelerine duyulan hayranlık; kitleye karşı duyulan güvensizlik; federal bir hükümete karşı duyulan güvensizlik. Amerikan Anayasası'nın ilk on maddesi tam bir İnsan Hakları Bildirgesi'dir,üstelik sözde kalmamaktadır, hükümleri mahkemeler tarafından uygulanabilir. Amerikan Anayasası merkeziyetçi güçlerle yerel güçler, sanayileşmeye dayananlarla tarıma dayananlar arasında bir uzlaşmanın ürünüdür. Bu durumda iki demokrasi anlayışı ortaya çıkmaktadır: federalistlerin otoriter demokrasisi ve Jefferson'un liberal demokrasisi. Federalistler ve Etkin Demokrasi: Bu görüşün savunucuları başta Hamilton olmak üzere Madison, Jay ve daha sonra Adams'dır. Hamilton'a göre yürütmenin enerjisi iyi bir hükümetin baş ayırdedici özelliğidir, bu nedenle federal iktidarın ateşli bir savunucusudur. Federal otoriteye dayanarak güçlü bir ekonomik örgüt kurmak, sanayileşmeyi hızlandırmak ve ülkenin kendine yeterliliğini sağlamak istemektedir. O'nun ulusculuğunun temelinde yatan da budur. Daha sonra Adams'ta da görülebileceği gibi Hamilton'da eşitliksizci bir düşünceye sahiptir: egemen ekonomik güç için iyi olan şey bütün Amerikan halkı için de iyidir. Jefferson ve Liberal Demokrasi: Hamilton ve Adams'ın aksine Locke'dan esinlenen, insanın doğuştan iyiliğine inanan Jefferson demokrasinin genişletilmesinden yanadır. Çok merkezi bir iktidara şüpheyle bakar ve merkezi iktidarın keyfiliklerini sınırlamak için yerel iktidarların güçlenmesini savunur. Oy hakkının ve kamu eğitiminin yaygınlaşmasından yanadır. Jefferson, Hamilton'un aksine tarıma önem verilmesine taraftardır. Federalistlerin demokrasi anlayışının yapıcı öğeleri şunlardır: Ulusculuk, seçkincilik, (elitizm) iktidara saygı, Jefferson demokrasisinin ilkeleriyse sınırlandırılmış hükümet, insan hakları ve doğal eşitliktir. FRANSIZ DEVRİMİ Fransız Devrimi ve 1789'la 9 Thermidor (1815) arasını kapsayan devrim dönemi; siyasal düşünceler tarihi açısından fazla önemli gözükmese ve bu dönem içinde bir sonraki döneme oranla daha az eser verilmiş olsa da, dönem öneminden bir şey yitirmez, çünkü daha sonra tüm siyasal düşünceyi belirleyecek olan bazı kavramlar bu dönemde ortaya çıkmıştır: sağ, sol, yurt, silahlı ulus... gibi. Ortaya çıkan bir sorun da 1789 Devrimi'nin yalnızca Fransa'ya özgü bir olay olarak alınıp alınamayacağıdır. Temel olarak bu dönemdeki iki devrimin Fransız ve Amerikan devrimlerinin ortak nedeni yeni bir sınıfın, burjuva sınıfının büyüyüp gelişmesidir. Üstelik Fransız Devrimi XVIII. Yüzyıl sonunda tüm Avrupa'da gelişen devrimci eylemlerden bağımsız bir olgu değildi, onlarla bağıntılı olarak ele alınmalıdır. Bir başka sorun ise XVIII. Yüzyıl filozoflarının Fransız Devrimi üzerindeki etkisinin ne olduğudur? Bu etkinin öneminin saptanabilmesi için XVIII. Yüzyıl filozoflarının eserlerinin ne kadar yaygınlık kazandıkları ve hangi tabakalar içinde yaygınlık kazandıklarını araştırmak gerekir. 1789'un İlkeleri: 1789'un ilkeleri Sieyes broşüründe, (1789) İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi'nde, ( Ağustos 1789) 1791 Anayasası'nda belirtilmiştir. Bu belgelerden yola çıkarak dönemin egemen ideolojisinin ana çizgilerini sıralayabiliriz: Ulusun Egemenliği: Sieyes ulusun her şeyden önce geldiğini, her şeyin kaynağında ulusun bulunduğunu, onun üstünde yalnızca doğal hukukun yer aldığını belirtir. Kral da ulusun bir üyesidir ve egemenlik ulusa aittir, oysa eskiden kral devletle özdeşleştrilirdi. Sieyes'in ulus anlayışı akılcı, yararcı, bireyci ve hukuksal bir nitelik taşır. Akılcılık: Sieyes'e göre tarih 1789'da başlar, bugünkü durumun nedenleri önemli değildi, bugünkü durum akılcı değildir, dolayısıyla kabul edilemez. Yararcılık: Sieyes'e göre bir şeyin yararı en başta gelir. Broşürünün başında Tier-Etat'nın yararını, ayrıcalıkların yararsızlığını göstermeye çalışır. Bireycilik: Ulus bireylerin toplanması, ulusun istençi de bireysel istençlerin bir sonucudur. Hukuksallık: Tamamen hukuksal bakış açısına sahiptir, toplumsal ve ekonomik bir çözümleme yapmaz. Ulusu ortak bir yasa altında yaşayan ve ortak bir yasama Meclisi tarafından temsil edilen kişiler topluluğu olarak tanımlar. Sieyes'in yaptığı tek ekonomik-toplumsal ayırım ayrıcalıklarla ayrıcalıklı olmayanlar arasındaki ayırımdır. İnsan Hakları: İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi veya anayasasında vardır fakat İnsan Hakları Bildirgesi, Bağımsızlık Bildirisi'nin aksine tüm insanlara seslenir, yani evrenselcidir; Bağımsızlık Bildirisi'nde ölçülülük egemendir; hükümetlerin basit nedenler yüzünden değiştirilmemesini savunur.... gibi. İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi doğal hukukun zaferini simgelerken, insanın "doğal ve değişmez" haklarını da şöyle sıralar: özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direniş. (Amerikan Bağımsızlık Bildirisi'nde yaşam, özgürlük ve mutluluktan söz ediliyordu) Eşitlik ilkesi birinci maddeye konur: "İnsanlar hakları bakımından özgür ve eşit doğarlar ve öyle kalırlar". Adalet önünde eşitlik, mali (vergi ödemede) eşitlik daha sonraki maddelerde belirtilecektir. Özgürlük ilkesinin üzerinde dördüncü maddede durulur ve Locke'daki bir şey olarak özgürlük anlayışının yerine bir iktidar olarak özgürlük anlayışı getirilir. "Özgürlük başkasına zarar vermeyen her şeyi yapmak demektir". Mülkiyet ilkesi onyedinci maddede ortaya konulur, artık hükümdarın bütün krallığın sahibi olduğu anlayışıyla bağlar tamamen kopartılmıştır. "Mülkiyet dokunulmaz ve kutsal bir haktır, hiç kimse ondan yoksun bırakılamaz". Ulus egemenliği: İnsan Hakları Bildirgesi egemenliğin ulusta olduğunu ve ulusdan kaynaklanmayan bir egemenliğin söz konusu olamıyacağını belirterek hem ulus egemenliği ilkesini açıklar, hem de ara-güçlere dayanan bir siyaseti meşru görmediğini belirtir. Ulus egemenliği ilkesi yasanın egemenliği ilkesini yaratır. Robespierre'in söylevlerinde sık sık yasanın egemenliğinden söz edilir. Yine hiç kimsenin düşüncelerinden, dinsel inançlarından dolayı baskıya uğratılamıyacağı belirtilir. Kısaca İnsan Hakları Bildirgesi'nin Aydınlık Çağ felsefesinin toplamı, bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu bildirge burjuva bir Meclisin eseridir, özgürlük ve eşitlik ilkelerini bütün yurttaşlar için geçerli saymaz, (köleler ve melezlere sivil eşitlik tanımaz) 1791 Chapelier Yasası'nda ise alt sınıfları hedef alan, toplanma hakkının her meslekten yurttaşa tanınmadığına dair bir madde vardır. Sonuç olarak 1789 ilkelerinin temelinin burjuva özyapısında olduğu söylenebilir. 1793 Düşünceleri: Aslında 1789 ile 1793'ün düşünceleri birbirinden pek değişik değildir. 1793'de iktidardakiler 1789 Devrimi'ni yapanlarla aynı kişilerdir. Yalnızca koşullar değişmiştir: amaç artık eskirejimi yıkmak değil, yönetmek ve savaş yapmaktır. a) Jirondenlerin Siyasal Düşünceleri: Jironden liderlerinin ne geldikleri bölgeler, ne de toplumsal kökenleri Jakoben liderlerinkinden pek farklı değildir, aralarındaki fark ayrı ayrı zamanlarda iktidarda olmalarından gelmektedir. Bu durum siyasal ilkelerinin de birbirinden ayrı olmasına yol açmaktadır. Yaygın kanıya karşın Jirondenlerin siyasal düşüncelerinin yeterince tutarlı olmadığı ve Jakobenlerin düşünceleriyle aralarındaki farkın pek büyük olmadığı söylenebilir. Jirondenler karma bir hükümet isteminde bulunmuşlar, Paris merkeziyetçiliğine karşı çıkmış, buna karşı taşraya dayanmaya çalışmışlardır. b) Jakobenler: Jakobenler klübü daha önce kurulmuş olmasına karşın, Jakobenizm savaşın bir ürünü olmuştur. Jakobenizm bir tehlikedeki yurt, kamunun kurtuluşu, silahlı halk öğretisidir. Jakobenizm yurtseverliği yeni bir boyut kazandırır. Jakoben yurtseverliği ulusun görev düşüncesinden kaynaklanır, yabancı düşmanı değildir; halkların kendi kaderlerini belirleme hakkını tanıyan demokratik bir yurtseverliktir; birleştirici bir yurtseverliktir; cumhuriyetin tek ve bölünmez olduğunu vurgular. Jakobenizmin getirdiği ikinci kavram, devrimci insan kavramıdır. Jakobenlere göre, devrim insanların eseridir. Saint-Just'ün devrimci insanı; sağduyulu ve doğru bir kahramandır. Görüldüğü gibi morale büyük önem verilmektedir, Robespierre moral olmadan siyaset olamayacağını belirtir, erdemin övgüsünü yapar. Terörle erdemi birleştirir; terör erdemin bir sonucudur. Robespierre temsili yönetim biçiminin yararlı olacağına inanmaz, egemenliğin aktarılamayacağı kanısındadır. Bu nedenden dolayı, devrimci hükümet parlamenter bir hükümet olmayıp, bir komiteler hükümetidir. Jakobenler din işleriyle devlet işleri arasında kesin bir ayırım yapmazlar, devrimci hükümetin çalışmalarını desteklemek için sivil bir dinde dayanak ararlar. Jakobenlerin dünya görüşünde ekonomiye pek yer yoktur, siyasal, dinsel ve moral özellikleri ağır basar. Rejimin tek ekonomik nitelikteki kararı Vantoz Kararnameleri'dir. Şüphelilerin mallarını yerli yurtseverlere veren bu kararnameler de mülkiyet hakkına karşı bir saldırı sözkonusu değildir. Gerek Robespierre, gerekse Saint-Just lükse düşman, erdemli bir küçük mülk sahipleri demokrasisini düşlerler. Robespierre ve Saint-Just'un düşüncesine "donsuzların (baldırı çıplakların)" sosyalist istemlerine, ne de ticaret burjuvazisinin istemlerine uygun düşer. Doğru düşünceyi kendilerinin taşıdıklarından emin, bir orta yol aramaya çalışırlar; bu düşünceleri yaymak ve uygulamak için koşullar hazırlamak için ulusal eğitim planları yaparlar. Amaç, bir kamu bilinçi yaratmaktır. c) Kudurmuşların Siyasal Düşünceleri: Yaşam pahalılığı yüzünden 1793'de büyük ve şiddetli protesto eylemleri patlak verir. "Kudurmuşlar" bu eylemlerin sorumlularına verilen addır ve bunların en tanınmışı Jacques Roux'dur. "Kudurmuşlar"ın genel olarak Robespierre'in burjuva hükümetine karşı proleteryanın muhalefeti olduğu söylenir. Kudurmuşlar'ın toplumsal düşünceleri şunlardır: vurguncular, tekelciler yokedilmelidir; bir sınıf başka bir sınıfı aç bırakabildiği taktirde ne özgürlük, ne de eşitlik ilkesi bir anlam taşımaz. Kudurmuşlar'da sınıf mücadelesi ilkesinin modern temelleri atılmıştır. Fakat Kudurmuşlar eyleminin çok tutarlı bir eylem olduğu söylenemez, aksine içinde önemli düşünce ayrılıkları vardır. (Marat, Roux ve Babeuf arasındaki düşünce ayrılıkları) Bu eylemin halk içindeki desteği zayıftır; siyasal bir öğretileri yoktur, yalnızca toplumsal planda bazı istemler ileri sürmekle yetinirler. d) Göçmenlerin Siyasal Düşünceleri: Göçmenler Fransa dışında Devrim'e karşı çevreler oluşturmuşlar fakat aynı zamanda dışarıda Fransız yayılmasına hizmet etmişlerdir. Göçmenler arasında da bir ayırım yapmak gerekir: 1789 göçmenleri genellikle Devrim'e karşılarken, 1792 veya 1797 göçmenleri Devrim'e pek fazla karşı değillerdi ve hatta aralarında Devrim'in başlarında önemli rolleri olmuş kişiler de vardı. Devrim'e en çok karşı olan yazarlar Mallet du Pan, Joseph de Maistre... gibidir. Termidorcular ve İsyankarlar: Dokuz (9) termidor bir dönemin kapanışını simgeler. a) Termidorcular: Termidorcuların siyasal düşünceleri 1789 ilkelerinin burjuva düzeninin güvence altına sokulması ve mülksüz kitlelerin susturulmasına hizmet ederler. Modern liberalizm Termidorcuların düşüncesinden kaynaklanmıştır. Termidor dönemi düşüncesini ana ilkeleri şunlardır: düzen, uzlaşma... gibi. b) Babuvizm: Babuvist düşüncenin kaynağı Babeuf'dür. Babeuf, Direktuvar Hükümeti'ni devirmeye kalkmış, başarısızlığa uğrayıp 1797'de asılmıştır. Babeuf'ün dışında Buonarroti ve Marechal gibi kişilerin de Babuvist öğretinin oluşmasında önemli rolleri olmuştur. Babuvizm bir öğretiden daha çok, bir ajitasyon tekniği, bir ayaklanma planıdır. Herşeyden önce sefalet ve açlığa karşı bir tepkidir. Babeuf Fransız Devrimi'ni, patrisyenlerle plebler, varsıllarla yoksullar arasında bir savaş olarak görür. Böylece sınıf mücadelesi düşüncesini ortaya koyar. Eşitlik Manifestosu'nda toplumsal devrim olmadan siyasal devrimin hiç bir şeye yaramayacağını, bir siyasal devrim olan Fransız Devrimi'nin daha büyük bir toplumsal devrimin öncülü olduğunu belirtir. Babuvizmin temel ilkesi eşitliktir; biçimsel eşitlikle gerçek eşitlik arasında ayırım yapar ve gerçek eşitliği savunur. Eşitçilikten komünizm düşüncesi doğar. Eşitlik Manifestosu'nda toprağın özel mülkiyetine karşı çıkılır ve kollektif mülkiyet savunulur. Babuvizm bir bölüşüm komünizmidir, üretimle pek ilgilenmez; geriye dönük, Roma'dan esinlenmiş bir komunizmdir bu. O nedenle sanayileşen çağdaş toplumlarda uygulanması olanaksızdır. Babuvistler aydınlara iyi gözle bakmazlar; kol emeğini, askeri yetenekleri yüceltirler. Babuvizm otoriter ve merkeziyetçi bir öğretidir; komünizmi kurmak için güçlü bir hükümete dayanmayı düşünür. Babeuf ne doğrudan demokrasiye, ne de temsili demokrasiye sempati duyar. Sonuç olarak Babuvizmin bir siyasal örgütlenmeye dayanan ve bir filozofun düşlerinden ibaret olmayan ilk komünist öğreti olduğu söylenebilir. Bu bakımdan siyasal düşünceler tarihinde bir önem taşımaktadır. Babuvizm de "Kudurmuşlar" gibi kitleler üzerinde pek etkili olamamış, idealist burjuvalar ve profesyonel konspiratörler arasında etki alanı bulmuştur. c) Napolyon'un Siyasal Düşünceleri: Brumaire Darbesi, Direktuvar rejimine son verecektir. İmparatorluk bir düşünceler döneminden çok eylem dönemi olacaktır. Napolyon ideologlardan nefret eder, Fransa'nın başına gelen bütün kötülükleri ideolojiye bağlar. Napolyon'un gerek siyasal, gerek dini düşünceleri pragmatiktir. Sık sık çelişki içine düşer: bazen 1789 Devrimi'nin ilkelerine karşı çıkar, bazen Devrim'in kalıtcısı (miras) olduğunu ilan eder. Dini toplumsal düzenin dayanağı olarak görülür. DEVRİM İLKELERİNİN KARŞITLARI 1) Burke'nin Tepkisi: Edmund Burke'nin (1729-1797) en önemli eseri "Fransa'da Devrim Üzerine Düşünceler"dir. Burke'nin düşüncesini bir bütün olarak oldukça iyi bir şekilde yansıtır. Büyük bir parlamenter olan, fakat sistemli bir düşünce yapısına sahip olmayan Burke, siyaset üzerine düşüncelerini mektuplarda, söylevlerde ve risalelerde belirtmiştir. Çoğu kez çelişki içine düşer. Başlıca esinlenme kaynağı Paris'li filozoflara karşı duyduğu kindir. Burke'nin düşüncesi hem klasik, hem tomist bir ideolojik çerçeve içine girer. Burke'nin Fransız Devrimi'ne karşı tutumu olumsuzdur. Price'nin Fransız Devrimi'ni övmesi ve İngilizlere örnek olarak sunması karşısında Burke öfkelenir. Fransa'daki özgürlükte Burke yalnızca sınırsız bir kargaşalıklar kaynağı görür. Özgürlük "moral ve iyi düzenlenmiş" olmalıdır. Burke herhangi bir özgürlüğü kabul etmeye hazırdır, fakat bunun moral ve dinle, hükümetle, kamu güçüyle, askeri disiplin ve itaatle, mülkiyet güvencesiyle, örf ve adetlerle nasıl birleştirildiğinin gösterilmesi koşuluyla. XVIII. Yüzyıl İngiltere'sine damgasını vuran yararcı düşünce Burke'yi de etkilemiş ve pratik değerlere önem vermesine yol açmıştır. Burke iki anayasa ve iki özgürlüğü (İngiliz ve Fransız) karşılaştırılır ve İngiliz Anayasası'nın üstünlüğünün yüzyıllar boyunca oluşturulmuş adetler, önyargılar, kurumlar uyuşumundan kaynaklandığını belirtir. Burke'ye göre Fransız Devrimi'ni öteki devrimlerden ayıran şey bir öğreti ve kuramsal doğma devrimi, ilk felsefi devrim olmasıdır; Fransız Devrimi'ni gerçekleştiren kişiler tesadüfün güçünü ihmal eden ve belki sorumluluğumuza giren tek şeyin zamanımızı yükümlenmeyi unutmaktadırlar. Burke'ye göre doğa akılcı bir "evrensel" değil, Tanrının bizim de doğal olarak katıldığımız kendi esrarlı özgürlüğünde bize verdiği şeydir. Buradan kalkarak Burke alışkanlıklar ve önyargıları göklere çıkartır. Doğaya karşı olarak gördüğü eşitliğe kesinlikle karşıdır. Burke sivil toplumun doğal haklara son vermiş olan bir sözleşmeye dayandığına inanır. S ivil toplumun amacı insanların haklarını korumaktır, fakat bu haklar kesinlikle ve yalnızca erdemin tutkulara karşı zaferi yoluyla mutluluğa erişme hakkıdır. Bu hakların en başında yönetilmek hakkını, yasalara ve tehditlere malik olma hakkını sayar. Hükümete katılma hakkı iyi hükümete sahip olma hakkı söz konusudur. Burke Fransız Devrimi'nin kral ailesini bir kamu görevinin basit memuru olarak nitelemesine şiddetle karşı çıkar. Kişilerden soyutlanmış kamu görevi, işlev kavramını doğal duygularımızın (örneğin; sevme, kişileri sevme duygusu) hiçe sayılması olarak görür. Burke'ye göre belli bir kalıtın ürünü olan somut özgürlükler vardır, mutlak bir özgürlük (Fransız Devrimi'nin getirdiği) söz konusu olamaz. Burke Fransız Devrimi'ni insanların günahının Tanrı tarafından cezalandırılması olarak görür. Devrim tamamen Tanrının işidir. Burke'nin Tanrısal tarihi bir akıl tarafından yönetilmemektedir, tesadüflere bağlıdır. Zaten tesadüf de Tanrının özelliklerinden biridir. 2) Karşı-Devrim ve Fransız Yazarlar: Burke'den Fransız yazarlara kadar Devrim'e yapılan suçlamalar hemen hemen aynıdır. Fakat ideolojik çerçeveleri farklıdır. Burke önce İngiltere'yi ve O'nun özgürlükler ve gelenekler bileşimini över, Locke'un izini izler ve yararcılıktan etkilenmiştir. Fransız yazarlar Rivarol veya Joseph de Maistre İngiliz kurumlarına hiç ilgi duymazlar. Rivarol, Voltaire'in çizgisindedir. Joseph de Maistre'in düşüncesi ise teokratiktir. ALMANYA'DA FELSEFE VE SİYASET: 1789 Fransız Devrimi birçok Alman filozofu tarafından çoşkuyla karşılanır. Bunların arasında Kant, Devrim'i savunmak için yazılar yazar, Fichte de vardır. Daha sonraları Hegel, Fransız Devrimi'nin ilk dönemlerinde bütün düşünen insanların Tanrısal dünyevinin uzlaşmasının gerçekleştiğini sanarak coşkuya kapıldıklarını belirtecektir. Fakat 1793-1795'lerden başlayarak Alman filozofları Devrim'in eserinin savunuculuğundan biraz dehşet, biraz üzüntüyle vazgeçerler. Her şeye karşın Devrim'in evrensel ve belirleyici önemini hiçbir zaman yadsımazlar. Bazıları açısından Devrim'in felsefelerine, siyasal ve toplumsal olaylar boyutunu vermelerini sağladığı söylenebilir. Devrimin Alman düşüncesi üzerinde etkisinin kökeninde XVIII. Yüzyıl sonu XVIV. Yüzyıl başında Almanya'nın içinde bulunduğu ideolojik ortam yatmaktadır. 1) İdeolojik Ortam: XVIII. Yüzyıl Almanya'sı bütün Avrupa gibi kendi "Aydınlık" felsefesine sahip olmuştur: Aufklörung. (Leibniz, Wolff) Aufklörung Fransız "Aydınlık felsefesi" ile aynı özellikleri taşımaktadır: analitik ve eleştirel yöntem, tamamen mantıksal bir doğmatizme duyulan eğilim. Aufklörung Alman aydın seçkinin (elit) ancak küçük bir kısmında etkili olabilmiştir. Bir siyasal düşünceler eylemi olmayıp daha çok dini ve moral sorunlarla ilgilenmiştir. Siyasal planda Aufklörung varolan kurumları fazla eleştirmiyordu; bunda Luter'in etkisi, Almanya'nın parçalanmışlığının, aydın seçkin (elit) arasında idealist eğilimlerin, çoğu kez memur durumundaki bir burjuvazinin varlığının... gibi rolü büyük olmuştur. Aufklörung'un aydınlanmış bir hükümet isteminden daha çok hükümdarlar yararlanmıştır. Aufklörung Almanya'da hiçbir zaman Fransa'daki gibi rasyonalist bir nitelik kazanmamış, moral kaygılar çoğu kez ağır basmıştır. Örneğin Lessing tam anlamıyla doğru bir dinin bekleyişi içindedir. Yani kısaca Aufklörung siyasal ideolojiler planında Fransa'da "Aydınlıklar felsefesi"nin yaptığı etkiyi yapamamıştır. 1770'den başlayarak Aufklörung'a karşı anti-entellektüel, anti-kozmopolit bir tepki doğmaya başlamıştır. (Sturm und Brung) Sturm und Drung'un eylem noktası estetiktir: Lessing evrensel estetiğe karşı çıkarak doğaya dönüşü savunur. Bir öteki özelliği de koyu uluscu olmasıdır. Alman romantizminin siyasal düşünceler üzerindeki etkisi ise pek açık değildir. Romantikler pek siyasetle ilgilenmemişlerdir. Alman romantizminin iki temasının Fichte sonrası siyasal felsefesi üzerinde etkili olduğu söylenebilir: - dinamik sonsuz düşüncesi ki hem döngüsel geri dönüşü, hem de tarihin eytişimsel (diyalektik) eylemini çağrıştırabilir; - bireyi kapsayan ve aşan irrasyonelöğelere (gelenekler, mitler, ırklar) dayanan yaşam ve deneyim topluluğu teması. Tarihçiliğin ise doğrudan bir siyasal etkisi vardır. Adam Müller, Roma'nın ve XVIII. Yüzyıl felsefesinin bireyciliğini mahkum ederek devleti yüceltir, onu yaşam, birlik, süreklilik taşıyan "ortak bir ruh" olarak tanımlar. Fakat hükümdar bireyciliğinin bir belirtisi olarak gördüğü despotluğa karşı çıkar. 2) Kant'ın Felsefesinde Siyaset: Kant'ın (1724-1804) tek doğrudan siyasal eseri "Sonsuz Barış Tasarısı"dır. (1795) Öteki eserlerinde moral, hukuk veya tarih felsefesi aracılığıyla siyasete değinir. Fakat Kant'ın siyasal düşüncesini kavramak için tamamen felesfi eserlerinin de (Saf Aklın Eleştirisi ve Pratik Aklın Eleştirisi) ele alınması gerekir. Kant'ın siyaset ve tarih üzerindeki düşünceleri O'nun transandantal ve moral idealizmi bütünündeele alınmalıdır. Kant'ın Kaynakları: Kant üzerinde Antik Çağ siyasal yazarları yanında, Montesquieu, Rousseau ve Aufklörung'lar etkili olmuştur, Montesquieu'den üç iktidarın ayrılığı ve dengesi düşüncesini alır. Rousseau'dan toplumsal sözleşme düşüncesini biraz değiştirerek alır; Rousseau'da toplumsal sözleşme doğal hali izleyen bir tarihsel aşamayken, Kant'da "aklın bir düşüncesi" olur ve kamu otoritesinin meşru temelini oluşturur. İnsanların eşitliği ve genel istenç düşünceleri Rousseau'daki gibi demokratik bir nitelik taşımayıp, moral bir nitelik kazanırlar. Aufklörung'dan ise insanlığın sonsuz barışa doğru türdeş bir biçimde ilerleyişi düşüncesini alır. Fakat pratiğin kurama üstünlüğünü, insanın pratik çalışmasının önemini vurgularken Aufklörung'un entellektüalizminden ayrılır. Genel Felsefenin Siyasal Sonuçları: Moralin evrenselliği; moral kişiler olarak bütün bireylerin eşitliğine yol açar. Her birinin bağımsızlığı da onlara onur verir. Onurlu ve saygın olan bu kişiler (siyasal ve toplumsal gerçeklikleri dünyası) ancak siyasetin mutlak ve kesin olan morale bağlı olduğu bir hukuk düzeni hükmedebilir. Burada Kant kendi felsefesine de insanlara haklarını gerçekleştirmede yardım etme görevini vermektedir. Hukuka Dayanan Siyaset: Kant'ın hukuk tanımı şöyledir: "Birinin hakemliğinin genel bir özgürlük yasasını izleyecek başka birinin hakemliğiyle uyuştuğu koşulların bütünüdür". İnsan hakları şunlardır: i) İnsan olarak özgürlük, ii) Aynı moral yasa karşısında bir kişi olarak eşitlik, iii) Vatandaş olma hakkı. Bu dokunulmaz haklara saygı gösterilmesi ve bunların savunulması her meşru siyasal düzenin temelidir. Her siyasetin son amacı da bu hakların savunulmasıdır, yoksa yurttaşların mutluluğu ve memnun olması değil. Bu amaca uygun düşen tek siyasal düzen despotik düzenin karşıtı cumhuriyettir. Siyasette ölçülü davranmayı seçen Kant anayasal monarşiyi benimser. Siyaset ve Tarih Felsefesi: Kant siyasal felsefenin bir tarih felsefesiyle bütünleşmesini gerçekleştiren ilk büyük filozoftur. Kant doğanın insanlığı kendi amaçlarına doğru sürükleyerek kendi evrenselleşmesini hazırladığına inanır. Doğa insan türünü bütün yeryüzü üzerinde yayılmaya ve kültüre doğru sürükleyerek, kendi amaçlarını siyasete de verir. Kültür ve yeryüzü üzerinde yayılmış sonsuz barışı sağlayacak olan meşru, cumhuriyetçi ve evrensel hükümetin kurulmasının ön koşullarıdır. Cumhuriyet sonsuz barışı sağlamaya yöneldiğinden Tanrının Krallığı'na bir hazırlıktır. Bununla birlikte somutta cumhuriyet özgürlüğü tam anlamıyla gerçekleştiremez. Doğa ve siyaset etiğe (moral) değil yasallığa götürür. Fakat hukuk düzeni her şeye karşın moral yasanın kesin egemenliğine geçişte bir ön aşamadır. Siyaset ve Moral; Amaç ve Araçlar: Kant "Makyavelist" bir siyaseti değil, "moralist" bir siyaseti savunuyor. Amacın moralliği, kullanılan araçların da moralliğini gerektirir: Amaç araçlara bağımlı kılınmaz. Yani siyaset hukuk ve morale bağımlı kılınır. Kant XVIII. Yüzyıl feylesofları ile Hegel arasında bir köprüdür denilebilir. Kant'ın moral idealizmi Alman siyasal felsefesini, Hegel'in tarihsel idealizminden daha çok belirleyecektir. 5) F İ C H T E Fichte (1762-1814) Alman ulusculuğunun, pangermanizmin ilk ideologudur. En ünlü eseri: "Alman Ulusuna Söylevler"dir (1807-1808). Fakat gerçek biraz daha karmaşıktır. Çünkü Fichte en başta bir feylesoftur ve etkilendiği iki büyük feylesof Spinoza ve Kant pek uluscu (milliyetçi) değildirler. Fichte'ye göre özgür düşünce bağımsız gerçekliğin kaynağıdır. Öte yandan bu özgürlük felsefesi Fichte'nin Fransız Devrimi'nin savunuculuğunu yüklenmesine yol açmıştır. Bu nedenle gerek mutlak monarşiye gerekse evrensel monarşiye karşıdır. Ekonomik liberalizmin anarşik özgürlüğüne ve merkantilizmin anarşik düzenlenmesine de karşı çıkarak ekonomik ulusculuğun ve devlet sosyalizminin temelini atar. Özgürlük ve eşitliği gerçekleştirme, usun (aklın) egemenliğini sağlama işini devlete verir. Fichte'nin felsefesi evrenseldir fakat bu evrenselliğin gerçekleştirilmesinde Alman ulusuna güvenir. Gerçek felsefe, olguların özüne inen felsefedir. Fichte'ye göre, saf, tanrısal mutlak yaşamdan çıkar; bu felsefe ilkeldir yani Almandır. 1) Metafizik Ulusculuk: Fransızların kendi kendilerine yaratamadıkları tarihsel benlerine karşılık, Almanlar metafizik bir bene sahiptirler. 2) Dinsel ve Motif Ulusculuk: Gerçek Hristiyanlık, (Luter'in Hristiyanlığı) en saf, en uyumlu, en mükemmele giden Hristiyanlık Almanya'da gelişebilmiştir. (Motif Gotik olabilir bakılacak) 3) Romantik Ulusculuk: Fichte çoşku ve canlı yaşamı yüceltir.ve bunların da Alman tininin (ruh) temel bir özelliği olduğunu belirtir. 4) Pedagojik Ulusculuk: Fichte Almanların her şeyi yitirdiklerini, fakat eğitimi yitirmediklerini söyleyerek pedagojik bir ulusculuğu formüle etmektedir. Her ne kadar Fichte Almanya'nın kurtuluşunu Avrupa'nın ve insanlığın kurtuluşundan ayrı düşünmediğini söylese de, aslında Alman ırkının kesin üstünlüğüne inanır, Yahudilere ve Latinlere düşmandır. Almanların işlevlerinin gerçek hukuk imparatorluğunu kurmak olduğunu söyler. Fichte hem pangermanizmin hem de Alman liberalizminin kaynağı durumundadır. H E G E L V E Y A D E V L E T F E L S E F E S İ Hegel'in (1770-1831) devlet kuramı, hukuk kuramı ve tarih felsefesi: Hegel'in felsefesi içinde, sistemli bir bütünün parçalarıdır. 1) HEGEL'İN FELSEFİ SİSTEMİ: Hegel'in felsefesi çok çeşitli etkiler altında oluşmuştur. Öğrenciliği sırasında Hegel Anfklörung'un eleştirel felsefesi, Kant, Spinozacı doğalcılık ve romantizmin etkisi altında kalmıştır. Hegel'in başlıca eserleri şunlardır: "Ruhun Fenomenolojisi" (1807), "Mantık" (1812-1816), "Felsefi Bilimler Ansiklopedisi" (1830) ve siyasal düşüncelerinin sergilendiği "Hukuk Felsefesi"dir. (1821) a) Hegelci Mutlak İdealizm: Hegel'e göre düşünce öznenin öznel (subjektif) bir eseri değil de, nesnel (objektif) gerçeğin kendisidir. Her şey ondan kaynaklanır. İlk düşüncenin evrensel akla doğru gelişmesi ise tarihin ta kendisidir. Akıl süreli olarak kendi kendini yadsır, fakat amacı gitgide kendinin daha çok bilinçine varmak ve büyümektir. b) Aklın Büyümesinin Eytişimsel (Diyalektik) Yasaları: Akıl kendi doğasına uygun mantıksal yasalara göre büyür. Bu mantık eytişimsel bir mantıktır. Karşıtların uzlaşmazlığını temel alır. Eytişim üç zamanı kapsayan, karşıtlıkların çözümlenmesini getiren bir gelişme yasasıdır: Yani; tez - antitez - sentez. Bu oluşum Hegel'e göre varlık ve düşüncenin tek gelişme biçimidir. c) Birey ve Halk: Hegel'e göre birey, yani düşünen özne kendi öznelliği ile evrensele ulaşma arzusu arasında sıkışmış kalmıştır. Bu çelişkinin çözümlenmesi, yani bireyin evrensel akla ulaşması organik bir bütünün aracılığıyla olacaktır: bu organik bütün de halktır. Ahlak ancak bir halkta gerçekleştirilebilir. Halk ahlakın cisimlendiği biricik yerdir. Ahlakın temeli bir halkın aklında aranmalıdır. Çünkü halk tinsel bir örgüttür. Fakat her halkta kendine özgü olduğundan halklar arasındaki savaşlar zorunlu olur, hatta savaşlarhalkların ahlaksal sağlığının zorunlu koşuludur. Savaşlar gerekli olmalarına karşın halkları geriletirler: savaşlar sonucunda oluşan büyük imparatorlukların birliğini korumak güç bir iştir. 