SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ
BİLİMLER'DE AKADEMİK
ARAŞTIRMALAR - VI
Yayın Koordinatörü • Yaşar HIZ
Genel Yayın Yönetmeni • Aydın ŞİMŞEK
Baş Editörler • Prof. Dr. Hasan BABACAN
Prof. Dr. Tanja SOLDATOVIĆ
Doç. Dr. Nihada DELOBEGOVIĆ DZANIĆ
Editörler • Prof. Dr. Türkan ERDOĞAN
Prof. Dr. Yıldırım ATAYETER
Doç. Dr. Sevcan YILDIZ
Kapak Tasarım • Begüm Pelin TEMANA
İç Tasarım • Begüm Pelin TEMANA
Sosyal Medya • Betül AKYAR
Birinci Basım • © NİSAN 2018 / ANKARA
ISBN • 978-605-288-398-3
© copyright
Bu kitabın yayın hakkı Gece Kitaplığı’na aittir.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz, izin
almadan hiçbir yolla çoğaltılamaz.
Gece Kitaplığı
Adres: Kızılay Mah. Fevzi Çakmak 1. Sokak
Ümit Apt No: 22/A Çankaya/ANKARA
Tel: 0312 384 80 40
web: www.gecekitapligi.com
e-posta: gecekitapligi@gmail.com
Baskı & Cilt
Bizim Büro Matbaa
Sanayi 1. Cadde Sedef Sk. No: 6/1
İskitler - Ankara
Sertifika No: 26649
Tel: 0312 229 99 28
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ
BİLİMLER'DE AKADEMİK
ARAŞTIRMALAR - VI
İÇİNDEKİLER
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları .............................................. .7
EKONOMİK COĞRAFYADA MEYDANA GELEN
DEĞİŞİKLİKLER VE ŞEHİRLERE ETKİLERİ: GENEL BİR
DEĞERLENDİRME............................................................................. ... 9
KÜLTÜRÜN MEKÂN ÜZERİNDEKİ YANSIMASI
OLARAK GÜNÜMÜZ ŞEHİRLERİ ................................................. .27
ANALİTİK HİYERARŞİ SÜRECİYLE ŞEHİRSEL ALAN
VE SANAYİ ODAKLI YER SEÇİMİ ÖNERİSİ:
NEVŞEHİR ÖRNEĞİ .......................................................................... .45
OBOR SÜRECİNDE TÜRKİYE;
BEKLENTİLER VE SORUNLAR.......................................................... .67
BİLECİK İLİNDE TOPOGRAFİK FAKTÖRLERE GÖRE
(YÜKSELTİ, EĞİM, BAKI) NÜFUSUN VE YERLEŞMELERİN
DAĞILIŞI............................................................................................... .89
Psikoloji Çalışmaları ............................................................................. 107
ÇOCUK CİNSEL İSTİSMARINI ÖNLEMEDE OKUL TEMELLİ
CİNSEL EĞİTİMİN ROLÜ ve ÖNEMİ ............................................ 109
DENEYSEL BİR ŞİZOFRENİ MODELİ OLARAK SUBKRONİK
KETAMİN UYGULAMASININ EMOSYONEL VE BİLİŞSEL
DAVRANIŞLAR ÜZERİNE ETKİLERİ ............................................ 123
Sosyoloji Çalışmaları ............................................................................. 155
GENÇ DİNDARLIĞININ İNŞASINDA AİLESEL ETKİLER ....... 157
EKONOMİK KÜRESELLEŞME VE EĞİTİM .................................. 175
ÇAĞDAŞ İRAN EDEBİYATINDA GİZEMLİ BİR ADA:
HAKİKAT MÜPTELASI OLARAK SADIK HİDAYET ................. 197
“7’SİNDE NEYSE 70’İNDE DE O!” KADININ MAKUS
TALİHİNE BİR ÖRNEK: YAŞLI
KADINLARIN TOPLUMSAL SORUNLARI................................... 211
DEVRİM VE ÇOCUKLUK ................................................................ 227
BÜROKRATİKLEŞME, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI VE
İMSAK VAKTİNİN TESPİTİ MESELESİ......................................... 241
Turizm Çalışmaları ................................................................................ 263
TURİST REHBERLERİ ODALARINDA KURUMSAL SOSYAL
SORUMLULUK UYGULAMALARI................................................. 265
TURİZMİN SOSYO-KÜLTÜREL ETKİLERİ: KIRGIZİSTAN
ARAŞTIRMASI .................................................................................... 277
BOŞ ZAMAN VE YAŞAM TATMİNİ .............................................. 295
KIRSAL TURİZMİN KAVRAMSAL AÇIDAN
İNCELENMESİ .................................................................................... 311
TURİZM İŞLETMELERİNDE REKREASYON VE ANİMASYON
FAALİYETLERİNİN İNTERNET SİTELERİ ÜZERİNDEN
DEĞERLENDİRİLMESİ: TATİL KÖYLERİ ÖRNEĞİ ................... 327
Tematik ..................................................................................................... 343
AŞAĞI SALAT ve TATARLI HÖYÜK FAUNASININ
ZOOARKEOLOJİK ANALİZİ .......................................................... 345
KEMALİZM’DEN ERDOĞAN LİDERLİĞİNİN YENİ
OSMANLICILIĞINA OSMANLI GEÇMİŞİYLE KURULAN
İLİŞKİDE MEDENİYET OLGUSU ................................................... 365
MOTİVASYON PARAMETRELERİ YENİDEN YAPILANMA
SÜRECİNDEN ETKİLENİR Mİ? : BİR ALAN
ARAŞTIRMASI .................................................................................... 385
TÜRKİYENİN COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ TABANLI
İNSANİ GELİŞİM ENDEKS HARİTASI .......................................... 407
KIDEM TAZMİNATI FONU TARTIŞMALARINA YÖNELİK
BİR DEĞERLENDİRME ..................................................................... 423
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
9
EKONOMİK COĞRAFYADA MEYDANA GELEN
DEĞİŞİKLİKLER VE ŞEHİRLERE ETKİLERİ: GENEL BİR
DEĞERLENDİRME
THE CHANGING ECONOMIC GEOGRAPHY AND ITS
IMPLICATION UPON URBAN CITIES: AN OVERVIEW
Beycan HOCAOĞLU1
ÖZET
Günümüzde yaşadığımız dönem önceki yüzyılın ilk yarısındakinden belirgin
bir şekilde farklılaştığı ekonomik bir değişim ile karakterize olmaktadır. Bu değişimin belirgin karakteristiği sanayisizleşme ile enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki artışla ilişkili olarak yeni sanayi ve yeni üretici hizmet sektörünün ortaya
çıkmasıdır. Küresel ekonomideki bu değişimin mekânsal ve coğrafi yansımasının en belirgin gözlemlendiği alan da şehirlerin hiyerarşik ilişkileri ve kendi içsel mekânsal örgütlenmeleri ve bunlardaki değişimdir. Sanayisizleşmenin sonucu
olarak eski geleneksel sanayi şehirleri eski önemini yitirmiş sanayinin toplandığı
şehir merkezleri bir çöküntü içerisine girmiştir. Yeni ekonominin mekânsal odakları tarihsel olarak birer yönetim merkezi olan New York, Tokyo ve Londra gibi
küresel şehirler ile klimatik ve teknolojik çekiciliği yüksek olan Los Angeles ve San
Francisco gibi “güneş kuşağı” olarak adlandırılan yeni merkezler olmuştur. Ekonomik dönüşümden olumsuz olarak etkilenen eski sanayi şehirleri ve bunların şehir
merkezleri ise dönüşümün yıkıcı etkisinden kurtulmak için bir yandan şirketlerin
yönetim merkezlerini kendilerine çekmek için teknolojik iletişim altyapılarını geliştirirken bir yandan da tarihsel çekiciliklerini ön plana sürerek kültürel bir sanayinin ve turizmin geliştirmesi için bir çaba içerisine girmektedir. Bu nedenle günümüzde şehirler şehirlerarası hiyerarşide bir üst basamağa çıkabilmek için amansız
bir rekabete girmişlerdir. Son derece zor koşullar altında gerçekleşen bu rekabette
başarılı olmak küresel yönetim merkezleri konumunda bulunan şehirler konumlarını daha da sağlamlaştırırken zor olmakla birlikte bunu başarabilen şehirler de
yeni ekonomik dönüşümün sosyal yapıdaki dönüşümün zararlı etkilerini bertaraf
edebilmiş değildir.
Anahtar Kelimeler: şehirleşme, üretici hizmet ekonomisi, sanayisizleşme,
küreselleşme, küresel şehirler
ABSTRACT
The period we are lived is characterized with the sharp distinction from the
previous one by rapid and strong economic change. The main characteristic of this
change is de-industrialization and the emergence of new industries and producer
service economies mediated by the advance of information and telecommunication
1
Dr. Öğr. Üyesi, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi
Coğrafya Bölümü, beycan.hocaoglu@ikc.edu.tr
10
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
technologies. Hierarchical position of cities and their inner structures are one of
the main geographical and spatial responses of that change in global economy.
As a result of de-industrialization former manufacture cities has lost their former
importance and city centres has experienced sharp decline. The cities which are
historically management location such as New York, Tokyo and London and the
attractive “sun-belt” cities such as Los Angeles and San Francisco have emerged
as new global cities. The former manufacture cities which negatively affected by
the new economic changes has struggled to defend their position by stressing
their traditional attractiveness for newly emerged cultural industries and tourism
activities. Thus they competed with each other to get to the upper hierarchical step
by attracting headquarters of big multinational companies.
Keywords: urbanization, productive service economy, de-industrialization,
globalization, global cities
GİRİŞ
Açıktır ki kentsel gelişim temel olarak dünya ekonomisindeki
gelişmelerden etkilenmektedir. Bu durum söz konusu süreci nasıl
anladığımız ile ilgili önemli soruları ortaya koymaktadır. Öncelikle bu
sürecin şehri nasıl oluşturduğunu ve şekillendirdiğini sadece şehirlerin
kendilerine bakarak anlayamayız. Daha geniş bir bakış açısını kabullenmek
durumundayız; Şehirlerin kendi içlerindeki faktörlerden etkilendiği gibi
kendi sınırlarının çok ötesindeki süreçler tarafından da şekillendirildiğini
kabul etmeliyiz. Buna rağmen yine de şehirlerin bu süreçlerin çaresiz birer
kuklası olmadığını bilmek gerekmektedir. Söz konusu küresel süreçler
kentsel yönetimler, ekonomiler ve kültürler gibi faktörler tarafından yerelde
yeniden düzenlenmektedir. Şehirler yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası
güçlerin arasındaki karşılıklı etkileşim ile şekillenmektedir (Healey &
Ilbery, 1990).
İkinci olarak, dünya ekonomisi çokuluslu veya sınıraşırı şirketlerin
operasyonları ile gittikçe birbiriyle daha sıkı ilişkili hale gelse de
kentleşmenin uluslararası boyutu yeni bir olgu değildir. Şehirler uzun
süreden beri uluslararası işlevler üstlenmişlerdir ve pek çoğu da bu işlevler
tarafından hatırı sayılır ölçüde şekillenmişlerdir. Birleşik Krallığın eski
sanayi şehirleri dünyanın her bir tarafındaki ülkeler ile uzun süredir
ticari faaliyetler yürütmektedir. Londra küresel bir imparatorluğun
yönetim merkeziydi. Londra’nın bu uluslararası işlevlerinin mirası şehrin
peyzajında, ekonomisinde ve kurumlarında olduğu gibi şehirler arasındaki
ilişkilerde de hala belirgindir.
Kentlerin uluslararası işlevlerinin uzun tarihine rağmen kentleşmenin
uluslararası bağlamına yönelik atfedilen önemin yeniden canlanmasının
pek çok sebebi vardır. Önceki çalışmalar kentleşmenin uluslararası boyutu
üzerinde çok fazla durmamıştır. Özellikle uluslararası rekabetin olumsuz
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
11
etkilerinin Avrupa ve Kuzey Amerika’nın sanayileşmiş şehirlerinde
hissedilmeye başlamasıyla yerelin kaderinde önemli şekillendiriciler olarak
ortaya çıkması üzerine kentlerin uluslararası bağlamına yapılan vurgu
artmaya başlamış ve üzerinde daha çok durulmuştur (Knox & Agnew,
1994).
Bu çalışmada dört nokta üzerinden kentleşmenin uluslararası boyutları
üzerinde durulacaktır.
• Son otuz yılda dünya ekonomisindeki genel eğilim ne olmuştur?
• Avrupa ve Kuzey Amerika’daki şehirler üzerinde bu eğilimlerin etkisi
ne olmuştur? Bu şehirlerin içsel yapılarının ve işleyişlerinin şehirler
arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerinin de değerlendirilmesini
gerektirmektedir.
• Farklı tiplerdeki şehirler arasında bu etkiler nasıl değişmektedir?
• Şehirler bu değişikliklere nasıl cevap vermekte ve ayak uydurmaktadır?
Şehirlerin Sanayisizleşmesi ve Etkileri
Kuzey Amerika ve Avrupa’daki pek çok büyük şehir 1850’lerden sonra
sanayi sermayesinin yayılması ile yakından ilişkilidir. Sanayinin şehirler
içinde ortaya çıkması ve gelişmesi şehir tarihinin temel aşamalarından
birini temsil etmektedir. Bununla birlikte 1980’lerde bu şehirlerin büyük
bir çoğunluğunun ekonomileri ciddi sorunlar ile karşılaşmıştır. Üretim
sektöründeki düşüşe bağlı olarak işsizlik Kuzey Amerika ve Avrupa’nın eski
sanayi şehirlerinde ciddi bir problem olarak ortaya çıkmıştır. Bu problemin
yayılmasında ve büyümesindeki hız korkutucudur.
Üretim sektörünün şehir alanlarındaki gerilemesine dair çarpıcı
rakamlar incelendiğinde bu gerilemenin farklı beş boyutunun olduğu
görülür:
• Zamansal: İşsizliğin uzun süreli bir problem olarak ortaya çıkması.
İşsiz kalan insanların büyük bir çoğunluğu bir yıldan uzun sürelerle
işsiz kalmaktadır.
• Sektörel: İşsizlik eskiden ulusal ekonominin hakim sektörü olan üretim
sektöründe yoğunlaşmaktadır.
• Bölgesel: Önemli bölgeler arası ilişkiler ortaya çıkmaktadır. Kuzey
İngiltere ve Amerika’nın orta batısı gibi sanayi kuşakları ciddi
ekonomik sorunlar yaşamaktadır.
• Kentsel: Üretim sektörünün odağındaki şehirler sektördeki gerilemenin
asıl yükünü çekmektedir. Özellikle şehirlerde sanayinin odaklandığı
merkezi kesimlerde bu durum daha belirgindir.
12
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
• Sosyal: İşsizliğin en kötü etkileri gençler, orta ve üzeri yaştakiler,
erkekler ve etnik azınlıklar gibi belirli sosyal gruplar üzerinde
yoğunlaşmaktadır.
Kuzey Amerika ve Avrupa’nın sanayi şehirlerinde yaşanan sanayisizleşme
süreci üç etken ile ilişkilidir: fabrika ve üretim mekânlarının kapanması,
istihdamın ülkenin başka bölgelerine ve yurtdışına taşınması ve emeğin
teknoloji ile yer değiştirmesi.
Sanayisizleşme sürecinden Kuzey Amerika ve Avrupa’nın bütün şehirleri
aynı ölçüde etkilenmemişlerdir. Farklı ekonomilere sahip ve üretim
sektörünün ekonomilerinde daha az katkısı bulunan şehirler sanayisizleşme
döneminde farklı bir ekonomik gelişmeye maruz kalmışlardır. Aynı
zamanda farklı sanayi şehirlerinde bu etkiyi genelleştirmek de zordur.
Sanayisizleşme farklı sanayi kollarında değişiklik göstermekte ve aynı
zamanda tekil kent ekonomilerinin kompozisyonu ile birlikte ulusal ve yerel
yönetimlerin faaliyetlerine göre değişmektedir. Bununla birlikte bütün bu
niteliklere rağmen 1960’lardan bu yana sanayisizleşme Avrupa ve Kuzey
Amerika’nın büyük şehirlerini etkileyen en önemli ekonomik süreçtir.
Kentsel alanlardaki sanayi sektöründe tecrübe edilen ekonomik
dinamizmde yaşanan gerilemenin en dramatik kanıtlarından birisi de
Birleşik Krallığın büyük şehirlerinde toplam kent nüfusunda yaşanan
düşüştür. Bu esas olarak nüfusun kentsel sınırların dışına göçünü ifade eden
kentten uzaklaşma veya banliyöleşme sürecinin bir soncudur. Bu süreç
1970’ler ve 1980’lerin şehirlerini karakterize eden en belirgin özelliktir.
1980’lerin sonlarında şehirlerin daha önce kaybetmiş oldukları nüfusu
geri kazanmaya başladıklarına dair izler gözlemlenmiştir. Bir yandan orta
sınıfa ait nüfus banliyölere ve ötesine taşınırken daha dezavantajlı gruplar
nispeten daha az mobil olmalarından dolayı şehir merkezinde kalmışlardır.
Bu nedenle söz konusu sürecin ciddi bir sosyal boyutu da bulunmaktadır.
Sanayinin şehir merkezlerinin dışına taşınması veya kapanması sürecin bu
sosyal boyutunun etkisini arttırmıştır. Böylece süreç şehirde gelir farklılığı,
yaşam tarzları ve olanaklara bağlı mekânsal bir sosyal kutuplaşmaya neden
olarak şehir merkezlerinde bir vakuma yol açmıştır. Artan bir şekilde şehrin
iç kesimleri kendilerini formel ekonominin dinamiklerinden kopmuş bir
halde bulmuşlardır.
Küresel Ekonomik Değişim
İstihdamın yeni sanayileşmekte olan ülkelere yönelmesi sanayisizleşmenin en tartışılan nedenlerinden birisidir. Bunun şehirlerin iç kesimlerindeki
eski sanayi odaklarını geride bırakarak istihdamın yeni uluslararası dağılı-
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
13
mının ortaya çıkmasını temsil ettiği ifade edilmektedir. Bu teori, Batı şehirlerindeki sanayisizleşmeyi, yeni sanayileşmekte olan ülkelerdeki şehirlerin
büyümesini ve karşılıklı bağlılığın olduğu dünya ekonomisinde kontrol ve
yönetim merkezi olarak küresel şehirlerin büyümesi gibi dünya ölçeğindeki temel ekonomik gelişmeleri dikkate almaktadır. Bununla birlikte her ne
kadar yanlış olmasa da bu teorinin açıklama kapasitesi sınırlı kalmaktadır
(Savage & Warde, 1993). Ekonomik süreçlere bu denli yaslanarak açık bir
şekilde ekonomideki değişimle ilintili olan şehirlerin sosyal coğrafyası ile
ilgili pek az şey söylemek mümkündür. Söz konusu teori ekonomik değişim
ve şehirleşme arasında tek yönlü açıklamalar sunmaktadır. Bu bakış açısı makro ekonomik değişimin şehirler üzerindeki etkilerini ortaya koyma
becerisine sahiptir. Ancak, şehirlerin tekil özelliklerinin, siyasi liderlerinin
veya yerel iş topluluklarının makro ekonomik süreçleri nasıl etkileyebildikleri ile ilgili pek az şey söyler. Şehri dışarıdan görmeye yarar fakat şehri
içeriden görmeyi beceremez. Şehirlerin emeğin uluslararası dağılımındaki
pozisyonları otomatik olarak kendi coğrafi konumları veya ekonomik tarihleri tarafından belirlenmez. Bu faktörler tarafından sınırlandırılabilirler
fakat kendilerini etkileyen ekonomik süreçleri yönlendirebilme imkânları
da bulunmaktadır. Yeni uluslararası istihdam dağılımı bakış açısı ekonomik değişim ve kentleşme ile ilgili bu önemli ilişkiler hakkında pek az şey
açıklar (Savage & Warde, 1993).
İstihdamın yeni uluslararası dağılımını açıklayan makro ekonomik
teoriden çok daha kapsamlı bir açıklama sunan teori “yeniden
yapılandırma” teorisidir. “Yeniden yapılandırma” teorisi değişen ekonomik
koşullara göre organizasyonların kendilerini yeniden yapılandırmalarına
atıf yapmaktadır. Bu yaklaşım öncelikle Doreen Massey ve Richard Meegan
isimli iki coğrafyacı tarafından 1970’lerin sonlarında geliştirilmiş ve daha
sonra 1980’lerin başlarında “The Anatomy of Job Loss: The How, Why
and Where of Employment Decline (Massey & Meegan, 1982) ve Spatial
Division of Labour (Massey, 1984) gibi yayınlar ile ayrıntılandırılmıştır.
Massey ve Meegan istihdamdaki mekânsal eşitsizliğin Birleşik Krallıktaki
ekonomiyi karakterize ettiğini belirlemişlerdir. Bu durumun da şirketler
ve organizasyonların aldığı mekânsal yeniden yapılanma kararlarının
sonuçları tarafından şekillendirildiğini ortaya atmışlardır. Şirketler emek
maliyetlerinin mekânsal farklılığı gibi unsurlar üzerinden mekânı kendi
avantajlarına göre kullanabilme becerisine sahiptirler. Yeniden yapılanma
rekabetin gittikçe arttığı dünya ekonomisinde kârlılıkların devam
ettirilmesi amacıyla bunun gibi mekânsal farklılıkları kullanma üzerinden
organize edilmektedir. Ulusal ve uluslararası eşitsiz gelişmenin dokusu
organizasyonların sadece emek maliyeti üzerinden değil aynı zamanda
sendikalaşma tarihi gibi sosyo-kültürel özelliklerde de mekânsal farklılıkları
kullanabilme becerisini yansıtmaktadır.
14
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Eski sanayi şehirlerinin iç kesimlerindeki sanayisizleşme makro
ekonomik gelişmelere şirketlerinin yeniden yapılanma cevabı olarak
yorumlanabilir. Bu alanlar banliyö ve kırsal kesimlere kıyasla yüksek
emek maliyeti ile karakterize olmaktadır. Massey ve Meegan bölgesel
uzmanlaşmayı üretim sürecinin parçalara bölünerek mekânsal dağılımının
bir sonucu olarak tanımlamaktadır. Bu Birleşik Krallığın güneydoğu
bölgesinin yönetim ve kontrol işlevleri ile bir idare merkezi olarak ortaya
çıkarken eski sanayi bölgelerinin başka alanlarda yönetilen fabrikalarda
rutin üretim mekânları haline gelmesini açıklamaktadır. Massey ve Meegan
sermayenin gittikçe artan hareketliliğini ve alanların doğal özelliklerinden
ziyade gittikçe artan sosyal çarpıklığa dikkat çekmektedir (Massey &
Meegan, 1982).
Bu yaklaşım şehirlerin ekonomik değişime tepkisini anlamada oldukça
faydalı bir bakış açısı sunmuş ve doğrudan bir takım katkılar yapmıştır.
Birleşik Krallığın değişen kentsel ve bölgesel yapısı içerisinde pek çok
araştırma programına güç vermiş ve ekonomik yeniden yapılanmanın
sosyal ve kültürel özellikleri nasıl içerdiğini göstererek ekonomik tabanlı
açıklamanın ötesine gitme imkânı vermiştir. Buradan kaynağını alan
en önemli anlayış ekonomik yeniden yapılanma ve mekânların spesifik
coğrafi düzenlemeleri arasındaki ilişkinin tek yönlü bir ilişki olmaktan
ziyade iki yönlü bir ilişki olduğudur. Ekonomik yeniden yapılanma sadece
mekânların coğrafyaları üzerinde etki yapmadığı gibi bu tekil ve kendine
has coğrafyaların ekonomik yeniden yapılanma süreci üzerinde de etkileri
bulunmaktadır. Yeniden yapılanma yaklaşımı mekânların ekonomik
değişimin basit edilgen alıcıları olmayıp aynı zamanda bu değişikliklerin
sonuçlarını da etkileyebildiklerini göstermektedir (Savage & Warde, 1993).
Buna rağmen, yeniden yapılandırmacı yaklaşım 1980’lerin sonlarında
ve 1990’larda gittikçe artan oranda eleştiriye maruz kalmıştır. Diğer
yaklaşımların aksine yeniden yapılandırmacı yaklaşım spesifik mekânlar
üzerinde ekonomik yeniden yapılandırmanın etkilerini ortaya koymada
son derece zayıf kalmaktadır. Yeninden yapılandırmacı yaklaşım ile
yapılan araştırmalar mekânların olduklarından çok daha fazla bağdaşık
ve heterojen olduğunu ileri sürme eğilimindedir. Söz konusu yaklaşımda
adlandırıldığı üzere “yerellikler” nispeten küçük ve oldukça uzak alanları
ifade etmektedir. Bu durumda bile büyük oranda içsel, mekânsal, ekonomik
ve sosyal farklılıklar göstermektedirler. Ekonomik yeniden yapılanmanın
bu yerellikler üzerindeki etkisi bu nedenle yerelin sosyal ve ekonomik yapısı
içerisinde dağılmıştır. Bir dereceye kadar içsel homojenliğin varlığını kabul
ettiğimiz mekânsal birimleri araştırma birimi olarak kabul etmek anlamlı
olmaz. Yeniden yapılandırmacı yaklaşım ekonomik yeniden yapılanmanın
aracılığı ile mekânın rolüne aşırı vurgu yapma eğiliminde iken yerelin içsel
yapısının önemini göz ardı etme eğilimindedir. Yeniden yapılandırmacı
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
15
yaklaşım ekonomik yeniden yapılanmanın aracılığı ile sosyal ve kültürel
faktörlerin önemini göstermede hırslı fakat sınırlı bir çaba olarak ele
alınmalıdır (Savage & Warde, 1993).
Şehirler ve Hizmet Ekonomisinin Büyümesi
1980’lerin başlarında hizmet sektörünün büyümesi yeni bir iyimserliğin
doğmasına yol açtı. Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’da sanayi
sektöründe yaşanan kayıpların hizmet sektöründeki büyüme ile telafi
edileceği düşünüldü. Bununla birlikte hizmet sektörünün büyümesi
sektörel, sosyal ve coğrafi olarak spesifik bazı karakterler arz ediyordu.
Hizmet sektörünün büyümesi üretim sektöründeki işsizliği tamamen
telâfi etmediği gibi bu büyümeden yararlanan mekânlar ve kişiler
sanayisizleşmenin asıl yükünü çekenlerden çok daha farklıydı (Allen, 1988;
Hudson & Williams, 1986).
1980’lerin başlarında hizmet sektöründeki istihdam bir dizi sebepten
dolayı artış gösterdi. Bunlar iş sektörünün şirket içinde mekânsal olarak
dağılmış bulunun ekonomik faaliyetlerin koordinasyon halinde çalışma
gerekliliği ve finans ve hukuk alanında uzmanlaşmış eleman ihtiyacıydı.
1945 ve 1990 yılları arasında hizmet sektörü istihdamı yaklaşık % 75
oranında büyüdü. Bu büyüme sektörel olarak eşitsiz olduğu gibi en büyük
büyüme bankacılık ve sigortacılık hizmetlerinde yaşandı (Allen, 1988;
Cameron, 1980).
Hizmet sektöründeki işlerin mutlak büyüme rakamları üretim
sektöründeki iş kayıplarının mutlak rakamlarından önemli derecede
düşüktü. Bunun yansımaları Birleşik Krallıktaki istihdam dışı kişi
sayısındaki artışta görülmekteydi. Bu açık bir şekilde Birleşik Krallığın
ekonomisinde toplam işsiz sayısının 1981 ve 1991 yılları arasındaki
büyümede de kendini göstermektedir. Mutlak rakamların göstermekte
yetersiz kaldığı husus ise istihdam kompozisyonunda yaşanan değişimin
sosyal ve mekânsal boyutlarıdır.
Birleşik Krallık ekonomisindeki üretim sektöründen hizmet sektörüne
kaymanın geniş ölçekli bölgesel ve kentsel etkileri sosyal, ekonomik,
dönemsel ve cinsiyet boyutlarının karşılıklı etkileşimi ile açıklanabilir. Temel
etkileri işsizlik oranlarındaki artış, yerel istihdam piyasasının dönüşümü ve
hizmet sektörünün mekânsal olarak merkezden uzaklaşmasıdır.
Her şeyden önce üretim sektöründeki iş kayıpları hizmet sektöründeki
büyüme tarafından tam olarak telâfi edilebilmiş değildir. Bu geniş
ölçekli değişim bölgesel boyutta dengesiz bir dağılım sergilemektedir.
İşsizliğin artmasından en kötü etkilenen bölgeler Midlands (Spencer et
al., 1986), Kuzey İngiltere ve Keltik çeper olarak adlandırılan eski üretim
merkezlerinin bulunduğu kentsel alanlardır. Benzer şekilde Güney Galler,
16
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Batı Midlands, Kuzey Doğu, İskoçya’da Slydeside ve Kuzey İrlanda’da bu
durumdan en kötü şekilde etkilenen bölgelerdir (Champion & Townsend,
1990). Benzer örüntü Kuzey Amerika ve Avustralya’da da ortaya çıkmıştır.
Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey doğusundaki pas kuşağı olarak
adlandırılan bölge ağır sanayide işsizliğin artış gösterdiği bölgeler
olmuştur. Bu kuşaktaki şehirler Baltimore, Pittsburgh, Cleveland, Detroit
ve Chicago’dur. Amerika Birleşik Devletlerindeki ekonomik büyümenin
yaşandığı alan ekonomik çöküntünün tecrübe edildiği bu kuşaktan
oldukça farklı bir yerde ortaya çıkmıştır. Güneş kuşağı olarak adlandırılan
alanda yer alan California animasyon, biyoteknoloji ve uzay araştırmaları
gibi yeni teknolojilerin hayata geçtiği bölgeler ekonomik canlanmanın
Amerika Birleşik Devletlerinde gerçekleştiği bölgelerdir (Knox & Agnew,
1994). Avustralya’nın pas kuşağını ise Victoria eyaleti, Tazmanya ve Güney
Avustralya oluştururken güneş kuşağını Queensland ve Batı Avustralya
oluşturmaktadır (Stimson, 1995). Sektörel ekonomik dönüşüm kaçınılmaz
olarak “mekân ekonomisinde” dönüşümü de içermektedir. Güneş
kuşağı gibi klimatik bir metaforu kullanmak mekân ekonomisindeki
dönüşümü açıklamak ve tanımlamak için uygundur. Genellikle olumlu
iklim koşullarına sahip olmak yeni sanayilerin gelişmesinde birkaç doğal
avantajdan birisi durumundadır. Örneğin California’nın iklimi yeni
sanayinin buraya yönelmesindeki çekici faktörlerden birisidir.
Pas kuşakları ağır ilerleyen hizmet sektörü büyümesi ile eş zamanlı
gelişen erkek nüfusun istihdam piyasasından uzaklaşmasından niceliksel
olarak en ağır etkilenen bölgeler olmakla kalmaz fakat aynı zamanda
da niteliksel bazı dönüşümlere maruz kalır. Hizmet sektöründeki işler
üretim sektöründeki işlerden niteliksel olarak önemli ölçüde farklı olma
eğilimindedir. İstihdam piyasasındaki bu etki part time çalışma, geçici
süreli kontratlar ve kadınların istihdam edilme oranlarında bir artış
şeklinde kendini göstermektedir. Bu değişimlerin dolaylı sonuçları da
istihdam piyasasında orta gelir grubunun erozyonu ile gelir imkânlarının
kutuplaşması ve kadının gittikçe artan bir oranda istihdam piyasasında
hane halkının gelir getirici üyesi olarak erkeğin yerini alması ile sosyal
ilişkilerdeki değişimdir.
Hizmet sektörünün coğrafyası da benzer şekilde karmaşıktır. Bununla
birlikte, Birleşik Krallıkta ofis istihdamında seçici bir merkezden
uzaklaşma olarak özetlenebilir. Birleşik Krallıkta ofis sektörü 1960’larda
hızlı bir şekilde gelişmiştir ve özellikle Londra ve onu çevreleyen güney
doğu bölgesinde toplanmıştır. Ofislerin belirli bir alanda yoğunlaşması
ulusal ve çok uluslu şirketlerin ana merkezlerinin Londra şehrinin finansal
bölgesine, yeni millileştirilmiş sanayileri ve sivil kamu hizmetlerine yakınlık
arayışını içermektedir. İlk başlarda ofislerin merkezden uzaklaştırılması
büyük oranda merkezi hükümetin faaliyetleri ile desteklenmiştir. Ofis
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
17
Gelişim Ruhsatnamesi ofislerin Güneydoğu’nun dışına yönelmesini
cesaretlendirmiş, Ofis Büro Lokasyonları Bürosu (1964-1979) alternatif
ofis lokasyonları önermiş ve bazı kamu hizmetleri Londra dışına taşınmıştır
(Hudson & Williams, 1986). Tüm bunlar ofislerin Londra merkezinden
uzaklaştırılmasına yönelik kasti çabalardır. Özel şirketler 1960’lar ve
1970’lerde merkezden uzaklaşmaya başlamışlardır. Bununla birlikte Birleşik
Krallığın Güneydoğu bölgesinde kalma eğilimi içerisinde olmuşlardır.
Sigorta şirketi Eagle Star Cheltenham’a IBM Bristol’a taşınmıştır. Bu
bölgenin dışına taşınan pek az şirket olmuştur.
Telekomünikasyondaki gelişmeler mekânsal olarak uzak fakat elektronik
olarak bağlantılı şirket ofis ağlarının kurulmasına ve “sanal ofis”lerin
oluşmasına olanak sağlamış ve şirketler fonksiyonlarına göre ofislerini
mekânsal olarak ayrıştırmaya başlamıştır (Bleeker, 1994; Graham & Marvin,
1996). Bu durum rutin ofis işlerinin ve orta sınıf yönetim işlevlerinin
Keltik çeperde yer alan eski üretim şehirleri ve lokasyonlarının periferisine
taşınmasına yol açmıştır. Bu yer değiştirmeler daha ucuz ve esnek işgücü
avantajını da beraberinde getirmiştir. Yüksek seviyeli yönetim işleri rutin
ofis işlevleri ile aynı ölçüde bir yer değiştirmeye maruz kalmamıştır.
Hizmet sektöründeki istihdamın artışı ile yaratılan işlerin niteliği
nispeten yüksek gelirli ve niceliksel olarak az olan işler ile daha rutin,
düşük gelirli, düşük iş becerisi, fazla eğitim gerektirmeyen, sendikasız
ve geçici işler olmak üzere bir kutuplaşma oluşturma eğilimindedir. İş
imkânlarındaki bu kutuplaşma sanayisizleşme süreci ile yıkıma uğramış
istihdam piyasasındaki nispeten iyi gelirli, tam zamanlı ve görece eğitim ve
beceri gerektiren orta gelir grubunu telâfi etmekte başarısız olmuştur. Sosyal
olarak yeni iş imkânları sanayisizleşme ile gereklilikleri ortadan kalkmış olan
kesimi yeniden istihdam piyasasına dahil etmekte yetersiz kalmıştır. Batı
ekonomilerinin istihdam piyasası eski sanayi bölgelerinde olduğu gibi genel
olarak ulusal ekonomilerinde de erkek istihdamından kadın istihdamına
bir geçiş ile karakterize olmaktadır. Merkezden uzaklaşma ile karaktarize
edilen hizmet sektörü öncelikle telekomünikasyon teknolojilerindeki
ilerleme ile başlamıştır. Bununla birlikte telekomünikasyondaki yeni
ilerlemeler Batı uluslarının periferisinde bulunan alanlardaki avantajları
merkezden uzaklaşma eğilimini daha da uzaklara taşıyarak ortadan
kaldırma tehlikesini de getirmiştir. Bu avantajların arkasındaki temel
motivasyon bu alanlardaki ucuz işgücü arzında yatmaktadır (Graham &
Marvin, 1996).
Şehirlerin Yeniden Şekillenen Ekonomik Coğrafyası
Kent ekonomisi makroekonomik düzlemde meydana gelen değişikliklerden etkilenirken bu etkilenme yeni gelişmekte olan sektörler etrafında şekillenmekte ve kentlerin içsel coğrafyalarını şekillendirmektedir.
18
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Bu değişiklikler çok uluslu şirketlerin ana yönetim merkezleri, yeni üretim hizmet sektörü, şirketlerin araştırma ve geliştirme birimleri, kültürel
sanayinin oluşumu ve telekomünikasyon teknolojilerindeki gelişmeler ile
yakından ilişkilidir.
Şirket ana merkezlerinin lokasyonlarında her zaman kentsel bir yanlılık
vardık. Bu durum banliyö ve daha küçük şehirlere taşınan ulusal ve daha
küçük ölçekli şirketler bir kenara bırakıldığında ulusal ekonomilerin
ekonomik coğrafyasındaki değişimler şeklinde kendini göstermektedir.
Sanayi üretimi yapılan şehir ve bölgeler şirket ana merkezlerinin toplandığı
alanlar olma özelliklerini kaybetme eğilimindedir. Bu durumun en bariz
şekilde görüldüğü alanlar Kuzey Amerika’nın Midwest bölgesindeki
şehirlerdir. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki şirket ana merkezlerinin eski
sanayi şehirlerinden hizmet ekonomilerinin bulunduğu alanlara yönelen
genel bir değişim söz konusudur (Knox & Agnew, 1994).
Çok uluslu şirketlerin ana merkezleri büyük şehirlerde ve özellikle
Londra, Tokyo ve New York gibi sayıları son derece az fakat yüksek
oranda etkin olan “dünya şehirleri” veya “küresel şehirlerde” toplanma
eğilimindedir (Knox, 1995; Sassen, 1991, 1994).
Şirket ana merkezlerinin büyük kent merkezlerindeki konsolidasyonları
bölgesel, ulusal ve uluslararası pazarlara erişim, yüksek nitelikli işgücü
ve belirli sofistike uzmanlaşmış hizmet girdilerine olan ihtiyaçlarını
yansıtmaktadır. Sadece en büyük ve iyi bağlantıları olan şehirler bu
ihtiyaçları karşılayabilme yeterliliğine sahiptir. Bu şekilde şirket ana
merkezleri şehrin merkezi kesimlerini ve şehirlerin ekonomilerini iş hizmet
sektörünün büyümesine bağlı olarak şekillendirme becerisine sahip yeni
dinamik odaklar haline gelmişlerdir (Sassen, 1991, 1994).
Üretim hizmetleri şirketlere yasal, finansal, pazarlama, danışmanlık
ve muhasebe hizmetleri sunmaktadır. Değişen pazar koşullarına hızlı bir
şekilde ayak uydurmak zorunda olan şirketler için üretim hizmetleri gittikçe
daha önemli hale gelmektedir. Bu hizmetler Avrupa ve Kuzey Amerika’daki
büyük şehirlerin ve devletlerin önemli derecedeki uluslararası bağlantıları
ile en hızlı büyüyen sektörü haline gelmişlerdir (Hamnett, 1995; Knox,
1995; Sassen, 1991, 1994; Thrift, 1987).
Üretim hizmetleri ezici bir şekilde dünyanın belli başlı büyük finans
merkezlerinde toplanmaktadırlar. Bu şehirlerin yüksek oranda yenilikçi
ortamlarından ve sundukları diğer sanayi ve uzmanlıklarından geniş
ölçekte ve anlık yararlanmaktadırlar. Bu şehirlerin elektronik ve fiziksel alt
yapıları ile birlikte bar, restoran ve sağlık kulüplerinin sosyal ortamları da iş
dünyasının yararlandığı sosyal networkler açısından ayrı bir öneme sahiptir.
Büyük çok uluslu şirketlerin aradığı sosyal çevrenin bu sıkı kümelenmenin
dışında son derece gelişmiş telekomünikasyon bağlantılarının bulunmadığı
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
19
başka alanlarda üretilmesi imkânsızdır (Graham & Marvin, 1996; Sassen,
1994).
Üretim hizmeti sektörünün temel müşterileri çok uluslu şirketlerin ana
merkezleridir. Bu şirketlerin mekânsal kapsam ve karmaşıklığı arttıkça
etkin bir yönetim, kontrol ve koordinasyon daha elzem hale gelmektedir.
Bu etkinlik büyük ölçüde uzmanlaşmış üretim hizmetlerine bağımlıdır.
Üretim hizmetleri uluslararası ölçekte yayılan ve parçalara ayrılan fakat
gittikçe birbirine bağlanan küresel bir ekonomide daha hayati bir rol
oynamaktadır. Şirket iş merkezlerinin küresel şehirlerdeki kümelenmesi
şirketlere daha kazançlı ve sınırlandırılmış bir pazar sağlamaktadır.
Üretim hizmetleri parçası bulundukları kentsel ekonomilere önemli
etkilerde bulunurlar. Üretim hizmetleri, yatırım ve finansal hizmetlerle
birlikte, yüksek kârlar elde etmeleri dolayısıyla içinde bulundukları kent
ekonomilerinde ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Yüksek kârlar yatırılan
sermaye ve süre ile orantısız yüksek gelirler elde edildiğinde ortaya
çıkar. Bu nedenle hizmet sektörü büyük şehirlerin merkezlerinde arazi,
kaynak ve yatırım rekabetinde çok daha avantajlı bir pozisyondadır. Diğer
sektörler hem mekânsal olarak hem de daha kazançlı ekonomilerden
şehrin merkezinden dışarıya itilirken değersizleşir ve marjinalleşirler. Bu
durumun çok ciddi sosyal etkileri vardır zira üretim hizmetleri tarafından
yaratılan kazançlı iş olanaklarına yüksek beceriye sahip kişiler dışında
çok az kişi tarafından ulaşılabilmektedir. Bu sektörde geriye kalan işlerin
pek çoğu temizlik ve güvenlik gibi düşük vasıflı ve düşük gelirli işlerdir.
İş imkânlarına ulaşma konusundaki bu kutuplaşma şehrin iç kesimlerinde
yaşayanların dezavantajlı pozisyonlarını hafifletecek çok az katkı
yapmaktadır. Gerçekte yerel nitelikli hizmetler butik ve restoranlar gibi
üretim hizmeti sektöründe çalışanlara yönelik olduğundan etki olumsuz
dahi olmaktadır (Sassen, 1994).
Şirketlerin araştırma ve geliştirme birimlerinin lokasyonları iki gereklilik
tarafından belirlenmektedir: yüksek nitelikli işgücüne erişim ve şirket ana
merkezlerine veya üretim birimlerine yakınlık. Birinci gereklilik araştırma
ve geliştirme birimlerinin şirketlerin istikrarsız ekonomik ortamlarda işlem
yapabilmelerinde ve gelişmelerinde daha merkezi bir rol oynamalarından
dolayı daha belirgin bir çekim gücü oluşturmaktadır (Knox & Agnew,
1994; Malecki, 1991). Bu gereklilikler şu üç lokasyondan biri tarafından
karşılanma eğilimindedir: şirket ana merkezlerinin bulunduğu büyük
şehirler, üniversite veya diğer araştırma kurumlarının yakınları (yüksek
nitelikli işgücü için daha çekici hale getiren hoş bir çevrenin bulunduğu
alanlar) veya doğrudan üretimin yapıldığı alanlar. Bunların sonuncusu
araştırma ve geliştirmenin üretim ile sıkı bir entegrasyona olan ihtiyacın
bulunduğu durumlar için geçerlidir. Üretim merkezden uzaklaştıkça
araştırma ve geliştirme birimlerinin de buna eşlik ettiğine dair bir takım
20
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
kanıtlar bulunmaktadır (Knox & Agnew, 1994). Bu durumun devamı söz
konusu olursa üretim şubeleri ile yerel ekonomiler arasındaki çoğalan ve
genişleyen ilişki tipleri ile “şube” sanayileşmesinin coğrafyasını yeniden
yazmak muhtemel gözükmektedir. Bununla birlikte muhtemelen bu tip
merkezden uzaklaşma eğilimi oldukça seçicidir. Periferi ülkelerindeki
şubeler muhtemelen yeterli eğitim ve araştırma alt yapısından yoksun bir
halde sadece üretim birimleri olarak kalacaklardır.
Araştırma ve geliştirme şubelerinin coğrafyası kentsel ve bölgesel
kalkınmada son derece büyük bir öneme sahiptir. Araştırma ve geliştirme
kompleksleri ürünlerin modifiye edildiği ve yenilerinin geliştirildiği
inovasyon alanlarıdır. Bu alanlar ekonomik gelişmenin potansiyel
gerçekleşme alanlarıdır (Healey & Ilbery, 1990). Yerel otoriteler tarafından
bu durumun önemi anlaşıldığından bilim ve teknoloji parkları oluşturma
çabaları ile birlikte üniversiteler ve iş dünyası arasında bağlantı sağlamaya
çalışarak inovatif bir ortam yaratma çabası içerisine girmişlerdir. Burada
karşılaşılan sorun şirket şubelerine bağlı olanlar dışında araştırma
ve geliştirme birimleri büyük ölçüde merkezden uzaklaşma eğilimi
göstermemeleridir. Bu nedenle gelecekte araştırma ve geliştirme
birimleri halihazırda sahip oldukları avantajları sağlamlaştırarak mevcut
merkezlerinde kalacaklardır.
E-teknoloji ve biyoteknoloji gibi yeni teknolojilere bağlı olan ve
onların vasıtasıyla gelişen pek çok yeni ekonomik aktivite ortaya çıkmaya
başlamıştır. Özellikle son yıllarda konvansiyonel pazarlama tekniklerine bir
başka önemli pazarlama tekniği olarak sosyal medya da ortaya çıkmıştır.
Esen v.d. (2018), sosyal medyanın pazarlama ve reklâm çerçevesinde
özellikle gençler üzerindeki etkilerinin önemine yapmış olduğu ampirik
çalışma ile göstermektedir. Bu aktivitelerin doğası, organizasyonu ve
pazarları daha önceki dönemlerin ekonomik aktivitelerinden büyük
farklılıklar gösterdiğinden bunları “yeni sanayi” olarak adlandırmak yerinde
olacaktır. Yeni sanayi ile birlikte sanayi lokasyonlarının yeni coğrafyası da
bir öncekinden yeterince farklı olacağından “yeni sanayi mekânları”ndan
bahsedilebilir (Graham & Marvin, 1996; Knox & Agnew, 1994).
Söz konusu yeni sanayiler üç alansal gereklilik tarafından domine
edilmektedir: yüksek nitelikli ve işlevsel olarak esnek işgücüne erişim
ihtiyacı, istikrarlı inovasyon ile birlikte şirketler ve sanayiler arasında
işbirliğini sağlayan bir ortam, şirket ana merkezleri, üniversiteler ve diğer
araştırma kurumlarının birbirleriyle ve ulusal ve uluslararası pazarlara
bağlayan iyi bir alt yapı ve telekomünikasyon bağlantısı (Graham & Marvin,
1996). Mekânın doğal niteliklerinden ziyade sosyal nitelikleri bu sanayiler
için bir çekim gücü oluşturmaktadır.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
21
Eski sanayi şehirlerindeki sorunlu alanların yeniden sanayileşmesine
yönelik bir umut sunmaktan öte bu sanayilerin ekonomik ve mekânsal
nitelikleri bazı yeni imkânlar getirmekle birlikte yeni problemlerin
de habercisi olduğu gözlenmektedir. Yeni sanayi alanları eski sanayi
alanlarından çok farklı lokasyonlarda açılmaktadır. Bu gelişmelerden
kaynağını alan ekonomik yenilenme sanayisizleşmeden yakınan bu alanların
sorunlarına doğrudan veya dolaylı olarak faydalı gibi gözükmemektedir.
Sanayi ve ekonomik coğrafyada yeni ortaya çıkan eğilimler sanayileşme
ile ilişkili dinamik ekonomik mekanizmaların şehrin merkezi kesimlerine
döneceğine ait çok az işaret vermektedir.
Kentsel ekonomilerin yeni ortaya çıkan diğer sektörleri gibi, yeni sanayi
az sayıda yüksek gelirli uzmanlar ve çok sayıda düşük gelirli işçilerin ihtiyaç
duyulduğu kutuplaşmış gelir dağılımı tarafından domine edilmektedir.
Bu gelişme dalgasıyla ortaya çıkan iş imkânları şehir merkezlerindeki
dezavantajlı grupların niteliklerine uygun değildir. Geçmişte meslek
hayatında yükselme imkânları sunulurken günümüzde yüksek gelirli ve
düşük gelirli gruplar arasında bir bağlantı bulunmamaktadır (Knox &
Agnew, 1994; Markusen, 1983). Bu sanayilerdeki çalışma tecrübesi esnek
olma gerekliliği tarafından domine edilmektedir. Aynı şekilde part-time,
kısa süreli ve dönemlik kontratlar ile çalışma koşulunu dayatmaktadır. Bu
yeni sanayilerin dezavantajlı gruptakilerin sosyo-ekonomik refahına olan
katkıları göz ardı edilebilecek seviyede olduğu gibi yer yer olumsuzdur.
Son olarak bu sanayilerin bağlı bulundukları yerelin ekonomisine olumlu
katkı yaratma potansiyelleri ile ilgili ciddi soru işaretleri de bulunmaktadır.
Bu sanayiler yerel ve bölgesel ekonomilerden ziyade şirketlerin kendi
içlerinde ve ulusal ve uluslararası ekonomiler arasında daha fazla bağlantı
yaratmakta ve bu bağlantıları kullanmaktadır (Turok, 1993).
Merkezi hükümet ve şehir yönetimlerinin sanayisizleşme sürecine
verdikleri en önemli cevap gerilemekte olan şehrin iç kesimlerine yeni
sanayileri çekmek olmuştur. Kültürel ve yaratıcı sanayiler şehrin iç
kesimlerinin yeniden canlandırılmasında özellikle belirgin bir etkiye sahip
olmuştur (O’Connor & Wynne, 1996). Bunlar moda, medya, sinema,
tasarım, teknoloji temelli aktiviteler ve müzik sanayileridir. Bu sanayiler
sadece gerilemekte olan şehrin iç kısımlarını ekonomik kültürel olarak
yeniden canlandırmakla kalmaz aynı zamanda yeni medya, internet veya
müzik gibi yaratıcı sanatlar etrafında toplumsal tabanlı projelerin de yeniden
canlandırılma projeleri ile bütünleştirilmesine imkân tanımaktadır. Bu tür
sanayilerin gelişmesine adanan kültürel mahalleler veya mekânlar Avrupa
ve Amerika’daki pek çok şehrin temel niteliklerinden biri haline gelmiştir.
Kendi içerisinde büyük derecede farklılıklar içerdiğinden kültürel
sanayi sektörünün gelişimini genelleştirecek eğilimlerden bahsetmek
22
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
oldukça zordur. Örneğin bazı alanlar sanatçı ve küçük medya şirketlerinin
terkedilmiş sanayi bölgelerindeki boş ve düşük kira maliyetlerinden
yararlanmak amacıyla buraya taşınmalarından dolayı organik olarak
gelişmiştir. Bu durum New York ve San Fransisco gibi şehirlerin eski
sanayi bölgelerinde toplanan internet şirketlerinin rakamlarındaki artışta
gözlenebilir. Diğer taraftan ise kültürel sanayi mahallelerinin gelişimi yerel,
bölgesel veya ulusal yönetimlerin kentsel yenilenme programları tarafından
dikkatli bir planlama ve yönetimi ile de sağlanabilmektedir.
Dünya ekonomisi gittikçe artan oranda karşılıklı bağımlılık esasına göre
şekillenmektedir. Tekil mekânların kaderi diğer mekânlardan bağımsız
değildir. Mekânlar artan bir şekilde daha geniş coğrafi ölçeklerde işleyen
süreçler ve diğer mekânların kaderleri ile bağlantılı hale gelmişlerdir. Dünya
ekonomisi içerisindeki bu artan karşılıklı bağlılık birbirleriyle ilişkili birçok
sürecin bir sonucudur. Çok uluslu şirketlerin uluslararası ekonomik akışın
temel şekillendirici gücü olarak ortaya çıkması, ulusal finansal pazarlarda
düzenlemelerin ortadan kalkması ve mekânları birbirine bağlayan ve
dünya ekonomisi içerisinde şehirler ve mekânlar arasında “akışlar mekânı”
yaratan telekomünikasyondaki gelişmeler bu süreçlerin önde gelenleridir.
Bunun en belirgin etkisi belirli bazı mekânların birbirine daha da
yaklaşırken aralarındaki etkileşimlerin gittikçe daha anlık ve “gerçek”
bir hale gelmesidir (Hamnett, 1995; Knox, 1995; Leyshon, 1995).
Telekomünikasyondaki gelişmeler birbirinden uzak mekânlar arasındaki
iletişim sürelerinde meydana gelen gecikmeleri ortadan kaldırmış ve
çok daha karmaşık değiş-tokuş işlemlerinin yapılmasını mümkün hale
getirmiştir. Bununla birlikte, “elektronik ekonomi” bu teknolojilerin
yoğunlaştığı ve bir diğeri ile yüksek oranda ilişki içerisinde olan az sayıdaki
büyük şehirlerde toplanmaktadır. Bunlar Londra, New York, Tokyo ve
Paris gibi şehirlerdir. Küresel olarak kentsel hiyerarşinin alt basamaklarına
indikçe gelişmiş iletişim teknolojilerinde ve dünya ekonomisi ile bağlantıda
niteliksel ve niceliksel olarak bir azalma gözlenir. Bu örüntü kentler
arasında belirgin bir hiyerarşinin varlığına işaret eder. Ulusal sınırlar içinde
büyük şehirler orantısız olarak ülkenin diğer şehirlerine oranla ülkenin
uluslararası iletişim altyapısını kendilerinde toplamaktadır (Knox, 1995;
Sassen, 1991, 1994).
Uluslararası iletişim altyapısının belirgin birkaç yerde yüksek
derecedeki konsantrasyonu sadece birkaç seçilmiş alanın birbirlerine
daha da yaklaştığını buna karşılık bu iletişim altyapısından yoksun
olan yerlerin ise bu iletişimin getirdiği avantajlara ulaşmada başarısız
olduklarını ima etmektedir. Bu durum eski sanayi şehirlerinin, gelişmekte
olan ve gelişmemiş ülkelerin şehir ve köylerinin küresel ekonominin
merkezleri ile aralarının gittikçe açılmasına neden olmaktadır (Leyshon,
1995; Sassen, 1994). Bu şekilde az sayıda birbirleriyle yüksek oranda
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
23
bağlanmış “enformasyon-zengin” sınır-aşırı küresel şehirler ve onları
çevreleyen birbirleriyle ve diğer bölgelerle kısıtlı bağları bulunan geniş bir
“enformasyon-yoksun” hinterlandın bulunduğu bir küresel örüntü ortaya
çıkmaktadır. Sassen (Sassen, 1994), sınır-aşırı kentsel network içerisinde
iletişim gittikçe artarken bu şehirlerin bölgesel ve yerel ulusal hinterland ve
kentsel sistemi ile aralarındaki ilişkinin azalacağını öne sürmüştür. Ortaya
çıkan bu yeni küresel örüntü çok büyük bir önem arz etse de henüz bu
şehirlerin kendi bölgesel ve ulusal hinterlandlarından ziyade sınır-aşırı
yeni networkleri ile daha sıkı bir ilişki içerisinde olduklarını söylemek
için erkendir. Bu şehirler ile kendi bölgesel hinterlandları arasındaki
geleneksel iç ilişkileri küresel şehirlerden gelen para, enformasyon, iktidar
ve insan akışı ile tamamlanmaktadır (Hamnett, 1995; Knox, 1995). Küresel
şehirlerin arasındaki ilişkinin şehirlerin geleneksel şehirleri ile aralarındaki
ilişkilerin önüne geçip geçmeyeceğini zaman gösterecektir.
Uluslararası elektronik komünikasyon ekonomisinin coğrafyası
mekânsal, kentsel, sosyal ve cinsiyete dayalı ayrımlar göstermektedir.
Bu ekonomi belirgin bir şekilde Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya ile
ilişkilendirilmektedir. Gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerdeki etkisi
sınırlıdır. Söz konusu ülkelerdeki sınır aşan ilişkiler ve bunlara imkân tanıyan
iletişim altyapısı başkentlerinde bulunabilir fakat bağlantıları genellikle
oldukça zayıf ve sınırlıdır. Çoğunlukla da küresel ekonominin etken birer
şekillendiricisi olmaktan ziyade edilgen birer uygulayıcısıdırlar. Kuzey
Amerika, Avrupa ve Japonya’da bu ekonomi özellikle hizmet ekonomisinin
bulunduğu şehirlerde lokalize olmaktadır. Eski sanayi şehirleri küresel
ekonomi şehirleri ile son derece zayıf bir ilişki içerisindedir ve genellikle
bu ekonomiden kaynaklanan akışın kaynağı ve şekillendiricisi olmakta
ziyade sadece alıcısıdırlar veya tamamen dışında kalmaktadırlar. Gelişmiş
telekomünikasyon teknolojilerine erişim toplumsal olarak da yüksek
oranda kısıtlanmış durumdadır. Erişim sıklıkla az sayıdaki profesyonel ve
yönetim ile ilgili işlerle sınırlı kalmaktadır. Sonuç olarak nüfusun büyük
bir oranı bu teknolojilere ulaşamaz. Bu durumun mekânsal yansıması eski
sanayi şehirlerinin iç kesimlerinin enformasyon teknolojilerine ulaşımının
yetersiz olduğu birer “elektronik getto” haline gelmesi şeklinde olmaktadır.
Ekonomik dinamizm ve ekonomik bunalımın mekânsal örüntüsü coğrafi
olarak gittikçe daha da kutuplaştığı görünümündedir. Şehir merkezleri
oldukça karmaşık bir gelişme yaşamaktadır. Az sayıdaki küresel şehrin
merkezi finansal ve üretim hizmetleri sektörlerindeki yüksek kârlar ve
hızlı büyüme ile desteklenerek ekonomik bir büyüme tecrübe ederken eski
bazı sanayi şehirlerinin merkezleri konferans merkezleri, ofisler, oteller ve
eğlence sektörü yatırımları ile inanılmaz bir fiziksel değişim geçirmektedir
(Sassen, 1994). Bu durum şehirlerin ekonomik yeniden canlanması açısında
ne kadar sürdürülebilir olduğu ticari emlâk piyasasındaki periyodik
24
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
çöküntüler göz önünde bulundurulduğunda oldukça şüphelidir. Diğer
merkezler ise ekonomik dinamizm mekanizmalarına ulaşmada başarısız
olarak bir gerileme içerisindedirler. Tarihi şehirler canlılıklarını korumak
için geleneksel olarak güçlü oldukları turizm sektörüne daha bağımlı hale
gelmektedirler (Page, 1995). Bununla birlikte “soylulaştırma”ya maruz
kalan şehirler dışındaki hemen tüm şehirlerin iç kesimleri bir gerileme
içerisindedir. Şehrin iç kesimlerindeki problemler aynı zamanda Liverpool
ve Glasgow gibi çevre belediyelerin emlâk piyasası tarafından da yeniden
üretilmektedir. Gelecekteki büyüme alanları Los Angeles örneğinden de
fark edilebileceği üzere şehrin dışındaki alanlar olacak gibidir. Şehirlerin
gelecekteki ekonomi coğrafyası ulaşım ve iletişimdeki teknolojiler aracılığı
ile merkezden uzaklaşma ve şehir merkezlerinin formel ekonomiden artan
bir şekilde uzaklaşması şeklinde gerçekleşecek gibi gözükmektedir. Bu
durum “kentsel halka” terimi ile ifade edilmektedir.