2) HEGEL'E GÖRE EVRENSEL TARİH: a) Akıl Tarihin Özüdür: Düşünce yaşamını kavramaya çalıştığı için Hegel'in "mantığı" tarihselse, Hegel'in tarihi de aklın tarihidir. Her gerçek akılcıdır, (rasyonel) feylesofun görevi de olayların "nedeni"ni araştırmaktır. b) Tarih Özgürlüğün Bilinçlerdeki Gelişmesini Çizer: Tarihte akıl somut bütünlerde, yani halklarda kendini gösterir. Burada sözkonusu olan başlangıçta karanlık bir arzu biçiminde ortaya çıkan, giderek nesnel olmaya yönelen bir ilkesinin gelişimi, yani "ulusal akıl"dır. Ulusal akıl; doğan, olgunlaşan ve ölen canlı bir varlıktır. Tarihin belirli bir anında mutlak akıl bir halkta cisimleşir, ona bir kültür aşılar. Bu ulusal kültür, bu ulusdan bireylere kendini nesnel bir gerçeklik olarak kabul ettirir. Bu aşamada ulusal akıl, aklın en yüksek biçimi olabilir fakat o da aşılacaktır. 3) DEVLET FELSEFESİ: Genel olarak Hegel'in Alman mutlakiyetçiliğinin kuramcısı olduğu görüşü yaygınlık kazanmıştır. Oysa bu, sorunun oldukça basitleştirilmesi demektir. Hegel 1818-1830 yıllarında Purusya Devleti'nde kendi çağdaş (modern) devlet kuramının cisimlenişini görmüş olsa bile, bu somut devletin en iyi siyasal örgütlenme olduğunu savunduğu söylenemez. a) Hegel'in Devlet Kuramıyla Güttüğü Amaç: Hegel, XVIII. Yüzyıl feylesoflarına ve Fransız Devrimi'nin Anayasa yapıcılarına karşı çıkmıştır. Bu kuramcılar iyi devletin, Anayasa'nın arayışı içindedirler. Oysa Hegel'e göre varolan her şey akılın tarihsel bir eseri olduğundan, varolan her şey de akıl olmuştur, özgürlük de olmuştur. Devletin ne olması gerektiğini araştırmak anlamsızdır, çünkü devlet zaten vardır: sözkonusu olan devletin ne olduğunu ve ne olacağını anlamaktır. Şüphesiz şu veya bu somut devlet kötü olabilir, fakat düşüncenin görevi bugünkü kötü devlet içinde olumlu olanı anlamaya çalışmaktır. b) Somut Özgürlük: Hegel'e göre siyaset özgürlüğün, bazı somut aracılarla (aile, devlet...gibi) cisimlenmelerinde tarihsel olarak gerçekleşmesinin bilimidir. Somut özgürlük bireylerin iki eğiliminin veya iki gereksiniminin uzlaştırılmasını şart koşar: - hepsi de maddi olmayan kendi özel çıkarları içine batmış bireysel kişi, aile ve sivil toplumun oluşturduğu "özel" çevrelerde tam olarak gelişme olanağı bulur; - fakat aynı bireysel kişi aklın yol göstericiliğiyle, kendi özgürlüğünü aşması gerektiğini ve bunu da evrensel çıkar içinde gerçekleştirebileceğini anlar. Bu iki gereksinimin yarattığı gerginlikten şunlar çıkar. - evrensel, bireysel doyumsanmadığında değer kazanmaz ve gerçekleştirilemez, - evrensele, öznel istençlerin ve özel çıkarların yan yana gelmesiyle ve bir arada yaşamasıyla ulaşılmaz. O halde bu uzlaşmanın evrenselle özel arasındaki uzlaşmanın aracı nedir? Hegel'e göre, bu devlettir. Devlet somut özgürlüğün gerçekliğidir. c) Devlet Düzenbazlıktır: Hegel'e göre Antik Çağ'da kişinin iç özgürlüğü ile topluluğun nesnel düzeni arasındaki karşıtlık yoktu: birey kendi iç özgürlüğünü kazanmamıştı ve kendini mutlak olarak görmüyordu; özelle kamusalın uzlaştırılması kendiliğinden oluyordu. Çağdaş (modern) dünyada durum değişecektir. Sitelerin varsıllığı bireyi topluluktan koparan sivil toplumu yaratmıştır. Bireyle bireye baskıcı bir dış güç olarak gözüken topluluk arasında karşıtlık vardır. Fakat bu karşıtlık belirli bir anda aşılmalıdır: Hegel'in düzenbazlık olarak adlandırdığı şeyle... Çağdaş devlet düzenbazlıktır, çünkü kendi iktidarının üstünlüğünü ve kendi yasasının akılcılığını kabul ettirmek için insanlara bırakılan özel özgürlükten yararlanmaktadır. Hegel'in vardığı sonuç devletle özgürlüğünün şu iki koşulun gerçekleşmesi halinde var olacağıdır: 1) Eğer akılcı yurttaş devlette kendi arzularını ve akılcı çıkarlarını doyumsama olanağı bulursa, 2) Eğer devletin yasaları kendi doğal içgüdüleri ile yaşamaktan vazgeçen, doğal insanın değil de ancak akılcı ve evrensel varlığın gerçekten özgür olabileceğini anlayan herkes tarafından kabul adilirse. d) Günümüzde "Düşünce" Devleti Nedir? Hegel kendi zamanındaki Prusya Devleti'ni betimleme amacında değildir. Onun betimlediği devletin neden, özgürlüğün akılcı örgütü olduğunu göstermektir. Bu devletin anayasası öyle yapılmıştır ki üç iktidar vardır: yasama iktidarını elinde tutan devletler, yönetsel iktidarı uygulayan memurlar ve prens. 1) Hükümdar devletin sürekliliğini temsil eder fakat diğer iki iktidar gibi evrensel olanı tüm yurttaşların kendi ortak çıkarları olarak gördüğü şeyi de temsil eder. Devlet yaşamında belirli bir işlevi vardır: devletlerin veya memurların karar ve tasarılarını kabul etmek veya etmemek. 2) Halk bireylerin temsili biçiminde değil de, çıkarların temsili biçiminde devletlerde (bunlar Parlamento işlerini görür) temsil edilir. Doğrudan seçim yoktur. Halk temsilcilerinin görevi, kısmen bireylerin dışında kalan devletle sivil toplum arasında bir köprü kurmaktır. Aynı zamanda hem bireylerin çıkarlarının yönetim ve prens tarafından önemsenmemesini hem de memurların iktidarlarını kör bir biçimde uygulamamalarını sağlar. 3) Devlette temel yetke (otorite) sahibi ve devletin görevini en iyi biçimde sergileyen memurdur. Memur, devletin hem efendisi hem de hizmetkarıdır. Evrensel olan memurda gerçekleşir, çünkü memurun işlevi her gün evrensel önemdeki eylemleri hazırlayarak ve özel durumlara genel kuralları uygulayarak iktidarını yürütmektir. Memurların yetki ve tarafsızlığı toplumun, örgütlü toplulukta birliğini gerçekleştirir. Fakat bu, toplumun tamamen devletle özdeşleştiği veya devletin toplum içinde eridiği anlamına gelmez. Aralarında bir aracı vardır. Hegel'in eseri bir çok eleştirilere uğramıştır. Bireysel özgürlükle genel istençin birliğinin uzlaştırılması sorunu anayasal monarşi, iki Meclis ve bürokrasi tarafından yerine getirilmemektedir. e) Devletin Yetersizlikleri: Devletin yetersizlikleri üç durumda ortaya çıkar: - uluslararası planda devletlerin ilişkileri, - büyük adamların ve kahramanların tiranlığını haklılaştıran iç bunalımlar, - sivil toplumun içinde ne toplumda, ne de devlette yeri olmadığının bilinçine varan sömürülen bir sınıfın oluşması. 1) ULUSLARARASI YAŞAMDA DEVLETLER: Bir devlet içinde bireyler arasındaki ilişkilerde aracılık rolünü devletin yasaları oynar. Oysa devletler arasındaki ilişkilerde öznel istençleri kapsayan, kesen hiçbir üst yetke (otorite) veya aracı güç yoktur. Hegel'e göre bugün devletler, aynı devlet kurulmadan önce bireylerin içinde bulundukları durumdadır, fakat hiç bir kural veya üst otorite onu bu moral gerekliliğe uymaya zorlayamaz. Hegel'e göre akıl dünyada idealist veya moral bir biçimde eyleme geçmez, güç yoluyla davranır. 2) BÜYÜK ADAMLARIN VE KAHRAMANLARIN ROLÜ: Devlet kurulmadan önce veya devleti parçalayan bir bunalım başgösterdiğinde, doğal durumdan, yani bireysel isteklerin hükümünden başka bir şey yoktur. Ne bireysel erdem, ne kollektif moral sistem vardır. Mutlak olumsuzluk dünyası içindeyizdir, evrensel hiç bir yerde değildir. Oysa devletin kurulması veya yeniden kurulması gerekmektedir. Bu durumda akıl büyük adam ve kahramanlardan yararlanır. Onlar artık akılın bilinçsiz aletleridirler. Kahraman veya büyük adam kendi bireysel istençini uygular gibi gözükürken aslında, düşüncenin somut ortak kurumlarda gerçekleşme mutlak hakkını uygulamaktadır. Fakat devlet kurulduktan sonra büyük adamın tiranlığı gereksiz hale gelir. Devlette gerekli olan tek bir erdem vardır: yurttaşın ve namuslu insanın erdemi. Bu durumda tiranlık ortadan kaldırılır, genel istenç devlet aracılığıyla hükmünü sürdürür. 3) SİVİL TOPLUM DEVLETİ YADSIYAN BİR HOŞNUTSUZLUK HALİ YARATIR: Hegel'in tüm devlet kuramı şu iki kavrama dayanır: doyumsama (tatmin olma) ve tanıma. Devlet, her yurttaş akla uygun bulduğu çıkarlardan doyumsadığı zaman vardır ve herkes kendi akla uygun kişisel istençini devlet organlarınca belirtilen genel istençte görerek (tanıyarak) devleti tanır. Hegel, Simit'in eserini okumuş, liberal krediyi kısmen kabul etmiştir. Fakat burada kalmaz. Çalışma yoluyla insan doğa üzerinde etkili olur, böylece ondan kurtulur. Fakat iş bölümü mekanikleşmiş ve bölük pörçük bir çalışma yaratır: insanın emeği soyut, işlemler biçimsel hale gelir ve insanın çalışmasının kölesi durumuna düşer. Ekonomik yaşam bir sınıfı gitgide daha yoksul bir duruma iter. Böylece sivil toplum sözde-doğal bir hale geri döner. Halk isyan halindedir, kendisine doyum olanaklarını sağlayan bir toplumu tanımamaya başlar. Devlet dayanakları (doyum ve tanıma) artık yoktur. Toplumu yeniden uzlaştıracak olan devlettir. Fakat halkın da devlette kendisini görmesi, tanıması gerekir. Oysa halk devlette kendini görmemekte ve onun evrenselliğini tanımamaktadır. Devlet artık halk açısından, halkın "bütün"ü değildir, çünkü devlet özel çıkarlara belli bir özerklik tanımıştır. Bu durumda devlet içinde bir parti vardır, fakat Hegelci devlet kuramı "parti" kavramını kabul etmediğinden, bu parti yalnızca devletin içinde değil, aynı zamanda devlete karşıdır da. Bu partiye karşı ve zorunlu olarak devlete karşı başka partilerde saf tutacaktır. 1848'E KADAR SİYASAL DÜŞÜNCELER XVIV. Yüzyıl'ın ana düşünce akımları liberalizm, ulusculuk (milliyetçilik) ve sosyalizm olmuştur. Liberalizm Fransız Devrimi'nden yararlanan burjuvazinin ideolojisidir. Fakat aristokrasinin iktidarda olduğu ve dolayısıyla ulusal birliğin kurulmadığı Orta ve Doğu Avrupa'da Almanya'da ve İtalya'da liberaller muhalefettedir ve liberal eylem ulusal eylemle birleşmiştir. Uzun zaman iki liberalizm türü bir arada yaşamıştır: Manchester öğretisinde belirtilen liberalizm ile Almanya ve İtalya'da yenik devrimcilerin esin kaynağı olan militan liberalizm. Almanya ve İtalya'da ulusal birliğin gerçekleşmesinden sonra liberalizmle ulusculuk da birbirinden ayrılacak ulusculuk tutucu bir kimlik kazanacaktır. Çünkü ulusal birlik liberallere karşın gerçekleştirilmiştir. Güçlü devletlerin kurulması, (özellikle İngiltere, Fransa...) bunların dünya egemenliği için dolaşmaları ve sömürge imparatorluklarının kurulması ulusculuğun emperyalizme dönüşmesi sonucunu verecektir. Sanayi Devrimi bütün dünyada önemli değişikliklere yol açarken, çeşitli işyerlerinde yoğunlaşmış bir proletarya (işçi) sınıfı yaratmış ve proletaryanın kendi gücünün, dayanışmasının bilinçine varmasını, böylece sosyalizmin bir ütopya (düş ülke) olmaktan çıkıp bir sınıfın umudu haline gelmesini sağlamıştır. Yüzyılın ilk yarısını ikinci yarısından ayıran 1848 Devrimleri bütün Avrupa'da çok büyük değişikliklere neden olurken, temel düşünce akımlarının da tümden yeni bir biçim almalarına yol açmıştır. Gelenekçilik karşı devrimcilikten pozitivizme, ulusculuk liberallikten tutuculuğa, sosyalizm ütopyadan bilimselliğe doğru bir evrim geçirmiştir. Yalnızca Manchester'ci ve Orleans'cı biçimlere bağlı kalan liberalizm fazla bir değişmeye uğramamıştır. 1848 öncesi ile 1848 sonrasını birbirinden ayrıdetmede, her iki dönemin egemen öğelerini belirlemek yararlı olur. 1848 öncesi siyasal düşünce akımlarında egemen öğe romantizmdir, her ne kadar Saint-Simon'culuk positivist sayılabilirse ve 1848 sonrasında devrimci sendikalizm, Kipling'in emperyalizmi, Wveetsche'nin irrasyonalizminde romantiklik söz konusu olabilse de... Burada söz konusu olan doğal ki öğretilerin özü değildir: her iki dönemde de öğretiler öz bakımından birbirlerinden çok farklıdır, daha çok egemen havanın ne olduğu iki dönemi ayrıdetmekte bir araç olabilmektedir. Siyasal Romantizm: Siyasal romantizm terimi oldukça bulanıktır. Çünkü ülkesine göre, romantik sayılan yazarlar çok çeşitli siyasal tutumları benimsemişlerdir. Yüzyıl ortasına kadar Almanya'da romantikler genellikle tutucuyken, İtalya'da liberaldirler. Fransa'da ise ilk romantizm (Chateaubriand, Lamartin, Wigny, Hugo... gibi) eski Fransa özlemi içindedir, kralcıdır fakat daha sonra romantikler tutum değiştirecek tam karşıt düzlemde yer alacaklardır. 1848'den sonra devrim dalgasının gerilemesiyle Hugo'nun egemen olduğu romantizmin üçüncü çağı başlayacaktır. Fransız romantizminin toplumsal tabanı çok karmaşıktır. Romantizmin etkileyemediği tek sınıf burjuvazidir. 1830 romantizmi burjuvaziyi hedef olarak seçmiştir. Giderek romantizm de burjuvalaşacak, liberalizmi burjuvazinin romantizme karıştırdığı bir idealizmle kaplanacaktır. Bir romantik gelenekçilik, sosyalizm, ulusculuk vardır fakat romantik liberalizm olduğunu söyleyemeyiz. a) Siyasal Romantizmin Bazı Özellikleri: - İzlenme anlayışı (dram, kahramanlık, özverili, (fedakar) ululuk, dökülen kan.... gibi) - Duygusal ve dokunaklı bir siyaset anlayışı: eskiden olası olanı yapma sanatı olan siyaset ideale bir çağrı konumuna gelir. - Acıma: Toplumsal sorunun bütün siyasal sorunlardan daha önemli olduğu düşüncesi yaygınlık kazanmıştır. Basit (sıradan) insanlara, ezilen halklara karşı bir acıma duygusu vardır. - Evrene global bir bakış. b) Tarih: Özellikle XVIV. Yüzyıl'ın ilk yarısında tarihsel yapıtların sayısında büyük (muazzam) bir artış olmuştur: Lamartine, Trierry, Guizot, Thiers, Mignet, Michelet, Quinet, Alman tarihçileri, Carlyle bu gelişmenin romantizmle sıkı bir ilişkisi vardır, (romantiklerin tarihsel eserlere tutkusu anımsanırsa) fakat tek nedeni de o değildir. Gerek romantizmin, gerekse tarihsel yapıtların gelişmesinin ortak bir nedeni vardır: bir geçiş çağı içinde yaşama duygusu. Dönemin bütün düşünürlerinde bu duygu uyanmıştır, bazılarında geriye bazılarında da ileriye yönelik bir tepki yaratmıştır. Fakat her birinin tarihe başvurması bir anlamda gerekli olmuştur. Öte yandan tarih canlanan siyasal mücadeleler ortamında dersler çıkarılması, örneklere bakılması için başvurulacak bir kaynaktır. I. B Ö L Ü M L İ B E R A L İ Z M: XVIV. Yüzyıl siyasal düşünceler tarihi liberalizmin gelişmesiyle belirlenmiştir. Batı Avrupa'da utkun (muzaffer) olan liberalizm, liberal eylemle uluscu eylemin kaynaştığı Almanya ve İtalya'ya yayılmış, oradan Doğu Avrupa'ya ve hatta Batı'yla ticari ilişkilere giren Uzakdoğu'ya, liberal anayasaları kabul eden Latin Amerika'ya geçmiştir. O çağda Birleşik Amerika ise liberalizmin, daha doğrusu liberalizmle demokrasinin etkin bileşiminin somut yaşamdaki örneğini vermiş, bu bakımdan liberal düşünürleri etkilemiş ve onların başvuru (referans) ülkesi olmuştur. Fakat farklı liberalizmler vardır. Liberalizm ve Teknik İlerleme: Teknik ilerleme, maddi, entellektüel ve moral ilerlemenin teknik ilerlemeyle birlikte gideceği liberalizmin başlangıçta temel taşlarından biridir. Fakat XVIV. Yüzyıl sonlarına doğru durağan duruma özlem duyan liberaller ortaya çıkmıştır ve bunlar oldukça kalabalıktır. Dolayısıyla liberalizmi belli bir ayırıma bağlı tutmak zorunlu olmuştur: makinalaşmayı, sanayiyi savunan ve daha çok İngiltere'de etkin olan dinamik liberalizm ile ekonomik bakımdan tutucu Fransız liberalizmi. Liberalizm ve Burjuvazi: Liberalizm tipik bir burjuva (kentsoylu) ideolojisidir fakat XVIV. Yüzyıl'da bütün liberalizmlerin sınırı burjuvazilerin sınırlarıyla çakışmaz. İngiltere'de sosyalizm de liberalizmden etkilenecek, liberalizm olağan gelişmesi sonucunda emperyalizme (sömürgecilik) varacaktır. İngiliz liberalizmi burjuva olmaktan çok İngilizdir. Fransız liberalizmi daha tutucudur ve sömürge imparatorluğu kurma eğilimi zayıftır, yani daha az Fransız daha çok burjuvadır. Liberalizm ve Özgürlük: XVIII. Yüzyıl'da liberalizm özgürlüklerin güvencesi, özgürlüğün öğretisi olarak gözüküyordu. Fakat burjuva sınıfının felsefesi olarak liberalizm, XVIV. Yüzyıl'da yalnızca burjuvazinin özgürlüğünü sağlayacaktır ve Proudhon gibileri liberalizme karşı özgürlüğü kurmaya çalışacaklardır. İki tür liberalizm vardır: - insan özgürlüğü tek olduğu için tek bir liberalizm düşünenler; - insan özgürlüğünün tek olmadığını, bazılarının özgürlüğünün başkalarını özgürlükten yoksun bırakacağını düşünenler. Liberalizm ve Liberalizmler: XVIII. Yüzyıl'da liberalizmin birliği, yeni entellektüel, dinsel, ekonomik ve siyasal liberalizmlerin tek bir topluluk (blok) oluşturduğu düşüncesi egemendir. Fakat XVIV. Yüzyıl'da (liberalizm) birçok ideolojiye bölünür. - Varsıllık ve iyelik ilkelerine dayanan ekonomik liberalizm ki kapitalizmin ideolojik dayanağıdır; - Despotizme karşı çıkan siyasal liberalizm ki temsili hükümet ve parlamenter demokrasinin öğretisel temelidir; - Hoşgörü ve uzlaşma ilkelerine dayanan entellektüel liberalizm. Öte yandan liberalizm ülkelere göre de birçok farklılıklar gösterir. FRANSIZ LİBERALİZMİ: XVIV. Yüzyıl Fransız liberalizmi olayların akışına göre farklı yerler almıştır. XVIII. Louis ve X. Charles dönemlerinde muhalefette olan liberaller Temmuz Monarşisi'nde iktidara gelirler ve 1848'de yine iktidardan giderler. III. Cumhuriyet'le beraber liberalizm zafere erişir fakat bu özgürlüğü hükümet etme zorunluluğuna feda eden bir liberalizm olacaktır. 1) Muhalefet Liberalizmi: a) Fransız liberalizmi ana özelliklerini İmparatorluk döneminde edinecek, Napolyon bir damga taşıyacaktır. Liberal hanedanlıklar (varsıl burjuva aileleri) İmparatorluk döneminde iktidarın yakınında yer alacaklar, yüklerine katlanmadan iktidardan yararlanmasını bileceklerdir. Bu büyük liberal aileler Temmuz Monarşisi sırasında iktidarı ele geçireceklerdir. Coppet çevresinin liberalizmi ise burjuva hanedanlıklarının liberalizminden farklıdır: bu para vurmaktan çok yazın (edebiyat) ve uygarlıkları incelemekle ilgilenen kozmopolit (çokevrenli) bir göçmen liberalizmidir. Coppet çevresi Napolyon'a karşı çıkar, onların düşleri bir Avrupa toplumu ve aydınlar cumhuriyetidir. b) Restorasyon Mücadeleleri: Restorasyon liberalizmi birkaç kozmopolit ideologlardan ve sonradan varsıllaşmış bir burjuvalar toplumunun birleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Restorasyon liberalizminin çeşitli özellikleri vardır: - Aşırı güç ve gizli örgütçülük: Beranger, Courier gibi liberaller krala, saraya ve asillere, papaya, özellikle din adamlarına büyük güçle saldırır. Resterasyon liberalizmi temel olarak eleştirici ve olumsuzdur. (negatif) - Bir ideal arayışı içinde bulunan liberalizm Napolyon söylencesi (efsanesi) yaratır ve bu söylence bütün Avrupa'da geniş halk yığınlarını yazılı ve sözlü yazın (edebiyat) yoluyla derinden etkiler. Özgürlük ve eşitlik savaşcısı, halka hizmet eden bir Napolyon imgesi yaratılır. Başlıca liberal yazarların ülküsü (ideali) tam anlamıyla liberaldir fakat onlar bu burjuva ülküsünü, halkın güvencesi altına sokmaya çalışırlar. Liberal ideolojinin belirgin özelliklerinden biri bulanıktır: burjuvazi ile halk, devrim ile imparatorluk, özgürlükler ile özgürlük, siyaset ile iyi duygular arasında bir bulanıklılık ve yalpalanma vardır. - Liberalizm tek bir topluluk (blok) oluşturmamaktadır. En ünlüsü Royer-Collard olan öğreticiler eski yönetim biçimi yanlıları ile demokrasi yanlıları arasında bir "ortacı" kuram öne sürmüşlerdir. Öğreticilerin karşısındakiler ise bağımsız liberallerdir. Çoğu kez Ortadoks liberalizm ile bağımsızların liberalizmi bir arada yaşar. Restorasyon döneminde liberalizmin en önemli kuramcısı Benjamin Constant'dır. (1767-1830) Constant özgürlüğü özel bağımsızlığın tadını çıkarmış olarak tanımlar. İngiliz tipi bir temsili hükümete taraftardır: bakanlıkların sorumluluğu, iki Meclis, yerel özgürlüklerin ve dinsel özgürlüğün korunması. Kral ise yalnızca hükmetmeli, hükümet etmemelidir. Constant'a göre özgürlüğü kendi yavaş gelişimleri sonucunda ticaret ve sanayi yaratacaktır. Constant'ın siyaseti tam anlamıyla burjuvadır. 2) İktidardaki Liberalizm: "Burjuva, kral Louis-Philippe" ile birlikte iktidara gelir. Orta sınıf toplumun tek yöneticisi durumuna geçmesinin yanında, devlet hazinesinden de beslenmektedirler. a) Liberalizmin Çelişkileri: Bu çelişkiler hemen hemen bütün alanlarda ortaya çıkmaktadır. - İç siyasette: Muhalefetteyken (Restorasyon dönemi) her şeyde özgürlüğü savunan liberaller, iktidara geldiklerinde seçmen sayısını biraz arttırmakla yetindiler, basın özgürlüğüne uymadılar. - Dış siyasette: Liberaller savaşcı maceralara karşıdırlar fakat aynı zamanda Napolyon'u yüceltmekten ve şövenizmden de vazgeçmezler. - Din siyaseti: Liberaller kiliseye karşı olmayı sürdürmekle beraber Katolik Kilisesi'ni bir düzen aracı olarak görürler. - Ticari siyaset: Liberaller "laissez faire, laissez passer"nin taraftarıdırlar fakat iş Fransız ekonomisini yabancı rekabet (yarışma) karşısında savunmaya gelince koruyucu bir ticari siyaseti savunurlar. - Ekonomik siyaset: Serbest rekabet ilkesini kabul etmekle birlikte devletten olası en çok avantajı elde etmeye bakarlar. - Toplumsal siyaset: Liberal ideolojiye göre işçinin durumunu düzeltmek işi ne devlete ne de işverenlere düşer. İşçinin sefaletinin sorumlusu yine işçinin kendisidir. b) Orleanizm: Temmuz Monarşisi döneminde tek bir burjuvaziden söz edilemeyeceği açıktır, burjuvazisi kendi içinde bir çok parçaya bölünmüştür: Paris, taşra, kır burjuvazileri; büyük, orta, küçük burjuvaziler gibi... Fakat burjuvazinin bu parçalanmışlığına karşılık burjuva ideolojisi şaşılacak bir birlik içerisindedir. Üstelik burjuva ideolojisinin sınırları burjuvazinin sınırlarından da geniştir; işçiler, zanaatkarlardan çıkan yazarlar da burjuva ideolojisinin saflarında yer alırlar. O halde büyük öğretisel eserler yaratmayan fakat uzun zaman Fransız siyasal yaşamını belirlemiş olan bir Orleanist ideoloji vardır. Orleanizmin Orleans ailesine bağlılığı O'nun tamamen ikincil bir özelliğidir. Zamanın en ünlü ve evrensel yazarı Beranger'dir. c) Tocqueville'nin Liberalizmi: Zamanın en büyük liberal yazarı Tocqueville, (1805-1859) Orleanizmin biraz dışında kalır, geniş bir düşünce akımını temsil etmez. Tocqueville'e XVIV. Yüzyıl'ın Montesquieu'su da denir. Toprak aristokrasisi geleneğinden gelmektedir ve geleneğine bağlı kalır. Bu aristokratik geleneğe bir de parlamenter gelenek eklenir. Tocqueville taşralıdır. Jiron'dendir; Paris'te kendini yabancı hisseder, Paris'ten korkar. Tocqueville ne devrimci ne de gericidir: Temmuz Monarşisi'ne hizmet ettiği gibi, devrimcilere karşı olmasına karşın II. Cumhuriyet'te de bakan olur. Tocqueville'in olayları olduğu gibi kabul etmesinin nedeni: devletin sürekliliğine olan inancıdır. Tocqueville içgüdüsel olarak aristokrattır fakat düşünce yoluyla demokrasinin gelişmesinin kaçınılmazlığını görür. Tocqueville'nin eserlerinin başlıcaları şunlardır: "Amerika'da Demokrasi" (1835) Demokrasinin kurumlar ve kurumların görenekler üzerindeki etkisini inceler. "Eski Yönetim Biçimi ve Devrim"de (1856) yönetsel merkezileşmenin eski yönetim biçiminin ürünü olduğunu, devrimin uzun bir evrim sonucunda gerçekleştiğini anlatır. "Anılar", "Mektuplar" ve "Geziler" diğer eserleridir. Tocqueville'nin bütün eserleri özgürlük üzerine bir düşünmedir: bir toplumbilimci veya tarihçi eserinden çok Fransız moralistlerinin geleneğini sürdüren bir eserdir. Gerek "Amerika'da Demokrasi"de, gerekse "Eski Yönetim Biçimi ve Devrim"de tek bir soruya yanıt aramaktadır: Özgürlükle eşitçiliği nasıl uzlaştırmalı, özgürlüğü nasıl kurtarmalı? "Amerika'da Demokrasi"de eşitlik üzerine düşünür. İnsanların eşitliğe ateşli, yenilmez, tükenmez bir tutkusu vardır. Toplum zorunlu olarak eşitliğe doğru, yani demokrasiye doğru bir gelişme gösterir. Tocqueville bu gelişmeye karşıdır fakat onu kabul eder. Demokrasinin anarşiye veya despotizme kaymaması için onu öğrenmek gerektiğini savunur. "Eski Yönetim Biçimi ve Devrim"de merkezileşme ve aristokrasinin çöküşü üzerine görüşlerini anlatır. Monarşik merkezileşme demokratik eşitlikle aynı sonucu verir: birbirinin aynısı bireylerin dışlanması, despotizme karşı duramayacak hale gelmeleridir. Tocqueville'nin eserlerinin ana ve egemen teması özgürlüktür. Ilımlı, düzenli, inançlar, adetler ve yasalarla sınırlanmış bir özgürlüğü savunur. Tocqueville başkanlık sistemine karşıdır, özgürlüğün güvence altına alınması için siyasal kurumlara pek güvenmez. Toplumların pası olarak nitelediği bireyciliğe karşı üç umarı (çare) önerir: - Yönetsel merkezdışılık, yerel özgürlükler. - Bir yedek aristokrasi yaratmak için (eski aristokrasiyi yeniden oluşturmak olanaksızdır) her nitelikte, siyasal, ticari, bilimsel ve ölümsüz (ebedi) derneklerin kurulması. - Moral nitelikler, sorumluluk duygusu, yani moralin siyasete önceliği. Demokrasinin olumsuzluklarına karşı önerilen bu umar yolları oldukça geleneksel, hatta gelenekçidirler. Tocqueville son kerte anlayışlı, yarışmacısını (rakibini) değerini bilen bir kişidir. Bu anlamda gerçek bir liberaldir İNGİLİZ LİBERALİZMİ 1688 Devrimi'nden beri İngiltere'nin siyasal durumunda önemli bir değişme olmamıştı. Egemenlik kraldan toprak ve para sahibi bir aristokrasiye geçmişti; Fransa'da özgürlüğün güvencesi olarak övülen "self-government" ise ülkenin yerel aristokrasi tarafından yönetilmesinden başka bir şey değildi. Fakat İngiliz ekonomisinde önemli gelişmeler olmuş, İngiltere sanayileşmiş, 1823 Seçimi'yle sanayiciler ve dışsatımcılar daha geniş bir temsil olanağına kavuşmuşlardır. İngiliz liberalizminin gelişmesi ülkenin ekonomik evrimini izlemektedir. Fransız liberalizmi daha çok siyasal sorunlara eğilirken İngiliz liberalizmi ekonomik sorunlara değinmektedir. 1) Bentham'cı Yararcılık: James Mill: Yararcı radikalizmin başlıca temsilcisi James Mill (1773-1836) dostu Bentham'ın eserini sürdürür. "Hükümet Üzerine Deneme" adlı eserinde temsili hükümet öğretisini çoğunluğun en üst düzeyde mutluluğu edinmesi ilkesiyle birleştirir, hükümetin göreviyse her bireyin baskıya uğramadan kendi çıkarı için çalışabilmesi için güvenliği sağlamaktır. 2) Yararcılıktan İnsancıl Liberalizme: Stuart Mill: James Mill'in oğlu olan Stuart Mill, (1806-1873) romantizmden, kıtadaki düşünce akımlarından (Comte, Saint-Simon....gibi) etkilenmiştir. Oysa James Mill'in yararcılığı tamamen İngilizdir. Stuart Mill ise evrenselliğe özlem duyar. Stuart Mill'in eseri liberalizmin bunalımıyla eş zamanlıdır. James Mill daha çok hükümet sorunuyla ilgileniyor ve ona mekanik bir çözüm öneriyordu, (temsil reformu, oy hakkının genişletilmesi) Stuart Mill ise liberal bir hükümetin ancak liberal toplumda var olabileceği kanısındadır. Bentham'a göre liberal hükümet liberal olduğu için değil etkin olduğu için iyidir, Stuart Mill'e göre ise özgürlük kendi başına iyi bir şeydir. Stuart Mill kapitalizmi eleştirir, liberal devletin özgürlüğün şartlarını yaratmaya çalışması gerektiğini savunur. Dolayısıyla Stuart Mill'in liberalizmi "laisse-faire" felsefesiyle çelişkilidir. "Özgürlük" (1859) adlı eserinde Stuart Mill bireye övgüler düzer, toplumun veya çoğunluğun despotizmini kuran sistemleri eleştirir. Stuart Mill yavaş yavaş bireye övgüden seçkinlere (elitlere) övgüye geçer. "Temsili Hükümet Üzerine Düşünceler"de (1860-1861) iki işlevi saptar: Parlamento'ya düşen denetim işlevi ve yasama işlevi. Yasama işlevini yerine getirme açısından Parlamento'nun yetersiz olduğunu, bu görevin bir yasama komisyonuna verilmesi gerektiğini savunur. DEVRİMCİ ULUSÇULUKTAN LİBERAL ULUSÇULUĞA: 1815 ile 1848 yılları arasında İtalya, Almanya, Polonya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda görülen devrimci eylemlerin liberal ve ulusal olmak üzere iki kaynağı vardır. 1) Ekonomik Ulusçuluk ve Romantik Ulusçuluk: Mazzini: Bir İtalyan yurtseveri olan Mazzini bu liberal ve romantik ulusculuğun en ilginç temsilcilerinden biridir. Mazzini adalet ve barışı gerçekleştirmek amacındadır ve bunu gerçekleştirmek için de krallara değil halklara dayanmayı düşünmektedir. Mazzini sınıf mücadelesine, uluslar arasındaki karşıtlıklara ekonominin siyaset üzerinde etkili olduğuna inanmaz. Yararcı lığa karşıdır, ülkücü (idealist) ve dincidir. Din olmadan siyasal bilimin ancak despotizm veya anarşi kurabileceğini söyler. 1848 Devrimi'nin yenilgisinden sonra artık ulusların kardeşliği düşünün pek geçerliliği kalmaz. Uluslar oluşur ve birbirleriyle çatışmaya başlarlar. Yeni bir çağ, ulusçuluk ve güç çağı başlamıştır. 2) Fransız Ulusçuluğu: Michelet: XVIV. Yüzyıl'ın ilk yarısında birçok ülkenin aksine Fransa, ulusal birliğini gerçekleştirmiştir. Fransız ulusçuluğu en iyi Michelet'nin eserinde ortaya çıkma olanağı bulur. Michelet'ye göre ulus örgütlü bir varlıktır. Michelet evrensel barış ve uyumun sağlanması için ulusal duyguya dayanılması gerektiği kanısındadır. Vatan evrensel vatana geçişte zorunlu bir başlangıçtır. O'na göre vatan büyük bir dostluktur. Michelet vatanla özgürlüğü, vatanla devrimi de birleştirir. Emekle anamal (anapara) arasında uyuşumun sağlanacağı umudunu besler. Michelet kiliseye karşıdır, Fransa'nın iki büyük düşmanı vardır: papaz ve İngiliz altını. II. B Ö L Ü M MARX ÖNCESİ SOSYALİZM: Sosyalizm terimi hemen hemen aynı zamanda (1830-1840 yılları arası) İngiltere ve Fransa'da ortaya çıkmıştır. Fakat kavram belirsizdir: Örneğin Pierre Leroux sosyalizmi liberalizme karşı bir şey olarak tanımlarken, Owen'a göre sosyalizm bir kooperatif dernekleri sistemidir. XVIV. Yüzyıl'ın ilk yarısında daha önceki yüyyıldaki insancıl ütopyalar (düşülke) veya duygusallıklardan ayrılan çok sayıda toplumsal reform öğretisi ortaya çıkmıştır. Çünkü XVIV. Yüzyıl yazarları XVIII. Yüzyıl'da bilinmeyen çok önemli bir sorun ve onun sonuçlarıyla karşı karşıyadırlar: Sanayi Devrimi. Sanayi Devrimi ilk önce İngiltere'de ortaya çıkacak, Fransa ise sanayileşme sürecine ancak II. İmparatorluk döneminde girecektir. Bu nedenle İngiliz sosyalizmi (özellikle Owen) Fransız sosyalizmine oranla (Saint-Simon, Fourier, Blanc...gibi) sanayinin yarattığı sorunların daha biliçindedirler. Makinacılığa karşı ilk tepkiler İngiltere'nin durumundan kaynaklanmıştır. Bir liberal olan, bir küçük mülk (iye) sahipleri toplumu düşleyen Cenevreli Sismondi, İngiltere'ye yaptığı geziden sonra Ricardo ve Say'ın iyimserliğinin olaylar tarafından yalanlandığını söyler, çünkü: - serbest rekabet liberal ekonomicilerin ileri sürdüğü gibi çıkarların uyuşmasına ve eşitliğe değil, varsıllıkların bazı ellerde toplanmasına yol açmaktadır; - bu yığışma aşırı-üretime ve bunalımlara neden olmaktadır; - büyük sanayi işçi sınıfının durumunu iyileştirmek şöyle dursun aksine daha da kötüleştirmektedir. Bu görüşler yalnızca Sismondi'ye özgü değildir, aynı dönemde bir çok düşünür daha aynı sonuçlara varacaklar, bir çözüm yolu önermeyen Sismondi'nin aksine bazıları bu duruma bir çözüm yolu aramaya da çalışacaklardır. İNGİLTERE'DE TOPLUMSAL DÜŞÜNCELERİN EVRİMİ: İngiltere'de Sanayi Devrimi sonrasında proleterya çok zor şartlar altında yaşıyordu. İlk sosyalist öğretiler önemli bunalımlarla da (1815 ve 1845 Bunalımları) sarsılan İngiltere'de ortaya çıktı. Fakat sosyalizmin bu ilk türleri bir halk tabanı kazanamadılar, öte yandan gerçek bir halk eylemi olan Şartizm de hiç bir zaman gerçekten sosyalist olmadı. a) Owen: Büyük bir işveren olan Robert Owen (1771-1858) ondokuz yaşında 500 işçinin çalıştığı bir dokuma fabrikasını yönetmeye başlamıştır. Owen akılın büyük gücüne inanan bir eylem adamıdır, ülküsü akılcı bir biçimde düşünen ve bir(likte) davranan insanların yetiştirilmesidir. Owen insanı mamul bir maddeye benzetir, özyapı, (karakter) toplumsal çevre ve dış koşulların belirlediği düşüncesindedir, eğitimin erdemine inanır. Toplumda köklü bir reform yapılmasını önerir. Fakat reform önerileri çok çeşitlidir. Owen'in düşüncesi süreç içinde değişme gösterir. - İşverenin insan severliği: İlk dönemde Owen'in davranışını belirleyen budur. Owen zamanın öteki işverenlerinden farklı olarak işçilerine iyi konut ve sağlık koşulları sağlar, okullar yapar, ücretleri yüksek, iş sürecini kısa tutar. Fakat bu davranışların sosyalizmle ilgisi yoktur, daha çok aydın bir işverene özgü davranışlardır. - Devletin müdahelesi: Uzun süre Owen'in düşüncesinde önemli bir yer tutar. Owen devlete çoçukların çalışma koşullarıyla ilgili bir yasa çıkarttırmaya çalışır. - Tarımsal komünizm: Owen tarımı sanayiye yeğ tutar, özel iyeliğin tamamen kalkmış olacağı örnek köyler kurmayı düşler. Fakat Owen'in köyleriyle benzer bir düş ardında koşan Fourier'in falansterleri arasında bazı farklar vardır: Owen'in toplulukları temel olarak tarımsaldır, oysa Fourier'nin falansterleri çok kesimlidir; Owen'in topluluklarında özel iyelik tamamıyla kalkar, oysa Fourier katkıya göre bir bölüşümü düşler. Bu köy toplulukları kurma girişimleri başarısızlığa uğramıştır. - Yardımlaşmacı ve kooperatif sosyalizm: Owen'e göre değerin ölçüsü emektir, bunun için emek bonolarının mübadele edildiği bir banka kurmaya çalışır, fakat girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Benzer bir görüş Proudhon'da da vardır. Fakat her ikisinin de eksik yanı üretimin sosyalist örgütlenmesi olmadan mübadele sosyalizmi kurmaya çalışmış olmalarıdır. - Toplumsal mesih: Owen son döneminde toplumsal mesihliğin havarisi olmuştur. Dünya üzerinde Tanrının düzeninin kurulacağını, yeni bir erdem ve mutluluk çağının geleceğini ilan eder. İyi yürekli işverenlikle başlayan Owen, sonunda toplumsal mesihliğe varmıştır. Aslında Owen'in öğretisi: temelde burjuva bir öğretidir. İdealizm ile yararcılığın, paternalizm ile kooperatifçiliğin bir karışımından ibarettir. Owen'in öğretisi kendisine hiç bir zaman bir halk tabanı bulamamıştır. i) Toplum bir örnek topluluktan hareketle düzeltilebilir; (aynı görüş Fransız sosyalistleri arasında da yaygındır) ii) Toplumsal reform siyasal eylem ve iktidarın alınmasından bağımsızdır. b) Şartizm: Owen ve yandaşları siyasal eylemi küçümserler. Genel oy ve siyasal hakların komünist köylerin kurulması için gerekli olmadığı kanısındadırlar. Şartist eyleme adını veren Halk Şartı Yasası (1838) ise yalnızca siyasal istemleri kapsar. Parlementonun her yıl seçilmesi, genel oy, seçim bölgelerinin eşitliği, seçilme hakkını elde etmek için belli bir gelire sahip olma koşulunun (şart) kaldırılması, gizli oy, parlementerlerin üçret alması. Şartizm bir halk eylemidir. Şartizmin ilk liderlerinin birçoğu işçidir. İlk şartistler arasında toplumsal reformu gerçekleştirmek için artık Owen'e güvenmeyen bazı Owen'cilrde vardır. Bunlar toplumsal reformun gerçekleştirilmesi için siyasal hakların kazanılmasını gerekli görmektedirler; bunlara göre sosyalizme giden en kısa yol demokrasiden geçer. Şartizm sanayi bölgelerine yayılınca devrimci bir eylem durumuna dönüşür. 1843'den sonra şartizm geriler ve 1848'de tamamen çözülür. 1848 öncesinde şartizm bir sınıf ideolojisine sahip tek işçi eylemidir. Nitekim, şartistler radikallerle işbirliği yapmayı reddedecek, serbest mübadeleye karşı çıkacaklardır. Fakat bu işçi ideolojisi sosyalist bir ideoloji değildir. Makinacılığa ve işçilerin sefaletine karşı ilkel bir isyandır. (ayaklanma-başkaldırı) İyelik sahibi köylü ülküsü, yani bir geriye dönüş özlemi şartizmde de vardır. Zaten İngiliz işçisi sosyalist bir sınıf ideolojisi de yaratamayacaktır. FRANSIZ SOSYALİZMLERİ XVIV. Yüzyıl'ın ilk yarısında Fransız sosyalistleri arasında en önemlileri Saint-Simon, Fourier ve Proudhon'dur. Bunların dışında Leroux, Blanc ve diğerlerinin eserleri de ilginçtir. XVIV. Yüzyıl'ın ilk yarısındaki sosyalist öğretiler iki ana grup içinde ele alınabilir: i) Ekonomide reformu ön plana alan, ekonomik ve toplumsal reformu gerçekleştirmede siyasal demokrasiye güvenmeyen öğretiler: Saint-Simon'culuk, Fourier'cilik, Proudhon'culuk. ii) Toplumsal reformu siyasal demokrasiden ayırmayan öğretiler: Louis Blanc-Buchez, Leroux-Blanqui. Toplum Reformu: SAİNT-SİMON'CULUK: Henüz temel özelliğiyle tarımsal olan bir Fransa'da Saint-Simon'un öğretisi; sanayi devrimini önceden haber vermektedir ve II. İmparatorluk döneminde Saint-Simon'cular sanayi devriminin gerçekleşmesine katkıda bulunacaklardır. Saint-Simon bilime, bilimin sürekli gelişmesine ve bir toplumsal bilimin varlığına inanır. Ona göre toplumların bilimi artık pozitifbir bilim haline gelmektedir. Bu bakımdan Auguste Comte'u etkileyecektir. Saint-Simon (1760-1825) aydın bir aristokrattır. Bağımsızlık Savaşı'na katılır ve bu andan itibaren Amerikan Devrimi'nin yeni bir siyasal çağın başlangıcı olduğunu ve Avrupa'daki toplumsal düzende büyük değişikliklere yol açacağını görür. Zamanında pek anlaşılamayan Saint-Simon genç kapitalist burjuvazinin siyasal danışmanı olmaya çalışır. Saint-Simon'cu okul, O'nun ölümünden sonra kurulur. Bu okulun çevresinde bazı eski darbeciler (Bezard ve Buchez) ve çok sayıda politeknisyen ve mühendis (Enfantin, Cheralier, Reynan...gibi) Saint-Simon'cuların Saint-Simon'culuğu kendisinin-Saint-Simon'un Saint-Simon'culuğundan daha pedagojik, daha uygulamaya (pratik) yöneliktir. Onlar Saint-Simon öğretisini pek olası görmedikleri düşünceleri pek geliştirmemişlerdir. ("Avrupa Toplumunun Yeniden Örgütlenmesi" eseri) Saint-Simon'culuk her şeyden önce bir üretim öğretisidir. Siyaset her çeşit üretime en elverişli düzeni konu edinen bilimdir. Liberal kuramcılar tüketicilere önem verirlerken, Saint-Simon üreticilerin yararlılığını vurgular. Saint-Simon'a göre Fransa kraliyet ailesini, memurlarını, en varsıl toprak sahiplerini, papazlarını...gibi yitirirse hiç bir şey kaybetmez fakat en önemlisi bilgin, tarım üreticisi, sanayici, yazar, sanatçı, tüccar, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerini yitirirse felakete sürüklenir. Böylece Saint-Simon üreticilerle aylaklar arasında bir ayırım yapmakta, üreticileri sanayici sınıf olarak adlandırırken bu sınıfın temel, toplumu besleyen sınıf olduğunu vurgulamaktadır. Burada sanayici sınıf tüm üreticileri, bazı üretici olmayanları (banker, toprak sahibi, işletme sahibi...gibi) belirtmektedir. Teknokrasi: Saint-Simon, XVIII. Yüzyıl felsefesi devrimci olmuştur. XVIV. Yüzyıl'ın felsefesi örgütleyici olmalıdır der. En ivedi görev ekonomiyi örgütlemektir. Ekonominin örgütlenmesi siyasal kurumlardan daha önemlidir, yani ekonomi siyasetten önce gelir. Saint-Simon siyasal liberalizm ve demokrasinin ilkeleri karşısında şüphecidir. İnsan Hakları Bildirgesi'nin toplumsal özgürlük sorununu çözümleyemediğini belirtir. O bir demokrat da değildir, eşitsizliğin doğal olduğuna ve seçkinlerin erdemine inanır. Siyasetçiler ve askerlerden sakınır. Saint-Simon'un hiyerarşisinin tepesinde bankerler yer alır. Hükümetten istediği tek şey ekonomiyi ve krediyi örgütlemesidir. Bu anlamda hükümet bir teknokrasidir. Saint-Simon bir teknisyenler hükümeti kurulmasını savunur. Şimdiye kadar Saint-Simon'un öğretisini sosyalist olarak nitelememizi sağlayacak bir şey göremedik mi? Gerçekten de önerdiği çözüm yolları açısından Saint-Simon sosyalist eleştirinin habercisi olmuştur. Saint-Simon'unda amacı Marx gibi en yoksul sınıfın özdeksel ve tinsel varlığını en kısa zamanda iyileştirmektir. Yine Saint-Simon iyelikte bir değişme olmadan toplumsal düzenin değişmeyeceğini belirtir. Fakat iyeliğe saygı duyar. Bu konuda bazı öğrencileri O'ndan ileri giderler ve kalıt hakkına karşı çıkarlar. Saint-Simon'cular global bir toplum reformunu gerçekleştirmek isterler; ulusal çaptaki kısmi reformlarla yetinmezler. Evrensel uyuşum ve anlaşmayı gerçekleştirmeye çalışırlar. Tam barışı sağlamak için sanayinin ve ulaşımın gelişmesine güvenmektedirler. İnsanlığın altın çağına böylece ileride ulaşılacaktır. Saint-Simon'cular bu ülkülerini gerçekleştirme yolunda bazı somut adımlar atmışlardır. Örneğin Fransa'da ilk demiryollarının kurulmasına katkıda bulunmuşlar, Enfantin ve Fourier Süveyş Kanalı'nın planlarını yapmışlardır...gibi. Saint-Simon'cuların ülkülerini gerçekleştirmek için yaptıkları tüm eserler Fransız kapitalizminin gelişmesine katkıda bulunmuştur. FOURİER: Charles Fourier, (1772-1837) Saint-Simon'dan daha az olsa bile küçümsenmeyecek bir etkide bulunmuştur. Fourier'in eseri üç bakımdan ilgi çekicidir: i) Evrenin global bir yorumunu vermeye çalışması ve XVIV. Yüzyıl başını belirleyen birlik tutkusunu belirtmesi; ii) Kapitalist sistemin çok keskin bir eleştirisini sunması; iii) Ticaret devriminin tehdit ettiği küçük burjuvazinin ve henüz bir sınıf bilinçine varmamış olan proleteryanın arzularını sistemleştiren bir gönüllü dernekleşme planı önermesi. Fourier'ye göre falanster: Fourier'ye göre sanayi sisteminde her şey kötüdür. Saint-Simon'cuların aksine sanayiden hoşlanmaz, manifaktürlerin işçinin yoksullaşması sayesinde geliştiklerini belirtir. İnsanın zamanının ancak dörtte birini sanayiye ayırmasını, işçinin tarla işlerinde de çalışabilmesi için fabrikaların kırlara dağıtılmasını önerir. Buradan da tarımı sanayiye tercih ettiği anlaşılabilir. Tüccarlar ise asalaktan başka bir şey değildirler, ticaret merkantil bir feodalite yaratmakta ve bankerlerin egemenliğinin sürmesini sağlamaktadır. Ekonomik liberalizm anarşi ve sefalete yol açmaktadır. Saint-Simon'cular toplumu reformdan geçirmek için ekonominin dönüşünü ve üretimin arttırılmasını önerirlerken, Fourier falansterlerin kurulması savını ileri sürer. Falansterler ortalama 1600 kişiden oluşan, herkesin sırayla tüm toplumsal işlevleri yerine getirdiği kapalı toplumlardır. Falansterlerde kapitalist toplumun bütün kullanım değerlerini tek bir değişim değerine indirgemesinin yarattığı tek düzeliğe karşı, çeşnilik yargı sürecektir. Fakat falanster komünist bir toplum değildir, çünkü Fourier aslında varsıllık ve yoksulluğu doğal sayar, kapitalistleri falansterlere yatırım yapmaya çekmeye çalışır. Fourier devlete de pek güvenmez, toplum tabandan değişebilir, tepeden değil. Fourier otoriter ve merkeziyetçi bir yönetim biçiminden nefret eder. Devlet O'na göre, özgür derneklerin bir federasyonudur. Fourier devrimlere de karşıdır, bütün umudunu 1600 kişilik dernekleşmelere bağlamıştır. Fransa'da, Amerika'da, İngiltere'de ve Rusya'da falansterler kurmak için birçok girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimlerin çoğu başarısızlığa uğramış, başarılı olanlar ise falansterden çok kooperatife benzemişlerdir. Fourier'nin düşüncesi daha sonra kooperatif eyleminin gelişmesinde etkili olacaktır fakat Fourier'yi tüketim kooperatifçiliğinin kurucusu saymak da yanlıştır çünkü O'nun önerdiği falansterler kooperatiflerden çok farklıydılar. PROUDHON: Pierre Joseph Proudhon, (1809-1865) bir fıçıcı ile bir aşçı kadının oğludur. Çocukluğunda çobanlık yapmıştı. Proudhon kendi kendine işçi sınıfına sadık kalacağına ve onun gelişmesi için çalışacağına söz vermiştir. Yaşamındaki önemli olaylar şunlardır: 1846'da Karl Marx'dan kopuş. (Proudhon "Sefaletin Felsefesi"ni yazar, Marx'ın yanıtı "Felsefenin Sefaleti" adlı eser olur) 1848'de Ulusal Meclis'e seçilmesi fakat burada kendini dinnettirememesi; 1849'da üç yıl hapse mahkum edilmesi. 2 Aralık 1851 darbesinin gösterdiği "Toplumsal Devrim" (1852) kitabıyla III. Napolyon yönetimine (rejimi) yanaşması fakat hemen ondan da uzaklaşması. Proudhon çok yazmıştır; en önemli eserleri 1848 Devrimi'nden sonra yazılanlardır fakat Proudhon'un düşüncesi, daha çok II. İmparatorluğun sanayi atılımından önce, zanaatçı ve köylü bir Fransa'da olmuştur. Proudhon'un prekapitalist düşüncesiyle Marx'ın antikapitalist düşüncesi arasında çağ farkı vardır. Proudhon'un eseri kendi içinde önemli çelişkiler taşır. Bir yerde "iyelik hırsızlıktır" derken, bir başka yerde köylü iyeliğini över. Bir yanda bilim ve moral adına dine karşı savaş açar, öte yanda dine övgüler düzer. Aynı çelişkiye savaş konusunda da düşer. Proudhon'un bir özelliği de o dönem sosyalistlerinin hemen hepsi tarihe karışmışken Proudhon'un güncelliğini koruması, bugün hala Proudhon'culara rastlanabilmesidir. Fransa'da gerek sağda gerekse solda Proudhon'cular olmuştur. Proudhon ve Demokrasi: Proudhon da Saint-Simon ve Fourier gibi toplum sorununun çözümlenmesinin siyasal bir iş olmadığı kanısındadır. Proudhon'a göre bir toplum bilimi vardır, bunun da temeli ekonomi-politiktir ve günümüzde siyaset ekonomi bankası kurularak çözümlenebileceğini belirtir. Proudhon parlamenter demokrasiye güvenmez ve demokrasinin aslında halk eğitimi anlamına geldiğini savunur. Gerçek devrim siyasal bir devrimden çok ekonomik ve toplumsal devrimdir. Genel oyu şiddetle eleştirir. Proudhon'un demokrasiye karşı duyduğu güvensizlik Fransız sendikacılık eylemini de derinden etkilemiştir. Fransa sendikacıları uzun zaman siyasal eylemin oportünizme kayacağını, gerçek devrimci eylemin sendikal eylem olduğunu savunmuşlardır. Proudhon ve Devlet: Proudhon devlete demokrasiden daha çok karşıdır, bürokrasi ve merkeziyetcilikten nefret eder. O'nun düşünde, siyasal iktidarın yerini çalışanlar arasında özgür anlaşmaların olacağı anarşik bir toplum vardır. Proudhon yalnızca devlete değil, her türlü otoriteye, bu arada kiliseye de karşıdır. Saint-Simon'culuğun aksine Proudhon'culuk kesinlikle din karşıtıdır. Proudhon Marxizmde de bir din görür. Proudhon'da Eşitlik ve Dayanışma: Proudhon'un öğretisi Fourier ve Saint-Simon'un aksine eşitlikçi bir öğretidir. Proudhon ne özgürlüğü eşitliğe, ne de eşitliği özgürlüğe feda etmeye razıdır. Özgürlükle eşitlik arasındaki denge ancak kardeşçe bir dayanışmayla sağlanabilir kanısındadır. Basit özgürlükle birleşik özgürlük arasında bir ayırım yapar: basit özgürlük barbarın veya herkes kendine çalışır ilkesini benimsiyen uygarın ilkesidir, birleşik özgürlük dayanışmayla özdeştir. Proudhon'a göre özgürlük ve dayanışma özdeş kavramlardır, en özgür insan benzerleriyle en çok ilişkisi olan insandır. Federalizm ve Mütüalizm: Proudhon'un öğretisi bir dayanışma öğretisidir. Bu siyasal planda federalizm düşüncesinde yer bulur: devlet bir gruplar federasyonudur, nitelik ve nesneleri bakımından birbirinden farklı birçok grubun ortak bir yasa ve amaç etrafında birleşmeleri sonucunda olmuştur. Proudhon uluslararası düzeyde de federasyon yanlısıdır. Bu öğreti toplumsal plandaysa mütüalizmde yer bulur: mütüalist toplumsal sorunun şiddete başvurulmadan ve sınıf mücadelesi körüklenmeden çözümlenme olanağını yaratır. Proudhon'un düşlediği temel mütüalist kurum, yalnızca bir tasarı olarak kalan Halk Bankası'dır. Proudhon'cu Hümanizma: Proudhon'a göre adalet en yüce erdemdir. Ana sorun aslında moral bir sorundur. En mükemmel mübadele sistemi bile, namuslu davranış olmadığı zamanilerleyemez. Proudhon, devrimle adaleti sıkıca birleştirir. O'na göre adalet devrimci bir duygudur. Adalet ise kısaca insan onuruna saygıdır. Proudhon'un siyaseti bir insan anlayışı üzerine temellenmektedir, bir "gerginlik hümanizma"sıdır. Proudhon'culuk bir zanaatçı sosyalizmdir denilebilir. Gerek Marxizmin eleştirisi gerekse Sanayi Devrimi'nin yarattığı koşullar II. İmparatorluk döneminde Proudhon'culuğun etkisinin azalmasına yol açmıştır. Sosyalist Öğretilerin Halk Üzerindeki Etkisi: Bu dönemde halk ve işçi çevrelerinde yaygın eğilimler şunlardır: siyasal sorunları moral kavramlarıyla koymak, idealizm bazen şöven bir yurtseverlik, uvriyerizme yönelmeye yol açan bir sınıfsal bilinçsizlik. 1848 Ruhu: 1848 bütün Avrupa'da önemli devrimci eylemlere sahne olmuştur. Bütün bu eylemleri belirleyen bir ortak ruhtan, "1848 Ruhu"ndan sözedilir. Bu eylemlere katılan proleterlerle liberal burjuvalar arasında temel ayrılıklar varolmasına karşın o sıralarda bu ayrılıklar ikinci planda kalmaktadır. 1848 Ruhu şu öğelerden oluşur: i) Romantizm: 1848 devrimlerinde siyasal romantizm doruğa erişir, romantik yazınla (edebiyat) halk romantizminin birleşmesi gerçekleşir. ii) Fransız Devrimi'nin anıları kendini büyük bir güçle hissettirir. iii) Gelişme mistiği ve bilime tapınma: çağdaş (modern) toplumun sorunlarının teknisyenler ve bilginler tarafından çözümleneceği görüşü yaygınlık kazanmıştır. iv) Halka tapınma ki bu çoğu kez saf bir popülizme gitmekte ve bir avuç hain dışında insanlık olarak halk sözcüğüyle proleterya olarak halk sözcüğünün karıştırılmasına yol açmaktadır. Yani hem bir sınıf anlayışı, (proleterya olarak halk) hem de bütün sınıfların kardeşliği (insanlık olarak halk) anlayışı bir arada varolmakta ve birbirleriyle karışmaktadır. Fakat çoğunluğun düşü evrensel uzlaşmanın yeniden sağlanmasıdır. v) İdealist ve hatta çoğu zaman spiritüalist bir siyaset anlayışı: Katolik Kilisesi Fransa'da devrime katılır. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik formülünün ilk kez İsa tarafından ortaya konulduğu, din adamının davasının halkın davasıyla bir olduğu görüşü savunulur. Halk yığınları arasında dinci görüşler çok yaygındır. Sonuç olarak 1848 Devrimi'nde liberal burjuvazinin bir an için sarsılmış olan burjuva düzenini tam olarak yerleştirme amacını güttüğü ve proleteryanın da proleter bir ideolojiye sahip olmadığı, marxist görüşlerin proleterya için yaygınlık kazanmadığı söylenebilir. HEGEL SONRASI VE MARXİZMİN OLUŞUMU (1830-1870) I. B Ö L Ü M "GENÇ ALMANYA"DAN "HEGEL'Cİ SOL"A 1831'de Hegel öldüğünde, felsefesi Prusya üniversitelerinin ve bir ölçüde de Prusya siyasal yöneticilerinin aşağı yukarı resmi felsefesi durumundaydı. Luter Kilisesi ve Alman tutucu çevreleri Hegel'in felsefesini dinsel ve siyasal bakımdan kullanıyorlardı. Bu dönemde Almanya'da oldukça tutucu ve baskıcı bir yönetim biçimi sürmekteydi. Prusya monarşisi, 1830-1848 yılları arasındaki muhalefet eylemlerini zorbalıkla bastırmıştır, işçi eylemi ise oransal olarak zayıftı çünkü Almanya henüz sanayileşmeye başlamamıştı bile. Bu nedenle Prusya tutuculuğuna karşı muhalefet temel olarak entellektüel planda kendini gösterecektir. Kuramsal tartışmaların önemli yer tuttuğu bir ideolojik mücadeledir sözkonusu olan. 1848'e kadar Almanya'da iki eylem belirleyici olmuştur: yazınsal planda "Genç Almanya" eylemi; felsefi, dinsel ve siyasal eleştiri planında "radikalizm" veya "Hegel'ci Sol". 1835'den itibaren ikinci grubun çalışmaları daha ağır basacaktır. HEGEL'Cİ SOL: Hegel daha sağken Gans gibi bazı öğrencileri Hegel'ciliğin tutucu monarşiyi yüceltmesini eleştiriyorlardı. Hegel'in ölümünden sonra Hegel'in izleyicileri iki kanata bölündüler: teolojist Marhcinecke çevresinde toplanan Ortadoks ve tutucu kanat ve Strauss, Brune kardeşler, Edgar Baner ve Feuerbach Ruge gibilerin bulunduğu liberal ve eleştirici kanat. Daha dinamik olan bu ikinci kanat, Alman aydın gençliğinin gözünde Hegel'in gerçek izleyicisiydi. unun üzerine Hegel'cilik Prusya yönetiminin şüpheyle baktığı bir akım durumuna düştü. Hegel'ci sol varolan düzene karşı mücadeleyi dinsel alanda başlatmıştır. Strauss: Strauss "İsa'nın Yaşamı" adlı yapıtında dine karşı ikili bir eleştiri getiriyordu: bir yanda dinsel yapıtların çelişkilerini sergiliyor, öte yandan Hegel'in felsefi olanla dinseli uzlaştırma girişimini eleştiriyordu. Strauss'a göre Hegel'cilikten çıkarılması gereken ders şuydu: çeşitli dinleri evrensel aklın gelişmesine doğru insanlığın uzun süren bir uğraşı olarak görmek gerekir. Strauss dinle felsefeyi birbirinden ayırıyordu. Feuerbach ya da Dinsel Yabancılaşmanın Eleştirisi: Dinin daha köklü bir eleştirisi Bruno Bauer ve Ludwig Feuerbach tarafından yapılacaktır. Dine karşı takınılan görüş Marx'ın da üyesi olduğu Berlin "Doktor Club"deki yeni Hegel'ciler tarafından paylaşılacaktır. Feuerbach'ın temel görüşü, dinin insanınözünü ytirmesi olduğudur. İnsan özünü, kendi dışında ve tamamen kendini bilinçinin bir ürünü olan "Tanrısal varlığa" yansıtır. Kendisi insanlığın özü olan erdemleri ve olanakları bu tanrısal varlığın yarattığını düşünür. Bunun nedeni Feuerbach'a göre insanın şimdilik, kendi varlığını, kendi somut kişiliğinin bir puta gereksinimi vardır ve bunu kendi özünden, kendisinin en iyi yanlarından yaratır. Feuerbach felsefeye bu yabancılaşmayı eleştirme görevini yüklemiştir. Bu eleştirinin Genç Hegel'ciler üzerindeki etkisi büyük olmuş, hemen hemen tümü Feuerbach'cı haline gelmişlerdir. Marx ve Engels'in düşünsel gelişmesinde de Feuerbach'ın etkisi önemlidir. Fakat Feuerbach dinsel yabancılaşmanın eleştirisiyle yetinmiş, Alman liberallerinin siyasal mücadelelerine pek katılmamıştır. Feuerbach yalnızca dinsel yabancılaşmanın eleştirisiyle yetinmeyip materyalist anlayışı da geliştirmiştir. Geğel'in idealizmine karşı kesin bir tavır takınarak, eylem noktası olarak somut insanın doğal gerçekliğini almıştır. Somut insanı yalnızca bireysel varlık olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir tür, bir insan kütlesi olarak da algılamıştır. Buradan kalkarak insan türünün hem dinsel yabancılaşmasından, hem de bireyci egoizmden kurtarılmasını zorunlu sayıyor ve felsefeyle toplumsal eylemin birlikteliğini öneriyordu. İnsanlık O'na göre, her türlü düşüncenin ve eylemin kalkış ve varış noktasıydı. O'nun materyalizminin özelliği her türlü metafiziğin eleştirisini yapmasıdır, bu anlamda XVIII. Yüzyıl feylesoflarının materyalizminden daha ileridedir. Siyasal Radikalizmin Yenilgisi: Siyasal ve felsefi radikalizmin çıkmasının en belirgin örneği 1839-1845 yıllarında Marx'ın ve Genç Hegel'cilerin de katkısıyla çıkan gazetelerin düştüğü durumdur. Bu gazeteler Alman devletinin baskıları karşısında yok olup gitmişlerdir. Fakat bütün bu gazetelerin ortak bir özelliği de devlete ve siyasal reformculuğa olan güvenleridir. 1844'lere doğru bu siyasal ve felsefi radikal eylem bölünecek, kalanlar ayrı ayrı yolları izleyeceklerdir: - bir kısmı yalnızca bilimsel ve yazınsal bir çalışma yapacaktır; - bir çoğu dinin felsefi eleştirisine sığınacaklardır; - oldukça önemli bir kısmı varolan yönetimle uzlaşacak ve liberal bir ortacılığın öğelerini oluşturacaklardır; - bir başka kesim de çeşitli sosyalist ve komünist ekoller içinde yer alacaktır; - bazıları da tüketim ve kredi kooperatifleri, işçi eğitim dernekleri kuran liberal eylem içinde kendilerine bir yol bulacaklardır. ALMANYA'DA SOSYALİST VE KOMÜNİST DÜŞÜNCELER: Sosyalist ve Komünist Öğretilerin Yayılması: Almanya'da sosyalist düşünceler yayılmaya başladığında İngiliz ve Fransız sosyalizminin baş eserleri çoktan yazılmıştı. Almanya'da sosyalizm ve komünizm uzun zaman kuramsal bir bilgi olarak kaldı, halk kesimleri arasında en azından 1860'a kadar belli bir taban bulamadı. KARL MARX'IN DÜŞÜNCELERİNİN OLUŞUMU: Marx'ın düşüncesinin oluşumunda 1842-1848 yılları son kerte önemli ve belirleyicidir. Daha 1842'de Almanya için uygulamada bir komünizm tehlikesinin olmadığını, ancak komünizmin ruhlara ve bilinçlere nüfuz etmesinin söz konusu olduğunu söylerken, yeni düşüncelere ağırlık verirken 1848'de dostlarıyla birlikte kurduğu Komünist Ligası için Komünist Manifesto'yu yazıyordu. Fakat Marx'ın 1848'den itibaren feylesofluktan ekonomistliğe ve devrimciliğe geçtiğini söylemek yanlış olur, çünkü Marx "Ekonomi Politik" ve "Felsefe El Yazmaları"nı daha 1844'de kaleme almıştı ve 1846'da Engels'le birlikte Brüksel'de bir komünist propaganda komitesi kurmuştu. Siyasal kuram alanında da Marx 1842'de, toplumsal eşitsizliklerin devlet tarafından çözümleneceğine ve bir devlet reformunun toplum reformundan önce geleceğine inanırken 1844'de devletin toplum ve topluma egemen olan üretim ilişkisi tarafından belirlendiğini söylemeye başlamıştı. Öte yandan toplumsal ve siyasal devrimin ancak reformculuğu , hem devlet sosyalizmini hem de ütopyacı (düşülke) komünizmi reddetmiş oluyordu. Alman Devleti ve Yeni Hegel'ci Radikalizm Karşısında Marx: Marx ilk önce zamanın Hegel'ci ve liberal gençleri arasında yer aldı, bu sıralar liberal bir siyasetin izlenmesinin olasılığı olduğuna inanıyordu ve bu yönde gazetecilik çalışmalarında bulundu. Fakat Prusya Devleti'nin baskıları karşısında fazla bir şey yapamadı. 