SONUÇ
Dünya ekonomisindeki yeni gelişmeler, hizmet sektöründeki büyüme,
küreselleşme ve yeni telekomünikasyon sistemlerinin birbirleriyle yakından
ilişkili olduğu aşikârdır. Bu bakış açılarından hiç birinin birbirinden
bağımsız olarak ele alınması şehir gelişiminin değişen ekonomik
bağlamını açıklamaya yönelik kapsayıcı bir bakış açısı sunmaz. Fakat
hepsi birlikte son yıllarda değişen şehir yapılarındaki radikal değişimlerini
anlamlandırılmasına ışık tutmaktadır. Şehirler artık üretim ve tüketim
etrafında birleşmiş ve ayrıntılı ulusal hiyerarşiler ile sıkı bir ilişki halinde
olan tekil varlıklar değildirler. Aksine şehirler gittikçe artan oranda üretim
ve tüketim hizmetleri etrafında temellenmiş ve yeni telekomünikasyon
teknolojileri ile bir araya getirilmiş küresel networkler ile ilişkili çok
merkezli birer fenomendir. Bu gelişmeler şehirlerin kültürleri ile çift taraflı
bir etkileşim içerisindedirler.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
25
KAYNAKÇA
Allen, J. (1988). Towards a post-industrial society. In J. Allen & D. Massey (Eds.),
The Economy in Question. London: SAGE.
Bleeker, S. (1994). Towards the virtual corporation. The Futurist, March-Apri, 11–14.
Cameron, G. C. (1980). The economies of the conurbations. In G. C. Cameron
(Ed.), The Future of the British Conubrations. London: Longman.
Champion, A. G., & Townsend, A. R. (1990). Contemporary Britain: A Geographical
Perspective. London: Edword Arnold.
Esen, M., Şentürk, T., & Çetinoğlan, N. (2018). Sosyal medya reklamlarının
tüketici satın alma davranışlarına etkisi: üniversite öğrencileri üzerinde bir
uygulama. Journal of Entrepreneurship of Innovation Management, 7(1).
Graham, S., & Marvin, S. (1996). Telecommunications and the City: Electronic
Spaces, Urban Places. London: Routledge.
Hamnett, C. (1995). Controlling space: global cities. In J. Allen & C. Hamnett
(Eds.), A Shrinking World: Global Unevenness and Inequality. Oxford:
Oxford University Press.
Healey, M., & Ilbery, B. (1990). Location and Change: Perspectives on Economic
Geography. Oxford: Oxford University Press.
Hudson, R., & Williams, A. (1986). The United Kingdom. London: Harper & Row.
Knox, P. L. (1995). World cities and the organisation of global space. In R. J.
Johnston, P. J. Taylor, & M. J. Watts (Eds.), Geographies of Global Change:
Remapping the World in the Late Twentieth Century. Oxford: Blackwell.
Knox, P. L., & Agnew, J. (1994). The Geography of the World Economy. London:
Edward Arnold.
Leyshon, A. (1995). Annihilating space? The speed-up of communications. In
J. Allen & C. Hamnet (Eds.), A Shrinking World? Global Unevenness and
Inequality. Oxford: Oxford University Press.
Malecki, E. (1991). Technology and Economic Development: The Dynamics of Local,
Regional and National Change. London: Longman.
Markusen, A. (1983). High tech jobs,markets and economic development
prospects. Built Environment, 9(1), 18–28.
Massey, D. (1984). Spatial Division of Labour. London: Macmillan.
Massey, D., & Meegan, R. (1982). The Anatomy of Job Loss: The How, Why and
Where of Employment Decline. London: Macmillan.
26
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
O’Connor, J., & Wynne, D. (1996). From the Margins to the Centre. In J. O’Connor
& D. Wynne (Eds.), From the Marginst to the Centre. Aldershot: Arena.
Page, S. (1995). Urban Tourism. London: Routledge.
Sassen, S. (1991). The Global City: New York, London, Tokyo. Princeton: Princeton
University Press.
Sassen, S. (1994). Cities in a World Economy. Thousand Oaks, CA: Pine Forge Press.
Savage, M., & Warde, A. (1993). Urban Sociology, Capitalism and Modernity.
London: Macmillan / British Sociological Association.
Spencer, K., Taylor, A., Smith, B., Mawson, J., Flynn, N., & Batley, R. (1986).
Crisis in the ındustrial Heartland: A Study of the West Midlands. Oxford:
Clarendon Press.
Stimson, R. J. (1995). Processes of globalisation, economic restructuring and
the emergence of a new space economy of cities and regions in Australia.
In J. Brotchie, M. Batty, E. Blakely, P. Hall, & P. Newton (Eds.), Cities in
Competition: Productive and Competitive Cities for the Twenty-First Century.
Melbourne: Longman Australia.
Thrift, N. (1987). The fixers: the urban geography of international commercial
capital. In H. J. & M. Castells (Eds.), Global Restructuring and Territorial
Development. London: SAGE.
Turok, I. (1993). Inward investment and local linkages: how deeply embedded is
Silicon Glen? Regional Studies, 27(5), 401–417.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
27
KÜLTÜRÜN MEKÂN ÜZERİNDEKİ YANSIMASI OLARAK
GÜNÜMÜZ ŞEHİRLERİ
CONTEMPORARY CITIES AS A REFLECTION OF CULTURE
UPON SPACE
Beycan HOCAOĞLU1
ÖZET
Kültürlerin şekillenmesinde şehirlerin hayati bir önemi vardır. Kültürler
“hayat tarzlarını” ifade etmektedir ve insanların taşıdığı değerler, takip ettikleri
normlar ve kullandıkları maddi nesneleri içermektedir. Tüm kültürler zaman
içerisinde değişen farklı etkilerin melez bir karışımıdır. Bu nedenle saf ve otantik
bir kültürün varlığı bir mittir. Mekân kültürel değerlerin şekillenmesinde hayati bir
öneme sahiptir. Çünkü tıpkı kültürde olduğu gibi şehirler de iktidar ve otorite ile
sıkı ilişki halindeki sosyal yapılardır. Her ne kadar post modernizm hala üzerinde
tartışılan bir kavram olsa da tüketimin üzerine yapılan vurgunun artması, çeşitlilik
ve ayrışmanın büyümesi gibi şehirlerde yaşanan son gelişmeler post modern
koşulların yorumlanması ile açıklanabilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Şehir Kültürü, Post-kolonyal teori, Post modernizm,
tüketim toplumu, tüketim kültürü
ABSTRACT
Cultures have crucial impacts upon formation of cities. Cultures as “style of
living” involves values hold by peoples, norms they follow and material objects
they have used. All cultures are mixed complex of various effects that have changed
by time. Thus the pure and authentic cultures is a myth. Since space is intimately
bound to the power and authority such as culture it has crucial impact on formation
of culture itself. Although the concept of postmodernism is still a disputed concept
the recent changes in cities such as increased focus on consumption, growing
fragmentation and diversity in cities can be explained only by interpretation of
postmodern conditions.
Keywords: Culture of cities, Postcolonial theory, Postmodernism, Consumption
Society, Consumption Culture
GİRİŞ
Hiç şüphesiz son yıllarda şehir çalışmalarındaki en önemli değişim
“kültür” kavramına gittikçe artan vurgu ve önem olmuştur. Bu gelişme sosyal bilimlerde “kültürel dönüşüm” olarak bilinen daha geniş kapsamlı bir
1
Dr. Öğr. Üyesi., İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi,
Coğrafya Bölümü, beycan.hocaoglu@ikc.edu.tr
28
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
eğilimin yansımasıdır. Son 20 yılda sosyal bilimlerdeki “kültürel dönüşüm”,
neyin çalışıldığını ve bunun nasıl incelendiğini etkileyerek radikal biçimde
şehir kültürleri ile ilgili çalışmaları dönüştürmüştür. Sosyo-mekânsal diyalektik gereği şehirler bir yandan kültürleri etkilerken bir yandan da kültürel
dinamikler tarafından şekillendirilmektedirler. Çağdaş bağlam içerisinde
şehirleri daha da ilginç kılan husus ise nispeten daha dar alanlarda pek çok
farklı kültürleri bir araya getirmesi olmuştur. Appadurai (1996), göçmen,
turist, mülteci, sürgün, “misafir” işçiler ve diğer göç etmiş grupların bulunduğu çeşitlilik arz eden ve pek çok çağdaş şehirde bulunan şehir peyzajını
“ethnospace” olarak adlandırmaktadır. İnsanların bu hep bir arada bulunma durumu sıklıkla kültürler birbirleriyle karşılıklı etkileşim içerisinde olduklarından yeni kültürel formların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bununla birlikte özellikle farklı grupların şehrin belirli kısımlarına itildikleri
durumlarda gerilim ve çatışmalara da yol açabilmektedir.
Bu çalışma da sosyal bilimlerdeki “kültürel dönüşümü” anlamaya ve
bunun neden araştırmacıların şehirlere bakışını bu denli radikal biçimde
değişime yol açtığını anlamayı sağlamayı amaçlamaktadır.
Kültür Nedir?
Popüler biçimiyle kültür resim, heykel, drama ve tiyatro gibi müzeler,
sanat galerileri, konser salonları ve tiyatrolarda kendini gösteren “yüksek
sanatlar” biçiminde algılanmaktadır. Bununla birlikte sosyal bilimlerde
kültür genellikle çok daha geniş bir anlam ifade etmektedir. Kültür
karmaşık bir fenomendir ve bu nedenle net bir şekilde özetlenebilmesi
oldukça zordur. Fakat yine de en yalın haliyle “yaşam tarzları” şeklinde
düşünülebilir. Söz konusu “yaşam tarzları” üç önemli unsuru içermektedir:
1. Kişilerin taşıdığı değerler. Kişilerin sahip oldukları ideal ve
motivasyonları ifade eder. Bu değerler maddi zenginlik elde etme
arzusu, risk alma ve tehlikeye atılabilme kapasitesi, aileye atfedilen
önem, akraba ve yakınlarla dayanışma veya siyasal değişim için
kampanyalara katılma gibi şekillerde kendini gösterir.
2. Kişilerin takip ettikleri normlar. Kişilerin hayatlarını yöneten kural
ve prensipleri ifade eder. Bunlar kendilerini trafikteki kurallara uyup
uymama veya vergi kaçırmak için yasadışı yollar arama gibi şekillerde
kendini gösterir. Normlar aynı zamanda kişisel hususları da içerebilir.
Eşine sadakat gösterip göstermemek veya kendi şahsı çıkarları için
başkalarına zarar verip vermemeyi göze almak gibi.
3. Kişilerin kullandığı maddi nesneler. Refah içindeki Batı toplumlarında
yer alan pek çok kişi için bu günlük tüketim maddelerinden toplu
ulaşım sistemlerine, binalara ve kentsel tesislere kadar uzanan
muazzam bir kategoridir.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
29
Kültürün söz konusu üç unsuru (değerler, normlar ve nesneler)
birbirleriyle yüksek derecede ilişkilidir. Kültür sadece soyut bir fikir değildir.
Kullandığımız maddi nesneler de insanların değer sistemleri hakkında
önemli ipuçları sunmaktadır. Otomobillerin geniş ölçekli kullanımı kişisel
hareketliliğe verilen önem ile ilgili değerleri açığa çıkarmaktadır. Aynı
durum şehir peyzajı için de uygulanabilir. Şehirlerin geniş otoban ağaları
ile veya birbirleriyle entegre toplu ulaşım sistemleri ile donatılmış olup
olmadığı şehirlerde yaşayan kişilerin toplumsal değerler hakkında bazı
ipuçları sağlamaktadır.
İnsanların yaşadığı ve yerleşik olduğu peyzaj üzerinden onların değerleri
anlaşılmaya çalışıldığından, şehir peyzajı içsel anlamların incelendiği birer
“tekst” olarak mütalaa edilebilir. Maddi nesneler ve kültür arasındaki ilişki
“amaçlılık” kavramı ile özetlenebilir. Bu kavram nesnelerin tek başlarına
kendi anlamlarının olmadığı fakat ancak insanların onları kullanması
sayesinde ve bu kullanım amacı ile bir anlama kavuştuklarına dikkati
çekmektedir. Özet olarak kültürler yüksek sanatlardan çok daha fazlasını
içermektedir. Gerçekte kültürel çalışmalar açısından bir tekst, anlamın
ortaya konduğu herhangi bir sunumu kapsamaktadır ve reklam, popüler
televizyon programları, filimler, popüler müzik ve hatta tüketilen gıdayı da
içerebilmektedir.
Kültür açısından sıklıkla “söylem” veya anlatı olarak ifade edilen
anlamanın ortak biçimleri merkezi bir yer kapsar. Bu anlamlar hakkında
ipuçları veren göstergeler ile ilgili çalışmalara “semiyoloji” veya “semiyotik”
adı verilir. Bu daha geniş anlamları işaret eden şeyler, “gösteren” ve kültürel
sembolizm ile yüklü olan aktiviteler, “gösteren uygulamaları” olarak
adlandırılır. Daha genel olarak ise şehir peyzajının arkasındaki anlamlar ile
ilgili çalışmalar “ikonografi” olarak bilinmektedir. Şirket ana merkezlerinin
bulunduğu şehir merkezleri ikonografi için en güzel örneklerden birisidir.
Şirket merkezlerinin pahalı ve etkileyici mimari yapıları şirketlerin güç
söyleminin bir “göstereni” olarak görülebilir. Benzer sembolizm ile dolu
olan devasa mimari projeler anıtsal mimari olarak adlandırılır. Anıtsal
mimari belirli değerleri sembolize etme çabasıyla yapılan etkileyici binalar
ve anıtları içermektedir. Söz konusu binalara ulaşımın sıklıkla kısıtlanması
anıtsal statülerini ve etkileyicilikleri açısından temel bileşendir. Jacobs
(1996) Londra’nın finansal merkezinin yeniden kalkınmasına yönelik
pek çok önerinin dayandığı emperyalist özlemleri ortaya koymuştur.
Britanya İmparatorluğunun en güçlü olduğu döneme ait mimari formları
ve mirasını korumak Londra şehir merkezinin küresel statüsünü yeniden
güçlendirmenin bir yolu olarak görülmüştür.
Topluluklar hakim değerler sistemine sahip iken bu duruma sıklıkla pek
çok grup direnç göstermektedir. Şehir merkezlerindeki büyük ofis binaları
finansal gücün ve etkinin bir sembolü iken bu pek çok kişi tarafından adil
30
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
olmayan çalışma koşulları ve şirketlerin aç gözlülüğünün sembolü olarak
da görülmektedir. En göze çarpan ve en iyi belgelenmiş şehir kültürü
çatışmalarına örnek Londra’nın merkezinde daha önce bir çöküntü alanı
olarak ifade edilen Docklands’ın özel sektör yatırımlarını çekmek amacıyla
altyapı yatırımları yapan bir kentsel gelişme şirketi tarafından dönüştürülmesi
sürecinde yaşanmıştır. Londra Docklands’da bulunan anıtsal Canary
Wharf binaları özel sermayenin kentsel yenilemedeki etkilerinin en önemli
sembollerindendir. Bununla birlikte Docklands ofis binalarının gelişimi
yüksek gelirli profesyonel yöneticilerin bölge yakınlarına taşınmasıyla
zenginlik ve görece fakirliği aynı alanda buluşturmuştur. Bununla birlikte
Docklands’ın gelişmesi demokratik sorumluluğun geleneksel formlarını da
baypas etmiştir. Geniş halk topluluklarına danışma ve onları sürece dahil
etme görüntüsü veren halk toplantıları yapılırken bu toplantılar sıklıkla
sadece halihazırda kapalı kapılar ardında alınan kararları meşrulaştırmak
amacıyla gerçekleştirilmiştir. Sonuç yerel işçi sınıfı toplulukları açısından
köklü bir düşmanlığın ortaya çıkması olmuştur. Docklands’da tecrübe
edilen sosyal gerginlik pek çok şehrin kent tarihi yazımını yerel halkın
bakış açısıyla yazma çabalarını teşvik etmiştir. Bu çalışmalar da şehrin iç
kısımlarını yüksek kârlarla satmak isteyen şirketlerin sterilize edilmiş yerel
tarih versiyonu ile tamamen zıttır.
Buradan da anlaşılacağı üzere şehrin peyzajının ortaya koyduğu değerler
ve diğer maddi nesneler doğal ve zorunlu olmadıkları gibi yaratılmışlardır
ve birbirleriyle rekabet halindeki gruplar bunun için birbirleriyle aktif
olarak mücadele etmektedir. Hakim değerler pazarlama, siyaset, medya,
eğitim sistemi v.b. araçlar ile toplum içerisindeki en güçlü grubun
değerlerini yansıtma eğilimindedir. Şehir peyzajının içinde bulunan mekân
ve kişilerin kodlaması siyasal etki ve kültürel olarak oldukça etkili olan
doğrudan bir varsayım ile anlamadan ve üzerinde düşünmeden gizli ve
bazen halüsinojenik bir normallik ile şehrin peyzajında gömülü değerleri
kabul etmektedir. Bu değerlerin varsayılan olarak kabulü bunları daha da
kuvvetlendirmektedir. Pierre Bourdieu’nun (1977) belirttiği üzere “En
başarılı ideolojik etkiler sözcükleri bulunmayan ve suça iştirak eden bir
sessizlikten fazlasını talep etmeyenlerdir.”
Kültürel çalışmalardaki anahtar konular çeşitlilik ve farklılıktır. Toplum
içerisindeki hakim değerler içerisinde kendi ayırt edici kültürleri ile alt kültür
olarak adlandırılan küçük pek çok alt grup da vardır (bazen çoğunluktaki
grup ile aralarındaki değerlerin önemli ölçüde farklılaşmasından dolayı
“sapkın” alt kültür olarak da adlandırılır). Bununla birlikte sıklıkla bu alt
kültür grupları içerisinde de önemli farklılıklar bulunmaktadır. Birleşik
Krallıkta sıklıkla “Müslüman Toplumu” olarak adlandırılan grup kendi
içerisinde alt gruplara bölünmüştür. Şehir peyzajında olduğu gibi bu
grupların tanımlanması ve gruplandırılması da toplum içerisindeki en
güçlü grup tarafından belirlenmektedir.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
31
Toplum içerisinde kültürel değerlerde görülen çeşitlilik kişilerin
kendilerini nasıl gördüklerini ve tanımladıklarını ifade eden “kimlik”
sorununu da gündeme getirmiştir. Kişilerin kimliklerinin tekil, rasyonel ve
durağan olduğuna yönelik Descartes’a uzanan bir bakış açısı bulunmaktadır.
Ancak bu bakış açısı ve varsayım kültürel çalışmalar perspektifinden oldukça
tartışmalıdır. Kimlikler sınıf, yaş, meslek, cinsiyet, milliyet, din, ve coğrafi
referans gibi pek çok faktör tarafından şekillendirilmektedir. Bu faktörlerin
etrafında ise “öznel pozisyon” olarak adlandırılan ve davranış biçimlerimizi
etkileyen nitelik ve beceriler bulunmaktadır. Bu öznel pozisyonlar Dowling
(1993) tarafından şöyle tanımlanmıştır: “hareket etme, düşünme ve var
olmanın mutlak biçimleri belirgin bir söylem içinde örtüktür ve kendini bu
söylem içinde kavraması ile kişi belirgin nitelikler edinir ve bu da spesifik
özellikleri ve becerileri olan bir kişi yaratır.” Dolayısıyla kimliğin pek çok
öznel pozisyonun bir araya gelmesiyle şekillendiği düşünülür. Hiç şüphesiz
büyük ölçüde bu görüşler insanların tekil kişilikleri ve yaşam tecrübeleriyle
de şekillenmektedir. Tüm bu unsurlar da “öznelliği” veya sürekli bir değişim
içerisinde olması dolayısıyla “öznellikleri” meydana getirmektedir. Bunun
sonucunda denilebilir ki kimliklerimiz sabit değildir ve zaman ve mekâna
bağlı olarak bir değişim içerisindedir. Durağan olmayan bu kimlikler
konusunda kritik olan husus öznelliklerimizin kendimizi kim veya kimlerle
kıyasladığımıza bağlı olmasıdır.
Kentsel ortamların da pek çok farklı tip ve grupta insanı bir araya
getirmelerinden dolayı öznellikler üzerinde kritik etkileri bulunmaktadır.
Bir araya gelme ve karışma durumu şehir sakinlerinde ilgisizlik, korku,
tiksinme, anlayışsızlık, hayranlık veya imrenme gibi farklı duyguların
ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bazen bu karşılaştırmalar
söz konusu gruptakilerin yaratılmış stereotiplerine bağlıdır. Gerçekte
stereotipleştirmenin kadın-erkek, sağlıklı-hasta, akıllı-deli, yerli-yabancı
gibi ikili doğası, sıklıkla bu farklılıkların yaratılmasında merkezi rol
oynamaktadır. Güç ve iktidar konusu da esas olarak bu karşılaştırma
üzerinden ortaya çıkmaktadır. Zira kendimizi karşılaştırdığımız grup
üzerinden kendimizi daha üstün veya daha düşük bir pozisyonda görürüz.
Bir grubun kendini diğer bir gruptan üstün görmesi süreci
“yabancılaşma” olarak ifade edilmektedir. Kimlikler ve kültürel değerler bu
nedenle izole bir halde oluşmazlar. Aksine değerler hiyerarşisi içerisinde
alt sınıfta bulunan veya tamamen dışlanmış bulunan farklı kimlik ve
değerlere ihtiyaç duyarlar. Kimlik oluşumuna yol açan bu süreçler
şehirlerin sosyal coğrafyası üzerinde de kritik etkiler yapmaktadır. Bu
süreçler sosyal dışlanma ve meskûn alanların ayrışmasına yol açar. Kimlik
oluşumu süreçleri çoklu ve istikrarsız olabilirler fakat yine de güç ilişkileri
ve şehirlerde bulunan maddi, siyasal ve psikolojik kaynaklar ile sıkı sıkıya
bağlıdır.
32
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Post-kolonyal Teori ve Şehir
Kimlik oluşumu süreçleri ile ilgili en önemli anlayış “post-kolonyal
teori”den kaynağını almaktadır. Bu teorinin odağında Batılı olmayan
toplumların Batılı toplumların ifade biçimlerinde kendini gösteren
emperyalist söylemin incelenmesi yer almaktadır. Böylece Batılı düşüncenin
üstün olduğu fikrini ifade eden “etnosentrizm” ile mücadele edilmektedir.
Böylesine hegemonik ve dominant söylemin öznelerine sıklıkla alt
(madun) sınıflar adı verilir. Edward Said (1978), Avrupalıların Doğu insanı
ile ilgili görüşlerini hangi biçimlerde inşa ettiklerini pek çok çalışmaya
ilham veren Orientalism kitabında anlatmaktadır. Said, Doğu kavramında
içkin olan egzotik ve şehvetli insanlar fikrinin Batılı bir icat olduğunu
ileri sürmüştür. Buradaki kritik nokta Doğu’nun kavramlaştırılmasının
Doğu’nun zıttı olarak akılcı, medeni ve güvenli bir alan olmak üzerinden
Batı kavramı ile ilişkilendirilmesidir. Diğer bir anlatımla Doğu Batı’nın
kendisini tanımlamasına hizmet etmektedir. Bununla birlikte Said’in
çalışması sömürgeleşen ve sömürgeleştirilen arasında ikili bir ayrım
yapması ve kolonyal söylemin sömürgeleştirenin birincil ürünü olduğunu
varsayması üzerinden eleştirilmektedir. Said’i eleştirenler sömürgeleşen
ve sömürgeleştirilen arasında karşılıklı bir etkileşim olduğunu ifade
etmektedir. Post-kolonyal teoriden kaynağını alan bu görüşler Batıya ait
şehirler üzerindeki çalışmalarda kendini gösterir. Batıdaki gelişmiş ülkelere
gelen pek çok göçmen daha önce Batı’nın sömürgesi olmuş ülkelerden
kaynağını almaktadır. Gerçekte, pek çok kişi Batı ve Doğu arasındaki
bu ayrımın göçmenlerin Batı’nın belli başlı büyük şehirlerine gelmesiyle
ortadan kalktığını ifade etmektedir.
Bir kültürün başka bir kültür tarafından daha iyi olduğu düşüncesi
post-kolonyal teorideki başka bir terim olan ve kültürlerin bir çeşit karışım
olduğunu ifade eden “melezlilik” kavramı ile çürütülmektedir. Bu nedenle
post-kolonyal çalışmalar saf ve temel bir kültürün varlığı fikrini ifade eden
kültürlerin otantik olduğu düşüncesine şüphe ile bakmaktadır. Kültürler
kaçınılmaz olarak melez karışımlardır ve kültürlerin otantik olduğu
yönündeki hatalı düşünce pek çok “milliyetçi” hareketi ortaya çıkartmaya
devam etmektedir.
Özellikle kolonyal bağlamda sıklıkla kültürlerin melez doğası
sömürgeleştirilen ve sömürgeleştiren açısından çekicilik ve tiksinti ile
karışık bir duygu ikilemine yol açmaktadır. Sömürgeleştirenin gururu
sömürgeleştirilenin kendi kültürünü kopyalamasından dolayı okşanırken
diğer yandan da üstünlük duygusunun altını oyacağından kendi kültürlerinin
tamamen diğer kültürün yerini almasını istemez. Sömürgeleştirilen sıklıkla
sömürgeleştirenin kültürüne hayranlık duyar ve onu kopyalar fakat aynı
zamanda yine sıklıkla kendi tabi kılınmış pozisyonundan da hoşnutsuz
olur.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
33
Bhabha (1994), melezliliğin artması ile kolonyal kültürün tamamen
hiçbir zaman kopyalanamayacağını ileri sürmektedir. Gerçekte
sömürgeleştirilenin sömürgeleştirenin kültürünü “benimseme” süreci
sadece bir taklide yol açar. Bununla ilgili en klâsik örnek İngiliz efendisinin
hal ve tavrını taklit eden Hintli hizmetçi örneğidir. Bu sömürgeleştiren
için potansiyel bir tehlikedir çünkü taklit esasında alay ve istihzadan çok
uzakta değildir ki bu alay etme durumu sömürgeleştirenin otoritesinin
zayıflamasına ve hatta tamamen ortadan kalkmasına yol açar. Burada
önemli olan husus söz konusu durumun post-kolonyal dönemde de devam
etmesi ve tüm kültürlerin esasında bir benimsemenin ürünü olduğudur.
Bu nedenle melezlilik sadece kültürlerin bir karışımı değildir aynı
zamanda hakim olan kültürün otoritesine ait olan pek çok sembolleri de
istikrarsızlaştırmaktadır.
Hem kültürel çalışmalar hem post-kolonyal teori kültürlerin her şeyden
önce birer “sosyal yapı” olduklarını vurgulamaktadır. Anderson (1983), ulusal kimliklerin sosyal bir yapı olmaları üzerine dikkat çekmek maksadıyla
“hayali cemaatler” terimini kullanmaktadır. Anderson, ulusal kimliklerin
oluşumunda büyük oranda hayal gücüne ihtiyaç duyulduğunu ileri sürmektedir. Ulusal sınırlar içinde yaşayan herkesi tanımak mümkün olmadığından yüksek sayıdaki insanlar arasında vatansever bağlar kurabilmek
için her şeyden önce kitaplar, gazeteler, televizyonlar ve diğer medyalar vasıtası ile hayali bir projeksiyonun insanlara kabul ettirilmesi gerekmektedir.
Nitekim Avrupa’nın daha önceki dönemlerinde ulusal kimlikler çok daha
zayıf bir bağ oluşturmaktaydı. İnsanlar ancak Fransız ve Amerikan devrimlerinin ardından kendilerini ulus üzerinden tanımlamaya başlamışlardır.
Ulusal kimlikler bu süreçlerin ardından kendilerini “ötekiler” üzerinden,
özellikle de sömürgeleştirilenler üzerinden inşa etmişlerdir. Britanyalı kimliği “akılcılık”, “demokrasi” ve “medeniyet” üzerinden Britanya İmparatorluğundaki “medeni olmayan” kültürlere kıyasla inşa edilmiştir. Günümüz
çağdaş kentlerinde bulunan topluluklarda da sosyal olarak inşa edilmiş ve
hayali olma niteliği bulunmaktadır. Diğer mahalle, kasaba ve şehirlerde
yaşayan insanlar ile ilgili algılar kitlesel medya ve popüler kültürün diğer
unsurları tarafından şekillendirilen hayali unsurlar içermektedir.
Alan, Güç ve Kültür
Kültürel çalışmalar ile ilgili gelişmelerden ortaya çıkan başka bir
düşünce de kültürlerin şekillenmesinde “alan”ın kritik rolüdür. Bu ilişkinin
arkasında yatan düşünce “alan”ın tıpkı kültür gibi sosyal bir yapı olduğu ve
dolayısıyla iktidar ve otorite ile sıkı bir ilişki içerisinde olduğudur.
Çağdaş kültürel çalışmaların temel referanslarından Michel Foucault,
alan, güç ve kültür arasındaki ilişkilere yaptığı vurgu ile çağımızın en ilham
verici isimlerindendir. Foucault toplum içerisinde uyumun, insanların
34
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
kendi yaşamlarının diğerleri tarafından belirlenmesine rıza gösterme
sürecini, nasıl sağlandığını anlama çabasına odaklanmıştır.
Foucault, bu razı olma durumunun her şeyi açıklayan tek bir teori
tarafından açıklanabileceği fikrine karşı çıkmıştır. Bunun yerine “rıza”nın
farklı biçimlerdeki söylem üzerinden gerçekleştirilebildiğini öne sürmüştür.
Bu söylem iktidarın uygulanabilmesi için kritik bir öneme sahiptir. Çünkü
ancak bu söylem insanların kendilerini görme ve anlama biçimlerini
oluşturmaktadır. Foucault, insanların olağan günlük hareketlerini
oluşturmalarını sağlayan günlük hayatları açısından iktidarın kritik bir
önemi olduğunu ifade etmektedir. Foucault’a göre iktidar ve güç bazı kişilerin
sahip olduğu bazılarının da sahip olmadığı bir şey değildir. İnsanları güçlü
kılan husus bireysel karakterler ve toplum içerisindeki pozisyonları değildir;
insanları güçlü kılan husus onların iktidarı uygulayabilme kapasitesinin
diğer insanlar tarafından kabulüdür. Dolayısıyla güç, uygulanan bir nesne
olmaktan ziyade bir süreçtir. Foucault aynı zamanda gücün gerginlik
anındaki ilişki ağları gibi olduğunu ifade etmektedir. “Micropower”
kavramı bu süreci kapsamak için kullanılmaktadır. Foucault aynı zamanda
“hapishane şehirler” kavramını da güç ve iktidarın toplandığı şehirleri ve
bu şehirlerde yaşayan insanların kontrol edilme sürecini tanımlamak için
kullanmıştır.
Bu bağlamda insanlar kendi hâkimiyetlerinin birer unsuru olarak
öngörülmektedirler. Foucault “disiplin toplumları” olarak kavramlaştırdığı
bu süreci tanımlamak için Panopticon metaforunu kullanmaktadır.
Panoptikon 19. yüzyıl düşünürlerinden Jeremy Bentham tarafından
planlanmış mahpusların tek bir merkezi noktadan gözlenmesine imkân
tanıyan model bir hapishanedir. Her ne kadar bu tasarım hiçbir zaman
hayata geçirilmemiş olsa da Panopticon metaforu günümüz çağdaş
şehirlerinin pek çok alanında gerçekleşen özel güvenlik korumaları ve kapalı
devre televizyon izlemeleri gibi gözetleme uygulamalarının tanımlamak
için kullanılmaktadır.
Foucault’un güç anlayışının oldukça pasif olduğu ve insanların
kendilerini disiplin altına almaya çalışan güçlere karşı direnç gösterme
kapasiteleri hakkında pek az şey söyleyebildiği hususunda eleştirilmektedir.
Warren (1996), dünyanın en sıkı kontrol edilen mekânlarından biri olan
Disneyland’da insanların gözetleme ve kontrol sistemlerini bozmak ve bu
sistemlerden kaçmak için uyguladığı yöntemlere örnekler vermektedir.
Kontrol amaçlı önlemler hem çalışanları hem ziyaretçileri izlemek
amacıyla “turist” olarak veya Disney figürleri şeklinde kıyafet değiştirme
uygulamalarını da içermektedir. Ancak yine de bu önlemler bazı turist
ve çalışanların içeriye uyuşturucu ve alkollü içkiler sokmalarına engel
olamamıştır.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
35
“Alan” insanların üzerinde hareket ettiği ve varsayılan olarak kabul
edilen bir unsurdur. Bu nedenle genel kanıya ters olduğundan alanın boş
bir kaptan daha fazlası olduğuna yönelik şüpheler bulunmaktadır. Bununla
birlikte alanın “sosyal bir yapı” olduğu düşüncesini açıklığa kavuşturmaya
yarayacak şekilde şehirler kültür, alan ve güç arasındaki ilişkilere pek çok
örnek sunmaktadır. Kamusal alanların bazı insanlara kısıtlanması bunun
en belirgin örneklerinden biridir. Çağdaş şehirlerde gençlerin oluşturduğu
çeteler, alkolikler, evsizler, “sapkınlar” ve akıl sağlığını kaybetmiş olanlar
gibi belirli gruptaki insanların kamusal alanlardan dışlanmasına yönelik
önlemler alınmaktadır. Lees (1997), kamusal bir alan olarak Vancouver’ın
yeni halk kütüphanesinin hijyen standartlarını korumak ve kadın ve
çocuklar için güvenli bir ortam hissi sağlamak için güvenlik görevlileri
tarafından uygulanan kurallara örnek vermektedir. Bu gruptaki insanların
dışlanmasının arkasında yatan mantık onların temizlik, ciddiyet v.s. gibi
belirli davranış kodlarını ihlal ettikleri düşüncesidir. Pek çok durumda
onların bu kodları ihlal ettikleri düşüncesi ise sadece düşüncede kalmaktadır.
Dolayısıyla belirli bir alanda belirli bazı kültürel değerlere uyumlu
davranışlar beklendiğinden alanın kendisi de (hakim) kültürü
güçlendirmektedir. Mekânsal ayrışma bu nedenle “dışlanma mekânları”
yarattığından peyzaj ve alanın oluşumunda kritik öneme sahiptir. Güç
ve iktidar bazı grupların alan üzerinde tekel haline gelerek daha zayıf
gruptakileri diğer alanlara sürmesi şeklinde vuku bulmaktadır. Bununla
birlikte bu güç ilişkileri günlük rutin hayatın “doğal” bir süreci olarak
kabul edilmektedir. Bu durum zayıf toplumsal grupların “öteki” olarak
damgalanıp dışlanması ve başka alanlara sürülürken toplum içerisindeki
hakim güç ilişkilerinin “görünmez” olduğu kültürel emperyalizme yol
açar. Kültürel emperyalizm etnik kimlik tartışmalarında oldukça yaygın
bir tartışma konusudur. Bu tartışmaların odağında sıklıkla etnik azınlık
gruplarının ayırıcı nitelikleri bulunurken “beyaz” olma gibi daha geniş
toplumların ve çoğunlukların üzerinde durulmaz.
“Alan” kimlik oluşumu, stereotip inşası ve yabancılaşma süreçlerinin
tamamında hayati bir öneme sahiptir. Alansal öznellikler kavramı sıklıkla
kimlik oluşumuna yol açan bu süreçleri tanımlamak için kullanılmaktadır.
Şehirler bu kimliklerin oluşumunda hayati bir rol oynamaktadır. Özellikle
işçi sınıfının, pis, hastalık kaynağı ve tehlikeli olduğu algısı Sanayi
Devriminin erken şehirlerinde ortaya çıkan sınıfların alansal ayrışması
ile gelişmiştir. Richard Sennet’in ilham verici kitabı, The Uses of Disorder
(Sennett, 1971), dikkati bu konu üzerine çekerek diğer grupları dışarıda
bırakacak şekilde farklı sosyal grupların kendileri etrafında nasıl duvar
ördüklerine açıklamaktadır.
Burada bir kez daha sosyo-mekânsal diyalektiğin çalıştığını görebiliriz.
Bir yandan şehir alanı belirli kültürel değerlerin ifade edildiği sosyal bir
36
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
unsur olarak hizmet ederken diğer yandan mahalleler farklı kültürel
değerlerin şekillenmesine hizmet etmektedir. Bununla birlikte şehre ait
kültürlerin bu alanlarda izolasyon içinde ortaya çıkmadıklarını hatırlamak
önemlidir. Kültürler sadece kendilerini diğer alanlardaki kültürlerle ilişkili
olarak tanımlamadıkları gibi aynı zamanda başka alanlardaki değişik
unsurların melez karışımlarını da ihtiva ederler.
Dolayısıyla belirli bir alanın tarihi kendi alanı dışındaki gelişmelerle
yakından ilgilidir. Massey’in ifade ettiği üzere (1992); “En lokalden en
küresele tüm alansal ölçeklerde sosyal karşılıklı ilişki ve etkileşimlerin
eşanlı birlikte varoluşu olarak alanın karşılıklı ilişkilerin inşa edildiğini
ifade eden bir kavramlaştırmaya muhtacız.” Alanların sosyal olarak inşa
edilmiş olması şehirlerin zaman içerisinde tekrar tekrar yazılan birer
tekst olduğunu ima etmektedir. Şehirler zihnimizdeki temsillerin ürettiği
veya inşa ettiği birer yapıdır. Ancak bu onların bizim olmasını istediğimiz
herhangi bir şey olabilecekleri anlamına da gelmez. Şehirler onların nasıl
ifade edilebileceğini kısıtlayan belirgin fiziksel özelliklere sahiptir bu
nedenle zihnimizdeki şehir algıları oldukça değişkendir. Zaman içerisinde
eski zenginliğini kaybederek fakirleşen Doğu Londra’nın değişen tasviri
bunun en güzel örneklerindendir. 19. yüzyılda Doğu Londra tehlikeli
bir yer olarak görülürken 1890’dan itibaren kentsel reform hareketleri
ile zenginleşmiş ve tasviri tamamen değişmiştir. 1980’lerde göç eden
etnik azınlıklar ile algısı bir kez daha değişerek 19. yüzyıldaki haline geri
dönmüştür.
Şehirlerin değişen görüntüsü ve tasviri ile ilgili diğer örnekler kamu
kurumlarının şehirleri markalaştırarak onları yatırımcılar için çekici hale
getirme çabalarında görülebilir. Özellikle Birleşik devletlerde “mekân
pazarlaması” şehirlerin pazarlanması ve satışında gittikçe uzmanlaşarak
milyar dolarlık bir endüstri haline gelmiştir. Küreselleşme süreci kültür ve
alan üzerindeki bu bağlantılardan bazılarını aşındırmıştır. Bunun temel
nedeni medya ve telekomünikasyondaki yeni teknolojilerin sınır-aşırı
şirketler tarafından daha önce mevcut kültürel formların üzerine Robins’in
(1991) “soyut elektronik alanları” empoze etmesine imkân tanımasıdır.
Bu duruma en iyi örnek bütün dünyada aynı anda görülen yıldızların
bulunduğu film ve müzik endüstrisidir. Seyirciler küresel ölçekteki aynı
tecrübe etrafında oluşturulurken kültür bilginin yerel formlarına gittikçe
daha az bağımlı kalmaktadır.
Yerel kültürlerin küreselleşme süreci ile erozyona uğraması
sürecine “delokalizasyon” adı verilmektedir. Bununla birlikte kültürün
homojenleşmesi sürecine olan vurgunun büyütülmesinin yersiz olduğu da
öne sürülmektedir. Nitekim farklı milliyetçi hareketler üzerinden ve şehir
içerisindeki alanların ayırt edici temsilleriyle kimliğin yerel formlarının
yeniden ortaya çıktığı ile ilgili pek çok kanıt da bulunmaktadır.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
37
Post modernizm
Şehirlerde yaşanan güncel kültürel değişimleri özetlemeye yarayan
en kullanışlı kavramlardan birisi de modernizm ve post modernizmdir.
Fordizm – Neo Fordizm arasındaki ikilemde olduğu gibi modernizm ve
post modernizm de belirgin bir kültür tarzı, analiz yöntemi veya tarihin
bir dönemi olarak pek çok farklı şekillerde ifade edilmektedir (Dear,
1999). Harvey (1989) ve Jameson (1984) post modernizmin esnek birikim
rejiminin doğal kültürel karşılığı olduğunu ileri sürmektedirler. Post
modern kültür sadece pek çok farklı niş market yaratmakla kalmaz aynı
zamanda tüketim ile büyülenmiş efsunlu ve parçalı bir nüfus oluşturma
eğilimindedir ve toplumun hakim gücü ile mücadele edecek kurumlardan
yoksundur. Bu kavramların nasıl kullanıldığını anlamak için öncelikle
modernizm kavramını incelemek gerekmektedir.
Modernizm genel olarak Rönesans ile ortaya çıkmaya başlayan ve
doruğuna 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında ulaşan kültürel
ve felsefi bir hareket olarak ele alınmakta ve rasyonel düşünce ve bilimsel
analizlerin üniversal bir ilerlemeye yol açacağı inancı ile karakterize
olmaktadır. Bu durum nihayetinde toplumun rasyonel ve kapsayıcı
planlamalar ve bilimsel prensiplerin uygulanması ile geliştirilebileceği
düşüncesini ifade eden “sosyal mühendislik” kavramının doğmasına
yol açmıştır. Söz konusu düşünce tarzı kapsamlı kentsel yenileme
planlamaları ve 1960’ların şehirlerindeki trafik yönetim şemalarında
görmek mümkündür. Modernizm benzer şekilde niceliksel ve davranışsal
yaklaşımların temel kaynağı olarak da ele alınabilir. Bununla birlikte 20.
yüzyılda yaşanan savaşlar, açlıklar, siyasal başlıklar, gelişmiş teknolojilerin
sosyal ve ekolojik maliyetlerinin yarattığı hayal kırıklıkları ve kapsamlı
planlama çabaları modernizm konseptine yönelik ciddi bir hoşnutsuzluğun
doğmasına neden olmuştur.
Post modernizmin temel unsuru hazır ve saf bir deneyimin olmadığı,
tüm deneyimlerimiz ve tecrübelerimizin dil ve temsilin diğer formlarında
gömülü bulunan kültürel değerler vasıtasıyla yaşandığıdır. Buradaki kritik
husus dünyayı anlama biçimi her zaman için belirli teorik bakış açıları
tarafından filtrelendiğidir. Dünyayı anlamada daha iyi olduğu iddiası sıklıkla
bir grubun kendi dünya anlayışının diğer gruplara kabul ettirme çabasıdır.
Bu nedenden dolayı, postmodernizm gerçeğin kendisinden ziyade temsil
ve tasvirin yöntem ve sistemlerine odaklanmaktadır. Postmodernizm
teorilerin güç ve iktidar ile sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu dolayısıyla
başkalarının görüşlerini empoze etme çabalarını temsil ettiğini ileri
sürmektedir. Post modernizme göre dünyayı analiz etmenin tek etkin bir
yöntemi veya üstanlatısı yoktur. Bunun aksine içerilen güç ilişkilerine bağlı
olarak gerçeği tasvir etmede pek çok farklı yol bulunmaktadır.
38
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Burada belirtmek gerekir ki post modernizmin geçerliliği sıklıkla
sorgulanmaktadır. Pek çokları içerdiği ahlaki görecelilik nedeniyle post
modernizme karşı çıkmaktadır. Giddens (1989), bu nedenle post modern
olmaktan ziyade günümüz toplumlarının bireysel reflekslerin yoğunluğu ile
karakterize olan geç modernizmi yansıttığını ileri sürmektedir. Giddens’a
göre insanlar günlük hayatlarında yaptıkları seçimlerin ve benimsedikleri
tutumların gittikçe daha farkına varmaktadırlar.
Kültürel çalışmalar ile ilişki içerisindeki post modernizmin anahtar
özelliği toplum içerisindeki farklı grupların çeşitliliğini tanımasıdır. Bu
grupların ve özlemlerinin çeşitliliği sadece akademik alanda değil aynı
zamanda müzik, reklam ve edebiyat gibi temsilin popüler formlarında da
yansımasını bulmaktadır. Şehirlerin peyzajı açısından bakıldığında post
modernizm modernist tarzın dikdörtgen ve köşeli mimari tarzından çok
çeşitli mimari tarzların ortaya çıkmasında kendini göstermektedir. Post
modern tarzlar “yüksek teknoloji”den neoklasiğe uzanan bir spektrumda
görülürken sıklıkla farklı motifler içeren eklektik bir karışım içermektedir.
Post modern dizayn sıklıkla oynak olma çabasındadır veya anlamın farklı
katmanlarını ima etmektedir. Modernist şehirlerin kentsel planlaması
ve mimarisi ilerlemeye dönük bir çabanın yansıması iken çağdaş binalar
sosyal sonuçlarını çok da düşünmeyen tüketim, hedonizm ve kâr arayışını
yansıtmaktadır.
Şehrin post modernist yorumunun bir başka önemli teması da günlük
hayatın tasvir ve işaretlerinin artan önemidir. Önde gelen post modernist
yazarlardan Baudrillard (1989) post modern kültürün gerçek dünyanın
kopya veya imajlarına dayandığını ileri sürmektedir. Bu kopya ve imajlar
hayatı kendi üzerlerine alırken bunları taklit ettikleri gerçekten ayırmak
imkânsız olmasa da oldukça güçleşmiştir.
Post modern kültürün bir başka önemli özelliği de pazarlama ve kitlesel
medyanın “hiper gerçeklik” olarak adlandırılan kendi içsel anlamları
olan tasvir ve işaretleri üretmesidir. “Hiper gerçeklik”ler tarafından
domine edilmiş ortamlara “hyperspace – hiper alan” adı verilmektedir.
Vatanseverlik, geleneksel aile değerleri ve hür teşebbüsü methederek
şiddet, istismar ve çatışmaları göz ardı edip dünyanın tehdit içermeyen
ve sterilize bir tasvirini temsil eden Disneyland bu “hiper gerçekliğin” en
ekstrem örneklerinden birisidir. Çevrenin bilinçli bir şekilde yaratılması
imaj mühendisliği kavramı ile tanımlanmaktadır.
Disney felsefesinin en uç örneklerinden birisi Orlando’da bulunan
Celebration City’nin oluşturulmasıdır. Celebration City sosyal
kutuplaşmanın ortadan kaldırılabildiği özelleşmiş ve bütünleşmiş bir
meskun mahalle olarak yaratılmıştır. Celebration City 8000’in üzerinde
ikamet birimi, farklı kullanıma amacına yönelik perakende satış mağazaları
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
39
ve zemin katlarında dükkânlar, okul, kolej kampüsü ve hotellerle birlikte
ofis alanlarıyla bir merkezi de bulunan bir kasaba olarak planlanmıştır.
Devasa kapısıyla 28 sütunlu etkileyici bir belediye sarayı bulunmasına
rağmen kasaba yönetimi bulunmamaktadır. Kasaba yöneticisi bir Disney
yetkilisidir. Celebration City’nin mimari uyumu 70 sayfalık bir ev tasarım
kitabıyla güvenceye alınmıştır. Sokağa bakan pencerelerin perdeleri beyaz
veya beyaza yakın renklerde olmalı. Evlerin renkleri beyaz olmadığı
takdirde aynı renk sokağın aynı cephesindeki en az üç ev tarafından da
kullanılmalı. Ön bahçe ve yan bahçelerin en az dörtte birinde çimlerin
yanında sebzeler de yetiştirilmeli. Kasabadaki pek çok “gelenek” Disney
şirketi tarafından gerçek Disney tarzında tasarlanmıştır.
Sorkin (1992), post modern dönemde bir bütün olarak şehrin dünyanın
yüksek oranda tahrip edilmiş görüntüsünün farklı simülasyonlarının
bulunduğu büyük bir “eğlence parkı”na dönüştüğünü iddia etmektedir.
Bunun sonucunda kültürün sığ bir yüzünü temsil eden çağdaş şehirlerde
farklı post modern binaların çeşitliliği ortaya çıkmaktadır.
Tüketicinin üstünlüğünü gösteren “prestij ürünleri” kavramı üzerinde
pek çok çalışmalar yapılarak açıklığa kavuşturulmuştur. Bununla birlikte
post modern toplumlarda tüketim fiilinin çok daha büyük öneme sahip
olduğu kabul edilmektedir. Bir kişinin sosyal konumu artık doğumdan
gelen verili bir özellik değildir. İnsanlar tükettikleri mallar üzerinden
kendi kimliklerini ve konumlarını seçebilmektedirler. Bu süreç tüketimin
estetikleştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. “Günümüzde üretilen şey bir
ürün değil bir işaret bir sinyaldir… bu sadece temel estetik bileşeni içeren
(pop müzik, sinema, video v.s. gibi) maddi olmayan nesnelerin çoğalması
ile değil fakat aynı zamanda maddi nesnelerde imaj ve değer işaretlerine
ait bileşenlerin artması ile de meydana gelmektedir. Maddi nesnelerin
estetikleştirilmesi üretim veya sirkülasyonunda olduğu gibi bu ürünlerin
tüketiminde de yer alabilir” (Lash & Urry, 1994). Bir ürünün markalı moda
ikonu haline gelmesine dair en iyi bilinen örneklerden birisi Nike spor
ayakkabılarıdır. Başlangıçta sadece spor yaparken giyilen bir unsur olarak
tasarlanmasına rağmen Bronx’ta ana akıma karşı çıkan gençler tarafından
kabullenmesi ile bir sembol haline gelmiştir. Nike şirketinin pazarlamacıları
bu sembolik kültürel değeri kullanmada çekingen davranmamışlardır.
Ürüne farklı ek özellikler ekleyerek bunu bir pazarlama unsuru haline
getirmişlerdir. Yüksek profilli pazarlama kampanyaları ile birlikte yüksek
kârlarla satılan bu ayakkabıları satın almak için çabalayan düşük gelirli
aileler için de ekonomik zorluklara yol açmıştır. Hiç şüphesiz bir ürün
toplumda yaygınlık kazanınca ürün sembolik önemini kaybetmeye başlar.
Şehirlerin post modern teorileştirilmesi ile ilgili güncel temel
unsurlardan birisi kimliklerin şekillenmesinde tüketimin kritik rolüdür.
Jackson ve Thrift’in (1995) belirttiği üzere “kimlikler belirli tüketim tarzları
40
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ile tasdik edilip onaylanmaktadır”. Belirli bir ürünü satın almakla insanlar
sadece kendilerini diğerlerinden ayırmakla kalmaz aynı zamanda kendi
öznel konumuyla deneyimleyip benimseyebildikleri kendilerini ifade
edebilmenin bir aracına da sahip olurlar. Dolayısıyla insanlar gittikçe
artan bir şekilde kendilerini gelir, sınıf veya etnik köken gibi geleneksel
faktörlerden ziyade tükettikleri üzerinden tanımlamaktadırlar. Tüketilen
unsurun “bilişsel ve duygusal imajı” da tüketim üzerinden doğrudan etki
yapmaktadır. Tüketim ve kimlik arasındaki etkileşim tek yönlü bir süreç
değildir. Tüketilen mal kimliğin belirlenmesinde yardımcı olurken aynı
zamanda kimlik de tüketilecek malın niteliği üzerinden seçilebilmektedir.
Çinlilerin Japon ürünlerini ve İsraillilerin Alman ürünlerini tercih
etmemesi bu durumun en belirgin örnekleridir (Şentürk, 2017; Şentürk &
Kartal, 2016).
Campbell’in (1987) kapitalizm ve Protestan ahlâk arasındaki ilişkiye dair
yeni yorumu bu durumu anlamada oldukça kullanışlıdır. Max Weber’in 19.
yüzyıl kapitalizmi ile ilgili çalışmasından kaynağını alan konvansiyonel
görüş kapitalizmin münzevi ve duygusallıktan uzak Kalvinist dünya görüşü
ile başarıya ulaştığı yönündedir. Campbell 20. yüzyıldan geriye bakarak
nesnel akılcılıktan “çağdaş tüketimciliğin ruhu”na geçişi ortaya koyarak
bu değişimin kaynağını insanların iyi zevk almanın sosyal ölçütler kurma
çabasından aldığını ifade etmiştir. Campbell zariflik ve iyi karaktelerin
başlangıçta güzellik ve iyiliği arayan ve bunlardan zevk alan insanlara
atfedildiğini ileri sürmüştür. Daha sonra zevk arayışı güzellik ve lüks
malların tüketimi ile ilişkilendirilmeye başlanmıştır. İnsanların hayatlarına
tüketim nesneleri ile ilgili illüzyonlar, gündüz hayalleri ve fantaziler girmeye
başlamıştır. Bu Campbell tarafından “kendi kendini aldatıcı hedonizm” ile
karakterize olan modern tüketim ruhunun oluşmasına vesile olmuştur.
Kendi kendini aldatıcı hedonizm büyüsü altında insanlar nesne ve fikirlerin
başarısı tarafından büyülenerek bir sonraki ürünün bir öncekinden çok
daha tatmin edici olduğu inancıyla sürekli bir zevk arayışına girmişlerdir.
Bu Protestan çalışma etiğinden ziyade hayal ve fantaziler tarafından hayata
geçirilen “romantik kapitalizm”in temelidir.
Romantik kapitalizm 1950’lerde savaş sonrası ekonomik canlanma
ve kredi kartlarının geniş kitlelere yayılması ile ayyuka çıkmıştır. Sınıf,
etnisite ve yaşa dayalı geleneksel kimlik grupları kendi kimliklerini ve
hayat tarzlarını tüketim tarzları ile inşa etmede insanlar kendilerini daha
özgür hissettikçe daha belirsiz hale gelmiştir. Prestij mallarının tüketimi ile
ilgili geleneksel işlere ek olarak yeni sınıf fraksiyonları kendi ayrıcalıklarını
bireysel tüketim kalıpları üzerinden sağlama arayışına girmişlerdir. Sosyal,
kültürel, siyasal çatışma ve rekabetin en önemli alanlarında tüketim
üretimin önüne geçmiştir. Fordizm sayesinde tüketicilerin hayalleri hızlı
ve kolay bir şekilde yerine getirilmeye başlanmıştır. “Büyülenme” kitlesel
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
41
üretim ile birlikte rasyonalizason sonucunda daha da artmıştır. Ancak bu
durum da kaçınılmaz olarak ve diyalektik bir biçimde ürünlerin romantik
çekiciliği ve özgünlüğünün kitlesel üretim ile ortadan kalkması sebebiyle
hoşnutsuzluğa neden olmuştur. Bu eğilime karşı koyabilmek için ürün
tasarımı ve niş marketler ürünlere bir büyü kazandırmak veya kaybolan
büyülerini yenilemek için merkezi bir konuma gelmiştir. Ritzer’in (2005)
işaret ettiği üzere tüketim büyüsünün alışveriş merkezleri, zincir marketler
kataloglar, fast food restoranlar, internet ve televizyon alış verişi, kruvaziyer
gemiler ve gazinolar gibi tüketimi teşvik eden farklı uzmanlaşmış bağlamlar
üzerinden de sağlandığını ifade etmektedir.
Çağdaş şehirlerdeki tüketimin artan öneminin en dikkat çeken unsuru
tüketime adanmış mekânlardaki artıştır. Bu artış sadece büyük alış veriş
merkezlerinin ortaya çıkması şeklinde değil fakat aynı zamanda şehir
merkezlerinin ve festival pazarlarının yeniden canlandırılması şeklinde
olmaktadır. Yeni tüketim mekânlarının içsel mimarisi dikkatli bir şekilde
insanların paralarını harcamalarını sağlamak üzerine şekillendirilmiştir.
Yeni alış veriş merkezlerinde insanların paralarını harcamasını çekici hale
getirmek için özel uygulamalar, sokak tiyatroları ve hatta çok daha dramatik
mimari formlar kullanılmaktadır.
SONUÇ
Bu çalışmada özellikle Batı şehirlerinin kültürlerinde son yıllarda
yaşanan çok sayıdaki karmaşık değişiklik üzerinde durulmuştur. Bu
değişikliklerin karmaşıklığı nedeniyle pek çok araştırmacı şehri tek bir
kültürel peyzaj üzerinden “okumanın” gittikçe çok daha zor hale geldiğini
ileri sürmektedir. Artık tek bir kentsel coğrafya yoktur bunun yerine farklı
coğrafyaların oluşturduğu bağlamlar vardır. Şehirler sadece alansal ve
yapısal olarak merkezden uzaklaşma eğiliminde değildirler. Merkezden
uzaklaşma sosyal ve bağlam üzerinde de meydana gelmektedir. Bununla
birlikte şehir kültürünü bilgi üretme ve kimliklerinin yerelliği üzerine
yapılan çalışmalara yönelik temel eleştiriler bu kültürlerin üzerinde hayat
buldukları çok daha geniş kapsamdaki siyasal ekonominin etkilerini
gözden kaçırması üzerinden gelmektedir.
Temelleştirme, yabancılaştırma ve ikili ayrımlar yaratmaya yönelik
endişelerin önemli bir sonucu kentsel sosyal coğrafyanın geleneksel unsurlarından olan haritalara yönelik şüphe ve sıklıkla düşmanlığın ortaya
çıkması olmuştur. Şehirlerin bu geleneksel gösteri biçimlerine güven kaybı
güç ilişkilerini maskelemesi ve kültürel coğrafyacıların özellikle kaçındığı
ve üstesinden gelmek istediği stereotipleştirmeyi kuvvetlendirmesi nedeniyle meydana gelmiştir. Gerçekte “yeni” kültürel coğrafya insanların dünya görüşlerindeki farklılıkları ve karmaşıklığı yansıtması için etnografik
42
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
yöntemlere çok daha fazla önem vermektedir. Dünyanın önde gelen sosyal
araştırmacılarından Giddens konuyla ilgili şöyle demektedir: “Ne kadar
matematik veya niceliksel olmalarına bakılmaksızın benim nazarımda bütün sosyal araştırmalar etnografiyi varsaymaktadır” (Giddens, 1991). Bu
doğrultuda kentsel sosyal coğrafya araştırmalarında niteliksel ve niceliksel
yöntemlerin her ikisini akıllıca bir karışımının kullanımı önerilmektedir.
Niteliksel yöntemler şehirlerde farklı seslerin ortaya çıkarırken haritalar,
grafikler ve tablolar sınırlılıkları bilindiği taktirde çok daha geniş resmi ortaya çıkarma konusunda hayatidir. Niteliksel yöntemlerin ortaya koyduğu
şehrin içsel yönleri ile birlikte niceliksel yöntemler ve geniş bakış açısı sosyal gelişmeye yönelik koordineli, kolektif ve etkin politikaların üretilmesini
sağlar.
KAYNAKÇA
Anderson, B. (1983). Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread
of Nationalism. London: Verso.
Appadurai, A. (1996). Moternity at Large: Cultural Dimensions of Globalization.
Mineapolis: University of Minnesota Press.
Baudrillard, J. (1989). America. London: Verso.
Bhabha, H. K. (1994). The Location of Culture. London: Routledge.
Bourdieu, P. (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge: Cambridge
University Press.
Campbell, C. (1987). The Romantic Ethic and the Spirit of Modern Consumerism.
Oxford: Blackwell.
Dear, M. (1999). The Postmodern Urban Condition. Oxford: Blackwell.
Dowling, R. (1993). Feminity, place and commodities: a retail case study. Antipode,
25, 295–318.
Giddens, A. (1989). Sociology. Cambridge: Polity Press.
Giddens, A. (1991). Structuration theroy: past, present and future. In Giddens’
Theory of Structuration: A critical appreciation. London: Routledge.
Harvey, D. (1989). The Condition of Postmodernity. Londra: Blackwell.
Jackson, P., & Thrift, N. (1995). Geographies of consumption. In D. Miller (Ed.),
Acknowledging Consumption. London: Routledge.
Jacobs, J. M. (1996). Edge of Empire: Postcolonialism and the City. London:
Routledge.
Jameson, F. (1984). Post-odernism or the Cultural Logic of Late Capitalism. Durham:
Duke University Press.
Lash, S., & Urry, J. (1994). Economies of Signs and Space. London: SAGE.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
43
Lees, L. (1997). Ageographia, heterotopia, and Vancover’s new public library.
Environment an Planning D: Society and Space, 15, 321–337.
Massey, D. (1992). Politics and space/time. New Left Review, 196, 65–84.
Ritzer, G. (2005). Enchanting a Disenchanted World. Thousand Oaks: Pine Forge
Press.
Robins, K. (1991). Traditionand translation:national culture in its global context.
In Enterprise and Heritage. London: Routledge.
Said, E. (1978). Orientalism: Western Conception of the Orient. London: Routledge.
Sennett, R. (1971). The Uses of Disorder: Personal Identity and City Life. London:
Allen Lane.
Sorkin, M. (1992). Variations on a Theme Park. (M. Sorkin, Ed.). New York:
Noonday Press.
Şentürk, T. (2017). Ülke orijini etkisi konsepti ve açıklayıcı modelleri. Ekonomi ve
Yönetim Araştırmaları Dergisi, 6(2), 1–22.
Şentürk, T., & Kartal, B. (2016). Tüketicilerin sosyo-ekonomik ve demografik
değişkenlerinin ülke imajı değerlendirmeleri üzerine etkisi. CBÜ Sosyal
Bilimler Dergisi, 14(2), 325–356.
Warren, S. (1996). Popular cultural practices in the “postmodern city.” Urban
Geography, 17, 545–567.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
45
ANALİTİK HİYERARŞİ SÜRECİYLE ŞEHİRSEL ALAN VE
SANAYİ ODAKLI YER SEÇİMİ ÖNERİSİ: NEVŞEHİR ÖRNEĞİ
LOCATION CHOICE WITH THE ANALYTIC HIERARCHY
PROCESS FOR URBAN AREA AND INDUSTRIAL
FACILITIES: THE CASE OF NEVŞEHİR
Emrah ŞIKOĞLU1, 2Handan ARSLAN2
1
ÖZET
Nevşehir, şehirsel büyüme kapsamında kabaca kuzeydoğu-güneybatı
doğrultusunda lineer bir biçimde gelişme göstermektedir. Gelişime yönündeki
bu biçimsel evrimin temelinde fiziki coğrafya etmenleri yatarken (yerleşme
etrafındaki vadiler ve tepeler), aynı ölçüde beşeri coğrafya nitelikleri (yerleşme
içinde ve etrafındaki sit alanları, karayolu gelişim güzergahları) de etkilemiştir.
Şehirlerde meydana gelen bu lineer büyüme, şehirsel saçaklanmalara yol
açarken, saçaklanmalar da şehirlerin gelişimlerini olumsuz yönde etkilemektedirler.
Yöneticiler şehri bu olumsuzluktan kurtarmak için yeni yerleşim alanlarını dikkatle
seçmeli ve planlı bir şekilde imar etmelidir. Şehir lineer büyüme biçiminden
kollektif büyüme biçimine ulaştırılmalıdır. Bu kapsamda yapılan çalışma
doğrultusunda, çalışma sahasında 21 mahalle içerisinden büyüme potansiyeline
sahip 10 mahalle tespit edilmiştir. Diğer 11 mahalle ise zaten şehrin merkezinde
kaldıkları ve hali hazırda yerleşme sahası oldukları için büyüme süreçlerini
tamamlamış durumdadır.
Nevşehir şehirleşme sürecini sağlarken, benzer şekilde sanayileşme süreci
de yaşamıştır. Sanayi sürecinde kurulmuş olan sanayi siteleri bazı dönemlerde
yer değiştirmiştir. İlk sanayi yerleşkesi olan ve günümüzde sadece birkaç soba
imalatçısının bulunduğu eski sanayi, günümüzde yerini konutlara bırakmıştır.
Devamında inşa edilen yeni sanayi ve Lale sanayi sitesi de günümüzde şehir sit
alanı içerisinde kalmıştır.
Yerel yönetimler tarafından Lale sanayi sitesi bulunduğu yerden taşınarak
yeni bir sanayi sitesi yapılması planlanmaktadır. Fakat yapımı planlanan saha,
şehrin hemen devamı olan güneybatısında olması düşünülmektedir. Bu sebeple
sanayi sitesi zaman içinde yine şehrin sınırları içinde kalarak çeşitli sorunlara
yol açabilir. Yapılan değerlendirmeler sonucunda Nevşehir’de sanayiye birinci ve
ikinci dereceden uygun alanlar neredeyse hiç olmadığı fakat üçüncü dereceden
uygun olan alanların geniş bir yer kapladığı sonucuna ulaşılmıştır. Şehrin yeni
sanayi alanının, tekrar taşınmamak için bahsedilen uygun alanlarda inşa edilmesi,
kentleşme için geleceğine yönelik en uygun adımlardan biri olabilir.
Anahtar Kelimeler: Şehir Coğrafyası, Nevşehir, Kapadokya, Analitik Hiyerarşi
Prosesi, Yer Seçimi.
1 Araştırma Görevlisi Doktor, Fırat Üniversitesi İSBF, Coğrafya Bölümü, emrahskoglu@
firat.edu.tr
2 Dr. Öğr. Üyesi, Fırat Üniversitesi İSBF, Coğrafya Bölümü, hcaglayan@firat.edu.tr
46
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ABSTRACT
Nevşehir develops linearly in the northeast-southwest direction in the context
of urban growth. While the physical geographical factors lay at the basis of this
formal evolutionary development, human geographical qualities have also affected
the same extent.
While linear growth in cities leads to urban fringes, fringes also affect the
development of cities in the negative direction. Managers should carefully select
and plan new residential areas carefully in order to save the city from this negativity.
The city have to be brought from linear growth to collective growth. 10 districts
with growth potential within 21 districts were identified in the study area. The
other 11 districts are already in the center of the city and have already completed
the growth process because they are already in the settlement area.
While Nevşehir provides the urbanization process, it is also a process of
industrialization. industrial sites have changed in some periods that established
in the process of industrialization. The old industry, which is the first industrial
settlement and where only a few stove makers are present today, has now left its
place in the dwellings. the new industrial and lale industrial site built today is still
in the city site area.
It is planned by the local administrations to construct a new industrial site for
the Lale industrial site. However, the planned site is planned to be in the southwest,
which is the continuation of the city. For this reason, the industrial site may remain
within the boundaries of the city over time and lead to various problems. As a result
of the evaluations made in Nevşehir, there is hardly any suitable area for industrial
first and second class facilities, but suitable areas for third class occupies a wide
space. The construction of the new industrial area of the city in the appropriate
areas to avoid relocation can be one of the most appropriate steps towards the
future for urbanization.
Keywords: Urban Geography, Nevşehir, Cappadocia, Analytic Hierarchy
Process, Location Selection.
GİRİŞ
Bugün şehir coğrafyası araştırmalarında üzerinde en çok durulan
konulardan biri şehir yerleşmelerinin nerede kurulduğu, yani
lokasyonudur. Çünkü yer seçiminde isabetli olan, fiziki mekanla sağlıklı
ilişkiler kurabilen yerleşmelerin seçimidir (Karadoğan, 1999;75). Doğada
mevcut olan toprakların onların doğasına zarar vermeden, sürdürülebilir
ve en yüksek fayda sağlayacak şekilde planlama arazi kullanım
çalışmalarının altlığını oluşturmalıdır. Tunçdilek (1985)’in ifadesiyle
arazi kullanım çalışmalarının amacı, eski bozulmuş düzeni yeniden
düzeltmek, eskisinden çok daha farklı bir şekilde kullanmaktır. Farklı
arazi kullanımı şekilleri meydana getirmek ve eskisinden daha farklı
bir şekilde kullanmak için arazinin toprak, su gibi arazi kabiliyetlerinin
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
47
belirlenmesi ve geleceğe yönelik olarak planlanması gerekmektedir.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de doğal kaynaklar aşırı nüfus
artışı, bu nüfusun mekâna yönelik aşırı talepleri, hızlı şehirleşme ve
endüstrileşme, bilinçsiz mekân tüketimi gibi nedenlerle baskı altında
tutulmaktadır. Bütün bunlar yanlış arazi kullanımına neden olmaktadır.
Yanlış arazi kullanımı sonucu erozyon ve yüzeysel akış, tarım arazilerinin
dolması, kırsal fakirlik ve şehirlere göç, kirlilik gibi pek çok fiziki, beşeri ve
ekonomik sorunlara sebep olmaktadır (Dağlı, Çağlıyan, 2016: 83).
Bu tür olumsuzlukların önüne geçilebilmesi için, araziden faydalanan
ormancılık, tarım, mera, yerleşim, sanayi, ulaşım vb. sektörlerin mevcut
çalışma alanlarının biyofiziksel, sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel
değişkenlere bağlı olarak kesin bir şekilde belirlenip bir arazi kullanım
planına ve haritasına bağlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bilimsel
esaslara göre gerçekleştirilecek bu planlamanın artan nüfusun talep,
ihtiyaç ve beklentilerinin karşılanması ile ekosistemlerin bugünkü ve
gelecekteki verimliliğinin korunması arasında bir denge kurması ve böylece
sürdürülebilir arazi kullanımını gerçekleştirmesi gerekmektedir (Yılmaz,
2009: 3).
Amaç ve Yöntem
Planlama çalışmalarının en temel amacı daha kollektif, sürdürülebilir
ve daha fazla yaşanılması mümkün şehirler ortaya çıkarılması olmalıdır.
Bu kapsamda farklı bilim dalları bir araya gelerek ortak bir çalışmayla bu
hedefe ulaşabilirler. Planlama yapabilmek için öncelikle uygun bir mekanın
olması gerekmektedir. Mekana ve insan ilişkilerini inceleyen coğrafya tam
da bu noktada devreye girer. Bu çalışmada gelişmekte olan bir şehir için
gelecek yerleşim ve sanayi alanı belirlenmeye çalışılmıştır.
Yer seçimiyle ilgili birçok analiz ve teknikler (Risk Analizi, Eşik Analizi,
Elek Analizi, SWOT Analizi vs.) bulunmaktadır. Fakat günümüzde bu
teknikler içerisinden öne çıkanı Analitik Hiyerarşi Süreci (Prosesi) (AHSAHP) olmuştur. Yöntemin kullanılabilirliği ve kendi içinde tutarlılığının
denetlenebilir olması, diğer yöntemlerden daha öne çıkmasına sebep
olmuştur. Bu sebeple de çalışmaya konu olan yer seçimi analizleri de AHS
kullanılmıştır.
Yapılan çalışmayla Nevşehir’in lineer görünümden kurtulup, kollektif bir
görünüm kazandırılması amaçlanmıştır. Böylece şehirsel saçaklanmanın
da önüne geçilebileceği düşünülmektedir. Benzer şekilde, şehir büyürken
yerleşme siti içinde kalan sanayi alanlarının gelecekte şehre olumsuz bir
etki yapmaması için şimdiden önlem alınması amaçlanmaktadır. Ayrıca
geçmişte yapılan hataların yinelenmemesi, sanayi alanlarının üçüncü bir
defa daha yer değiştirmemesi, aynı zamanda şehre ekonomik bir kazanç
48
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
sağlayacağı da düşünülerek hedefler arasına alınmıştır. Son olarak planlama
yapılırken coğrafyacıların süreç içerisindeki önemini vurgulamak ve
kullanılan yöntemle gelecekte yapılması düşünülen bu tür çalışmalara altlık
oluşturmak çalışmanın bir diğer hedeflerini oluşturmaktadır.
Yöntemsel Ayrıntılar ve Nevşehir’de Şehirleşmeye Yönelik Yer
Seçimi
Şehir planlamada kullanılan yöntemlerin tümü, kendi içerisinde pozitif
ve negatif özellikler barındırmaktadırlar. Çalışmanın bu bölümünde
gerek karmaşık verilerin değerlendirilmesi gerekse bu değerlendirmeler
sonucunda ağırlıklarının oluşturularak en doğru sonuca varılmasını
sağlaması bakımından, Analitik Hiyerarşi Süreci yöntemi tercih edilmiştir.
Karşılaştırmalı karar verme ve tercih matrisinin oluşturulması
aşamasında ilk önce tespit edilen parametreler birbiriyle karşılaştırılmıştır.
Bu kıyasta karşılaştırma yapılacak hiyerarşi düzeyinde “n” sayıda
eleman bulunduğunda “n (n–1)/2” adet karşılaştırma yapılmış ve her bir
karşılaştırma matris şeklinde düzenlenmiştir Daha sonra ölçek katsayıları
belirlenen kriterlerin ve alternatiflerin yüzde önem ağırlıklarının tutarlılığı
geçerli olacak şekilde (Saaty ve Vargas, 2001:9) elde edilmiştir. Tutarlılığın
geçerliliği, tutarlılık indeksi ve oranı hesaplanarak kontrol edilmiştir. A
matrisinin tutarlılık oranının hesaplanmasında CR= CI / RI formülü
kullanılmıştır.
CR =Tutarlılık Oranı (Consistency Ratio)
CI = Tutarlılık İndeksi (Consistency Index), CI= (λmax-n) / (n-1)
RI = Rastgele İndeks (Random Index)
Tutarlılık indeksi hesaplandıktan sonra bu değer her bir matris boyutu
için tamamen tesadüfi sayılardan hesaplanmış tesadüfi tutarlılık indeksine
bölünerek tutarlılık oranı hesaplanır. Tutarlılık oranının (CR) (Consistency
Ratio) formülü şöyledir: CI: Tutarlılık İndeksi (Consistency Index) RI:
Tesadüfi Tutarlılık İndeksi (Random Consistency Index) CR: Tutarlılık
Oran’ını göstermek üzere;
λmax: Matrisin nisbi ağırlığını göstermektedir. RI: 1,98*(n-2)
formülünden hesaplanmaktadır. CR: CI / RI formülü kullanılarak elde
edilmektedir. Tutarlılık oranı 0,10’dan küçük çıkarsa ikili karşılaştırmalar
matrisinin tutarlı olduğu söylenebilmektedir. Yani tutarsızlık ihmal
edilebilir seviyededir. Tutarlılık oranı 0 ise karar verici yargılarının hepsinde
tam tutarlıdır. Oran 1’e yaklaştıkça karar vericinin yargılarında mantıklı ve
tutarlı olmadığı sonucuna varılır (Saaty, 1980: 179).
Kriterler karar vericiler için farklı ağırlıklarda olabilir. Bu nedenle
kriterlerin bağıl önemi hakkında bilgilerin elde edilmesi gerekmektedir.
Kriter ağırlıkları, karar vericilerin tercihlerine bağlı olarak oluşturulur.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
49
Ağırlık verme işlemi, genelde kriterlere göre bağıl önemini gösteren bir
ağırlığın atanmasıyla gerçekleştirilir (Öztürk ve Batuk, 2007: 86). Alt
kriter ve ana kriter puanları coğrafi konum ve özelliklere göre değişkenlik
göstermektedir. Ayrıca, etki eden coğrafi kriterlerin sayısının tespiti ve
uzman görüşlerine dayanan tartışmalı grup çalışması, uygunluk analizlerini
daha güçlü kılmaktadır. Grup kararlarından iki önemli konu vardır.
Bireysel kararların grupta nasıl toplanacağı ve bireysel seçimden grup
seçiminin nasıl yapılandırılacağıdır. Karşılıklı senteze dayanan yargılar
eşit olacak şekilde kararlar birleştirilmelidir. Herkesin sıklıkla kullandığı
aritmetik ortalama ile değil, sadece geometrik ortalama ile yapılmaktadır
(Saaty, 1980: 95). Analitik Hiyerarşi Süreci’nin uygulamasında öncelikli
amaç doğrultusunda seçimi etkileyen kriterler ve alternatifler sıralanır ve
hiyerarşik bir yapı oluşturulur (Ying vd., 2007: 98). Bir karar probleminde
belirlenen kriterlere verilecek ağırlıklar, sonuçlar üzerinde çok etkilidir.
Bir kriterin diğerlerine göre daha fazla ya da daha az önemli olmasının
belirlenmesinin yanı sıra, her bir kriterin diğerine göre bağıl önemi sayısal
olarak ifade edilmelidir. Ağırlık değerlerindeki küçük değişimler bile
birçok zaman sonucu önemli ölçüde değiştirmektedir. Bu nedenle kriter
ağırlıklarının belirlenmesi, karar analizinin en önemli aşamalarından
biridir (Öztürk ve Batuk, 2007:87).
Karşılaştırmalı karar verme ve tercih matrisinin belirlenmesi safhasında,
ilk aşamada tespit edilen parametreler Saaty tarafından ortaya konan önem
ölçeğine göre kıyaslanmış (Tablo 1) ve bu ölçek yardımıyla 1 ile 9 arasında
derecelendirilmiştir.
Tablo 1. Önem Ölçeği
Önem Derecesi
Tanım
1
Eşit önem
3
Orta derecede önemli olması
5
Kuvvetli düzeyde önemli
7
Çok kuvvetli düzeyde önemli
9
Son derece önemli
2, 4, 6, 8
İki faaliyet arasında kalan ara değerler
Kaynak: Özşahin,2015:53.
İkili karşılaştırma terimi iki faktörün ya da kriterin birbirleriyle
karşılaştırılması anlamına gelir ve karar vericinin yargılarına dayanır. İkili
karşılaştırmalar karar kriterlerinin ve alternatiflerin öncelik dağılımlarının
50
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
kurulması için tasarlanmıştır. Karşılaştırmalı yargılar veya ikili
karşılaştırmalar Analitik Hiyerarşi Süreci (AHS)’nin ikinci temel adımını
oluşturmaktadır. İkili karşılaştırma terimi iki faktörün/kriterin birbirleriyle
karşılaştırılması anlamına gelir ve karar vericinin yargısına dayanır. İkili
karşılaştırmalar karar kriterlerinin ve alternatiflerin öncelik dağılımlarının
kurulması için tasarlanmıştır. Daha açık bir ifade ile hiyerarşideki elemanlar
bir üst kademedeki elemana göre göreli önemlerinin belirlenmesi için ikili
olarak karşılaştırılır (Rangone, 1996:108).
Bu karşılaştırmalar matrisler şeklinde düzenlenir. İkili karşılaştırma
yargılarının oluşturulmasında, başka bir ifade ile karar verici tarafından
A kriterinin B kriterine göre ne kadar önemli olduğuna karar verilmesi
için üstteki çizelgede gösterilen (1-9) puanlı tercih ölçeğinden
faydalanılmaktadır. Bu ölçeğin etkinliği çeşitli alanlardaki uygulamalar ve
başka ölçeklerle yapılan teorik karşılaştırmalar sonucunda saptanmıştır.
İkili karşılaştırma yönteminin bir avantajı bir seferde sadece 2 kriterin
düşünülmesidir. n adet kriter için yöntem, n(n −1)/2 adet karşılaştırmadan
oluşur (Öztürk, Batuk:2007:90).
Saaty, AHS’nin kullanılmasında doğrudan doğruya ilgili kişilerle
yüz yüze anket yapıp, onların ikili karşılaştırmalara ilişkin görüşlerinin
alınmasını önermektedir. Söz konusu ilgili kişi veya kişiler mutlaka
konunun uzmanı olmasalar bile en azından konuyu bilen, konuya aşina
olan kişiler olmalıdır (Evren, Ülengin, 1992:53).
İkili karşılaştırma matrisleri geliştirildikten sonra karşılaştırılan her
elemanın önceliğinin (göreli öneminin) hesaplanmasına geçilmektedir.
AHS’nin bu bölümü “sentezleme” adıyla anılır. Öncelik vektörlerinin
kurulmasında lineer cebir tekniklerinden faydalanılmaktadır. Sentez
aşaması, en büyük özdeğer ve bu özdeğere karşılık gelen özvektörün
hesaplanmasını ve normalize edilmesini içermektedir. Bu amaçla
kullanılan çeşitli yöntemler mevcuttur. Ancak literatürde en yaygın olarak
kullanılan normalizasyon yönteminde her sütunun elemanları o sütunun
toplamına bölünür. Elde edilen değerlerin satır toplamı alınıp, bu toplam
satırdaki eleman sayısına bölünür (Saaty, 1980:19: Evren ve Ülengin,
1992:59). Bu şekilde her kriter için öncelik vektörleri bulunur (Kuruüzüm,
Atsan,2001:87).
Bu yöntemin en önemli hesaplamalarından biri ise tutarlılık oranıdır.
Daha önce de belirtildiği gibi yargılar için hesaplanan tutarlılık oranı 0.10’un
altında ise yargıların yeterli bir tutarlılık sergilediği ve değerlendirmenin
devam edebileceği kabul edilmektedir. Eğer yargıların tutarlılık oranı
0.10’un üstünde ise yargılar tutarsız kabul edilmektedir. Bu durumda
yargıların kalitesinin iyileştirilmesi gerekir. Tutarlılık oranı yargıların
yeniden gözden geçirilmesiyle düşürülebilir. Ancak bu işlemde başarısız
51
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
olunursa, problemin daha doğru bir biçimde tekrar kurulması ve sürecin
en baştan ele alınması gerekir (Armacost vd., 1994:73).
AHS tekniği ile elde edilen ana kriter puanları, yargıların tutarlılığı
sağlandıktan sonra kullanılabilmektedir. Analiz sonuçları şu denklem ile
sağlanmıştır;
U, toplam arazi uygunluk puanı; W i , i arazi uygunluk kriterinin ağırlık
değeri; X i , i arazi uygunluk kriterine ait alt kriter puanı; n, arazi uygunluk
kriterinin toplam sayısıdır (Cengiz vd., 2013:154).
Bu kapsamda oluşturulan Nevşehir’in ikili karşılaştırma matrisi
sonuçları şöyledir:
Tablo 2. Şehirleşme İçin İkili Karşılaştırma Matrisi
ŞEHİR
AKK
AKAS
TG
Eğim
Erozyon
Jeoloji
AS
Arazi Kullanım
Kabiliyeti
1
5
3
3
5
3
1/3
Arazi Kullanım
Alt Sınıfı
1/5
1
1/5
1/3
3
3
1/5
Toprak Grupları
1/3
5
1
1/3
5
5
1/5
Eğim
1/3
3
3
1
3
3
1/3
Erozyon
1/5
1/3
1/5
1/3
1
1/3
1/7
Jeoloji
1/3
1/3
1/5
1/3
3
1
1/3
Arazi Sınıfı
3
5
5
3
7
3
1
Cr: 0,095
Üretilen matris sonucunda tutarlılık oranının 0,10’un altında olması
matrisin tutarlı olduğunu göstermektedir (Tablo 2). Kriterlerin ağırlıkları
yani sonuç haritası üretilirken hangi kriterin daha yüksek oranda veya
ağırlıkta olduğunun belirlenmesi sonucu ise şöyledir;
52
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tablo 3. Şehirleşme İçin Ağırlık Oranları
Değişkenler
%
Arazi Kullanımı
36
Arazi Kullanım Kabiliyeti
23
Eğim
15
Toprak Grupları
10
Arazi Kabiliyet Alt Sınıfı
7
Jeoloji
6
Erozyon
3
Mekânsal uygunluk analizleri çalışmalarında, çok kriterli kararlar verme
sistemi yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Çalışmanın bu bölümünde
Çok Kriterli Kararlar Verme Sistemi, Analitik Hiyerarşi Prosesi tekniği
ile birlikte Nevşehir’e uygulanmıştır. Yerleşmeyi etkileyen başlıca coğrafi
unsurlar olarak, eğim, jeolojik yapı, arazi kullanım durumu, erozyon,
toprak özellikleri, arazi kabiliyeti ve arazi kabiliyet alt sınıfları olmak üzere
toplam yedi farklı değişken kullanılmıştır (Harita 1). Bu değişkenlere 1 ile
10 arasında değerler verilerek sınıflandırılmıştır.
Elde edilen bütün değişkenler sınıflandırıldıktan sonra, aynı piksel
boyutunda raster (grid) formatına dönüştürülmüştür. Dönüştürülen bu
veriler daha sonra Analitik Hiyerarşi yöntemine göre ağırlıklı çakıştırma
yapılarak sonuca ulaşılmıştır.
Elde edilen ağırlık oranlarından da anlaşıldığı üzere “arazi sınıfları”
en yüksek düzeyde çıkmıştır. Yani Nevşehir’deki arazi kullanım durumu
şehirleşme için yer önerisi haritasının oluşturulmasında birinci derece
öneme sahip bir değişkendir. Netice itibariyle şehirdeki tarım, orman ve
mera alanlarının korunması bu niteliğin önemine bağlıdır. Arazi kullanım
kabiliyeti ise ikinci dereceden öneme sahiptir. Yani tarıma uygun olmayan
alanların şehirleşmeye uygunluğu bakımından arazi kullanım kabiliyeti
değişkeni de büyük önem taşımaktadır (Tablo 3).
Dikkate alınan temel harita sınıflandırmaları için “10 puan” şu anda
üzerinde şehrin kurulu olduğu araziler için kullanılmıştır. 9 ise henüz
yerleşilmemiş fakat yerleşmeye en uygun olan alanları ifade etmektedir. 8
ve 7 de yerleşmeye ikinci ve üçüncü derecede uygun olan yerleri temsil
etmektedir. 6-5 ve 4 şehir yerleşmelerine orta derecede uygunluğu 3-2 ve 1
ise uygun olmayan yerleri ifade etmekte kullanılmıştır.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
53
Harita 1. Analizde Kullanılan Temel Haritalar.
Sınıflandırılması yapılan haritalar (Harita 1) daha sonra üst üste
çakıştırılmış ve ağırlık değerlerine göre hesaplandırılarak, optimal yerleşme
alanları haritası üretilmiştir (Harita 2).
Çalışma alanında büyüme potansiyeline sahip 10 mahalle bulunmaktadır
(Tablo 4). Diğer 11 mahalle zaten şehrin merkezinde kaldıkları ve hali
hazırda yerleşme sahası oldukları için büyüme süreçlerini tamamlamış
durumdadır.
54
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tablo 4. Nevşehir’de Mahallelere Göre Şehirsel Gelişime Uygun Alanların Tasnifi (km²)
Uygun
alanlar
Az Uygun
alanlar
Uygun Olmayan
Alanlar
Sümer
11.57
9.38
0.03
Kıratlıoğlu
7.52
9.98
0.01
Cevher Dudayev
5.82
2.47
0.01
M. Akif Ersoy
4.93
2.41
-
Esentepe
3.89
2.40
0.01
2000 Evler
3.34
1.84
0.11
Güzelyurt
2.39
1.70
0.28
15 Temmuz
1.37
2.13
0.01
F. Sultan Mehmet
1.23
0.53
0.02
Raşitbey
Toplam
0.48
42.54
0.48
33.32
0.37
0.85
Mahalleler
Sümer Mahallesi Nevşehir’de yerleşmeye uygun arazi bakımından en
geniş alana sahip olan mahalle konumundadır. 22,75 km²’lik alana sahip
olan Sümer mahallesinin 11,57 km²’si haritada yeşil renginin tonlarıyla
temsil edilen yerleşmeye uygun sahalardan oluşmaktadır (Tablo 59-Harita
22). Sümer Mahallesi aynı zamanda alansal olarak da Nevşehir’in en büyük
mahallesidir. Böyle olmasına rağmen günümüzde mahalledeki hali hazır
yerleşme alanı 1,77 km²’dir. Yani mahallenin 20,98 km²’si boştur.
Yerleşmeye uygun arazilerin fazlalığı bakımından ikinci sırada bulunan
mahalle ise 7,52 km²’lik alanıyla Kıratlıoğlu mahallesidir. Bu mahalle
yerleşmeye az uygun olarak belirlenen ve haritada sarı renkle temsil edilen
alanın en fazla olduğu (9,98 km²) mahalledir.
Yukarda bahsedilen durum değerlendirildiğinde, her ne kadar Sümer
mahallesinde yerleşmeye uygun alanların varlığı yüksek olsa da sahip
olduğu arazilerin çoğu az uygun alanlar olarak çıkmıştır. Bunun sonucunda
yerleşmeye uygun olan alanlar bakımından en zengini Cevher Dudayev
Mahallesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü mahallenin toplam
alanının %67’si yerleşmeye uygun alanlardan oluşmaktadır.
Çalışma kapsamında tablo 59’da Nevşehir’in yerleşmeye uygun olmayan
alanı neredeyse hiç yok gibi görülmektedir. Fakat yapılan haritada uygunluk
dereceleri de sınıflandırılmıştır. Bu kapsamda sarı renkle gösterilen alanlar
her ne kadar az uygun olarak nitelendirilmiş olsa da yerleşme önceliği yeşil
renk tonlarıyla gösterilen alanların olmalıdır. Sarı rengin temsil ettiği az
uygun alanların, yerleşmeden ziyade farklı amaçlar için (tarım, rekreasyon,
mera, orman vs.) kullanılması tercih edilmelidir.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
55
Haritaya göre çalışma alanındaki yerleşmeye birinci dereceden uygun
yerler, bölümler halinde üç farklı alanda görülmektedir. Bunlardan ilki en
kuzeydeki 2000 evler mahallesi civarındadır. İkincisi ise Cevher Dudayev
mahallesinde ince bir hat halindedir. Sonuncusu ise Fatih Sultan Mehmet ve
Esentepe mahalleleri içerisinde kalan alandır (Harita 2).
Bu alanlar içerisinden 2000 evler mahallesi sınırlarında kalan saha 10,76
km²’lik bir alana sahiptir. Fakat bu alan içinde Nevşehir Taşı olarak bilinen sarı
taş ocağı bulunmaktadır. Bu sebeple haritada en uygun yerleşim alanlarından
biri olsa da bu alana yerleşme kurulması mümkün değildir. Cevher Dudayev
mahallesinde bulunan saha ise daha önce de belirtildiği üzere ince bir hat
şeklindedir. Kepez Tepe’nin hemen doğusunda bulunan, 8,4 km²’lik bu alan
şehre uzak olması bakımından ilk etapta değerlendirilebilecek bir yer değildir.
Hem arazi gözlemlerimizden hem de yapılan analizden yola çıkarak, Fatih
Sultan Mehmet ve Esentepe mahalleleri içerisinde kalan, yaklaşık 14 km²’lik
sahanın yerleşmeye en uygun sahalar içerisinden tercih edilebilirliği en
yüksek alan olarak belirlenmesi mümkündür. Çünkü bu alan, hem büyüklüğü
akımından diğerlerine göre daha geniş hem de şehir yerleşmesinin doğuya
doğru devamı niteliğindedir (Harita 2).
Çalışma alanı ve yakın çevresinde yerleşmeye İkinci dereceden uygun
sahalar, toplam 79,9 km²’lik bir alana sahiptir. Şehrin belediye yönetsel
alan sınırları içerisinde kalan yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahaların
toplamı ise 23,2 km²’dir. Yapılan hesaplamalar sonucu yerleşmeye İkinci
dereceden uygun sahalar çalışma sahasının muhtelif yerlerinde dağılım
göstermektedir. Bu alanlar daha çok şehrin batısında toplanmıştır. Sümer
Mahallesi yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahalar bakımından 9,6 km²’lik
alanıyla şehrin en yoğun olduğu mahalledir. Sümer mahallesini Kıratlıoğlu
Mahallesi (4.5km²) takip etmektedir. Üçüncü sırada ise 3,74 km²’lik alanıyla
Cevher Dudayev mahallesi yer almaktadır. Geriye kalan 5,4 km²’lik alan ise
2000 evler, 15 Temmuz, Güzelyurt, Esentepe, Fatih sultan Mehmet, Raşitbey
ve Mehmet Akif Ersoy mahalleleri sınırları içerisine dağılmıştır.
Çalışma alanı ve yakın çevresindeki üçüncü derece yerleşme sahası
toplam alanı 83,02 km²’dir. Bu alanın sadece 16,7 km²’si Nevşehir belediye
yönetsel alan sınırları içerisinde kalmaktadır. Üçüncü derece yerleşme sahası
çalışma alanında bir yığılma göstermemiş, hemen hemen bütün mahallelerde
bu alanın varlığı gözlenmiştir (Harita 2). Buna rağmen yine de yoğunluk
olarak şehrin doğusunda bulunan 15 Temmuz (1,14 km²), Güzel Yurt (2,05
km²) ve Esentepe (2,43 km²) mahallelerini örnek göstermek mümkündür.
Ayrıca Cevher Dudayev mahallesinde bulunan Kulaklı Kepezin üst kısımları
hesaplama sonucu her ne kadar üçüncü derece yerleşme sahası olarak
gösterilmiş olsa da bu alan aslında konumu ve keskin yamaçlı bir “mesa”
olması dolayısıyla aslında yerleşmeye uygun bir alan olarak görülmemelidir.
56
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Harita 2. Nevşehir’in Yerleşmeye Uygunluk Analiz Haritası
Nevşehir’de Sanayiye Yönelik Yer Seçimi
Çalışma alanı için sanayi alanlarının yeri sürekli bir sorun teşkil etmiştir.
Eski sanayinin inşası ve daha sonra buranın şehrin merkezinde kalması
57
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
ve şehre yetmemesi nedeniyle yeni sanayi alanının kurulması. Daha sonra
yeni sanayi alanının hemen güneybatısına Lale Sanayi’nin kurulması.
Günümüzde yine bahsi geçen sanayi alanlarının şehrin içinde kalması
sebebiyle bulundukları yerden kaldırılmasının planlanması, bu sorunları
özetlemektedir.
Nevşehir’de sanayi alanı için yer seçimi önerisinde, arazi kullanım
kabiliyeti, toprak grupları, eğim, arazi sınıfları ve jeoloji haritaları
kullanılmıştır (Tablo 5).
Tablo 5. Sanayi İçin İkili Karşılaştırma Matrisi
SANAYİ DEĞİŞKENLERİ
AKK
TG
Eğim
AS
Jeoloji
Arazi Kullanım Kabiliyeti
1
1/3
1/7
1/7
1/5
Toprak Grupları
3
1
1/7
1/5
1/2
Eğim
7
7
1
5
7
Arazi Sınıfı
7
5
1/5
1
5
Jeoloji
5
2
1/7
1/5
1
Cr: 0,07
Kriterlerin ağırlıkları yani sonuç haritası üretilirken hangi kriterin daha
yüksek olduğunun belirlenmesi sonucu ise şöyledir;
Tablo 6. Sanayi Yer Seçimi İçin Ağırlık Oranları
DEĞİŞKENLER
%
Eğim
56
Arazi Sınıfı
24
Jeoloji
9
Toprak Grupları
7
Arazi Kullanım Kabiliyeti
4
Sanayide yer seçimini etkileyen başlıca coğrafi unsurlar olarak, eğim,
jeolojik yapı, arazi kullanım durumu, arazi sınıfları ve toprak özellikleri
olmak üzere toplam beş farklı değişken kullanılmıştır (Harita 3). Bu
değişkenlere 1 ile 10 arasında değerler verilerek sınıflandırılmıştır. Elde
edilen bütün değişkenler sınıflandırıldıktan sonra, aynı piksel boyutunda
raster (grid) formatına dönüştürülmüştür. Dönüştürülen bu veriler daha
sonra Analitik Hiyerarşi yöntemine göre ağırlıklı çakıştırma yapılarak
sonuca ulaşılmıştır.
58
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Elde edilen ağırlık oranlarından da anlaşıldığı üzere “eğim” en yüksek
düzeyde çıkmıştır. Yani Nevşehir’deki arazinin eğim durumu, sanayi için
yer önerisi konusunda üretilen haritanın oluşturulmasında birinci derece
öneme sahip bir değişkendir. Çünkü sanayi alanları için fazla eğimli
alanlar elverişli alanlar değildir. Bu sebeple eğim durumu, ağırlığı en
yüksek değişken olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca “arazi sınıfları” da ikinci
dereceden öneme sahip olup sanayi için önerilen yer için temel kriterler
içerisindedir (Tablo 6).
Nevşehir’de sanayiye birinci ve ikinci dereceden uygun alanlar neredeyse
hiç yoktur. Birinci ve ikinci dereceden uygun yerler genelde haritada
alan boyutunda değil, sadece piksel boyutunda kalmış ve görülmesi de
oldukça güçtür. Fakat üçüncü dereceden uygun olan alanlar geniş bir yer
kaplamaktadır. Özellikle şehrin doğusundaki Mehmet Akif Ersoy, Raşitbey,
Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahallelerinde sanayileşmeye üçüncü
dereceden uygun alanların varlığı açıkça görülmektedir (Harita 3).
Sanayiye uygun alanların mahalle ölçeğindeki durumu ise şöyledir;
Mehmet Akif Ersoy 1,67 km², Raşitbey 0,47 km², Fatih Sultan Mehmet 1,38
km², Esentepe 2,04 km². Adı geçen mahallelerden Fatih Sultan Mehmet,
Raşitbey ve Esentepe mahalleleri birbirine komşu yerleşmeler olduğu
için bu alanda sanayiye uygun alanların geniş yer kapladığını söylememiz
mümkündür.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
Harita 3. Nevşehir’in Sanayi Yer Seçimi Uygunluk Analiz Haritası
59
60
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Nevşehir’de Şehirleşmeye ve Sanayiye Yönelik Yer Seçiminin
Sonuçlandırılması
Yapılan analizler sonucunda Nevşehir’in yerleşmeye ve sanayiye uygun
alanları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda üretilen haritalarda
da görüldüğü üzere şehrin muhtelif yerlerinde gerek sanayiye gerekse
yerleşmeye uygun yerler gruplar halinde görülmektedir. Bu kapsamda
uygun alanlar içerisinden tercih edilebilirliği yüksek olanların belirlenmesi
gerekmektedir. Aksi taktirde yapılmış olan analizler genel bir bilgi
derlemesinden ve sayısal niteliklerden öteye gitmemiş olur. Bu kapsamda
öncelikle sanayiye uygun olan alanlar içerisinden tercih edilebilirliği yüksek
olan yerlerin tespitini coğrafi olarak değerlendirecek olursak;
Şehrin belediye yönetsel alan sınırları içerisinde kalan ve Mehmet Akif
Ersoy mahallesinin güneyinde bulunan alan sanayiye uygun alanlardan ilki
olarak değerlendirile bilir. Başta yapılan analizler sonucunda uygun yer olarak
tespit edilmesi, şehre uzak olması ve D300 karayoluna (Aksaray-Nevşehir
yolu) yakınlığı bakımından tercih edilebilirliği yüksek görünmektedir.
Bu alan aynı zamanda şehirde bulunan özel organize sanayi bölgesine de
yakındır. Fakat bu alan şehirleşmeye de uygun alanlar içerisinde olup daha
da önemlisi Nevşehir’in hakim rüzgar yönü (KKB-GGD) üzerinde kalan
bir sahadır. Bu sebeple farklı tercihlerin değerlendirilmeye alınması daha
doğru bir sonuç verebilir.
Yukarda bahsedilen ilk alanın hemen doğusunda, Kahvecidağı Tepenin
sırtları sanayi için uygun alanlar olarak görülmektedir. Hatta bu alan
sanayiye uygun alanlar içinden en geniş alana sahip yerlerden biridir.
Fakat çalışmanın turizm bölümünde de belirtildiği gibi yapılan arazi
gözlemlerinden, bu alanda elde edilen bulgular sonucunda tarihi bir
yerleşme olabileceği kanısı güçlenmiştir. Bu alan Nevşehir’de bulunan yeraltı
şehrinin hemen güneyinde bulunmaktadır. Aynı zamanda bahsedilen alan,
yine Nevşehir’in hakim rüzgar yönü üzerindedir. Bahsedilen handikaplar
sebebiyle Kahvecidağı Tepenin sırtları sanayileşme için tercih edilmemelidir
(Harita 4).
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
Harita 4. Nevşehir’de Şehirleşmeye ve Sanayileşmeye Uygun
Alanların Sonuç Haritası
61
62
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Çalışma sahasında sanayiye uygun olan bir diğer alan ise şehrin
güneyindeki Esentepe Mahallesi ve bu mahallenin doğusunda kalan
Fatih Sultan Mehmet mahallelerinin kesiştiği noktada bulunan alandır.
Bu alan Oylu Dağı’nın da hemen batısında yer almaktadır. Bahsedilen
saha doğusundaki dağın varlığı sebebiyle de duldada kalmakta ve rüzgar
esme frekansının en az olduğu yerlerden biri durumundadır. Ayrıca bu
alan D765 Nevşehir-Göre yolu üzerinde bulunan bir sahadır. Yani ulaşım
bakımından da elverişli bir konuma sahiptir. Fakat bahsedilen alan şehir
yerleşmelerinin hemen doğusunda yer almaktadır. Yani bu sahanın tümü
sanayi alanı olarak değerlendirilirse şehirde sanayi yeri bakımından
günümüzde yaşanan sorunlar ilerde yine tekrar edebilir (Harita 4).
Nevşehir’de yerleşmeyi ve sanayi alanlarını etkileyen en önemli beşeri
unsur, Çevre Düzen Planıdır. Plana göre Nevşehir’in batısındaki Çat,
kuzeyindeki Sulusaray ve doğusundaki Uçhisar ve Göreme gibi ilçeler
Kültür Turizm Koruma ve Geliştirme bölgesi olarak ilan edilmiştir. Şehrin
kuzeyindeki 2000 Evler, 15 Temmuz ve Güzelyurt mahallelerinin doğu ve
batı istikametinde genişleyerek büyümeleri söz konusu değildir. Bu sebeple
yer tercihleri yapılırken daha çok çalışma alanının orta ve güney kesimleri
üzerinde durulmuştur.
Ayrıca yerleşmeye uygun alanların gösterildiği haritaya bakılırsa, şehirde
yerleşmeye 1. Dereceden uygun olan sahayla, sanayiye uygun olduğunu
düşündüğümüz bu alanın çakıştığı bir yerin mevcut olduğunu görebiliriz.
Bu sebeple Oylu Dağının hemen batısında bulunan haritada mor renkle
gösterilen yüksek ve düzlük sahanın (1,61 km²), sanayi için kullanılabilir
bir yer olabileceği düşünülmektedir. Şehirleşme için 1. Dereceden uygun
olan ve haritada turuncu renkle temsil edilen 1,2 km²’lik bu ortak alan ise
şehirleşme için kullanılabilir.
Şehirleşme için uygun olan alanla, sanayi için uygun olan saha arasında
küçük bir yamaç bulunmaktadır. Şehir yerleşmesiyle sanayi alanı arasında
kalan, haritada yeşil renkle gösterilen bu yamacın ise şehir ve sanayi alanı
arasında bir tampon bölge oluşturması düşünülebilir. Bahsi geçen bu alanın
ağaçlandırılması ve ormanlık bir sahaya dönüştürülmesi de mümkündür.
Böylece hem şehre daha doğal bir görünüm kazandırılır hem de sanayi
alanıyla yerleşmeler arasında bir geçiş sahası oluşturulmuş olur (Harita 4).
Şehrin doğusunda, Sümer, Kıratlıoğlu ve Cevher Dudayev
mahallelerinde ise yine yerleşmeye elverişli alternatif sahalar belirlenmiştir.
Bu alanlar yerleşmeye ikinci dereceden uygun alanlardır. Özellikle Sümer
mahallesindeki yerleşmeye uygun olan saha oldukça geniş bir alana sahip
ve ulaşım aksının da üstünde yer almaktadır. Bahsi geçen sahanın yerleşme
olarak kullanılması Nevşehir’in lineer büyümesinin de önüne geçebilecek
bir alan olma niteliği sergilemektedir.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
63
SONUÇ VE ÖNERİLER
Nevşehir’de büyüme potansiyeline sahip 10 mahalle tespit edilmiştir.
Diğer 11 mahalle ise zaten şehrin merkezinde kaldıkları ve hali hazırda
yerleşme sahası oldukları için büyüme süreçlerini tamamlamış durumdadır.
Sümer Mahallesi Nevşehir’de yerleşmeye uygun arazi bakımından en geniş
alana sahip olan mahalle konumundadır. Yerleşmeye uygun arazilerin
fazlalığı bakımından ikinci sırada bulunan mahalle ise Kıratlıoğlu
mahallesidir.
Çalışma alanındaki yerleşmeye birinci dereceden uygun yerler, bölümler
halinde üç farklı alanda görülmektedir. Bunlardan ilki en kuzeydeki 2000
evler mahallesi civarındadır. İkincisi ise Cevher Dudayev mahallesinde
ince bir hat halindedir. Sonuncusu ise Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe
mahalleleri içerisinde kalan alandır. Hem arazi gözlemlerimizden hem de
yapılan analizler sonucunda, Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahalleleri
içerisinde kalan, yaklaşık 14 km²’lik sahanın yerleşmeye en uygun sahalar
içerisinden tercih edilebilirliği en yüksek alan olduğu belirlenmiştir.
Yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahalar çalışma sahasının muhtelif
yerlerinde dağılım göstermektedir. Bu alanlar daha çok şehrin batısında
toplanmıştır.
Sanayiye ait yer seçiminde, eğim, jeolojik yapı, arazi kullanım durumu,
arazi sınıfları ve toprak özellikleri olmak üzere toplam beş farklı değişken
kullanılmıştır. Nevşehir’de sanayiye birinci ve ikinci dereceden uygun alanlar
neredeyse hiç yoktur. Birinci ve ikinci dereceden uygun yerler genelde
haritada alan boyutunda değil, sadece piksel boyutunda kalmış ve görülmesi
de oldukça güçtür. Fakat üçüncü dereceden uygun olan alanlar geniş bir yer
kaplamaktadır. Özellikle şehrin doğusundaki Mehmet Akif Ersoy, Raşitbey,
Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahallelerinde sanayileşmeye üçüncü
dereceden uygun alanların varlığı açıkça görülmektedir.
Öneriler;
• Nevşehir’de şehrin kuzeyindeki mahalleler (Güzelyurt, 15 Temmuz,
2000 Evler) hızlı bir şekilde yapılaşmaktadır. Fakat bilinmelidir ki bu üç
mahallenin batısı vadiyle, doğusu ise sit alanıyla sınırlandırılmıştır. Bu
sebeple şehrin gelişmesi gereken yeni bir alan belirlenmeli ve bu alan
modern bir şekilde planlanmalıdır.
• Çalışma alanının şehirleşme yönü ilk etapta Fatih Sultan Mehmet
ve Esentepe mahalleleri içerisinde kalan, yaklaşık 14 km²’lik sahaya doğru
olmalıdır. Bu alan modern bir şekilde planlanarak yerleşmeye açılmalıdır.
İlerleyen dönemlerde ise gelişim şehrin batısına doğru yani ikinci derecen
uygun olan yerlere doğru ilerleyebilir.
64
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
• Şehrin gelişimi düşünülürken yeni sanayi alanının belirlenmesi
de unutulmaması gereken en önemli konulardan biridir. Nevşehir’de
günümüzde hazırlığı devam eden ve şehrin güney batısında D300
karayoluna bitişik nizamlı bir sanayi tesis planı bulunmaktadır. Bu alan
her ne kadar şehirlerarası karayolu üzerinde ve yapılması planlanan hızlı
tren hattı güzergahında olsa da, bu tercihten vazgeçilmelidir. Çünkü
yapılan ilk sanayi sitesi daha sonra inşa edilen Yeni Sanayi ve Lale Sanayi
sitelesi zamanla şehirle iç içe geçmiştir. Nevşehir’de bu hata üçüncü defa
yapılmamalıdır. Çünkü yeni sanayi için düşünülen bu alan yerleşmeye daha
uygundur. Zamanla bahsi geçen bu alan da tıpkı şehirde geçmişte kurulmuş
diğer sanayi alanları gibi, yerleşme içinde kalabilir. Aynı zamanda yeni
sanayi için planlanan saha, şehrin hakim rüzgar yönü üstündedir.
• Şehrin doğusundaki Mehmet Akif Ersoy, Raşitbey, Fatih Sultan
Mehmet ve Esentepe mahallelerinde sanayileşmeye üçüncü dereceden
uygun alanların varlığı yapılan analizler sonucu değerlendirilmiştir.
Değerlendirmesi yapılan bu alanlar içinden sanayileşme için en uygun
alan, Esentepe mahallesi ve bu mahallenin doğusunda kalan Fatih Sultan
Mehmet mahallelerinin kesiştiği noktada bulunan alandır. Bu alan Oylu
Dağı’nın da hemen batısında yer almaktadır. Bahsedilen saha doğusundaki
dağın varlığı sebebiyle de duldada kalmakta ve rüzgar esme frekansının
en az olduğu yerlerden biridir. Ayrıca bu alan D765 Nevşehir-Göre
yoluna oldukça yakındır. Yani ulaşım bakımından da elverişli bir konuma
sahiptir. Fakat bahsedilen alan şehir yerleşmelerinin hemen doğusunda yer
almaktadır. Şehirleşme için birinci dereceden uygun olan alanla, sanayi
için uygun olan saha arasında küçük bir yamaç bulunmaktadır. Şehir
yerleşmesiyle sanayi alanı arasında kalan bu yamacın ise şehir ve sanayi
alanı arasında bir tampon bölge oluşturması düşünülebilir. Bahsi geçen
bu alanın ağaçlandırılması ve ormanlık bir sahaya dönüştürülmesi de
mümkündür. Böylece hem şehre daha doğal bir görünüm kazandırılır hem
de sanayi alanıyla yerleşmeler arasında bir geçiş sahası oluşturulmuş olur.
KAYNAKÇA
Armacost L. R., Componation P. J., Mullens M., A., Start W., 1994, “ An
AHY framework for prioritizing customer requirements in QFD : an
industrialized housing application “ , IIE Transactions, V: 26, N:4, p:72-79.
Cengiz T., Akbulak C., Özcan H., Baytekin H., 2013, “Gökçeada’da Optimal
Arazi Kullanımının Belirlenmesi” Tarım Bilimleri Dergisi, S:19, s;148-162,
Ankara.
Dağlı D., Çağlıyan A., 2016, “Analitik Hiyerarşi Süreci İle Optimal Arazi
Kullanımının Belirlenmesi: Melendiz Çayı Havzası Örneği” Türk Coğrafya
Dergisi, S: 66, s. 83-92.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
65
Evren, R., Ülengin F., 1992, Yönetimde Karar Verme, İstanbul Teknik Üniversitesi
Yayını, Sayı: 1478, İstanbul.
Karadoğan S., 1999, Kuruluş Yeri Açısından Malatya Şehri ve Yakın Çevresinin
Jeomorfolojisi, (Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Coğrafya
Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ.
Kuruüzüm A., Atsan N., 2001, “Analitik Hiyerarşi Yöntemi ve İşletmecilik
Alanındaki Uygulamaları” Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi, C:1, Antalya.
Özşahin E., 2015, “Coğrafi Bilgi Sistemleri Yardımıyla Heyelan Duyarlılık Analizi:
Ganos Dağı Örneği (Tekirdağ)”, Harita Teknolojileri Elektronik Dergisi, Cilt:
7, No: 1.
Öztürk, D., Batuk, F., 2007, “Çok Sayıda Kriter ile Karar Vermede Kriter
Ağırlıkları”, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sigma Mühendislik ve Fen Bilimleri
Dergisi, Cilt: 25 Sayı: 1, İstanbul.
Rangone, A., 1996, “An Analytic Hierarchy Process framework for comparing the
overall performance of manufacturing departments “, International Journal
of Operation and Production Management, V:16, N:8, p:104-119, United
Kingdom.
Saaty, T. L. & Vargas, L. G., 2001, Models, Methods, Conceptsand Applications of
the Analytic Hierarchy Process, Boston: Kluwer Academic Publishers.
Saaty, L. T., 1980, The Analytic Hierarchy Process, McGraw-Hill Comp., U.S.A.
Yılmaz, E., 2009, Bir Arazi Kullanım Planlaması Modeli: Cehennemdere Vadisi
Örneği, Çevre ve Orman Bakanlığı, Doğu Akdeniz Ormancılık Araştırma
Enstitüsü, Yayın No: 3, Mersin.
Ying, X., Zeng, G. M., Chen, G. Q., Tang, L., Wang, K. L., Huang, D. Y., 2007,
“Combining AHP with GIS in synthetic evaluation of eco-environment
quality-A case study of Hunan Province, China”, Ecological Modelling, Cilt:
209, Sayı:2-4, USA.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
67
OBOR SÜRECİNDE TÜRKİYE; BEKLENTİLER VE
SORUNLAR
TURKEY IN OBOR; EXPECTATIONS AND PROBLEMS
Bülent GÜNER1
ÖZET
OBOR Girişim’i 2013 yılında Çin’in öncülüğünde hayata geçirilmiştir.
Girişim, üye ülkelerle ticari ve siyasi işbirliğinin geliştirilmesini hedeflemektedir.
Günümüzde çoğunluğu Asya ve Doğu Avrupa’da yer alan 71 ülke OBOR
üyesidir. Türkiye, sürece 2016 yılında resmi katılım göstermiştir. Ülkemiz, OBOR
Girişimi’nin Çin-Avrupa demiryolu bağlantısını sağlayan üç koridorundan biri
olan “Çin-Orta ve Asya-Batı Asya Ekonomik Koridoru” (Orta Koridor) içerisinde
yer almaktadır. Orta Koridor projesinin tamamlanmasıyla birlikte, Çin-İngiltere
demiryolu bağlantısı gerçekleştirilmiş olacaktır. Projenin ulaşım altyapısının 150
milyar dolara mal olması ve 2025 yılına kadar tamamlanması beklenmektedir.
Bakü-Tiflis-Kars demiryolu, planlanan Edirne-Kars demiryolu ile Yavuz Sultan
Selim Köprüsü, Marmaray ve Avrasya Tüneli Orta Koridor projesinin önemli
bileşenleridir. 2015 yılında İstanbul Ambarlı’daki Kumport Limanı’nın Çinli
denizcilik şirketlerince satın alınmasıyla birlikte, Türkiye, OBOR Girişimi’nin
deniz yolu ağına da dahil olmuştur. Türkiye-Çin resmi ilişkileri 1971 yılında
başlamıştır. Uzun süre istikrarsız ilerleyen ilişkiler, Çin’in 2001 yılında Dünya
Ticaret Örgütü’ne üye olmasıyla birlikte, hızla gelişen ticari ilişkilere dönüşmüştür.
Türkiye’nin OBOR üyeliği ile birlikte, Çin ile siyasal ilişkiler de gelişmeye başlamıştır.
Türkiye-Çin siyasi ilişkileri tamamen sorunsuz olmamakla birlikte, yakın tarihle
kıyaslandığında, en dostane döneminden geçmektedir. Çin, Türkiye’nin ikinci
büyük ticaret ortağıdır. İki ülkenin ticaret hacmi 2017 yılında 24 milyar dolara
ulaşmıştır. Türkiye-Çin ekonomik ilişkilerinde en önemli sorun, Türkiye aleyhine
gelişen ticaret açığıdır. Türkiye bu açığı yakın vadede Çin’den alacağı doğrudan
yatırımlarla ve turizm gelirleriyle makul düzeylere indirmeyi hedeflemektedir. Çin,
1.34 trilyon dolarlık uluslararası yatırımla önde gelen dış yatırımcı ülkelerinden
biridir. Türkiye’nin Çin’den aldığı dış yatırım miktarı, 2 milyar doları aşmaktadır.
Ancak Çin’in Türkiye yatırımları henüz istenilen düzeyde değildir.
Anahtar Kelimeler: Türkiye, Çin, OBOR Girişimi, Orta Koridor
ABSTRACT
OBOR was made real in 2013 under the leadership of China. This enterprise
aims to develop the commercial and political collaboration with member states.
Turkey participated in the process in 2016. Our country is on “China-Central
Asia-West Asia Economic Corridor” (Middle Corridor) that is one of three
corridors that establish the railway connection between China and Europe. Chine1 Dr. Öğr., Munzur Üniversitesi, Pertek Sakine Genç MYO, Harita ve Kadastro Bölümü,
bguner@munzur.edu.tr, bulgun@yahoo.com
68
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
England railway connection will be constituted by completing Middle Corridor
project. It is expected that the transportation infrastructure will be cost 150 billion
dollars and completed till 2025. Significant components of the Middle Corridor
project are Baku-Tbilisi-Kars railway, Edirne-Kars railway, Yavuz Sultan Selim
Bridge, Marmaray and Eurasia Tunnel. Turkey has included in seaway network of
OBOR by being purchased of Kumport in Istanbul by Chinese in 2015. Relations
between Turkey and China has started in 1971. Those relations that continued as
inconsistent turned into increasing commercial relations by becoming a member
of China to World Trade Organization in 2001. OBOR membership of Turkey
caused improvement of political relationships of Turkey&China. Relations between
Turkey and China are not completely free of problems, but these two countries
experience the most friendly period nowadays. China is the second largest trade
partner of Turkey. Trading volume of these two countries reached 24 billion dollars
in 2017. The biggest problem in economic relations between Turkey and China
is the trade deficit of Turkey. Turkey aims to minimize this deficit via the direct
investments of China and tourism revenues. China is one of the leading investor
countries with 1.34 trillion dollars international investment. The amount of
outward investment that Turkey will receive from China exceeds 2 billion dollars.
However, the investments of Chine for Turkey has not at the desired level as of yet.
Keywords: Turkey, China, OBOR Attempt, Middle Corridor
GİRİŞ
Özellikle Roma Döneminde altın çağını yaşayan tarihi İpek Yolu, dünya
tarihine yön veren tarihsel bir olgudur. Anadolu o dönem, İpek Yolu’nun
kara ve denizyolu bağlantısını sağlayan bir kavşak konumundaydı.
Bakırcı’ya göre; Anadolu, İpek Yolu sisteminin en önemli mekânsal
parçalarından biridir. Doğudan gelen karayolu ve batıdan gelen deniz yolu
ulaşımı için son durak niteliğinde olması onu ayrıcalıklı kılmış, bu durum
ticaret sistemine dayalı çok sayıda yeni unsurun (kervansaraylar, yollar ve
köprüler gibi) yanı sıra, limanların ve bunlara bağlı olarak gelişen kentlerin
de ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Bakırcı, 2014: 66)
İpek Yolu, doğu ile batı etkileşimini uzun yüzyıllar boyunca sağlamış,
modern anlamda “doğu-batı” kavramlarının oluşmasına yol açmıştır. İpek
Yolu aynı zamanda Avrupa-Asya arasında canlı bir ticaret ilişkisi sağlamış,
uzak mesafeler arasında kültürel bağlar kurmuş, romanlara, efsanelere
ilham kaynağı olmuştur. Haçlı Seferlerinin ana motivasyonlarından biri
olan “doğunun zenginlikleri” düşüncesini oluşturan esas faktör de İpek
Yolu’dur (Vodinalı, 2018: 151). Adını Çin’in en fazla ticaretini yaptığı
emtiadan alan İpek Yolu’nun bin yıldan fazla üzerinde ipek, porselen,
kağıt, baharatın yanı sıra orduları, fikirleri, hastalıkları, dinleri, kültürleri
de taşıyan, deniz ticaretinin gelişmesiyle popülerliğini yitiren rota, bugün
küllerinden yeniden doğmaktadır (BusinessHT, 2017).