1848'den sonra Alman toplumunu kurtarabileceğini sandığı liberal burjuvazinin hiç mücadele vermeden çözüldüğünü gördü ve Alman burjuvazisinin feodal kalıntılarının ve bürokrasinin çok güçlü olduğu bu ülkede devrimci istençten yoksun olduğunun farkına vardı. Proleterya ise henüz oluşmak üzereydi. Alman toplumunun devrimci bir ortam içinde bulunmayışının yarattığı umutsuzluk Bruna Bauer ve grubunun dünyayı ancak "bilinçi kurtararak" dönüştürecek olan bir felsefe yaratmaya sürüklemişti. Marx bu girişime karşı çıktı ve dünyanın gerçekten dönüştürülmesini savundu. Marx ve Sosyalist Öğretiler: Marx, Paris ve Brüksel'de Doğrular Liga'sında işçilerle karşılaştı fakat Weitling'in manevi temele dayanan komünizmi O'nu doyurmadığından Liga'ya katılmadı. Weitling'in "bayağı" komünizmi iyeliği, dolayısıyla yabancılaşmayı genelleştirmeye çalışıyordu, bu ise her türlü yabancılaşmaya karşı olan Marx'ın hümanizmasıyla uyuşmuyordu. Marx ve Feuerbach'ın Materyalizmi: 1841-1844 yılları arasında Marx, Hegel'ci felsefenin kavramlar evrenini altüst etmeye çalışıyordu. Feuerbach'ın düşünceyle somut gerçek arasında yaptığı bu bakımdan O'na çok umut verdi. Feuerbach ruhu somut insan doğasının içinde görüyor ve gelişmenin objektif düşünün gelişmesiyle değil, tüm insan türünün, içinde bulunduğu genel koşulların gelişmesiyle olacağını gösteriyordu. Fakat Marx, Feurbach'ın yalnızca dinsel yabancılaşmayı eleştirdiğinin ve onun yerine bir İnsanlık Dini'ni geçirdiğinin farkındaydı. İnsanlık Feuerbach'da, dinsel yabancılaşmadan kurtulunmuş olarak görülse de, yine objektif dünyanın dışında kollektif bir yerde belirlenebileceğini, ne de bu dünyayı dönüştürebileceğini görebiliyordu. Marx'ın Düşüncelerinin Ana Aşamaları: Ana aşamaları özetleyelim: 1844'de Marx devlet reformculuğu hakkında tüm düşleri terkeder ve Hegel'in hukuk felsefesinin eleştirisine girişir. 1845'de "Feuerbach Üzerine Tezler"de tarihsel maddeciliğin ilkelerini belirler, felsefenin özünün devrimci uygulama (pratik) olması gerektiğini belirtir. (önemli olan dünyayı değiştirmektir der) "Kutsal Aile" adlı eseriyle Bruno Bauer ve eleştirici felsefeyle bütün bağlarını kopartır. 1846'da Marx ve Engels, "Alman İdeolojisi"nde gerek Genç Hegel'ci akıma gerekse Feuerbach'a karşı tavır alırlar. 1847'de "Felsefenin Sefaleti" her türlü bilimsel olmayan sosyalizme karşı kesin bir karşı tavırdır. 1850'den sonra Marx ve Engels eserlerinde tamamen proleter devrimci eylemin kuramsal ve uygulama gereksinimlerine yanıt vermeye çalışırlar. Marx'ın baş yapıtı "Kapital" bu dönemde yazılır. Bu dönemin belli başlı ara aşamaları şunlardır: - Komünistler Ligası'nın kapatılmasından (1852) sonra Marx her türlü gizli devrimci örgütün dışında kalır. - 1862'den itibaren uluscu ve devletci sosyalizme (Lasselle) karşı amansız bir mücadele başlatır ve bu akıma yoğun eleştirilerde bulunur. - 1864'den itibaren (I. Enternasyonel'in kuruluş yılı) bu örgüt içinde Proudhon'un ve Bukanin'ın (Bakunın?) etkilerine karşı mücadele eder. - 1874'den itibaren Marx ve özellikle Engels revizyonist marxistlere karşı mücadele ederler. (revizyonist marxistler marxizmi aştıkları savını ileri sürüyorlar ve devrimci uygulamayı (pratiği) yadsıyorlardı) MARX'IN DÜŞÜNCESİNDE SİYASETİN YERİ: Marx siyasal olgunun önemini kavramasına karşın, eserinde ona çok az yer vermiştir. Marx'ın siyasal yazıları göreli azdır ve çoğunlukla Marx'ın karşı çıktığı siyasal öğretilerin eleştirisi veya bazı somut siyasal durumların tahlili biçimindedirler. Bu durum Marx'ın siyasal öğretisini incelememizi zorlaştırmaktadır. Marx ve Engels'in siyaset üzerine düşüncelerinde bir şey eksik gibi görünmektedir. O da devletlerin somut işlevlerinin, tarihsel gelişmelerinin, şu veya bu siyasal yönetim biçimini birbirinden ayıran farkların tahlilidir. Marx ve Engels'in III. Cumhuriyet Fransa'sında veya Kraliçe Victoria İngiltere'sinde ya da Lincoln sonrası Amerika'sındaki siyasal dönüşümleri incelememesi şaşırtıcıdır, oysa gerek Marx gerekse Engels zamanlarının siyasal olaylarını yakından izlemekteydiler ve devletlerin dönüşümü olayına önem vermemekteydiler. (örneğin Paris Komünü) Marx'a göre, "her toplumun tarihi günümüze kadar sınıf mücadelesinin tarihinden başka bir şey değildir", yani tarih siyasal olgulardan oluşmamaktadır. Şüphesiz devletler varolagelmiştir, Fakat ileri sürüldüğü gibi değildirler, ancak bir sınıf egemenliğinin aracı olabilirler. Dolayısıyla siyasal kuram bu görüntüler dünyasının (görünen devlet) eleştirisini yapmalı, gerçek olanı ortaya koymalıdır. Marx'ın siyasal düşüncesi şu gelişmeyi göstermiştir: - Hegel'ci felsefeden etkilenen Marx o günkü siyasal toplumu eleştirerek siyaset üzerine düşünür ve siyaset yapar, fakat uygulamada (pratik) bir sonuç elde edemez; - Devletin rasyonalitesini ve gerçekliğini açıklama savında olan Hegel'ci devlet felsefesine dönüş ve bu devlet felsefesinin bir felsefeden başka bir şey olmadığının gösterilmesi; (felsefenin eleştirisi) - Hegel devleti özel çıkarlarla genel çıkarların uzlaşması olarak gösteriyordu, Marx bu uzlaştırma savını somut gerçeklerle karşılaştırır ve bunlardan yola çıkarak bir siyasal kuramın eleştirisini yapar. Görüldüğü gibi buraya kadar Marx'ın siyasal olgu üzerine düşünceleri tamamen olumsuz ve eleştireldir. Her türlü yabancılaşmanın kaynağını arayan Marx (dinsel ve felsefi yabancılaşma kavramlarından siyasal yabancılaşma kavramına varır). İnsan tarihinin evrimini inceler ve siyasal varlık tarzının insan varlığının kurucusu olduğunu reddeder. İnsanın tüm tarihi yaşamını sürdürmesini, nesneler yaratmasını, başka insanlarla ilişki içine girmesini, sağlayan eylemlerce belirlenir. Bu bakımdan bireyle insan türünün tamamen özdeşleştiği tam insan sözkonusudur, Marx'da dolayısıyla siyasal öğretinin konusundan (gruba karşı çıkan insan konusu) eser kalmamıştır. Fakat Marx dünyayı seyretmekle de yetinmez. Aksine son aşamaya erişmek için (son aşama komünizmdir) çalışır. SİYASETİN ELEŞTİRİSİ 1) DEVLET FELSEFESİNİN ELEŞTİRİSİ: Hegel'in siyasal sisteminde bir çelişki vardır. Bir yandan zamanın gerçek ekonomik dünyasını, (sivil toplum) çıkar çatışmalarını ve burjuvazinin gelişmesini betimler, öte yandan devletin bu özel kesimlerin dışında kalmakla birlikte onarı gerçekleştirdiğini, onların da devlette kendi varlıklarını bulduklarını söyler. Devlet ya da devlet içinde yurttaşların siyasal yaşamı bu çelişmeleri aşmaktadır. Devlet uzlaşma ve evrenselliğin alanıdır. Yurttaşlar sivil toplumdaki yerlerinden doğan çelişmeleri, (işçiler, mülk sahipleri, aile babaları) bu çelişmelerin bulunmadığı bir alanda siyasal yaşamda yurttaş olarak aşarlar. Bu durumda toplumdaki çelişmeler tek bir global çelişmeye indirgenir: özel insan ile yurttaş arasındaki çelişme. Hegel devletin özünün onun egemenliği olduğunu ve bu egemenliğin bir kişinin kendi kimliğinde somutlaştığını söyler; bu tek kişinin gerçek halkın dışında olduğunu göstermek kolaydır. Marx her egemenliğin kaçınılmaz olarak iktidar ve keyfilik demek olduğunu, dolayısıyla çelişme ve çatışmaların doğacağını belirtir, demokratik devletle de durumun değişmeyeceğini, iktidarın bir kişiye değil de gerçek halkın dışındaki bir organa verileceğini söyler. Gerçek toplumsal ilişkileri belirleyen özellik ve mücadelenin varlığı her devletin egemenliğinin daima özel olacağını ve devletin evrensel olamayacağını göstermektedir. Bu bakımdan Marx'a göre burjuva demokratik cumhuriyet egemenliği partilerin çalıştığı bir Mecliste topladığı için şüphesiz bir ilerlemeyi gösterir, çünkü sivil toplumda varolan çelişmeleri benimsemiştir. Özetleyecek olursak, Hegel devletin sivil toplumu bütünleştirip kurduğunu söylerken, Marx devletin sivil toplumun bir sonucu, ürünü olduğunu savunur ve devlet, sivil toplumdaki çelişmelerin yurttaşlarca uzlaştırıldığı ve çözümlendiği bir düzey değildir. 2) DEVLET REFORMLARININ ELEŞTİRİSİ: a) Dinden Kurtulmuş Devlet: Marx'a göre devletin laikleşmesi, dine özerkliğinin verilmesinden, dinsel yaşamın "özelleştirilmesi"nden başka bir şey değildir. Laik siyasal demokrasi de temelde dinseldir çünkü burada da insan gerçek yaşamını kendi kişiliğinin dışında arar. İnsanın sonul bütünselliği "başka bir şey"de, "öteki bir şey"de araması dinin ve yabancılaşmanın özüdür. Dolayısıyla dini ortadan kaldırmak gerekir, fakat dinsel yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasının devletle özneleri arasındaki çelişmenin çözülmesinden sonraya bırakır. Kısaca devlet dinden kurtulduğu zaman, bireyler inanıp inanmamakta özgür bırakılmışlardır. Devlet özgürdür fakat insan hiçbir şekilde kurtulmamıştır. b) Siyasal Aklın Eleştirisi: Marx'a göre devlet, sivil toplumun kurumudur ve devletin varlığını kendisi uzlaştırması gereken çelişmelerin bulunması belirler. Devletin başarısızlıkları aslında kötü memurların, doğal yasaların... gibi bir sonucu değil, devletin de bir ürünü olduğu toplumsal-ekonomik sistemin bir sonucudur. Örneğin köleci demokrasinin kötülükleri köleci sistemin, siyasal demokrasinin kötülükleri de burjuva demokrasisinin kötülüklerinden başka bir şey değildir. Bu bakımdan Marx siyasal aklın, siyasal kötülüklerin ilksel nedenlerini göremeyeceğini, aksine siyasal aklın ne kadar gelişmişse o kadar siyasetin sınırları içinde düşüneceğini ileri sürer. Her türlü siyasal çözüm bu nedenle kısmi bir çözümdür. Siyasal bir devrim, yeni devlete kendi özel durumunu yansıtan ve bütün toplumu kurtarma, bir yandan da kendi egemenliğinden doğan çelişmelere hakemlik etme görevini veren bir sınıfın gerçekleştirdiği bir devrimdir. Marx siyasal demokrasinin de sınıfsal özünü vurgularken, onun sağladığı ilerlemeyi gözden uzak tutmaz (siyasal iktidara maddi üretim güçlerini geliştiren bir sınıfı getirmesi hukukla toplumu birleştirmesi, proleteryaya sınıf olarak yetişme olanağını vermesi) fakat siyasal demokrasinin bu iyi yanlarının içsel olmayıp, sınıf mücadelesinin taktik etkilerinin olduğu belirtilir. Her devleti belirleyen içinde bulunduğu toplumsal-ekonomik sistem, onun egemen sistemidir. Bu nedenle kendine ait temelleri yoktur. 3) DEVLET SOSYALİZMİNİN ELEŞTİRİSİ: Marx ve Engels proleterlerin devletinin dışında herhangi bir devletin üretim araçlarının devletleştirilmesine dayanan bir sisteme kesinlikle karşıdırlar. Marx'ın Lasselle'e karşı çıkışının önemli nedenlerinden biri de Lasselle'in programında, işçi üretim kooperatiflerinin geliştirilmesi için devlet yardımının isteminde bulunulmasıdır. Marx devlet yardımları sayesinde yeni bir toplumun kurulabileceğini düş olarak görür. Bu kuramsal yanlış önemli uygulama (pratik) yanlışlarına da yol açar. Devlet diğer kötülüklerin kaynağı mutlak kötülükse, bugünkü toplum içinde yapılan siyaset de çekinilmesi gereken bir kötülüktür. Marx ve Engels bu görüşü de eleştirirler. Anarşizm onlara göre ne tarihin eytişimsel (diyalektik) süreçini, ne de devrimin bir uygulama ( pratik) olduğunu kavrayamayan saf bir istençcilikten başka bir şey değildir. 4) ULUSCULUK ELEŞTİRİSİ: Marx ve Engels ulusculuğun eleştirisiyle fazlaca ilgilenmemişlerdir. Ulusculuğu dünyanın özdeksel koşulları üzerinde ortaya çıkan, fakat insanın kendi varlığının gerçek bir verisi olarak aldığı bir betimleme olarak tanımlarlar. Aslında insanların uluslara bölünmesi, insanlar ve onların ürettikleri maddeler arasındaki iletişimin sınırlılığının bir sonucudur; bir ulusuncoğrafi sınırları içinde üretici güçlere sahip olan sınıf ulusa da sahip demektir, yani vatanı vardır; işçilerin ise vatanı yoktur. Marx'a göre, zaten burjuvazinin gelişmesi ve dünya pazarının oluşmasıyla uluslar arasındaki farklılıklar da giderek azalmaktadır. Fakat ulusal çerçeve bugün için, sınıf mücadelesinin esas cereyan ettiği alan durumundadır. Marx'ın enternasyonalizmi "bütün ülkelerin proleterleri birleşiniz" belgisinde ifade bulmuştur. Marx ve Engels Komünistler Ligası'nı kurarken eski "bütün insanlar kardeştir"belgisinin yerine bunu getirmişlerdir. Marx bu belgide ortaya çıkan enternasyonalizmi aynı ulusculuk gibi burjuva dünyasının bir ürünü sayar. Marx'ın siyaset eleştirisi hakkında sonuç olarak, Marx'ın düşüncesinin tam bir anti-siyaset olduğunu söyleyebiliriz. Bir düşünce ve varlık biçimi olarak siyaset tamamen yokedilmiştir. O halde insan nasıl var olmaktadır? olarak görür. Proleterya ancak devlet aygıtlarına, mutlak diktatörlüğü biçiminde egemen olduğu zaman bir devlet sosyalizmini gerçekleştirebilir ve bu da komünizme geçişte ara bir aşamadır. Engels ise üretici güçlerin sosyalleşmesi süresi içinde, kapitalist toplumun işleyişini sağlayabilmek için devletin kendisikollektif kapitalist haline gelebileceğini, bu durumda sosyalizmin söz konusu olamayacağını, aksine devlet kapitalizminin yaygınlaşmasının sonucunda yurttaşların daha çok sömürüleceğini belirtir. 5) ANARŞİZMİN APOLATİK DÜŞLERİNİN ELEŞTİRİSİ: Marx ve Engels XVIV. Yüzyıl başlarının komünist ütopyacılarına (düşülke) (Owen, Fourier, Weitling) belli bir saygı duyuyorlar, bunların öğretilerinin saf dilliğini XVIV. Yüzyıl'da görülen temel değişikliklerin ekonomik nedenlerini görememelerine bağlıyorlardı. Marx ve Engels düşçülerin sistemlerine üç eleştiri getiriyorlardı: - düşçüler komünizmi bireyin toplum veya grup karşısında tamamen silinmesi olarak görüyorlar, oysa her türlü yabancılaşmanın kaynağı toplumsal varlığın kişiye göre dışsallığıdır; - özel iyeliğin karşısına herkesin her şeye sahip olmasını koyarak iyeliğin genelleştirilmesini savunuyor, böylece insanın iyelik sahibi olma katagorisinin egemenliği altına girmesini öneriyorlar; oysa bu tür öneriler antihümanizmadır; - devletin hemen hiç beklemeden kaldırılmasını isterken devletin kalkmasıyla komünizmin kurulacağı kanısını taşıyorlar, oysa ancak komünizmin kurulmasıyla devlet tedricen ortadan kalkacaktır. Bu sonuncu eleştiriyi Marx ve Engels, Bakunin'e ve tam anarşistlere karşı yönelteceklerdir. Bakunin'e göre temel kötülük devlettedir, sermayeyi yaratan da devlettir, dolayısıyla sermaye ortadan kaldırılınca devleti ekonomik toplumun yaratıcısı bir gerçeklik olarak gördüğü için eleştirirler. MARX'IN İNSANBİLİMİ (ANTROPOLOJİSİ) 1) MARX'IN YÖNTEMİ: Marx bağımsız olarak varolabilecek bir bilim içeriği düşünmez. İnsan tarafından algılandığı ve işlendiği anda bir bilimin içeriği ortaya çıkar, bu içerik dışsal olarak yoktur. O halde insanın deneyinden yola çıkmak gerekir. Duyusal dünya da insan duyularının pratik faaliyetlerinden başka bir şey değildir. Bu durumda bilginin mutlaklaştırılması gerekir, insanla (insanın bilgi yeteneği) nesne arasında eytişimsel (diyalektik) bir ilişki sözkonusudur. Her türlü bilgi eleştireldir, çünkü içeriği mutlak ve sabit değildir, düşünce eyleminin kendisi bile bu içeriği dönüştürür. Marx'a göre eytişimsel mantık doğal insaneylemlerinin uzantısı ve yeniden üretimidir. Bilgi insanın kendi varlığını koruduğu ve ürettiği süreçin dışında kendi kendine ortaya çıkmaz. Dolayısıyla bilgi de kuramsal değildir, bir uygulamadır, (pratiktir) dolayısıyla devrimcidir. Yine Marx'a göre ideoloji gerçeklikten bağımsız değildir, insanların somut varlığı içine sızmış bir yabancılaşmanın ürünüdür. 2) MATERYALİZM VE HÜMANİZM a) Doğa ve İnsan: Marx doğanın, insandan kopuk olarak alındığında insan için bir hiç olduğunu; insanınsa doğayla olan ilişkilerinden soyutlanarak ele alınamayacağını söyler. Marx'ın materyalizmi dolayısıyla, her şeyi dışsal dünyaya bağlamamakta, dışsal dünyayı insanla olan ilişkiler içinde ele almaktadır. Doğanın insanı yaratması, insan-doğa ilişkileriyle belirlendiği sürece yalnızca başlangıç noktasıdır. Doğa insanileşmek için insanı yaratır, insan da doğa tarafından doyurulan bu gereksinimler sistemidir. İnsan-doğa arasındaki bir ilişkiyi daha karmaşık ilişkiler izler. b) İnsanın ve Toplumun Emek Tarafından Yaratılması: İnsanla doğa arasındaki ilk ilişki en basit emektir. (toplama) Bu ilk aşamadan sonra insan doğal nesneler yaratmaya başlar. Zekasını oluşturur, doğadan kendine uydurduğu bir şeyi çekip alır ve araç haline getirir. Araç burada doğayla insan arasında bir aracı öğedir. Bu araçlar doğadan alınmış basit nesneler olmayıp insan tarafından yaratılmış nesnelerdir. İnsan-doğa ilişkisi yanında bir ikinci ilişki de ortaya çıkar: insanla insan arasındaki ilişki. İnsan yalnızca doğayla ilişki içinde bulunsaydı kendi kendisini anlayamazdı ve doğa onu yabancı kılardı. Oysa insan başlangıçtan itibaren evrenselleşen, kendisini doğadan ve diğer insandan ayıran duvarı kıracak bir varlıktır. İnsanla insanın ilk ve en doğal ilişkisi erkek-kadın ilişkisidir, erkekle kadın birbirlerine doğal olarak gereksinim duyarlar. İlk toplumsal ilişki bu erkek-kadın ilişkisidir ve bu ilişki aracısız gerçekleşir. Daha sonra doğal ailesel ilişkiden daha karmaşık toplumsal ilişkiler ortaya çıkar ve bu ilişkilerin gerçekleştirilmesinde insanlar arasında aracılar yer alır ( mal değişimi, ortak alışkanlıklar, ortak mallar... gibi) ve bu aracılar daha az doğal toplumların oluşmasına yol açarlar, ilişkilerin doğallığı azalmış insansallığı artmıştır, yani insanın evrenselleşme süreci işlemektedir. İnsanın üretken çalışması bu sürecin içinde yer alır. Üretken çalışma yalnızca doğayla insan arasında bir aracı olmakla kalmaz, aynı zamanda insanla insan arasında toplumsal bir aracıdır. (en basit örneği: Sevda'nın bir gereksinimi Sayan'ın çalışmasının ürünüyle karşılanır) 3) TARİHSEL MATERYALİZM Marx'a göre insanın toplum içindeki tarihi insan-doğa, insan-insan temel ilişkisinden başka birşey değildir. Tarih insanı doğayla ve insanı insanla ilişki içine sokan ilk aracıdan başlayarak doğar ve gelişir. Bu aracı da emektir. Öteki bütün aracılar da ondan türerler. Bu durumda tarihin temelinde bulunan olgular demek ki üretici güçlerdir, fakat tarihin yalnızca üretici güçlerle belirlendiğini söylemek de yanlış olur, bunlardan tüm kültürel süreç, tüm yabancılaşmalar da tarihte önemli bir rol oynar. Tarihsel materyalizm eytişimsel (diyalektik) materyalizmden apayrı bir şey değildir, onun tarihe uygulanmasıdır. Materyalist tarih anlayışı temel tarihsel olgudan, yani üretici güçlerden soyutlanmış bir bakış açısını reddeder; Tanrıya, ruha, düşüncelere, uluslara, devletlere tarihin ana öznesi işlevinin verilmesine karşıdır. İnsan tarihinin gerçeğe uygun olabilmesi için insanın ilk eylemine ve onu doğrudan ayıran olguya ilk olarak dayanmak gerekir; bu olgu da insan gereksinimlerinin karşılanması için maddelerin üretimidir. İnsan tarihi böyle başlar, şüphesiz gelişir, yeni toplumsal ilişkiler ve aracılar ortaya çıkar. Fakat toplumsal ilişkilerin değişmesi, gelişmesi üretime ilişkin ilişkilerde değişiklik, gelişme olmasına bağlıdır. Üretici güçler toplumsal ilişkileri belirler, üretici güçlerin gelişmesinin yarattığı yeni toplumsal ilişkiler yeni gereksinimlerin ve yeni araçların ortaya çıkmasına yol açar, yani üretici güçlerde yeni gelişmeler olur. Bu bakımndan üretici güçler ilksel belirleyici olmakla birlikte, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında eytişimsel (diyalektik) bir ilişki vardır. Marx insan bilincinin temel tarihsel olgu olduğunu reddeder, (temel tarihsel olgu üretici güçler olduğuna göre) fakat insan bilincinin tarihteki önemli işlevini hiçbir zaman gözden ırak tutmaz. İnsan bilinciyle toplumsal ilişkiler ve üretici güçler arasında da eytişimsel (diyalektik) bir ilişki vardır. a) Belirlenimcilik (Determinizm) ve Özgürlük: Marx'a göre bilinç, insanın kendisiyle doğa ve kendisiyle başka insanlar arasında bir ilişki olduğunu bilmesinin gerekli koşuludur ve bilinçle varlık arasında eytişimsel (diyalektik) bir ilişki vardır, bilinç aktifdir. Fakat üretim biçimi (üretici güçler, toplumsal ilişkiler) ya da altyapı bilinç biçimlerini (kurumlar, moraller, ideolojileri) ya da üstyapıları belirlerler. Bu anlamda Marxizm belirlenimcidir. Fakat bu mekanik bir belirlenimcilik değildir. Bilme biçimleri de kendi yönlerinden altyapı üzerine etkide bulunurlar, fakat bu etki altyapının belirlediği sınırlar için gerçekleşir. Yeni Marxizm insanın özgür olduğunu kabul etmekte fakat bu özgürlüğün koşullu ve sınırlı olduğunu belirlemektedir. Devrimlerin gerçekleşmesi için de bilinç etkenine gerek vardır, bununla beraber bilinç etkeni maddi koşullar devrim için elverişli olmadığı zaman etkide bulunamaz. b) Moral: Marxizmde insanın ahlaksal görevi, genetik varlığını gerçekleştirmek için ekonomik yabancılaşmadan kurtulmaktır. Fakat bu kurtuluş değerleri tarihin içinde vardır, gerçeğin karşıtı olmayıp gerçekten kaynaklanırlar. Marxist ahlak tarihsel gelişmenin her aşamasında, temel yabancılaşmaya yaşam veren günün koşullarınca belirlenir. Yani Marxizmde moral bir gerekliliğin bilincine varma sözkonusudur, fakat moral gerekliliğin gerçek olabilmesi için nesnel sınırlar gözönünde tutulur. EKONOMİK YABANCILAŞMA VE SINIF MÜCADELESİ a) Yabancılaşma: Marx'a göre bütün insanlık tarihi insanın kendi ürettiklerine yabancılaşmasının tarihidir ve bu yabancılaşmanın yok oluşunun da tarihidir. Yabancılaşma insanın gelişmesinin belirli bir aşamasında insanın maddi varlığıyla ürünleri arasındaki ayrılmanın sonucudur. Yabancılaşmanın kaynağı ekonomik yaşamda bulunur: işçi işgücünü pazarda (piyasa) satar, bu durumda ürün işçiye ait değildir ve onun dışında bağımsız bir varlık kazanır. Anamal, (sermaye) değişim değeri, para kendi gerçekliklerinden (bu gerçeklik onlarda cisimleşmiş toplumsal emektir) soyutlanırlar, fakat bunlar ekonomik yaşamda etkili olan ve işçinin bilincini belirleyen şeylerdir. İşçinin bilincinde bunlar fetiş (tapıncak) haline gelirler, işçi anamalın paranın kendi toplumal emeği olduğunu göremez. Bu fetişler (tapıncak) işçinin gerçek yaşamından kopmasını, moral düşünceler, dinlerden... gibi oluşan bir düş dünyası yaratmasına neden olur. b) Sınıf Mücadelesi: Üretim araçlarının özel kullanımı işbölümünü zorunlu kılar. İşbölümü sonunda belirli araçları denetleyen (kontrol eden) kişilerin bu araçlara el koymasına ve mülk edinmesine neden olur. Mülk sahibi olmayanların üretim araçları üzerinde hiçbir denetim hakkı kalmaz. İşte toplumsal sınıfların ortaya çıkışı böyle olmuştur. Marx'a göre günümüze kadar insanlık tarihi, tüm toplumların tarihi; sınıf mücadeleleri tarihinden başka bir şey değildir. Tarihe verilen görev de sınıfları ortadan kaldırmak, sınıf mücadelesine bir son vermektir. c) Burjuvazi ve Proleterya: Kapitalist ekonomide iki temel sınıf vardır: burjuvazi ve proleterya. Şüphesiz somut kapitalist toplumsal kuruluşlarda bu iki temel sınıfın dışında başka sınıflar da vardır: feodaller, köylüler, orta sınıflar, zanaatçılar ve lümpenler... gibi. Fakat bunlar çoğunlukla başka üretim biçimlerine özgü sınıflardır ve kapitalist ekonomide kalıntı olarak yaşarlar, (feodaller, köylülük, küçük mülk sahipleri) bunların sınıf bilinci de yoktur. Dolayısıyla kapitalist toplumun tüm ekonomik, toplumsal ve üstyapısal gerçekliğinin anlamı iki sınıfta billurlaşır. Bunlardan sınıf olarak ilk oluşan ve eski toplumsal güçlere karşı devrimci bir rol oynayan burjuvazidir. Burjuvazi egemen sınıf durumuna geçerek kendi karşıtını da yaratır ve onun sınıf bilinci edinmesinin maddi koşullarını da yaratır ve bu durumda devrimci rolü olan sınıf proleteryadır. d) Burjuvazi: Burjuazi bazı küçük dönüşümlerin hem bir ürünü, hem aktörüdür. Bu büyük dönüşümler (denizaşırı taşımacılığın gelişmesi, sanayileşme, korporasyonların kalkması, dünya pazarının oluşması) insanın üretici güçünün gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmıştır. Burjuvazinin siyasal egemenliği eski egemen sınıflarınkine benzemez. Burjuvazi yönetimi merkezileştirmiş ve birleştirmiştir. Eski feodal ayrıcalıkları kaldırarak tüm insanları eşit siyasal haklara kavuşturmuş, din ile devleti birbirinden ayırarak devlet aygıtını daha soyutlaştırmıştır. Burjuvazinin siyasal egemenliğinin soyutluğunun temelinde toplumsal ilişkilerin artık tek bir evrensel ölçek üzerine (para) kurulmakta olması yatmaktadır. Bu bakımdan Marx, burjuvazinin üç iyi işi başardığını belirtir: - muazzam üretici güçler yaratması ve emeği toplumsallaştırması; - fetişler (tapıncak) ve düşler dünyasını yok edip toplumu üretim ve değişim ilişkileri temeline açıkça oturtması; - üretimin toplumsallaşmasını ilri aşamalara ulaştırarak özel mülkiyetin ortadan kalkmasının koşullarını yaratması. e) Proleterya: Proleterya burjuvazinin karşıtı olarak doğup gelişmiştir, onunla aynı dönüşümlerin ürünüdür. (üretim ve ticareti kısıtlayan sınırlamaların kaldırılması) Proleter, kapitalist rejimde gitgide makinenin bir uzantısı haline gelir, emekçinin kişiselliğinin belirleyici öğeleri makina karşısında kaybolur. Proleter gitgide daha soyut bir şey, kapitalist açısından bir üretim aracı, üretim gideri durumuna gelir. Ekonomik plandaki bu kesin egemenlik siyasal plana da yansır. Nitekim başlangıçta proleteryanın bilincinde olduğu ve uğuruna mücadele ettiği kendine özgü siyasal çıkarları yoktur, burjuva devrimleri döneminde proleteryayla burjuvazinin sınıfsal hedefleri için mücadelesi ilk önce daha somut olan ekonomik düzeyde ortaya çıkmıştır. (iş güvenliği, üçret artışı için mücadeleler) Marx'a göre bu sendikal uğraşı da siyasal mücadele sayılabilir, çünkü her sınıf mücadelesi bir siyasal mücadeledir. Proleterya mücadelesine karşın (ekonomik mücadele veya burjuvazinin sınıf çıkarları için mücadelesi) gitgide daha yoksullaştığını, hiç bir şeyinin (aile, mülkiyet, yasa, moral, din, vatan... gibi) kalmadığını görür. Proleteryanın hiç bir şeyinin olmaması, ona tarihsel olarak olağanüstü bir devrimci işlevin verilmesini sağlamıştır. Bu devrimci işlev bütün sınıfların ortadan kaldırılması ve insanın bütünselliğe ulaştırılmasıdır. Proleteryanın bugünkü durumu sınıfın çıkarını öngördüğünden proleter devrimi bütün sınıfları kaldırmak zorundadır, çünkü proleterya sürekli genişleyerek toplumun hemen hemen tümünü kapsama eğilimi göstermektedir. Burjuvazi proleteryayı yaratırken, kendi gömüt (mezar) kazıcılarını yaratmaktadır. DEVRİMLER VE DEVRİM a) Bütün Devrimlerin Ortak Niteliği: Marx devrimi şöyle tanımlar: "gelişmelerin belirli bir aşamasında maddi üretici güçler varolan üretim ilişkileriyle veya mülkiyet ilişkileriyle çelişme içine girerler. Bu ilişkiler üretici güçlerin gelişme biçimleriyken, artık onların gelişmesine engel olmaya başlarlar, işte o zaman toplumsal devrim çağı başlar". Altyapıda böyle beliren devrim üstyapıda da koşut değişikliklere neden olur. b) Siyasal Devrimler: Devrimin gerçekleşmesi için altyapıdaki dönüşümlerden yararlanan ve bu dönüşümleri yapan sınıfın bilinçlenmesi gereklidir. Fakat bu sınıfın devrimci bilinç içinde bulunduğu somut durumun sınırlamalarıyla belirlenir. Yeni egemen sınıf yaptığı devrimin toplumsal bir devrim olduğunun bilinçine varamaz; kendi kurtuluşunun evrensel bir kurtuluş olduğunun kanısına varır, kendisinin üretici güçler karşısındaki durumu öteki sınıflar içinde genelleştirir. Bu sınıfın bilinci ancak kendi sınıf egemenliğinin siyasal araçlarını yaratmasını sağlayacaktır, yani o da bir devlet, fakat eskisinden farklı yeni bir devlet kuracaktır. Bu nedenle proleter devriminden önceki bütün devrimler siyasal devrimlerdir, kısmen toplumsal devrim niteliğini taşırlar. Ancak toplumun evrenselliğini gerçekleştirdiği savında olan yeni bir siyasal üstyapı yaratırlar. c) Eksiksiz (Tam) Devrim: Tam ve bilinçli tek toplumsal devrim ancak her türlü sınıfın ortadan kalkmasını öneren bir sınıf tarafından gerçekleştirilebilir. Bu sınıf da proleteryadır, proleterya kendisi için hiçbir ayrıcalık istemeyen tek sınıftır. Dolayısıyla proleter toplumu evrenselliğe ve insanı bütünselliğe ulaştıracak biricik sınıftır. Proleterya devrimi: her türlü özel mülkiyeti, her türlü bölünmüş ve yabancılaşmış emeği ortadan kaldıracak, tarihi baştan aşağıya yenileyecektir. Böylece insanın kendini yaratma süreci tamamlanacak ve komünist toplum gerçekleştirilmiş olacaktır. KOMÜNİZM YA DA ÖZGÜRLÜĞÜN EGEMEN OLMASI a) İnsan: İnsanın kendinden ayrılmasını belirleyen özel mülkiyetin ortadan kaldırılması demek olan komünizm insanın özünün insan tarafından ve insan için gerçekten kullanımı, insanın toplumsal bir insan olarak kendine dönmesi de demektir. Komünizm insanın doğayla, insanın insanla çalışmasının, varlıkla öz, özgürlükle gereklilik, bireyle tür arasındaki çelişmenin gerçek sonudur. Komünizmle birlikte doğaya insanın tamamen egemen olması sonucunda doğa insanileşir. İnsanın gereksinimleri evrenselleşir, bu evrensel gereksinimler toplumun kendisiyle çakışan evrensel nesneler tarafından karşılanır. Bütün gereksinimlerin karşılanması toplumdan istenir ve tüm bu gereksinimler tek bir gereksinimle özetlenirler: öteki insanın gereksinimi. b) Devletin Yok Olması: Sınıf çelişmeleri ortadan kalkınca tüm üretim birleşmiş bireylerin elinde toplanır ve kamu iktidarı siyasal niteliğini, yani bir sınıfın öteki bir sınıfı ezme aracı olma niteliğini yitirir. Yeni komünist toplumda devlet ortadan kalkacaktır. Fakat komünist toplum anarşik bir toplum demek değildir, bu toplumda da bir kamu iktidarı vardır. Marx komünist toplumda devletin işlevlerine benzer toplumsal işlevlerin nasıl görüleceğine ilişkin kehanette bulunmayı reddetmiştir. Yalnızca Engels komünist topluma geçmeden önce işçi sınıfının rakiplerini ezmek için proleterya diktatörlüğünü kurması gerektiğini belirtmiştir. c) Siyasetin Sonu ve Tarihin Sonu: Marx komünist toplumu tarih sonu olarak mı düşünmüştür? Herkesin aklına gelen bu soruya kesin bir yanıt verilemez. Fakat Marx'ın da komünizm tarihin sonudur dediği söylenemez. Bununla beraber insanla doğa arasındaki çatışmanın sona ereceği ve yeni insanın tamamen iyi bir insan olacağı bir toplumda hangi tarihin olabileceğini düşünmek biraz zordur. KOMÜNİST TOPLUMA GEÇİŞİN YOL VE ARAÇLARI 1) PROLETERYANIN GEÇİŞSEL DİKTATÖRLÜĞÜ: Marx insanların kapitalizmden komünizme doğrudan doğruya geçemeyeceğine, arada bir geçiş döneminin, proleteryanın eski toplumun kalıntılarını yok etmek ve hasımlarını ezmek için despotik bir diktatörlük uygulayacağı bir dönemin var olacağını belirtir. Bu dönem proleteryanın geçici diktatörlüğü dönemidir. Fakat Marx ve Engels proleterya diktatörlüğü sorununu belirsiz olarak bırakmışlar, proleterya diktatörlüğünün ne kadar süreceği bu diktatörlüğün örgütlü bir parti tarafından mı yoksa seçilmiş halk komiteleri tarafından mı uygulanacağı... gibi sorulara yanıt getirmemişlerdir. 2) DEVLETLERİN SİYASETİNDE PROLETERYANIN MÜCADELESİ a) Mücadalenin Gerekliliği: Devrimler üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin bir sonucudurlar fakat proleterya üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin ileri evreye varmasını beklemek zorunda değildir. Tam aksine, kapitalist sistemin yıkılması için proleteryanın mücadelesi gereklidir, zaten bu mücadele kaçınılmazdır da çünkü kendi maddi durumu proleteryayı mücadeleye itmektedir. Fakat proleteryanın mücadelesinin de her zaman kendi sınıfsal nedenleri için olduğunu da söylemek zordur. Proleterya kendisine yabancı ideolojilerin etkisinde kalarak reformcu veya devlet sosyalisti bir mücadele verebilir. Proleteryanın mücadeleden yitirecek hiçbir şeyi yoktur, çünkü onun hiçbir mülkü ve hiçbir bağlantısı yoktur. Bu mücadelelerin proleteryanın sınıfsal hedeflerine uygun düşebilmesi için evrensel toplumsal devrim amacını gütmesi gereklidir. b) Proleteryanın Mücadelede Önderliği: Marx sınıf mücadelesinde proleteryaya bir siyasal partinin, proleterya partisinin önderlik yapmasını savunmuştur. Fakat Marx proleteryanın siyasal partisi anlayışını mutlaklaştırmaz, bazı koşullarda partinin gerekli olmayabileceğini belirtir. Proleterya partisi bilimsel bir öğretiye sahip olmalıdır. Siyasal mücadelede esnek davranılabileceği, ödünler verilebileceği kabul edilir, fakat bu bilimsel öğretinin sulandırılmasına izin verilmez. c: Burjuva Demokrasisinin Kullanılması: Marx ve Engels siyasal deneyleri arasında Alman İmparatorluğu gibi bürokratik bir devlet çerçevesinde proleteryaya sağlanan olanaklarla bir burjuva siyasal demokrasisinde proleteryaya sağlanan olanaklar arasında daima bir ayırım yapmıştır. Bazı istisnai ülkelerde proleteryanın kesinlikle iktidara gelemeyeceği varsayımı üzerinde durmuş, fakat 1848 Devrimleri'nden sonra proleteryanın daha çok demokrasinin genişletilmesi için burjuvaziyle geçici olarak uzlaşmasını önermişlerdir. d) Barışcı Geçiş mi, Ayaklanma mı? Marx ve Engels Blankist eylemleri, bunların düzenledikleri zamansız ayaklanmaları eleştirmişlerdir, fakat hiçbir zaman ayaklanma düşüncesine karşı çıkmamışlardır. Bununla birlikte geçici bir sınıfı devirmek için kesinlikle şiddetli bir ayaklanmayı savundukları da söylenemez. Engels bazı ülkelerde barışcı geçişin, parlamenter yollardan sosyalizme geçişin olası olduğunu belirtir. O halde proleterya da siyaset yapmış olmuyor mu? e) Proleteryanın Mücadelesinde Öteki Sınıfların Rolü: Marx proleteryanın öteki sınıflarla işbirliği yapmayı "apriori" (önsel) reddetmediğini, fakat proleterya dışındaki sınıfların büyük sanayinin gelişmesiyle yok olmaya mahkum olduklarını belirtir. Küçük mülk sahibi köylüler büyük sanayinin gelişmesi sonucunda yok olurlar, burjuvazi ise üretimin toplumsallaşmasını sağlayarak kendi yok oluşunun koşullarını olgunlaştırır. Marx kapitalist rejimde mülksüzleşme süreci içine giren köylülerin durumuna göre devrimci veya karşı-devrimci bir tutum takınabileceğini belirtmiştir. f) Sürekli Devrim: Belirli koşullar altında proleteryanın çıkarları örneğin demokrat ve cumhuriyetci küçük burjuvaların, liberal burjuvaların, çıkarlarıyla uyuşabilir. (örneğin; mutlakçı feodal bir rejimi devirmede) Fakat proleterya bu ittifakın sınırları içinde kalmamalı, devrime süreklilik kazandırmalıdır, örneğin burjuva demokratik bir devrimden proleter devrimine geçmesini bilmelidir. Marx devrim sürekli olmalıdır der. LİBERALİZM, GELENEKÇİLİK VE EMPERYALİZM Sanayi Devrimi, XVIV. Yüzyıl'ın ikinci yarısında Avrupa'nın çehresini bütünüyle değiştirmiş, buna bağlı olarak da siyasal pozitivizm utku (zafer) kazanmıştır. Gerek liberaller, gerekse tutucular tamamen karşıt görüşleri doğrulamak için bilime baş vurmaktadırlar. Spencer, bilim adına liberalizmin sonsuza dek geçerli olduğunu ileri sürmüş, Taire ve Reman bilim adına yeni-gelenekçiliğin temellerini atmış, Marx bilimsel sosyalizmi kurmuştur. SİYASAL POZİTİVİZM XVIV. Yüzyıl'ın ikinci yarısına Darwinizm Çağı adı da verilir. Darwin'in evrim ve doğal seçim ilkesi pozitif bir siyasetin doğruluğunu göstermek için kullanılmıştır. Dolayısıyla biyoloji XVIV. Yüzyıl'ın ikinci yarısında, yüzyılın ilk yarısında Romantik Çağ'da tarihin oynadığı rolü oynar. Bu dönemde biyolojiden sanat bile etkilenmiştir. (Zola'nın doğalcılığı) Bireylerin ve toplumların evrimi önüne geçilmez yasalara bağlı gibi gözükür herkese. Comtizm: Fransız Düşünürü Auguste Comte'un (1798-1857) eseri XVIV. Yüzyıl'ın ikinci yarısındaki egemen düşünce pozitivizmin en iyi örneği olarak görülür. Comte'un düşüncesi zamanın başlıca düşünce akımlarından (gelenekcilik, liberalizm, sosyalizm) herhangi birine bağlanamaz, daha çok bir bireşim (sentez) denemesidir fakat düzen yanlısı olduğu da hemen anlaşılabilir. Comte, Saint-Simon'un sekreteri olmuştu ve Saint-Simon'un düşüncesi Comte'un üzerindederin bir etkide bulunmuştur; her ikisinde de global bilime karşı bir güven, siyasal çatışmaları aşma ve bir insanlık dini kurma isteği... gibi görülür. Fakat aralarında önemli farklar da vardır. Comte bilime büyük değer verir ve onun birliğine inanır. Bilim aynı zamanda hem bir toplum bilimi, hem de evrim bilimidir. Toplum bilimi anlayışı: birey bir soyutlamadır, ana gerçeklik toplumdur, liberal bireyciliğe karşı mücadele etmek gerekir. Evrim bilimi anlatışı üç hal yasasında belirlenir; teolojik hal, metafizik hal ve bilimsel veya positif haldir. Comte'a göre modern toplumları bilimsel temeller üzerinde örgütlemek, düzenli ilerlemeyi birbiriyle uyuşturmak gerekmektedir. (İlerleme olmadan düzen sağlanamaz, düzeni sağlamlaştırmaya yönelik olmayan bir ilerleme gerçekleştirilemez) Comte'un felsefesi bir insanlık felsefesidir, insanlık geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki insan varlıklarının tümünden oluşur, ölüler yaşayanlardan daha önemlidir. Comte'un düşüncesi eşitlikçi değildir, seçkinin (elit) gerekliliğine, yığınlarla teknisyenler ve yöneticiler arasında bir ayırım yapılmasının zorunluğuna inanır, yani işlevlerde bir uzmanlaşmanın gerçekleştirilmesine taraftardır. Comte siyaseti morale bağlı kılar. Positif moralin ilkesi toplumsallığın kişisellik üzerindeki egemenliğini sağlamaktır. Comte hiçbir insana hiçbir hak tanımaz, insanın tek hakkı topluma karşı görevlerini yerine getirmektir. Bireyle insanlık arasında aracı topluluklar vardır: aile, vatan... gibi. Comte bu aracı topluluklara büyük önem verir. Aile, vatan ve insanlık gibi kavramlargitgide daha mistik bir yapıya bürünürler. Comtizm sonunda bir din durumuna gelmiştir. Pozitivizmde siyasetin amacı her yurttaşı iktidara kesinlikle bağlı toplumsal bir memur yapmaktan başka bir şey değildir. Positif bir siyaset tam olarak boyun eğmeyi gerektirir, düzen ilerlemenin önünde gelir. Pozitivizm Fransa'da II. İmparatorluğun resmi felsefesi gibi gözükmektedir. Comtizm de bu çerçeve de ele alınmalıdır. LİBERALİZM 1840'lara kadar liberalizm Orleanizm ya da Manchester öğretisi biçimini almıştır. Fakat XVIV. Yüzyıl'ın ikinci yarısındaki gelişmeler liberallari iki dizi sorunla karşı karşıya getirmişti: bir yandan siyasal düzende büyük liberal istemlerin gerçekleştirilmesi (genel oy, dernek kurma özgürlüğü... gibi) ve iktidarın getirdiği güçlükler; öte yandan sanayinin gelişmesi ve uluslararası yarışmacılığın (rekabet) yoğunlaşması. Bu durumda Orleanizmin ve Manchester liberalizminin ilkeleri üzerinde şüpheler doğdu ve liberalizm iki yönde gelişme gösterdi: liberal tutuculuk ve emperyalizm. Fransız liberalizmi; Orleanizmin etkisinde kalmayı sürdürdü. İngiliz liberalizmi; uzun bir siyasal Darwinizm dönemine girmiştir. 1) FRANSIZ LİBERALİZMİ: ORLEANİZMDEN RADİKALİZME a) Bir Geçiş Liberalizmi: 1848 Devrimi liberalizmin tarihinde bir dönemi kapar; 1848 Devrimi bir sistemin çöküşü, liberal rahatlığın sonu olmuştur, fakat liberaller 1848 Devrimi'ni yalnızca siyasal nedenlere dayanan bir kaza, parlamenter sistemin bunalımı olarak gördüler. Bunun liberalizmin bunalımı olacağını kabul etmediler. II. İmparatorluk liberalleri artık toplumsal reformlarla ilgilenmemeye başladılar. Zamanın en ilginç eseri şüphesiz Prévost-Paradol'a aittir. Prévost-Paradol o dönemde liberallerin önündeki temel sorun olan imparatorlukla anlaşıp anlaşmama sorununda anlaşma tavrını benimsemiştir. Prévost-Paradol'un önemli özellikleri şunlardır: Ekonomik sorunlara karşı kayıtsızlığı, "laissez-faire, laissez-passer"ye karşı oluşu, koruyucu siyaseti savunması: - Demokratik kaygılar olması, bir ülkenin nüfusu büyük olduğu takdirde güçlü olabileceğini savunması; - Tutucu bir yurtseverlik, dış tehlikelere karşı duyduğu hassasiyet, güçlü bir ordu ve bir sömürge imparatorluğu istemesi; - Her türlü sosyalist düşünceye karşı olması. Prévost-Paradol'un liberalizmi, bir geçiş liberalizmi, tutuculuk haline dönüşmekte olan bir liberalizmdir. b) Cumhuriyetçi Liberalizm: Orleanizm Fransa'da III. Cumhuriyet'in doğmasına yol açmıştı. Bu dönemde belli başlı liberal istemler gerçekleştirilince liberalizme cumhuriyeti savunmaktan başka bir şey kalmamıştı, liberal öğreti sürekli değişme halinde bir dünyada artık kendini yenileyemiyordu, donmuştu. Fakat içeriği değişmemesine karşın boyutlarında önemli bir değişiklik gerçekleşmişti: artık Orleanist salonların öğretisi olmaktan çıkmıştı, cumhuriyetin kendi felsefesi haline gelmişti, yani toplumsal ağırlığı artmıştı. Cumhuriyeti yönetmek gerekecektir ve bu işi de "Radikal Parti" üstlenecektir. Radikalizm Fransa'da çok çeşitli biçimlere bürünmüştür, radikal öğretinin ortak paydasını bulmak oldukça güçtür ve bu ortak payda birkaç ilkeyle sınırlanmıştır. 2) İNGİLİZ LİBERALİZMİ XVIV. Yüzyıl'ın ikinci yarısına geçildiğinde İngiltere sanayi alanında üstünlüğünü kanıtlamıştı; işçi sınıfı şartizmin başarısızlığa uğramasından sonra kapitalist dünyayı benimsemiş ve dolayısıyla siyasal mücadeleler durgunlaşmıştı. Bu dönem liberalizmi açısından bireşimler (sentez) ve uzlaşmalar dönemi olmuştur. İngiltere'de büyük toplumsal çatışmaların olmaması siyasal liberalizmin ilkelerinin sarsıntıya uğramasını önlemiştir. 1848-1914 arasında İngiliz liberalizminin tarihinde birkaç eğilimi ayırdetmek olasıdır: - Spencer'in bilimciliği; - Liberalizmin Oxford Okulu tarafından idealist revizyonu; - Emperyalizmin ortaya çıkması. a) Spencer veya Siyasal Darwinizm: Hiç kimse Herbert Spencer (1820-1903) kadar bilime inanç duymamıştır. Liberal bir aileden gelen ve kendisi de liberal olan Spencer, liberalizmi biyolojiye dayandırmaya çalışmıştır. Spencer'e göre toplum da aynı canlı organizmalar gibidir onlarla aynı yasalara bağlıdır. Temel ilke ise evrim ilkesi ve ondan türeyen adaptasyon ilkesidir. [çevreye uyum (adaptasyon) çoğunluğun mutluluğunu sağlar] Spencer'de iki evrim anlayışı söz konusudur: 1) İçsel bir çalışımın kendiliğinden gerçekleşmesi, 2) Çevreye uyum. (adaptasyon) Evrim ilerlemeyle aynı şeydir. Dış koşullara uyum (adaptasyon) önce askeri hükümetlerin artmasına yol açmışsa da, sanayinin gelişmesi özgürlük ve barışın sağlanmasını kolaylaştırmıştır. Spencer devletin kendini ilgilendirmeyen işlere karışmasına karşı çıkar ve özel girişime övgü düzer. Spencer'e göre hükümet bir yönetsel komiteden başka birşey değildir. Spencer özel girişime daha çok olanak tanımak için bazı bakanlıkların kaldırılması istemindedir. Spencer'in eseri liberalizmin evrimci ve biyolojik bir kadercilik adına doğrulanmaya çalışılmasıdır. b) Liberal İdealizm: Devlet karışımına (müdahale) gitgide daha çok gereksinim duyulmaya başlandığı bir dönemde Spencer'in liberalizmi biraz aşılmış durumdaydı, liberalizmde bir revizyon yapmak zorunlu hale gelmişti. Böylece liberalizmin toplumsal temelleri ve entellektüel ufku genişler. Siyasal felsefe alanında liberalizmin revizyonu Oxford Okulu ve özellikle Hill Green tarafından gerçekleştirilmiştir. Green'in eseri iki etki altında kalmıştır, bir yandan Yunan felsefesinin, öteki yandan Alman felsefesinin, özellikle Kant ve Hegel'in. İnsan doğasının temel olarak toplumsal olduğu ve toplumsal yaşama katılmanın en büyük kişisel gelişme biçimi olduğu düşüncesindedir. İnsanlar ortak amacın ortak bilinçi olan genel çıkara bağlıdırlar. Siyaset de moral gelişmeyi sağlayan toplumsal koşulları yaratmak için yapılan bir düzenlemedir. Green devlet karışımcılığına da (müdahale) karşı değildir, devletin ulusal eğitimi ve kamu sağlığını sağlaması isteminde bulunur. Özet olarak Green'in liberalizminin bir uzlaşma liberalizmi, sosyalistler tarafından da kabul edilebilir bir liberalizmdir. c) Liberalizm ve Emperyalizm: Victoria döneminde İngiliz liberalizmi bir partinin öğretisi olmaktan çıkar ve bir ulusun öğretisi durumuna gelir. Gerek liberaller, gerekse tutucular emperyalist ve sömürgeci bir siyasetin destekcisi durumuna gelirler. 3) FRANSIZ ULUSCULUĞU Fransa'da 1870'lere kadar yurtseverlik düşüncesi liberal ve cumhuriyetçi muhalefet tarafından gerçekleştiriliyordu. Bu tarihten sonra parlamentoya karşı; Yahudi düşmanı,tutucu bir ulusculuk ortaya çıkmış ve ulusculukdüşüncesi kamp değiştirmiştir: soldan sağa. 1871 ve 1914 yılları arasında Fransız ulusculuğuna damgasını vuran iki önemli olay olmuştur: Bulanjizim ve Dreyfus sorunu. 1900'lere doğru ulusculuk kendi öğretisini ve benimsenmesini oluşturmuştur. a) Barrées: Barrées (1862-1923) Bulanjist ve anti-Dreyfus bir Fransız uluscusudur, ulusal birliği yüceltme ve Fransa'yı moral bakımdan savaşa hazırlama görevini kendi kendisine üstlenmiştir. Barrées ulusculuğun öğretisini yapmaya çalışmıştır, Barrées ulusculuğunda üç tema egemendir: enerji, süreklilik ve hiyerarşi. Barrées enerjiye büyük hayranlık duyar, onu yüceltir, (Isparta'ya duyduğu hayranlığın nedeni de budur) entellektüellere de düşmandır ve bu düşmanlığın temelinde enerjinin yüceltilmesi yatmaktadır. Barrées'e göre Fransa'nın gereksindiği enerji ancak ulusal geçmiş, Fransız gelenekleri yardımıyla kazanılabilir. Enerjiden yola çıkan Barrées ulusculuğu kalıt (miras) düşüncesine ulaşır: "Ulus bir gömütlüğe (mezarlık) ortaklaşa sahip olmaktır" der. b) Maurras: Charles Maurras (1869-1952) pozitivist ulusculuğun kurucusudur. Barrées'in duygusallığına karşı pozitivizmi çıkarmıştır. Maurras siyaseti bir bilim olarak görür. Maurras'ın doğal siyaseti bilimsel, yani iki temel bilim; biyoloji ve tarihe dayanan bir siyasettir. Öteki karşı-devrim kuramcıları gibi Maurras da doğayla tarihin çakıştığını ileri sürmektedir. Fakat Maurras; Maistre ve Teokratlardan biyolojiye önem vermesi, sürekli başvurmasıyla ayrılır. Maurras teolejik savlara değil, bilimsel savlara değil, bilimsel savlara dayanma savındadır, örneğin modern biyoloji doğal seçimi bulduğuna göre, eşitlikçi demokrasi bilim tarafından mahkum edilmiş demektir veya dönüşümcü kuramlar süreklilik ilkesini ön plana geçirdiğine göre ancak monarşi ulusal sürekliliği sağlayabilir demektir. Maurras'a Göre Monarşi: Maurras'a göre monarşi gelenekçi, kalıtcı, (miras) anti-parlamenter ve yerinden yönetimcidir. (ademi merkeziyetçi) Monarşinin geleneksel olması ve kalıt (miras) alması doğal siyasetin bir sonucudur. Gelenek iletme demektir, yani bir kalıtın iletilmesidir. Bu görüşten yola çıkarak Maurras toplumsal devinime karşı çıkar, herkesin baba mesleğinin kalıt olmasını önerir, çünkü toplumsal devingenlik verim kaybına yol açmaktadır. Maurros kesinlikle anti-parlamenterdir; eşitliğe, (eşitsizlik doğal ve iyidir) seçim ilkesine, (genel oy aslında tutucudur) bireyciliğe şiddetle karşı çıkar. Maurras demokrasi ile kapitalizm arasında bağlar bulunduğuna dikkati çeker, paranın egemenliğinden de nefret eder. Bu bakımdan O'nun gelenekçiliği anti-burjuvadır. Maurras merkezileşmenin demokrasinin bir sonucu olduğunu, çünkü ancak monarşinin yerinden yönetimci (ademi merkeziyetçi) olabilecek kadar güçlü olduğunu söyler. Maurras hem coğrafi, hem de mesleki yerinden yönetimin (ademi merkeziyetçi) yanındadır. Maurras'ın vardığı sonuç bütünsel ulusculuk, yani monarşinin gerekliliğidir. 4) ALMANYA: ULUSCULUKTAN PANGERMANİZME Alman ulusculuğu önce Fichte'nin "Alman Ulusuna Söylevler"inde, sonra List'in "Ulusal Ekonomi Politik Sistemi" kitabındaki ve Bismarck'ın yaptığı tarihi yazan Treitseheke'de ortaya çıkmıştır. Bir tarihçi olan Treitseheke'nin ulusculuğu totaliter değil romantiktir, dinsel mistiklikle yoğrulmuştur. Treitscheke Manchester Okulu'nun burjuva materyalizmine doğal yasa kuramcılarına karşıdır. Alman ulusunu yüceltir; devlet her şeyden önce iktidar ve güç demektir ve devletin temelleri aristokrasiyle köylülüktür. Alman ulusculuğu aynı zamanda hem dogmatik, hem de popülerdir. Bazı inançlar üzerine kurulmuştur, bu inançla devlet adamlarının eylemlerine yön verirler. Bu inançları şöyle sıralayabiliriz: - Metafizik üstünlük: Almanya'nın ancak O'nun gerçekleştirebileceği spiritual bir görevi olduğu düşüncesi. (örneğin: Hristiyanlığı gerçekleştirmek) - Prusya ve Almanya geleneklerini birleştiren bir tarihsel kalıt: Prusya'nın askeri büyüklüğü, kutsal imparatorluğun saygınlığı... - Biyolojik üstünlük: Alman ulusunun daha üstün bir ırktan geldiği düşüncesi. Bu durumda üstün bir ırk olan Almanların görevi dünya işlerini yönetmek, vahşi ve barbar halkları uygarlaştırmaktır. - Tarihsel-Coğrafi belirlenimcilik (determinizm) : Ratzel, Almanya'nın güçlü bir filoya gereksinimi olduğunu söyler, giderek Almanya'da bir jeopolitikçiler okulu oluşur. - Kaçınılmaz ve iyilikler getiren savaşın yüceltilmesi. Treitseheke savaş idealizmi olmadan hiç bir gerçek siyasal ideal olası değildir der. II. Wilhelm Almanya'sında artık ulusculuk pangermanizm biçimini almıştı ve aslında pangermanizm ekonomik olarak sürekli büyüyen bir ülkenin (sözkonusu ülke Almanya) ekonomik gereksinimlerine yanıt vermektedir. (yayılmacılık) Fakat pangermanizmin ideolojik kökleri sanayi öncesi Almanya'daki ulusculuktur. 5) İNGİLTERE: TUTUCULUKTAN EMPERYALİZME Emperyalizm terimi modern anlamıyla 1880-1890 yıllarında ortaya çıkmıştır. İlk emperyalizm tanımı İngiltere'den gelir, bu tanıma göre emperyalizm imparatorluğun savunulmasıdır. Giderek emperyalizm terimi kötü bir anlam kazanacaktır: yayılma ve saldırı siyaseti. İngiliz liberalleri sömürgecilik konusunda uzun zaman müdahaleci olmayan bir siyaseti benimsemişlerdir. Bu müdahaleci olmayan tutum Disraeli tarafından eleştirilmiş ve imparatorluğu çözülmeye götüreceği ileri sürülmüştür. Disraeli'nin bu sömürgeci ve müdahaleci siyaseti Muhafazakar Parti'yi etkilemiştir ve sömürgecilik O'nun başlıca ideali haline gelmiştir. Disraeli İngiliz tutuculuğunda bir stil değişikliğine yol açmıştır. Disraeli orta sınıfa karşı çıkıp halkla aristokrasi arasında bir ittifakı önermiş, aydınları ve sanatcıları tutucu siyasetin yanına çekmeye çalışmış ve emperyalist büyümeyi savunmuştur. Fakat İngiliz tutuculuğundaki bu değişiklikleri yalnızca Disraeli'ye bağlamak yanlıştır. Bu değişmenin başka nedenleri de vardır: - İngiliz romantizminin etkisi: İngiliz romantizminin idealist ve mistik siyaset anlayışı (kilise toprak aristokrasisi ittifakının savunulması, devletin moral bir birlik olarak tanımlanması...) İngiliz tutuculuğuna damgasını vurmuştur. - Corlye'nın etkisi: Corlye göre evrensel tarih büyük adamların tarihidir. - İngiltere'nin dinsel evrimi: Katolikliğin yeniden doğuşuyla (rönesans) otorite anlayışı yayılmıştır: boyun eğme erdemdir. Hiyerarşiye saygı duyulmalıdır. 6) EMPERYALİZMİN YARGILANMASI I. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra İngiliz ve Fransız yazarlar savaşın sorumluluğunu ya Alman militanizminin, ya Anglo-Sakson emperyalizminin ya da Fransız ulusculuğunun sırtına yüklemek istediler. Lenin ise şu veya bu emperyalizmi değil de bir bütün olarak emperyalizmi suçluyordu: kapitalizmin çelişmeleri emperyalizme götürür, emperyalizm de savaşa. Lenin emperyalizm kuramını yaratırken Habson ve Hilferding'den yararlanmıştı. Habson'a göre emperyalizm, iç pazarın ememediği mataları ve sermayeleri yabancı ülkelere satmak veya yatırmak için büyük sanayicilerin gösterdiği uğraştı; savaşların başlıca sorumlusu finans-kapitaldi ve savaşın önüne geçmenin en iyi yolu satın alma gücünü bölüştürmek, ülke içinde yatırım olanaklarını arttırmak, şimdiki finans oligarşilerinin yerine ulusal demokratik bir hükümeti geçirmekti. Lenin, Habson'un görüşlerini yeniden ele alacak ve sistemleştirecektir. SOSYALİZM VE DEVRİMCİ EYLEMLER (1870-1914) 1870-1914 dönemi sosyalizm açısından iki önemli gelişmeye sahne olmuştur: birincisi artık klüpler ve falansterler ideolojisi olmaktan çıkmış ve yığınlara yayılmış, büyük sosyalist partiler kurulmuştur; ikincisi bu dönemde kuramsal planda önemli ilerlemeler kaydedilmemiş, daha çok somut pratikten edinilen deneyimlerin değerlendirilmesi ön plana çıkmıştır. Bu dönemde sosyalizm üzerine düşünceler iki ana tema çevresinde dönmektedir: kapitalizm evrimi, devletin ve siyasal eylemin proleteryanın durumunun değişmesindeki rolü. a) Kapitalizm Kendiliğinden Çökmüyor: Hemen hemen tüm sosyalistler yakın bir zamanda toplumsal bir devrimin kapitalizmi çökerteceğini öngörmüşlerdir. Oysa bu dönemde çeşitli yönetimler devriliyor, fakat kapitalizm yerinde duruyor, ekonomik bunalımları aşıyor ve giderek daha güçleniyordu. Bu gelişme ütopyacı sosyalizmin getirebileceği hiçbir yanıt yoktu. Marx'ın en sanayileşmiş ülkelerde kapitalizmin çöküşe doğru gittiği öngörüşü de bu gelişmeyle biraz çelişmekteydi. Bu durum karşısında iki tavır ortaya çıktı. Ekonomist bir görüşü benimseyenler (örneğin Dühning) ekonomik ve toplumsal etkenlerin kapitalizmin ortadan kalkmasına kendiliğinden yol açacağını savundular ve "revizyonizm"in ilk temellerini attılar. Bazıları ise ekonomik ve toplumsal etkenlerin siyasal eylem tarafından desteklenmesinin gerekli olduğunu ileri sürdüler. Fakat bu ikinci görüş içinde de farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır: bir kısmı işçi sınıfı için ekonomik ve toplumsal avantajlar elde edilmesi için burjuva devletiyle işbirliği yapılmasını önerdiler; öteki bir kısmı yığınların yeterince bilinçlendiği gerçeğinden yola çıkarak yığınların kurtuluşunu şiddet kullanan, genel grev örgütleyen bir seçkine (elite) bel bağlıyorlardı; bazıları ise devrimci siyasal eylemden vazgeçip pratik sendikacılığı benimsiyorlardı ve bu amaçla işçi partileri kuruyorlar veya sendikaları sosyal-demokrasiye bağlıyorlardı. b) Devletlerin Gücü: Kapitalizmin büyümesine koşut olarak devletlerin gücü de artıyordu. Siyasal rejimler çökebiliyordu, fakat yönetsel ve polisiye bir aygıt olarak devlet güçlenmesini sürdürüyor, genel oy ve demokratik mekanizmalar devleti zayıflatmak şöyle dursun meşrulaştırıyorlardı. Gittikçe güçlenen bir devletle karşı karşıya bulunması falanster türünden düşleri tamamen yıkılıyordu ve marxistlerin önüne de bir çok sorun çıkartıyordu: ayaklanma başarıya ulaşabilir miydi? (eğer ayaklanmayla olacaksa) ayaklanmadan sonra kurulan isyancı hükümet ne ölçüde diktatörlük olmalıydı? (proleteryanın geçici diktatörlüğü) Anarşistlerin bu soruya yanıtları çok basitti: bomba ve yasa-dışılıkla her türlü otoriteyi yıkalım. Sosyalistler ve sendikacılar arasında ise farklı görüşler ortaya çıkacaktır. Ekonomik ve siyasal emperyalizmin savaşlara yol açması, yığınlar ve bu arada sosyal-demokrat partiler içinde ulusculuğun yaygınlık kazanmasına yol açmıştır. Fakat ödün vermeyen marxistler bu akımın dışında kalmış ve giderek sosyal-demokrasiden kopmuşlardır. PARİS KOMÜNÜ Çok kısa bir dönem kapsamasına karşın (18 Mart 1871-28 Mayıs 1871) Paris Komünü'nün siyasal düşünceler tarihi bakımından büyük önemi vardır çünkü birçok devrimci sosyalist düşünce akımı Paris Komünü'nde devrimci bir halk hükümetinin ilk tarihsel örneğini, ilk doğrudan (dolaysız) demokrasi ve yeni bir devlet biçimi örneğini görmüşlerdir, öte yandan Paris Komünü Fransa'da ve Avrupa'da Praudhon'un etkisinin azalmasına ve devrimci sendikacılık akımlarının gelişmesine yol açmıştır. KOMÜN İÇİNDEKİ SİYASAL EĞİLİMLER a) Yerinden Yönetimci (Ademi Merkeziyetçi) Cumhuriyetciler: Komün "yerel yönetim özgürlükleri istiyoruz" bağrışlarıyla kurulmuştu. Bu istemi Proudhoncu ögelerin etkisiyle açıklamak olası değildir; bu istem II. İmparatorluk döneminde Cumhuriyetçi Parti'nin belgisi olmuştu. Özellikle Paris'te cumhuriyetçi geniş bir kesim bu nedenle Komün'e olumlu yaklaşmışlardır. b) Büyük Devrim Tutkunları; Blankistler ve Jakobenler: Blankistler sayıca en kalabalık olmamakla birlikte eylemin en güçlü ve en tutarlı grubunu oluşturuyorlardı. Ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin gerçekleştirilmesinden çok, ayaklanma eylemi ve devrimci mücadele yöntemlerine güç tüketiyorlardı. Amaçları 1793 Paris Komünü'nün (Robespiyerciler tarafından yok edilen Komün) intikamını almak ve devrimci bir diktatörlük hükümeti oluşturmaktı. Bu izlence (program) yine Fransız Devrimi'nin büyük önderlerinin ve özellikle Robespiyer'in anısını yaşatmak isteyen Jakobenlerin grubunun izlencesiyle (programıyla) da uyuşuyordu. Bu grup en kalabalık fakat en az türdeş olan bir gruptu. Fakat Robespiyerist olan bu grubun Hebertist Blankistlerle de önemli çelişmeleri vardı. Her iki grup da Praudhonculardan ve enternasyonalist sosyalistlerden kuşku duyuyordu. c) Mütüalistler, Federalistler, Anarşistler ya da Azınlık: Komün'daki azınlık kanat mütüalistler, federalistler, kollektivistler, komünistler ve anarşistlerden oluşuyordu. Büyük çoğunluğu Proudhon'a hayrandılar. Birçoğu I. Enternasyonel'e üyeydiler ve Enternasyonel içindeki Marx-Bakunin çatışmasında Bakunin'in yanında yer alıyorlardı. Marx ve Engels'in Komün üzerindeki etkisi çok çok azdı. Grupların bir çoğu İngiltere sürgünü sırasında Marx'ı ve Marxizmi tanıyacaklardır. Bütün bu grupları birleştiren şey (Proudhon'dan başka) Komün'ün yalnızca siyasal eylemin radikalleşmesi olarak algılamayı red, diktatoryal bir azınlık tarafından yönetilen devrimci bir komünü reddir. KOMÜN SONRASI: AÇIKLAMALAR VE DÜŞÜNCELER a) A Posteriori Ütopya: Birçok düşünür ve tarihçi a pasteriori olarak Komün'ün anlamını ortaya koymaya ve Komünarların ne yapmak istedikleri, fakat zaman yetersizliği yüzünden yapamadıklarını saptamaya çalışmıştır. Bunlar arasında da iki akım vardır: Proudhon'a akım ve Bukunin'ci akım. Her ikisi de Komün'ü Fransa'daki bütün komünlerin kurtuluşuna yönelik bir devrim olarak görmektedirler ve komünü yeni bir toplumsal örgütlenmenin, geleneksel devleti ortadan kaldıracak örgütlenmenin çekirdeği olarak ele almaktadırlar. Proudhon'cular komünün devletin bazı özelliklerini taşıyabilecek yeni bir toplumsal örgütlenme odacığı (hücresi) olarak görürlerken, Bakununciler komünde devletin tamamen yıkılmasının belirtilerini görmektedirler. b) Komünün Etkisi: Komün marxizm, anarşizm, Fransız, İtalyan ve İspanyol sendikacılığı üzerinde çok etkili olmuştur. Marx komünden sonra bugünkü siyasal toplumu yıkacak olan mücadele biçimlerini ve proleterya ayaklanmasından sonra devletin yerini alacak toplumsal örgütlenme biçimini incelemiştir. Marx'ın uluslararası proleterya eyleminin merkezi olması gerektiği kanısı artmış, bu da I. Enternasyonal'in parçalanmasına yol açmıştır. Anarşizm ise komünü kendi tarihsel referansı olarak kullanılacaktır. XVIV. YÜZYIL SONUNDA ANARŞİZM XVIV. Yüzyıl'ın son otuz yılında anarşizm halk kesimleri ve bazı aydın çevreleri arasında önemli başarılar elde etti. (Fransa'da, İspanya'da, İtalya'da ve Rusya'da) Fakat anarşizmin birçok türü vardır. Stimer'in "tek ben"in yüceltilmesine dayanan, bencil yönetimli sözde anarşizmi vardır. Tolstoy'un moralizmini de belki anarşizm saymak olasıdır. Bir de anarşist öğretilere büyük zarar vermiş olan; cinayeti ve serbest cinsel birleşmeyi öven liberter bir anarşizm vardı. Çarlık Rusya'sını uzun dönem sarsan nihilist ve terörist bir anarşizm de söz konusudur. Bizi burada en çok ilgilendiren pozitif anarşinin kuramcıları Bakunin (1814-1876) ve Kropatkin (1842-1921) olacaktır. a) Felsefe, Siyaset ve Ekonomi: Bakunin, Kropatkin'de olduğu gibi anarşizm hem bir doğa ve insan felsefesi, hem de insan yaşamının bütünsel bilimidir. Kropatkin evrenin sürekli ve özgür bir evrim içinde olan bir maddedir der. Dolayısıyla dünyaların anarşisi vardır, evrenin anarşisi şeylerin yasasıdır. Fakat bu yasa şeylere zorla kabul ettirilmiş değildir, onların kendisi varlığının ta kendisidir. Bu madde böyle akıllı bir evrim yasasını izlediğine göre, maddenin bütün tarihi insanın hayvanlığının insanlığı tarafından yadsınmasıdır, insan ancak bu isyan yasasına uyarak kendi doğasına uygun kalır ve bilime saygılı olur. Bu felsefeden bazı çıkarsamalar yapmışlardır: - Tanrının varlığını göstermeye bile gerek yoktur, çünkü insan hiçbir bağımlılığı kabul edemeyeceğinden buna karşı da isyan etmelidir. - İnsan iyi, akıllı ve özgür olduğuna göre her türlü devlet kötü ve gereksizdir; her türlü otorite, isterse genel oy sonucunda gelsin, egemen ve sömürücü bir azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliği durumuna gelir. - Ekonomik planda ise anarşistler mülkiyete (iyeliğe) sürekli olarak karşı çıkmışlardır, çünkü mülkiyet (iyelik) eşitsizlik yaratmaktadır ve dolayısıyla bir otorite yaratmaktadır. Ekonominin global ve otoriter bir biçimde örgütlenmesine daima karşı çıkmışlardır, çünkü yaşam eylemdir ve isyan insanın yasasıdır. Böylece anarşistlerin Tanrı, devlet ve mülkiyete (iyeliğe) kesinlikle karşı oldukları görülmektedir. b) Her Türlü Otoriteye Karşı Oluş: Anarşistlere göre devletten yararlanılabileceği ve kötülüğü sınırlayan bir iktidar örgütü biçiminin bulunabileceği bir düşten başka bir şey değildir. Bunu kabul etmek iktidarın insanın kötü doğasını sınırlayabileceğini düşünmektedir, oysa insanın doğası kötü değildir. Demokrasi ise kendiliğinden ve anarşik özgürlüğü içinde gerçek yığının değil, yöneticilerin ve temsilçilerin demokrasisidir, yani iktidarıdır. Doğrudan (dolaysız) demokrasi de bir yalandan başka bir şey değildir, çünkü siyasal yeteneği olmadığı sürece yığın kaçınılmaz olarak kendisini yöneten bir hükümet oluşturur. Anarşistler aynı şiddetle devrimci hükümetlere de karşı çıkarlar, geçici devlet kuramı insanlığın kötü olduğu ve ancak otorite yoluyla kurtulacağı yalanına dayanır. Aynı şüphecilikle anarşistler bütün siyasal partileri de mahkum ederler, çünkü bunlar şeflik işlerini kendi içlerinde yaratırlar. c) Bireyciliğe Karşı Çıkış: Otoriteyi reddetmesine karşın gerçek anarşizm bireyci değildir. Aksine anarşistler seçkine, (elite) kahraman-bireye karşı, içgüdüsel ve canlı kendiliğindenliği içinde mücadele eden halk yığınını yüceltirler. Büyük anarşistlere göre şiddet iki nedenden dolayı zorunludur: birincisi şiddet doğa ve yaşamın özgürlüğünün görünümlerinden birisidir; ikincisi şiddet yığınların eylem biçimidir. d) Toplumsal Devrim: Bu konuda anarşistlerin özgün bir görüşü yoktur. I. Enternasyonal'in "emekçilerin ekonomik kurtuluşu emekçilerin kendi eseri olmalıdır" belgisini benimserler. Anarşizm özünde Paris Komünü yenilgisinin veya Rusya'da ağır baskının yarattığı umutsuzluk ortamında yığınların şiddetli bir tepkisidir denilebilir. APOLİTİK SENDİKALİZM Burada sendikacılığı değil gerçek bir öğreti olan sendikalizmi inceliyeceğiz. Sendikalizm sendikayı yalnızca varolan düzene karşı işçi sınıfının bir savunma aracı olmaktan çıkaran, onu devletin yerini alacak toplumsal örgütlenme biçimi olarak gören bir ideolojidir. İdeoloji olarak sendikalizm daha çok Fransa, Belçika, İtalya ve İspanya'da etkili olmuş, öteki ülkelerdeki etkisi güdük (marjinal) kalmıştır. (İngiltere, Almanya, İskandinav Ülkeleri ve Rusya'da) Sendikalizm bu ülkelerde etkili olmasının nedeni açıklanabilir. Bu ülkelerde sendikalar zayıftır ve yüksek kültürlü işçilerce yönetilmektedirler, öte yandan liberal burjuva demokrasisi bu ülkelerde sağlamca yerleşmiştir ve işçi yığınlarının siyasal bakımdan etkili olmasını engellemektedir. a) Eğilimler: Apolitik sendikalizm akımı içinde çok sayıda eğilim olmuştur, yanlızca Fransa'da şu eğilimler saptanabilir: - Blankist ve anarşist eğilim; - Reformcu eğilim; - Anarko-sendikalist eğilim ki anarşist öğretilerin yapıcı ögelerini alır ve sendikal eylem de bunları gerçekleştirmeye çalışır. Fransız sendikal eylemi içinde bu eğilim egemendir; - Anarko-sendikalizme çok yakın ve biraz daha fazla siyasal olan, devlet aygıtına karşı şiddetli bir ayaklanmayı reddetmeyen devrimci sendikalizm eğilimi. b) Labriola ve Sorel: Apolitik sendikalizmin işçi pratikçileri arasından büyük kuramcıları olmuştur: Pelloutier, Griffuelhes, Tortellier ve Merrheim... gibi. Bu akıma büyük yakınlık (sempati) duyan ve I. Dünya Savaşı öncesi sendikacılığını önemli ölçüde etkileyen iki önemli filozof da vardır: Labriola ve Sorel. Bunlar özellikle İtalya'da etkili olmuşlardır. Bir marxist olan Labriola (1843-1904) marxizmin yığınların içgüdüsüne uygun düşmediğini, yığınların tarihsel deneyimlerini ve eğitimlerini kendi kendilerine edinebileceklerini, bunun içinde en kolaylıkla kavrayabilecekleri sendikalar içinde örgütleneceklerini söyler. Georges Sorel (1847-1922) her türlü eytişimsel belirlenimciliği (diyalektik determinizmi) reddeder ve devrimin ancak yığınların bilinçli kesiminin istençsel ve şiddetli müdahelesi tarafından gerçekleştirilebileceğini ileri sürer. Yaklaşan devrimin bir öncünün genel grevi başlatmasıyla gerçekleşebileceğini savunur. Bu öncü de, bilinçli, moral ve şiddetçi bir seçkin (elit) oluşturan sendikacılardır. Sorel aydınlara düşman bir uvriyerist akımın doğmasında başlıca rolü oynamıştır. c) Siyasal Eylem Karşısında Özerklik: Sendikalizmin ana kurallarından biri de sendikal eylemin siyasal eylem karşısında özerk olmasıdır. Fransa'da CTG Sendikası'nın o dönemki tüzüğünde sendikanın içinde dışarıdaki siyasal düşüncelerin getirilmemesi ve sendikanın siyasal partilerden bağımsız olması savunulmaktadır. d) Doğrudan (Dolaysız) Eylem: Sendikalara düşen yalnızca ve yalnızca doğrudan (dolaysız) eylemdi. Doğrudan (dolaysız) eylemde işçi kendi mücadelesini kendisi yaratmakta, kendisi yönetmekte, kurtuluşunu dışarıdan başka birine bırakmamaktadır, bu nedenle en ciddi eylem biçimidir. Bu doğrudan (dolaysız) eylemin yolları çeşitlidir: mesleksel istemler, toplu pazarlıklar, yardımlaşma sandıkları, işçilerin halk ekinine (kültürüne) sahip çıkması ve tüketim kooperatifleri... gibi. Doğrudan (dolaysız) eylem ilke olarak şiddetli değildir, fakat koşullara göre şiddetli de olabilir: grev kırıcılara karşı grev gözcüleri, işgaller... gibi. e) Genel Grev: En üst eylem biçimi genel grevdir. Ancak genel grev veya devrim işçilerin kurtuluşunu sağlayabilirdi. Aslında sendikalistler genel grevle devrimi aynı şey sayıyorlardı. Genel grev devrimin aldığı biçimdir. f) Amaçlar: Amaç devrimdi, fakat söz konusu olan toplumsal bir devrimdi, siyasal bir devrim değil. Anti-parlementarist sendikalistlerin en kararlıları bir toplumsal organizma olarak devleti tamamen ortadan kaldırmayı onun yerine şeylerin yönetimini yani sendikaları, federasyonları, üretimi, bölüşümü... gibi geçirmek istiyorlardı. Fakat Fransa'da 1911'den başlayarak sendikalar, sendikal kitleden kopuk bürokratik bir aygıt durumuna gelip devletle bütünleştiği için bu akım azınlıkta kalmıştı, toplumsal devrim ve genel grev düşünceleri unutulmuştu. Devrim amacının yerini barışcı enternasyonalizm amacı almıştı, böylece yükselen savaş tehlikesinin önüne geçilmek isteniyordu fakat giderek ulusculuk akımı güçlenecek ve savaş döneminde egemen olacaktır. Anarko veya devrimci sendikalizm artık ölmüştü. Yalnızca İspanya'da yaşamını bir ölçüde sürdürecekti. SOSYALİZM VE MARXİZM 1870'den sonra, sosyalizm içinde tek tutarlı ideolojik akım olarak marxizm kalmıştır. Yalnızca İsviçre Jura'sında ve İspanya'da anarşizm ana akım olarak kalmış İngiltere'de ise herhangi bir sosyalist ideoloji etkin olamamıştır. 1917'ye kadar marxizm bütün kıta sosyalist partilerinin ve II. Enternasyonal'in resmi iseolojisidir. Bununla birlikte 1870-1914 arasında marxizm bir çok tartışmaya yol açacak, kendisine katkılarda bulunulacak, revize edilecek veya tamamen bırakılacaktır. GENELDE MARXİZMİN YORUMLANMASI a) Kapitalizmin Evrimi ve Sınıf Mücadeleesi: - Bernstein'in Revizyonizmi: Bir Alman marxisti olan Edward Bernstein (1850-1923) tarihsel materyalizmin önemini sınırlıyor, marxist yansıma olarak düşünceler kuramını eleştiriyor, düşünceler de tarih üzerinde etkili olduğunu belirtiyorve sosyalizmin sınıf mücadelesini tarihin tek itici gücü olarak kabul etmeyip düşünceleri de dikkate alması gerektiğini savunuyordu. Yine Bernstein; Saint-Simon'dan esinlenerek kapitalist toplum içinde sosyalizmin tohumlarının atılabileceğini ileri sürüyordu. Bernstein'e göre hisseli işletmelerin gelişmesi sonucunda küçük burjuvazinin mülksüzleşmesi (iyeliksizleşmesi) gerçekleşmemiş, Marx'ın bu yöndeki öngörüsü doğru çıkmamıştır. Yine Marx giderek sanayi kapitalizminin gelişip egemen duruma geçeceğini söylüyordu oysa modern kapitalizm bir bankacı kapitalizmdir. Bernstein Marx'ın birikim ve yoğunlaşma yasasının tarımda da geçerli olduğu görüşünün yanlış olduğunu, küçük mülkiyetin (iyeliğin) ortadan kalkmadığını söylemektedir. Ortadoxluğun Yanıtı; Kautski: Marxizmin en önemli kuramcılarından biri olan Karl Kautski (1854-1938) Bernstein'in tezlerini çürütmeye ve Marxist kuramı geliştirmeye çalışmıştır. Kautsky sayılamalara (istatistiklere) dayanarak Marxizmin gerçerliliğini koruduğunu kanıtlamaya çalışıyordu: mutlak yoksullaşma yoksa da göreli yoksullaşmanın egemenliğini sürdürdüğünü, tarımda küçük mülkiyetin (iyeliğin) tüzel olarak (hukuken) ortadan kalkmasa da giderek sanayi anamalına (sermayasine) bağlandığını ileri sürüyordu. Vardığı sonuç ise kapitalizmin kendi çelişkilerinin onu çöküşe doğru götürdüğü, proleteryanın reformcu siyasal eyleminin ise yararlı ve gerekli bir yardımcı olduğuydu. b) Eytişimsel Belirlenimcilik mi? (Diyalektik Determinizm mi?) Tarihin Kendiliğindenliği mi ya da Süre ve Zaman Sorunu: Bernstein-Kautski tartışmasının gerisinde büyük bir felsefi sorun yatıyordu. Eytişim: (Diyalektik) Bernstein eytişimin (diyalektiğin) marxist öğretinin kötü yanı olduğunu, şeylerin doğru bir biçimde gözlemlenmesini engellediğini söylüyordu. Bernstein'e göre bir nedenin kendi eytişimsel (diyalektik) karşıtı bir sonuca yol açacağı kesin değildir. Umulmayan bir şey olabilir, insan istençi ve ahlaksal gereklilikler tarihin akışını değiştirebilir. Nitekim kapitalizm proleteryanın durumunun kötüleşmesine değil iyileşmesine yol açmıştır, devrime gerek kalmamıştır. XIX. Yüzyıl'ın sonlarına doğru Max Adler ve Otto Bru gibi bazı Avusturya'lı marxistler Bernstein'in tezlerini kabul etmişlerdir. Fakat Alman marxistlerinin büyük çoğunluğu Ortadox bir marxizmi savunmayı sürdürmüşlerdir. Devrim: Tarihin kendiliğindenliği üzerine bu tartışmanın ardında iseçok somut bir sorun yatıyordu: devrim ne zaman gerçekleşecektir? Devrim neydi? Bu sorun şöyle formüle edilebilir: - devrimden ne anlıyoruz? - devrim hangi koşullarda ve hangi yerlerde gerçekleşebilir? Birinci soruya verilen yanıt genellikle şuydu: devrim ancak kapitalizmin ve üçretli işçiliğin ortadan kaldırılmasıyla olur, fakat her reformcu aşama bu yolda ileri atılmış bir adımdır. İkinci soru ise Rus Devrimi'yle sıkı sıkıya ilişkilidir. Rus Devrimi: Marxizmin hemen hemen tüm temsilcileri devrimin, kapitalizmin en çok geliştiği ve güçlü bir işçi sınıfının devrimci rolünün bilinçine vardığı ülkede gerçekleşeceğini söylüyorlardı. Buradan yola çıkarak prekapitalist ülkelerde sanayileşmeyi ve kapitalist kurumları getirecek olan 1789 Devrimi'ne benzer bir burjuva liberal devrimin yapılması gerektiğini, tarımsal nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerdeyse ancak köylüler proleterleştikten sonra sosyalist devrimin olabileceğini ileri sürüyorlardı. Bu görüşler Kautski'nindi ve Rus marxistlerinin bazılarınca (Plehenov, Mortov, Zasuliç) kabul ediliyor; Lenin,Troçki ve Rosa Luxemburg gibi marxistler tarafındansa reddediliyorlardı. Rosa Luxemburg ve Troçki sosyalist devrimin ekonomik bakımdan geri ve liberal olmayan ülkelerde de gerçekleşebileceğini belirtiyorlardı. 1905 Devrimi'ne katılan Troçki sanayi proleteryasının böyle bir ülkede sosyalist devrimi yapmayı başaracağını söylüyordu, Troçki'ye göre köylülük devrimci girişimden (insiyatiften) yoksun bir sınıftı ve devrimde köylülüğe güvenilmezdi. Proleterya tek başına iktidar olabilirdi fakat devrimden ve proleteryanın iktidarı almasından sonra köylülüğün ve başka çevrelerin, yabancı devletlerin direnişiyle karşılaşılabilirdi. Bu güçlüklere karşı uluslararası proleterya ayaklanma eylemleriyle yanıt vermeliydi. Bu sürekli devrim teziydi. Lenin (1870-1924) Rusya'da sosyalist devrim aşamasının olası olduğuna inanıyordu, fakat Troçki'nin aksine proleteryanın başlattığı ayaklanmanın burjuva demokrasisine yol açabileceğini, ancak burjuvazinin ilerici kesimiyle bir ittifak döneminden sonra sosyalist aşamaya geçmek için koşulların olgunlaşabileceğini belirtiyordu. Bu koşullar şunlardır: İlk önce Batı'daki devrimci eylemlerin aktif dayanışmasının sağlanması, Rusya'da proleteryayla köylülerin ittifakının sağlanması. Lenin köylülüğün devrimci bir misyon sahibi olmadığı kanısındadır, (Noradiklerin aksine) fakat ilk aşama devrimci-demokratik bir proleter-köylü diktatörlüğünün gerçekleştirilmesinde köylülüğün katkısını sağlamak amacındadır; ikinci bir aşamada proleterya yalnızca yoksul köylülerle ittifak yapılmalıdır. Sonuç olarak marxizmin yorumlanmasından üç akım türediği söylenebilir: - donuklaşmış ve doğmatik, ekonomize ve bekleyiciliğe varan bir akım; - felsefi ve ekonomik planda marxizmi revize eden, siyasal eylem planında tamamen liberal ve reformcu önerilere varan bir akım; - son olarak daha radikal, marxizmin öğretilerine bağlı, onu gerçekleştirmeye çalışan ve bu arada goşizme de kayan bir akım. c) Marxizmin Sınırında: Jaures'de Demokrasi ve Sosyalizm: 1890-1900 yıllarında marxizmin saygınlığı o kadar yüksektir ki hemen hemen tüm Avrupa'lı sosyalistler marxist olduklarını ileri sürerler. Aslında bunların önemli bir kısmı çok yüzeysel bir marxizmle Marx'ın kesinlikle karşı çıktığı demokratik bir idealizmi birleştirirler. Marxizmin sınırında yer alan bu sosyalistlerin en ünlüsü Fransız Jean Jaures'dir. Jaures'in (1859-1914) sosyalizmi her şeyden önce sosyalist bir demokratizmdir. Jaures kollektivizme aykırı gibi görür. Jaures'e göre birey her şeyin üstündedir ve sosyalizm mantıksal, bütünsel bir bireyciliktir. Jaures'in sosyalizmi büyük ölçüde 1789 Fransız Devrimi'nden etkilenmiştir. Jaures'un sosyalizmi bir uzlaşma sosyalizmidir: sosyalizmle özgürlüğü, yurtseverlikle barışçılığı uzlaştırmaya çalışır. Bu görüşlerini sergiledikten sonra Jaures'in marxist olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. DEVRİMİN VE SOSYALİZMİN YOLLARI VE ARAÇLARI a) Yasal ve Parlementer Siyasal Eylem: Alman Sosyalistlerin Legalizmi: Marx ve Engels sosyalistlerin legal yollardan illegal yollara oranla daha çok güçleneceklerini belirtmişlerdir. Bu görüşü kesinlikle benimseyen Alman sosyal-demokratları gitgide daha legalist bir görünüme bürünüyorlardı. Alman sosyal-demokrasisi hızla büyümekteydi ve hedefe varabilmek için orta sınıflar, aydınlar, köylüler arasından yeni seçmenlerin güvenini kazanmak gerekmekteydi ve bu kesimler arasında varolan rejime saygı düşüncesi egemendi. Bu nedenle Alman sosyal-demokrasisinin şiddetli bir devrime yönelmesi düşünülemezdi. Sosyalist Bakanlar Sorunu: Parlementer bir rejimde legal yolların benimsenmesi sosyalistlerin önüne iki önemli sorunu getirmekteydi: burjuva partileriyle taktik seçim ittifakları ve sosyalistlerin burjuva hükümetlere katılması. Bu sorun en çok Fransa'da tartışmaya yol açmıştır. Fransa'da sosyalist Millerand'ın Waldeck-Rousseau kabinesine katılması Guesdistlerin (Jules Guesde) protestosuna yol açtı. Guesdistler II. Enternasyonel'de burjuva hükümetlerine katılmanın mahkum edilmesini istediler. Nitekim daha ılımlı bir biçimde bu katılma mahkum edildi. b) Devrimci Bir Araç Olarak Parti: Parti konusunda iki sorun tartışmalara yol açmıştır: - Sosyalist partiyle sendikaların ilişkileri; - Sosyalist partiler geniş bir seçim çalışması için bütün sosyalist kanatlarını mı kapsamalı, yoksa yalnızca marxistleri mi kapsamalıdırlar: sayıca az disiplinli bir güç mü olmalıdırlar. Almanya'da Sendikalara Egemen Olan Büyük Bir Marxist Parti: Almanlar parti sorununda bu formülü öneriyorlardı, fakat 1900'den başlayarak Alman partisindeki görünürdeki ideolojik birlik yerini ayrıcalıklara bıraktı. (Bernstein, Kautski ve Biebknecht aynı parti içinde bulunuyorlardı) Parti saflarını çok sayıda militanla genişletmeye çalıştı. Almanya'daki başlıca sendikal örgüt Sosyal-Demokrat Parti'nin denetimi altındaydı. Fransa'da Uzlaşmacı Bir Parti (SFİO): SFİO başından başlayarak sendikal eylemin her türlü siyasal örgütten bağımsızlığını savunmuştur. 1905'de birçok eğilimin katılmasıyla kurulan bu parti hiçbir ideolojik birliğe sahip olmamıştır. Lenin'in Bolşevik Fraksiyonu: Rusya'da Sosyal-Demokrat Parti 1898'de kurulmuştur fakat hiçbir etkisi olmamıştır. 1900'lerde ana Rus devrimci grubu sürgünde bulunmaktaydı. (Plehanov, Martov, Zasuliç ve Lenin...gibi) Lenin bu gruba dayanarak Sosyal-Demokrat Parti'yi yeniden kurdu. Fakat 1903 Londra Kongresi'nde Lenin ile Martov ve ötekileri arasında izlence, (program) parti örgütü ve stratejisi konusunda ayrılıklar doğdu, Lenin'in fraksiyonuna Bolşevik, öteki fraksiyona ise Menşevik adı verildi. Menşevik fraksiyon liberal bir burjuva devriminin gerçekleşmesini zorunlu saydığından partiye, liberal partileri geçici olarak destekleme işlevini veriyordu. Bunun için de Sosyalist Parti'nin geniş, yaygın bir sempatizan çevresi olan, içinde çeşitli eğilimler bulunan ve kanat kurma özgürlüğü olan ılımlı bir parti olmalıydı. Parti Devrimci Seçkindir (elittir): Lenin ise her türlü duruma uyabilecek, sürekli bir devrimci araç olabilecek bir parti kurmak istiyordu. Bunun için parti üyelerinin sayıca fazla olması önemli değildi, profesyonel devrimcilerden oluşan sağlam bir parti gerekliydi. Bu parti disiplinli ve merkezi olmalı, saflarından hainleri ve demagogları dışlayabilmeliydi. Öte yandan Lenin kitlelerin kendiliğinden eylemine önem veren, fazla disipline karşı çıkan Bogdanov, Lunaçarski, Luxemburg gibilerine de karşıydı. Lenin'in profesyonel devrimcisi sınıfsal kökeni önemli olmayan, gizli çalışmaya alışık, kuramsal bilgi düzeyi yüksek ve bunu pratikle birleştirebilen, dışarıdan işçi eylemlerine müdahale eden kişidir. Lenin uvriyerizmi ve parlementerizmi mahkum eder. Sınıf bilinçinin kendiliğinden doğamayacağını, dışarıdan parti tarafından aşılanacağını söyler. SAVAŞ VE BARIŞ KARŞISINDA SOSYALİZMİN BİRLİĞİ a) Sosyalist Partilerin Ulusallaşması: II. Enternasyonal: 1891 yılında Alman sosyal-demokrasisi ve marxist kanatın egemenliği altında kurulan II. Enternasyonal ilk görev olarak örgütler arasındaki uluslararası dayanışma ruhunu güçlendirmeyi benimsemişti. Çeşitli sosyalist partilerin önüne çıkan sorunlar veya ortak sorunları inceleyen birkaç kongre toplamıştı. Sosyalizm ve Ulusculuk: Enternasyonalin resmi öğretisi proleter enternasyonalizmi, yok edeceği düşman ise militarizmle birleşmiş emperyalist kapitalizmdi. Aslında çeşitli ulusal partilerde farklı eğilimler görülebilmekteydi. Demokrasi ve sosyalizmin gelişmesinin barışçılığında, gelişmesine yol açacağı kabul edilmesine karşın, (kuramda) pratikte bunun aksi görülüyordu. İngiltere'de liberaller tutuculardan daha emperyalisttiler. Avusturya'da sosyalist Karl Renner eritmeci ve katmacı (ilhakcı) bir pangermanizmin savunuculuğunu yapıyordu... gibi. Marxistlerin önemli bir kısmı ulusal soruna önem veriyorlardı. Rosa Luxemburg ise kapitalizmin gelişmesi sonucunda kaçınılmaz olarak savaşa gidileceğini, bunun sonucunda kapitalist devletlerin dağılacağını, marxistlerin ulusal savunmayla ilgilenmelerinin anlamsız, ulusal soruna önem vermelerinin ise yanlış olduğunu söylüyordu. Lenin ise ulusal soruna önem veriyor, ulusal istemlerin bazen devrimci, bazen karşı-devrimci bir içerik kazanabileceğini ileri sürüyordu. Ulusculuk sorunu yüzünden sosyal-demokratlar çeşitli kanatlara bölünmüşlerdi. b) Sosyalizm ve Savaş: 1907'den başlayarak II. Enternasyonal Avrupa üzerinde dolaşan savaş tehlikesine karşı sosyalist partilerin nasıl mücadele edeceği konusuna büyük önem verdi. Fransız Guesde ve Alman Bebel tarafından temsil edilen birinci kanat savaşa karşı mücadelenin emperyalizme karşı mücadeleyle birlikte ele alınması gerektiğini, bu konuya çok önem vermenin gereksiz olduğunu ve seferberliğe karşı genel grev belgisinin yanlış olduğunu savunuyordu. Egemen görüş buydu. İkinci kanat ise Jaures ve bazı İngiliz sosyalistleri tarafından temsil ediliyordu. Jaures'in Demokratik Barışcılığı: Jaures sosyalizmle cumhuriyetçi liberalizmi birleştirdiği gibi, yurtseverlikle enternasyonalizmin de uzlaşabilirliğini vurgular. Bunun anahtarı demokrasidir. Halkçı ve ulusal bir ordu yaratmak için bir ordunun demokratikleştirilmesi planını önerir, böyle bir ordu saldırgan olmayacaktır. Sosyalist Enternasyonalizmin Başarısızlığı: Alman ve Avusturya sosyal-demokratları Jaures'in barışçı tezlerinden oldukça uzaktaydılar. Savaşa karşı mücadele de genel grev araçına başvurulmasını kabul etmiyorlardı. Bazıları Alman işçi sınıfının savaş halinde tek bir insan gibi II. Wilhelm'i izleyeceğini öngörüyorlardı. Öte yandan bazı sosyalist parlamenterler aşırı düzeyde uluscuydular. Savaş başladığı zaman hiç bir ülkede genel grev olmadı. Kautski savaş zamanında herkesin uluscu olduğunu ve Enternasyonal'in barış zamanları için geçerli olduğunu söylüyordu. İNGİLİZ SOSYALİZMİ: FABİANLAR VE İŞÇİ PARTİSİ Yararcı Bir Sosyalizm: İlk Fabianlar İngiltere'de gerçek bir marxist eylem gelişmedi. 