Tarihte oynadığı rol tartışılmaz olan İpek Yolu, yeni bir perspektif ile
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
69
21. yüzyılda “OBOR (One Belt One Road-Bir Kuşak Bir Yol) Girişimi”yle
yeniden canlandırılmıştır. Çin’in öncülüğünde gelişen OBOR süreci;
kapsamı ve içeriğiyle küresel ölçekte; ticari, kültürel ve siyasal dönüşüme
zemin oluşturan tarihsel önemde bir olgudur. Çin, özellikle son 40 yılda
tutturduğu yüksek büyüme oranını sürdürülebilir kılmak, bölgesel
ve küresel etkinliğini artırmak, ticaret ve enerji yollarının güvenliğini
sağlamak amacıyla OBOR Girişimi’ne ihtiyaç duymuştur. Başlangıcınden
beri “kazan-kazan girişimi” olarak da adlandırılan OBOR süreci, üye
ülkelerin çoğunluğunu oluşturan “gelişmekte olan ülkeler”e altyapı, finansal
ve sanayi yatırım imkânları sunmaktadır.
OBOR Girişimi, Çin Devlet başkanı Xi Jinping tarafından 2013 yılında
ilan edilmiştir. 2017 yılında çoğu Asya ve Doğu Avrupa ülkesi 71 üye
ülkeyi, dünya nüfusunun % 65’ini, dünya GSYH’nın % 42’sini, bilinen
enerji rezervlerinin % 75’ini, dünya kara yüzölçümünün % 40‘tan fazlasını
kapsamaktadır (Güner, 2018: 112), (Tablo 1), (Harita 1). OBOR Girişimi,
bir boyutuyla Çin-Avrupa arasında gerçekleştirilen bir ulaşım altyapısı
ve ticaret projesi, diğer boyutuyla değişmekte olan küresel ekonomik güç
dengesinin doğal bir sonucudur.
Doğu Asya
Çin, Moğolistan, Güney Kore
Güneydoğu Asya
Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar,
Filipinler, Singapur, Tayland, Doğu Timor, Vietnam
Güney Asya
Bangladeş, Butan, Hindistan, Maldivler, Nepal, Pakistan,
Sri Lanka
Orta Asya ve
Batı Asya
Afganistan, Ermenistan, Azerbaycan, Türkmenistan,
Kazakistan, Özbekistan, Gürcistan, İran, Türkiye,
Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Ukrayna, Belarus, Litvanya
Orta Doğu ve
Afrika
Bahreyn, Mısır, Irak, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün,
Kuveyt, Lübnan, Umman, Filistin, Katar, Suriye, Birleşik
Arap Emirlikleri, Yemen, Güney Afrika, Fas, Etiyopya
Orta Avrupa ve
Doğu Avrupa
Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Bulgaristan, Çek
Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya,
Makedonya, Moldovya, Karadağ, Polonya, Romanya,
Sırbistan, Slovakya, Slovenya,
Güneybatı
Pasifik
Yeni Zelanda
Tablo 1: OBOR Üyesi Ülkeler
Kaynak: HKTDC, (2018)
70
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Türkiye 2015 yılında OBOR Girişimi’nin başlıca finansal kurumu AIIB
(Asia Investing and Insfracture Bank - Asya Yatırım ve Altyapı Bankası)
kurucu üyesi olmuş ve yine 2016 yılında “İpek Yolu Girişimi Mutabakat
Zaptı Tasarısı ve Anlaşma Tasarısı”nın TBMM Dış ilişkiler Komisyonu’ndan
geçirilmesiyle OBOR sürecine resmi olarak dahil olmuştur (AIIB, 2018),
(TBMM,2016). OBOR sürecinin politik/ekonomik çerçevesi, Çin’in ortaya
koyduğu “beş büyük hedef ” ile belirlenmiştir. Bu hedefler; OBOR ülkeleri
arasında politik eşgüdüm, ulaşım ve iletişim imkanlarını geliştirmek,
altyapıyı güçlendirmek, insan seyehatlerini kolaylaştırmak ve toplumlar
arasında yakınlık kurmak, “engelsiz ticaret” için bürokratik engelleri
kaldırmak ve ticarette yerel para birimlerini kullanmaktır (EP Briefing,
2016: 4).
Harita1: OBOR Ülkeleri Haritası
Kaynak: Güner, (2018’den Güncelleştirilerek)
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
71
1. Türkiye’nin OBOR Ulaşımındaki Yeri
OBOR Girişimi’nin kara ulaşımı, “Demir İpekyolu” olarak da adlandırılan
altı “ekonomik koridor” ile gerçekleşecektir (Harita 2)21. Bu koridorların
bazıları inşa halinde, bazıları işlerlik kazanmış durumdadır. Koridorların
üçü Çin-Avrupa bağlantısını, diğer üçü ise Çin-Güney Asya bağlantısını
sağlamaktadır;
1- Çin-Moğolistan-Rusya Ekonomik Koridoru; Çin’den Baltık Denizi’ne
uzanmaktadır.
2- Yeni Avrasya Kara Köprüsü Ekonomik Koridoru; Çin’in Jiangsu eyaleti
ile Hollanda’nın Rotterdam kentine uzanan uluslararası demiryolu hattıdır.
3- Çin-Orta ve Asya-Batı Asya Ekonomik Koridoru; Çin, Orta ve Batı
Asya demiryolu ağlarıyla birleşerek Akdeniz’e ve Arap Yarımadası’na açılmayı
hedeflemektedir. Bu koridorun nihai hedefi Londra olarak belirlenmiştir.
4- Çin-Hindiçin Yarımadası Ekonomik Koridoru; Çin ve Hindiçin
yarımadasında yer alan Kamboçya, Singapur, Myanmar, Vietnam, Tayland,
Laos arasında bağlantı amaçlanmaktadır.
5- Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru; Çin’in Sincan eyaletinden,
Pakistan’ın liman kenti Gwadar’a uzanmaktadır.
6- Bangladeş-Çin-Hindistan-Myanmar Ekonomik Koridoru; koridora
ismini veren ülkeler arasında ulaşım bağlantısını gerçekleştirmeyi
amaçlamaktadır (NDRC, 2015).
Harita 2: İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’nın Kara ve Deniz Yolu Ağı
Kaynak: Güner, (2018)
2 Harita 2, Çin resmi verileriyle oluşturulmuştur. Çin, OBOR ulaşım koridorları planlamasında
oldukça esnek davranmaktadır. Çin’in, Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan İran üzerinden,
Türkiye bağlantısı planlaması muhtemeldir. Ancak Çin-Türkiye bağlantısı güncel projeye göre
Kazakistan, Hazar Denizi, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu güzergâhı ile gerçekleştirilecektir.
72
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Türkiye, “Orta Koridor” olarak da adlandırılan “Çin-Orta ve Asya-Batı
Asya Ekonomik Koridoru”nda yer almaktadır. Çin, Orta Koridor ile Orta
Asya üzerinden demiryolu ulaşımıyla Türkiye’ye bağlanmaktadır. Orta
Koridor’un nihai varış noktası ise Bulgaristan, Romanya, Macaristan,
Avusturya, Almanya, Belçika ve Fransa güzergâhından İngiltere (Londra)
olarak planlanmaktadır. 150 milyar dolara mal olması hesaplanan projenin
2025 yılına kadar tamamlanması beklenmektedir (Milliyet Gazetesi, 2016).
2010 yılında Türkiye ile Çin arasında imzalanan ‘Demiryolu İşbirliği
Anlaşması’ kapsamında 7 bin kilometre hızlı tren hattı yapılması kararına
varılmıştır. Projenin finansmanı için Çin hükümeti 30 milyar dolar kredi
sağlamayı taahhüt etmiştir. Planlanan yatırımla demiryolu ağı, Edirne’den
Kars’a, Diyarbakır’dan İzmir’e, Trabzon’dan Antalya’ya kadar uzanmaktadır. Proje tamamlandığında hızı saatte 450 kilometreye ulaşan trenlerle
ulaşım sağlanacaktır (T.C. Ekonomi Bakanlığı, 2013: 20). 2017 yılında tamamlanan Bakü-Tiflis-Kars demiryolu, planlanan Edirne-Kars demiryolu
ve Avrupa-Asya bağlantısını gerçekleştirecek Yavuz Sultan Selim Köprüsü,
Marmaray ve Avrasya Tüneli, Orta Koridor’un Türkiye ayağının tamamlayıcısı projelerdir. Türkiye’nin sisteme entegrasyonu için Türkiye-Çin
arasında imzalanan anlaşma ile ilk aşamada 40 milyar dolarlık bütçe öngörülmüştür. Orta Koridor’un, bütünüyle tamamlanması için 8 trilyon dolarlık yatırım gerektirmektedir (Esmer, 2016). Ayrıca Orta Koridor’un işlev
kazanması, tarihi İpek Yolu’nun canlandırılması anlamına da gelmektedir.
Havaalanları, demiryolları, limanlar, köprüler, internet bağlantısı,
telekomünikasyon gibi ulaşım ve iletişim altyapısı yatırımları, OBOR
ülkelerinin uluslararası ekonomik ilişkilerinin gelişebilmesi için zorunlu
ve ilk koşul olan yatırımlardır. Ancak ulaşım koridorlarında bulunan
ülkelerin OBOR Girişimi’nden beklediği asıl ekonomik fayda, sanayi
tesisleri, lojistik üsler, enerji santralleri, akıllı şehirler, sanayi-teknoloji
parkları ile koridorların yerel niteliklerinin gerektirdiği yatırımlarla
gerçekleştirilecektir. Bu nedenle her ulaşım koridoru, “ekonomik
koridor” olarak adlandırılmaktadır. Bu çerçeve içerisinde “ekonomik
koridor”ların tüm yönleriyle işlerlik kazanması, 30-35 yıllık süre içerisinde
ve yüksek maliyetlerle mümkündür. Bu bağlamda Türkiye, planlanan
yatırımların gerçekleşmesiyle birlikte, ulaşım altyapısını tüm bileşenleriyle
modernleştirmiş ve ekonomik kalkınmasına ivme kazandırmış olacaktır.
Her ekonomik koridorun OBOR içerisinde ayrı bir önemi bulunmaktadır. Ancak Orta Koridor, Girişim içerisinde yer alan “herhangi bir koridor”
olarak değerlendirilmemelidir. Pek çok veri Orta Koridor’un ve Türkiye’nin
öneminin Çin tarafından kavrandığını göstermektedir. Orta Koridor ve
Türkiye dört nedenle Çin ve OBOR Girişimi için çok önemlidir; ilk olarak, kuzey koridorlarından biri olan ve Çin-Avrupa bağlantısını sağlayan
“Yeni Avrupa Kara Köprüsü”nün geleceği, Ukrayna’da yaşanan siyasi be-
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
73
lirsizlikler nedeniyle endişeye neden olmaktadır. Bu belirsizlik “Orta Koridor”un önemini artırmaktadır. İkinci olarak; Çin süreç içerisinde, enerji
ve ticaret yollarını oluştururken, yüksek ihtiyatla çok alternatifli projelerle
ilerlemektedir. Özellikle Çin-Avrupa kara ulaşımında halihazırda kullanılan iki kuzey koridoru Rusya’dan geçmektedir. Bu koridorların alternatifini
yine “Orta Koridor” oluşturmaktadır. Üçüncü olarak; Orta Koridor, kuzey
koridorlarına göre Çin-Avrupa ulaşımını 7 bin km kadar kısaltmaktadır.
Dördüncü olarak; Orta Koridor, kuzey koridorlarına göre daha fazla ülkeden geçmekte ve Çin’den Akdeniz’e, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya kara ulaşımı
imkânı sunmaktadır.
Çin, yıllar boyunca Avrupa’nın pek çok ülkesinde liman yatırımları
yapmıştır. Çinli denizcilik şirketleri 2008 yılında Yunanistan’ın Pire
Limanı’nı uzun vadeli olarak kiralamıştır. Pire Limanı Avrupa, Ortadoğu,
Kuzey Afrika ürün dağıtımında, özellikle Asyalı elektronik şirketlerince,
ana lojistik üs olarak kullanılmaktadır (The Diplomat, 2016). Ayrıca Çinli
denizcilik şirketleri 2015 yılında, Türkiye’nin üçüncü büyük limanı olan
İstanbul Ambarlı’daki Kumport Limanı’nın % 65 hissesini satın almıştır
(Dünya Gazetesi, 2015). Böylece Türkiye, OBOR Girişimi’nin deniz ulaşım
ağına da dahil olmuştur.
İstanbul Kumport Limanı, Pire Limanı’nın Çin-Avrupa denizyolu
bağlantısında alternatifi / tamamlayıcısı durumundadır. Dolayısıyla
bugün için Kumport Limanı, Pire Limanı kadar etkin kullanılmamaktadır.
Çin, Kumport Limanı’nı, Pire Limanı’nın kapasitesinin aşılması halinde
kullanmayı planlamaktadır. Bu bağlamda Kumport Limanı, Çin’in gelecek
planlamasında yer almaktadır (Yaqing, 2016: 45). Çin’in Türkiye eski
büyükelçisi Xiahoseng, Pire Limanı’nın ana lojistik üs olarak seçilmesini,
“Çin’in Avrupa’da olmayı, Avrupa’ya yakın olmaya tercih etmesi”
olarak değerlendirmiştir (Wandi, 2015: 27). Bu tercih, Çin’in OBOR
Girişimi’yle ticari hedefinin Avrupa pazarı olduğu düşünüldüğünde makul
görünmektedir. Ancak Gürdeniz’e göre, Çin’in batı merkezli karşılaşacağı
muhtemel bir siyasal sorun, AB üyesi olan Yunanistan’ın Pire Limanı’nın
işleyişinde sorun yaratacaktır. Bu nedenle Çin, Türkiye limanlarını etkin
olarak kullanmalıdır (Gürdeniz, 2017: 31). Diğer taraftan Kumport Limanı,
Mersin Limanı ve inşası süren Zonguldak Filyos, İzmir Çandarlı limanları
birlikte düşünüldüğünde, Türkiye limanları çok yönlü ulaşım avantajları ile
Çin’in bölgesel ihtiyaçlarını karşılayacak niteliktedir.
2. OBOR Sürecinde Türkiye – Çin Siyasal İlişkileri
Türk-Çin ilişkisi antik döneme iz bırakacak kadar köklü ve tarihi olsa
da, Türkiye ve Çin’in uzak ülkeler olması, yüzyıllar boyunca ilişkilerin
gelişmesinin önündeki en önemli engeli oluşturmuştur. 1923 yılında
74
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte iki ülke ilişkilerinin tesisinde ilk adımlar
atılmış, 1934 yılında “Türkiye-Çin Dostluk Protokolü” imzalanmıştır.
1949 yılında Çin Komünist Partisi’nin iktidara gelişiyle birlikte Çin Halk
Cumhuriyeti kurulmuş ve iki ülke ilişkisi genellikle Soğuk Savaş dengeleri
içerisinde seyretmiştir. Bu dönemde Türkiye-Çin ilişkilerinde kayda
değer bir gelişme görülmemiştir. 1950-1953 yılları arasında yaşanan Kore
Savaşı, ardından Türkiye’nin NATO üyeliği ve yine Türkiye’nin, Çin’in
resmi temsilcisi olarak Çin Halk Cumhuriyeti yerine Tayvan’ı tanıması,
Türkiye-Çin ilişkilerinin kesintiye uğramasına yol açmıştır. 1970 yılından
itibaren Soğuk Savaş blokları arasında yumuşamaya bağlı olarak, Türkiye,
1971 yılında Çin’i resmi olarak tanımış ve ilişkiler yeniden başlamıştır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte 1990’lardan itibaren Türkiye-Çin
yakınlaşması hız kazanmıştır. 2000’li yıllarda ise ilişkiler “stratejik ortaklık”
olarak tanımlanmıştır. OBOR Girişimi’ne Türkiye’nin de dahil olmasıyla
ilişkiler yeni bir evreye girmiş, iki ülke arasında ticari anlaşmaların sayısı
artmıştır. Son dönemde finansal, kültürel ve askeri işbirliğinde gelişmeler
görülmektedir (Keyvan, 2016: 162-163), (Çolakoğlu, 2014: 62-67)
2017 yılında Pekin’de düzenlenen “Kuşak ve Yol Forumu”, OBOR
Girişimi açısından tarihi önemdedir. Pek çok ülkenin üst düzey
yöneticisiyle katıldığı Forum’da, Türkiye, Cumhurbaşkanı düzeyinde
temsil edilmiştir. Forum süresince öneriler değerlendirilmiş, sürecin yol
haritası tartışılmıştır. Türkiye’nin de dahil olduğu katılımcı ülkeler, Çin
ile çok sayıda ikili anlaşma imzalamıştır. Forumda Çin, OBOR ülkelerine
özellikle altyapı alanında mali yardımda bulunacağını ve OBOR
ülkelerinden her yıl Çin’de eğitim görecek 10 bin öğrenciye burs vereceğini
duyurmuştur (AA, 2017). Çin devlet başkanı Jinping, Forum’un açılış
konuşmasında, Çin’in OBOR sürecindeki politik yaklaşımını; OBOR
Girişimi’nde yer alan tüm ülkelerle dostluk ve işbirliğini geliştirmek, bu
bağlamda diğer ülkelerin içişlerine müdahale etmemek ve kendi sosyal
sistemini ve gelişim modelini ihraç etmemek olarak ifade etmiştir.
Çin’in ulaşmayı umduğu şey, kazan-kazan işbirliğinin yeni bir modelidir
(Jinping, 2017).
2001 yılında kurulan Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ); Çin, Rusya
Federasyonu, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan, Pakistan ve
Hindistan olmak üzere 8 üye ülkesi bulunmaktadır. Türkiye’nin de “diyalog
ortağı ülkeler” içerisinde yer aldığı ŞİÖ, güvenlik ve istikrarın korunması
için ortak çaba sarf edilmesini, terörizm, köktencilik, ayrılıkçılık, örgütlü
suçlar ve yasadışı göçle ortak mücadeleyi amaçlamaktadır (T.C. Dış İşleri
Bakanlığı). ŞİÖ’nün kuruluş amaçları, başta Çin olmak üzere, diğer üye
ülkelerin ve Türkiye’nin hassasiyetleri arasındadır. Bu ortak hassasiyetler,
Türkiye-Asya-Çin arasında siyasal ilişkilerin gelişmesine uygun bir
siyasal zemin oluşturmaktadır.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
75
Çin için OBOR Girişimi’nin üç önemli bölgesi; enerji güvenliği
açısından Ortadoğu, yine enerji güvenliği ve ulaşım açısından Orta Asya
ve Kafkaslar, Avrupa’yla ticari ilişkisi açısından ulaşım ağlarının bağlantı
noktası olarak Doğu Avrupa (Balkanlar)’dan oluşmaktadır. Türkiye,
OBOR Girişimi’nin ana gövdesini oluşturan ve tarihi-kültürel yakınlık
içerisinde bulunduğu bu üç ayrı coğrafi-politik bölgenin birleşim
noktasında bulunmaktadır. Bu nedenle jeopolitik ve tarihi gereklilikler
OBOR içerisinde Türkiye’yi öne çıkarmaktadır.
OBOR Girişimi, özellikle bugün yaşanan Ortadoğu kaynaklı bölgesel
krize karşın, Türkiye’ye yeni işbirliği alanları sunmakta, Türkiye’nin
öteden beri geliştirmeyi hedeflediği Orta Asya ilişkileri için tarihsel bir
fırsat yaratmaktadır. Türkiye ve Çin, Orta Asya ve Ortadoğu’da jeopolitik
ve güvenlik alanlarında ortak çıkarlara sahiptir. Enerji güvenliği ve
gittikçe artan terör faaliyetleri göz önüne alındığında, bu bölgelerde barış
ve güvenliğin sağlanması her iki ülkenin çıkarları için gereklidir. Çin için
Türkiye, Balkanlar ve Avrupa’ya bir çıkış kapısı, Ortadoğu ve Orta Asya’da
iyi bir ekonomik ortaktır. Türkiye ise Çin’i siyasi, ekonomik ve güvenlik
ile ilgili alanlarda karşılıklı ilişkilerin güçlendirilmesi gereken bir ortak
olarak görmektedir (TASAM, 2012).
Her ne kadar son yıllarda Türkiye-Çin siyasal ilişkileri dikkate değer
biçimde gelişse de, iki ülke arasında zaman zaman yaşanan Uygur
bölgesi sorunu ve iki ülkenin farklılaşan Ortadoğu politikaları, TürkiyeÇin ilişkilerinde aksamaların yaşanmasına neden olmaktadır. Uygur
sorunu, yanlış algılamalarla ilişkileri zedelemektedir. Soruna Türkiye’nin
bakışı, Çin’in toprak bütünlüğüne ve iç meselelerine saygı bağlamında
değerlendirilmektedir. Her iki ülke de ilişkilerini Uygur sorununun
ötesine taşımayı hedeflemektedir. Çin’in batıya doğru gelişmesinin (Go
West) Türkiye’nin de çok boyutlu politikası ile uyumlu olması, Türkiye
açısından Çin ile ilişkileri zaruri hale getirmektedir (Keyvan, 2017),
(Temiz, 2017: 156).
Türkiye-Çin arasında siyasal gerilime yol açan Uygur bölgesi sorunu
ve Ortadoğu’da farklı politik yaklaşımlar, son dönemde sorun noktaları
olmaktan uzaklaşmıştır. Çin’in gelişmekte olan batı kesiminde yer alan
Uygur bölgesine, OBOR süreciyle birlikte yatırımlar artmış ve bölge
OBOR’un kara güzergâhı içerisinde önemli bir konuma gelmiştir. Ayrıca
Uygur Türklerinin kültürel sorunları çözülmeye başlamış ve Uygur
bölgesinde aşırı akımlara karşı Türkiye ve Çin ortak tavır almıştır. Bu
gelişmelerle birlikte Uygur bölgesi sorunu aşılmaya başlanmıştır. Diğer
yandan Türkiye ve Çin’in Ortadoğu politikalarındaki farklılıkların son
süreçte azalmasıyla, siyasal ilişkilerin olumlu bir düzlemde ilerlemesi
sağlanmıştır.
76
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
3. OBOR Sürecinde Türkiye-Çin Ekonomik İlişkileri
Çin ile Türkiye resmi ilişkilerinin başladığı 1971 yılından, OBOR
Girişimi’nin başladığı 2013 yılına kadar geçen 40 yılı aşkın sürede, iki
ülke arasında yalnızca 20 adet ticaret ve işbirliği anlaşması yapılmıştır.
Yıllar boyunca Türkiye ile Çin arasında özel ticaret anlaşmalarının
bulunmaması, karşılıklı yatırım ilişkilerinin yeterince gelişememiş
olması ve ihracatçılarımızın Çin ve Asya-Pasifik bölgesine yönelik
sistematik çalışmalar yürütmemiş olması, dönemin büyük bölümünün
ekonomik açıdan verimsiz geçmesine neden olmuştur (T.C. Ekonomi
Bakanlığı, 2013: 15,21,22). OBOR süreci ise iki ülke arasında ticaret
ve yatırım anlaşmalarının yapıldığı, sağlıklı bir ekonomik ilişki zemini
oluşturmaktadır. Türkiye ve Çin arasında başlayan / başlayacak işbirliği
projeleri yeni dönemin sağladığı gelişmelerdir.
OBOR Girişimi, Çin’in ekonomik-jeopolitik gereksinimlerinden
ortaya çıkmış bir proje olsa da, 2008 yılı küresel ekonomik krizinin
ertesinde, Çin’in dış yatırımlarla öne çıkmasıyla, özellikle gelişmekte
olan ülkelerce büyük ilgi görmüştür. Nitekim OBOR süreci, katılımcı
ülkeler arasında ilk faydalarını göstermeye başlamıştır. 2014-2016 yılları
arasında Çin ile diğer OBOR ülkeleri arasındaki toplam ticaret hacmi 3
trilyon doları aşmıştır. Çin’in üye ülkelerdeki doğrudan yatırımları 50
milyar doların üzerine çıkmıştır. Çinli şirketler 20 ülkede 56 ekonomik
işbirliği bölgesi kurarak, 1.1 milyar dolar vergi geliri ve 180.000 kişilik
istihdam yaratmıştır (Jinping, 2017). 2017 yılının ilk on ayında ise Çin ve
OBOR ülkeleri arasındaki ticaret hacmi, yıllık % 15.4 artışla 983 milyar
dolara ulaşmıştır (Yue, 2018).
Çin, 2001 yılında DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) üyesi olmuş ve küresel
pazarlarda daha etkin olarak yer bulmaya başlamıştır. Çin-Türkiye ticari
ilişkileri de 2001 yılından sonra hız kazanmıştır. 1995 yılında 600 milyon
dolar olan Türkiye-Çin ticaret hacmi, 2002 yılında 1,6 milyar dolara
ulaşmıştır. İki ülkenin ticaret hacmi 2011 yılından sonra 20 milyar
doları aşmış ve 2017 yılında 24 milyar dolara ulaşmıştır (TÜİKa). Çin,
günümüzde Türkiye’nin Almanya’dan sonra ikinci büyük ticari ortağı ve
en fazla ithalat yaptığı ülkedir. Rusya, ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye’nin
diğer önemli ticari ortaklardır (Trademap, 2016), (Tablo 2). Türkiye,
Çin’e maden cevherleri, tuz, kükürt, doğal taşlar, çimento ve inorganik
kimyasallar ihraç etmektedir. İthal ettiği başlıca ürünler ise elektrikli
makineler ve teçhizat ile plastik ürünlerden oluşmaktadır (Trademap,
2016). Çin, Türkiye için önde gelen bir ticari ortak olmasına karşın,
Türkiye’nin Çin’in ticaret ortakları içinde ilk 15’te olmadığını vurgulamak
gerekmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye-Çin ilişkileri asimetriktir ve
potansiyelinin çok küçük bir bölümü kullanılmaktadır; geliştirilmesi
hem mümkün, hem de arzulanan bir durumdur. (Bilener, 2017: 3).
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
Ülkeler
İthalat(000)
İhracat(000)
77
Ticaret Hacmi(000)
Almanya
Çin
21.302.031
23.370.793
15.121.264
2.936.389
36.423.295
26.307.182
Rusya
19.514.098
2.735.065
22.249.163
ABD
11.945.449
8.654.797
20.600.246
İngiltere
6.548.619
9.605.013
16.153.632
Fransa
8.070.980
6.585.147
14.656.127
Diğer Ülkeler
143.047.648
111.382.090
254.429.738
TOPLAM
233.799.618
157.019.765
390.819.383
Tablo 2: Türkiye’nin İthalat-İhracat Verileri (Dolar), (2017)
Kaynak: TÜİKa
Türkiye-Çin ekonomik ilişkilerinde en önemli sorun, Türkiye’nin verdiği
ticaret açığıdır. İthalat ve ihracat dengesizliğinden kaynaklanan bu açığın kısa
vadede kapanması mümkün görünmemektedir. Fark yıllar itibariyle daha
fazla artmıştır (Tablo 3). Türkiye 2017 yılında 2.9 milyar dolarlık ihracatına
karşın 23,4 milyar dolarlık ithalat yapmıştır. Bu verilere göre ithalat-ihracat
dengesizliği 8 katı bulmaktadır (Grafik 1), (Grafik 2). Bir başka anlatımla,
Türkiye 1 dolarlık ihracatına karşın Çin’den 8 dolarlık ithalat yapmaktadır.
Önceki yıllarda bu fark 10 kata kadar çıkmıştır (TÜİKa). Türkiye açısından
bu ticari açık sürdürülebilir değildir. İki ülke görüşmelerinde konu sürekli
olarak gündeme gelmekte ve Türkiye rahatsızlığını Çin tarafına ifade
etmektedir. Türkiye’nin beklentisi, 1/8 oranındaki ticari dengesizliğin yakın
vadede 1/2 oranına inmesidir (NTV, 2017). Çin ile ticari ilişkilerde oluşan
bu büyük ticari açığın, Türkiye ve Çin’den kaynaklanan yapısal ekonomik
nedenleri bulunmaktadır.
Türkiye, yıllık 391 milyar dolarlık dış ticaret hacmine sahiptir (2017). Dış
ticaret miktarının 234 milyar dolarlık kısmı ithalattan, 157 milyar dolarlık
kısmı ihracattan oluşmaktadır. Bu bağlamda Türkiye dış ticarette genel olarak
açık veren bir ülkedir. Türkiye, örneğin Avrupa Birliği ile ticari ilişkilerinde de
açık vermektedir. Ancak bu açık 74 milyar dolarlık ihracat, 85 milyar dolarlık
ithalat ile daha kabul edilebilir bir düzeydedir (2017), (TÜİKa). Türkiye’nin
ticari ilişkilerde bulunduğu diğer ülkelerle de genellikle benzer bir ithalatihracat dengesi bulunmaktadır.
Özelikle son 200 yılda Çin ile ticari ilişkiler, Avrupa ülkeleri açısından da
pek kolay olmamıştır. 19. yüzyılda gerçekleşen ve Çin tarihinde önemli bir yer
tutan “afyon savaşları”nın nedenlerinden biri de, İngiltere’ye ravent, ipek, çay,
porselen gibi ürünler satan Çin’in, özellikle Sanayi Devrimi sonrasında pazar
arayışlarına giren İngiltere’den aynı düzeyde ithalat yapmamasıdır. Kissinger
(2015: 68-76) ve Studwell (2007: 49-54), Çin’in o dönemde uyguladığı düşük
78
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ithalat rejimini “doğuya özgü gurur”la izah etseler de, dönemin “sömürge
çağı” olması, Çin’in o dönem batı ile ilişkilerinde yüksek temkinle hareket
ettiğini göstermektedir.
2016 yılı itibariyle Çin, yıllık 1,6 trilyon dolarlık ithalat, 2.1 trilyon
dolar ihracat gerçekleştirmiştir. Toplam ticaret hacmi 3.6 trilyon dolardır
(Trademap). Çin’in yıllık 500 milyar dolar ticaret fazlası bulunmaktadır. Ayrıca
Çin, önemli bir petrol ithalatçısı ülke olmasına rağmen, petrol ithal ettiği
ülkelere dahi dış ticaret fazlası vermektedir. Çin ile ticari ilişkilerde yaşanan dış
ticaret açığı, günümüzde küresel bir boyut kazanmıştır. Çin, başta ABD olmak
üzere Almanya, İngiltere, Fransa gibi G8 ülkelerine de yüksek ticaret fazlası
vermektedir. 2017 yılında ABD’nin Çin’e verdiği dış ticaret açığı 276 milyar
dolara ulaşmıştır. Bu durum iki ülke arasında krize yol açmaktadır (Para Analiz,
2018). Çin ise az sayıda ülkeye ticaret açığı vermektedir. Bu ülkeler Japonya,
Güney Kore gibi yüksek teknoloji üreten ülkelerdir. Çin pek çok alanda üretim
yapmasına rağmen özellikle ileri teknoloji gerektiren çeşitli makineleri ithal
etmektedir. Çin, Japonya ve Güney Kore’den elektrikli makineler, nükleer enerji
donanımı ve tıbbi ekipmanlar satın almaktadır (Trademap, 2016).
Tablo 3: Yıllara Göre Türkiye’nin Çin’e İthalat-İhracat Dengesi ve Toplam Hacmi
(1995-2017), (Dolar)
Yıllar
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
2011
2012
2013
2014
2015
2016
2017
İthalat (000)
539.019
556.491
787.457
846.133
894.812
1.344.731
925.619
1.368.316
2.610.298
4.476.077
6.885.399
9.669.110
13.234.091
15.658.210
12.676.572
17.180.806
21.693.335
21.295.241
24.685.885
24.918.223
24.873.456
25.441.432
23.370.793
İhracat (000)
66.961
65.114
44.375
38.446
36.648
96.010
199.372
268.229
504.625
391.585
549.763
693.037
1.039.523
1.437.203
1.600.296
2.269.175
2.466.316
2.833.255
3.600.865
2.861.052
2.414.790
2.328.044
2.936.389
Denge (000)
-472.058
-491.377
-743.082
-807.687
-858.164
-1.248.721
-726.247
-1.100.817
-2.105.673
-4.084.492
-6.335.636
-8.976.073
-12.194.568
-14.221.007
-11.076.276
-14.911.631
-19.227.019
-18.461.986
-21.085.020
-22.057.171
-22.458.666
-23.113.338
-20.434.494
Kaynak:TÜİKa, (2017)
Hacim (000)
605.980
621.605
831.832
884.579
931.460
1.440.741
1.044.991
1.636.545
3.114.923
4.867.662
7.435.192
10.362.147
14.273.614
17.095.413
14.276.868
19.449.981
24.159.651
24.128.496
28.286.750
27.779.275
27.288.246
27.769.476
26.307.182
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
79
Grafik 1: Yıllar İtibariyle Çin’in Türkiye’ye İhracatı (1995-2017)
Kaynak: TÜİKa
Grafik 2: Yıllar İtibariyle Türkiye’nin Çin’e İhracatı (1995-2017)
Kaynak: TÜİKa
Çin her yıl Avrupa Birliği ülkelerine mobilya, oyuncak, bilişim ürünleri,
mekanize ekipman, motosiklet gibi ürünlerden oluşan 300 milyon ton
ürün ihraç etmektedir. AB ülkelerinden ise tıbbi ekipman, otomobil ve
taşıt parçaları, işlenmiş metal ürünler, hassas aletler, çeşitli makinalar ithal
etmektedir (Hong, 2015: 42-43). Çin’den Avrupa’ya tam yüklü olarak hareket
eden trenler, Avrupa’dan Çin’e % 10 kapasite ile dönmektedir (Esmer, 2016).
80
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
2016 yılında Avrupa Birliği, Çin’e 187 milyar dolarlık ihracat, 420 milyar
dolarlık ithalat gerçekleşmiştir (Trademap).
Çin’in dış ticaretinde fazla vermesinin başlıca nedeni, “iğneden
ipliğe” hemen her şeyi ticari rakiplerine göre daha düşük maliyetlerle
üretebilmesidir. Çin, geçmişten bugüne belki de en önemli dezavantajı olan
“aşırı nüfusluluğu”nu, “ucuz işgücü”ne dönüştürerek avantaja çevirmeyi
başarmıştır. Böylece Çin, ucuz işgücü, yabancı sermaye katkısıyla yeni bir
ekonomik model inşa etmiştir. Ancak Çin’in son 40 yılda zenginleşmesi,
yoksul ve kır nüfus yoğunluklu bir ülkeden, orta sınıfı ve kentli nüfusu artmış
bir ülkeye dönüşmesine yol açmış ve ucuz iş gücü potansiyeli azalmıştır.
Almanya’nın öncülüğünde ortaya çıkan ve “Endüstri 4.0” olarak
adlandırılan, üretimde artık bilişim teknolojilerinin, yapay zekânın ve
robotların etkin olduğu bir süreçte, Çin de yüksek teknolojik üretime
yönelmiştir. Nitekim Çin, yüksek teknolojiye en fazla yatırım yapan ülkedir.
İthalatının % 26’sını yüksek teknolojili makineler, elektrikli-elektronik
ekipmanlar oluşturmaktadır (Trademap, 2016). Ayrıca Çin, endüstriyel
robotlar, optoelektronik cihazlar, entegre devre ve güneş enerjisiyle çalışan
hücrelerin üretiminde de yüksek oranda büyümüştür. Diğer yandan
Çin’in yazılım ve bilgi teknolojileri hizmetlerinin katma değeri % 20 artış
göstermiştir (Parlak, 2017). Buna karşın Çin’in üretiminde tekstil, demirçelik gibi emek-yoğun sektörlerde yatırımlarında azalış görülmektedir
(Xinyu, 2016: 38). Çin sanayinde gerçekleşen ileri teknolojik dönüşüm,
Türkiye’ye, uluslararası alanda iddialı olduğu tekstil, demir-çelik gibi
ürünlerde, hem Çin pazarında hem de dünya pazarında yeni fırsatlar
sunmaktadır. Ayrıca çeşitli tahminlere göre, Asya’nın gelişmekte olan
ülkelerinin ve Çin’in Türkiye’den özellikle makine ekipman talepleri
önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde artış gösterecek, Asya ülkeleri Türkiye’nin
en çok ihracat yaptığı ülkeler haline gelecektir. 2030 yılında Çin, Türkiye’nin
ihracatında birinci sırada yer alacaktır (HSBC Raporu, 2018: 2-4).
Türkiye, Çin ile ekonomik ilişkisini uzun vadeli bir perspektif
çerçevesinde ele almış; bu bağlamda ilişkilerin odağı ticaretten yatırımlara
yönelmiştir. Türkiye, ticaret açığını mümkün olduğunca kontrol altında
tutarak, bunu Çin’den çekilecek doğrudan sermaye yatırımları ile finanse
etmeyi amaçlamaktadır (Atlı&Ünay 2014: 21-23). OBOR Girişimi’nin ilan
edildiği 2013 yılından itibaren Çin dış yatırımlarını 4 yılda yaklaşık 3 kat
artırmıştır. Çin’in dış yatırımları 2007 yılında 98 milyar dolar, 2013 yılında
541 milyar dolar, 2017 yılında ise 1.34 trilyon dolardır. Çin dış yatırımlarını
son yıllarda yüksek oranlarda artırmış olsa da Hollanda, Almanya,
İngiltere, Japonya, ABD gibi ülkelerin gerisinde kalarak, henüz 11. sırada
yer almaktadır. Çin, dış yatırım almada ise 1.51 trilyon dolar ile dünyada 5.
sıradadır. Türkiye ise dış yatırım almada 36. sırada, yatırım yapmada ise 43.
sırada bulunmaktadır (CIA, 2017), (Indexmundi, 2017).
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
81
Türkiye’nin Çin’den yönelecek yatırımlarda beklentisi, emek yoğun
sektörlerden ziyade, Türkiye’de istihdam ve katma değer yaratan, teknoloji
transferi sağlayan ve Türkiye’nin üretim sürecine katkıda bulunan
sektörlerde yoğunlaşmasıdır (T.C Ekonomi Bakanlığı, 2014: 21). Yatırım
konusunda öncelikli alanlar 2012 yılında yürürlüğe giren “Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İkili
Ticari ve Ekonomik İşbirliğinin Geliştirilmesi ve Derinleştirilmesine İlişkin
Çerçeve Anlaşması” ile belirlenmiştir. Buna göre demiryolları, elektrik,
havaalanları, limanlar, yollar ve otoyollar, köprüler ile telekomünikasyonu
içeren kamu hizmetleri ve altyapı inşaatı, tekstil, turizm, madencilik, enerji,
metalürji, makine, ulaşım ekipmanları ile araç ve parçaları, elektronik,
ekipman takımları ve hafif sanayi öncelikli yatırım alanlarıdır (Atlı&Ünay
2014: 16, 25).
Çin firmaları son yıllarda madencilik ve doğal taşlar başta olmak üzere,
Türkiye’nin farklı bölgelerinde küçük ölçekli yatırımlarda bulunmuşlardır.
Ayrıca bazı Çin firmaları, enerji, otomotiv, madencilik, mühendislik,
elektrikli teçhizat, çeşitli makine, inşaat işleri, beyaz eşya, çelik, ilaç ve
kimyasallar alanlarında yatırıma ilgi göstermektedirler (T.C. Ekonomi
Bakanlığı, 2014: 20). Türkiye-Çin ortaklığıyla ülkemizde yapılan önemli
yatırımlar arasında; Ankara’da metro ve hızlı tren vagonları fabrikası,
İstanbul’da güneş enerjisi paneli ve parça fabrikası, Ankara Polatlı’da
çimento fabrikası ve Çin bankalarının Türkiye yatırımları bulunmaktadır
(Wandi, 2015: 26).
Türkiye ile Çin arasında sermaye yatırımları OBOR süreciyle birlikte
artış göstermiş olsa da henüz istenen düzeyde değildir. Çin’in 2017 yılı
itibariyle ülkemize yapmış olduğu toplam yatırım miktarı 2 milyar doları
aşmıştır. Bu yatırımların sektörel dağılımı; enerji, altyapı, lojistik, finans,
madencilik, telekomünikasyon ve hayvancılık alanlarındadır (T.C. Dış
İşleri Bakanlığı, 2017). Türkiye’de yatırım yapan Çin şirketlerinin sayısı 750
civarındadır. Çin’de faaliyet gösteren Türk şirketi sayısı ise 100 kadardır
(Bilener, 2017: 19). Markalaşmış bazı Türk firmaları Çin’de ayakkabı,
kozmetik, giyim sektöründe şubeler açmıştır (Uçar, 2015: 20-21). TürkiyeÇin resmi görüşmeleri sonucunda yakın dönemde Çin’in, Türk sermaye
ve finans piyasaları başta olmak üzere, internet teknolojisi, enerji, tarım ve
turizm gibi sektörlerde 40 milyar doları aşacak yatırım yapacağı beklentisi
oluşmuştur (Parlak, 2017).
Türkiye, ekonomik gelişimi için dış yatırımlara ve yabancı sermayeye
gereksinim duymaktadır. Bu bakımdan Çin’in artan dış yatırımları, Türkiye
için fırsat oluşturmaktadır. Unutulmamalıdır ki Çin, 3 trilyon doları aşan
döviz rezervi ile dünyanın en güçlü yatırımcı ülkelerinden biridir. Çin
halihazırda 60’dan fazla ülkeye yayılmış altyapı yatırım projelerine, 1 trilyon
doları aşan kaynak sağlamaktadır (Perlez &Huang, 2017). Diğer yandan
82
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Çin, siyasal ilişkilere en az ekonomik ilişkiler kadar önem vermektedir.
Çin’in Türkiye Büyükelçisi Hongyang’ın, “Çin sizinle iş yaptığı için
dostunuz olmaz; dostunuz olduğu için sizinle iş yapar” sözü bu
bakımdan oldukça anlamlıdır (Bilener, 2017: 4). Bu bağlamda Türkiye
ve Çin’in siyasal ilişkileri ortak çabayla sıcak tutmasının, oluşabilecek
sorunlara soğukkanlı ve temkinli politik yaklaşımların taraflara yararı
tartışılmazdır. Nitekim Türkiye’nin önde gelen sanayicileri de OBOR
sürecinin sağlayacağı faydadan umutludur (Sputnik, 2018).
OBOR süreciyle birlikte Türkiye-Çin arasında gelişme imkânı
doğan diğer bir sektör de turizmdir. Çinliler dış turizme son 10 yılda
ilgi göstermeye başlamıştır. Çin, 180-520 kuzey paralellerinde yer
alan, topografyasında çeşitlilik gösteren, denizel ve karasal iklim
özelliklerine sahip bir ülkedir. Ülkenin çöl bölgeleri olduğu gibi,
nemli-sıcak iklim bölgeleri ve karasallığın şiddetlendiği yüksek dağlık
alanları da bulunmaktadır. Dolayısıyla farklı iklim bölgelerinde yaşayan
Çinlilerin, dış turizm tercihlerinde de farklılık görülmektedir. Örneğin
ülkenin kuzeyinde daha soğuk bölgelerde yaşayanlar ılıman-sıcak
iklim bölgelerini tercih ederken, nemli-sıcak güneydoğu kesiminde
yaşayanlar soğuk ve karlı yerlere ilgi göstermektedir (Wandi, 2018: 14).
Çinli turistler yurtdışı seyahatlerinde yakın zamana kadar daha çok
Tayland, Japonya, Endonezya, Singapur, Kamboçya gibi yakın mesafeli
destinasyonları tercih ederken, son yıllarda uzak mesafeli turizm
bölgelerine de ilgi göstermeye başlamışlardır. Uzak mesafelerde ABD,
Kanada, Avustralya, Fransa, Mısır ilk sıralarda tercih edilen ülkelerdir.
Türkiye ise bu tercihte 9. sırada yer almaktadır. Ancak Çin’de, OBOR
ülkelerini her geçen gün seyahat programlarına dahil eden acentelerin
sayısı artmaktadır (Wandi, 2018: 16-17).
Çin, 2018 yılını “Türkiye Yılı” ilan etmiştir. Bu bağlamda Çin’de
Türkiye tanıtımları hız kazanmıştır. Türkiye, Çin’den 2018 yılında 2
milyon turist beklemektedir. Ancak bu hedefin gerçekleşmesi, Çin’in
3 kentine haftada 21 THY seferiyle pek mümkün gözükmemektedir.
Bu nedenle ilgili tarafların görüşmelerle ivedi olarak THY ve Çin
havayollarının uçak sefer sayılarını artırmaları ve ayrıca özel hava
yolu şirketlerinin Türkiye-Çin seferlerine başlamaları gerekmektedir.
Mevcut ulaşım şartlarıyla 2018 yılında Türkiye’ye gelecek Çinli turist
sayısının 500-550 binde kalacağı görülmektedir (Bayburs, 2017: 26-28),
(Wandi, 2018: 18).
Türkiye turizm sektörü, 2007 yılından itibaren Çin’e açılmıştır. Son
10 yıllık dönemde Çin’den Türkiye’ye gelen turist sayısı yıllar itibariyle
genellikle artış göstermiştir. Ancak özellikle Ortadoğu’da yaşanan
huzursuzluğun ve terör sorununun bir dönem Türkiye’ye yansıması,
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
83
Çinli turistlerin Türkiye tercihini olumsuz etkilemiştir. 2015 yılında
330 bin Çinli turist ülkemizi ziyaret etmişken, bu rakam 2016 yılında
170 bine gerilemiş, 2017 yılında ise 250 bine ulaşmıştır (Tablo 4).
Türkiye’yi yılda 30 milyon civarında yabancı turist ziyaret etmektedir.
Bu bağlamda Çin’den alınan turist sayısı, Türkiye’yi ziyaret eden yabancı
turist sayısının yalnızca % 1’ini oluşturmaktadır (TÜİKb). Çin’in 120
milyondan fazla vatandaşının potansiyel dış turizm katılımcısı olduğu
düşünüldüğünde, bu oran oldukça düşük kalmaktadır. Sektörel verilere
göre bir Çinli turist, bir Avrupalı turistten 3 kat fazla para harcamaktadır
(Bayburs, 2017: 26-27). Çin, Türkiye’nin mutlaka kazanması gereken bir
turizm pazarıdır.
Tablo 4: Yıllar İtibariyle Türkiye’yi Ziyaret Eden Çinli Turist Sayıları (2006-2017)
Yıllar
Ziyaretçi Sayısı
2006
53.194
2007
63.884
2008
61.882
2009
69.336
2010
77.142
2011
96.701
2012
114.582
2013
138.876
2014
199.746
2015
313.704
2016
167.570
2017
247.277
Kaynak: (TÜİKb)
Çinli turistlerin dış turizm ilgileri, beklentileri Avrupalı turistlerden çeşitli farklılıklar göstermektedir. Çinliler deniz-güneş-kum yerine, daha çok
inanç-tarih-kültür merkezlerini tercih etmektedirler. Nitekim Çinli turistlerin Türkiye destinasyonlarında bu durum belirgin olarak görülmektedir.
Çinli turistlerin İstanbul’a indikten sonra güzergâhlarını Kapadokya, Konya, Antalya, Pamukkale, İzmir ve Çanakkale oluşturmaktadır. Türkiye’de
ortalama konaklama süreleri ise 10 gün kadardır (Bayburs, 2017: 26-28).
84
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
SONUÇ
Çin’in, OBOR sürecinde bugüne kadar sergilemiş olduğu “yumuşak
güç” yaklaşımı, uluslararası ilişkilerde dayatmacı-hegemonik tavırdan uzak
durması, üye ülkelerle ilişkilerde siyasal ilişkilerden çok ekonomik ilişkileri
öne çıkarması, ortak karar mekanizmalarını işletmesi, proje yatırımcısı
olması, önerilere açıklığı, diğer ülkelerin içişlerine müdahaleden özenle
kaçınması ve OBOR sürecinde söylem ve eylem tutarlılığı ile olumlu ve
dengeli bir politika izlediği görülmektedir. Çin, OBOR sürecinde göstermiş
olduğu yapıcı tutumla OBOR Girişim’nin önünü açmaktadır. 21. yüzyılda
“batı”dan “doğu”ya kayan ekonomik güç, Çin tarafından OBOR süreciyle
birlikte devasa bir küresel ekonomik-politik vizyona dönüştürülmüştür.
Çeşitli ekonomik göstergelerde tahterevallinin ağır basan tarafı artık
Asya’dır. Bu ekonomik ağırlık, küresel politik belirleyiciliğe doğru
ilerlemektedir.
OBOR süreciyle, Türkiye’nin yoğun olarak batı yönlü sürdürdüğü
ticari ve siyasi ilişkilerin yanında, yeni bir işbirliği ve siyasal ilişki alanı
oluşmaktadır. Bu durum Türkiye için Asya’ya açılma, yeni bağlantılar
kurma, yeni ticari, siyasi ilişkiler yaratma fırsatı vermekte ve uluslararası
ilişkilerde Türkiye’ye yeni imkânlar sunmaktadır. Ortadoğu sorununun
sıkışan politik atmosferinde, Türkiye için yeni ve geniş bir siyasal hinterland
oluşmaktadır. Özellikle ŞİÖ’nün benimsediği; terörizm, ayrılıkçılık ve aşırıcı
akımlara karşıtlık, Türkiye’nin makro siyasetiyle son derece uyumludur.
Asya ile örtüşen ana siyasi ilkeler, Türkiye için güvenli bir dış politika alanı
oluşturmaktadır.
Çin, ticari ilişkilerde ekonomik rasyonaliteye dayalı, “tek karar verici”
tavırdan uzak, yapıcı bir yaklaşım içindedir. Bu süreçte Türkiye’nin Çin’e
sunacağı yatırım önerileri yanında, Çin’in yatırım öncelikleri de dikkate
alınmalı ve Çin sermayesini ülkemize daha fazla çekebilmek için Çinli
yatırımcılara yönelik özel teşvik uygulamaları da değerlendirilmelidir.
Güncel siyasal süreç iki ülkenin ekonomik ilişkilerini geliştirmesi için son
derece uygun görünmektedir. Günümüzde Türkiye-Çin siyasal ilişkileri
yakın tarihteki en uyumlu dönemini geçirmektedir. Son dönemde iki
ülkenin politik farklılıkları en aza inmiştir. Dünyanın bugün geldiği siyasiekonomik koşullar, Türkiye’nin Çin ile “ortak fayda”sını daha önce olmadığı
kadar artırmıştır. Bu bağlamda Çin, Türkiye’nin OBOR Girişimi’nde
paydaşı, uzun dönemli “stratejik ortağı” olarak Türkiye tarafından siyasal,
ekonomik ve kültürel açıdan iyi analiz edilmelidir.
Türkiye’nin, OBOR Girişimi içerisinde ekonomik beklentileri henüz
karşılanmış değildir. Türkiye, OBOR içerisinde sadece transit bir ülke değil,
lojistik üs ve üretim merkezi olmayı da hedeflemektedir. Ülkemizin süreçten
beklentisi; kalkınmasına katkı ve altyapı eksiklerini tamamlamaktır. Çin,
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
85
Türk iş çevrelerince önemi anlaşılmış bir ülkedir. Ancak Türkiye’nin
girişimci sınıfı, Çin pazarını analizde gecikmiştir. Oysa Çin, 1.4 milyarlık
nüfusu, büyüyen ve gelişen kentli-orta sınıfıyla önemli bir ithalatçı ve dış
turizm katılımcısı ülkedir. İhracatçıların Çin pazarının beğenisine göre
üretim yapmaları, e-ticareti etkin kullanmaları gerekmektedir. Özellikle
turizm sektörü, personel eğitiminden yemek zevkine kadar Çinli turistler
de dikkate alınarak tasarlanmalıdır. Turizm bölgelerinde Çince tabelalara
mutlaka yer verilmeli ve Çince bilen turizm rehberleri yetiştirmelidir. Ayrıca
Türkiye’nin Çince bilen, Çin’i tanıyan insan gücüne ihtiyacı artmaktadır. Bu
bakımdan ülkemiz üniversitelerinde Çince eğitiminin yaygınlaştırılması,
öğrenci değişim programlarının desteklenmesi öncelik taşımaktadır.
Tarihi İpek Yolu’nun özellikle Çin-Roma dönemindeki canlılığı,
bugün Çin-Avrupa arasında gerçekleşmektedir. İpek Yolu’nda kara ve
deniz ulaşımının bağlantı noktası olan Türkiye, OBOR Girişimi’nde
de tarihsel önemini sürdürmektedir. Ancak OBOR Girişimi’nin kara
ulaşımı, demiryoluna dayanmaktadır. Türkiye’de ise ulaşım büyük ölçüde
karayoluyla sağlanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin tüm bölgelerinin
OBOR ulaşım sistemine entegrasyonu için, demiryolu ağı genişletmeli,
diğer ulaşım altyapılarıyla bağlantıları gerçekleştirmelidir.
BİBLİYOGRAFYA
AA, (2017), “Kuşak ve Yol Forumu’nun Ardından”, http://aa.com.tr/tr/info/
infografik/6004 .
AIIB, (2018). “Members And Prospective Members Of The Bank”, https://www.
aiib.org/en/about-aiib/governance/members-of-bank/index.html .
ATLI, Altay, ÜNAY, Sadık, (2014), Küreselleşme Sürecinde Türkiye-Çin Ekonomik
İlişkileri, Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş, İstanbul.
BAKIRCI, Muzaffer, (2014), “Coğrafi Açıdan Anadolu’nun Tarihi Ulaşım Ağı ve
İpek Yolu”, http://www.tika.gov.tr/upload/2015/Prestij/avrsy%2045.pdf.
BAYBURS, Ö. Kapar, (2017), “Herkesin Gözü Çinli Turistte”, China Today Türkiye
Dergisi, Ekim-Kasım, Sayı: 31, s.26-28.
BİLENER, Tolga, (2017), “Çin’i Anlamak Çin ile İş Yapmak / 4 - 2025’e Doğru
Çin - Konferans Sonuç Raporu”, TÜSİAD, http://tusiad.org/tr/yayinlar/
raporlar/item/9636-cin-i-anlamak-cin-ile-is-yapmak-4-2025-e-dogru-cinkonferans-sonuc-raporu
BloombergHT, (2017), “Çin’in Döviz Rezervi 9. Ayda da Yükseldi”, http://www.
bloomberght.com/haberler/haber/2067543-cin-in-doviz-rezervi-9-aydada-yukseldi
BusinessHT, (2017), “Modern İpek Yolu Nereye Çıkar ?”, http://www.businessht.
com.tr/piyasalar/haber/1495794-modern-ipek-yolu-nereye-cikar
86
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
CIA, (2017), “The World Factbook”, https://www.cia.gov/library/publications/
resources/the-world-factbook/geos/ch.html
ÇOLAKOĞLU, Selçuk, (2014), “Soğuk Savaş’tan Günümüze Türkiye’nin Doğu
Asya Politikası”, “Doğu Asya’nın Politik Ekonomisi” içinde, Boğaziçi Ünv.
Yayınevi, İstanbul.
Dünya Gazetesi, (2015), “Kumport Limanı, Cosco Pacific’e Satıldı”, https://
www.dunya.com/sirketler/kumport-limani-cosco-pacific039e-satildihaberi-292370
EP (European Parlieament) Briefing, (2016), “One Belt, One Road (OBOR):
China’s Regional Integration Initiative”, http://www.europarl.europa.eu/
RegData/etudes/BRIE/2016/586608/EPRS_BRI(2016)586608_EN.pdf
ESMER, Soner, (2016), “Bir Kuşak Bir Yol (One Belt, One Road ) Projesi”, www.
denizhaber.com.tr/yazi/bir-kusak-bir-yol-one-belt-one-road-projesi-456.htm
GÜNER, Bülent, (2018), “OBOR Girişimi’nin Coğrafyası”, Marmara
Coğrafya Dergisi, Sayı:37, s.112-123, http://dergipark.gov.tr/marucog/
issue/34834/386165
GÜRDENİZ, Cem, (2017), “Deniz İpek Yolu’nda Türkiye”, Modern İpek Yolu
Dergisi, Sayı:1, s.28-32.
HKTDC, (2018). “The Belt and Road Initiative: Country Profiles”, http://
china-trade-research.hktdc.com/business-news/article/The-Belt-andRoad-Initiative/The-Belt-and-Road-Initiative-Country-Profiles/obor/
en/1/1X000000/1X0A36I0.htm
HONG, Zhang, (2015), “Çin ve Avrupa Demiryolu ile Bağlandı”, China Today
Türkiye Dergisi,
Haziran-Temmuz, Sayı:17 s.42-43.
HSBC Raporu, (2018), “Turkey Trade Report”, http://www.business.hsbc.com.tr/
tr-tr/tr/campaign/isinizi-destekliyoruz
Indexmundi,
“Country
Comparsion”,
aspx?t=0&v=2198&l=en
https://www.indexmundi.com/g/r.
JİNPİNG, Xi, (2017), “Full Text of President Xi’s Speech at Opening of Belt and Road
Forum”, http://www.xinhuanet.com/english/2017-05/14/c_136282982.htm
KEYVAN, Ö. Zerrin, (2016), “Yeni Dünya Düzeninde Türkiye – Çin Stratejik
Ortaklığı”, Gazi Üniversitesi Bölgesel Çalışmalar Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, s:157175
KEYVAN, Ö. Zerrin, (2017), “Türkiye Çin İlişkilerinde Yeni Dönem”, https://
ankasam.org/turkiye-cin-iliskilerinde-yeni-donem/
KISSINGER, Henry, (2015), Dünden Bugüne Yeni Çin, Kaknüs Yay., İstanbul.
Milliyet Gazetesi, (2016), ”Türkiye ve Çin’den Orta Koridor Hamlesi”, http://www.
milliyet.com.tr/turkiye-ve-cin-den-orta-koridor/ekonomi/detay/2250498/
default.htm
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
87
NDRC (2015), “Vision and Actions on Jointly Building Silk Road Economic Belt
and 21st-Century Maritime Silk Road”,
http://en.ndrc.gov.cn/newsrelease/201503/t20150330_669367.html
NTV, (2017), “Zeybekci: Çin ile Dış Ticaret İlişkimiz Sürdürülebilir Değil”,
https://www.ntv.com.tr/ekonomi/zeybekci-cin-ile-dis-ticaret-iliskimizsurdurulebilir-degil,5NwKVialDkix8Yd1cBV1dw .
PERLEZ, Jane, HUANG, Yufan, (2017), “Behind China’s $1 Trillion Plan to Shake
Up the Economic Order”, https://www.nytimes.com/2017/05/13/business/
china-railway-one-belt-one-road-1-trillion-plan.html
Sputnik, (2018), “Liberalizmin Barış ve Refah Getireceği Beklentisi Boş Çıktı”,
https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201801181031865444-tusiad-tuncayozilhan-liberal-piyasa/
STUDWELL, Joe, (2007), Çin Rüyası, Ledo Yayıncılık, İstanbul.
Para Analiz, (2018), “ABD ve Çin Arasında Titanların Savaşı”, http://www.
paraanaliz.com/2018/guncel/abd-ve-cin-arasinda-titanlarin-savasi-20033/
PARLAK, F. Barış, (2017), “Çin’den Türkiye’ye 40 Milyar Dolar”,
https://www.dunya.com/kose-yazisi/cinden-turkiyeye-40-milyar-dolar/360214
TASAM, (2012), “Türkiye Çin Forumu, Yeni Dönem Türkiye - Çin İlişkileri: Fırsatlar
ve Riskler”,
http://www.tasam.org/Files/Etkinlik/File/VizyonBelgesi/
turkiye_-_cin_forumu_2ba55546-e048-4d54-b0a1-34793018931e.pdf
TBMM, (2016), “Kanun Tasarısı Bilgileri”, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/
tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=195855
T.C. Dış İşleri Bakanlığı, “Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)”, www.mfa.gov.tr/
sanghay-isbirligi-orgutu.tr.mfa
T.C. Dış İşleri Bakanlığı, (2017), http://www.mfa.gov.tr/turkiye-cin-halkcumhuriyeti-ekonomik-iliskileri.tr.mfa
T.C. Ekonomi Bakanlığı, (2013), “Çin Halk Cumhuriyeti Ülke Raporu”, http://www.
chinainstituteturkey.com/download/Cin_Ulke_Raporu_2012_2013.pdf
The Diplomat, (2016), “How a Greek Port Became a Chinese ‘Dragon Head”,
https://thediplomat.com/2016/04/how-a-greek-port-became-a-chinesedragon-head/
TÜİKa, “Dış Ticaret İstatistikleri”, https://biruni.tuik.gov.tr/disticaretapp/menu.zul
TÜİKb, “Turizm İstatistikleri”, http://tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1072
Trademap, (2016), https://www.trademap.org/Product_SelProductCountry.
aspx?nvpm=1|156||||TOTAL|||2|1|1|1|1|1|1|1|1
TEMİZ, Kadir, (2017), “İpek Yolu Projesi ve Türkiye’nin Muhtemel Konumu”,
Türkiye’de Sinolojinin 80. Yılı 1. Çin Araştırmaları Konferansı, İstanbul,
Türkiye, 26-27 Mart 2017, Konferans Kitapçığı pp.152-159.
88
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
UÇAR, R. Baş, (2015), “Dev Ülkeye İhracat Zamanı”, China Today Türkiye Dergisi,
Ağustos-Eylül, Sayı.18, s.20-21.
VODİNALI, Hüseyin, (2018), “Bir Türk Koridoru: Kuşak ve Yol”, Modern İpek Yolu
Dergisi, Sayı.2, s.150-153.
WANDİ, Jiang, (2015), “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ziyaretinin Ardından”, China
Today Türkiye Dergisi, Ekim-Kasım, Sayı.19, s.24-27.
WANDİ, Jiang, (2018), “Çinli Turistlerin Yeni Gözdesi Türkiye”, China Today
Türkiye Dergisi, Aralık-Ocak, Sayı.32, s.14-20.
YAQİNG, Deng, (2016), “Tam Yol İleri”, China Today Türkiye Dergisi, AğustosEylül, Sayı.24, s.44-47.
YUE, Liu, (2018), “Yearender: Belt and Road Gains Momentum in 2017”, https://
eng.yidaiyilu.gov.cn/qwyw/rdxw/44264.htm
XİNYU, Meı, (2016), s:38, “Made in China” İflas mı Etti ?”, China Today Türkiye
Dergisi, Nisan-Mayıs, Sayı.22, s.38-40.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
89
BİLECİK İLİ'NDE TOPOGRAFİK FAKTÖRLERE GÖRE
(YÜKSELTİ, EĞİM, BAKI) NÜFUSUN VE YERLEŞMELERİN
DAĞILIŞI
ACCORDING TO TOPOGRAFHIC FACTOR
(ELEVATION, SLOPE, ASPECT) DISTRIBUTION OF
POPULATION AND SETTLEMENTS IN BİLECİK PROVINCE
Zafer BAŞKAYA1
ÖZET
Bilecik İli’nde güneyden kuzeye doğru gidildikçe fiziki coğrafya özellikleri
ve ona bağlı olarak da beşeri coğrafya özellikleri değişiklik göstermektedir. Bu
çalışmada Bilecik İli'nde nüfus ve yerleşmelerin, topografik faktörlere (yükselti,
eğim ve bakı) göre dağılışı ele alınmıştır. Çalışmanın amacı, ilde nüfus ve
yerleşmelerin dağılışında topografik faktörlerin etkisini tespit etmektir. Bu
bağlamda Bilecik İli'ne ait nüfus verileri Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) veri
tabanından Microsoft Excel ortamında indirilmiş, topoğrafya haritaları üzerinden
sayısallaştırılan yerleşmelerin veri tabanına işlenmiştir. Sonra CBS ortamında nüfus
ve yerleşme verilerinin topografik faktörler ile korelasyonu değerlendirilmiştir.
Çalışma sahasında topografik faktörler kısa mesafelerde değişiklik gösterdiğinden
nüfus ve yerleşmelerin dağılışında da farklılıklar oluşmaktadır. Bu nedenle 500750 m arasındaki yükseltiler, sunduğu olumlu fiziki coğrafya koşullarından dolayı
nüfusun %43,9’unu barındırmaktadır. Yerleşmelerin en fazla yoğunlaştığı yükselti
basamağı ise 750-1000 m (%37,9) yükselti kuşağıdır. Eğim grupları içerisinde orta
eğimli yamaçlar (%10-20) geniş yayılışa sahip olup, yerleşmelerin de en yoğun
olduğu (%42,2) eğim grubunu meydana getirmektedir.
İlde hakim bakı yönü (%53,1) kuzey yönüdür ve yerleşmelerin %47,7’sini
barındırmaktadır. Güney bakı yönü %31,1 alanına sahip olmasına rağmen
yerleşmelerin %37,5’i güneşlenme süresinden yararlanmak ve olumsuz hava
şartlarından korunabilmek için güney yönünü tercih etmişlerdir.
Anahtar Kelimeler: Topografik Faktörler, Yerleşme, Nüfus, Coğrafi Bilgi
Sistemleri (CBS), Bilecik İli.
ABSTRACT
The physical geographical characteristics and thus human geographical
characteristics vary from the south to north direction in Bilecik Province. This
study examines distribution of population and settlements considering the
topographic factors (elevation, slope and aspect) in Bilecik. The aim of the study
is to determine the effect of topographic factors on distribution of population and
settlements in the province. For this purpose, population data for Bilecik province
1 Dr. Öğr. Üyesi, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya
Bölümü. zafer.baskaya@bilecik.edu.tr
90
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
were retrieved from the Turkish Statistical Institute (TÜİK) database in Microsoft
Excel environment and processed into the database of digitized settlements via
topography maps. Then, correlation of the population and settlement data with
topographic factors was examined by using the GIS. Since the topographic factors
vary in short distances in the study area, distribution of population and settlements
are also seen to vary. It can be concluded that places at an elevation of 500 to 750
m shelter 43,9% of the city population due to the favourable physical geographical
conditions. The most intensified elevation belt of settlements is seen between 750
and 1000 m (37,9% ). In relation with the factor of slope, cliffs with a medium
angle of slope (10-20%) expand on a wide area, representing the slope group which
shelters the most intensive settlements (42,2%).
Bilecik province predominantly aspect the north (53,1%) and places facing
that direction host 47,7% of the settlements. Although 31,1% of the land is aspect
the south, as much as 37,5% of the settlements are located on this side with the aim
of benefiting from the and avoiding adverse weather conditions.
Keywords: Topographic Factors, Settlement, Population, Geographic
Information System (GIS), Bilecik Province
1. GİRİŞ
Yerleşmeler ve buralarda ikamet eden nüfus, lokal iklim şartları, uygun
doğal kaynaklar ve müspet topoğrafik özelliklerin birleşiminden meydana
gelen çeşitli doğal çevre koşullarıyla etkileşim halindedir (Savvides vd.,
2016). Yeryüzünün değişik kesimlerinde doğal ve beşeri faktörlerin
gösterdiği farklı özellikler nüfusun dağılışını etkilemektedir (Sergün, 1977;
Balcı ve Akova, 2009; Özçağlar, 2011; Güngör ve Bozyiğit, 2011; Atasoy ve
Özşahin, 2013; Avcı, 2017).
Yerleşmelerin kuruluş ve gelişmesinde topoğrafya, kayaç, bitki örtüsü,
akarsu gibi doğal unsurların yanı sıra tarihi ve sosyal şartlar önemli rol
oynar (Yalçınlar, 1967). Fakat, yerleşmeleri etkileyen en temel unsur ise
topoğrafyadır (Erinç, 1973). İnsanın mekan üzerindeki davranışlarını
topografik faktörler organize ederek şekillendirmektedir (Tunçdilek, 1985:
48). Yerleşim alanlarının planlanması, yol eğimi ile birlikte ulaşım hatlarının
şekillenmesi, altyapının inşaa edilmesi, sosyal bölgelerin oluşma kalıpları,
binaların konumu ve görsel şekil topoğrafyadan fazla etkilenmektedir
(Uğur ve Aliağaoğlu, 2010: 99-100).
Marmara Bölgesi’nin güneydoğu kesiminde; Marmara, Karadeniz, İç
Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesiştiği bir alan üzerinde yer alan Bilecik İli,
farklı yükselti kademelerinde uzanışa sahip dağlık alanları, tektonik ovaları
ve plato alanları ile engebeli bir topografik görünümdedir. Bu görünüm
ilde, doğal ve beşeri coğrafya unsurlarının şekillenmesinde önemli bir role
sahiptir. Yerleşme ve nüfusun dağılış düzeni üzerinde topografik şartların
yansıması açıkça görülmektedir. İlde topografik şartlara göre yerleşmelerin
konumları ve tipleri değişmekte, nüfusun dağılışı farklılaşmaktadır.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
91
Bu çalışmada Bilecik İli'nde yerleşmelerin ve nüfusun topografik
faktörlere göre dağılışının açıklanması amaçlanmıştır. Yerleşme ve nüfus
dağılışının yükselti, eğim ve bakı koşulları ile ilişkisi sorgulanmış, bu
korelasyonun mekansal dağılışı ile nedenleri üzerinde durulmuştur.
Topografik şartların yerleşme ile nüfusun nitelik ve niceliğinde oluşturduğu
değişimin tespit edilmesi, ilde nüfusa yönelik eğilimlerde bilgi sağlayacaktır.
Ayrıca, alanda insana yönelik yapılacak arazi yönetimi ve ekonomik
kalkınma gibi plan ve projelerin uygulanabilirliğine katkı yapacaktır.
2. Araştırma Sahası’nın Yeri, Sınırları ve Başlıca Coğrafi
Özellikleri
Bilecik İli, Marmara Bölgesi’nin güneydoğu kesiminde; Marmara, Karadeniz,
İç Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesiştiği bir alan üzerinde yer almaktadır. Bu
özelliği ile Türkiye’de dört bölgede toprakları olan tek il durumundadır. Bilecik
ili genel olarak 39° 39' ve 40° 31' kuzey enlemleri ile 29° 42' ve 30° 39' doğu
boylamları arasında bulunmaktadır. Doğuda Bolu ve Eskişehir illeri, batıda
Bursa, güneyde Kütahya, kuzeyde ise Sakarya illeri ile çevrilidir.
Bilecik İli genelinde topografyanın ana doğrultusu doğu-batı ve kuzeydoğu-güneybatı yönlü uzanmakta olup, bu uzanış jeolojik yapıya da uygunluk
göstermektedir. Bu durum, kuzeyden güneye doğru yüksek ve alçak sahalar
şeklinde morfolojik ünitelerin sıralandığı morfolojik birimlerle, tektonik birimler arasında sıkı ilişkiyi açıkça göstermektedir (Özgür, 1990: 4). Bilecik’in
kuzeyinde Samanlı Dağları yer almaktadır. Samanlı dağlarının güneyinde
İznik-Pamukova depresyonu ve Avdan Dağı-Karagöl Platosu bulunmaktadır. Avdan dağı güneyinden itibaren ise Bilecik Plato sahasına geçilmektedir.
Karagöl platosunun güneyinde ise Göynük Çayı Vadisi yer almaktadır. Göynük Çayı Vadisi’nin güneyinde ise Aktaş-Alıç Platoları, Karaağaç ve Gölpazarı
Ovaları, Meryem Dağı-Göl Dağı ve Dokuz Platosu21 uzanmaktadır. Bu yüksek
morfolojik ünitelerin güneyinde ise Sürüm Çayı Vadisi, Sipahi Dağlık Sahası,
Yenipazar Havzası, Akköy Platosu32 ve Orta Sakarya Vadisi uzanır. İl topraklarını ikiye ayırarak güneyden kuzeye doğru akan Sakarya Nehri’nin batısında;
Bilecik ve Söğüt Platoları, doğu kısmında ise Sündiken platoları yer almaktadır
(Harita 1). Sakarya Nehri; batıdan Göksu Çayı, kuzeydoğudan Göynük Çayı,
doğudan Erbis Çayı, güneyden Karasu Çayı gibi önemli kolları ve güneyden
kuzeye akan ana gövdesiyle derin vadiler oluşturarak il genelinde topografyanın şekillenmesinde en büyük etkenlerden biri olmuştur (Kılıç & Başkaya,
2016: 120; Başkaya, 2017: 266-267).
2 E. Murat Özgür’ün Bilecik Coğrafyası adlı doktora çalışmasında buradaki platoluk alan
Dokuz Platosu olarak adlandırılmıştır (Özgür, 1990: 12).
3 E. Murat Özgür’ün Bilecik Coğrafyası adlı doktora çalışmasında buradaki platoluk alan
Akköy Platosu olarak adlandırılmıştır (Özgür, 1990: 16).
92
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Harita 1. Bilecik İli’nin lokasyonu ve morfolojik birimleri
Yüksek ve alçak sahaların kuzeyden güneye doğru sıralanması, iklim
elemanlarının bazı değişiklikler göstermesine de sebep olmaktadır. İlde
ortalama sıcaklıklar kuzeyden-güneye ve batıdan-doğuya gidildikçe
azalmaktadır. Sıcaklık dağılışındaki bu farklılığın en önemli sebebi
karasallığa geçiştir. Karasallığın etkilerinin yanı sıra; topografyanın
uzanış doğrultusu, yükselti ve bakı faktörleri de sıcaklık dağılışında
etkili olmaktadır. Vadilerin güneye bakan yamaçlarının ortalama sıcaklık
değerlerinin kuzeye bakan yamaçlardan daha fazla olması da bakı
faktörünün sıcaklık dağılışında önemli bir etken olduğunu göstermektedir.
3. Materyal ve Yöntem
Bu çalışmada Bilecik İli'nin 2016 yılına ait nüfus verileri ile topoğrafya
haritaları altlık veriler olarak kullanılmıştır. Nüfus verisi, Türkiye İstatistik
Kurumu (TÜİK) veri tabanından indirilmiş, topoğrafya haritaları
üzerinden sayısallaştırılan yerleşmeler veri tabanına işlenmiştir. Çalışma
alanına ait sayısal topoğrafya haritalarından Sayısal Yükseklik Modeli
(SYM) oluşturulmuştur. SYM kullanılarak 250 m aralıklarla yükselti
basamakları haritası, eğim ve bakı haritaları oluşturulmuş, daha sonra da
bu haritalar yeniden sınıflandırılmıştır. Yerleşme katmanı ile yükselti, eğim
ve bakı katmanları çakıştırılmış, tüm katmanların alt sınıflarında yer alan
yerleşme sayısı ve nüfus miktarı tespit edilmiştir. Bu işlemler için ArcGIS
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
93
10.1 yazılımı 3D Analiz Modülü kullanılmıştır. Yerleşmelerin yükselti
değerleri SYM kullanılarak veri tabanına otomatik olarak işlenmiştir.
4.Bulgular
Marmara Bölgesi’nde nüfus daha ziyade çukur sahalarda, depresyon
tabanlarında ve kıyı kesimlerde toplanmıştır (Darkot&Tuncel, 1981: 59-60).
Bu durumun nedeni çukur sahalarda ve kıyı kesimlerde insanların kendi
hayatları ve ziraatleri için daha uygun şartların bulunmasıdır. Ayrıca çukur
alanlar ve depresyon tabanlarının ulaşım yolları üzerinde bulunmaları
ve verimli topraklara sahip olmaları bu sahaların nüfuslanmasına neden
olmuştur. Çalışma alanında bulunan il ve ilçe statüsündeki yoğun nüfuslu
yerleşmeler de çoğunlukla bu duruma uyum göstererek depresyon
tabanlarında, akarsu vadilerinde veya ulaşım yolları üzerinde kurulmuştur.
2016 yılı verilerine göre Bilecik İli'nin toplam nüfusu 218.297 kişidir.
Bu nüfusun %35,7’si (77.976 kişi) merkez ilçede yaşamaktadır. İldeki
diğer yoğun nüfuslu yerler ise 72.471 kişilik nüfusu (%33,2) ile Bozüyük,
21.071 kişi (%9,7) ile Osmaneli ve 19.285 kişi (%8,8) ile Söğüt ilçeleridir
(Tablo 1). Bulundukları ilçelerin merkezleri olan Bozüyük, Bilecik ve
Osmaneli şehirleri geçmişten günümüze Eskişehir – İstanbul karayolu
güzergahında yer aldıklarından, avantajlı konumları sebebiyle yakın
çevredeki sanayi tesislerini de üzerlerine çektiklerinden aynı zamanda
ulaşım gibi sanayileşmeye bağlı olarak da yoğun olarak nüfuslanmış
yerleşmelerdir. Gölpazarı, Pazaryeri ve özellikle Yenipazar ile İnhisar ilçe
merkezleri ise çukur alanlar ya da depresyon tabanlarında yer almalarına
rağmen, İstanbul-Eskişehir gibi ana ulaşım yollarından uzak olmaları
nedeniyle Bozüyük, Bilecik ve Osmaneli ilçe merkezleri gibi yoğun
nüfuslanamamışlardır. Yenipazar ve İnhisar yerleşmeleri ana ulaşım
yollarına en uzak ilçe merkezleri ve ilçeler olmaları nedeniyle bu ilçeler il
toplam nüfusunun ancak %2,5’ini barındırmaktadırlar (Tablo 1).
Tablo 1. Bilecik İli’nde Nüfusun İlçelere Göre Oransal Dağılımı
94
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Bilecik İli’nde 1997 Köy Envanter Etüdüne göre Bilecik Merkez ilçe dahil
olmak üzere 8 ilçe, 249 köy yerleşmesi bulunmaktadır. İldeki 249 köyün
105’i yamaçta, 102’si orman kenarında, 61’i orman içinde, 31’i vadide,
26’sı ovada, 18’i dağlık arazide, 16’sı nehir kenarında, 11’i şehirlerarası yol
kenarında, 2’si baraj gölü kenarında kurulmuştur (Bilecik Köy Envanter
Etüdü, 1997). İlde köylerin konumları dikkate alındığında toplam köy
sayısının % 42,2’si yamaçlarda bulunmaktadır. Vadilerde toplam köy
sayısının % 12,4’ü, ovalık alanlarda % 10,4’ü, dağlık alanlarda da % 7,2’si
yer almaktadır. Günümüzde ilde bulunan 248 köy yerleşmesi de aynı köyler
olup aynı kuruluş yerlerinde mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler.
Dolayısıyla ilde morfolojik ünitelerin dağılışı, yerleşmelerin kuruluş ve
gelişimine de etki ettiği gibi yerleşmelerin sayısı, tipi ve şekline de etki
etmektedir.
Bilecik İli'nde yerleşmelerin ilçelere göre dağılımına bakıldığında en
fazla yerleşme sayısının Bilecik Merkez İlçe (50), Gölpazarı (49) ve Bozüyük
(54) ilçelerinde; en az yerleşme sayısının ise Söğüt (24), Yenipazar (24) ve
İnhisar (10) ilçelerinde bulunduğu görülmektedir (Tablo 2).
Tablo 2. Bilecik İli’nde Yerleşmelerin İlçelere Göre Oransal Dağılımı
4.1. Yükselti
Coğrafi şartların şekillenmesinde en önemli topografik faktörlerden
biri olan yükselti (Taş ve Yakar, 2009: 146), başta kırsal yerleşmelerde
yaşayan nüfusun temel faaliyetleri olmak üzere, beşeri faaliyetler üzerinde
etkili olan iklim, toprak ve bitki örtüsü gibi faktörleri doğrudan etkileyerek
bu faktörlerin kısa mesafelerde değişiklik göstermesine neden olduğundan
nüfusun dağılışında da önemli bir yere sahiptir (Sergün, 1994: 7).
Yükseltinin yerleşme ve nüfus dağılışı üzerindeki etkisini ortaya
koymak, hem planlama, hem doğal kaynakların daha sürdürülebilir bir
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
95
şekilde kullanımı ve hem de beşeri faaliyetlerin kendi içindeki dağılımının
saptanması bakımından birçok avantaj oluşturmaktadır (Atasoy ve
Özşahin, 2013: 94). Nitekim Dünya’da genellikle yükseltinin artması ile
birlikte nüfusun azaldığı görülmektedir. Hatta belli bir yükseklikten sonra
nüfus bulunmamaktadır (Güner, 2010).
Genel olarak, ilde en düşük yükselti değerleri Sakarya Nehri ve kolları
çevresindedir. İlde en yüksek yükselti değerleri güney ve özellikle güneybatı
kesimlerdedir. Ova, havza ve vadi tabanlarında yükselti azalırken, plato ve
dağlık alanlarda yükseltinin arttığı görülmektedir.
Bilecik İli sahip olduğu ortalama yükselti değeri (745 m) ile Türkiye
ortalamasının (1132 m.) altında bir değere sahiptir. Dağlar il topraklarının
%32’sine yakın bir bölümünü kaplar. Bu yükseltiler daha çok tepe
görünümündedir. İlin en yüksek noktası Bozüyük ilçesinin batı ve
güneybatısında yer alan yükseltiler üzerindeki Kala Dağı’dır. Diğer önemli
yükseltiler Yirce Dağı (1790 m.), Metristepe (1300 m.), Göldağı (1284 m.),
Kızılcaviran (1250 m.), Osmaniye (1210 m.), Ahi Dağı (1100 m.), Dokuz
Öküz Tepesi (1150 m.), Ballıkaya (1050 m.), Kızıltepe (990 m.), Avdan
Dağları (926 m.), Paşa Dağları (922 m.), Kurudağ (805 m.)’dır.
Harita 2. Bilecik İli'nde yerleşmelerin yükselti basamaklarına göre dağılışı
96
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Yükselti ile nüfuslanma arasındaki ilişkilerin takip edilebilmesi ve
doğru sonuçlar alınabilmesi için ayırt edilen her yükselti kademesinin
yüzölçümünün bilinmesi gerekmektedir (Sergün, 1994). Buna göre Bilecik
İli’nde 59-250 m. yükselti basamağı %7,8; 250-500 m. %17,6; 500-750
m. %22,6; 750-1000 m. %30,3; 1000-1250 m. %15,6; 1250-1500 m. %4,7;
1500-1750 m. %1,2; 1750-1869 m. arasındaki yükseltiler %0,2’lik alan
kaplamaktadır. Yükselti basamakları ve alanları ARCGİS 10.1 programı 3D
analiz modülü kullanılarak tespit edilmiştir.
Araştırma sahasında güneyden kuzeye doğru gidildikçe yükselti kademeli
olarak azalış göstermektedir. Bu bakımdan en düşük yükselti değerine sahip
yükselti basamakları ilin orta ve kuzey kesimlerinde Sakarya Nehri Vadisi
ve kolları kıyılarında uzanış gösterirken, 1750 m.’nin üstündeki yükseltiler
güneyde Kala Dağı dağlık sahalarında görülmektedir. İlde en geniş alan
kaplayan yükselti basamağı 750-1000 m.’dir. Bununla birlikte bu basamaktan
itibaren yükselti değerleri arttıkça ve azaldıkça kapladıkları alanların sayısal
değeri düzenli bir biçimde azalış göstermektedir. En az alan kaplayan
basamak ise 1750-1869 m. yükselti basamağıdır (Harita 2, Tablo 3, Şekil 1).
Tablo 3. Bilecik İli’nde yükselti basamaklarının alansal dağılımı
Şekil 1. Bilecik İli’nde Yükselti Basamaklarının Oransal Dağılışı
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
97
Yükseltinin nüfus ve yerleşme ile korelasyonunu açıklayabilmek
için Sayısal Yükseklik Modeli (59-1869 m.) 250 m. aralıklarla 8 sınıfa
ayrılmış, her bir yükselti basamağına konumlanmış olan yerleşmeler ile bu
yerleşmelere ait nüfus değerleri eklenerek yükseltinin nüfus ve yerleşme
üzerindeki etkisi saptanmıştır. İlde yerleşme ve nüfus 59-1750 m. yükselti
değerleri arasında dağılış göstermektedir. Yerleşmelerin en fazla olduğu
yükselti basamağı 97 yerleşmeyle 750-1000 m. yükselti basamağı iken,
nüfusun en fazla bulunduğu yükselti kuşağı 95.875 kişilik nüfusla 500-750
m. yükselti basamağıdır (Tablo 4, Şekil 2, Şekil 3). En az yerleşme ve nüfusun
bulunduğu yükselti kuşağı ise sadece bir yerleşme ve 28 nüfusla 1500-1750
m. yükselti basamağı iken 1750 m.’den yüksek alanlarda yerleşme ve nüfus
bulunmamaktadır (Tablo 4).
Tablo 4. Bilecik İli’nde nüfus ve yerleşmelerin yükselti basamaklarına göre
dağılışı (2016).
Şekil 2. Bilecik İli’nde nüfusun yükselti basamaklarına göre dağılışı (2016).
98
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Şekil 3. Bilecik İli’nde yerleşmelerin yükselti basamaklarına göre dağılışı (2016).
4.2. Eğim
Yerleşmelerin kurulması ve gelişmesi bakımından olumsuz coğrafi şartlara
sahip olan dağlık ve platoluk alanlar Bilecik il genelinde fazla yer kaplamaktadır.
Ova alanları ise çok kısıtlı bir alana sahiptir. İlde eğimli alanlar hakim topografik
unsurdur. Yüksek eğim değerine sahip alanlar hem yerleşme ve nüfuslanmayı
sınırlandırması hem de ekonomik aktivitelerin sürdürülebilirliğini kısıtlaması
açısından olumsuz ortam koşullarını oluşturduğundan, daha çok tenha alanlar
olarak görülmektedir (Esen & Avcı, 2017: 384). Eğim değerleri yüksek orman
kenarı bazı yerlerde saya yerleşmeleri gibi hayvancılık aktivitesinin yapıldığı
bazı yerleşmelere rastlanmaktadır.
Harita 3. Bilecik İli’nde yerleşmelerin eğim gruplarına göre dağılışı
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
99
Bilecik il genelinde farklı morfolojik üniteler iç içe bulunduğundan eğim
değerleri de değişkenlik göstermektedir. Eğim değerinin son derece düşük
olduğu %0-2 arasında eğim değerine sahip alanlar, araştırma sahasında; Gölpazarı Ovası, Karaağaç Ovası, Osmaneli Düzlüğü, Yenipazar Havzası, Sakarya
Nehri Vadisi ve kollarının geniş taban yüzeyleri ve Bilecik platolarının bazı kısımlarında görülmektedir. Bu alanlar 685,8 km²’lik alan ile toplam il arazisinin %16,4’ünü oluşturmaktadır. Yine dalgalı düzlük alanlar olarak kabul edilen %2-5 arasındaki eğimli alanlar 719 km²’lik alan ile toplam alan içerisinde
%17,2’lik orana sahiptir. Bu alanlar genel olarak %0-2 eğimli alanları çevreler
nitelikte bir uzanışa sahiptir. Hakim eğim gurubunu oluşturan %5-10 eğim
grubu 746,4 km²’lik alanı ile toplam alanın %17,9’luk kısmına karşılık gelmektedir. Bu eğim grubunu 719 km²’lik alan ve %17,2’lik oran ile %10-20 eğim
grubu olan orta eğimli yamaç alanları takip etmektedir (Şekil 4).
Bilecik ilinde yerleşim alanlarının yerleşmeye uygunluğunu değerlendirebilmek için düzlük ve yamaç olarak 2 ana gruba ayrılan sınıflandırma esas
alınmıştır. Eğim değerleri kendi içerisinde 0-2 (Düzlük), 2-5 (Dalgalı Düzlük),
5-10 (Az Eğimli Yamaç), 10-20 (Orta Eğimli Yamaç) 20-40 (Çok Eğimli Yamaç), 40 ve üzeri (Çok Eğimli Dik Yamaç) olmak üzere 6 alt birime ayrılmaktadır (Tablo 5).
Tablo 5. Bilecik İli'nde eğim gruplarının alansal dağılımı
Eğim Grupları (%)
Düzlük
Yamaç
Alan (km²)
Oran (%)
0-2 (Düzlük)
685,8
16,4
2-5 (Dalgalı Düzlük)
719,0
17,2
5-10 (Az Eğimli Yamaç)
746,4
17,9
10-20 (Orta Eğimli Yamaç)
719,0
17,2
20-40 (Çok Eğimli Yamaç)
668,4
16,0
40 ve Üzeri (Çok Eğimli Dik Yamaç)
638,4
15,3
Toplam
4177
100
Şekil 4. Bilecik İli'nde eğim gruplarının oransal dağılımı
100
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Yerleşim yerlerinin kurulmasında ve gelişmesinde, kuruldukları
sahaların eğim özellikleri büyük öneme sahiptir. Türkiye için araziden
faydalanma açısından en uygun arazi, orta eğimli ve hafif dalgalı araziler
olup, eğim değerleri %5-15 arasındadır. Bu sahalar yerleşmelerin büyük
kısmının yer aldığı, genel olarak tarımsal faaliyetlerin egemen olduğu
ve ulaşımın gelişme gösterdiği alanlar olarak ekonomik değeri yüksek
sahalardır (Tunçdilek, 1985: 172). Eğim değerinin % 10’un altında olduğu
alanlar ise yerleşmeler için en uygun alanlardır. Buna karşın eğimin %
41’den fazla olduğu alanlar ekonomik anlamda yerleşmeler için uygun
olmayan alanlar olarak karşımıza çıkmaktadır (Aliağaoğlu & Uğur,
2010: 100). Eğim değeri arttıkça yerleşmelerde yapılaşma masraflarının
yanı sıra altyapı hizmetleri maliyetinin de arttığı görülmektedir. Bunun
yanı sıra eğimli sahalar çeşitli doğal afetlerin oluşumu açısından riskli
alanlar (Beer, 1996: 41) olduğu için yerleşme açısından uygun şartlara
sahip değildir.
Yerleşmeler için en uygun eğim sınıfını oluşturan ve düzlük olarak ifade
edilen ve %0-10 eğim grubu, il genelinde sadece %51,5’lik orana sahiptir.
İl genelinde yarıdan fazla bir alan kaplayan %0-10 eğim grubu, ildeki
toplam yerleşme sayısının da %39,4’’ünü barındırmaktadır. Az eğimli
yamaçlarda altyapı masrafları artmasına rağmen, bu alanların yerleşmeye
açılmasıyla birlikte verimli tarım arazileri üzerindeki yapılaşma baskısı
azalacağından tercih edilmelidir (Özdemir, 1996: 219). Az eğimli yamaçlar
Bilecik İli’nde %17,9’luk oranla en yüksek alansal dağılışa sahiptir.
Yerleşmelerin de %24,6’sı bu eğim grubunda yer almaktadır (Tablo 6).
Eğim değeri 10-20 arasında bulunan alanlar ise ilde %17,2’lik bir alan
oluşturmasına rağmen, bu eğim grubunda yerleşme sayısı en yüksek
değerle ildeki yerleşme sayısının %42,2’sini oluşturmaktadır. Dolayısıyla
ilde eğim değeri %5-20 arasında olan alanlarda toplam yerleşmelerin
%66,8’i barınmaktadır (Tablo 6, Şekil 5).
Tablo 6. Bilecik İli’nde Yerleşmelerin Eğim Gruplarına Göre Oransal Dağılımı
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
101
Şekil 5. Bilecik İli’nde Yerleşmelerin Eğim Gruplarına Göre Oransal Dağılımı
Bilecik ilinde çok eğimli ve dik yamaçlar %31,3’lük bir orana sahiptir.
Bu sahalar ildeki toplam yerleşmelerin %18,4’ünü barındırmaktadır.
Yerleşme bakımından olumsuz şartlara sahip bu alanlarda yerleşme sayısı
il geneline göre düşük düzeydedir. Bu durum yerleşmelerin daha çok %
5-20 arasında eğim değerine sahip alanlarda toplanmasıyla ilgilidir. Yüksek
eğim derecesine sahip bu alanlar Tunceli ilinde de olduğu gibi (Esen &
Avcı,2017:386) aynı zamanda yarılmış ve parçalanmış arazi yapısına sahip
olduğundan yerleşmeler de dağınık dokulu, az nüfuslu ve küçük alanlıdır.
4.3. Bakı
Karasallığın etkilerinin yanı sıra; topografyanın uzanış doğrultusu,
yükselti ve bakı faktörleri de sıcaklık dağılışında etkili olmaktadır. Vadilerin
güneye bakan yamaçlarının ortalama sıcaklık değerlerinin kuzeye bakan
yamaçlardan daha fazla olması da bakı faktörünün sıcaklık dağılışında
önemli bir etken olduğunu göstermektedir. Kuzey Yarımküre’de yer alan
ülkemizde dağların güney yamaçları bakı etkisiyle daha fazla ısındığı için
diğer yamaçlara göre daha sık nüfusludur. Bakı, güneş ışınlarının geliş
açısını etkileyerek (Atalay, 2010: 61) yakıt tasarrufu sağlamakta, daha az
kirlilik ortaya çıkarmakta ve güneş enerjisinden uzun süre faydalanma
imkanı ortaya koymaktadır (Özdemir, 1996:211).
Kuzey Yarım Kürede kuzey yönlerde cisimlerin gölge boyları düz araziye
göre daha uzun, güney yönlere göre de daha kısadır. Bu sebepten dolayı da
yerleşme yeri seçiminde kuzey yönler, düz ve güney yönlere göre daha az
tercih edilmektedir ((Aliağaoğlu & Uğur, 2010; Özşahin, 2014: 114). Bilecik
ilinde topografyanın ana uzanış doğrultusu doğu-batı yönlüdür. Kuzey
ve güney yönlerinin ilde geniş alanlı yayılış göstermesi ve yerleşmelerin
genellikle kuzey ve güney yönünde kurulmuş olması, morfolojik birimlerin
genel uzanış doğrultusunun doğu-batı yönlü olması ile ilgilidir. Bilecik
102
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ilinde hakim bakı yönü % 53,1’lik oranla kuzey yönüdür. Bunu % 31,1’lik
bir oranla güney bakı yönü takip etmektedir (Tablo 7, Şekil 6).
Güneşlenme süresinin güneye ve kuzeye bakan yamaçlarda farklı
olması; toprak, bitki örtüsü, yağış ve sıcaklık gibi koşulların (Yalçınlar,
1967: 56) aynı alandaki farklı yamaçlarda birbirinden farklı özellikler
göstermesine neden olmaktadır. Bu nedenle kuzey yöne oranla daha
olumlu koşullara sahip olan güney yönler yerleşmeler için daha fazla
uygundur.
Harita 4. Bilecik İli'nde yerleşmelerin bakıya göre dağılışı
Tablo 7. Bilecik İli'nde bakı gruplarının alansal ve oransal dağılımı
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
103
Şekil 6. Bilecik İli'nde bakı gruplarının oransal dağılımı
Bilecik İli'nde de toplam yerleşmelerin yarıya yakını (%47,7) kuzey
yönünde bulunmaktadır. Bunu %37,5’lik oranla güney yönlü alanlar
izlemektedir. İlde yerleşmelerin en fazla tercih ettiği yön olarak kuzey
yönünün olması bu yöndeki arazilerin ilin %53,1’ini kaplamasından ileri
gelmektedir. Güney yönünün kuzey yönünden bazı avantajları sebebiyle il
genelinde güney yönlü alanların %31,1 olmasına rağmen güney yönünde
kurulan yerleşmelerin oranı %37,5 ile güney yönlü alanlardan fazladır. Kuzey
yönünü, güney yönünün takip etmesi bu kategorideki arazinin geniş alanlarda
yayılış göstermesi ile alakalıdır. Düz alanlarda yerleşmelerin görülmüyor
olması ise bu nitelikteki arazilerin il genelinde %0,1 ile yok denecek kadar az
miktarda bulunmasından ileri gelmektedir. Batı (21 yerleşme) ve doğu (17
yerleşme) yönlerinde ise yaklaşık değerlerde yerleşme sayısı bulunmaktadır.
Batı yönünde yerleşme oranı %8,2 iken, doğu yönü ise %6,6’lık oranla en
az yerleşilmiş yöndür (Tablo 8, Şekil 7). Tunceli İli’nde olduğu gibi (Esen &
Avcı; 2017: 387) Bilecik İli’nde de kuzey ve doğu yönlerinden gelen kuzey
sektörlü rüzgarların etkisinden dolayı, ilde yerleşmeye uygunluk bakımından
batı yönü doğu yönüne göre daha fazla tercih edilmektedir.
Tablo 8. Bilecik İli'nde Yerleşmelerin Bakı Gruplarına Göre Dağılımı (2016)
104
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Şekil 7. Bilecik İli’nde yerleşmelerin bakı gruplarına göre oransal dağılımı
SONUÇ
Bilecik ili morfolojik görünüm bakımından farklı üniteleri barındırdığından kısa mesafelerde yükselti, eğim ve bakı şartlarında değişiklikler
gözlenmektedir. Bu değişimin etkisi en çok yerleşmeler üzerinde olmuştur.
Bilecik İli'nde, topografik faktörlerin etkisiyle yerleşmelerin dokusu, tipi ve
sayısında farklılıklar görülmektedir.
Bilecik İli'nde 59-250 m yükselti basamağı %7,8; 250-500 m % 17,6; 500750 m %22,6; 750-1000 m %30,3; 1000-1250 m %15,6; 1250-1500 m %4,7;
1500-1750 m %1,2; 1750-1869 m arasındaki yükseltiler % 0,2’lik alan kaplamaktadır. Yerleşmelerin en fazla olduğu yükselti basamağı 97 yerleşmeyle
750-1000 m yükselti basamağı iken, nüfusun en fazla bulunduğu yükselti
kuşağı 95.875 kişilik nüfusla 500-750 m yükselti basamağıdır. En az yerleşme ve nüfusun bulunduğu yükselti kuşağı ise sadece bir yerleşme ve 28
nüfusla 1500-1750 m yükselti basamağı iken 1750 m’den yüksek alanlarda
yerleşme ve nüfus bulunmamaktadır
Yerleşmeler için en uygun eğim sınıfını oluşturan %0-10 arasındaki
eğim grubu, il genelinde % 51,5’lik orana sahip olup, ildeki toplam yerleşme sayısının da %39,4’’ü bu eğim sınıfında yer almaktadır. Araştırma
sahasında yerleşmeler % 42,2’lik oranla en fazla %10-20 arasında eğim değerleri olan sahalarda yer almaktadır. Bunun en önemli sebebi il genelinde
ova alanlarının az olmasına karşılık, mevcut ovaların ya da düze yakın eğim
değerlerine sahip alanların genel olarak tarımsal faaliyetler için kullanılmasıdır. Dolayısıyla yerleşmeler genel olarak tarım alanları dışında eğimi daha
fazla alanlarda kurulmuştur. 1997 Köy Envanter Etüdüne göre Bilecik 249
köy yerleşmesinin bulunduğu ilde 249 köy yerleşmesinden 105’inin yamaçta kurulmuş olması ve günümüzde de bu köylerin mevcut kuruluş yerlerinde varlığını devam ettiriyor olması bunun önemli bir kanıtıdır.
Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları
105
Bilecik İli’nde hakim bakı yönü (%53,1) kuzey yönüdür ve yerleşmelerin
%47,7’si bu yönde bulunmaktadır. Fakat, güney yönü %31,1 alanına sahip
olmasına rağmen yerleşmelerin %37,5’i güney yönlü alanların yerleşme
yeri seçiminde avantajlara sahip olmasından dolayı (güneşlenme süresinden yararlanmak ve olumsuz hava şartlarından korunabilmek için) güney
bakı yönünde kurulmuştur.
Bu çalışmada Bilecik İli'nde topografik faktörlerin nüfus ve yerleşmelerin dağılışı üzerindeki etkisi tespit edilmiştir. Yerleşme ve nüfusun dağılış düzeni üzerinde topografik şartların yansıması açıkça görülmektedir.
İlde topografik şartlara göre yerleşmelerin konumları ve tipleri değişmekte, nüfusun dağılışı farklılaşmaktadır. Topografik şartların yerleşme
ile nüfusun nitelik ve niceliğinde oluşturduğu değişimin tespit edilmesi,
ilde nüfusa yönelik eğilimlerde bilgi sağlayacaktır. Ayrıca, alanda insana
yönelik yapılacak arazi yönetimi ve ekonomik kalkınma gibi plan ve projelerin uygulanabilirliğine katkı yapacaktır.
KAYNAKÇA
ALİAĞAOĞLU, A. & UĞUR, A. (2010). Şehir Coğrafyası, Ankara: Nobel Yayın
Dağıtım.
ANONİM, (2002). Bilecik 1997 Köy Envanteri, Başbakanlık Devlet İstatistik
Enstitüsü, Yayın No: 2677, Ankara.
ATALAY, İ. (2010). Uygulamalı Klimatoloji, İzmir: Meta Basım Matbaacılık
Hizmetleri.
ATASOY, A.& ÖZŞAHİN, E. (2013). Yükseltiye Bağlı Olarak Nüfus Değişir mi?
Hatay Örneği, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 6 (26), s. 92-108.
AVCI, V. (2017). Bingöl İli'nde Nüfus ve Yerleşmelerin Yükselti Basamaklarına
Göre Dağılışı, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 7 (13),
s. 201-222.
BALCI AKOVA, S. (2009). Doğu Akdeniz Kıyılarında Nüfus, Çantay Kitabevi.
İstanbul.
BEER, ANNE R. (1996). Yerleşim Düzenlemesinde Çevre Planlaması, Çeviren:
Yeşim Yüzüak, Bilimsel ve Teknik Yayınları Çeviri Vakfı. İstanbul.
KILIÇ, T., & BAŞKAYA, Z. (2016). Bilecik İlinde Saya Yerleşmeleri. Electronic
Turkish Studies, S. 11(18), s.113-134.
BAŞKAYA, Z. (2017). Bilecik İlinin Rüzgar Enerjisi Potansiyeli ve Metristepe
Rüzgar Enerjisi Santrali, The Journal of Akademic Social Science, S. 23, s.
253-276.
DARKOT, B. & TUNCEL, M. (1981). Marmara Bölgesi Coğrafyası, İstanbul
Üniversitesi Yayınları No:2510, Coğrafya Enstitüsü Yayınları No: 118,
İstanbul.
ESEN, F. & AVCI, V.(2017). Tunceli İli'nde Topoğrafik Faktörlere Göre (Yükselti,
Eğim, Bakı) Yerleşmelerin ve Nüfusun Dağılışı Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, 10 (51), s. 376-389.
GÜNER, İ. (2010). Nüfus Coğrafyası. Genel Beşerî ve Ekonomik Coğrafya, Editör:
Cemalettin Şahin, Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayıncılık.
106
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
GÜNGÖR, Ş. & BOZYİĞİT, R. (2011). Gazipaşa İlçesi’nde (Antalya) Köy
Yerleşmeleri, Marmara Coğrafya Dergisi, S. 23, s. 267-292.
SAVVİDES, A., MİCHAEL, A., MALAKTOU, E. & PHİLOKYPROU, M. (2016).
Examination and Assessment of Insolation Conditions of Streetscapes
of Traditional Settlements in the Eastern Mediterranean Area, Habitat
International, S. 53, s. 442-452.
SERGÜN, Ü. (1977). Kocaeli Yarımadası Kır Sahasının Beşeri Coğrafya Açısından
İncelenmesi, Doçentlik Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Beşeri
ve İktisadi Coğrafya Kürsüsü, İstanbul.
ÖZÇAĞLAR, A. (2011). Coğrafyaya Giriş, Gözden Geçirilmiş 6. Baskı. Ümit Ofset
Matbaacılık.
ÖZDEMİR, M. A. (1996). Türkiye’de Büyük Yerleşme Alanlarının Seçiminde
Jeomorfolojik Esaslar, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 8 (2) s.
209-222.
ÖZGÜR, E. M., (1990), Bilecik İli Coğrafyası, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Ankara.
ÖZŞAHİN E. (2014). CBS Kullanılarak Şehir ve Jeomorfoloji Arasındaki İlişkinin
İncelenmesi: Tekirdağ Şehri Örneği, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, S. 6, s. 93-122.
TAŞ, B. & YAKAR, M. (2009). Afyonkarahisar İlinde Yerleşmelerin Yükselti
Basamaklarına Göre Dağılışı, Coğrafi Bilimler Dergisi, S. 7 (2), s. 145-161.
TUNÇDİLEK, N. (1985). Türkiye’de Relief Şekilleri ve Arazi Kullanımı. İstanbul
Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü, Yayın No:3. İstanbul.
YALÇINLAR, İ. (1967). Türkiye’deki Bazı Şehirlerin Kuruluş ve Gelişmelerinde
Jeomorfolojik Temeller, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, S.8
(17), s. 53-66.
Psikoloji Çalışmaları
Psikoloji Çalışmaları
109
ÇOCUK CİNSEL İSTİSMARINI ÖNLEMEDE
OKUL TEMELLİ CİNSEL EĞİTİMİN ROLÜ VE ÖNEMİ
THE ROLE AND IMPORTANCE OF SCHOOL BASED SEXUAL
EDUCATION IN PREVENTING CHILD SEXUAL ABUSE
Eda ERMAĞAN ÇAĞLAR1
ÖZET
Çocuğa yönelik cinsel istismar, yarattığı bireysel ve toplumsal sonuçlar
bağlamında önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısa ve uzun
vadeli sonuçları bağlamında çocuğun zarar görmesine neden olan çocuk cinsel
istismarında, ön görülen sonuçlar sadece çocuğu değil, aileyi ve toplumdaki diğer
sistemleri de olumsuz etkilemektedir. Bunun beraberinde, çocuk cinsel istismarını
uygulayan grup için belirli ve net bir şey söylemek de mümkün değildir. Genellikle
çocuğun yakın çevresinden olabildiği gibi tanımadığı bir yetişkin de çocuğu
istismar edebilir. Ayrıca, cinsel istismarın uygulanışı her zaman fiziksel bulguların
elde edilmesine olanak tanımamaktadır. Teşhircilik, pornografik görüntülere
maruz bırakma gibi fiziksel temas içermeyen yaklaşımlar da çocuğa yönelik cinsel
istismar olarak kabul edilmektedir. Bütün bu etkenler sonucunda ise, çocuk cinsel
istismarını belirlemek ve tanılamak zorlaşabilmektedir. Bu nedenle, çocuk cinsel
istismarını önlemeye ilişkin bilimsel çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Cinsel istismar
ortaya çıkmadan önce engellemek ya da istismar uygulandıktan sonra çocuğun
uğradığı zararı en az indirmek amacıyla neler yapılabileceğini konu alan önleme
programları oluşturulmaya başlanmıştır. Çocuğun farkındalık kazanmasını,
ailenin ve toplumun bilinçlenmesini amaçlayan önleme çalışmaları arasında en
sistematik uygulamaların ise okul temelli önleme programları olduğu anlaşılmıştır.
Söz konusu bağlamda, bu çalışmayla çocuk cinsel istismarını önlemede okul
temelli cinsel eğitimin önemine dikkat çekilmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: çocuk cinsel istismarı, önleme programları, cinsel eğitim
ABSTRACT
Sexual abuse towards the child presents itself as an important problem in the
context of the individual and social consequences that it creates. Child sexual
abuse, which causes the child to be harmed in the context of its short and longterm consequences, the anticipated outcomes not only affect the child, but also
the family and other systems in society. Along with this, it is not possible to say
anything definite and clear about the group that abuses children sexually. While it
is usually an adult from the close circle of the child, an adult who is unknown to the
child can also sexually abuse a child. Furthermore, the application of sexual abuse
does not always allow the physical evidence to be obtained. Approaches that do
not involve physical contact, such as exhibitionism, and exposure to pornographic
1
Dr, Milli Eğitim Bakanlığı Beşiktaş Bilim ve Sanat Merkezi, ermagan.eda@gmail.com
images are also considered sexual abuse against the child.As a result of all factors,
it can be difficult to identify and recognize child sexual abuse. For this reason,
scientific studies on preventing child sexual abuse gainsin importance. Prevention
programme have begun to be established to prevent sexual abuse before it occurs,
or about what can be done to minimize the amount of harm the child has suffered
after exploitation. Among the prevention studies aimed at raising awareness of
the child, consciousness of the family and the society, it has become evident that
the most systematic applications are school-based prevention programme. In this
context, this study is aimed at emphasizing the importance of school based sexual
education in preventing child sexual abuse.
Keywords: child sexual abuse, prevention programme, sexual education
GİRİŞ
Çocukluk çağı travmaları içinde çocuk istismarı yinelenebilirliği ve
çocuğa genellikle en yakınları tarafından yapılıyor olması nedeniyle
tanımlanması ve tedavi edilmesi en zor olan travma şeklidir (Johnson,
2000). Bunun beraberinde, çocuk cinsel istismarı çocuk istismarı türleri
arasında saptanması en zor olan ve çoğunlukla bildirilme oranı en düşük
olan istismar türüdür.
Kısa ve uzun dönemli sonuçları açısından bakıldığında ise ciddiyet arz
eden bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar karşılaştırılması zor
olsa da çocuk cinsel istismarının gerek fiziksel hırpalanmayı gerek psikoduygusal zararı barındırması nedeniyle diğer istismar türlerine göre daha
ciddi bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca tek bir
durum ya da kesime bağlanamayan, karmaşık nedenleri olan ve travmatik
sonuçlar doğuran; tıbbi, hukuki, gelişimsel ve psiko-sosyal olmak üzere
farklı alanların da işbirliğine ihtiyaç duyulan kapsamlı bir sorundur (Kara
ve ark., 2004).
Cinsel istismarın tanımlarına baktığımızda ise, göze çarpan kavram
“cinsel doyum” olmaktadır. Çocuk cinsel istismarı, bir erişkinin bir çocuğu,
kendi cinsel uyarılması için kullanması olarak nitelendirilebilir. Cinsel
doygunluğa ulaşmak amacıyla çocuğun amaç ve araç olarak kullanılması
çocuğun cinsel olarak istismar edildiği anlamına gelmektedir. Geniş
tanımda ise, çocuk cinsel istismarı, çocuğun bir yetişkin tarafından cinsel
uyarı ve doyum için kullanılması, fuhuşa zorlanması, pornografi ve benzeri
diğer suçlarda cinsel obje olarak kullanılmasıdır (Polat, 2000, Nurcombe,
2000; Akt.:Ovayolu ve ark., 2007).
İstismarın söz konusu olabilmesi için sadece dokunma, genital bölgelerin
doğrudan veya giysi üzerinden okşanması, genital organlarına herhangi bir
cismin sokulması, cinsel birleşme, tecavüz gibi fiziksel bir davranış olması
Psikoloji Çalışmaları
111
gerekmemektedir ve mutlaka şiddet olmak zorunda değildir. Teşhircilik,
çocuğun erişkin cinsel aktivitesine veya pornografik görüntülere maruz
bırakılması, röntgencilik, cinsel içerikli konuşmalar gibi cinsel uyarıyı ve
doyumu hedef alan her türlü eylem; çocuğun fuhuş ya da pornografik
görüntüler sağlamak amacıyla cinsel sömürüsü de çocuk cinsel istismarı
olarak nitelendirilmektedir. Bu durumlarda çocuğun rızasının olup
olmadığına bakılmaz, çünkü eylemin sorumluluğu yetişkine aittir.
Bunun beraberinde, çalışma sonuçlarına göre cinsel istismara
uğrayanların sadece %15’inin bildirildiği görülmektedir (İşeri, 2008).
İstismarın fiziksel sonuçlarının olmadığı olgularda (dokunma, pornografik
görüntü izletme, teşhircilik gibi) cinsel istismarın fark edilmemesi,
istismarı uygulayan kişinin çocuğun yakın çevresinden birinin olması
durumlarında olgunun bildirilmemesi nedenleriyle gerçek oranlara tam
olarak ulaşılamamaktadır. Bu da, çocuk cinsel istismar olgularına dair
gerçek istatistiksel verilere ulaşmayı engellemektedir.
Buna karşın, konuya ilişkin yapılmış diğer çalışmalara baktığımızda
çocuklara yönelik cinsel istismarın yaygınlığının %10-40 arasında olduğu
göze çarpmaktadır (Gorey, 1997; Renteria, 2005; Akt.:Öztop, Özcan,
2010). Ülkemizde ise, yeterli kaynaklara ulaşılamamakla birlikte, 2000
yılında Polat’ın yapmış olduğu çalışmaya göre bu oran %9-18 olarak
tahmin edilmektedir. Türkiye Adli Sicil ve Genel İstatistik Müdürlüğü’nün
istatistiklerine göre 2006 yılı içerisinde çocuk cinsel istismarına ilişkin
olarak 2414 dava dosyası açılmıştır (Öztop, Özcan, 2010).
Çocuk Cinsel İstismarının Sonuçları
Çocuklarda cinsel istismar önemli bir halk sağlığı sorunudur ve gerek
kısa dönemde gerekse uzun dönemde birçok olumsuz sonuçlara yol
açmaktadır. Uzun dönemde gözlenen olumsuz sonuçlar için ise tek bir
sendromdan söz etmek olası değildir ve cinsel istismar bir grup bozukluk
için risk etmeni olarak kabul edilmektedir.
Kaygı bozuklukları cinsel istismara uğrayan çocuklarda kısa süre içinde
ortaya çıkabilmektedir. Uyku bozuklukları, kabuslar, fobiler, psikosomatik
yakınmalar ve korku tepkileri, yüksek kaygı düzeyi, dikkat eksikliği ve
hiperaktivite bozukluğu, ikincil enürezis ve enkoprezis cinsel istismar
kurbanlarında sıklıkla gözlenen durumlardır (Eliot, Peterson, 1993). Ayrıca,
cinsel istismara uğramış çocuklarda davranışsal olarak öfke tepkileri, zayıf
dürtü kontrolü, karşı olma, karşı gelme bozukluğu da gözlenebilmektedir.
Cinsel istismar geçmişi olan çocuklarda özellikle yüksek oranda
depresyon gözlenmekte ve çocuğun benlik saygısında ciddi hasarlar
meydana gelebilmektedir. İntihar düşünceleri ve girişimlerine de sıkça
rastlanmaktadır. Ayrıca, disosiyasyon, ruhsal travmaya karşı ilkel bir
112
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
savunma olarak kabul edilmektedir. İstismarın erken döneminde, amnezi
ve benzeri durumlar gözlenebilmektedir.”
Yapılan çalışmalar erişkin yaşta başlayan majör depresyonun çocuklukta
meydana gelen cinsel istismarla ilişkisini ortaya koymaktadır (Weiss ve
ark., 1999).
Bunun beraberinde cinsel taciz öyküsü olan kadınlarda daha erken
başlangıçlı cinsel yaşam, ergenlik çağında gebe kalma oranında artış,
korunmasız cinsel ilişki ve cinsel yolla bulaşan hastalıkların görülme
sıklığında artış olduğu saptanmıştır (Fergusson ve ark., 1997).
Çocuk Cinsel İstismarını Önleme
Çocuk cinsel istismarı toplumca kabul edilmesi zor olan bir konudur
ve ne yazık ki bundan ötürü ortaya çıkarılması da oldukça zordur.
Bunun beraberinde istismarcı grup için belirli ve net bir şey söylemek de
mümkün değildir. Çocuklara yönelik cinsel istismar birçok kişi tarafından
uygulanabilir; anne, baba, üvey anne veya üvey baba, kardeş, akraba gibi
çocuğun yakınlarından olabileceği gibi yabancı kişiler de olabilmektedir
(Topçu, 2009).
Diğer bir zorlayıcı nokta ise tanılamadır. Cinsel istismarın
tanılanmasında fizik muayene önemli bir rol oynamaktadır. Ancak, istismar
olgusu her zaman şiddetli fiziksel temas içermeyebilir; olay okşama veya
oral temas şeklinde olabilir veya herhangi bir fiziksel temas uygulanmadan
gerçekleşmiş olabilir (Karan, 2001). Bu noktada fizik muayene de tek başına
nadiren tanı koydurucu olabilmektedir (Giardino ve Finkel, 2005).
Ayrıca, vakanın bildirilmesi ve gerekli yerlere başvurulması kadar, vaka
gerçekleştikten sonraki müdahale sürecinde tanı koymanın dahi sancılı
olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, çocuk cinsel istismarının
ehemmiyeti karşısında en önemli hareket noktasının önleme çalışmaları
olduğu görülmektedir.
Önleme çalışmalarındaki temel amaç, olayın gerçekleşmesini ve zararın
ortaya çıkmasını engellemek veya bireyin göreceği zararı minimum düzeyde
tutmaktır. Bu amaç doğrultusunda yapılan çalışmalar bilgilendirme,
tutum ve davranış değişikliği yaratma ve/veya sosyal becerilerin gelişimini
sağlamak yönünde olmaktadır.
Çocuk cinsel istismarına yönelik olarak yapılan önleme çalışmalarına
baktığımızda ise çalışmaların birincil, ikincil ve üçüncül düzeyde çalışmalar
olarak ayrıldığını görmekteyiz.
Birincil düzey önleme çalışmaları özellikle okullarda yürütülmektedir.
Çocukların istismara maruz kalma olasılıklarına karşın bilgilendirilmelerini;
Psikoloji Çalışmaları
113
konu hakkında bilgi ve beceri açısından yeterlilik kazanmalarını
içermektedir (Çeçen, 2007).
İkincil düzey çalışmalar toplumsal bazda yapılan çalışmalardır. Cinsel
istismar açısından risk faktörlerinin ve risk altındaki grupların belirlenmesi,
cinsel olarak istismar edilen çocuğun sistem içerisinde yaşadığı güçlük
ve stres kaynaklarının giderilmesi, güvenliğinin sağlanması, çocuğun
korunması ve güçlendirilmesi için gereksinim duyulan yasal ve sosyal
düzenlemeleri kapsayan çalışmalar ikincil düzey çalışmalar kapsamında yer
almaktadır (Çeçen, 2007). Bu düzeydeki çalışmalar bir bakıma kamuoyu
oluşturmaya, toplumsal farkındalık yaratmaya yönelik çalışmalardır.
Üçüncül düzey çalışmalar ise istismar olgusunun gerçekleşmesinden
sonraki çalışmalardır. Cinsel olarak istismar edilen çocukta ortaya
çıkabilecek kısa ve uzun süreli etkilerin azaltılmasına yöneliktir (Çeçen,
2007). Daha çok klinik düzeyde iyileştirici çalışmaları içermektedir.
Çocuğun yaşadığı mağduriyetten minimum zararla kurtulmasını
amaçlamaktadır.
Diğer birçok risk olgusunda olduğu gibi çocuk cinsel istismarı alanında
da birincil düzey önleme çalışmaları önem arz etmektedir. Cinsel istismar
vakalarında, gerek kısa dönemli gerek uzun dönemli sonuçları bağlamında
çocuk hemen hemen bütün gelişim alanlarında ciddi anlamda zarar
görmektedir. Konuya sistemsel olarak baktığımızda istismarın sonucu
olarak çocuğun cinsel ve beraberinde fiziksel, ruhsal ya da sosyal açıdan
zarar görmesi, sağlık güvenliğinin tehlikeye girmesi nedeniyle yalnız
çocuğu değil, aileleri, toplumu, sosyal kuruluşları, yasal sistemleri, eğitim
sistemini ve iş alanlarını da etkilediğini görebilmekteyiz (Taner ve Bahar,
2004; Akduman ve ark., 2005; Ovayolu ve ark., 2007). Bu gerçeklik bile
çocuğa yönelik cinsel istismarın bireysel ve aynı zamanda toplumsal bir
sorun olarak ele alınmasını; bu alanda en uygun ve etkili birincil önleme
çalışmalarına ağırlık verilmesini gerekli kılmaktadır.
Yurt dışında yürütülen birçok birincil önleme programı, okul temelli
önleme programı olarak tercih edilmektedir.