1884'de bir grup İngiliz aydını Fabian Derneği'ni kurdu. Bu derneğin en ünlü üyeleri Webb, Potter, Bernard Shaw ve H. F. Walls'di. Bir dostlar grubundan öteye gitmeyen bu dernek bir parti kurmak amacını gütmüyordu. Fakat bunların yaptıkları propaganda oldukça etkili oldu. İlk Fabian sosyalizminin marxizmle bir ilgisi yoktur. Daha çok XIX. Yüzyıl radikalizmi ve Benthamcı yararcılıkla ilişkilidir. Pragmatik olan Fabianlar İngiltere'de sosyalizme geçiş içinse yalnızca somut yollara önem veriyorlardı. Webb'ler "Sanayi Demokrasisi" adlı eserlerinde pratikte sendikaların ve kooperatiflerin amaçları ve sonuçları sosyalist olan kurumları ve mekanizmaları bulduklarını söylüyorlardı. Sosyalizm tanımları ise şöyleydi: daha çok avantaj, adalet ve mutluluk. Fakat bu yöntemler artık aşılmıştı, sendikalar çökmemek için ekonomik eylemle siyasal eylemi birleştirmeliydiler. Siyasal eylem bir siyasal parti kurmak demek değildi. Devlete ve sanayi demokrasisine yerini bırakmak için baskı yapmaktı. Evrim sonuçunda devletçi bir sosyalizme doğru ilerleniyordu. Bu devletçi sosyalizmin amacı ne olmalıydı: ortalama ulusal eğitim, sağlık, eğlence ve ücret. Tek kelimeyle: eşitlik, güvenlik ve devlet güvencesi. XX. YÜZYIL XX. Yüzyıl boyunca siyasal düşüncelerde önemli gelişmeler görüldü, birçok sözçük eski anlamlarını yitirdi, yeni ideolojiler doğdu, eskiden güçlü bazı ideolojilerin yalnızca adı kaldı. XX. Yüzyıl içinde en çok yayılan ve etkili olan siyasal öğreti marxizm-leninizm olmuştur. Bu yaygınlık ve etkinlik yalnızca dünyanın geniş bir kısmında komünist ülkelerin kurulmasıyla ilişkili değildir, komünizme en karşı ülkelerde dahi marxist-lenimist düşünce vardır. Faşizmin nasyonal-sosyalizmin utkusu (zaferi) ise demokrasinin bunalımını göstermektedir. 1945'de demokrasilerin utkusuna (zaferine) karşın faşizm ölmemiştir ve liberalizm aldığı tüm yeni adlara karşın (neo-liberalizm, yeni-gelenekçilik, yeni-ulusculuk ve neo-sosyalizm) kendini yenilemekte güçlük çekmektedir. Denilebilir ki XX. Yüzyıl'da yalnızca iki yeni ideoloji ortaya çıkmıştır: komünizm ve faşizm. XX. Yüzyıl'da siyasal düşünce artık Avrupa!yla sınırlı değildir. (daha önce öyleydi denilemez fakat Avrupa'nın kesin bir üstünlüğü vardı) Örneğin Çin komünizmi, Arap ulusculuğu... gibi. günümüz dünyasında siyasal düşüncenin evriminin kavranılması için çok önemlidir. XX. Yüzyıl, XIX. Yüzyıl'ın son yarısına egemen olmuş rasyonalizme karşı bir isyanla açılmıştır. Akıl, gelişme, bilim, düzen ve zeka erdemlerine olan güvenin yerini karanlık güçlerin yüceltilmesi, yaşam ve gizin ululaştırılması almıştır: Nietzsche'de yığınların değersiz (hakir) görülmesi ve üstün insan, Bergson'da yaşamsal atılım ve yaratıcı evrim, şiddete övgü, Freud'un psikanalizi... gibi. Böyle bir gelişmenin birçok nedeni vardır: tekniklerdeki devsel (muazzam) gelişmenin insana verdiği güçlülük duygusu, öte yandan insanın her şeyi öngörme ve örgütlemedeki güçsüzlüğü, geçiş halindeki bir dünyaya ait olma bilinçi, olayların resmi rasyonalizmin temsilçilerinin ileri sürdüğü gibi basit olmadığı düşüncesi, proleteryanın yükselişinin ne anlama geldiğinin az-çok anlaşılması, akademizm, toplumun bunalımı... Böylece teknikte, ekonomide, yazında, (edebiyatta) felsefede ve aynı zamanda siyasal düşünceler tarihinde bir devrim gerçekleşir. XX. YÜZYIL'DA MARXİZM-LENİNİZM (1917-1960) 1917 Devrimi'nden (Bolşevik Devrimi) başlayarak leninizmle de varsıllaşan marxizm artık Rusya'da somut bir uygulama alanı bulmuştur. Bu nedenle marxizm-leninizmin gelişmesiyle sosyalist ülkelerin gelişmesi, tarihi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır bu dönemde. GENEL OLARAK MARXİZM-LENİNİZMİN YORUMLANMASI a) Sosyalizmin Kuruluşunda İdeolojinin Rolü: Marxizmde ideoloji devrimci mücadelede zorunlu bir araçtır. Bunun özlü bir ifadesini Lenin'in şu tümcesinde görürüz: "Devrimci kuram olmadan devrimci eylem olmaz". Bu söz aynı zamanda genel olarak marxizmin ve özel olarak Lenin'in kitlelerin kendiliğinden eylemine karşı duyduğu şüpheyi de belirtir. Yine Lenin ideolojinin bir eylem kılavuzu olduğunu fakat bir dogma olmadığını belirtir. İdeoloji bütün dünya proleteryasının devrimci deneyimini toplar, özümser, daima pratiğe bağlıdır; ortaya çıkan yeni sorunlara yanıt verebilmesi gerekir. Lenin bir devrimcinin kendi felsefi veya bilimsel düşünce ve çalışmasını devrimci amacından kopartarak yapmasına karşı çıkar. Lenin'in istediği militan bir ideolojidir. Bu nedendendir ki bilimsel nesnellik, (objektiflik) rölativizm, yöntemsel şüphe laflarına kesinlikle karşı çıkar. Lenin'in kurama verdiği önem tüm sosyalist ülkelerde ideolojik formasyonun birinci derecede önem verilerek ele alınmasına yol açmıştır. Komünist dünyasındaki bütün büyük siyasal liderler aynı zamanda başlıca kuramcılardır. SSCB'nde Jdonov döneminde ideolojik yaklaşım, düşünce ve sanat üzerinde parti yetkililerinin denetimine yol açmıştır. b) Sosyalist Devlet ve Özgürlük: Devletin Yok Olması: Lenin 1917'den az önce "Devlet ve Devrim" adlı eserini yazar. Bu kitapta Lenin aynı Marx ve Engels gibi, devleti temel olarak bir baskı ve zorlama aracı olarak görür. Kapitalist devletten sosyalizme geçişin evrelerini belirlemeye çalışır. Proleter Devriminin Sonul Amacı: Komünist bir rejimle gerçek ve eksiksiz (tam) demokrasinin gerçekleştirilmesidir. İlk ivedi hedefi ise burjuva devletinin bütünüyle yok edilmesidir, yoksa azar azar dönüştürülmesi değil. Yeni siyasal örgütlenme ya da proleterya diktatörlüğü bir önceki devletten kesinlikle farklıdır, bu devlet bir önceki burjuva devleti gibi sınıf çatışmalarını bertaraf etmeye ve ayrıcalıkları sürdürmeye çalışmamaktadır, sonul amacı [komünizme] gidişi hızlandırmaktır. Proleterya diktatörlüğünün bağrında devleti belirleyen şiddet ve zor kalıntıları yavaş yavaş yok olmaya başlamışlar; o halde devletin yok olması bir süreçtir. Fakat bu yok oluş süreçinin ne kadar süreceği konusunda açık bir şey söylenmemektedir. Devlet Varlığını Sürdürüyor: 1917'den sonra Sovyetler Birliği'nde Sovyetler iktidarı giderek yerini parti ve halk komiserleri konseyine bırakmış, bürokratik ve yönetsel aygıt güçlenmiştir. Lenin yokolma prespektifini hiçbir zaman unutmayarak, bürokratik aygıtın güçlenmesini halk denetim organları kurarak dengelemeye çalışmıştır. Fakat Lenin proleteryanın mutlak diktatörlüğünün burjuva demokrasisine oranla daha az baskıcı olduğunu Kautski ile girdiği polemiğinde belirtir. Kautski ise sosyalizme geçişte tek yöntemin demokrasi olduğunu belirtir. Günümüzde sosyalist ülkelerde, devletin yok oluşu tezi unutulmuş; onun yerini sosyalist kampın kesin utkusuna (zaferine) kadar sosyalist devletin güçlendirilmesi tezi almıştır. Yugoslavya Örneği: Yugoslavya devletin yokoluşu konusunda özgün bir tez oluşturmaktadır. Yugoslav kuramcılarına göre sosyalizmin amacı üretim araçlarının toplumsal (devlet değil) mülkiyetini (özyönetim) ve insanın yaratıcı istençinin bütün siyasal tekellerden (bu arada devletten) kurtuluşu anlamında doğrudan (dolaysız) demokrasiyi gerçekleştirmektir. Dolayısıyla sosyalist demokrasi sürekli bir yerinden yönetim (ademi-merkezileşme) içinde bulunduğundan bir devlet biçimi değil, devletin yokoluş biçimidir. c) Sosyalizme Giden Yolların Çokluğu: Lenin ölümünden az önce Avrupa ülkelerinde sosyalist devrimin Sovyetler Birliği'ndekinden ayrı biçimler alabileceğini ve ayrı süreçleri izleyebileceğini belirtmişti. II. Dünya Savaşı'na kadar bu görüş pek dikkate alınmadı. Fakat savaştan sonra bu görüş önem kazanmıştır. Kurşçev, Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin (SBKP) XX. Kongresi'nde bazı kapitalist ülkelerde sosyalizme geçiş için devrimci savaşın gerekli olmayabileceğini, devrimci yığın eylemine dayanan sağlam bir parlemento çoğunluğu sayesinde köklü toplumsal dönüşümlerin yapılabileceğini söylemişti. d) Revizyonizm Üzerine Yeni Tartışmalar: SBKP XX. Kongresi'nde açılan destalinizasyon çığırı yalnızca kişiye tapıncın reddiyle kalmamış, komünist dünyada marxizm-leninizmin revizyonuyla ilgili geniş tartışmalara yol açmıştır. Tartışmaların başlıca noktaları şunlardır: 1) Çeşitli halk demokrasilerinin ve komünist partilerin SSCB ve SBKP'ne karşı bağımsızlığı; 2) Devlet ve kamu yaşamında parti egemenliğinin kaldırılması; 3) Ekinsel, (kültürel) dinsel ve ailesel yaşamda özgürlük; 4) Polis keyfiliğine karşı adli, kurumsal güvencelere sıkı sıkıya saygı gösterilmesi; 5) Katı ve bürokratik planlamanın eleştirisi, devlet aygıtının zayıflatılması, toprakların özel mülkiyete devredilmesi; 6) İşçi konseyleri aracılığıyla sanayi demokrasisi. Bu siyasal ve toplumsal istemlerin ötesinde daha geniş bir sorun, ahlaka geri dönüş sorunu da konulmuştur. e) Sürekli Devrim ve Gerçeğin Eytişimi (Diyalektiği): Marx ve Troçki'de görülen sürekli devrim tezi Mao-Tse-Tung'la birlikte yeni gelişmeler gösterecektir. Mao'ya göre sosyalist topluma geçiş devrimlerin sona erdiği anlamına gelmez. Gerçeğin eytişimi (diyalektiği) sosyalist devrim sonrasında da aynı şekilde işler ve bir kristalleşme olmaz. Devrimlerin sayısı belirsizdir, çünkü her devrimin ertesinde yeni devrimlere yol açabilecek yeni çelişkiler doğar. SOSYALİZMİN YOLLARI a) İktidarın Ele Geçirilmesi: Sovyet Devrimi'nin ertesinde ortaya çıkan yeni konularla kendimizi sınırlayacağız. Çin'de Devrimci Savaş: Proleteryaya dayanan kentsel ayaklanma girişimleri başarısızlığa uğrayınca genç bir komünist olan Mao-Tse-Tung, Çin toplumundaki en büyük devrimci güç yoksul köylülere dayanarak uzun süreli bir devrimci savaşa girişti. Çin deneyinin özgünlüğü şunlardan ileri gelmektedir: - Çin'in toprak genişliği ve merkezi hükümetin zayıflığından yararlanan Mao ve arkadaşları sürekli bir iç savaşı başlattılar ve bazı bölgeleri merkezi hükümetin denetiminden kopartarak üs bölgesi durumuna getirdiler. Bu iç savaşı halka dayanan bir ordunun düzenli savaşı ile gerilla savaşını birleştirerek yürüttüler. - Ordu bir köylü ordusu, üs bölgeleri tarımsal olduğu için devrimci savaşın gerçekleştirildiği dönüşümlerin başında feodal rejimi yıkan toprak reformu gelmektedir. - Bunun yanında okuma-yazma bilmezliğe karşı mücadele, kadının kurtuluşu... gibi. için de mücadele yürütülmektedir. Mao, Çin Devrimi'nin iktidarı ele geçirme stratejisini Çin'in özel koşullarının belirlediğini vurgular. Ülkenin yabancı emperyalistlerin yarı-sömürgesi olması devrimci savaşla ulusal savaşı sıkı sıkıya birleştirmektedir. Legal ve Parlamenter Yollar: SBKP XX. Kongresi'nden sonra, Batı demokrasilerinde sosyalist rejimin legal ve parlamenter yollarla kurulabileceği belirtilmeye başlandı. Fransa ve İtalya Komünist Partileri temel olarak böyle bir geçişi benimsemişlerdir. b) Çeşitli Toplumsal Sınıfların Devrimci Rolü: Marx'ın tek devrimci ajanın sanayi proleteryası olduğu tezi çağdaş marxizmde tartışmasız kabul edilmektedir. Fakat gerek Lenin, gerekse Mao yoksul köylülüğün devrimci rolünü vurgulayarak bu tezi tamamlamışlardır. Özellikle Çin ve Hindi-Çini deneyleri geri ülkelerde köylülerin önemli bir devrimci rol oynayabilecekleri düşüncesini yaygınlaştırmıştır. İtalyan marxisti Antonio Gramsci, (1891-1937) Güney'in yoksulluktan kurtulması ve İtalya'da kapitalist rejimin yıkılması için Güney İtalya köylüleri ile Kuzey İtalya'nın sanayi proleteryasının ittifakını önerir. c) Tek Ülkede Sosyalizm ve Sosyalist Kamp: Sürekli (Kesintisiz) Devrim: 1917'den önce hemen hemen tüm marxistler devrimin bütün dünyada birden gerçekleşeceği, bir ülkede patlak veren devrimin kaçınılmaz olarak öteki ülkelere yayılacağını düşünüyorlardı. Ve bu yayılma işinin göreli kısa bir zaman içinde sona ereceği kanısındaydılar. Bir ülkenin proleteryasnın başka proleteryaların ayaklanması tarafından desteklenmeden devrimi gerçekleştirebileceğini ve öteki proleteryalar yardım etmeden kendi devrimini tamamlayacağını düşünemiyorlardı. Bu Lenin'in kesintisiz (sürekli) devrim teziydi. Dünya Devrimi SSCB'de Başlıyor: 1921'e kadar Lenin; Almanya, Avusturya ve Macaristan'da proleter devriminin gerçekleşeceğini düşünüyor ve bu devrimlere yardımı temel alıyordu. Fakat Rus Devrimi'nin karşılaştığı güçlükler NEP siyaseti ile birlikte, Rusya'da devrimin sağlamlaştırılmasının temel alınmasına yol açtı. Giderek öteki ülkelerde devrimci durumun olgun olmadığı görülerek Rusya'da devlet aygıtının sağlamlaştırılması ve sosyalizmin inşasına ağırlık verilmeye başlandı. Stalin bu siyasetin başlıca savunucusuydu. Troçki ise bu siyasete karşı çıkıyor, tek ülkede sosyalizm deneyinin sosyalist ülkenin kuşatılmasına, bu kuşatmanın yarattığı güçlüklerin de bürokratik ve askeri devlet aygıtının yeniden kurulmasına yol açacağını, enternasyonalizmi terkeden SSCB'nin kaçınılmaz olarak askeri emperyalizme yöneleceğini ileri sürüyorlardı. Stalin ise karşı-tez olarak dünya devriminin tek olduğunu fakat bunun evrelerinin bulunduğunu, ilk evre olan SSCB'de sosyalizm sağlamlaştırılmadığı sürece öteki evrelere atlamanın olası olmadığını savunuyordu. d) Anti-faşist Cepheler: 1928-1935 arasında Komintern sosyal-demokrasiyi baş hedef, baş düşman olarak görüyordu. Bu taktik Almanya'da nazilerin güçlenmesine, sosyal-demokratların ve komünistlerin ise birlikte ağır yenilgiye uğramalarına yol açtı. Komintern'in VII. Kongresi'nde bu siyaset gözden geçirildi ve Dimitrov komünistlerin ana görevinin tek proleterya cephesi temelinde geniş bir anti-faşist halk cephesi yaratmak olduğunu açıkladı. Bu siyasetin en önemli sonucu Fransa'da komünistlerle sosyalistler arasında kurulan Halk Cephesi ve Halk Cephesi hükümeti deneyi oldu. LENİNİST OLMAYAN SOSYALİZM Bu grup altında bugün genellikle sosyal-demokrat adı verilen akımları topluyoruz. Bu akımların çoğunluğu (İngiliz sosyalizmi dışında) XVIV. Yüzyıl sosyalist eylemleri ve az-çok marxizmden kaynaklanmışlardır. Söz konusu sosyalizm akımı yalnızca Leninist olmakla kalmamaktadır, aynı zamanda marxizmden de oldukça uzaklaşmıştır. Marxizmden uzaklaşma II. Dünya Savaşı'ndan sonra ve özellikle Soğuk Savaş'la birlikte daha da hızlanmıştır. Böylece yeni bir sosyalist öğreti yaratma gereksinimi doğmuş ve çeşitli yenileştirme denemeleri yapılmıştır. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINA KADAR SOSYALİZM a) Bolşevizme ve Faşizme Karşı: Bolşevizme Karşı: 1937'ye kadar (1937 SSCB'deki büyük temizliklerin yılıdır) leninist olmayan sosyalistlerin bolşevizme ve III. Enternasyonal'e karşı tutumu karmaşık bir görünüm sergilemektedir. 1914-1918 yılları arasında bütün Avrupalı sosyalistlerin benimsediği kutsal birlik siyaseti II. Enternasyonal'in parçalanmasına, III. Enternasyonal'in II. Enternasyonal aleyhine büyümesine yol açmıştı. Birçok girişimden sonra II. Enternasyonal 1923'de ılımlı sağ ve reformcu kanatla (özellikle İngilizler) merkezci kanatın (Avusturyalılar ve Fransızlar) birleşmesi sonucunda yeniden kuruldu. II. Enternasyonal'de ideolojik tavırlar konusunda durum oldukça belirsizdi: - yeni Enternasyonal'de reformcuların güçlenmesine ve sosyalist partilerin siyasal pratikte gittikçe ılımlılaşmasına karşın, kuramsal planda her türlü revizyonizmi reddeden kesin bir marxist ortodoxluğa dönüş vardır. Gösterilen hedefler devrimci hedeflerdir, sınıf mücadelesinin burjuvaziye ve emperyalizme karşı daha güçlü bir biçimde yürütülmesi, toplumsal yurtseverliğin mahkum edilmesi savunulmaktadır. II. Enternasyonal kuramcıları kuramsal planda leninist kampla tam dayanışma içinde olduklarını belirtmektedirler. - bunu karşılık bolşevizmin yöntemlerine karşı eleştiriler sürekli yapılmaktadır ve bu eleştiriler gerek sağ gerek merkez sosyal-demokratlardan, gerekse ortodox marxistlerden gelmektedir. Bu eleştiriler üç noktada toplanmaktadır: Sovyet rejiminde, Sovyet partisi içinde ve III. Enternasyonal'de demokrasinin sürekli ihlali, halkların kendi kaderini belirleme hakkının kabul edilmemesi; uluslararası sosyalist eylemle bölücülük yapılması; emperyalist savaşların kaçınılmazlığını kabul ederek barışçılığın reddedilmesi. Bu ayrılık noktaları zamanla daha kesinleşmiş, komünist ve sosyalist partilerin yoğun bir polomiğe girmesine, sosyalistlerin komünistlerle seçim ittifakını reddetmesine yol açmıştır. - bununla birlikte İngiltere ve İskandinavya örnekleri dışında hemen hemen tüm sosyal-demokrat partiler komünist dünyayla bütün bağlarının kopmamasına dikkat göstermişlerdir. Faşizm Karşısında: İtalya'da Mussolini'nin iktidara ilerlemesi karşısında sosyalistlerle komünistler birleşmeyi başaramadılar. Mussolini'nin tuzağına düşen bazı sosyalistler Mussolini ile bir "pasifikasyon anlaşması" yaptılar. Fakat daha sonra Mussolini sosyalistlere de saldırdı. Bunun üzerine sosyalisler arasında yeni düşünceler doğmaya başladı. Rosselli faşizme karşı mücadelenin yalnızca proleteryanın işi olmadığını, diktatörlüğe karşı bütün demokratik ve ilerici akımların birliğini gerçekleştirmek gerektiğini, bu mücadelenin sonucunda sosyalizm değil yerel ve sanayi demokrasisine dayanan çok sektörlü bir ekonominin kurulması olacağını belirtiyordu. Nazizmin yükselişi sırasında Alman sosyalist eylemi çok zayıflamıştı. İç savaştan korkan Alman sosyalistleri nazilerin gündelik şiddet eylemleri karşısında kendi milislerini eyleme geçirmekten korkuyor, bir yığın eylemi olduğunu kabul etmedikleri nazizmin gelişmesinin Alman kapitalizmi tarafından önleneceğini sanıyorlardı. II. Enternasyonal'in faşizme karşı tepkisi de çok zayıf olmuştu. Bunlar faşizmi önemsemiyor, daha çok ABD kapitalizmine dikkat edilmesi gerektiğine işaret ediyorlardı. Sosyalistler, komünistlerin önerdiği faşizme karşı tek cepheyi reddediyor, kapitalizme, faşizme ve emperyalizme karşı aynı anda mücadeleyi savunuyorlardı. b) Savaş Karşısında: Habeşistan Savaşı'ndan sonra, faşizme karşı direnişin yalnızca iç güçlere dayanarak utkuya (zafere) ulaşamayacağı, demokrasilerin uluslararası eylem birliğinin gerçekleştirilmesi düşüncesi ağırlık kazandı. Bununla birlikte II. Enternasyonal'in mutlak barışcılığına bağlı kalan sosyalist partiler müdahale etmeme siyasetini benimseyecek, İspanya'da Franko'nun utkusuna, (zaferine) Çekoslavakya'nın işgaline göz yumacaklardır. Sosyalistler uluslararası silahsızlanmayı ve savaş kredilerinin reddini savunuyorlardı. Savaş karşısında genel greve ise, ancak uluslararası hakemlik girişimleri kesin başarısızlığa uğradığı zaman başvurulması öneriliyordu. Genellikle sosyalistler savaş karşısında hazırlıksız yakalanmışlardı. c) Sosyalistler ve İktidar Sorunu: 1914-1918 Savaşı'ndan hemen sonra, savaş döneminde burjuva hükümetleriyle işbirliği yapmalarından üzüntü duyan sosyalist partilerin çoğunluğu uzlaşmaz bir muhalefet yürütmeye başladılar ve ortodox marxizme döndüler. Fakat bu tutum uzun sürmedi. İktidarın alınması veya katılma sorunu sosyalistler arasında önemli tartışmalara yol açmıştır. İskandinav Ülkeleri ve İngiltere: Marxizmin en az etkisinde kalmış olan eylemler iktidar konusunda kısa zamanda pratik yollar bulmayı başardı. İskandinav ülkelerinin sosyalist partileri 1929-1935 yılları arasında küçük liberal gruplarla ittifak yaparak hükümetler kurdular. İngiltere'de İşçi Partisi hükümet olmayı başardı. Bu partiler öğretiye önem vermiyorlardı, sınıf mücadelesi önemli değildi, pratik bir yol bularak hükümete gelip proleteryanın yararına çalışmak daha anlamlıydı. Avusturya ve Fransa: Avusturyalı sosyalistler 1918'in hemen ortasında iktidara gelebilirlerdi fakat proleteryanın utkusu (zaferi) dünya proleteryasının sorunudur diyerek, iktidarı alıp ülkelerinde sosyalizmi gerçekleştirmek için pek çaba göstermediler. Tamamen belirlenimci (determinist) bir görüşü benimseyen Avusturya sosyalistleri sosyalist devrimin kapitalizmin bunalımı sonucunda zorunlu olarak doğacağını düşünüyorlardı. Bu büyük olayı beklerken, Viyana'yı yönetmekle yetiniyorlardı. Fakat Hitler onları da ezecekti. Fransız sosyalistleri ve özellikle Blum, sonul amaç olan devrimci iktidarın kurulmasının merkezi otoritenin hangi yolla olursa olsun ele geçirilmesiyle gerçekleşebileceğini söylüyorlardı. 1936'da Halk Cephesi döneminde iktidara gelince, bunun yalnızca bir aşama olduğunu belirttiler. Fakat 1933'den başlayarak Blum iktidarın ele geçirilmesi ile, iktidar olunması arasında bir ayırım yapıyordu; iktidarın ele geçirilmesi temel devrimci amaçtı, toplumsal dönüşüm ancak böyle sağlanabilirdi; iktidar olmak ise sosyalistlerin bazı olağanüstü nedenler yüzünden ve sınırlı amaçlarla kapitalizm ve onun Hegel düzeni çerçevesinde ülkenin yönetilmesidir. İktidar olmanın işlevi, kaçınılmaz olarak devrimle sonuçlanacak olan kapitalist evrimin hızını arttırmaktır. İlke Olarak Hükümet Olma Yanlıları: SFİO içinde Leon Blum'a karşı olan bir kesim, sosyalist partinin yeni bir sosyalizmi gerçekleştirmek üzere iktidara katılmasını savunuyorlardı. Fakat bunlar çok küçük bir azınlıktı. Belçika'da ise Belçika İşçi Partisi marxizmi reddederek, plan aracılığıyla ekonomik bunalımı altetmek ve savaş halinde Belçika'nın tarafsızlığını sağlamak üzere iktidara geldi. Bu yeni eğilimin liderleri P. H. Spaak ve Henri de Man olmuştur. d) Marxizmin Geçerliliğinin Tartışılması: Henri de Man: Henri de Man marxizmin eleştirisinde Bernstein'den da ileri gitmekte, Bernstein gibi yalnızca eytişimsel (diyalektik) yöntemi eleştirilmekle yetinmeyip, marxizmin kendi köklerine (ekonomik belirlenimcilik [determinizm] ve bilimsel rasyonalizme) saldırmaktadır. Henri de Man'a göre işçilerin sınıf mücadelesi her türlü sosyalist istemin (yani işçileri baskıdan kurtarma isteminin) ön koşuludur fakat bir sınıfın kurtuluşunun bütün insanlığın kurtuluşunu sağlayabilmesi için bu sınıfın kendi amaç ve yöntemlerini özel çıkar için değil de, genel olarak geçerli değer yargıları açısından doğrulanması gereklidir. Yani sosyalizmi sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak algılamak yerine, sınıf mücadelesini sosyalizmin bir sonucu olarak algılamak gerekir. Henri de Man'ın sosyalizmi istençci ve moralcidir. Sosyalizm O'na göre, istençin adil bir toplumsal düzene doğru olan eğilimdir. Henri de Man kendi istemlerini, toplumsal kurum ve ilişkileri evrensel olarak geçerlibir moral ölçüte göre yargıladığı için haklı saymaktadır. Sosyalist inanç kişisel bir kararı, bilinçin belli bir amaca yönelik kararını gerektirmektedir. O halde proleteryanın bu işlevi yerine getirmek diye tarihsel bir misyonu yoktur. Sosyalist istençin doğruluğu, haklılığı ekonomik özendirmelerden daha önemlidir. Bu sayede sosyalist düşünceye inananlar, köylüler ve aydınlar da katılacaklardır. Sosyalist yöndeki reformlar ise O'na göre sonul amaca bir hazırlık değil, sosyalist düşüncenin kendisinin güncel somutlanmasıdır. Kısacası materyalist anlayışın yerine sosyo-psikolojik bir anlayış getirilmekte, sosyalizmin etkenleri arasında sosyo-psikolojik etkenlerin önemi büyüktür. Henri de Man'ın vardığı sonuçlar kesinlikle istençci ve reformisttir. İşçilerin yaşam koşullarının düzeltilmesi için güncel mücadele gereklidir, çünkü bu mücadele sayesindedirki kitlelerin gereksinimleri arasında ahlaksal ve güzelötesi (estatik) değerlerin düzeyi yükselir. Henri de Man plancılığın baş savunucusu olmuştur; yaşam düzeyinin yükseltilmesi çalışma koşullarının iyileştirilmesi, toplumsal ve ekonomik güvenlik için somut bir planlamayı önerir. Bu planlama birkaç ulusallaştırmayla karma ekonomi çerçevesinde yapılacaktır. Fransız Neo'ları: 1930'da "Sosyalist Perspektifler" adlı bir eser yayınlayan Fransız sosyalisti Marcel Déat'nın neo-sosyalizmi, anti-kapitalist ve anti-faşisttir. Déat'nın sosyalizmi proleter sosyalizmi değildir, bütün ezilenleri birleştirmeye çalışır ve üç aşama önerir: - ekonomi üzerinde devlet denetimi kurarak güçün toplumsallaştırılması; - karın toplumsallaştırılması; (kar üstüne ağır vergi koyma) - mülkiyetin (iyeliğin) toplumsallaştırılması. (kooperatif işletmeler) Üçüncü aşamada devletin yerini bir "menajer-teknisyen"ler kurmayı alacaktır. Bu gelişmeyi sağlamak için bütün sömürülen sınıflara ve özellikle orta sınıflara dayanarak iktidarın ele geçirilmesinin hazırlanması gerekmektedir. SCHUMPETER Büyük bir ekonomist olan Schumpeter Marx'tan çok farklı tahlil araçları kullanarak ve onun yanlışlarını göstererek Marx'ınkilere çok yakın sonuçlara varıyordu. Shumpeter'e göre kapitalizm özellikle kendi evrimi sonucunda içten içe çökmekte ve sosyalizme dönüşmektedir. Siyasal planda kötümser olan Schumpeter sosyalizmin özgürlüğü gerçekleştireceğini sanmaz. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN BUGÜNE Yeni dönemi (1945 sonrası) belirleyen eğilimleri şöyle özetleyebiliriz: a) Marxizmden Kopuş: Marxizme cepheden saldırılar azdır fakat marxist sosyolojinin şematik olduğu ve güncel olmadığı yönünde kısmi eleştiriler yöneltilmekte, sınıf mücadelesinin her şeyi açıklamakta yetersizliği gösterilmekte, orta sınıfların yükselişine önem verilmektedir. Yeni bir kuram yaratma yönündeki girişimler üç marxizmden pek yararlanamazlar, hatta ona karşı tavır alırlar. 