Okul temelli önleme programları çocuğun yanı sıra aile ve öğretmenleri
çalışmalara katabilme olanağı vermekte; bu gruplara ulaşabilmenin en kısa
ve kolay yolunu sunmaktadır (Linney, 1989, Rispens ve ark., 1997, Faggiano
ve ark., 2008). Geniş kitlelere ulaşabilme imkanı tanımasının beraberinde
hedef kitleye yönelik yapılacak çalışmaların sistematik olmasına da olanak
tanımaktadır.
Önleme çalışmalarında süreklilik sağlanamadığı taktirde başarısızlık
kaçınılmaz olmaktadır. Anlık etkinlikler ve kampanyalar başarılı
olamamaktadır. Kültürel faktörlerin göz önünde bulundurulması ve
114
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
kültüre uygun mesajların seçilmesi de önleme çalışmalarında önemlidir.
Bu açıdan ele aldığımızda da okul sistemi en uygun destek mekanizması
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şekilde, okullar kültürel şekillenmeyi
sağlayabilecek; aileler ve okullarda öğretmenlerin eğitim programlarına
dahil edilmesiyle süreklilik korunabilecektir.
Ayrıca, yapılan çalışmalar erken çocukluk döneminde alınan cinsel
eğitimin cinsel istismara uğrama olasılığını eğitim almayan kesimle
karşılaştırıldığında yarı oranında düşürdüğüne dikkat çekerek (Gibson,
Leitenberg, 2000) okul temelli çalışmaların işlerliğine dair düşünceyi
desteklemektedir.
Genel olarak, çocuklara yönelik hazırlanan önleme programları
incelendiğinde ise şu belirgin temalara yer verilmektedir ve programlar bu
temalar üzerinden şekillenmektedir (Taal, Edelaar, 1997).
•
İstismar riski içeren durumların belirlenmesi
•
Durum karşısında uygun, koruyucu tepkilerin verilmesi
•
İstismara maruz kalındıysa güvenilir bir yetişkine durumun
anlatılması
Bu özellikleri içeren ve çocuklara yönelik olarak hazırlanmış
programlara “Feeling Yes Feeling No” (Hazzard, Kleemeier&Webb, 1990)
ve “Child Assault Prevention Project” (Binder, McNiel, 1987) örnek
olarak gösterilebilir. Bu iki programdan yola çıkarak cinsel istismara dair
riskli durumlarda çocuğun kullanabileceği kendini koruma becerilerini
geliştirmek amacıyla oluşturulmuş olan “Right to Security” adlı önleme
programı da benzer özellikleri taşıyan diğer bir programdır (Taal, Edelaar,
1997).
“Child Assault Prevention Program”ın değerlendirme sonuçlarına
bakıldığında, çalışmanın çocukların konuya ilişkin bilgilerinde 8-9 yaş
grubunda %48’ten %59’a; 11-12 yaş grubunda %55’ten %68’e artış olduğu
görülmüştür (Krivascka, 1992).
Önleme programlarındaki diğer önemli nokta ise koruyucu becerilerdir.
Bu beceriler kapsamında kişinin durumun onun kontrolü altında olduğu
duygusunu içeren koruyucu belirtilere yer verilir (Taal, Edelaar, 1997).
Bu, karşıdaki kişinin cinsel menfaatlerinden kendisini koruyabilmesi ve
kişinin davranışı karşısında karşıya tepki gösterebilmesi açısından önem
arz etmektedir.
Belirtilen temalar üzerinden şekillenen ve kazandırılacak becerilerin
bu doğrultuda belirlendiği önleme programlarının etkili olduğu
söylenebilmektedir (Hazzard, Kleemeier&Webb, 1990, Krivascka, 1992,
Van Ham, Vos, 1993).
Psikoloji Çalışmaları
Okul Temelli Cinsel
Önlenmesindeki Rolü
Eğitim
ve
Cinsel
115
İstismarın
Sağlıkla ilgili davranışlar ve tutumlar yaşamın ilk yıllarında oluştuğu
için çocukluk dönemlerinde verilecek eğitmler kritik bir öneme sahiptir
(Faggiano ve ark., 2008). Çocuk cinsel istismarındaki artış ve halen belirgin
önleme ve müdahale stratejilerinin olmayışı okullarda verilmesi gerekli
olan cinsel eğitimi daha da önemli kılmaktadır.
Öğretmenlerin okul ortamında çocukları gözlemleme, mevcut davranışları ile geçmiş davranışlarını karşılaştırma ve davranışlarda meydana
gelen değişimleri akranlarıyla karşılaştırma imkanları bulunmaktadır. Bunun beraberinde, çocukların gün içindeki zamanlarının büyük bir kısmını
okulda geçirdiği göz önünde bulunulursa öğretmenlerin çocuk istismarının fark edilmesi ve önlenmesinde önemli bir konuma sahip olduğu kaçınılmaz olmaktadır (Baginsky, 2003).
Çocuk cinsel istismarı konusunda artan toplumsal farkındalık ise
özellikle Kuzey Amerika ülkelerinde cinsel istismarın önlenmesine yönelik
programların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır (Boles, 2003). Küçük
yaşlardan başlayarak uygulanan programlarda bireylerin cinsel istismara
karşı uyanık, bilinçli ve donanımlı olmalarının sağlanması hedeflenmektedir.
Özellikle gelişmiş ülkelerde cinsel istismardan korunabilmeleri ile ilgili
olarak farklı isimler altında (örn; kişisel güvenlik ya da iyi dokunuş kötü
dokunuş gibi eğitim programları) okul temelli beceri eğitimi programları
uygulanmaktadır (Çeçen, 2007).
Özellikle cinsiyet ve cinsel kimlik hakkında yeterli bilgiye sahip olmama,
cinsel yaklaşımların anlamlarını doğru şekilde algılayamama, farklı tipte
dokunmalar arasında ayırım yapamama gibi nedenler ve istismarı ifade
etme becerilerinden yoksun olma çocukların cinsel istismara maruz
kalmalarına neden olmaktadır (Topçu, 2009). Bu nedenlerden ötürü, okul
temelli cinsel istismardan korunma programları ve cinsel eğitimler pek
çok farklı şekilde düzenlenmesine ve uygulanmasına karşın hemen hemen
tamamında ortak olan temalar bu yöndedir. Bu temalar; uygun olmayan
yetişkin davranışı, yetişkin tarafından herhangi bir şey vaat edildiğinde
ya da hediye verilmek istediğinde direnç gösterme, ortamdan çabucak
ayrılabilme ve olayı güven duyduğu birine söyleme, olayı gizlememe ya da
saklamamaktır (Conte, Rosen ve Saperstein, 1986, Akt:Çeçen, 2007).
Okul Temelli Cinsel İstismarı Önleme Programları
Cinsel istismar vakalarında dört temel tepki söz konusudur. Problem
çözme, durumdan/çatışmadan kaçınma, durumla mücadele etme, karşı
koymaya çalışma ve soruna boyun eğme görülen tepkilerdir (Taal, Edelaar,
1997). Durumdan kaçınma, çocuğun istismarcıdan hızla ya da gizlice
116
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
kaçması anlamına gelmektedir. İstismarcıyla mücadelede, çocuğun vurma,
ısırma, tekmeleme, yumruklama gibi fiziksel olarak verdiği tepkiler söz
konusudur. Duruma boyun eğme ise çocuğun karşıdaki kişiye müsamaha
göstermesi ve ayn zamanda cinsel isteklerini karşılamasıdır. Bunlar arasında
boyun eğme stratejisi dışındakiler doğrudan ya da dolaylı olarak çocuğun
durumu reddetmesi, karşı koyması vardır. Ancak çocuğun karşı koyabilmesinin
beraberinde güvenliğinin sağlanmış olması da önemli bir noktadır. Örneğin,
karşı koymak doğrudan bir reddetme davranışıdır, buna karşın istismarcının
fiziksel olarak çocuğa üstünlük kurması ve zarar vermesi de olasıdır.
Önleme eğitim ve programları tek bir amaçtan daha geniş kapsamlı
programlara kadar çeşitlilik göstermektedir. Programlarda özellikle
öğrencilerin sosyal becerilerinin zenginleştirilmesi amaçlanmaktadır.
Fakat pek çok program bilgi alışverişi üzerine yoğunlaşırken cinsel yaşam
konusunda olumlu davranış geliştirmeyi gözardı etmektedir (Whitehouse
ve McCabe, 1997). Genel çerçeveden baktığımızda ise amaçları şu şekilde
belirtebiliriz (Krivacska, 1992):
1. Herhangi bir cinsel çatışmada çocuğun kontrol duygusunu
güçlendirmek.
2. Çocuğun bağımlı olduğu veya karşısındakiyle bir bağının
olduğu durumlarda dahi problem çözme ve kaçınma gibi ret
etme becerilerini geliştirmek.
3. Güvenli korumanın mümkün olduğu konusunda çocuğun
inancını korumak.
Programların amaçlarına ulaşılmasında ve işlerlik kazanabilmesindeki
diğer etken nokta ise anne ve babalardır. Cinsel eğitime, önleme
programlarına ve etkilerine yönelik olarak da tartışmaların birçoğu
cinsel eğitimdeki birincil sorumluluğun anne ve babaya ait olduğuna
dikkat çekmektedir (Acer, 2005). Anne ve babanın konu hakkındaki
farkındalığı ve cinsel eğitim sürecinin temel bir parçası olmaları cinsellikle
ilgili konuları çocuklarıyla daha gerçekçi ve rahatsızlık hissedilmeden
tartışmalarına olanak sağlayacaktır (Acer, 2005). Böylelikle olası bir
istismar olgusuna karşı çocuğun ve ailenin farkındalığını arttıracak ve/veya
istismar gerçekleşmişse çocuğun gizlemesine engel olacak, paylaşımına
olanak tanıyacak; çocuk ifadelendiremeyecek olsa da ailenin işaretleri
yakalamasına yardımcı olacaktır.
Anne ve babanın okul bünyesinde gerçekleştirilen cinsel eğitim ve
önleme programlarını desteklemesi de ayrıca önem taşımaktadır. Anne ve
babaların okullarda uygulanan cinsel eğitim programlarını desteklemeleri
neticesinde okul ve aile arasında işbirliği kurulabilecek ve bu da programın
niteliğini daha da arttıracaktır.
Psikoloji Çalışmaları
117
Okul Temelli Cinsel Eğitimin Yararları21
Cinsel eğitimin bireysel ve toplumsal pek çok yararı olduğu göz ardı
edilmemelidir (Çalışandemir, Bencik ve Artan 2008). Bunlardan bazıları:
•
Cinsel eğitim sayesinde çocuk kendi bedenine ve karşı cinsin
bedenine saygı duymayı öğrenir. Bu durum çocuğun ileriki
yaşantısında kendi cinsiyetindekilerle ve karşı cinsten kişilerle
sağlıklı, düzeyli ilişkiler kurmasına neden olur.
•
Çocuğun kendi bedenini ve özelliklerini tanıması, kendine
güvenini arttıran bir özelliktir.
•
Cinsel gelişim ile ilgili bilgileri erken yaştan itibaren alan ve
bu anlamda sağlam temeller oluşturan kişi, bedenine karşı
sorumluluklarını bilir.
•
Cinsel eğitimi aşama aşama ve yaşına uygun olarak alan birey
sonraki yaşamında karşı cinsle kurduğu ilişkilerde dengeli olur
(Tuzcuoğlu, Tuzcuoğlu, 2004).
•
Çocuğa verilen doğru bilgiler sayesinde çocuklar kendilerine
güven konusunda daha başarılıdırlar. Bu duygu sayesinde
girişkenlikleri artar, daha kolay ilişkiler kurabilirler ve daha
başarılı olabilirler.
•
Ergenlik döneminde bedensel değişiklikler konusunda
bilgilendirilen çocuklar farklılaşmalarını daha çabuk
kabullenirler, değişim karşısındaki endişeleri ve kontrolsüzlük
duyguları azalır.
•
Doğru bilgilerle donanmış kişi, cinsellik hakkında duyduğu
yanlış bilgileri kolaylıkla reddeder.
•
Bilgili kişiler arkadaşlarının uygunsuz teklif ve baskılarına
direnmekte daha başarılıdırlar (Taşçı, 2003). Ayrıca
çocuklar cinsel istismara karşı koyabilme konusunda da
bilgilendirildiklerinde birçok istismar olayı önlenecektir
(Çokar ve Ortaylı, 2003).
Her ne kadar erken dönem cinsel eğitim ve önleme programlarının
uygun olup olmadığında dair şüpheler söz konusu olsa da yapılan birçok
araştırma çalışmaların olumlu sonuçlar verdiği yönündedir. “Child Assault
Prevention Program”ın değerlendirme sonuçlarına bakıldığında, çalışmanın
çocukların konuya ilişkin bilgilerinde 8-9 yaş grubunda %48’ten %59’a; 1112 yaş grubunda %55’ten %68’e artış olduğu görülmüştür (Krivascka, 1992).
Bunun beraberinde, Rispens ve arkadaşlarının 1997’de yapmış oldukları
2
Bu bölüm Çalışandemir, Bencik ve Artan (2008)’ın çalışmasından alınmıştır.
118
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
çalışmanın sonuçlarına göre eğitimlerin etkililik düzeylerinin çocuğun
yaşıyla ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır. 6 yaş öncesinde eğitim alan çocukların
daha sonraki yaşlarda eğitim alan çocuklara oranla eğitim ve programlardan
daha çok yararlandıkları tespit edilmiştir (Rispens ve ark., 1997).
Cinsel eğitimlerde ve önleme programlarında cinsel istismara
ilişkin kavramlara dair bilgilendirme ve kendini koruma becerilerinin
geliştirilmesine yer verilmesinin bu çalışmaların amacına ulaşmasında
uygunluk sağladığı belirtilmektedir (Rispens ve ark., 1997).
Yapılan araştırmalar ve incelemeler sonucunda ülkemizde cinsel
eğitimin hak ettiği yere kavuştuğu söylenemez. Oysa çocuğun kendisini,
kişiliğini, duygularını, bedenini, karşısındaki insanları tanıması, sevmesi
ve saygı duymasından başlayarak sayısız yararları olacağı göz ardı
edilmemelidir. Bu noktada, cinsel eğitimin sağlanması sonucunda elde
edilecek kazanımlar hem bireysel hemde toplumsal bazda olacaktır.
SONUÇ
Çocuk cinsel istismarının önemli bir halk sağlığı sorunu olduğu göz
ardı edilmemeli ve uzun dönemde bir grup psikiyatrik bozukluk için risk
etmeni olduğunun altı çizilmelidir. Bu noktada cinsel istismarı ortadan
kaldırmanın en etkin yolu oluşmasını önlemektir. Bu nedenle, önlemeye
yönelik programların geliştirilmesini sağlamak önemlidir. Çocuklara
yönelik bu programlar, olası istismar durumlarını tanımalarını, uygun bir
yolla tepki göstermelerini ve böyle bir durumda güvendikleri bir erişkine
olayı anlatmalarını hedeflemelidir.
Konuya ilişkin gerekli bilgilerin elde edilmesi ve koruyucu etmenlerin
belirlenmesi sonrasında önleme çalışmalarına ağırlık vermek her zaman
için çok daha büyük önem taşımaktadır. Özellikle birincil önleme
çalışmaları olmak üzere birincil ve ikincil önleme düzeyinde yer alan
çalışma ve programlara yaygınlık ve işlerlik kazandırılması önemli
görülmektedir. Erken çocukluk dönemindeki çocuklara ve ailelerine ulaşım
imkanı veren okullarda yürütülecek programların ayrıca bir önem taşıdığı
düşünülmektedir. Okullar yoluyla daha geniş kitlelere, daha kısa sürelerde ve
sistematik bir biçimde ulaşılabilmektedir. Bu nedenlerden ötürü, konunun
ehemmiyeti karşısında gelişmiş ülkelerde önleme çalışmaları kapsamında
yer alan cinsel eğitim derslerine müfredatlarda yer verilmektedir.
Ancak göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta bulunmaktadır.
Çocuğa sağlanacak olan eğitimin amacı farkındalık kazanmasına yönelik
olarak bilgi ve beceri kazandırmak olmalıdır. Çocukta kaygı ve korku
oluşturacak, yanlış ve olumsuz bir cinsellik algısına sebebiyet verecek
şekilde olmamalıdır.
Psikoloji Çalışmaları
119
Toplumsal açıdan bakıldığında ise istismar olgularının gizli kalmaması,
uygun kuruluşlara bildirimi, tedavi ve rehabilitasyonu çok önemlidir.
İstismar olgularının bildirimine imkan sağlayacak toplumsal farkındalığın
sağlanması, yasal düzenlemelerin yapılmış olması ve bunlara işlerlik
kazandıracak sosyal servislerin kurulması da ayrıca önem kazanmaktadır.
Çünkü bu imkanlar sağlandığında;
1. Bireyler etiketlenme, dışlanma korkusu yaşamadan yasal ve
sosyal yardım talep edebileceklerdir.
2. Yasal düzenlemelerin netlemiş olması hukuki yollara başvurmalarında cesaretlendirici olacaktır.
3. Sosyal servislerin varlığı hem olgunun bildirilmesi ve hukuki
süreçte hem de rehabilite sürecinde bireylere destek olacak,
yalnız olmadıklarını görmelerine imkan sağlayacaktır.
4. Olguların bildirilmesindeki artışın sağlanması, istismar vakalarını gerçekleştiren kişiler için bir nevi denetim mekanizması,
eylemlerine dair bir dış kontrol gücü olabilecektir.
Sonuç olarak, cinsel istismarı önleme programlarının programların
ortak bir amacı olmasına karşılık, en uygun yaklaşıma dair tek bir anlayış
yoktur. Buna karşılık, konunun ehemmiyeti noktasında okullarda erken
yaş döneminde başlayan cinsel eğitim uygulamaları, hatta bu eğitimlere
müfredatlarda yer vererek sistematikleştirilmesi gerekli görülmektedir.
Okullardaki eğitim ve önleme programlarına ailelerin dahil edilmesi
çalışmaların niteliğini arttırmada olmazsa olmaz bir unsurken eğitimcilere
ve çocuk bakım elemanlarına yönelik eğitimlerin de olması; diğer kurum
ve kuruluşlarla iş birliğinin kurulması programların işlerliği açısından
uygun olacaktır.
KAYNAKLAR
Acer, D. (2005). Okulda cinsel eğitim. Türk HIV AIDS Dergisi, 8(4): 130-134.
Akduman, G.G., Ruban, C., Akduman, B. ve Korkusuz, İ. (2005). Çocuk ve cinsel
istismar. Adli Psikiyatri Dergisi, 3(1):9–14.
Baginsky, M. (2003). Newly qualified teachers and child protection: A survey of
their views, training and experiences. Child Abuse Review, 12, 119–127.
Bangert-Drowns, R.L. (1988). The effect of school-based substance abuse
education-a meta analysis. Journal of Drug Education, 18(3):243-263.
Binder, R.L., & McNiel, D.E. (1987). Evaluation of a school-based sexual abuse
prevention program: Cognitive and emotional effects. Child Abuse &
Neglect, 11:497-506.
Bolen, R.M. (2003). Child sexual abuse: Prevention or promotion? Social Work,
48(2), 174-185.
120
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Conte,J., Rosen, C., Saperstein L., ve Shermack (1985). An evaluation of a program
to prevent the sexual victimization of young children. Child Abuse &
Neglect, 9,319-328.
Çalışandemir, F., Bencik, S., Artan, İ. (2008). Çocukların cinsel eğitimi: Geçmişten
günümüze bir bakış. Eğitim ve Bilim, 33(150): 14-27.
Çeçen, A.R. (2007). Çocuk cinsel istismarı: Sıklığı, etkileri ve okul temelli önleme
yolları. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 4(1):1-17.
Eliot, A.J., Peterson, L.W. (1993). Maternal sexual abuse of male children. When to
suspect and how to uncover it. Postgrad Med., 94:169-172.
Faggiano, F., Vigna-Taglianti, F.D., Versino, E. ve ark. (2008). School-based
prevention for illicit drug use: A systematic review. Preventive Medicine,
46:385-396.
Fergusson, D.M., Horwood, L.J., Lynskey, M.T. (1997). Childhood sexual
abuse, adolescent sexual behaviors and sexual revictimization. Child
Abuse&Neglect, 21:789-803.
Gibson, L. ve Leitenberg, H. (2000). Child sexual abuse prevention programs:
Do they decrease the occurance of child sexual abuse? Child Abuse and
Neglect, 24, (9), 1115-1125.
Hafner, D. (2007). Çocuğunuzun Gelişen Cinselliği (Çev.: B. Küçükbakkal).
İstanbul: Optimist Yayınları .”
Hazzard, A.P., Kleemeier, C.P., & Webb, C. (1990). Teacher versus expert
presentations of sexual abuse prevention programs. Joumul of Interpersonal
Violence, 5:23-36.
İşeri, E. (2008). Cinsel istismar. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Temel Kitabı. Ankara:
Hekimler Yayın Birliği, 470–477.
Johnson, C.F. (2000). Abuse and neglect of children. In: Behrman RE, Kliegman
RM, Arvin AM (eds). Nelson Textbook of Pediatrics (16th ed). Philadelphia:
WB Saunders, 110-114.
Kara, B., Biçer, Ü. ve Gökalp, A. (2004). Çocuk İstismarı. Çocuk Hastalıkları ve
Sağlığı Dergisi, 47(2): 140-151.
Krivacska, J.J. (1992). Evaluation of the project “prevention sexual child abuse.” In
B. Rossen & J. Schuijer (Eds.), The sexual danger for children. Myths and
facts (pp. 304-322) Amsterdam: Swets & Zeitlinger.
Linney, J.A. (1989). Optimizing research strategies in the schools. In L. A. Bond
& B. E. Compass (Eds.). Primary prevention and promotion in the schools
(pp. 50-70). Newbury Park, CA: Sage.
Nurcombe, B. (2000). Child sexual abuse I: Psychopathology. J Psychiatry, 34(1):
85-91.
Ovayolu, N., Uçan, Ö. ve Serindağ, S. (2007). Çocuklarda cinsel istismar ve etkileri.
Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, 2(4): 13-22.
Psikoloji Çalışmaları
121
Öztop, D.B., Özcan, Ö.Ö. (2010). Cinsel istismar vakalarının sosyodemografik ve
klinik özelliklerinin değerlendirilmesi. Yeni Symposium, 48(4):270-276.
Polat, O. (2000). Çocuk istismarı. İstanbul: Adlî Tıp Dergisi Yayınevi, Yayın No:
290(2): 207–231.
Renteria, S.C. (2005). Sexual abuse of female children and adolescents-detection,
examination and primary-care. Ther Umsch; 62: 230–237.
Rispens, J., Aleman, A., Goudena, P.P. (1997). Prevention of child sexual abuse
victimization: A meta-analysis of school programs. Child Abuse&Neglect,
21(10):975-987.
Sürücü, S.M. (2009). 11-17 yaş orta düzeyde zihin engelli kız ergenlerin temel cinsel
bilgi ve cinsel istismarı algılamalarının belirlenmesi. Marmara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü Özel Eğitim Anabilim Dalı Zihinsel Engelliler
Öğretmenliği Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
Taal, M., Edelaar, M. (1997). Positive and negative effects of a child sexual abuse
prevention program. Child Abuse&Neglect, 21(4):399-410.
Taner, Y. ve Bahar, G. (2004). Çocuk istismarı ve ihmali, psikiyatrik yönleri.
Hacettepe Tıp Dergisi, 35: 82-85.
Topçu, S. (2009). Cinsel İstismar. Ankara: Phoenix Yayınevi.
Weiss, E.L., Longhurst, J.G., Mazure, C.M. (1999). Childhood sexual abuse as a
risk factor for depression in women: psychosocial and neurobiological
correlates. American Journal of Psychiatry, 156:816-828.
Yohalem, L.M.A., (1995). Why Do People With Mental Retardation Need Sexuality
Education? Associate Director Education, Planned Parenthood Of Greater
Northern New Jersey. SIECUS REPORT. 23 (4)
Psikoloji Çalışmaları
123
DENEYSEL BİR ŞİZOFRENİ MODELİ OLARAK SUBKRONİK
KETAMİN UYGULAMASININ EMOSYONEL VE BİLİŞSEL
DAVRANIŞLAR ÜZERİNE ETKİLERİ
THE EFFECTS OF SUBCHRONIC KETAMINE APPLICATION
ON EMOTIONAL AND COGNITIVE BEHAVIORS AS AN
EXPERIMENTAL SCHIZOPHRENIC MODEL
Temel Alper KARSLI1
ÖZET
Şizofreni birtakım bilişsel ve emosyonel işlev kayıplarıyla kendini gösteren ve
kötü prognozlu bir psikopatoloji tablosu olarak betimlenebilir (Reed & Squire;
1997, Salamé v.d.; 1998). Son yıllarda yapılan araştırmalar şizofrenide görülen
bazı bilişsel sorunların hastalığın bir sonucu değil nedeni olabileceği yönünde
kanıtlar sunmuşlardır. Günümüze kadar bir şizofreni hastasında endotipik
olarak görülen nöropsikolojik profilin altında yatan mekanizmayı açıklamak
için çeşitli hipotezler ortaya atılmıştır. Bu bağlamda kullanıldığı insan ve hayvan
çalışmalarında çeşitli şizofreni-benzeri semptomlara yol açtığı gösterilmiş bir
NMDA antagonisti olan ketaminin sistemik olarak uygulanmasının kapsamlı bir
şizofreni modeli oluşturmak için uygun bir zemin oluşturduğu öne sürülmektedir.
Zira, son yıllarda yapılan çalışmalar şizofreni hastalarının mekansal ve mekansal
çalışma hafızası işlevlerinde görülen çeşitli bozuklukların da şizofreni etyolojisi
bağlamında oldukça önemli, hatta endotipik, özellikler olduğu yönünde bulgular
sunmuştur (Goldman-Rakic; 1994, Glahn v.d.; 2003). Bu yöndeki bulgular göz
önünde alındığında şizofreniyi modellediğini iddia eden herhangi bir deneysel
uygulamanın seçici dikkat işlevlerinin yanı sıra şizofrenide mekansal ve mekansal
çalışma hafızasında görülen bozulmaları da demonstre etmesinin gerekli olduğu
görülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Şizofreni, çalışma hafızası, yüzme testi, Morris Su Labirenti
ABSTRACT
Schizophrenia can be described as a psychopathology with bad prognostic chart
that manifests itself in a number of cognitive and emotional dysfunctions (Reed &
Squire, 1997, Salamé et al., 1998). Recent research has provided evidence that some
cognitive problems seen in schizophrenia may not be a result of the disease. Several
hypotheses have been put forward to explain the underlying mechanism of the
neuropsychological profile endotemically seen in a schizophrenic patient as well as
the sun. In this context, it is suggested that the systemic administration of ketamine,
an NMDA antagonist that has been shown to cause various schizophrenia-like
symptoms in human and animal studies used, provides a suitable basis for a
1 Dr. Öğr. Üyesi, Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü, alperkarsli@
bartin.edu.tr
124
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
comprehensive model of schizophrenia. Recent studies have shown that various
disorders of schizophrenia’s spatial and spatial memory functions are important,
even endotypical, features in the context of schizophrenia etiology (GoldmanRakic, 1994, Glahn et al., 2003). In view of these findings, it is seen that any
experimental application that claims to model schizophrenia should demonstrate
the disturbances seen in the spatial and spatial memory of schizophrenia, as well
as selective attention functions
Keywords: Schizophrenia, working memory, swimming test, Morris Water
Maze
GİRİŞ
Şizofreni birtakım bilişsel ve emosyonel işlev kayıplarıyla kendini
gösteren ve kötü prognozlu bir psikopatoloji tablosu olarak betimlenebilir
(Reed & Squire; 1997, Salamé v.d.; 1998). Son yıllarda yapılan araştırmalar
şizofrenide görülen bazı bilişsel sorunların hastalığın bir sonucu değil
nedeni olabileceği yönünde kanıtlar sunmuşlardır. Günümüze kadar
bir şizofreni hastasında endotipik olarak görülen nöropsikolojik profilin
altında yatan mekanizmayı açıklamak için çeşitli hipotezler ortaya
atılmıştır. Bu hipotezler arasında 1950’li yıllarda ortaya atılan ve 1980’li
yıllardan itibaren kabul görmeye başlayan psikotik bozuklukların
altında NMDAglutamerjik hipofonksiyonun yattığı görüşü en kapsamlı
açıklamayı getiren yaklaşım olmuştur (Olney & Farber; 1995, Gouchan v.d;
1998, Newcomer v.d.; 1999, Becker v.d.; 2003). Bu bağlamda kullanıldığı
insan ve hayvan çalışmalarında çeşitli şizofreni-benzeri semptomlara
yol açtığı gösterilmiş bir NMDA antagonisti olan ketaminin sistemik
olarak uygulanmasının kapsamlı bir şizofreni modeli oluşturmak için
uygun bir zemin oluşturduğu öne sürülmektedir. Literatüre baktığımızda
şizofreni araştırmalarında en sık biçimde kullanılmış olan iki davranış
modelinin latent ihhibisyon ve pre-puls ihhibisyon olduğunu görüyoruz,
ki bu modellerin başlıca amacı bir insan ya da hayvanın sensori-motor
kapılama işlevindeki olası bozulmaları yansıtmak olarak nitelendirilebilir
(Vaitl v.d. ;2002 ,Becker v.d.; 2003). Başka bir ifadeyle uzunca bir süredir
kullanılmakta olan şizofreni modelleri şizofreni hastalarında görülen seçici
dikkat ve uyaran filtrelemesi ile ilgili sorunlara odaklanmıştır. Ancak, son
yıllarda yapılan çalışmalar şizofreni hastalarının mekansal ve mekansal
çalışma hafızası işlevlerinde görülen çeşitli bozuklukların da şizofreni
etyolojisi bağlamında oldukça önemli, hatta endotipik, özellikler olduğu
yönünde bulgular sunmuştur (Goldman-Rakic; 1994, Glahn v.d.; 2003). Bu
yöndeki bulgular göz önünde alındığında şizofreniyi modellediğini iddia
eden herhangi bir deneysel uygulamanın seçici dikkat işlevlerinin yanı sıra
şizofrenide mekansal ve mekansal çalışma hafızasında görülen bozulmaları
da demonstre etmesinin gerekli olduğu görülmektedir.
Psikoloji Çalışmaları
125
Şizofreni ve Şizofreninin Etyolojisi
Şizofreni, genel olarak, giderek ağırlaşan sanrılar, düşünce bozuklukları
ve dezorganize davranışlar gibi çeşitli semptomlar ile kendini belli eden
bir hastalık tablosu olarak tarif edilebilmektedir (Carter, vd.; 1994, Adler
v.d.; 1999). Literatürde, şizofreni ilk kez bir hastalık olarak 1865’te Morel
tarafından genel anlamda tanımlanmış ve 1870’lerde ise Kahlbaum
tarafından katotoni ve heberfreni tabloları olmak üzere iki ayrı hastalık
olarak ele alınmıştır. Kraeplin ise bu tanıma paranoid demans ve “erken
bunama” (dementia preacox) olarak adlandırdığı iki ayrı sınıflandırma
biçimi eklemiştir. Bu dönemde “şizofreni” spesifik ölçütlere dayalı
bir ayrım veya genel bir etyolojik model(ler) gözetilmeden tüm akıl
hastalıklarını kapsayan genel bir tabiri olarak kullanılmıştır. “Şizofreni”
kelimesini yukarıda belirtilen semptomlar bütününü tanımlamak için ilk
defa Bleuler 1911 yılında kullanmıştır. Bleuler’e göre psikoz bireyin toplum
içindeki varlığının/işlevinin bozulmaya başlamasıyla karakterize olan
bir hastalık iken Freud şizofreniyi, veya genel olarak psikozu, ego ile dış
dünya arasındaki şiddetli bir çatışma hali olarak ele almıştır. Günümüzde
şizofreni kavramını, etyolojik anlamda, diğer psikozlardan ayıran çok net
bir sınır sözkonusu değildir. Pozitif semptomlar sanrılar, halüsinasyonlar,
düşünce ve muhakeme bozuklukları ve dikkat problemleri biçiminde
karakterizedirler ve dopamin reseptörleri üzerinden işlediği kabul edilen
tipik antipsikotiklerle yapılan tedaviye olumlu yanıt verirler (Gouchan
v.d.; 1998, Olney, Newcomer & Farber; 1999). Buna karşılık negatif
semptomlar ise duygusal küntlük, motivasyonel problemler, emosyonelsosyal geri çekilme, aloji ve anhedoni ile karakterize olurlar ve pozitif
semptomların aksine tipik antipsikotiklerle yapılan tedaviye direnç
gösterirler (Krystal v.d; 1994, Lahti v.d.; 1995, Bakshi & Geyer; 1995, Shiigi
ve Casey; 1999). Literatürde negatif semptomların frontal korteks ile ilgili
işlevsel bozukluklarla bağıntılı olduğu ifade edilmektedir (Vollenweider
v.d.; 1997, Jentsch v.d.; 1997, Duncan v.d.; 1998, Ahn v.d.; 2003). Son
yıllarda yapılan çalışmalar bu görüşü destekler mahiyettedir; çalışmaların
sonuçları negatif semptomlar ile hipofrontalite ve göreve özgü/duyarlı
(task-sensitive) bazı frontal lob problemlerinin bağlantılı olduğuna işaret
etmektedir (Park ve Holzman; 1995, Spindler v.d.; 1997, Glahh v.d.; 2003).
Şizofreninin, kültürden bağımsız olarak, tüm toplumlarda özellikle 1630 yaşları arasında başladığı bilinmektedir. Yetişkinlik döneminde de
görülmekle birlikte şizofreninin 35 yaştan sonra nadir olarak görülmekte,
40’lı yaşlardan sonra ise bu oran iyice azalmaktadır. Yine çok nadir olarak
görülmekle birlikte çocukluk döneminde de başlayabilmektedir. Şizofreni
araştırmaları hastaların yaklaşık %30’luk bir kısmının yaşamları boyunca
tek bir şizofreni dönemi geçirdiğini, diğer bir %30’luk dilimin ise şizofreni
dönemleri arasında normal yaşamlarına devam edebildiklerini fakat
126
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
yine yaklaşık %30’luk bir dilimin ise yaşamlarının tamamını hastalığın
belirtileriyle geçirmek zorunda olduğunu ortaya koymuştur (Krystal v.d.;
1994). Hepsi için ortak olan iki nokta ise hastalık dönemlerinde sağlıklı
oldukları döneme göre belirgin işlevsel sorunlar yaşamaları ve içinde
bulundukları yaşam koşulları daha stresli bir hale geldikçe belirtilerin
daha da şiddetlenmesidir(Glahn, 2003). Şizofrenide spesifik nöropatolojik
ve etyolojik süreçlerin saptanmasının ne denli karmaşık bir iş olduğu son
zamanlarda anlaşılmaya başlamıştır. Bu hastalığın heterojen yapısının
kendini hayli değişik biçimlerde göstermesi (tedaviye verilen yanıt ve
hastalığın seyri vb.) şizofreniye dair teorik modellerin oluşturulmasını
oldukça güçleştirmektedir (Olney & Farber; 1995, Newcomer v.d.; 1999,
Adler v.d.; 1999). Şizofren bireylerde gözlemlenen bu çeşitliliğin farklı
patofizyolojik mekanizmaların oluşumuna yol açan çoklu etyolojik
faktörlere bağlı olabileceği öne sürülmekte olduğu gibi tüm bunların kendini
bireylerin doğuştan gelen bünye farklılıklarına bağlı olarak belirginleşen
genel bir etyopatolojik sürecin sonucu 8 olabileceği de düşünülmektedir
(Olney & Farber; 1995, Farber v.d.; 1995, Karayiorgou & Gogos; 1997).
Şizofreniye özgü çeşitli patofizyolojik süreçleri belirlemekteki birtakım
zorluklara ve belirsizliklere karşın bazı tutarlı klinik gözlemler ampirik
yöntemlerle test edilebilecek modelleri kurmanın yollarına işaret etmektedir
(Newcomer v.d; 1999). Öncelikle sağlıklı bireylere devamlı biçimde
psikostimülan verilmesi ile psikotik semptomlar elde edilebilmektedir
(Gouchan v.d.; 1998). İkinci olarak ise şizofreni hastalarının önemli bir
kısmı normal bireylerde psikotik semptomlara yol açmayacak dozda bir
psikostimulan verilmesine, dopaminerjik sistemde bir aşırı duyarlılık
haline işaret eder bir biçimde, semptomların şiddetlenmesi ile yanıt
vermektedir (Malhotra v.d.; 1997). Üçüncü bir gözlem ise NMDA reseptör
antagonistlerinin sağlıklı bireylerde de şizofreni benzeri semptomlara yol
açması ve hastalığı kontrol altına alınmış olan şizofrenik bireylerde ise
semptomların yeniden canlanmasına neden olmasıdır (Ahn v.d.; 2003).
Dördüncü gözlem ise bu şekilde elde edilen şizofreni semptomlarının
ortaya çıkışının predispozisyonel bireylerde yaşamlarının doğal seyri içinde
ortaya çıkabilen şizofreni hastalığı gibi belirli gelişimsel dönemlere denk
gelmesidir (Farber v.d.; 1995, Glahn v.d.; 2003). Bu bağlamdaki beşinci bir
gözlem ise, şizofreni hastalarında hastalığın boylamsal düzlemde zamansal
sınırlamaları olmakla birlikte kendini pozitif ve negatif semptomlar ve
çeşitli bilişsel bozulmalarla belli eden ilerleyici karakterdeki bozulmaların
ortaya çıkışıdır (Salame v.d.; 1997). Belirtilen çerçevedeki altıncı bir gözlem
ise stres faktörünün hastalığı başlatıcı veya semptomları geri getirici bir rol
oynayabileceğidir (Olney, vd.; 1997).
Psikoloji Çalışmaları
127
Şizofreninin Etyolojisine İlişkin Başlıca Hipotezler
Nörogelişimsel Hipotez Şizofreninin patogenetiğinin altında çeşitli
nörogelişimsel faktörler yattığı kabul edilmektedir. Bu kabul ile hastalığa
özgü çevresel ya da genetik çeşitli patojenik süreçlerin hastalığın dışarıdan
gözlenebilen bir biçimde kendini göstermesinden önce var olduğu ve
hatta doğum öncesi ya da doğumdan hemen 9 sonraki dönemlerde ortaya
çıkabileceklerine işaret edilmektedir (Cannon v.d.; 1998). Psikiyatri
literatüründeki evlat edinme vak’aları ve ikizlerle yapılan çalışmalara
bakıldığında hastalığın genetik bir bileşeninin olduğu yönünde kuvvetli
bulgular olduğu görülmektedir, yine de tek yumurta ikizlerinden birinin
şizofren olduğu durumda dahi diğer ikizin aynı hastalığa yakalanma riskinin
ancak %30-50 arasında değiştiği göz önünde bulundurmalıdır (Karayiorgou
& Gogos; 1997). Bu durum bariz bir biçimde hastalığın ortaya çıkışını
etkileyen çeşitli epigenetik ve/veya çevresel etkenler olabileceğine dikkat
çekmektedir. Doğum öncesideki çeşitli viral enfeksiyonlar veya oto-immün
sistemden kaynaklanan çeşitli etkiler, beslenme yetersizliği, pre-natal
dönemdeki komplikasyonlar birbirinden bağımsız ya da birarada olarak
genetik yatkınlığı etkileyebilecek çevresel ve epigenetik etkenler arasında
sayılabilirler. Literatürde nörogelişimsel hipotezi destekleyen pek çok veri
mevcuttur. Şizofren bireyler üzerinde yapılan otopsi çalışmalarında beynin
hamilelik dönemi boyuna gelişmeye devam eden çeşitli bölgelerindeki
hücrelerde belirgin yapısal anormaliler saptanmıştır (Gouchan v.d.;
1998). Ayrıca, pek çok hastanın premorbid raporları hastalık öncesi
dönemde de bu bireylerde çeşitli sosyal, motor ve bilişsel işlev bozuklukları
olduğuna işaret etmektedir (Glahn v.d.; 2003). Hastalığın ortaya çıkışını
izleyen dönemde, bu döneme spesifik olduğu saptanan, herhangi bir
nörodejenerasyona rastlanılmaması da sinir sisteminin gelişim sürecinde
oluşmuş olan patofizyolojik süreçlerin şizofreni semptomlarının öncülü
olduğunun bir kanıtıdır.
Dopamin Hipotezi ve Sınırlamaları
Her ne kadar sinir sisteminin gelişimini etkileyen ilgili çeşitli süreçler
bireyleri şizofreniye predispozisyonel bir hale getirse de hastalığın “asıl”
başlangıcının ve seyrinin dopamin ile bağıntılı spesifik bazı nörokimyasal
süreçlerin bozulmasıyla karakterize olduğu gösterilmiştir (Williams &
Goldman-Rakic; 1995). İlk bakışta bu çok doğru bir ifade gibi görünse de
dopamin (DA) hipotezi hastalık sürecini bütünüyle açıklamakta yetersiz
kalmaktadır. Bu hipotezin ilk defa ortaya 10 atıldığı dönemlerde tipik
antipsikotik ilaçların terapötik dozları ile D2 reseptörlerine bağlanma
sıklığı arasında gözlemlenen yüksek korelasyon önemli empirik dayanak
idi. Güncellenmiş versiyonunda ise DA hipotezi ortabeyindeki ventral
tegmental alanda yer alan (VTA) dopaminerjik hücrelerdeki aşırı
128
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
faaliyetin psikotik semptomların oluşumunda birincil rolü oynadığını
öne sürmektedir (Kegeles v.d.; 2000). Öte yandan, mezokortikal DA
nöronlarının frontokortikal bölgelerdeki sonlanmalarında aşırı faaliyetin
ise umarsızlık, apati, mantık yürütmede güçlük (aloji) ve asosyallik gibi
“negatif ” semptomlardan sorumlu olduğu öne sürülmektedir (Joyce; 1993,
Lubow & De La; 2002). DA hipotezinin öne sürdüğü DA ile bağıntılı tüm bu
nörokimyasal dinamiklere karşın bu hipotezin yanıtlamakta yetersiz kaldığı
bazı belirgin noktalar vardır. Öncelikle, iddia edildiği tarzda bir dopaminerjik
faaliyet artışı tutarlı bir biçimde gösterilmiş değildir (Olney,vd.; 1999).
Ayrıca, fMRI gibi fonksiyonel görüntüleme çalışmalarında antipsikotiklere
yanıt veren ve vermeyen hastaların D2 reseptör yoğunlukları arasında
bir fark da saptanamamıştır, örneğin klozapin gibi son derece etkili olan
bazı atipik antipsikotiklerin D2 reseptörlerine bağlanma düzeyi oldukça
düşüktür (Tsai; 1995, Vollenweider v.d.; 1997, Breier v.d.; 1998).
Glutamaterjik Sistemin Hipofonksiyonu Teorisi
NMDA reseptör antagonistlerinin insanlarda şizofreni benzeri bir
psikoz hali yarattığı 1950’lerde fenisiklidin (PCP) verilen denekler
üzerinde yapılan ilk gözlemlerden bu yana biliniyor olmasına ve bu
yöndeki gözlemlerin PCP psikozunu şizofreni araştırmaları için ilginç bir
model olarak literatüre kazandırmış olmasına rağmen NMDA-glutamat
reseptörlerinin şizofreninin altında yatan temel mekanizmalardan
biri olabileceği ancak 30 yıl sonra Lodge ve arkadaşlarının NMDAglutamat reseptörlerinin blokajının PCP’nin bozucu etkilerinin altında
yatan 11 neden olduğunu gösteren güçlü kanıtlar sunmasından sonra
düşünülmüştür (Olney & Farber; 1995). NMDA reseptörlerinin bloke
edilmesinin en belirgin sonuçlarından biri glutamat ve asetilkolinin
fazla miktarda salgılanmaya başlamasıdır (Farber,vd.;1997, Ikonomidou;
1999). Bu uyarıcı nörotransmiterlerin aşırı salgılanmasının bir sonucu
olarak da post-sinaptik nöronlarda meydana gelen aşırı uyarılmanın
NMDA-reseptörlerinin hipofonksiyonu sonucunda ortaya çıkan bilişsel
ve davranışsal problemlerin altında yatan süreç olduğu iddia edilmektedir
(Krystal v.d.; 1994). NMDA reseptörlerinin hipofonksiyonu gerek genetik
ve gerekse çevresel etkenlerle yaşamın erken yıllarında oluşabilir ve daha
sonraki yıllarda, özellikle yetişkinlik ve genç yetişkinlik dönemlerinde,
psikozu başlatacak gerekli şartların uyarmasıyla yerleşmiş olan bu
mekanizma harekete geçebilir (Olney & Farber; 1995, Newcomer v.d.;
1999). NMDA reseptör antagonistlerinin yol açtığı psikoz halinin şizofreni
hastalığının yarattığı psikoz tablosuna ne ölçüde benzediği tartışılagelmiş
ise de NMDA reseptör antagonistlerinin yarattığı psikoz halinin teşhis
koymak anlamında “gerçek” şizofreni halinden ayırt edilmesinin oldukça
zor olduğu konusunda pek çok araştırmacı hemfikirdir (Gouchan v.d.; 1998,
Psikoloji Çalışmaları
129
Northoff v.d.; 2004). NMDA reseptör antagonistlerinin bazıları mk-801 gibi
yarışmacı (competative) bir mekanizma yoluyla NMDA reseptörlerini iyon
kanalının dışındaki glutamat tanıma bölgesinde bloke ederken ketamin gibi
diğerleri ise yarışmacı olmayan (noncompetative) bir mekanizma yoluyla
iyon kanalının içinde aynı işlevi görerek hipoglutamaterjik bir duruma yol
açmaktadırlar (Sakimura v.d.; 1995, Shiigi & Casey; 1999). Şizofrenide,
DA sistemindeki bozulmaya ilaveten NMDA reseptörlerindeki bir faaliyet
azalmasına, yani glutamerjik hipofonksiyona, işaret eden kuvvetli deliller
mevcuttur (Moghaddam v.d.; 1997). Bu konudaki ilk klinik çalışmalarda PCP
gibi NMDA antagonistlerinin şizofreni benzeri çeşitli davranışsal ve bilişsel
problemlere yol açtığı gözlemlenmiştir; bu yöndeki bulgular şizofreninin
altında yatan önemli faktörlerden birinin de NMDA hipofonksiyonu
olabileceği yönünde ilk ışığı 12 yakmıştır (Olney &Farber; 1998). Nitekim,
PCP ve, daha sonra, ketamin gibi NMDA antagonistleri kullanılarak
yapılan çalışmalar subanestetik dozda verilen ketaminin sağlıklı bireylerde
şizofreniye özgü pozitif ve negatif semptomların yanı sıra psikotiklerde
görülen bilişsel bozulmalara da yol açtığını göstermişlerdir (Lahti;
1995, Breier v.d.; 1998, Northoff v.d.; 2004). Ayrıca, ketaminin şizofreni
hastalarının semptomlarını şiddetlendirdiği ve hastalığın aktif olduğu
dönemlerde yaşananlara çok benzeyen halüsinasyon ve delüzyonlara yol
açtığı bilinmektedir (Krystal v.d.; 1994, Malhotra v.d..; 1996). Farmakolojik
açıdan ele alındığında, NMDA antagonistlerinin yukarıda anahatlarıyla
belirtilen psikomimetik etkilerinin NMDA reseptörlerine bağlanma
oranlarıyla açıklanabileceği görülmektedir. Örneğin yapılan bir çalışmada
ketaminin NMDA reseptörlerine σ-opiat reseptörlerine bağlandığından 10
kat daha kuvvetli bağlandığı gösterilmiştir, bu oran µ-opiat reseptörleriyle
karşılaştırıldığında ise 5 misli olmaktadır (Duncan v.d.; 1999). Ayrıca,
özellikle ketaminin monoamin taşıyıcı moleküllerinin zayıf bir inhibitörü
olduğu ve asetilkolinestrazı da zayıf bir biçimde inhibe ettiği bilinmektedir
(Duncan v.d.; 1997). Ketaminin psikomimetik etkileri nörogelişimsel
süreçle birarada ele alındığı ve şizofreninin ortaya çıktığı kritik gelişimsel
dönemler hatırlandığı zaman ortaya ilginç bir kesişim çıkmaktadır;
ketaminin psikomimetik etkileri çocuklarda elde edilememektedir,
yalnızca şizofreni semptomlarının ilk defa görülmeye başladığı geçergenlik ve yetişkinlik döneminden itibaren elde edilebilmektedir (Olney
&Farber; 1995). Ayrıca, ilginç bir biçimde, temel dinamikleri bilinmemekle
birlikte, ketamin başta olmak üzere NMDA antagonistlerinin nörotoksik
etkileri için de benzer bir durum söz konusudur (Elison; 1994). Tüm bu
bulgular dikkate alındığında şizofreni etyolojisine dair çeşitli açıklama
girişimleri içinde en kapsamlısının hipoglutamaterjik fonksiyon teorisi
olduğu görülmektedir.
130
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
NMDA- DA Etkileşimi
NMDA ve dopamin sistemlerinin birbirleriyle yakından bağlantılı
olduğu ve etkileşim içersinde çalıştıkları yönünde kuvvetli bulgular
vardır. Dopaminerjik işleyişe yapılan antagonistik müdaheleler NMDA
antagonistlerine bağlı olarak ortaya çıkan davranışsal faaliyetleri
azaltmaktadır (Hamamura v.d.; 1993). NMDA antagonistlerinin sistemik
olarak verilmesinden sonra nukleus akumbens ve medyal prefrontal
kortekste dopamin üretimi ve salıverilmesi artmaktadır (Moghaddam
v.d.; 1997, Williams ve Goldman-Rakic; 1998). NMDA antagonistleri
verildikten sonra mezolimbik ve mezokortikal dopaminerjik sistemlerde
dopamin salgılanmasında artış görülmekle birlikte aynı sıçanların kaudat
ve putamen bölgelerinde herhangi bir katekolamin değişimi meydana
gelmemektedir (Kegeles v.d.; 2000). İnsanlarda intraperitional (i.p) olarak
ketamin verildikten sonra striatumdaki dopamin salgılanmasında artış
olduğu gözlemlenmiştir (Jentsch v.d.; 1997, Duncan v.d.; 1998). In vivo
mikrodiyaliz ve PET çalışmalarıyla paralel bir biçimde sistemik olarak
verilen NMDA antogonistlerinin ortabeyindeki dopaminerjik ateşlemeyi
arttırdığı da bilinmektedir (Vollenweider v.d.; 1997). Ketaminle elde
edilen bu sonuçları destekleyici bulgular PCP’nin sistemik olarak enjekte
edildiği 7-14 gün boyunca NMDA-DA etkişileşimi üzerine çalışmalardan
gelmektedir; 7-14 gün boyunca sistemik olarak verilen PCP’nin
hayvanların prefrontal kortektslerindekli dopamin miktarını azalttığı
bulunmuştur (Shiigi &Casey; 1999). Maymunlarda bu etki, özellikle NMDA
antagonistlerinin yol açtığı bilişsel sorunlarla bağıntılı olduğu düşünülen,
dorsolateral prefrontal korteks ve prelimbik kortekse spesifiktir (Jentsch;
1997). Tüm bu bulgular birlikte ele alındığında NMDA hipofonksiyonunun,
şizofrenide yaygın bir biçimde görüldüğü üzere, prefrontal dopaminerjik
aktivitede değişimlere yol açabileceği görülmektedir.
NMDA Antagonistleri ve Görüntüleme Çalışmaları
Ketamin ve diğer NMDA antagonistlerinin fonksiyonel etkileri nispeten
iyi anlaşılmış olmasına rağmen beyin fonksiyonları üzerine olan etkileri,
özellikle de subanestetik dozlarda nasıl bir etkiye yol açtıkları, hakkında
çok az şey bilinmektedir. Bu konuda yapılan çalışmalar oldukça karmaşık
bir takım etkilere dikkat çekmektedir; sistemik olarak enjekte edilen
ketamin neokorteks ve talamustaki nöral ateşlemeleri bastırmaktadır,
öte yandan hipokampusteki nöronların ateşleme düzeyinde ise artışa
yol açmaktadır (Duncan v.d.; 1999). Diğer bazı çalışmalarda ise bu
bölgelerin yanı sıra amigdala ve hipokampuste ketamin verilmesinden
sonra ortaya çıkan epileptik nöbet benzeri tepkiler gözlemlenmiştir (Liu
& Moghaddam; 1995, Tso v.d.; 2004). 14 c-2-deoksiglukoz yöntemiyle
yapılan ölçümler anestetik dozdaki ketamin uygulamalarının hipokampus
Psikoloji Çalışmaları
131
ve entorinal korteksteki alım miktarını arttırırken medyal genikulat,
inferyör kolikulus ve frontokortikal alanlarda azalttığını göstermektedir
(Lahti; 1995, Duncan,vd.; 1998). Bu açıdan ele alınca sistemik ketamin
uygulamalarının hem uyarıcı hem de ketleyici faaliyetlere yol açabildiğini
görülmektedir. Psikomimetik etkilere yol açtığı bilinen subanestetik
dozda verilen ketaminin ise medyal frontal, ventrolateral/ orbital singulat
ve retrosplanyel korteks gibi limbik korteks alanlarında belirgin bir
biçimde etkili olduğu gözlemlenmiştir (Duncan v.d.; 1999, Tamminga
v.d.; 2000). Ayrıca, subanestetik miktarda verilen ketaminin hipokampal
formasyonun dentat girus, stratum lakunosum molekülare ve presubikulum
kısımlarında, talamik çekirdekler ve bazolateral amigdaladaki benzer
bir, faaliyet artışına yol açtığı gösterilmiştir (Duncan v.d.; 1998). Hayvan
çalışmalarından elde edilen bu verilerle insanlardan elde edilen bulgular
paralellik göstermektedirler; subanestetik dozda verilen ketamin anteryor
singulat korteksteki kan akışını hızlandırmakta ve şizofreni semptomları
ile bağıntılı bir biçimde prefrontal korteks ve anteryor singulat kortekste
18F-flurodeoksiglukoz alımı artmaktadır (Breier; 1997, Northoff v.d.;
2004). Bu bulgular bize aynı zamanda 15 ketamine bağlı olarak ortaya çıkan
ve/veya kuvvetlenen şizofreni belirtilerinin nöroanatomik temeli hakkında
da fikir vermektedir. 1.4. NMDA Antagonizmi ve Psikoz: İnhibisyon ve
Nörodejenerasyon Artmış olan glutamat ve asetilkolin (ACH) senteziyle
karakterize olan hipoNMDA halinin bu artışın süresinin uzunluğuna bağlı
olarak belirli postsinaptik nöronlarda geçici veya kalıcı bazı morfolojik
değişimlere yol açtığı gözlemlenmiştir (İkonomidou v.d.; 1999). Bulgular
NMDA reseptörünün hipofonksiyonu halinin uzamasının pek çok limbik
korteks bölgesinde kalıcı hasarlara yol açtığını göstermektedir. Kısa süren
hipo-NMDA hali özellikle posteryor singulat ve retrosplanyel korteks
bölgesindeki nöronların sitoplazmik organellerinde geri dönüşü olan
bir “iç boşalması” hali başlatırken bu hipo-NMDA halinin uzun sürmesi
durumunda ise kalıcı hasarlar ve nöron kayıpları meydana gelmektedir
(Horvath v.d.; 1998, İkonomidou v.d.; 1999). Aşırı uyarılma sonucu zarar
gören bu nöronların bir süre sonra hasara uğrayan nöronun konumuna
bağlı olarak psikoz semptomlarının başlamasına yol açtıkları düşünülebilir.
Deneyler, antipsikotiklerin yanı sıra GABA agonistleri, muskarinik
asetilkolin agonistleri, NMDA üzerinden işlemeyen glutamat agonistleri,
α-2 adrenerjik agonistler, 5-HT2a agonistleri de NMDA reseptör
antagonistlerinin yol açtığı hipofonksiyon halinin beyine verdiği hasara
neden olan mekanizmanın işleyişini durdurabildiğini göstermektedir
(Hodges v.d.; 1995, Farber v.d.; 1998). Bu yöndeki bulgular, nörotoksik
süreci idare eden nörokimyasal devre hakkında fikir vermektedir. NMDA
reseptör hipofonksiyonuna bağlı olarak oluşan psikozun farmakolojisi
üzerine yapılan çalışmalar önemli bir noktaya işaret etmektedir; glutamat
yalnızca bir uyarıcı transmiter olarak değil fakat aynı zamanda inhibisyon
132
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
düzeyinin önemli bir düzenleyicisi olarak da işlev görmektedir (Tso v.d.;
2004). Glutamat bu işlevini serebrokortikal ve limbik bölgelerdeki primer
nöronlara, bu bölgede biraraya gelerek inerve eden ana uyarıcı yolların
(hem glutamerjik hem de kolinerjik) faaliyetini inhibe etmek üzere
gabaerjik, serotonerjik ve noradrenerjik nöronlar üzerindeki NMDA
reseptörlerini tonik olarak aktive etmek suretiyle görmektedir (Duncan
v.d.; 1999). Kendine geribildirimde bulunan bir gabaerjik nöronun
üzerinde bulunan NMDA reseptörüne inhibitör bir kollateral göndererek
kendi ateşlemelerini düzenlemektedirler ve tüm şebekeyi kapsayacak bir
biçimde NMDA reseptörleri bloke olduğunda ya da hasarlandığında bu
durum inhibisyondan kurtulan ana uyarıcı yolların primer limbik korteks
nöronlarını aşırı uyarmasına neden olan bir disinhibisyon sendromuyla
sonuçlanmaktadır (Duncan v.d.; 1998, Olney; 1999). Yapısı ve sonuçları
bakımından “tükenmişlik sendromu” olarak da değerlendirilebilecek bu
durumun uzun bir süre boyunca devam etmesi ise şizofreni etyolojisi
açısından kritik bölgelerde bulunan nöronların ağır hasar alması ve/
veya ölümüyle sonuçlanmaktadır. Bir bakıma kortikolimbik devrelerdeki
düzensiz faaliyetlerin sonucu olarak zihinsel işlevlerde bozulmanın ortaya
çıkması biçiminde özetlenebilecek bu süreç şizofrenide gittikçe daha da
ağırlaşan negatif belirtilerin altında yatan dinamiği açıklamak adına verimli
bir model teşkil etmektedir. NMDA reseptörlerinin hipofonksiyonunun
hem NMDA reseptörlerinin hem de muskarinik kolinerjik reseptörlerin,
çoğu kez birlikte, işlev kaybına uğraması ve bu her iki sistemin de hafıza
işlevinin yürütülmesiyle ilişkili olmasından dolayı (Coyle v.d.; 1996)
şizofreninin ilk safhalarında ortaya çıkan bilişsel bozuklukları olduğu kadar
NMDA antagonistlerinin yol açtığı hafıza problemlerinin mekanizmasını
da anlamaya başlayabiliriz: Primer nöronlara sürekli olarak gelmekte 17
olan uyarıcı girdiler yeterince uzun bir süre boyunca devam ederse bu
durum primer nöronların önce hasar görmesi ve daha sonra da ölmesiyle
sonuçlanabilir, ki bunun bir sonucu da primer nöronların diğer nöronlara
uyarım göndermesinin kesilmesidir. Son aşamada ortaya çıkan tablo ise
şizofreni hastalarında görüldüğü biçimde gittikçe kötüleşen bir dağılma
durumu, tedaviye direnç gösteren negatif semptomlar ve ilerleme gösteren
bilişsel bozukluklardır.
Şizofrenide Bilişsel ve Emosyonel Sorunlar
Modern deneysel ve klinik psikoloji yaklaşımlarında birey bir bilgiişleme sistemi olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşıma göre birey içsel
ya da dışsal çevreden gelen bilginin işlendiği, depolandığı ve gerektiğinde
geri getirilmesi gibi işlevleri yerine getiren bir tür sistemdir (Gold &
Weinberger; 1995, Frith; 1996). Bu sistemin olağan işleyişi çerçevesinde
sisteme ulaşan uyaranlar duyusal bir iz bırakırlar; bu duyusal iz kısa süreli
Psikoloji Çalışmaları
133
hafızada filtrelenerek gerekli bilgiler seçildikten sonra hafıza izi biçiminde
saklanmak üzere uzun süreli hafızaya gönderilir (Bowen,vd.; 1995). İşleyişi
ana hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan bilgi-işleme sistemine dayanan
bilgi-işleme yaklaşımı depresyon ve şizofreni gibi çeşitli psikopatolojilerin
daha kapsamlı bir biçimde anlaşılması ve yeni sağaltım yöntemlerinin
geliştirilmesi adına verimli bir paradigma teşkil etmektedir. Şizofreninin
temelde bir bilgi-işleme sorunu olduğu yönündeki görüşler ise aslında 20yy.
başlarında, Bleuler ve Kreapelin’in bu yöndeki düşünceleri gibi, mevcutsa
da güvenilir nitelik ve nicelikte nöropsikolojk ve nöro-görüntüleme
çalışmalarının biriktiği 1980’li yıllara kadar geri planda kalmıştır (Morice
& Delahunty; 1996). Son yıllarda yoğunlaşan araştırmalarla birlikte
şizofreni hastalarında belirgin bir biçimde gözlemlenebilen bilişsel
sorunların aslında hastalığın bir sonucu değil nedeni olabileceği yönündeki
görüşler güçlenmiştir. 2.2. Şizofrenide Dikkat Sorunu Dikkat uyaranların
filtrelenmesi süreci olarak tarif edilebilir (Brenner, Hodel ve Roder; 1992).
Bir uyaran algı sistemine ulaştıktan sonra 150ms-2sn arasında değişebilen
bir süre boyunca duyusal kayıt sistemince uyarının tipine ve ilgili reseptöre
göre gerekli fiziksel özellikleri değerlendirilerek duyusal iz olarak saklanır
ancak uyaranın fiziksel özelliklerinden bir adım öteye geçip ne olduğunun
19 algılanması uzun süreli hafıza ve duyusal kayıt sistemleri arasındaki
eşgüdüme bağlıdır (Morice ve Delahunty; 1996, Guillerman v.d; 2001;
Oranje v.d.; 2002). Bilgi-işleme sürecinde önemli bir işlev olan seçici dikkat
ise hali hazırda duyusal kayıt sisteminde paralel işlemeye tabi tutulan
uyaranlardan organizma için önemli olanlarının seçilip kısa süreli hafızaya
aktarılmasını sağlar. Eğer uyaran ani ve şiddetli ise pasif dikkat, görevle
ilgili ve belirli bir anlam taşıyor ise aktif dikkat yoluyla bu seçilme işlemi
tamamlanır (Oranje v.d.; 2002). Şizofreni hastalarında belirgin dikkat
sorunları olduğu daha 1913 yılında Kreapelin tarafından bildirilmiştir.
Literatüre baktığımızda şizofreni hastalarının sayı dizilerini tekrarlama
veya odaklanmış dikkati ölçtüğü kabul edilen dikotik dinleme testi gibi
görevlerde normal bireylere kıyasla düşük bir performans sergiledikleri
görülmektedir (Silverstein, Matteson ve Knight; 1996). Aynı şekilde sürekli
dikkat gerektiren görevlerde ise normal bireylere göre çok daha fazla
uyaranı kaçırmaktadırlar. Şizofreni hastalarında nesneleri olduğundan
daha büyük ya da daha küçük algılamak gibi algısal sorunlar olduğu da
göz önünde bulundurulduğunda şizofrenideki dikkat sorunlarının dikkat
sürecinin duyusal kayıt ve filtreleme gibi erken safhalarından kaynaklandığı
düşünülmektedir (Silbersweig v.d.; 1995, Gold ve Weinberger; 1995, Vaitl
v.d.; 2002). Sonuç olarak ise mevcut filtreleme sorunu neticesinde gereksiz
veya ilgisiz çok fazla miktarda uyaran daha sonraki aşamalara geçerek
kısıtlı kapasiteli bilinçli dikkat ve kontrol sistemlerini meşgul etmektedir.
134
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Şizofrenide Çalışma Hafızası Problemleri
Yeni bilgi edinme ve onu zaman içinde tutabilme yeteneği öğrenme ve
hafıza kavramlarını tanımlar. Kısa süreli hafıza veya çalışma hafızası ise yeni
ya da uzun süreli hafıza deposundan çağrılan gerekli bilginin lazım olduğu
sürece “hatta tutulmasını” sağlar (Baddeley;1992). Yapılan araştırmalar
kısa süreli hafıza ve çalışma hafızası ile ilgili en önemli alanların pariyetal
korteks ve dorsolateral prefrontal korteks olduğunu göstermektedir (Gold
& Weinberger; 1995, Frith; 1996). Şizofrenide Hafıza Sorunu Hafıza
sorunlarının şizofreni hastalarının nörospikolojik profillerindeki en
belirgin unsurlardan biri olduğu artık kesin bir biçimde bilinmektedir. Başta
bu sorunun yalnızca şizofrenlerin öğrenme sürecindeki yaklaşımlarının
verimsizliğinden kaynaklandığı düşünülmekteydi, nitekim bazı
araştırmacılar şizofreni hastalarına öğrenilmesi gereken malzemeye uygun
bir öğrenme tekniği kazandırıldığında bu hastaların test aşamasındaki
tanıma performanslarının da düzeldiğini öne sürmüşlerdir (Brenner, Hodel
ve Roder; 1992, Bowen, Wallace ve Glynn; 1995). Daha kontrollü şartlar
altında yapılan sonraki bazı çalışmalar ise şizofrenideki hafıza sorunlarının
yalnızca yanlış öğrenme tekniklerini benimsemelerinden ibaret
olmadığını, aynı zamanda şizofreni hastalarının bazı basit algısal yargıları
içeren hatırlama görevlerini ve geri getirme süreçlerini de kapsayacak
biçimde geniş bir alana yayıldığını göstermiştir (Schroeder v.d.; 1996).
Çalışmalardan elde edilen bulgular şizofreni hastalarında çalışma hafızası,
mekansal hafıza ve emosyonel hafızada belirgin bozulmalar olduğuna işaret
etmektedir. Çalışma hafızası Baddeley’e göre (1992) bilgiyi belirli bir süre
boyunca geçici bir hafıza deposunda erişilebilir halde tutarak işlem yapma
becerisi olarak tanımlanabilir. Wisconsin kart ayırma testi gibi çalışma
hafızasını ölçmeye yönelik testlerde ortaya konduğu biçimde şizofreni
hastalarında çalışma hafızasında bozulma olduğu uzunca bir süreden
bu yana bilinmektedir (Brenner, Hodel ve Roder; 1992, Goldman-Rakic;
1994, Vollema, Geursten &Van Voost; 1995, Okada; 2001). Bu yöndeki
bulgulara göre çalışma hafızası ile ilgili sorunların aynıları tedavi görmeyen
şizofreni hastalarında da görüldüğü gibi bu hastaların hiçbir psikotik
belirti göstermeyen yakınlarında da görülmektedir (Park & Holzman;
1995, Carter, Robertson & Nordahl; 1996). Nörogörüntüleme çalışmaları
da şizofreni hastalarında hipofrontalite ve dorsolateral prefrontal sistemde
işlevsel anomalilerin yanı sıra bu hastaların prefrontal korteksinde
hücre gelişimi ve yoğunluğunda da anomaliler olduğunu göstermektedir
(Vollenweider v.d.; 1997, Tamminga v.d.; 2000, Northoff v.d.; 2004).
Şizofrenide Mekansal Hafıza Sorunu
İçinde yaşadığımız mekana dair bilginin kodlanması ve gerektiğinde
geri getirilebilmesi olarak tanımlayabileceğimiz mekansal hafıza günlük
Psikoloji Çalışmaları
135
yaşantımızı sorunsuz bir biçimde sürdürebilmemizi sağlayan temel
hafıza işlevlerinden biridir. Klinik ve deneysel çalışmaların gösterdiği
kadarıyla şizofreni hastalarında mekansal hafıza işlevleri de mekansal
çalışma hafızası gibi problemli bir yapıya sahiptir. Bu konuda yapılan
insan çalışmaları şizofreni hastalarının mekansal görevler içeren testlerde
normal bireylere kıyasla oldukça düşük bir performans gösterdiğine işaret
etmektedir. Örneğin şizofrenler kendilerine bir ekran aracılığı ile gösterilen
çeşitli kelimelerin yerlerini daha sonra bulmakta güçlük çekmektediler
(Rizzo v.d; 1995, Danion v.d.; 1996). Benzer bir şekilde mekansal kontekste
dair bilgilere göre hareket etmeleri gereken görevlerde normal bireylere
göre daha düşük bir performans sergilemektedirler (Dreher v.d.; 2000).
Mekansal çalışma hafızasında görülene benzer bir biçimde şizofreni
hastalarının hastalığın görülmediği yakınları da benzer mekansal hafıza
sorunları yaşamaktadır (Karayiorgou ve Gogos; 1997, Dreher v.d.; 2000).
Literatürde mekana dair bilginin içsel bir harita biçiminde kodlandığını
ve canlıların gerektiğinde bu içsel haritaya göre hareket ettiği yönünde
bulgular bulunmaktadır. Buna göre, bir içsel harita üç bileşenden
oluşmaktadır; ortamdaki nesnelerin yapısı, birbiriyle olan uzamsal ilişkileri
ve bu çerçeveye göre canlının bulunduğu konum (Kitchin; 1994, Bellezza;
1999). İçsel bir haritanın oluşturulabilmesi için farklı yapıların eşgüdüm
halinde çalışmaları gerekmektedir. Mekandaki nesnelerin ne olduğunu
ve konumlarını bildirerek tanıdık olanları saptamamız perirhinal korteks
tarafından yürütülen bir işlevdir, bu nesnelerin birbirine göre konumlanışı
ise hipokampus tarafından saptanmaktadır (Wilson & Tongegawa; 1997).
Canlının kendi konumunu saptamasının ise hipokampal yer hücreleri
tarafından sağlandığı düşünülmektedir (Bunsey & Eichenbaum; 1995,
Cain & Saucier; 1996). Buna göre, canlı herhangi bir mekanda hareket
halinde olduğunda bir yer hücresi faaliyete geçerek aksiyon potansiyeli
yaratmaya başlamaktadır. Canlı içinde dolaştığı mekanın merkez noktasına
yaklaştıkça hücrenin ateşleme hızı artmaktadır ve bu sayede kendisinin
ya da mekandaki herhangi bir nesnenin merkez noktaya göre konumu
saptayabilmektedir.
Morris Su Labirenti ve Mekansal Hafıza-Öğrenme Süreçleri
Morris su labirenti (Morris v.d., 1986) 20 yıldan fazla bir süreden beri
mekansal öğrenme ve hafıza araştırmalarında en yaygın olarak kullanılan
modeldir. Hipokampus, striatum, bazal önbeyin, serebral korteks gibi çeşitli
bölgelerin haraplanmasının MSL performansını olumsuz yönde etkilediği
bilinmektedir. Bu bağlamda MSL’ye çeşitli nörokognitif bozuklukların
ve olası tedavi yöntemlerinin değerlendirilmesinde oldukça sık
başvurulmaktadır. Standart bir MSL uygulaması hayvanın yüzdüğü esnada
kullanabileceği ipuçlarının olduğu bir odada renksiz ve kokusuz suyla
136
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
doldurulmuş ortalama 180cm çapında pleksiglas bir tank içinde yapılır.
Hayvan önceden belirlenmiş olan noktalardan sırasıyla suya bırakılır ve su
seviyesi altında kalan bir platformu bularak üstüne tırmanması beklenir.
Temel olarak deneğin üç farklı strateji kullanabileceği düşünülmektedir;
onu platforma ulaştıracağını bildiği bir takım hareketleri gerçekleştirebilir,
yakınlığa dayalı ipuçlarını kullarak platforma yaklaşabilir (yaklaşma
stratejisi) ya da dışsal bazı ipuçlarını kullanabilir (haritalama veya mekansal
strateji). Deneklerin bazı durumlarda bu stratejilerin ikisini veya hepsini
birden kullandığı bilinmektedir. Temel eğitim prosedürü gizli platformun
bulunması ve platform olmadan yapılan denemeden oluşur. Standart gizli
platformu bulma eğitimi her blokta başka bir noktadan başlanan 4 bloğu
içerir. Her başarılı denemeden sonra denek platform üzerinde ortalama
15 saniye kadar kalır ve süre dolmadan suya atladığı takdirde nazik bir
biçimde kuyruklarından yönlendirilerek tekrar platformun üstüne çıkması
sağlanır. Eğer denek 60 saniye içersinde platformu bulamazsa deneyci
tarafından platformun üstüne konulur. Çalışma hafızasına yönelik diğer
bir uygulamada ise platformun yeri her oturumda veya günlük olarak
değiştirilir. Tüm bu uygulamalarda dikkate alınan ana parametre deneğin
suya bırakılmasıyla platformu bulması arasında geçen zamandır.
Morris Su Labirenti (MSL) ve İlgili Beyin Yapıları
Yapılan çalışmalar hipokampus, striatum, neokorteks, bazal önbeyin ve
serebellum gibi yapıların MSL performansı ile doğrudan bağlantılı olduğunu
göstermektedir. Özellikle hipokampal formasyonun bütünlüğünün
mekansal öğrenmenin gerçekleşmesi için gerekli olduğu bilinmektedir,
diğer taraftan 26 navigasyonun ise daha fazla sayıda bölge ile ilgili olduğu
düşünülmektedir (Cain & Saucier; 1996). Genel olarak ifade etmek
gerekirse mekansal öğrenme birbiriyle bağlantılı çeşitli yapıların eşgüdüm
içersinde çalışmasına bağlı olarak cereyan etmektedir. Örneğin, talamik
lateral medullar laminanın haraplanması gizli ve açık platform bulma
görevlerinde performans kaybına yol açmıştır. Ayrıca mamiler cisimciğin
veya bazı durumlarda amigdala ya da rafe çekirdeğinin haraplanması da
benzer sonuçlar doğurmaktadır (Compton v.d.; 1995, Riekkinen, Sirvio ve
Riekkinen.; 1990, Santin v.d.; 1999). Diğer taraftan, mesela, rafe dorsalisin
haraplanması tek başına MSL performansını bozmaz fakat bazal çekirdek
lezyonlarının etkisinin artmasına neden olur. Yine benzer bir biçimde,
nukleus akumbensin haraplanması MSL performansını bozmaz fakat
mekansal bilginin konsolidasyon sürecini olumsuz yönde etkiler (Setlow
& McGaugh; 1998). Morris Su Labirenti ve Hipokampus MSL’nin özellikle
hipokampal işlevlere karşı duyarlı bir test olduğu bilinmektedir. Mekansal
öğrenme-hafıza süreçlerinin altında yatan “navigasyon becerisi”nin başlıca
nöral temeli olarak hipokampal yer hücreleri öne sürülmüştür. Öte yandan,
Psikoloji Çalışmaları
137
öğrenme fazında hipokampusu inaktivasyona uğratılan denekler ise
hedefin çevresinde rastgele bir biçimde yüzmüş ve herhangi bir “ bölgeye
odaklanmış arama” davranışı göstermemişlerdir. Bazı araştırmacılar
hipokampusun asıl işlevinin yeni ipuçlarının elde edilmesine ilaveten
gerekli bilgilerin hafıza depolarından geri getirilerek birarada kullanılması
gereken (bir bakıma “hatta” tutulması gereken) çalışma hafızası ile ilgili
görevleri yerine getirmek olduğunu ifade etmektedirler. Whishaw’a göre
ise hipokampus ideotetik ipuçları kullanan yol bütünleşim süreci (path
integration) ile de bağlantılıdır. Bu süreç, MSL gibi mekansal çalışma
hafızası ile ilgili testlerde, hayvana kendi hareketlerinden doğru saptadığı
bir başlangıç bölgesine göre değişen konumunu hesaplamada yardımcı
olmaktadır. Bu bilgi vestibüler sistem, kas ve eklemlerdeki reseptörler,
motor merkezler ve hareket esnasında dışsal uyaranların geliş biçimi
gibi kaynaklardan elde edilebilir. Bazı diğer araştırmacılara göre ise
hipokampusun mekansal hafıza testlerindeki talepler bağlamında iki işlevi
söz konusudur; kendi konumunu saptama ve güzergahın tekrar edilmesi
(route replay). Kendi konumunu saptama işlevi herhangi bir hedefe göreceli
olarak kendi konumunu belirleyebilmeye işaret ederken güzergahın tekrar
edilmesi işlevi ise içinde bulunduğu çevrede daha önceden izlemiş olduğu
bir yolu-güzergahı saptayarak yeniden izlemesi imkanını veren bir hafıza
sürecine işaret etmektedir (Bunsey & Eichenbaum; 1995, Cain,vd.; 1997,
Eichenbaum v.d.; 1999). Bu iki işlevin de hipokampusun bütünlüğüne (space
fields) ve uzun süreli kuvvetlenme (Long Term Potentiation-LTP) sürecine
bağlı olduğu düşünülmektedir. 28 Literatüre baktığımızda, Whishaw’ın
görüşleriyle tutarlı olarak, hipokampal formasyonu haraplanmış deneklerin
özellikle platformun gizli olduğu koşulda öğrenme sorunu yaşadığı
görülmektedir; hipokampal hasarlı denekler, platformun yerinin sabit ve
başlangıç noktasına aynı mesafede olduğu koşullarda, platformun yerini
öğrenebilmektedirler (Pearce,vd.; 1998), ki bu durum hayvanların düz bir
rota üzerinde yüzmesinin hala mümkün olduğunu göstermesi bakımından
ilginçtir zira hipokampusta “kütle halinde çalışma kanunun” geçerli olduğu
ve dorsal hipokampal zararların ventral hipokampal hasarlardan daha etkili
olduğu bilinmektedir. Morris Su Labirenti ve NMDA Antagonistleri
Kompetetif bir NMDA antagonisti olan AP-5 ile başlayan çalışmalar
MSL öğrenmesinde NMDA-tipi glutamerjik reseptörlerin önemli bir
rolü olduğunu göstermiştir (McNamara & Skelton; 1993). Ketamin, ve
dizosilpin gibi bazı diğer yarışmacı olmayan NMDA antagonistleri, doza
bağlı olarak gizli-platformun yerinin öğrenilmesi görevinde bozulmaya
yol açmaktadır (Mondaroni ve Weiskrantz; 1993); örneğin bir çalışmada
(Wesierska & Macias-Gonzales; 1990) i.p olarak enjekte edilmiş ketamin
gizli platformun yerinin öğrenilmesini engellemiştir, mekansal bilginin
latent olarak edinilmesi ihtimali de ketamin ile ortadan kalkmaktadır.
138
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Platformun görünür olduğu durumda ketaminin bu tip bir öğrenme
problemine yol açması söz konusu değildir. Diğer bir ilginç nokta ise söz
konusu çalışmada ketamin verilmiş deneklerin ısrarla MSL’nin duvarları
boyunca kaçmaya çalışmalarıdır. Bazı araştırmacılara göre, daha önceden
mekansal olmayan bir ön-eğitim aşamasından geçen deneklerde NMDA
antagonistlerinin bozucu bir etki yaratmaması yönündeki bulguların
ışığında (Saucier v.d.; 1996, Cain ve Saucier; 1997) platformun gizli olduğu
durumdaki performans kaybına karşın görünür konumda iken bir bozulma
meydana gelmemesine ketamin gibi NMDA antagonistlerinin sensorimotor
arızalara ve hiperaktiveye yol açması neden olmaktadır. Diğer taraftan
başka bir çalışmada ise (Mondadori & Weiskrantz; 1993) kompetetif
olmayan bir NMDA antagonisti olan memantin enjekte edilmiş deneklerin
gizli platformu bulma görevinde kontrol grubundan daha başarısız
olmadığı gibi boş (platformun çıkarıldığı) konumda ise platformun yer
almış olduğu çeyrekte kontrol grubuna göre daha uzun bir zaman geçirdiği
görülmüştür. NMDA antagonistlerinden elde edilen MSL sonuçları ilk
bakışta birbirleriyle tutarsız gibi görünseler de şu iki gözlem ışığında
tablonun çok daha netleştiği ve verilerin tutarlı hale geldiği söylenebilir;
ilk olarak bir NMDA antagonistinin MSL performansını bozma oranının
görevin zorluğu ile doğru orantılı olduğu unutulmamalıdır, başka bir
deyişle deneğe sunulan ipuçları azaldıkça NMDA antagonistlerinin bozucu
etkisi artmaktadır. İkinci olarak ise, NMDA antagonistlerinin reseptöre
tutunma oranları arasında büyük farklar mevcuttur; ketamin gibi tutunma
oranı yüksek bir NMDA antagonistinin performans 31 üzerindeki etkisi
düşük tutunma oranına sahip başka bir antagoniste göre çok daha bozucu
olmaktadır.
Morris Su Labirenti ve Hipokampal Uzun Süreli Kuvvetlenme
(Long Term Potentiation-LTP)
Her ne kadar daha kesinleşmemiş olsa da hipokampal LTP süreci
mekansal öğrenme ve hafıza oluşumunu sağlayan ana süreç olarak
görülmektedir. Bazı araştırmalar LTP süreci ketlendiğinde dahi MSL
performansında bozulma meydana gelmeyebileceğini hatta LTP’nin
kolaylaştırıldığı durumlarda bile MSL performansının bozulabileceğini
gösterse de literatürdeki çalışmalardan elde edilen sonuçların çoğu
LTP sürecinin engellenmesinin MSL performansını olumsuz etkilediği
yönündedir. Örneğin ilk kez Morris’in çalışması (Morris v.d.; 1986)
dentat girustaki LTP’nin AP-5 ile ketlenmesinin MSL’deki gizli-platform
durumunda öğrenmeyi engellediğini göstermiştir, literatürdeki daha yeni
çalışmalar da CA1 alanındaki LTP’nin engellemesinin MSL öğrenmesine
engel olduğunu göstermektedir (Grant & Silva; 1994, Wilson ve Tonegawa;
Psikoloji Çalışmaları
139
1997). Bir diğer çalışma ise NMDA reseptör ε-1 alt-birimlerinden yoksun
transjenik farelerin MSL’de oldukça kötü bir performans sergilediklerini
göstermektedir (Bourtchuladze v.d.; 1994, Sakimura v.d.; 1995). Ayrıca,
LTP’nin ayarlanması ile ilgili bir enzim olan alfakalsiyum kalmudilin kinaz
II enziminden yoksun olan fareler LTP sürecindeki bozulmaya ek olarak
MSL testinde de performans kaybına uğradıkları gösterilmiştir (Cain &
Saucier; 1996, Cain; 1997). Dentat girusun perforant yoldaki sinapslarında,
alıştırma aşamasında, yüksek frekanslı uyarım ile yoğun bir LTP oluşumu
meydana gelmesi de gizlenmiş platformu bulma gibi mekansal çalışma
hafızası ile ilgili bir görev üzerinde bozucu etki yapmaktadır. Uzun süreli
sinaptik değişimler mekansal öğrenme işlevinin altında yatan nöral
süreç gibi görünmektedir. Hipokampal LTP bu anlamda üzerinde en
detaylı çalışılmış olan uzun süreli sinaptik değişim olgusu olsa da kalıcı
ya da en azından çok uzun süreli bir değişime tekabül edip etmediği hala
tartışmalıdır. Görünüşe bakılırsa LTP süreci ile başlayan ve muhtemelen
çok uzun süreler boyunca devam 32 eden değişim sürecinin altında sinaps
oluşumu ve protein sentezi ile ilgili değişiklikler bulunmaktadır. Örneğin
bir çalışmada, protein sentezi inhibitörü olan anisomisin adlı maddenin
intraventriküler enjeksiyonunun doza bağlı olarak değişen bir biçimde
gizlenmiş platformu bulma performansını bozarken önceki öğrenmeler
veya kısa süreli hafıza üzerinde bozucu bir etkiye yol açmamıştır (Wilson
& Tonegawa; 1997). Diğer yandan, LTP süreci ile ilgili üç adet gen
saptanmışken MSL testi bağlamındaki öğrenmeler bu genlerin yalnızca
birini, transkripsiyonel aktivatör raf B’yi, harekete geçirmektedir (Sakimura
v.d.; 1995). Protein sentezi ile ilgili süreçler hakkında bilgimiz arttıkça bu
tip “çetrefilli” bulguları açıklama şansımız da artacaktır. 2.5. Şizofrenide
Epizodik ve Emosyonel Hafıza Sorunu Şiddetli emosyonel uyarıma yol açan
uyaranların daha iyi öğrenildiği ve hatırlandığı bilinmektedir. Emosyonel
öğrenme ve hafıza süreçlerinin amigdala ve hipokampus ile bağlantılı olduğu
kabul edilmektedir (LeDoux; 1998). Her ne kadar bir uyaranın başarılı
bir biçimde uzun süreli hafızada depolanması ve daha sonra bilinçli bir
biçimde hatırlanabilmesi için prefrontal korteks, parahipokampal girus ve
hipokampus gerekliyse de uyaranın “emosyonel tınısının” hatırlanabilmesi
ve buna dair bir örtük hafıza oluşturulabilmesi için amigdalar çekirdeklerin
katılımı şarttır (Hamann; 2001). Amigdalanın da bir parçası olduğu limbik
sistemin emosyonel bilgilerin kazanılması ve ifadesi üzerindeki etkisine
dair ilk bulgular, önce Brown ve Schaffer’in rapor ettiği ve daha sonra
Kluver ile Bucy adlı araştırmacıların daha detaylı olarak karakterize ettiği
geniş temporal lob lezyonlarının yol açtığı apati ve korku duygusunun
kaybolması gibi belirtilerle karakterize olan emosyonel değişimlerdir
(Fendt & Fanselow; 1999). Daha sonraları sistemik lezyonlarla devam eden
çalışmalar emosyonel yaşantının azalması ya da yokolmasının amigdalar
çekirdeklerin ortadan kalkması ile oluştuğunu göstermiştir (LeDoux v.d.,
140
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
1988). Emosyonel hafıza bağlamında amigdalar çekirdekler ve diğer medyal
temporal lob (MTL) yapıları arasındaki etkileşim son derece önemlidir. MTL
yapıları 33 içinde amigdalar çekirdekler ile en yoğun resiprokal bağlantıya
sahip alanalar anterior hipokampus ve entorhinal kortekstir (LeDoux;
1995, Fendt & Fanselow; 1999). Entorhinal korteks ise hipokampal bölgeye
olan projeksiyonların temel kaynağıdır. Entorhinal kortekse gelen kortikal
girdilerin yaklaşık üçte ikisi bitişik parahipokampal korteks ve perirhinal
kortekslerden gelir. Perirhinal korteks ve parahipokampal korteksler de
bu girdileri frontal, temporal ve pariyetal kortekslerdeki unimodal ve
multimodal asosiyasyon alanlarından alırlar. Entorhinal korteks ayrıca
orbitofrontal korteksten, insular korteksten, singular korteksten ve superior
temporal girustan girdiler de alır. Bu projeksiyonların tümü resiprokaldir.
BLA ve entorhinal korteks arasındaki bağlantı anıların yalnızca nesnel
içerikleri değil fakat emosyonel içerikleri ile de hatırlanabilmesi açısından
gereklidir (Richards & Gross; 2000). Amigdala ve MTL ilişkisinin hafıza ve
emosyona etkisi şöyle belirlenmiştir: Amigdala MTL faaliyetini arttırarak
emosyonel içeriği olan olayların, daha iyi hatırlanmasını sağlamaktadırn
(Squire & Zola-Morgan; 1991, Hamann; 2001). Modülasyon hipotezi olarak
da bilinen bu hipoteze göre MTL’de işlevsel bir ayrışma söz konusudur;
hipokampusun anteryor bölgesindeki ve entorhinal korteksteki faaliyet
emosyonel içerik için hafıza, posteryor bölge aktivitesi ise emosyonel
olarak nötr olan içerik için hafıza ile ilgilidir. Modülasyon hipotezine
göre, emosyonun hafıza üzerindeki kuvvetlendirici etkisi bazolateral
(BLA) amigdalanın MTL’deki kodlama ve pekiştirme işlevlerine bağlıdır.
Nitekim,hayvan çalışmaları BLA’daki bilateral hasarların şartlı uyaran
ile şartsız uyaran arasında asosisyasyon kurulmasını engellediğini ve
Pavlov tipi korku şartlanmasını yerleştirmenin mümkün olmadığını
göstermektedir (LeDoux; 1995, Fendt ve Fanselow; 1999). Amigdalanın
frontotemporal neokorteks ve şartsız korku ile ilgili olan stria terminalisin
yatak çekirdeği gibi alanlarla en yoğun bağlantısı olan çekirdeğinin BLA
olduğu düşünüldüğünde emosyonel hafıza oluşumunda BLA faaliyetinin
önemi ortaya çıkmaktadır (Veinate & Freund-Mercier; 1998, Anderson &
Phelps; 2001).
Diğer bir açıdan ise amigdala, korteks ve talamustaki tüm duyusal
modalitelerle olan doğrudan ve geniş ölçekli resiprokal bağlantılarına bağlı
olarak bir 34 tür emosyonel hafıza ve öğrenme kavşağı olarak nitelenebilir
(LeDoux; 1998). Bu özel konumuyla amigdala çeşitli modalitelerden gelen
bilgileri biraraya getirerek ve emosyonla zenginleştirerek hafıza sürecini
bir bakıma kişiselleştirir. Nitekim, şizofreni hastalarının otobiyografik
hafızalarında bozulma olduğunu gösteren bulgular mevcuttur
(Dolcos, LaBar ve Cabeza; 2004, Neumann ve Phillipot 2006). Ayrıca,
nörogörüntüleme çalışmaları da şizofreni hastalarında normal bireylere
Psikoloji Çalışmaları
141
kıyasla düşük olan epizodik hafıza performansına amigdalada ve genel
olarak MTL’de azalmış faaliyet düzeyinin eşlik ettiğini göstermektedir
(LaBar & Cabeza; 2006). Şizofrenide MTL’nin küçüldüğü ve amigdalar
çekirdeklerdeki faaliyet düzeyinin düştüğü yönündeki bulgular ile
şizofreni hastalarının emosyonel içerikli malzemeleri hatırlamakta nötr
malzemelere kıyasla güçlük çektiğini gösteren bulgular bütünlük içindedir
(Baumann v.d; 1999, Matthews & Barch; 2004). Ayrıca, şizofreni hastaları
uyaranların emosyonel niteliklerine kayıtsız kalmakta ve emosyonel yüz
ifadelerini birbirinden ayırt edememektedirler (Kee,vd.; 1998). Şizofreni
hastalarının kendi duygularını tanımlamakta başarısız olduğu ve bir
negatif semptom olarak apati geliştirdikleri de bilinmektedir (Kohler
v.d.; 2000). Emosyonel hafıza ve öğrenme süreçlerinin normal işleyişi
açısından glutamaterjik sistem büyük önem taşımaktadır. Son dönemlerde
yapılan araştırmalar amigdalada nöral faaliyetin “uzun süreli güçlenmesi”
(Long Term Potentiation/LTP) sürecinin bulunduğunu göstermiştir.
Amigdalada gözlemlenen LTP’nin de hipokampuste olduğu gibi NMDA
reseptörleri üzerinden olduğu düşünülmektedir ve korku şartlaması
sürecinde amigdaladaki glutamaterjik faaliyetin arttığı bilinmektedir
(Fendt ve Fanselow; 1999, Walker ve Davis; 2002). BLA’ya, şartlama
sürecinde AP5 gibi NMDA reseptör antagonistlerinin enjeksiyonunun
işitsel veya görsel bir şartlı uyaranla şartsız uyaran arasında asosiyasyon
kurulmasını engellediğini ve dolayısıyla daha sonraki test aşamasında
irkilme tepkisinde şartlı korkuya bağlı olarak bir yükselme olmadığını
göstermiştir (Sananes &Davis, 1992). Amigdalar çekirdeklerdeki yoğun
glutamaterjik ve monoaminerjik yük hipo-glutamataterjik faaliyet
hipotezi bağlamında göz önünde bulunduruluğunda bu yapılarda NMDA
antagonistlerinin yol açtığı hipoglutamaterjik halin uzun süre devam
etmesinin kısa vadede LTP sürecini ketleyerek emosyonel öğrenmeyi
engelliyor olması, uzun vadede ise artan monoaminerjik faaliyete
bağlı olarak, postmortem çalışmaların da gösterdiği üzere, yoğun
hücre kayıplarına ve atrofiye yol açıyor olması muhtemeldir. Şizofreni
hastalarında işlevsel ve yapısal anomali gösterdiği bilinen yapıların
hasarlanmasının hayvanlarda benzer emosyonel öğrenme ve hafıza
sorunlarına yol açmasına bağlı olarak Porsolt Yüzme Testi gibi çeşitli
şartsız emosyonel öğrenme paradigmalarının negatif semptomlardan
biri olarak kabul edilen olan emosyonel küntleşmeyi modellemek üzere
kullanabileceği düşünülmüştür (Corbett v.d.; 1999, Overall; 2000).
Porsolt Yüzme Testinin nörofizyolojik dinamikleri bağlamında merkezi
sinir sisteminin geniş bir bölgesini ilgilendirmesi ve pratik kullanımı onu
ideal bir test haline getirmektedir (Willner; 1990).
142
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Porsolt Yüzme Testi
Herhangi bir uygulamanın antidepresan veyahut depresan etkinliğini
araştıran hayvan araştırmalarında, stres tepkisini bütün temel bileşenleriyle
pratik bir biçimde modellemesi dolayısıyla uygun bir hayvan modeli olan
Porsolt Yüzme Testi (Porsolt Swimming Test-PYT) uzun bir süreden bu
yana yoğun olarak kullanılmaktadır . PYT modelinde hayvanları yüzmek
zorunda oldukları bir ortama sokmak şartsız korku-akut strese özgü
olan çeşitli davranışsal, sirkadyen ve fizyolojik değişimlere neden olur
(Porsolt v.d., 1978). PYT’nin önemli bir avantajı ise hem şartsız bir stresör
olarak işlev görmesi hem de etkinliği araştırılmak istenen uygulamanın
kapasitesini aynı model üzerinde gözlemlemeye olanak sağlamasıdır
(Connor, Kelliher ve Leonard; 2000). Diğer bir önemli avantajı ise
PYT sonrasında deneklerin merkezi sinir sisteminde meydana gelen
nörokimyasal değişimlerin, depresyon ve post-travmatik stres bozukluğu
hastalarının merkezi sinir sistemlerinde meydana gelmiş olan değişimlerle
aynı olmasıdır. PYT kortikal serotonin miktarını azaltırken amygdaloidal
serotonin miktarını arttırmakta, hipotalamo-adrenal yolu aktive etmekte
ve serum kortikosteron oranını yükseltirken serum glukoz ve adrenal
askorbik asid oranını düşürmektedir (Connor; 1997, Reneric,vd.; 2001).
PYT iki basamaklı bir testtir (Porsolt; 1977). Organizma ilk aşamada (PYT
1) şeffaf bir pleksiglas silindir içersinde 10 dakika boyunca yüzdürülür ve
bu durum organizmanın “davranışsal umutsuzluk-çökkünlük” (behavioral
despair) olarak nitelendirilen hareketsiz bir postür almasına neden olur ve
birinci aşamanın bitiminden 24 saat sonra organizmanın yine 10 dakika
boyunca yüzdürüldüğü ikinci aşama (PYT 2) başlar (Willner; 1990).
Literatürde, davranışsal umutsuzluk-çökkünlük hali olarak nitelendirilen
hareketsizlik durumunun hayvanın acı verici test ortamından kaçma
ümidinin kaybolmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığı kabul edilmektedir,
başka bir ifadeyle hayvan kurtulma çabaları sonuca ulaşmadığı için tepki
vermemeyi-çabalamamayı öğrenmektedir (Porsolt v.d.;1978). PYT’de
değerlendirmeye alınan başlıca parametre ise deneğin 10 dakika boyunca
yüzdüğü PYT 2’deki hareketsiz geçirdiği süre ile PYT 1’de hareketsiz
geçirdiği süre arasındaki farktır (Abel; 1993). Herhangi bir antidepresan ajan
verilmeden yüzme testine tabi tutulan bir deneğin PYT 2’deki hareketsizlik
süresi PYT 1’deki hareketsizlik süresinden daha uzundur ve aradaki bu fark
davranışsal umutsuzluk olgusunun “alamet-i farikası” (sine qua non) olarak
kabul edilmektedir (Porsolt v.d.; 1977, Willner; 1990). 37 Noradrenerjik ve
serotonerjik sistemlerdeki değişimlere karşı duyarlı olduğu bilinen PYT’de
her iki sistemin etkinliği de farklı parametreler üzerinden gözlemlenebilir;
serotonin üretimindeki artış, dalma ve zıplama gibi, kaçmaya yönelik
çabalama davranışlarının miktarını arttırırken noradrenalin üretimindeki
artış ise hareketsizlik süresini azaltmaktadır (Detke, vd.; 1995). Serotonin
Psikoloji Çalışmaları
143
ve noradrenalin’nin geri alımının ketlenmesi hareketsiz geçen süreyi
azaltırken çabalama süresini uzatır, örneğin bir trisiklik antidepresan olan
desipramine presinaptik nörona noradrenalin geri-alımını ketleyerek
PYT’de hareketsiz geçirilen süreyi azaltmaktadır (Espejo & Minano, 1999;
Reneric,vd:2001). Tüm bu özellikler PYT paradigmasını çeşitli etkenlerin
emosyonel öğrenme-hafıza süreçleri üzerindeki etkisini gözlemlemek
adına değerli bir araç haline getirmektedir.
Morris Su Labirenti ve Subkronik Ketamin Uygulaması
Üzerinden Kendi Verilerimiz
Literatüre baktığımızda şizofreni araştırmalarında en sık biçimde
kullanılmış olan iki davranış modelinin latent ihhibisyon ve pre-puls
ihhibisyon olduğunu görüyoruz. Bu modellerin başlıca amacı bir insan
ya da hayvanın sensorimotor kapılama işlevindeki olası bozulmaları
yansıtmak olarak nitelendirilebilir. Başka bir ifadeyle uzunca bir süredir
kullanılmakta olan şizofreni modelleri şizofrenik bireylerde görülen seçici
dikkat ve uyaran filtrelemesi ile ilgili sorunlara odaklanmıştır. Diğer
taraftan son yıllarda yapılan çalışmalar şizofrenideki kapılama ve duyusal
hafıza işlevlerindeki sorunların bilgi-işlem sorunları ile ilgili genel tablonun
yalnızca bir kısmını teşkil ettiğini göstermektedir; şizofreni hastalarında
çalışma hafızası, mekansal hafıza ve emosyonel hafıza gibi daha makro
ölçekli süreçlerde de endotipik olarak nitelendirilebilecek bozukluklar
bulunmaktadır.
Doktora tez çalışmalarımız bağlamında kendimizin yaptığımız
deneylerin amacı son yıllarda literatürde etkin bir şizofreni modeli
olarak öne sürülen beş günlük subanestezik dozda sistemik ketamin
uygulaması modelinin (Becker v.d.; 2003) mekansal bellek üzerindeki
deneysel manada olası uzun vadeli etkilerini MSL üzerinden incelemek idi.
Nitekim, MSL verilerimiz 5 gün boyunca sistemik olarak uygulanan 35mg/
kg ketaminin günlük öğrenme hızını kontrol grubuna kıyasla anlamlı
düzeyde yavaşlatarak MSL öğrenmesi üzerinde ketleyici etki yarattığını
göstemektedir. Bu bağlamda, birinci deneyimizden elde etmiş olduğumuz
sonuçlar Becker ve arkadaşlarının (2003) şizofreni modellerinde
kullandıkları dozun mekansal öğrenme ve hafıza süreçlerinde şizofrenide
görülene benzer bir problem yaratmak için yeterli bir doz olabileceğini
düşündürmektedir. Porsollt Yüzme Testinden elde ettiğimiz sonuçlar
Becker ve arkadaşlarının (2003) 5 günlük sistemik sub-anestezik ketamin
uygulaması modelinin şizofrenide görülen mekansal öğrenme-hafıza
süreçlerindeki bozulmaların yanı sıra emosyonel öğrenme ve hafıza
sorunlarını da modelleyen yeni ve kapsamlı bir farmakolojik paradigma
teşkil edebileceği yönündedir: Kontrol grubu ikinci yüzme testinde
birinci teste göre hem anlamlı düzeyde daha az hareketli olmasına hem de
144
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
anlamlı düzeyde daha az bir süreyi çabalayarak geçirmesine karşın deney
grubunun birinci ve ikinci yüzme testleri arasında ne hareketsizlik süresi
açısından ne de mücadele süresi açısından anlamlı düzeyde bir farklılaşma
olmuştur. İkinci deneyimizden elde etmiş olduğumuz bulgular psikoza yol
açan bir uygulamanın aynı zamanda dolaylı olarak antidepresan ilaçların
hedeflediği yolları aktive ederek denekleri öğrenilmiş umutsuzluk halinden
koruduğunu göstermektedirİkinci deneyde kontrol grubunun PYT 2’de
PYT 1’e göre anlamlı derecede daha uzun bir hareketsizlik süresi sergilemiş
olmasına rağmen deney grubunun PYT 2’deki hareketsizlik süresi ile PYT
1’deki hareketsizlik süresi arasında böyle bir fark bulunmaması dikkate
alındığında ise her iki deneyden elde edilen sonuçların deneklerin değişen
lokomosyon düzeyinden ziyade anksiyete düzeyi ve tehlike algısı ile
bağlantılı olduğuna işaret etmektedir. Şizofrenide içsel ve dışsal emosyonel
ipuçlarının anlamlandırılmasında problem olduğu ve emosyonel yaşantıda,
bir negatif belirti olarak, küntleşme meydana geldiği bilinmektedir. Deney
grubumuzda böyle bir etkinin ortaya çıkmış olması muhtemeldir; buna
göre, deney grubunda yer alan denekler denemeler boyunca ketaminin
emosyonel hafıza üzerindeki bu etkisine bağlı olarak ortamı bir stresör
olarak algılamadan ve öğrenilmiş ümitsizlik geliştirmeden PYT’de rahatça
yüzmüş ve holeboard ile açık alan testlerinde ise kontrol grubuna kıyasla
istatistiksel anlamlılık düzeyinde daha az donma davranışı sergilemiştir.
İkinci deneyde PYT 2 ile son enjeksiyon günü arasında 18 gün geçmiş
olmasına rağmen birinci deneyde son enjeksiyon günü ile deneklerin
MSL’de yüzdürüldüğü 4.gün arasında 22 gün geçmiştir. Her iki testin
doğası itibariyle oluşan bu zamansal fark birinci ve ikinci deneylerimizde
aslında ketaminin yol açtığı hipoglutamerjik duruma bağlı disinhibisiyon
sürecinin farklı noktalarında gözlem yapmış olduğumuz ve ketaminin yol
açtığı hipoglutamaterjik durumun 22 gün sonra dahi MSL performansı
üzerinde bozucu etki gösterdiği anlamına da geliyor olabilir.
SONUÇ
Kendi çalışmamızın sonuçları tüm antidepresan ve antipsikotik
tedavilerin nihai anlamda glutamaterjik sistem ile etkileşim içerisinde
etkinlik gösterdiği yönündeki mevcut görüşleri desteklemektedir.
Glutamaterjik sistemin işleyişinin ve merkezi sinir sisteminde ketamin gibi
genel bir hipoglutamaterjik durum yaratan ajanların etki mekanizmalarının
daha iyi anlaşılması psikozların ve anksiyete bozukluklarının tedavisinde
mevcut uygulamalardan- direkt olarak işlevsel bozulmalara neden olan
nihai mekanizmaya müdahale etmesi itibariyle- daha etkin olan yeni tedavi
yaklaşımlarının doğmasına olanak sağlayabilir. Nitekim, glutamaterjik
sistem üzerinden etki ettiği düşünülen atipik antipsikotiklerin hastaların
günlük yaşama uyumlarını zorlaştıran negatif belirtileri ortadan
Psikoloji Çalışmaları
145
kaldırmakta dopaminerjik sistem üzerinden etki gösteren konvansiyonel
antipsikotiklere kıyasla daha başarılı olması bu yöndeki düşüncemizi
desteklemektedir. Becker ve arkadaşlarının (2003) ortaya koyduğu modelin
geçerliliği-güvenilirliği ve de kapsamı hakkında net bir sonuca ulaşabilmek
için işaret ettiğimiz noktaların daha sonraki araştırmalarda spesifik olarak
ele alınması gereklidir. Öte yandan, MSL ve PYT’den elde edilen sonuçları
hipoglutamaterjik duruma bağlı disinhibisyon süreci modeli çerçevesinde
ele aldığımızda, glutamaterjik sistemin klasik farmakolojik müdahelelerin
yol açtığı antidepresan ve antipsikotik etkinliği düzenleyici nihai ve genel
bir modülatör mekanizma olması ihtimalinin elde ettiğimiz mevcut
bulgular bağlamında kuvvetlendiği görülmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
ABEL, E.L., (1993) “ Physiological correlates of the forced swim test in rats”,
Physiology and Behavior , 54, 309-317.
ADLER CM, MALHOTRA A.K., ELMAN I., GOLGBERG T., EGAN M., PİCKAR
D., BREİER A., (1999), “Comparison of ketamine-induced thought disorder
in healthy volunteers and thought disorder in schizophrenia”, American
Journal of Psychiatry, 135, 1081-1084.
AHN K.H., YOUN T., CHO S.S., HA T.H, HA K.S, KİM M.S, KWON J.S., (2003),
“N-methyl D-aspartate receptor in working memory impairments in
schizophrenia: eventrelated potential study of late stage of working memory
process”, Progress in Neuropsychopharmacology & Biological Psychiatry,
27, 993-999.
ANDERSON, A.K., PHELPS, E.A., (2001) “Lesions of the human amygdala impair
enhanced perception of emotionally salient events”, Nature, 411, 305-309.
ARVANOV V.L., LİANG X., SCHWARTZ J., GROSSMAN S. VE WANG R.Y.,
(1997) “Clozapine and haloperidol modulate N-methyl-- aspartateand non-N-methyl--aspartate receptormediated neurotransmission in
rat prefrontal cortical neurons in vitro”, Journal of Pharmacology and
Experimental Theraputics, 283, 226–234.
BADDELEY A.D., (1992) ”Working Memory”, Science, 255, 556- 559.
BAKSHİ V., GEYER M.A., (1995) “Antagonism of phencyclidine-induced deficits
in prepulse inhibition by the putative atypical antipsychotic olanzapine”
Psychopharmacology, 122, 198–201.
BECKER A., BRIGITTE P., SCHROEDER H., MANN T., HUETHER G., GREKSCH
G., (2003), “Ketamin-induced chages in rat behaviour: A possible animal
model of schizophrenia”, Progress in Neuropsychopharmacology and
Biological Psychiatry, 27, 687-700.
BELLACK A.S, BLANCHARD J.J, MUESER K.T., (1996), “Cue availability and
affect perception in schizophrenia”, Schizophrenia Bulletin, 22, 535-544.
146
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
BENES F.M., ( 1995), “Development of the glutamate, GABA and dopamine
systems in relation to NRHinduced neurotoxicity”, Biological Psychiatry,
38, 783–787.
BOURTCHULADZER., FRENGUELLİ B., BLENDY J., CİOFFİ D., SCHUTZ G.,
SİLVA A.J., (1994) “Deficient long-term memory in mice with a targeted
mutation of the cAMP-responsive element-binding protein”, Cell, 59–68
BOWEN L, WALLACE C.J., GLYNN S.M., (1995) “Schizophrenic individuals’
cognitive functioning and performance in interpersonal interactions and
skills training procedures” Journal of Psychiatric Research, 28(3), 289-301.
BUNSEY M., EİCHENBAUM H., (1995), “Selective damage to the hippocampal
region blocks long term retention of a natural and nonspatial stimulus–
stimulus association” Hippocampus, 5, 546–556.
BRENNER H.D., HODEL B., RODER V., (1992) “Treatment of cognitive
dysfunctions and behavioral deficits in schizophrenia”, Schizophrenia
Bulletin, 18(1), 21-26.
BREİER A., ADLER C.M, WEİSENFELD N., SU T.P, ELMAN.I, PİCKEN L.,
MALHORTRA A.K, PİCKAR D., (1998), “Effects of NMDA antagonism
on striatal dopamine release in healthy subjects— application of a novel
PET approach”, Synapse, 29,142–147.
CAİN D.P, SAUCİER D., (1996) “The neuroscience of spatial navigation: focus on
behavior yields advances”, Reviews in Neuroscience, 7, 215–231.
CAİN D.P., SAUCİER D., BOON F., (1997) “Testing hypotheses of spatial learning:
the role of NMDA receptors and NMDAmediated long-term potentiation”,
Behavioral Brain Research, 84, 1997, p.179–193.
CARTER C.S, ROBERTSON L.C, NORDAHL, T., (1996) “Spatial working
memory deficits in their relation to negative symptoms in unmedicated
schizophrenia patients”, Biological Psychiatry, 40, 930-932.
CHOİ D.C., FURAY A.R., EVANSONN.K., OSTRANDER M.M., ULRİCH-LAİ
Y.M., HERMAN J.P., (2006) “Subnuclei of the bed nucleus of the stria
terminalis differentially regulate PVN activation in response to restraint
stress”, Frontiers in Neuroendocrinology, 27(1),51-52.
COMPTON D.M., DİETRİCH K.L., SMİTH J.S., DAVİS B.K., (1995) “Spatial
and non-spatial learning in the rat following lesions to the nucleus locus
coeruleus”, Neuroreport ,7, 177–182.
CONNOR T.J, KELLİHER P., SHEN Y., KELLY J.P, LEONARD B.E., (2000) “Effect
of subchronic antidepressant treatments on behavioral, neurochemical, and
endocrine changes in the forced swim test”, Pharmacology, Biochemistry
and Behavior, 58, 961-967.
CONNOR T.J, KELLİHER P., LEONARD B.E., (1997) “Forced swim test-induced
neurochemical, endocrine and immune changes in the rat” Pharmacology,
Biochemistry and Behavior, 58, 961-967.
Psikoloji Çalışmaları
147
CORBETT R., CAMACHO F, WOODS A.T, KERMAN L.L, FİSHKİN R.K,
BROOKS K., DUNN R.W., (1996), “Antipsychotic agents antagonize
noncompetitive N-methyl--aspartate antagonistinduced behaviors”,
Psychopharmacology, 120, 67–74.
CROWN E.D., KİNG T.E., MEAGHER M.W., GRAU J.W., (2000) “Shock-induced
hyperalgesia: III. Role of the bed nucleus of the stria terminalis and
amygdaloid nuclei”, Behavioral Neuroscience, 114(3), 561-573.
DANİON J.M, RİZZO L., VAN DER LİNDEN M., ROHMER J.G, GRANGÉ D.,
(1996) “Impairment of spatial context memory in schizophrenia”,European
Neuropsychopharmacology, 6(3), 67-74.
D’ARGEMBEAU, A., COMBLAİN, C., VAN DER LİNDEN, M., (2002),
“Phenomenal characteristics of autobiographical memories for positive,
negative, and neutral events”, Applied Cognitive Psychology, 17(3), 281-94.
DECKER M.W., MCGAUGH J.L., (1989) “Effects of concurrent manipulations of
cholinergic and noradrenergic function on learning and retention in mice”,
Brain Research, 477, 29–37.
DETKE M.J., RİCKLES M., LUCKİ I., (1995) “Active behaviors in the rat
swimming test differentially produced by serotonergic and noradrenergic
antidepressants”, Psychopharmacology, 121, 66-72.
DOLCOS F., LABAR K.S., CABEZA R., (2004), “Interaction Between The
Amygdala And The Medial Temporal Lobe memory System PredictsBetter
Memory For Emotional Events”, Neuron, 42, 855-863.
DUNCAN G.E , LEIPZIG J.N , LIEBERMAN J.A., (1998) “Effects of ketamine
and MK-801 on regional 2-deoxyglucose uptake”, Society of Neuroscience
Abstracts, 291, 5.
DUNCAN G.E, LEİPZİG J.N, MAİLMAN R.B AND LİEBERMAN J.A., (1998),
“Differential effects of clozapine and haloperidol on ketamine-induced
brain metabolic activation”, Brain Research , 812, 65–75.
DUNCAN G.E, MOY S.S., KNAPP D.J., MUELLER R.A., BREESE G.R., (1999),
“Metabolic mapping of the rat brain after subanesthetic doses fo ketamine:
potential relevance to schizophrenia”, Brain Research, 787, 181-190.
DREHER J.C, BANQUET J.P, ALLİLAİRE J.F., PAİLLÉREMARTİNOT M.L.,
DUBOİS B., BURNOD Y., (2000,) “Temporal order and spatial memory in
schizophrenia: A parametric study”, Schizophrenia Research, 51(2-3), 137- 147.
EİCHENBAUM H., DUDCHENKO P., WOOD E., SHAPİRO M., TANİLA H.,
(1999), “The hippocampus, memory, and place cells: is it spatial memory or
a memory space?” Neuron, 23, 209–226.
ELLİSON G., (1994), “Competetive and noncompetitive NMDA antagonists
induce similar limbic denegeration”, Neuroreport, 5, 2688-2692.
ESPEJO E. F., MİÑANO F. J., (1999), “Prefrontocortical dopamine depletion
induces antidepressant-like effects in rats and alters the profile of
desipramine during Porsolt’s test”, Neuroscience, 88(2), 609- 615.
148
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
FARBER N.B, WOZNİAK D.F, PRİCE M.T, LABRUYERE J., HUSS J., ST. PETER
H., OLNEY J.W., (1995), “Age-specific neurotoxicity in the rat associated
with NMDA receptor blockade, potential relevance to schizophrenia”,
Biological Psychiatry, 38, 788–796.
FARBER N.B., HANSLİCK J., KİRBY C., MCWİLLİAMS L. OLNEY J.W., (1998),
“Serotonergic agents that activate 5HT2A receptors prevent NMDA
antagonist neurotoxicity”, Neuropsychopharmacology, 18, 57–62.
FARBER N.B., KİM S.H. AND OLNEY J.W., (1997), “Costimulation of muscarinic
and nonNMDA glutamate receptors reproduces NMDA antagonist
neurotoxicity”, Society for Neuroscience Abstracts, 23, 2308.
FARBER N.B., WOZNİAK D.F., PRİCE M.T., LABRUYERE J., HUSS J., ST
PETER H. AND OLNEY J.W., (1995), “Age specific neurotoxicity in the
rat associated with NMDA receptor blockade: potential relevance to
schizophrenia?”, Biological Psychiatry, 38, 788–796.
FARBER N.B., KİM S.H., OLNEY J.W., (1997) “Costimulation of muscarinic
and nonNMDA glutamate receptors reproduces NMDA antagonist
neurotocixity”, Neuroscience Abstracts, 23, 2308.
FENDT M., FANSELOW MS., (1999), “The neuroanatomical and neurochemical
basis of conditioned fear”, Neuroscience Biobehavioral Reviews, 23, 743–760.
FONTANA D.J., DANİELS S.E., WONG E.H., CLARK R.D., EGLEN R.M., (1997),
“The effects of novel, selective 5- hydroxytryptamine (5-HT)4 receptor
ligands in rat spatial navigation”, Neuropharmacology, 36, 689–696. FRİTH
C.D.,(1996), “Neuropsychology of schizophrenia, what are the implications
of intellectual and experiential abnormalities for the neurobiology of
schizophrenia?” British Medical Bulletin, 52(3), 618-626.
GOLD J.M., WEİNBERGER D.R., (1995), “Cognitive deficits and the neurobiology
of schizophrenia”, Current Opinions in Neurobiology, 5(2), 225-230. 60
GOLDMAN-RAKİC P.S., (1994), “Working memory dysfunction inschizophrenia”,
Journal of Neuropsychiatry and Clinical Neuroscience, 6, 348-357.
GOUCHAN T., VAN KAMMEN D.P., SHAO C., KELLEY M.E., GRİER A.,
COYLE J.T., (1998), “Glutamatergic neurotransmission involves structural
and clinical deficits of schizophrenia”, Biological Psychiatry, 44, 667-674.
GUİLLERMAN Y., MİCALLEF J., POSSAMAİ C., BLİN O., HASBROUCQ
T., (2001) “N-methyl-d-aspartate receptor and information processing:
Human choice reaction time under a subaenesthetic dose of ketamine”,
Neuroscience Letters, 303, 29- 32.
GRANT S.G.N., SİLVA A.J., (1994), “Targeting learning”, Trends in Neuroscience,
17, 71–75.
HAMANN, S., (2001), “Cognitive and neural mechanisms of emotional memory”,
Trends in Cognitive Sciences, 5 (9), 394-400.
Psikoloji Çalışmaları
149
HERMAN J.P., OSTRANDER M.M., N.K. MUELLER N.K.,FİGUEİREDO H.,
(2005), “Limbic system mechanisms of stress regulation: Hypothalamopituitaryadrenocortical axis”, Progress in NeuroPsychopharmacology and
Biological Psychiatry, 29(8), 1201-1213.
HEİMER L., (2000), “Basal forebrain in the context of schizophrenia”, Brain
Research Reviews,31, 205-235.
HODGES H., SOWİNSKİ P.,. SİNDEN J.D, NETTO C.A., FLETCHER A., (1995),
“The selective 5-HT3 receptor antagonist, WAY100289, enhances spatial
memory in rats with ibotenate lesions of the forebrain cholinergic projection
system”, Psychopharmacology, 117, 318– 332.
IKONOMİDOU C., BOSCH F., MİKSA M., BİTTİGAU P. VOCKLER J.,
DİKRANİAN K., STEFOVSKA V., TURSKİ, L. AND OLNEY, J.W., (1999),
“Blockade of NMDA receptors and apoptotic neurodegeneration in the
developing brain”, Science, 283, 70–74.
ISHİMARU M.,FUKAMAUCHİ F., OLNEY J.W., (1995), “Halothane prevents MK801 neurotoxicity in the rat cingulate cortex”, Neuroscience Letters, 193, 1–4.
JENTSCH J.D, REDMOND D.E.J , ELSWORTH J.D, TAYLOR J.R, YOUNGREN
K.D, ROTH R.D.,(1997), “Enduring cognitive deficits and cortical dopamine
dysfunction in monkeys after long-term administration of phencyclidine”,
Science, 277, 953–95.
KARAYİORGOU M., GOGOS J.A., (1997), “A turning point in schizophrenia
genetics”, Neuron, 19, 967-979.
KEE K.S, KERN R., GREEN M.F., (1998), “Perception of emotion and
neurocognitive functioning in schizophrenia: what’s the link?”, Psychiatry
Research, 81, 57-65.
KOHLER C.G., BİLKER W., HAGENDOORN M., GUR R.E., GUR R.C.,
(2000), “Emotion recognition deficit in schizophrenia: Association with
symptamotology and cognition”, Biological Psychiatry, 48, 127-136.
KRYSTAL J.H.., KARPER L.P, SEİBYL J.P, FREEMAN G.K., DELANEY R.,
HENİNGER G.R., (1994), “Subanesthetic effects of the noncompetitive
NMDA antagonist, ketamine, in humans: psychomimetic, perceptual,
cognitive and neuroendocrine response”, Archives of General Psychiatry,
51, 199-214.