1950'lerde böyle bir girişimde bulunan Fabianlar, sosyalizmin temel görevinin iktidarın sanayi yüksek kadroları veya devlet bürokrasisinin elinde merkezileşmesini önlemek olduğunu ileri sürmektedirler. Artık kapitalizm olmaktan çıkan bugünkü teknokratik ve devletçi toplum karşısında sosyalizmin kendini aşılmış istemlerle sınırlayamayacağını söylemekte, işçilerde karar alma mekenizmasına katılma duygusunun yaratılmasını önermektedirler. Bu yeni girişimler İngiltere, Almanya, Norveç ve İsveç'de sosyalist partilerin yöneticileri arasında etkili olmuştur. b) Sosyalizmin Uluslararası Görevlerinin Bilinçine Varılması: İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası sorunların boyutları büyümüş ve önemleri artmıştır: Doğu-Batı rekabeti, yeni silahların ortaya çıkardığı tehlikeler, Üçüncü Dünya'da ulusculuğun gelişmesi, az-gelişmiş ülkelere yardım... gibi. Birçok sosyalist, sosyalist düşüncenin bu sorunlara bir yanıt getirmediğini görerek, bu konuyla ilgilenmeye başlamıştır. Artık 1919-1939 döneminin lirik enternasyonalizmi ve barışçılığının yerini sosyalistlerin uluslararası örgütlenmesi konusunda daha teknik kaygılar almıştır. c) Anti-Sovyet Sertleşme: 1945'den sonra leninizmle uzlaşma devri artık sona ermiş; sosyalistler liberal kaderinin ABD'nin ekonomik ve askeri güçüne bağlı olduğunu düşünerek tamamen Batı kampında yer almışlardır. d) Bir Ahlak Arayışı: Proudhon, Bernstein ve Henri de Man'ın sorunu olan sosyalist ahlak sorunu modern sosyalizmin büyük bir gereksinimi durumuna gelmiştir. Bir çokları bugün sosyalizmin en başta ahlaksal bir zorunluluk olduğunu söylemektedirler. Revizyonist olmakla suçlanan marxist-leninist aydınlar arasında da benzeri bir arayış söz konusudur. FAŞİZM VE NASYONAL-SOSYALİZM Günlük dilde faşizm terimiylegenellikle faşist İtalya'nın öğretisinin yanında, Hitler Almanya'sı veya benzer ülkelerdeki (İspanya gibi) egemen öğretiler belirtilir. Mussolini İtalya'sında faşizmden, Hitler Almanya'sında ise nasyonal-sosyalizmden sözetmek daha doğru olur. Öte yandan ABD'nde II. Dünya Savaşı sonrasında totalitarizm terimi bolca kullanılmaktadır. Bu terimin de sakıncası birbirine benzemeyen şeyleri aynı sepete koymasıdır; bir yanda "faşist diktatörlükleri", öte yanda Sovyet ve benzeri rejimleri. Carl Friedrich bu iki tür rejimin aralarındaki farklara karşın birbirlerine çok benzediklerini ve totalitarizmin XX. Yüzyıl'a, modern teknoloji ve kitlesel demokrasi çağına özgü bir rejim olduğunu ileri sürer, dolayısıyla eski tiranlıklar, despotluk ve diktatörlükler totaliterizm kavramı içinde ele alınamazlar. Brzezinski ise totaliterizmi ayrıdeden altı ölçüt belirler: 1) insan yaşamının tüm alanlarını kapsayan resmi bir ideoloji; 2) diktatörce yönetilen tek parti rejimi; 3) polisiye denetim sistemi; 4) tüm propaganda araçlarının bir elde toplanması; 5) bütün askeri araçların toplanması; 6) ekonomide merkezi denetim ve yönetim. Fakat totaliterizm kavramının bir tehlikesi vardır: birbirine taban tabana zıt rejimlerin ve düşünce sistemlerinin arasındaki farkları gözardı etmek. Eyleme Öncelik Tanınması: Gerek faşizm, gerek nasyonel-sosyalizm bir öğreti değildir. Mussolini bizim öğretimiz iştir der. Yine Mussolini kendilerinin bütün geleneksel siyasal kuramları reddettiklerini ve tek bir gerçekliğe, ulusa önem verdiklerini söyler. Ancak 1920-1930 yıllarında Mussolini faşizme bir öğreti kazandırma gereğini duyar fakat bu öğreti de çok belirsiz ve oportünisttir. Hitler ise 1933 seçim kampanyasında bir izlence (program) sunmayı bile reddeder, Hitler'e göre bütün izlenceler (programlar) boştur asıl olan insan istençidir. Hitler'in kuramcılıkla ilgisi yoktur, birkaç değişmez (sabit) düşüncesi olan inatçı bir kişidir. Bu nedenledir ki Mussolini ve Hitler'in bütün öğretisi eyleme ilişkin birkaç öğretiden oluşur. Önemli olan faşist veya nasyonal-sosyalist öğretinin içeriğini incelemekten çok, bu öğretilerin yayılmasını sağlayan nedenleri belirlemektir: a) Yenilenlerin (Yitirenlerin) Ulusculuğu: Faşizm ve nasyonal-sosyalizm savaştaki yenilgiye karşı bir tepki, ulusal bir tepki olarak doğmuşlardır. Faşist ve nasyonal-sosyalist örgütlerin ilk çekirdeklerini eski muharipler, yenilgi utancı içinde yaşayan eski askerler oluşturmuşlardır. Faşizm ve nasyonal-sosyalizm için yenilenler, mahcuplar ulusculuğudur denilebilir. b) Gerçek Sosyalizm: Faşizm ve nasyonal-sosyalizm aynı zamanda açlığın ve sefaletin, işsizlik ve bunalımın yarattığı siyasal eylemlerdir. Liberalizmin ekonomik çıkarların oyunuyla kendiliğinden gelişme ve gönençin sağlanacağı görüşünün savaş sonrası ve bunalım döneminde iflası üzerine yeni bir sosyalizmin, nasyonal-sosyalizmin ancak kurtuluşu sağlayacağı görüşü yayılmıştır. Göbels nasyonal-sosyalizmin gerçek sosyalizm, sınıfları birbirine düşürmeyip ulusal topluluk içinde bir arada yaşatan sosyalizm olduğunu söylüyordu. Bu görüşün kökleri ta Fichte'ye, (devlet sosyalizmi) List'e, (koruyucu ekonomi siyaseti) Rodbertus'a, Lassalle ve Dühring'e, Alman Devrimi öğreticilerine kadar uzatılabilir. Nasyonel-sosyalizmi etkiliyen en ilginç düşünür ise Avrupa uygarlığını barbarlara karşı koruma misyonunun Almanya'ya düştüğünü, siyasal demokrasinin yozlaştığını, sosyalizmi marxist öğelerden ve sınıf mücadelesinden arındırıp Prusya geleneğiyle birleştirmek gerektiğini söyleyen Spengler'di. Mussolini de faşizmin bir felsefe, spiritüalist bir felsefe olduğunu söyler. Devlet bir güç, spiritüel bir güçtür. O da sınıf mücadelesini mahkum eder. Fakat gerçek sosyalizmi gerçekleştirme savlarına karşın ne faşizm ne de nasyonal-sosyalizm finans oligarşisi ve büyük sermayeye hiçbir zarar vermemişler, aksine onların en aktif desteğini almışlardır. Özünde faşizm ve nasyonel-sosyalizm tutucu diktatörlüklerdir. Faşizm ve nasyonel-sosyalizm en geniş toplumsal temeli orta sınıflar, proleterleşme tehditi altında olan kesimlerde bulmuştur: Özellikle şefleri bu kesimlerden gelirler. Fakat buradan yola çıkarak faşizmin bir orta sınıf devrimi olduğunu ileri sürmek yanlış olur. Çünkü faşizm proleteryada dahil hemen hemen bütün toplumsal katmanların içinden destek görmüştür, fakat faşizmin temel temsil ettiği sınıf tekelci sermaye ve büyük toprak sahipleridir. Parti üyelerinin kökenleri ise türdeş değildir, her sınıftan insan vardır. (örneğin İtalya'da çok sayıda tarım işçisi, Almanya'da ise işsizler) c) Bir Şiir Olarak: Bu çeşitli sınıflardan gelen insanlara faşizm ortak bir gizem (mistik) verir. Faşizm bir şiirdir: grup ve kalabalık, ortak şarkılar şiiri; Orta Çağ anlamında disiplin ve düzen şiiri; gençlik, fiziksel güç, temiz hava şiiri; eylem ve tehlike, savaş şiiri. "Karizmatik Şef" Faşizm siyaset olmadan önce bir mitolojidir. Doğru dürüst bir izlencesi (programı) yoktur, fakat gösteriş, dekor, kalabalık ve sembollere dayanan bir stili vardır. Bu semboller aracılığıyla şef ile halkı arasında bir iletişim kurulur, bu iletişim genellikle kollektif isteri biçimini alır. Bir anlamda kitleler şef tarafından ipnotize edilir, şefin varlığı kitleyi kendinden geçirtir. Buradan yola çıkarak bazı yazarlar Führer'in "karizmatik iktidarı"ndan söz etmektedirler: ben sizdeyim, siz bende. Şef ortak ruhun cisimleşmesi, ulusal enerjinin katalizörüdür. Eşitsizlik: Faşizm ve nasyonal-sosyalizm de irrasyonel hükmeder. Akla gerek yoktur, yapılması gereken tek şey "inanmak, boyun eğmek ve savaşmak"tır. Bu irrasyonelizm doğal olarak eşitsizlikçi bir toplum anlayışıyla beraber gider. Faşizm ve nasyonel-sosyalizm eşitlikçi demokrasi ve genel oy ilkelerine karşıdır. Gerek Mussolini, gerek Hitler dünya tarihinin azınlıklar tarafından yapıldığını, bu yüzden çoğunluğun istençinin, seçimin gereksiz olduğunu belirtirler. Böylece seçkin (elit) konusu ön plana geçer. Mussolini'nin seçkin (elit) anlayışı yöneticilerin üstünlüğü inancına, Hitler'in ise arı ırkın üstünlüğü ve Alman ulusunun misyonu anlayışına dayanır. Devlet: Gücü yücelten faşizm zorunlu olarak güclülerin aracı, zayıfların ise güvencesi olan devleti yüceltir. Devlet her şeyden önce gelir, bireyler tamamen devlete bağlı olmalıdırlar: Her şey devlet için. Devletin birliği korunmalıdır, bunun için faşistler güçler ayrımına karşı çıkarlar, her türlü muhalefetin ezilmesinden yanadırlar. Devletin her şeyden önce gelmesi ve devletin birliği ilkeleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Faşizm ve sosyalizm ekonomiyi siyasete bağlı kılarlar, siyasete öncelik verir ve ekonomiyi ikincil bir sorun olarak görürler. Mussolini'nin diktatörlüğü devletin yüceltilmesine dayanır. O'na göre devlet hem bir madde, hem de spiritüel ve moral bir olaydır. Devlet halkın bilinçi ve istençidir, ulustan önce ortaya çıkmış ve daha üstün bir gerçekliktir. Ulusu yaratan devlettir. Bu bakımdan faşizm bir devlet-ulus kuramıdır. Nasyonel-sosyalizm devlet-ulus ilişkilerinde faşizmden daha başka bir yaklaşıma sahiptir. Nasyonel-sosyalist devlet bir araçtır, temel gerçeklik Alman halkı ve ulusudur. Alman halkı biyolojik ve tarihsel bir gerçekliktir. Faşizmin Özgül Çizgileri: Korporatizm İtalyan faşizminin başlıca özelliği korporatizmidir. İtalyan korporasyonları devletin hizmetindedir, bir öz-örgütlenme biçiminden çok devletin ekonomi üzerindeki diktatörlüğünün belirtisidirler. Nasyonal-Sosyalist Öğretide Irk ve Yaşamsal Alan: Hitler'in siyasal düşünceleri saf bir Darwinizmden kaynaklanmaktadır. Hitler siyasetinin temel ilkeleri, pasifizm, enternasyonalizm ve demokrasinin karşıtı olarak; mücadele, ırk ve eşitsizliktir. Hitler'den önce çeşitli ırkçı düşünceler vardır fakat Hitler'inki gibisi daha önce görülmemiştir: O'na göre kanın arılığının yitirilmesi iç mutluluğun da yok olmasına, insanın alçalmasına yol açmaktadır. Yaşamsal alan öğretisi ırk öğretisiyle bağlantılıdır. Canlı bir organizma olan Alman halkının yaşamak için bir alana gereksinimi vardır. Bu görüş Hitler'i pangermanizme yöneltecektir. Böylece Hitler ekonomisi savaş ekonomisi içine girecektir, çünkü sistemin mantığı savaşı gerektirmektedir. (yaşamsal alan arayışı, yani genişleme ve yayılma) FRANKİZM Franko İspanya'sının kurumları faşist İtalya'nınkilere çok benzer fakat Frankizm İtalyan faşizminden oldukça farklıdır. 1) Frankizm yoksul, sanayileşmemiş, İtalya gibi emperyalist bir misyonu olduğu savını taşımayan bir ülkede kurulmuştur; 2) Faşizm barışçıl bir biçimde iktidara gelmişken Frankizm kanlı bir iç savaş sonucunda iktidarı ele geçirmiştir; Frankist ideoloji göreli daha esnek ve kaypaktır, ana çizgileri şunlardır: i) Rejim Katolik Kilisesi'ne dayanır ve sürekli spiritüel olanın önceliğinden, Hristiyan değerlerinden bahseder; ii) Rejimim ikinci dayanağı ordudur, frankist öğreti hiyerarşik ve otoriterdir; iii) Frankist düzen çok daha ağır bir toplumsal hiyerarşinin ve mülkiyetin düzenidir, İtalya ve Almanya'daki gibi orta sınıfın rolü önemli değildir. Portekiz'deki Salazar diktatörlüğünü ise ataerkil bir diktatörlük olarak niteleyebiliriz. Faşizm Yaşıyor mu? Bugün bir çok Latin Amerika, Yakın Doğu, Afrika ve Asya ülkesinde otoriter rejimler vardır fakat bunları tam olarak faşizmin klasik şemasıyla özdeşleştiremeyiz. Bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin bir kısmı faşizmden çok az-gelişmiş ulusculuğunu belirtmektedir. GERİLEME ÜZERİNE DÜŞÜNCELER VE YENİLİK GİRİŞİMLERİ XX. Yüzyıl'da siyasal düşünceler tarihinde komünizm ve faşizm büyük bir yer kaplamaktadır fakat tüm XX. Yüzyıl tarihini de yalnızca komünizm ve faşizmin kapladığını söylemek yanlış olur. Liberalizm ve tutuculuk hala çok yaygındır fakat liberal düşünürler belli bir liberalizmin, belli bir tutuculuğun artık zamanın geçip geçmediğini kendi kendilerine sorarlar; bu yüzden "ötesi" ve "neo" (yeni) sözcükleri çok yaygındır: Marxizmin ötesi, ulusculuğun ötesi, neo-liberalizm, neo- tutuculuk, neo-ulusculuk... gibi. GERİLEME VE SEÇKİNLER (ELİTLER) ÜZERİNE DÜŞÜNCELER a) Gerileme teması (İnhitat Teması): XX. Yüzyıl'ın başından başlayarak gerileme teması gündemdedir: ulusların gerilemesi, Batının gerilemesi, özgürlüğün gerilemesi... gibi. Bu tema yeni olmakla birlikte, özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra uygarlığın beşiği olduğunu ileri süren ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu gerilemeye çeşitli çareler bulunmaktadır: Valery'nın ideokratik düşü, Spengler'in güçe başvurma düşüncesi, Toynbe'de din, Malraux'da kahraman... gibi. Valéry ya da Aydınlara Başvurma: Paul Valéry'ye göre uygarlıklar ölümlüdür. Valéry bir "akıl siyaseti", bir "akıllar toplumu"nu düşlemektedir. Siyasetlere üç eleştirisi vardır: - Avrupa dünyaya egemen olmasını bilememiştir: burada bir Avrupa emperyalizmi özlemi sözkonusudur; - Avrupa kendi birliğini gerçekleştirememiştir; - Başlıca eleştirisi ise Avrupa'nın materyalist bir siyaset uygulamış olmasıdır. Valéry "aklın hükümeti"ni, "zeki tiranı" tercih etmektedir. Diktatörlük düşüncesine karşı bir sempatisi vardır, onu aklın iktidarı olarak görmektedir. Valéry Avrupa'nın gerileyişini önleyecek olanların Avrupalı aydınların aklından başka çare görmemektedir. Spengler ya da Güçe Başvurma: Spengler "Batı'nın Gerilemesi" adlı eserinde Alman felsefesindeki iki klasik ayrımdan yola çıkmaktadır: 1) Tarih ile doğa arasındaki ayırım, bilimsel nedensellikten tamamen farklı bir tarihsel kader kavramı; 2) Kültür (ekin) ile uygarlık arasındaki ayırım, kültür; aydınlık, güç ve bilinç yönünde gelişen canlı bir organizmadır. Fakat bu ilk aşamanın ardından kültürün billurlaştığı bir gerileme aşaması başlar. Her kültürün kendi uygarlığı vardır. Burada Spengler evrimci bir görüşten yola çıkmaktadır; kültürleri organizmalar, evrensel tarihi de onların genel biyolojisi olarak görmektedir. Her kültür canlı bir organizmanın izlediği aşamalardan geçer: doğuş , çoçukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık. Gerileme dışsal bir felaket değil içsel bir çöküntüdür. Spengler üç farklı kültür tipine karşı gelen üç ruh tipi ayırdeder: Apollon ruhu, (Antik kültür) Faust ruhu (Batı kültürü) ve Büyüsel ruh. (Arap kültürü) Bir kültür gerilerken, öteki ilerler. Gerilemenin başlıca nedeni kültürlerin birbirine karışmasıdır. Buna karşı çare olarak Spengler, kendi içine kapanmayı ve entellektüel dışlanmayı (tecrit oluşu) önerir. Toynbee ya da Bir Tarih Teolojisi: Spengler gibi Toynbee de Avrupa uygarlığının gerileme yolunda büyük adımlar attığını ileri sürer. II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyada artık Avrupa'nın üstünlüğünden sözetmek fena halde yanılmak olur. Fakat Toynbee Avrupa'nın çöküşünün Batı uygarlığının çöküşü, Batı uygarlığının çöküşünün ise Hristiyanlığın çöküşü demek olmadığını belirtir. Batı uygarlığı çökebilir fakat Hristiyanlık güçlenerek varlığını sürdürecektir. Dünyamızın amacı "Tanrı Krallığı'nın bir ili" haline gelmektir. Toynbee zamanla bir uygarlık kuramından tarih teolojisine ulaşmıştır: uygarlıklar çöker, doğar fakat uygarlık (büyük U) sürer. Malraux'da Macera-Tarihinden Kalıt (Miras)-Tarihine: Malraux ilk eserinde Batının gerilemesine tepki olarak Doğu'ya yönelir. Fakat Malraux'da iki tarih anlayışı vardır: macera-tarih ve kalıt-tarih. Malraux macera-tarihinden kalıt-tarihine geçer. b) Seçkin (Elit) Teması: Gerileme üzerine düşünceler çoğu kez seçkinler (elitler) üzerine düşüncelerle beraber gelişmektedir. Çare olarak seçkinlere (elitlere) başvurulması yalnızca faşizme ve nasyonal-sosyalizme özgü değildir, birçok liberal de bu kanıdadır. Pareto'ya Göre Seçkin (Elit): İtalyan yazarı Vilfredo Pareto (1848-1923) ekonomik liberalizmin ateşli bir savunucusudur, hükümetin müdahaleciliğini, devlet işletmelerinin savurganlığını eleştirir, militarizme ve koruyuculuğa karşı çıkar. Özel mülkiyet yanlısıdır, sosyalizme kesinlikle karşıdır. Fakat yönetici burjuvazinin de gerileyişinin ayrıdındadır. Marxist sınıf kavramını kabul etmeyen Pareto, sisteminde seçkin (elit) kavramını baş köşeye oturtur. Seçkinle (Elitle) kitle arasındaki ayırım O'na göre temeldir. Seçkin (Elit) her zaman küçük bir azınlıktır ve bir toplumun niteliğini belirleyen seçkininin (elitinin) niteliğidir. Pareto'da seçkin (elit) ne tamamen kapalı, ne de tamamen açıktır. Yönetici sınıflar iktidarı elde tutmaya çalışırlar fakat kitlenin baskısı sonucunda yönetici sınıfa (seçkin-elit) aşağı sınıflardan katılmalar olur. Toplumsal devingenlik devrimlere karşı ilaçtır. Pareto kendilerini yenilemeyen burjuva seçkinlerin (elitlerin) gerileme halinde olduklarını saptar. Pareto'ya göre, orununu savunmak için savaşmaya hazır olmayan her seçkin (elit) çöküş halindedir, artık yerini kendisinde olmayan erkekçe niteliklere sahip yeni bir seçkine (elite) bırakması gerekir. Bu nedenle Pareto faşizme karşı sempati beslemiştir. Moska ve Yönetici Sınıf: Siyasal yönetici sınıf düşüncesini yayan İtalyan Gastano Moska olmuştur. Moska siyasal bilime inanır ve siyasal bilimin ilkesi O'na göre yöneticiler sınıfı ile yönetilenler sınıfı arasındaki ayrımdır. İktidar ne tek bir kişi, ne de bütün yurttaşlar tarafından yürütülebilir; iktidarın yürütülmesi örgütlü bir azınlığın işidir. Yönetici sınıf açık (demokratik) veya kapalı (aristokratik) olabilir. Fakat yönetici sınıfın bileşimine ilişkin ayırımla otokratik ve liberal rejimler ayırımının ilişkisi yoktur, pekala demokratik otokrasilerveya liberal aristokrasiler de olabilir. Demokrasinin ince bir eleştirisini yapan Moska aristokratik liberalizm çizgisine bağlı kalır. Moska'ya göre özgürlük birlik değil dengedir. (en özgür ülke yönetilenlerin haklarının en iyi korunduğu ülkedir) Max Weber ve Bürokrasi: Max Weber'in (1864-1920) eserinin birkaç noktasına değinmekle yetineceğiz: 1) Max Weber bürokrasi kavramının önem kazanmasında büyük katkıda bulunmuştur. Weber'e göre bürokrasinin büyümesi modern toplumların temel bir olgusudur. Kapitalist yada sosyalist hiçbir rejim bürokratik gelişmenin dışında kalamamıştır. Temel sorun kapitalizmle sosyalizm arasında bir seçim değil, demokrasi ile bürokrasi arasında ilişkilerin örgütlenmesidir. Weber, Marx gibi bürokrasi-sonrası bir toplum kurmayı düşünmemekte, yalnızca bürokratik toplumu düzeltmeyi amaçlamaktadır. Marx'da sınıf mücadelesi neyse Weber'de de bürokrasi odur. 2) Max Weber liberaldir, varlığın rasyonelleşmesinden, bireyin ortadan kalkmasından korkmaktadır. Bireyin ortadan kalkacağı kaygısına, kalabalıklarla kendisi arasında dolaysız ve esrarengiz iletişim kuran "karizmatik şef" anlayışı karşı gelir. 3) Max Weber bir Alman uluscusudur, Weber'in ulusculuğu kültürün yayılmasından çok güçün utkusuna dayanır. Kendisine Alman Machiavelli'i denmesine karşın Weber hiçbir zaman amaç aracı meşrulaştırır dememiştir. Weber sonuçta eyleme, insan değerini etkinliğe tercih eder. Roberto Michels ve Oligarşi: Max Weber gibi Michels de bütün önemli örgütlerde oligarşiye doğru bir eğilim görüldüğü kanısındadır. Michels de gerek kapitalist gerek sosyalist toplumların bürokratik ve oligarşik olduğu sonucuna varır. Michels hükümetlerin ve siyasal partilerin incelenmesini genel bir örgütler kuramı içinde birleştirir. Her örgüt görevlerde uzmanlaşmayı yığınla yöneticiler arasında gitgide belirginleşen bir ayrılığı gerektirir. Michels'e göre yığınların üstün olduğu görüşü yanlıştır, yöneticilerle yığınlar arasında bir ayrılık olduğu zaman eğer birliklerini korurlarsa her zaman yöneticiler galip çıkarlar. Michels'in oligarşinin tunç yasası dediği şey yalnızca şeflerin kendi otoritelerini güçlendirme eğilimine değil, aynı zamanda kendi haklarını bir uzmanlar azınlığına terk eden yığınların doğal eylemsizliğine de bağlıdır. Michels eşitlikçi düşleri mahkum eder, O'na göre bonapartizm eğilimi modern dünyada evrenseldir ve işçi örgütleri de bu kuralın dışında kalamaz. Sonuç olarak ne Pareto, ne Moska, ne Weber, ne de Michels'in eserlerinin pratikte bir sonuç verdikleri söylenemez. Seçkinlere (elitlere) başvuru siyasal liberalizmi güçlendirmekten çok onun hasımlarının eline silah vermiştir. LİBERALİZMİN BUNALIMI 1929 Bunalımı'nın ardından liberaller kendi kendilerine bir çok soru sormaya başlamışlardı. Gelişme halindeki faşizmle komünizm arasında liberalizmin üçünçü bir güç oluşturabilmesi için ne yapmalı? Bazı devlet müdahaleleri kaçınılmaz ve iyi bir şey değil midir? Siyasal özgürlüğü yerleştirmek için ekonomik liberalizmden vazgeçmenin zamanı gelmedi mi? 1929 Bunalımı, liberalizmin bunalımının bilinçine varılmasını sağlayanekonomik bir bunalımdır. Liberalizmin bunalımı ilk başta ekonomik bunalımdan kurtulmanın yolları üzerine uzmanlar arasında bir tartışma biçimini aldı. Fakat tartışma daha derindi. Yazınsal bir liberalizm özlemiyle yaşayanlarla liberalizmi örgütlemeye ve etkinleştirmeye çalışanlar arasında gerçekleşiyordu. Eskiye Özlem Duyan Bir Liberalizm: Neo-liberallere göre liberalizm ilkeleri hala geçerliliklerini korumaktadırlar fakat hiçbir zaman uygulanmamışlardır. Dolayısıyla bunalımdan kurtulmak için bireycilik ve serbest rekabet ilkelerine dönüş gereklidir. Her kötülüğün altında devlet müdahalesi yatmaktadır. Ludwing von Mises devlet müdahalesi varlıkları düzen ve ilerlemenin sağlanması için gerekli olan seçkinlere (elitlere) baskı yapmak anlamına gelmektedir. Rougier ise devlet varlığını kabul etmek gerektiğini fakat ona yönetici bir rol değil de polislik işlevi verilmesini belirtir. Rougier'ye göre herkes gideceği yönü belirlemekte özgürdür fakat kurallara da uyması gerekir, bu kurallara uyulmasını da devlet sağlar. Hayek, Rougier'nin devlete yüklediği işlevi aşırı görür. Hayek demokratik sosyalizmin tehlikeli bir düş olduğunu ileri sürer. Hayek'e göre bireysel özgürlük siyaseti bugün de tek geçerli siyasettir. Walter Lippmann (Amerikalı) geleneksel liberalizmin ve "bırakınız geçsinler" kapitalizminin eleştirisini yapmaktan çekinmez ve bunalım öncesinde ABD'nde yaygın olan iyimser tezlere karşı çıkar. Lippmann'a göre liberalizm artık bir statükonun savunulması sistemine dönüşmüştür. Bununla birlikte Lippmann'ın liberalizmden de vazgeçmez, devlet müdahelesi ve planlama O'na göre çok kötü bir şeydir; planlı ekonomi savaşa götürür, demokrasiyi yıkar, özel çıkarları güçlendirir ve baskı gruplarını özendirir. Lippmann'a göre Sovyet Rusya'dan Almanya'ya kadar totaliter devletler birbirlerine çok benzemektedir. Fakat Lippmann'a göre özgürlük tekellerin ve dev tröstlerin özgürlüğü demek değildir. Demokrasinin temeli olarak gördüğü şans eşitliğinin, yani serbest rekabetin gerçekleştirilmesiyle ilgilenir. Özgür toplumu şöyle tanımlar: Özgür toplum insanlarla arasındaki eşitsizliklerin dışsal ve yapay etkenlere, fiziksel zora, yasal ayrıcalıklara, sömürü ve istismara, özel ayrıcalıklara, bağlı olmadığı bir toplum türüdür. Fakat bu özgür toplumun nasıl kurulacağı açıkça belirtilmemiştir, yalnızca yeni bir doğal yasa biriminin eşit ve özgür insanlar topluluğunun kurulmasını sağlayacağı belirtilir. Bertrand de Jouvenel neo-liberalizmin Fransa'daki temsilcisidir. Bertrand de Jouvenel her türlü iktidarın insanı yozlaştırdığını söyler ve toplumun iktidar tarafından istila edilmesine karşı çıkar. Bertrand de Jouvenel'e göre her liberal siyasetin amacı iktidarın gücünü bir karşı-ağırlıklar sistemiyle sınırlamaktır. Bertrand de Jouvenel'e göre en iyi karşı-ağırlık ise moraldir. Siyaset moral bir bilimdir. Özel çıkarların savunuculuğunu yapar. Örgütlü Bir Liberalizm: Yukarıda sergilenen tutucu liberalizmin karşısında siyasal ve ekonomik planda etkinliği sağlama kaygısını taşıyan birkaç kişinin liberal modernizmi yer alır. Bunlar Keynes'e, New Deal'e sık sık gönderme yaparlar. Keynes'e Başvuru: Keynes devrimi siyaseti ilgilendirmektedir. Devlet aygıtında geleneksel liberalizme bağlı kalan eski kuşaklara Keynes ilkelerinden esinlenen yeni kuşaklar arasında bir kopukluk görülmektedir. Keynes bunalıma ve işsizliğe umar (çare) arayan bir İngiliz ekonomistidir. Keynes'in önerdiği umar (çare) şöyle belirtilebilir: efektif istemi (talebi) arttırarak istihdamın arttırılması. Bunun için dolaşım halindeki para oranının arttırılmasını, geniş yatırımlar yapılmasını, koruyucu bir ekonomi siyaseti uygulanmasını, rantiyerler aleyhine bir gelir dağılımı siyasetinin benimsenmesini önerir. Keynes özel mülkiyetin korunmasından yanadır, ne sistemli bir planlama ne de yapısal reformlar isteminde bulunur. O her şeyden önce bir liberaldir ve XVIV. Yüzyıl liberalizminin bugün için geçerli olmadığının farkındadır. Bu yüzden kendine göre yalnış olan birey-devlet, kapitalizm-sosyalizm ikilemlerini reddeder. Amerika'ya Başvuru: Liberalizmi otorite yönünde reforme etmek isteyen bazı kişiler savaş öncesinde Amerikan deneyini örnek olarak gösteriyorlardı. Amerikan deneyinde modernlik, pragmatiklik, yönetenlerin rasyonelleştirilmesi, örgütlenme ve etkinlik görülmekteydi. Roosavelt'in ortaya koyduğu "New Deal" çerçevesinde Amerika'nın bunalımı yenebildiği sanılıyordu. New Deal Avrupalıların gözünde başarılı bir reformizm örneğiydi. Teknokrasi: Gerek ABD'nde gerekse Avrupa'da sorunların siyasal değilde teknik sorunlar olduğu, gerçek iktidar sahiplerinin teknisyenler olduğu düşüncesi yayılmaktaydı. Bu teknokratların temel düşüncesiydi. Teknokrasi teriminin bulucusu Wilt Smith'dir. 1921'de teknokrasiyi şöyle tanımlıyordu: Teknokrasi bir toplumsal örgütlenme kuramı ve sanayinin ulusal örgütlenme sistemidir. Enerji ve ulusal kaynakların yeniden örgütlenmesi, sanayi demokrasisi ve halk istençinin eşgüdümünü gerektirir. Fakat teknokrasi eylemi ABD'nde ancak 1930-1932 yıllarında başlar. Teknokratların en önemli düşüncesi fiziksel bilimleri toplumsal sorunların çözümlenmesinde kullanmaktı. Ekonomideki kargaşayı teknik gelişmeleri kullanarak ortadan kaldırmayı düşünmektedirler. Burnham'a Göre "Yöneticiler-Managers": Burnham "The Menegerial Revolution" (1940) adlı eserinde şu saptamaları yapıyordu: kapitalizm çökecektir, sosyalizm onun yerini alamaz, kapitalizm ve sosyalizm aynı yönde gelişmektedirler, her ülkedeki gelişmenin özü iktidarın gitgide ekonomiden sorumlu teknisyenlerin elinde toplanmasıdır. Fakat bu teknisyenlerin, "manager"lerin (yöneticilerin) kimler olduğu konusunda Burnham açık bir görüş getirmez. Yalnızca Saint-Simon'un aksine yöneticileri de yönetici seçkin (elit) içinde sayar. Burnham'ın teknokratları ellerinde kumanda kollarını tutan insanlardır. Burnham'a göre toplumsal bakımdan temel bir sınıf otomatikman siyasal bakımdan yönetici bir sınıf olur. Böylece marxizmden de çok uzak ilkel bir ekonomizme düşer. Teknokrasi ve Sinarki: Tekniğin siyasetten daha önemli olduğuna inanan bazı teknokratlar siyasal rejim farklılıklarının hiç önemli olmadığını, gerçek iktidarın bir "menejer"ler azınlığının elinde bulunduğunu, bunların sorunlarının ve çalışma yöntemlerinin aynı olduğunu söylemektedirler. (oysa siyasetçiler birbirleriyle çatışırlar) Bu nedenle bazı teknokratlar sinarkik düşler taşımaktadırlar. YENİ-GELENEKÇİLİK VE YENİ-TUTUCULUK Liberaller gibi gelenekçiler de bir bunalım içindedirler. Hem kapitalizmi, hem sosyalizmi hem faşist macerayı mahkum eden bu kişilere ne yapmak düşmektedir? Bütün gelenekçiler bu ve benzeri sorulara yanıt aramaktadırlar. Bu arayış içinde, 1930'larda Fransa'da yeni bir gelenekçi okul doğar. 1930 Yıllarının Fransız Yeni-Gelenekçiliği: 1930 yıllarında Fransız yeni gelenekçiliği birçok dergiye yansımaktadır. En önemlileri Robert Aron ve Arnaud Dandieu'dur. Bu akımın gelişmesi teknokrasiyle de ilişkilidir. Bazı genel özelliklerini sayalım: 1) Plan tutkusu, "9 Temmuz 1934 Planı" ılımlı bir reformizm önermektedir, temel önemi neo-liberal ve yeni-gelenekçi akımların koşut gelişmesini göstermesidir; 2) Yeni bir hümanizma, yeni bir düzen kurma endişesi: bu yeni hümanizma hem eski burjuva idealizminden, hem de çağdaş materyalizmden bağımsız olmalıdır. Bunlar devrimci, (isyancı değil) yapıcı, (yıkıcı değil) gelenekçi (tutucu değil)... gibi. olduklarını ileri sürmektedirler; 3) Sol-sağ karşıtlığını aşma arzusu; 4) Ulusculukla devrimi birleştirme endişesi; Bu gruplar hem kapitalizme, hem komünizme karşı çıkmaktadırlar; genel nitelikleri reddir. 5) Neo-korporatizm: siyasal demokrasinin ekonomik bunalımları yenemeyeceği ve üretimi rasyonel bir biçimde örgütleyemeyeceği görüşü neo-korporatizmin gelişmesine yol açmış, siyasal örgütü ekonomik örgütün basit bir uzantısı olarak gören görüşler artmıştır. Liberal Bir Yeni-Tutuculuğa Doğru: II. Dünya Savaşı sonrasında Anglo-Sakson ülkelerinde ve özellikle ABD'nde tutuculuğa karşı duyulan ilgi artmıştır. Tutuculuğu canlandırmak, yapıcı ve gerçekten liberal tutuculuk yaratmak için girişimlerde bulunulmuştur. HRİSTİYANLIK VE DEMOKRASİ Birçok Avrupa ülkesinde Hristiyan demokrat partilerin kurulması ve başarıları önemsenmeyecek bir olay değildir. a) Hristiyanlık Demokrasisi: I. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupalı Katoliklerin çoğunluğu parlamenter demokrasiyi kabul ederler. Don Sturzo Hristiyan demokrasisinin başlıca kuramcısıdır. Reformcu, yerinden yönetimci (ademi-merkeziyetçi) ve nisbi temsil taraftarıdır. Bütün öğretisinde çoğunluğa saygısı görülür. Sözkonusu olan hem yatay (gruplar, aile, meslek, yerel ve bölgesel topluluklar, gençlik eylemleri, tekele ve yığışıma karşı çıkış) hem de dikey (hoşgörü ve çeşitli eğilimlere saygı) bir çoğunluktur. Hristiyan demokrasi gelenekçiden çok tutucu gibi gözükmektedir. Bazıları Hristiyan demokrasiyi Hristiyanlığın umudu olarak görürken, bazıları da (Mauriac, Bernares) O'nu oportünizmle, ihanetle Hristiyanların kabul edebileceği bir radikal-sosyalizm olmakla suçlamışlardır. b) Maritain: Maritain, Hristiyan demokratlarla karıştırılmamalıdır. Öğretisinin ana ögeleri şunlardır: - Ortak varsıllık: devletin tek amacı ortak varsıllığı sağlamaktır ve bu ortak varsıllık kişilerin varsıllığıyla karıştırılmamalıdır. - Spiritüel olanın önceliği: spiritüel olanın önce geldiğini belirten Maritain temel olarak Hristiyan bir siyaseti tanımlamaya çalışır. - Bütünsel hümanizma: Maritain, siyaset adamları topluluğuyla devleti ayrıdetmek gerektiğini belirtir. Devletin görevi toplumsal adalettir, devlet insanın hizmetinde bir araçtır. Hristiyanlık ve demokrasi: Maritain'e göre demokrasi temel olarak toplulukçudur, temelinde her insanda insan kişiliğine saygı yatar. Tam anlamıyla demokrasi Hristiyan inancının anlatımıdır. 87