LABAR K.S., CABEZA R., (2006), “Cognitive neuroscience of emotional memory”,
Nature Reviews Neuroscience, 7, 54-64.
LAHTİ A.C, KOFFEL B., LAPORTE D., TAMMİNGA C.A., (1995),
“Subanesthetic doses of ketamine stimulate psychosis in schizophrenia”,
Neuropsychopharmacology, 13, 9-19.
LAHTİ A.C., HOLCOMB H.H., MEDOFF D.R., TAMMİNGA C.A., (1995),
“Ketamine activates psychosis and alters limbic blood flow in schizophrenia”,
Neuroreport, 6, 869–872.
150
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
LE DOUX J. E., (1998), “Fear and the brain: Where have we been, and where are
we going?”, Biological Psychiatry, 44, 1229–1238.
LEE D.W, MİYASATO L. CLAYTON N.S., (1998), “Neurobiological basis of spatial
learning in the natural environment: neurogenesis and growth in the avian
and mammalian hippocampus”, Neuroreport, 9, 15–27.
LİU J., MOGHADDAM B., (1995), “Regulation of glutamate efflux by excitatory
amino acid receptors: evidence for tonic inhibitory and phasic excitatory
regulation”, Journal of Pharmacology and Experimental Therapeutics, 274,
1209– 1215.
LEWİS D.A., (2000), “GABAergic local circuit neurons and prefrontal cortical
dysfunction in schizophrenia”, Brain Research Reviews, 31, 270–276.
LİNDNER M.D., (1997), “Reliability, distribution, and validity of age-related
cognitive deficits in the Morris water maze”, Neurobiology of Learning and
Memory, 68, 203–220.
LUBOW R.E, DE LA C.G., (2002), “Latent inhibition as a function of schizotypality
and gender: implications for schizophrenia”, Biological Psychology, 59, 69-86.
MALHOTRA A.K., PİNALS D.A., WEİNGARTNER H., SİROCCO K., MİSSAR
C.D., BREİER A., (1996), “NMDA receptor function and human cognition:
the effects of ketamine in healty volunteers”, Brain Research, 17, 301-307.
MATHEWS J., BARCH D., (2004) “Episodic memory for emotional and
nonemotional words in schizophrenia”, Cognition and Emotion, 18, 721-740.
MENON V., BOYETTANDERSON J.M., SCHATZBERG A.F., REİS A.L., (2002),
“Relating Semantic and Episodic Memory System”, Cognitive Brain
Research, 261- 265.
MCNAMARA R.K., SKELTON R.W., (1993), “The neuropharmacological and
neurochemical basis of place learning in the Morris water maze”, Brain
Research Reviews,18, 33–49.
MOGHADDAM B., ADAMS B., VERMA A., DALY D., (1997) “Activation of
glutamatergic neurotransmission by ketamine: a novel step in the pathway
from NMDA receptor blockade to dopaminergic and cognitive disruptions
associated with the prefrontal cortex”, Journal of Neuroscience, 17, 2921-2927.
MONDADORİ C., WEİSKRANTZ L., (1993) NMDA receptor blockers facilitate
and impair learning via different mechanisms. Behavioral Neural Biology,
60, 205–210.
MORİCE R., DELAHUNTY A., (1996), “Frontal/executive impairments in
schizophrenia”, Schizophrenia Bulletin, 22(1), 125-137.
MORRİS R.G.M., ANDERSON E., LYNCH G.S., BAUDRY M., (1986), “Selective
impairment of learning and blockade of long-term potentiation by an
Nmethyl-D-aspartate receptor antagonist, AP5”, Nature, 319, 774–776.
Neumann A., Philippot P.,(2006), “Recollection of Emotional Memories in
Schizophrenia: Autonoetic awareness and specificity deficits”, Psychologica
Belgica, 46(1-2), 143-162.
Psikoloji Çalışmaları
151
NEWCOMER J.W, FARBER N.B, JEVTOVİC-TODOROVİC V, SELKE G,
CRAFT S., OLNEY J.W., (1999), “Ketamine- induced NMDA receptor
hypofunction as a model of memory impairment in schizophrenia”,
Neuropsychopharmcology, 20, 106-118.
NORTHOFF G., RİCHTER A., BERMPOHL F., GRİMM S.,MARTİN E., MARCAR
V.L., WAHL C., HELL D., BOEKER H., (2004), “NMDA hypofunction in the
posterior cingulate as a model for schizophrenia: an exploratory ketamine
administration study in fMRI”, Schizophrenia Research, 56, 13-22.
NYBERG L., MARKLUND P., PERSSON J., CABEZA R., FORKSTAM C.,
PETERSSON K.M, INGVAR M., (2003), “Common Prefrontal Activations
During Working Memory, Episodic Memory and Semantic Memory”,
Neuropsychologia, 371-377.
OKADA A., (2001), “Deficits of spatial working memory in chronic schizophrenia”,
Schizophrenia Research, 53, 75-82.
OLNEY J.W AND FARBER N.B., (1995), “Glutamate receptor dysfunction and
schizophrenia”, Archives of Genetic Psychiatry, 52, 998-1007.
ORANJE B., CHRİSTİNE C., WİED G., VERBATEN M.N., KAHN R., (2002),
“Modulating sensory gating in healthy volunteers: The effects of ketamine
and haloperidol”, Biological Psychiatry, 52, 887-895.
PARK S., HOLZMAN P.S., (1995), “Spatial working memory deficits in the relatives
of schizophrenic patients”, Archives of Genetic Psychiatry, 49, 975- 982.
PEARCE J.M., ROBERT A.D., GOOD M., (1998), “Hippocampal lesions disrupt
navigation based on cognitive maps but not heading vectors”, Nature, 396, 75–77.
PİTSİKAS N., BORSİNİ F., (1997) “Different effects of tropisetron and ondansetron
in learning and memory paradigms”, Pharmacology Biochemistry and
Behavior, 56, 571–576.
PİTSİKAS N., BRAMBİLLA A., BORSİNİ F.,(1994), “Effect of DAU 6215, a novel
5-HT3 receptor antagonist, on scopolamineinduced amnesia in the rat in
a spatial 65 learning task”, Pharmacology, Biochemistry and Behavior, 47,
95–99.
PORSOLT R.D., ANTON G., BLAVET N., JALFRE M., (1978), “Behavioral
despair in rats: A new model based sensitive to antidepressant treatments”,
European Journal of Pharmacology, 47, 79-381.
POUCET B., SAVE E., LENCKSANTİNİ P., (2000), “Sensory and memory properties
of hippocampal place cells”, Reviews in Neuroscience, 11, 95–111.
REED J.M VE SQUİRE L.R., (1997), “Impaired recognition memory in
patients with lesions limited to the hippocampal formation”, Behavioural
Neuroscience, 111, 667–675.
RİCHARDS, J.M., GROSS, J.J., (2000) “Emotion Regulation and Memory: The
Cognitive Costs of Keeping One’s Cool”, Journal of Personality and Social
Psychology, 79 (3), 410-424.
152
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
RİEDEL G., PLATT B., MİCHEAU J., (2002), “Glutamate receptor functioning in
learning and memory”, Behavioural Brain Research,140, 1-47.
RİEKKİNEN P. JR., SİRVİO J., RİEKKİNEN P., (1990), “Interaction between raphe
dorsalis and nucleus basalis magnocellularis in spatial learning”, Brain
Research, 527, 342–345.
RİZZO R., DANİON J.M., LİNDEN M., GRANGÉ D., ROHMER J.G.,
(1995), “Impairment of memory for spatial context in schizophrenia”,
Neuropsychopharmacology, 10(3), 376- 384.
SAKİMURA K., KUTSUWADA T., ITO I., MANABE T., TAKAYAMA C.,
KUSHİYA E., YAGİ T., AİZAWA S., INOUE Y., SUGİYAMA H., MİSHİNA
M., (1995), “Reduced hippocampal LTP and spatial learning in mice lacking
NMDA receptor e1 subunit”, Nature, 373, 151–155.
SALAMÉ P., DANİON J., PERETTİ S., CUERVO C., ( 1998) “The state of working
memory in schizophrenia”, Schizophrenia Research, 30 (1), 11-29.
SANTİN L.J., RUBİO S., BEGEGA A.,. ARİAS J.L., (1999), “Effects of mammillary
body lesisions on spatial reference and working memory tasks”, Behavioural
Brain Research, 102, 137–150.
SAUCİER D., HARGREAVES E.L., BOON F., VANDERWOLF C.H., CAİN D.P.,
(1996) “Detailed behavioral analysis of water maze acquisition under
systemic NMDA or muscarinic antagonism: nonspatial pretraining
eliminates spatial learning deficits”, Behavioral Neuroscience, 110, 103–116.
SCHRODER J., TİTTEL A., STOCKERT A., (1996), “Memorydeficits in
subsyndromes of chronic schizophrenia”, Schizophrenia Research, 21(1),
19-26.
SETLOW B., MCGAUGH J.L., (1998), “Sulpiride infused into the nucleus
accumbens posttraining impairs memory of spatial water maze training”,
Behavioral Neuroscience, 112, 603–610.
SHAMMAHLAGNADO S.J., BELTRAMİNO C.A, MCDONALD A.J., MİSELİS
R.R., YANG. M., DE OLMOS, HEİMER L, ALHEİD G.F., (2000),
“Supracapsular bed nucleus of the stria terminalis contains central
and medial extended amygdala elements: Evidence from anterograde
and retrograde tracing experiments in the rat”, Journal of Comparative
Neurology, 111 (5), 1105-1113.
SHORS T., (2001) “Acute stress rapidly and persistently enhances memory formation
in the male rat”, Neurobiology of Learning and Memory, 75, 10-29.
SHİİGİ Y. AND CASEY D.E., (1999), “Behavioral effects of ketamine, an NMDA
glutamatergic antagonist, in non human primates.”, Psychopharmacology,
146, 67-72.
SMİTH D.R., STRİPLİN C.D., GELLER A.M., MAİLMAN R.B., DRAGO J.,
LAWLER C.P., GALLAGHER M., (1998), “Behavioural assessment of mice
lacking D1A dopamine receptors”, Neuroscience, 86, 135–146.
Psikoloji Çalışmaları
153
SPİNDLER K.A, SULLİVAN E.V, MENON V., (1997), “Deficits in multiple systems
of working memory in schizophrenia.”, Schizophrenia Research, 27, 1-10.
TAMMİNGA C.A., VOGEL M., GAO X.M., LAHTİ A.C., HOLCOMB H.H.,
(2000), “The limbic cortex in schizophrenia: focus on the anterior cingulate”,
Brain Research Reviews, 31, 364-370.
THAYER J.F, LANE R.D., (2000), “A model of neurovisceral integration in emotion
regulation and dysregulation”, Journal of Affective Disorders, 61, 201–216.
TSO M.M., BLATCHFORD K.L., CALLADO L.F., MCLAUGHLİN D.P.,
STAMFORD J.A., (2004), “Stereoselective effects of ketamine on dopamine,
serotonin and noradrenaline release and uptake in rat brain slices”,
Neurochemistry International, 44(1), 1-7.
TULVİNG E. MARKOWİTSCH H.J., (1998), “Episodic and declarative memory:
role of the hippocampus”, Hippocampus, 8, 198–204.
YAGI K., ONAKA T., YOSHIDA A., (1998), “Role of NMDA receptors in
the emotional memory associated with neuroendocrine responses to
conditioned fear stimuli in the rat”, Neuroscience Research, 30, 279-286.
YILMAZ A., SCHULZ D., AKSOY A., CANBEYLİ R., (2001), “Prolonged effects
of an anaesthetic dose of ketamine on behavioral despair”, Pharmacology
Biochemistry and Behavior, 71, 349-352.
VAITL D., LIPP O., BAUER U., SCHULER G., STARK R., ZIMMERMAN M.,
KIRSCH P., (2002), ”Latent inhibition and schizophrenia: Pavlovian
conditioning of autonomic responses”, Schizophrenia Research, 55, 147-158.
VEINATE P., FREUNDMERCIER M.J., (1998), “Intrinsic and extrinsic connections
of the rat extended amygdala in vivo electrophysiological study of the
central amygdalaoid nucleus”, Brain Research, 794, 184-198.
VOLLENWEİDER F.X., LEENDERS K.L., SCHARFETTER C., ANTONİNİ A.,
MAGUİRE P., MİSSİMER J., ANGST J., (1997), “Metabolic hyperfrontality and
psychopathology in the ketamine model of psychosis using positron emission
tomography”,European Journal of Neuropsychopharmacology, 7, 9-24.
VOLLEMA M.G, GEURTSEN G.J., VAN VOORST A.J., (1995), “Durable
improvements in Wisconsin Card Sorting Test performance in schizophrenic
patients”, Schizophrenia Research, 16(3), 209-215.
WALKER D.L., DAVİS M., (2002), “The role of amygdala glutamate receptors
in fear learning, fear-potentiated startle, and extinction”, Pharmacology
Biochemistry and Behavior, 71, 379–392.
WELLMAN C. L., CULLEN J. C., PELLEYMOUNTER M. A., (1998), “Effects of
controllability of stress on hippocampalpharmacology”,Psychobiology,26(1),
65-72.
WESİERSKA M., MACİAS-GONZALEZ R., BURES J., (1990), “Differential effect
of ketamine on the reference and working memory versions of the Morris
water maze task”, Behavioral Neuroscience, 10474–83.
154
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
WİLHELMUS J.A.J., SNEAT A., WJAJ B., (2000), “Catecholamine systems in the
brain of vertabrates: new perspectives through a comparative approach”,
Brain Research Reviews,33, 308-329.
WİLLİAMS S.M, GOLDMAN-RAKİC, P.S., (1998) “Widespread origin of
the primate mesofrontal dopamine system”, Cerebral Cortex, 8, 321345. WİLLNER P., (1990) “Animal models of depression: an overview”
Pharmacological Therapeutics, 45, 425-455.
WİLSON M.A., TONEGAWA S., ( 1997) “Synaptic plasticity, place cells and spatial
memory: study with second generation knockouts”, Trends in Neuroscience,
20, 102–106.
Sosyoloji Çalışmaları
Sosyoloji Çalışmaları
157
GENÇ DİNDARLIĞININ İNŞASINDA AİLESEL ETKİLER
THE EFFECTS OF FAMILY ON BUILDING RELIGIOUSNESS
IN YOUTH
Fatma Zehra FİDAN 1
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, İslâm ideolojisini savunan ailelerin dindar nesil
yetiştirme ideali bağlamında sürdürdükleri ebeveynlik rollerinin gençlerin
dindarlık algısındaki etkilerini anlamaktır. Araştırma sorunsalı bir vaka örneği
üzerinden çözümlenmiştir. Gerekli verilere, ilk dindarlık yönelimini ailesinden
aldığı etkilerle inşa eden ve eyleme geçiren, ergenlik döneminde ise din dışı
eylemselliğe yönelen bir genç kızla derinlemesine görüşme yapılarak ulaşılmıştır.
Veriler söylem analiziyle incelenmiştir. Araştırmada şu sonuçlara ulaşılmıştır: Aile,
gençlerin din ve dindarlık algısı üzerinde önemli ölçüde etkilidir. Bu etki ergenlik
döneminde sosyal çevresel faktörler nedeniyle yapı söküme uğrayabilmekte; genç,
din dışı bir yaşantıyı tercih edebilmektedir. Gencin din dışı yaşam tercihinde,
sosyal çevrenin cazibesinin yanında, aile ilişkilerinin sağlıksız olması ve mutsuz
bir ev ortamı etkilidir. Ailede kazandığı dindarlık algısını farklılaştırmadan din
dışı bir hayatı tercih eden kişilerde, inanç/ eylem farklılığı nedeniyle çelişkili bir
kimlik inşası görülmektedir.
Anahtar kelimler: Gençlik dindarlığı, aile, sosyal çevre, kimlik inşası, söylem
analizi.
ABSTRACT
This study aims to describe the effects of parenting by parents who defend
Islamic ideology in adolescents’ religiousness perception. Its problem was solved
with a case example. The data were obtained by interviewing a young female
who was non-religious during her adolescence period, but became religious due
the effect of her parents and behaved accordingly. The data were assessed using
discourse analysis. The study shows that family plays a key role in religion and
religiousness perception. However, this can be destroyed. Adolescents may choose
a non-religious life. Alongside the lure of the social environment, unhealthy family
relationships and an unhappy home environment affect the choice of a nonreligious life. A contradictory identity construction can be seen in people who
prefer a non-religious life without comprehending religion.
Keywords: Religiousness in youth, family, social environment, identity
construction, discourse analysis.
1 Doç.Dr. Fatma Zehra Fidan. Celal Bayar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. fatmazehrafidan@
gmail.com.
158
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
GİRİŞ
İslâmcılığın en temel argümanlarından biri olan dindar nesil yetiştirme
ideali, İslâmi hareketlerin sistematiğini belirleyen temel referans noktası
olmuştur. 80’lerden günümüze farklı aşamalardan geçerek kendisini
gerçekleştiren İslam ideolojisinin değişmeyen ilkesi, inşa edilen yeni
toplumun harcı olacak ve emaneti devralacak ideal nesli yetiştirmektir.
80’lerde ve 90’larda tesettür mücadelesi veren İslâmcı kadınları kamusal
alana girmekten ve kariyerleri için çalışmaktan alıkoyan en önemli
gerekçelerden biri, altın nesil yetiştirme sorumluluğu olmuştur21. Bu
sorumluluğun doğrudan kadına verilmesi ve dindar kadınların bunu
kabullenmesi toplumsal cinsiyet rollerinin paylaşımına ilişkin feminist
teolojik bir sorundur; dolayısıyla elimizdeki çalışmanın kapsamı
dışındadır. Bu çalışma, İslâm ideolojisine sahip olan ailelerin dindar nesil
yetiştirme ideali bağlamında sürdürdükleri ebeveynlik rollerinin gençlik
dindarlığını nasıl etkilediği üzerine odaklanmaktadır. Başka bir deyişle,
dindarlık algısını ve yönelimini ailesinin etkisiyle geliştiren gençlerin dini
anlama, algılama ve yaşama biçimlerinde bu etkinin nasıl tezahür ettiğini
anlamaktır.
Beşeri eylemin doğal bir tezahürü olan din, kendisine tabi olan insan
toplulukları adedince farklı özellikler taşıyan bir olgudur ve her din insan
doğasını anlamada bize rehberlik eder. Dinler kendi içinde farklılıklar
gösterse de, ilkelden günümüze değin insanların dine bağlanma nedenleri
insan doğasal özellikler taşır. Durkheim’e göre, kendisini güvende hissetmek
için Aşkın’a bağlanan ilkel insandaki yönelimle modern toplumun dindar
bireyinin Tanrı’ya yönelimi arasında inanma dayanağı bakımından fark
yoktur (Durkheim, 2005). İnsanların dine ve dindarlık eylemlerine
yönelmesinin pek çok sebebi vardır. Hayatın anlamına ilişkin arayışlar
gündelik yaşamdaki acı ve sıkıntılara çözüm arayışıyla bir araya geldiğinde
dinsel yönelimlerin daha sıklıkla ortaya çıktığı görülmüştür. Durkheim’in
işaret ettiği gibi, modern toplumda da din insana güven veren, acılara
katlanmayı kolaylaştıran (teodise) ve bu nedenle insanı güçlendiren
işlevleriyle bir dayanak noktası olmuştur. Dine inanma sonrasında ortaya
çıkan dindarlık, somut olarak ölçülebilen bir olgu olmamasına karşın, duygu
ve düşüncede dine taraf olduktan sonra dinsel ritüelleri yerine getirmeyle
2 İslâmcı kadınların konuyla ilgili savları bilimsel olmayan pek çok metinde farklı
şekillerde ifade edilmiştir. Konunun bilimsel çalışmalar bağlamında ele alındığı örnekler için
şu çalışmalar incelenebilir: Özdalga, E. (2006). İslâmcılığın Türkiye Seyri. İstanbul: İletişim
Yayınları. Acar, F. (2010). Türkiye’de İslâmcı Hareket ve Kadın. 1980’ler Türkiye’sinde Kadın
Bakış Açısından Kadınlar. (ss. 73- 91). Yay. Haz. Şirin Tekeli. İstanbul: İletişim Yayınları.
Arat, Y. (2010). Feminizm ve İslâm: Kadın ve Aile Dergisinin Düşündürdükleri. 1980’ler
Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar. (ss. 91- 103). Yay. Haz. Şirin Tekeli. İstanbul:
İletişim Yayınları. Göle, N. (1998). Modern Mahrem. İstanbul: Metis Yayınları. Fidan, F.Z.
(2015). Modernlik ve Dindarlık Arasında Kadın. İstanbul: Opsiyon.
Sosyoloji Çalışmaları
159
ilişkili bir kavramdır (Fidan, 2015). Araştırma sorunsalı bağlamında analiz
edeceğimiz gençlik dindarlığı, bireyin gelişimsel süreçleriyle ilişkili olması
bakımından daha özel bir alanda değerlendirilebilir.
Cinsiyet güdüsünün doğurduğu çatışmaların en üst düzeyde yaşandığı
ergenlik dönemi, bağımsız bir kişiliğe sahip olma arzu ve yöneliminin
yanında, bireyin toplumdaki yerini ve rolünü öğrendiği çalkantılı bir
süreçtir. Bir dünya görüşü geliştirme, kendine yön verecek değerleri
araştırma, hayatın anlamı, hayattaki yeri ve rolü konusunda tatmin edici
cevaplar bulma gibi arayışlar gençlik döneminin en önemli özellikleridir
(Hökelekli, 2013). Hayatın farklı alanlarını keşfetme ve yaşamdaki farklı
rolleri deneyimleme yöneliminin baskın çıktığı bu süreç, farklı ideolojik
ilgi alanlarının deneyimlenmesiyle yetişkinliğe geçişin işaretlerini yansıtır
(Negru, et al. 2013). Gerek kendi içinde gerçekleşen iniş çıkışlar gerekse
toplumda sürekli değişen değer yargıları, ergenin dinsel bocalamalar,
bunalımlar ve çelişkiler yaşamasını kaçınılmaz hale getirir. Dini ilginin
şuurlu uyanışının ve gelişiminin açıkça gözlemlenebildiği bu süreç
(Hökelekli, 2013), bireyin yaşamın anlamını sorgulayarak kutsallıktaki
pozisyonunu belirlediği ve varoluşsal anlam arayışlarını derinleştirdiği
bir dönemdir. Dindarlık ve maneviyat, gelişim sürecindeki gençlerin
kendi inanç ve değerlerine ilişkin artan bir öz-keşif deneyimledikleri bu
dönemdeki en önemli ilgi odaklarıdır (Barry, et al. 2010; Negru, et al. 2013).
Dindarlık ve davranış ilişkisi son dönemlerde sosyal bilimlerin üstünde
durduğu konulardan biridir (Salas-Wright et al. 2013); yapılan araştırmalar
gençlik dindarlığının inşasında ve sürdürülmesinde ailenin büyük etkisi
olduğunu ortaya koymuştur. Bilindiği gibi, toplumsal birliğin ve bütünlüğün
sağlanmasında toplumun temel taşı olarak görülen aile (Alptekin, 2012),
üyelerine hizmet veren bir kurum olarak aile fertlerine çeşitli avantajlar
sağlar (Strach, 2006). Ailenin, aileyi meydana getiren bireyleri kısıtladığına
ilişkin savlar varsa da, genelde üyelerine huzur ve mutluluk sağladığı
varsayılmıştır (Herlihy, 1991)31. Bütün araştırma ve gözlemler, dini inanç
ve tutumların teşekkülünde ilk çocukluk dönemindeki aile ilişkilerinin
en etkili faktör olduğu konusunda birleşmektedir (Hökelekli, 2013;
Pickering&Vazsonyi, 2010; Barry, et al. 2010; Fidan, 2015a). Aile, kimlik
gelişim sürecindeki en önemli faktör ve sosyal etkileşimin gerçekleştiği
ilk kurum olması bakımından, gençlerin dini kimlik gelişiminde,
sosyalleşmesinde ve yöneliminde etkilidir. Bu bağlamda anne babanın dini
tutumları42 gençlerin dindar kimlik inşasında önemli rol oynamaktadır.
3 En ilkel kabilelerden günümüze kadar, birlikte yaşayan ve işbölümü nedeniyle birbirine
bağlı kimselerden oluşan bir birlik olarak aile, dinsel törenlerin yapıldığı doğal çevrede
olmuştur. Bu, aileye olduğu kadar eve de dinsel bir anlam ve önem kazandırmıştır (Freyer,
2013).
4 Ebeveynlik rollerinin paylaşımında ve çocuğun dinsel kurallara göre yetiştirilmesinde,
dindarlık yöneliminin etkili olduğu bilinmektedir (Fidan, 2017; 2017a).
160
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Yapılan araştırmalar, sevgi kültürünün hakim olduğu ailelerin, sevgi
kültürünün hakim olmadığı ailelere göre daha fazla rol model olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Buna göre birey, sosyalleşme sürecinde ailesinin dini tutum ve
eylem modellerini gözlemlemekte ve özdeşleşme yoluyla kimliğinin bir parçası
haline getirmektedir (Pakdemirli, 2015; Hökelekli, 2013; Fidan, 2015a).
Birey, dinsel ilgi ve yönelimine ilişkin etkilerle öncelikle ailesinde
karşılaşsa da, hayatın süregiden dinamiklerinde bu etki başladığı gibi
devam etmeyebilmektedir. Yetişkin olma sürecinde toplumsal yaşamın
farklı alanlarında yer alan birey, içine katıldığı yeni sosyal çevrelerde dinsel
ve ruhsal hayatını yeniden gözden geçirme, sorgulama ve dönüştürme
imkanlarıyla karşılaşmaktadır. Gelişmekte olan yetişkinlerin bilişsel
gelişimi dinsel anlamların daha derinlemesine işlenmesine izin vermekte,
onların bilişsel muhakemesi soyut akıl yürütme ve yasaklayıcı kontrolün
artmasıyla soyut ve pragmatik bilgiye odaklanmaktadır. Nihai anlamda
dinsel biliş, davranış ve duyguların bir araya gelişi, sözü edilen faktörlerin
etkisiyle gelişmekte olan yetişkinlikteki değişmeyi ortaya çıkarmaktadır
(Negru, et al. 2013)51. Pakdemirli (2015), üniversite gençlik dindarlığıyla
ilgili araştırmasında, dinî tutum ve eylem ayrımına dikkati çekerek
gençlerin tutum ve eylemleri arasındaki tutarlılığın nasıl olduğunu ve
dinsel değişme nedenlerini sorunsallaştırmıştır. Buna göre dini tutum,
bireyin dine yönelik duygu, düşünce ve davranışlarını belirleme tarzıdır.
Bireyin dinle ilgili bilişsel ve duyuşsal ön kabulleri, dinin bütününden
ya da herhangi bir esasından hoşlanıp hoşlanmaması, dini bir davranışa
eğilimli olup olmaması onun dini tutumunu oluşturmaktadır. Dindarlık
eylemi ise dini tutumun davranışa dönüşmesiyle ortaya çıkmaktadır.
Güçlü dini tutumların dindarlık eylemine dönüşme oranı daha yüksektir.
Gençlerin dini eylem ve tutumlarında aile etkisini irdeleyen Pakdemirli,
ailede içselleştirilmemiş dini tutum ve eylemlerin yeni sosyal ortamlarda
önemli ölçüde değişime ve dönüşüme uğradığını, başka bir deyişle dinsel
yönelimden sapma davranışına evrildiğini tespit etmiştir (Pakdemirli,
2015)6.2
5 Yapılan araştırmalarda, gelişmekte olan yetişkinlerde dinsel inanç artarken dinsel
davranışın azaldığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, dini kurumlara olan güvenin giderek azalması
ve toplumun laikleşmesiyle ilgili olduğu gibi, gençlerin üniversite eğitimi veya başka nedenlerle
ortam değiştirmesi ve farklı aktivitelere yönelmesiyle ilişkili bulunmuştur (Negru, et al. 2013).
6 Pakdemirli’nin yaptığı araştırmada, dini tutumların bireyi aynı düzeyde dinsel eyleme
yöneltmediği ortaya çıkmıştır. Araştırmacının sosyal dindarlık olarak adlandırdığı “doğru
sözlü olmak, kimseyi aldatmamak, sözünde durmak, anne-babaya iyi davranmak, rüşvet
alıp vermemek, insanlara iyi davranmak, doğal çevreyi korumak, çevreyi temiz tutmak,
herhangi bir şeyi izinsiz almamak, dedikodu yapmamak, zinadan uzak durmak” gibi
toplumsal ahlaki eylemler bahse konu başlıklarla ilgili tutumlarla belli ölçüde tutarlıdır.
Araştırmacının geleneksel dindarlık olarak betimlediği “zekat, kurban, hac, oruç, dua, şükür,
dini nikah” gibi seyrek olarak yapılan dini eylemlerin ise konuyla ilgili tutumlarla en fazla
tutarlı alan olduğu tespit edilmiştir (Pakdemirli, 2015: 179).
Sosyoloji Çalışmaları
161
Bireyin dinsel duygu, düşünce ve davranışlarında belirgin biçimde
görülen farklılıklar olarak anlaşılabilen dinsel değişimin çeşitli tezahürleri
vardır. Dinsel değişim, inançsızlıktan inanca, bir inanç sistemine bağlılıktan
başka bir inanç sistemine bağlanmaya işaret ettiği gibi herhangi bir inanç
sistemi içinde bir eğilimden diğerine yönelmeyi de gösterebilir. Gündelik
hayatın rutininde alışılmış ibadetlere bel bağlamaktan Tanrı’nın varlığına
derin bir inanca bel bağlamaya, tehdit edici, cezalandırıcı ve yargılayıcı
bir Tanrı inancından sevgi, destek ve maksimum güzellikler sunan bir
Tanrı inancına geçmek de dinsel değişim kategorilerinde yer alabilecek
durumlardır (Kayıklık, 2014:108).
Gençlik dindarlığı üstünde ailesel faktörlerin nasıl etkili olduğunu
anlamak istediğimiz bu çalışma, ailesel etkilerle dindar bir kimliğe
sahip olan ancak zaman içinde dinsel duygu ve yönelimlerinde önemli
değişiklikler meydana gelen bir genç kızın deneyimlerine odaklanacaktır.
Bir vaka örneği çalışmasının gençlik dindarlığı gibi kapsamlı bir konuya
ilişkin genel geçer söz söyleme hakkının olmadığı açıktır. Ancak nitel
araştırma tekniklerinin, az sayıda katılımcıyla da olsa, yapmaya çalıştığı şey,
çalışılan alana ilişkin tümel sonuçlar ortaya koymak değil, elde ettiği özgün
verilerle alana katkı sağlamaktır (Balcı, 2013; Gürbüz ve Şahin,2015)7.1
Objektif bir anlamanın ancak sübjektif deneyimler aracılığıyla
oluşabileceğine (Creswll’den 1998: 98 aktaran: Kümbetoğlu, 2011:478)
duyulan inanç, anlamanın feminist epistemolojideki öneminin
işaretçilerindendir. Buna bağlı olarak, araştırma sorunsalı, anlamın
sosyal aktörün zihnindeki tezahürüne (Çiftçi, 2004) odaklanarak, söylem
analizinin verdiği imkanlarla irdelenecektir. Söylem hayatımızın merkezi
bir parçasıdır (Potter ve Wetherell, 2004) ve bir yöntemden daha çok
teorik bir bakış açısı ve metodoloji (Nikander, 2008) olarak tanımlanır.
Dil, vasıtasıyla içinde kendimizi ve şeyleri ifade ettiğimiz şeydir. Konuşan
bizler için dil bir obje değil, ilişki kurucudur (Ricoeur, 2009: 95), dinamik
bir süreç olan dili ileriye götüren düşüncelerdir. Söylem analizinin temel
argümanı da düşüncelerin akışına yön veren gücü tanımlamaktır (Chafe,
2001).
Araştırma sorunsalı bir vaka örneği üzerinden çözümlenecektir.
Dindar bir ailede yetişen, ergenlik dönemi ve sonrasında dinsel yaşamında
önemli değişiklikler meydana gelen 25 yaşındaki bir genç kızla yaklaşık
iki saat süren derinlemesine görüşme yapılmış, ses kaydı alınmıştır.
Katılımcıya psikoloğu aracılığıyla ulaşılmıştır. Görüşme, katılımcının isteği
doğrultusunda, psikoloğu eşliğinde gerçekleşmiştir.
7
Nitel araştırmanın bu özelliğini Gürbüz ve Şahin (2015: 375) “yapboz” örneğiyle
açıklamaktadırlar. Buna göre, yapbozdaki her bir parça nitel araştırmadaki verileri temsil
etmektedir. Bu veri parçaları ve bunlar arasındaki ilişkiler araştırmacıya gerçek resmin
bulunmasında ve resmin tamamının ne söylediğinin anlaşılmasında rehberlik eder.
162
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Dindar Kimlik İnşasındaki karmaşık Süreçler ve Arafta Kalan Genç
Vaka Sunumu
Ceyda81 İslâm ideolojisine sahip bir aile ortamında doğup büyümüştür,
dört kardeşin üçüncüsüdür. Aile, kendi içinde farklı sorunlar yaşayan,
nihai anlamda sorunlarına kalıcı çözüm üretemeyen bir özelliğe sahiptir.
Görüşmecinin anne babası resmen boşanmış, bir süre ayrı yaşamayı
denemiş ancak sonrasında yeniden bir araya gelmiştir. Resmen evli
olmayan karı kocanın ev içindeki davranış örüntüleri de evlilik yaşamının
normal seyrine uygun değildir9.2Ancak ailenin dıştan görünümü içerdeki
sorunların anlaşılmasına imkan vermeyecek şekildedir; aile, dine adanmış
bireylerin eylemselliklerini yansıtan bir tablo sergilemektedir.
Aile yaşantısındaki en dikkat çekici şeyin evdeki mutsuzluk olduğunu
söyleyen görüşmeci, on beş yaşına gelinceye kadar ailesinde edindiği bilme,
düşünme ve inanma süreçleri hakkında şüphe duymamıştır; o yaşa kadar
uygulaması gereken bütün dini ritüelleri uygulamıştır. Katılımcı hangi yaşta
örtündüğünü hatırlamamakta, ‘kendini bildi bileli örtülü olduğunu’ ifade
etmektedir. Ergenliğe gelinceye kadar namaz kılmak nefsine zor gelse de,
namaz kılmaya özen göstermiştir. İlköğretimden sonra ailesinin isteğiyle
İmam Hatip Lisesine gönderilen Ceyda okulunu sevmemiş, lise birinci
sınıfta iki yıl üst üste başarısız olmasının ardından okuldan atılmıştır.
Katılımcı, İmam Hatip Lisesi’ni sevmese de İslâmi faaliyetleri sevdiğini
ve dine hizmet nosyonunu tam kabul ettiğini ifade etmektedir. Ceyda on
beş- on altı yaşlarına geldiğinde güzelliğiyle dikkat çekmeye başlamıştır.
Görüşme sürecinde kendisi için çok önemli olduğunu söylediği özellikle
erkeklerin dikkatini çekme, sosyal aktörün o güne kadar ilgilenmediği
farklılıklara yönelmesinde etkili olmuş görünmektedir. Okuldan atıldıktan
bir süre sonra bir anaokulunda çalışmaya başlayan103 katılımcı, çalışma
hayatında ev dışındaki sosyal çevreyi kısmen tanımaya başlamıştır.
Dışarıdaki hayatın nasıl olduğuna ilişkin merakını yenemeyerek, ailesinden
gizli, başörtüsünü çıkararak barlara gitmeye başlayan Ceyda, kendisini
tamamen yabancısı olduğu bir sosyal ortamda bulmuştur. Birbirine karşıt
dünyaları aynı anda deneyimlemeye başlayan genç kız, erkeklerle de
arkadaşlık yapmaya başlamıştır. Bu yeni yaşam biçimini uzunca bir süre
ailesinden gizleyen katılımcı, nihayetinde yaşam tercihini ortaya koymuş
ve tesettürlü giyimden çıkmıştır. Çelişik duygu ve eylemsellikler içinde
geçirdiği birkaç sene içinde erkeklerle dinsel olarak kabul edilemeyecek
deneyimler yaşayan Ceyda, ailesi tarafından örtünmeye ikna edilmek üzere
psikoloğa getirilmiştir.
8 Çalışmada katılımcının gerçek adı kullanılmamıştır.
9 Görüşmecinin ifadelerine göre, resmen evli olmadığı halde birlikte yaşayan karı
koca aynı odayı paylaşmamakta, gündelik hayat rutininde birbirlerine karşı evli bir çiftten
beklenecek asgari uyum ve anlayışı sergilememektedir.
10 Ceyda çalışma hayatına girdiğinde 18-19 yaşlarındadır.
Sosyoloji Çalışmaları
163
Söylemsel Analiz
Dinî ortamlarda yaşanan çocukluk ve araçsallaşan dinsellik
Araştırmanın temel sorunsalı, gençlerin dinsel yönelim ve
eylemselliklerinde aile etkisinin nasıl olduğunu anlamaktı. Görüşmecinin
ifadeleri, dinsel ideolojiyi benimseyen ailelerin dinsel gündelik yaşamlarını
nasıl sürdürdüklerine ve çocuklarını hangi ortamlarda yetiştirdiklerine
dair fikir vermektedir.
“O zamana kadar (okul) hayatım sürekli sohbetlerde geçti. Günde
üç tane sohbete gidip geliyodum. Okula gidiyodum geliyodum akşam
sohbete gidiyodum. Yani bende inanılmaz dini bişey vardı çünkü ben
kendimi bildim bileli annem diyo ‘Seni kucağımda sallıyodum öyle sohbet
dinliyoduk.’ Biz büyüdük büyüdük hep dinin içindeydik rabbim kabul
ederse… Bi tarafından tutmaya yapmaya çalışıyoduk. Sonra işte bi sıkıntı
yok, on beş (yaş) işte lise bir… Arkadaşlara biraz uyma falan… Ama annem
benim çok dik yapıda biri olduğu için arkadaşlarla hiç bi yere izin vermez,
arkadaşlar dalga geçiyodu. Ben bu sefer sürekli yalan söylemeye başladım
çünkü biliyorum (arkadaşlarla gezmeye) annem izin vermicek.”
Ceyda’nın dinsel yönelimindeki değişimsel süreç dinsellik ve ergenlikle
ilgili bilimsel sonuçlarla tutarlı görünmektedir. Bebeklik çağından
itibaren dinsel anlam dünyasını zenginleştirmeyi hedefleyen ortamlarda
bulun(durul)an katılımcının, içinde var olduğu dinsel anlayışı tam
kabul ettiğini gösteren şahıs zamiri (biz), dinsel inancın ve ideolojinin
aile fertlerinin tamamınca içselleştirildiğini göstermektedir. Bütünsel
olarak kabul edilmiş bir anlam dünyasında büyüyen sosyal aktör,
ergenlik çağına girdiği dönemde sosyal çevresinin (arkadaşlar) etkisinde
kalmaya başlamış, o güne kadar inşa edilen dinsel yapının argümanlarına
ters davranmaya yönelmiştir11. Mevcut dinsel yapının argümanlarına
uygun olmayan davranış örüntülerinin, o güne kadar kabul edilen din
anlayışını sorgulama sürecinden sonra ortaya çıkması beklenebilir. Ancak
görüşmenin tamamında dinsel inanç ve algı üzerine geliştirilen herhangi
bir sorgulamanın olmayışı, dinselliği kabulün derinlemesine yapılan bir
analiz neticesinde değil, dinsel olanın sorgusuz kabulüne dayalı bir bilgi
temelinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Ergenlik çağına geldiğinde fark
ettiği farklılıklara yönelme, “yeni bir hakikate uyanma” veya “şu ana kadar
tutunduğu yolun yanlış olduğunu görme” şeklinde tezahür etmemiştir.
11 Yapılan araştırmalarda, huzurlu ve mutlu ailelerde, aile bireylerinin toplu olarak
yaptığı dinsel ritüellere katılımın yoğun olduğu, bu ailelerde çocuklara daha yakından
davranıldığı ve desteklendiği bulunmuş (Li, 2014), bu bağlamda aile bireylerindeki dinsel
etkinin kalıcılığını sürdürdüğü savunulmuştur. Ceyda’nın dinî argümanlarla inşa edilmiş
çocukluk geçmişine rağmen, ev dışındaki din dışı yaşam tarzına yönelmesinin temelinde
ailesel etkilerin bulunması mümkündür.
164
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Konuşma metninden anlaşılabileceği gibi, içine doğulan dinsel ortamdaki
eylemsellikler anlamsal arka plandan mahrum olsa da sosyal aktörün dinsel
ideolojiye aidiyeti açıktır. Bu aidiyetin dinsel misyona ters düşen eyleme
yönelmede (yalan) engelleyici etkisinin olmayışı anlamsal arka planla ilgili
savımızı desteklemektedir. Ergenlik dönemindeki gençlerin genelinde
görülebilen akran gücü ve etkisi, o güne kadar inşa edilen anlam dünyasına
baskın çıkmış görünmektedir. Konuşma metninden, annenin hoşgörüden
uzak tavrının (dik yapıda) gelişim sürecindeki bireyi yalan söylemeye
yönelttiği ve ergenin engelleyici kurallara, hatta dinsel aidiyet duygusuna
rağmen yapmak istediği şeyi yapmaya yöneldiği anlaşılmaktadır.
Farklılığın dayanılmaz cazibesi
Ergenlik çağındaki gençler için, kendilerini keşfettikleri ve kimlik
inşasına giriştikleri bu gelişimsel dönemde, farklı dünyaların keşfinin
birincil önem taşıdığı söylenebilir.
“İmam hatip lisesine gittim iki yıl kaldım. Çünkü o sıra benim gözümün
açıldığı, etrafı keşfetmeye başladığım zamana denk geliyodu… Şimdi şöyle
etrafımdaki insanlar artık çoğalmaya başladı lisede farklı ilçelerden gelen
insanlar farklı yapıda olan insanlar… İmam hatip ama arkadaşım Hristiyan
bi çocuk hani esirgeme yurdundan geliyodu. O zamanlar bi yandan da
onları kurtarma çabasındaydık, fakat bi yandan da gözlemliyodum ben
onları. İşte zaman içinde on yedi on sekize kadar böyle geçti. Annem sohbet
dışında bi yere göndermiyodu, ben de doğal olarak sohbet yalanını…
Sohbeti kullanmaya başladım. Vicdanım sızlamıyo değildi ama dışarısı
bana cazip geliyodu açıkçası.”
Dinsel ideolojiye uygun bir eğitim ortamında da olsa, görüşmecinin
yeni katıldığı sosyal ortam o zamana kadar deneyimlediklerinden
farklıdır. Ceyda, farklı dinden olan ve dinsel kurallara uymayan Müslüman
arkadaşlarını kendisinden farklı bir kategoride konumlasa da, onların
farklılığının arka planını anlama merakındadır. Dine uygun hayat
sürmeyenleri kurtarma, katılımcının, ailesinin etkisiyle sahip olduğu dinsel
ideoloji bağlamında geliştirilen dine hizmet misyonunun bir uzantısıdır
(Fidan, 2015). Sosyal aktörün bu misyona aidiyetini ifade ederken
kullandığı şahıs zamiri (biz), kurtarma misyonunu üstlenen bütünsel bir
yapıya aidiyetini göstermektedir. Katılımcı kendisini kurtarıcı, kendisi
gibi olmayanları kurtarılmaya muhtaç özne konumunda, hiyerarşik
olarak inşa etmektedir. Burada dikkat çeken asıl konu, sosyal aktörün
kendisini ve ötekileri konumlandırış şekli değil, kendisinden aşağıda
konumladığı bir dünya görüşünü ve yaşam tarzını engelleyemediği bir
merak duygusuyla mercek altına almasıdır. Tam da bu noktada, bir önceki
başlıkta ulaştığımız “derinlemesine bir analiz sonucu dine bağlanmama”
tespiti bir kez daha sağlamlaşmaktadır. Çünkü sosyal aktör mensup
Sosyoloji Çalışmaları
165
olduğu dine bağlanırken, ona alternatif olan bütün inanma ve yaşama
biçimlerini incelemiş ve bu yaşam tarzını tercih etmiş değildir. O sadece
mensup olduğu dinin ve önerdiği yaşam tarzının diğer bütün dinlerden
üstün olduğunu kabul etmiştir. Bireysel merak ve analiz sonucunda inşa
edilen dindar kimliğin, bu kabulden çok daha sağlam zemine oturduğu,
dolayısıyla ötekinin farklılıklarından katılımcıda olduğundan daha düşük
düzeyde etkileneceği açıktır. Görüşme gerçekleştiğinde yirmi beş yaşında
olan sosyal aktörün, sahip olduğu dinsel ideolojinin ilkelerine ters olan,
gençlik arzu ve heveslerine uygun davranışını meşrulaştırma biçimini
bu bağlamda anlamak zorunludur. Sohbetler dışında hiçbir etkinliğe
izin vermeyen annesinin tavrını yanlış bulan görüşmeci, arkadaşlarıyla
gezmek için dinsel ideolojide iyi/ doğru kabul edilen bir eylemselliği
(sohbete gitme) araçsallaştırmayı normalleştirmiştir. Hem yalan söyleyerek
hem de dinsel ideoloji tarafından kabul gören bir ritüeli (sohbete
gitme) araçsallaştırarak kendisine cazip gelen bir eylemselliğe yönelme,
görüşmecinin içsel süreçlerini (vicdan) harekete geçirse de, merak duygusu
bunun önüne geçmiştir. Ceyda din dışı eylemleri nedeniyle suçluluk duysa
da, dış dünyayı anlamaya yönelik merakının bu duyguya galebe çaldığını
tereddütsüz ifadelerle ortaya koymaktadır. Farklı dünyaların dayanılmaz
cazibesine karşı koy(a)mayarak geçirdiği iki- üç yıl, katılımcıdaki dinsel
değişimi tetiklemeye yetmiş görünmektedir.
“Anaokulunda çalışmaya başladım, bu arada dışarıyı yeniden keşfetmeye
başladım… İşten çıkışta kapının önünden barın önünden falan geçiyorum,
dikkatimi çekiyo ister istemez. Bir iki bir iki gidiyorum geliyorum, şey…
İçerde bişey var!... Bi kere girmekten bişey olmaz… Açıkça söyleyim
giyinme süslenme beni cazip kılıyo. Benim kendi yapım gereği böyle…
Dışardan dikkat çekilmek falan hoşuma gidiyo yani. (vurgu)”
Okul dönemindeki merak duygusunun kapsamı, çalışma hayatında
genişlemiştir. Bar gibi hayat felsefesine uygun olmayan bir ortama katılma
sürecindeki içsel sorgulamalar, gencin ailesinden aldığı dinsel etkilerin
tezahürüdür. Geleneksel dinsel aile eğitiminde dinsel olanın sunumu,
insan zihninin, çeşitli uyaran ve olguları bizatihi kendi özelliklerinden
kavramaktan ziyade karşıtlarıyla değerlendirerek daha kolay anlama
özelliğine (Bilgin, 2007) uygun şekilde yapılmış olmalıdır. İçeride var olan
şeyin dine uygun olmadığı ön kabulü açıktır; “bi kere girmekten bişey
olmaz” telkini, doğru ile yanlış mekanların ayırımının karşıtlık ilişkisi
içindeki sunumuyla ilişkilidir. Nihai anlamda, gencin küçüklükten itibaren
içinde var olduğu dinselliğin etkilerinden çok çabuk sıyrıldığı ve ona cazip
gelen yeni toplumsallıklara dahil olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ancak ailesel etkiler genç üzerindeki varlığını sürdürse de, son tahlilde,
farklı olanı anlama ve deneyimleme arzusu baskın gelmiştir.
166
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Yapılan yanlışlıkların cezası çekilecektir
Aile yaşantısında kazandığı dindarlık anlayışıyla uzlaşması mümkün
görünmeyen bir dünyaya savrulan katılımcı, dinsel bilgi birikimi ve din
dışı yönelimleri arasında çelişkide kalmıştır.
“İçimde sürekli bi mücadele var, kendimle inanılmaz bi muhasebe
yapıyorum. Yaptığım her şeyin farkındayım nelerin doğru nelerin yanlış
her şeyin farkındayım. Diyorum ki, hani ben nasıl affedilicem yani her
şeyi bilerek yaptım. Hata yaptım desem tamam yine affolur ama bilerek,
bilerek gittim her yere (vurgu). Orda otururken ben kendim… Hala böyle
bi çaydanlık gördüm mü içimden cehennemde yanıcam hissi… Hala o his
bende devam ediyo.”
Şimdiki zaman kipinde kurulan cümleler, din dışı yaşam tercihi nedeniyle,
sosyal aktörün suçluluk duygusunun devam ettiğini göstermektedir.12
Görüşmeci, dinsel bilgiye galebe çalan haz odaklı davranış örüntüleri yüzünden
çelişkili duygular içindedir. Ceyda’nın kullandığı muhasebe kavramı, ilk anda
dinsel literatürdeki nefs muhasebesini çağrıştırsa da, konuşmanın devamı daha
çok “kâr-zarar” ilişkisine odaklanıldığını ima etmektedir. Gündelik hayatta
kullanılan objelerin (çaydanlık) sosyal aktörün zihninde uyandırdığı kavram
(cehennem), ailede ödül-ceza sistemine dayalı bir din eğitimi verildiğinin
göstergesidir. Aşkın tarafından affedilmenin dayanaklarını işaretleyen
ifadeler, geleneksel dinsel eğitimle öğrenilen bilgilere duyulan güveni ortaya
koymaktadır. Dinsel olandan saptığı için suçluluk hisseden, ancak din dışı
yaşantısından vazgeçme eğilimi göstermeyen sosyal aktörün, bu çelişkili
durumdan kurtulmak için, zaman içinde dinin emirleriyle ilgili farklı yorumlar
geliştirmesi mümkündür. Ancak katılımcının görüşme sırasındaki genel tavrı,
dini öteleme veya dinin farklı yorumlarıyla kendisini meşrulaştırma değil,
günahlarının cezasını çekmeyi kabullenme şeklindedir. Son tahlilde, sosyal
aktörün yeniden inşa ettiği kimlik, ailesinde içselleştirdiği dinsellikle, çevresel
etkiler nedeniyle yöneldiği din dışı davranış örüntülerinin birlikteliğinden
doğan karma ve çelişkili bir yapıdır.
Bir dine aidiyet hisseden bireyin davranışlarının, o dinin etkisi altında
şekillendiği bilinmektedir (Alptekin, 2012). Ceyda’nın dinî inançları
nedeniyle hissettiği korkunun iki boyutundan söz edilebilir. Bilindiği
gibi korku, dine bağlanmaya neden olan temel duygulardan biridir;
ilkel dönemlerden günümüze, inananı kaygı, endişe ve korkularından
emin kılması dinin en önemli işlevlerinden biridir. Dine inanan insan,
gündelik hayatta ve ölüm ötesinde öngöremediği tehlikelerin uyandırdığı
korku duygusundan, Aşkın’ın gücüne sığınarak kurtulmakta ve huzur
bulmaktadır (Durkheim, 2005; Kayıklık, 2014). Dünya hayatının sonunda,
aynı Aşkın’ın karşısına çıkarak işlenilen günahların hesabını verme ve
12 Görüşmecinin dinsel değişimi zaman içinde gerçekleşmiştir. Görüşme yaptığımız
tarihte 25 yaşında olan Ceyda, din dışı yaşam tercihinde en az beş yılı doldurmuştur.
Sosyoloji Çalışmaları
167
bedelini ödeyecek olma inancı ise, korku duygusunu tetikleyen başka bir
konudur. Önümüzdeki sosyal metinde, din dışı olanın verdiği haz duygusu,
dine dahil olmanın verdiği emniyet duygusuna ve korkuya galebe çalmış,
bu durum sosyal aktörü düşünsel ve duygusal olarak çelişkili bir kimlik
inşasına yöneltmiştir.
Özne konumları
Açıklayıcı repertuvarlarda yer alan söylemler, özne konumlarını inşa
ederken bu özne konumlarının karşıtlarını da inşa eder. Birbirinden
bağımsız gerçekleşmeyen bu inşada, özne konumu kendi karşıtıyla
güçlendirilir (Arkonaç, 2012).
Kurtuluşa eren kurtarıcı
Yeni sosyal ortamlarda karşılaştığı farklı kişilere ilişkin ifadeleri, sosyal
aktörü anlamada anahtar işleve sahiptir. Hristiyanların ve dindar olmayan
müslümanların kurtarılması gereken kişi özne konumundaki inşasıyla,
dindar müslümanların kurtuluşa eren ve kurtarıcı özne konumundaki
inşası, hiyerarşiktir. Kendisini, dini bilme ve dinsel kuralları uygulama
bakımından din dışındaki ötekilerden üstte konumlandıran sosyal aktör,
bu konumlamada dine hizmet misyonunu yerine getiren faildir.
Merak duygusunu tatmin etmek için her yolu deneyen
Merak duygusunu, hayatındaki değişim ve dönüşümlerin dayanağı
olarak imleyen Ceyda, görüşme boyunca bu özelliğine vurgu yapmıştır.
Dinî duygu ve düşüncelerini dindar bir ailede geliştiren katılımcı, içine
doğduğu dünyanın doğrularında derinleşmek yerine din dışı bir dünyanın
nasıllığının peşine düşmüş, nihai anlamda dinsel olmayanı tercih etmiştir.
Merak duygusunu tatmin etmek için her yolu deneyen özne konumunun
inşası, kendisine öğretilenleri sorgusuzca kabullenen özne konumunun
karşısında gerçekleşmiştir. Sosyal aktör, tercih ettiği din dışı hayat tarzıyla
ilişkili suçluluk duysa da, merak duygusunu tatmine yönelik eylemlerinin
arkasındadır.
Güzelliği ve cazibesiyle çevresindekilerin dikkatini çekmekten
hoşlanan ve bu duygunun peşinde sürüklenen
Görüşme boyunca güzelliğinin ve cazibesinin erkeklerde uyandırdığı
etkiye vurgu yapan (Benim kendi yapım gereği böyle.) sosyal aktör, sıra,
erkeklerle arasındaki ilişki düzeyine geldiğinde içsel bir sorgulamaya
girmektedir. Erkeklerle, dinin izin vermediği ilişkisel boyutları
deneyimlediğini ifade eden görüşmeci, bu eylemselliğinden dolayı kendisini
suçlamaktadır. Görüşmenin genel işleyişinden, kendisini cehennem gibi bir
cezayla ilişkilendirmesinin temelinde söz konusu cinsel deneyimler olduğu
168
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
çıkarsanabilir. Katılımcı, başta ailesindeki kadınlar (anne, abla, kız kardeş)
olmak üzere, bu tür deneyimlerden uzak kalma başarısını gösteren dindar
arkadaşlarını kendi sağlamlıkları içinde takdir hisleriyle anmaktadır. Bu
bağlamda, güzelliği ve cazibesiyle çevresindekilerin dikkatini çekmekten hoşlanan
ve bu duygunun peşinde sürüklenen özne konumunu kendisini haramdan
korumayı başaran dindar kadın özne konumunun tam karşısına inşa etmektedir.
Yaptığı yanlışlıkların cezasını ödemesi gereken
Sosyal aktörün hayatındaki değişim ve dönüşüm, dinseli öteleme veya
dinsel olmayanı içselleştirme şeklinde ortaya çıkmamıştır. Dinî inançlarına
rağmen dinsellikten uzak yaşamak katılımcının zihninde meşrulaşmamıştır.
Bu bakımdan, din dışı yaşam tercihinin ceza gerektirdiğine inanan ve
dinin kendisi için ön gördüğü cezayı kabullenme yoluna giden katılımcı,
kendisini yaptığı yanlışlıkların cezasını ödemesi gereken özne konumunda
inşa etmiştir. Ailesinin ödül ve ceza yörüngeli dinsel anlayışı bağlamında,
“bireysel istek ve irade” temelli eylem yönelimleri, sosyal aktörün zihninde
dinsel meşrulaştırım yolunu kapatmaktadır.
Çelişkili Repetuvarlar
Görüşmecinin söylemsel inşasındaki çelişkili izlekler, dinsel değişim
paralelinde ortaya çıkan karmaşık kimlik inşasının arka planına ayna
tutmaktadır.
İnsanları ateşten kurtarırken ateşin cazibesine kapılmak
Ailesi tarafından empoze edilen dinsel ideolojinin doğruluğuyla ilgili
şüphe izhar etmeyen, ancak buna karşıt hayat tarzından kendisini al(a)
mayan katılımcının eylem yönelimleri iki uç arasında gelip gitmektedir.
“Sonra yılbaşlarında… Durum aslında o kadar vahimdi ki... Yılbaşlarında
arkadaşlarım gece kulübüne, atıyorum bilmem nereye gitmesin diye evi
arıyodum, ‘Anne çabuk evi boşalt kızları getirmem lazım…’ (diyodum)
diyodu ‘nereye getiriyosun?’ Eee bunlar gitcekler bi yerlere… Getiriyodum,
sabaha kadar 20-25 kişi yeter ki aynı ortamda bulunalım, yeter ki bişey
yapmasınlar diye…”
Haz odaklı duygularla barlara gitme ile Yılbaşı günahından insanları
kurtarma çabası arasındaki uzlaşmaz mesafe, sosyal aktörün ergenlik
dönemindeki çelişkili kimlik inşasının sacayaklarıdır. Yaşam tercihini
din dışı olarak kodlasa da, inanç boyutundaki bağlılık katılımcıdaki içsel
çelişkiyi beslemektedir.
Yasak meyvedeki haz
“(Bara) ilk gittiğimde kafamı kaldırıp bakamıyorum bile etrafımda
kim var diye. İnanılmaz utanıyorum ya… Yaptığımın farkındayım,
Sosyoloji Çalışmaları
169
ne yaptığımın bilincindeyim, bakıyorum etrafıma bu insanların hepsi
yanıcak… Ben dahil… Buraya girdiysem bildiğimden geri (kalmıyorum)
tamamdır yani… Bi yandan da keyifli geliyo. Erkeklerle oturup işte
konuşmak bana çok keyif veriyodu. Bu zamana kadar benim hiç erkek
arkadaşım olmadı çünkü. Onların iki sözleri bile benim hoşuma gidiyodu
yani. Dikkat çekmek, birileri tarafından ilgi görmek insanın hoşuna gidiyo.
Bende ekstra ekstra bi durum(du) bu.”
Katılımcıda dikkati çeken önemli özelliklerden biri, din dışı
eylemselliklerindeki bilinçliliğe yaptığı vurgudur. O yaşa kadar yapılan
dinsel inşa, karşıt argümanlarla yapı söküme uğramakta, ancak iç içe
geçmiş çelişkiler bireyin bilişsel, düşünsel ve duygusal süreçlerini derinden
etkilemektedir. Bar müdavimi olma eylemi nedeniyle cehennem ehli
ötekilerin arasına konumlanan sosyal aktör, bir kere daha, arafta kalan
bir insan portresi çizmektedir. O zamana kadar, aile dışındaki erkeklerle
arkadaşlık etme imkanı bulamayan katılımcı, erkeklerle ilişkisindeki
hazzın kaynağını genelleştirmekte (ilgi görmek insanın hoşuna gidiyo), bir
bakıma durumunu normalleştirmektedir.
Tesettürün uç seviyesinde sivrilen cinsiyetli beden
Dinsel ideolojiye sahip olan bir ailede yetişen çocuğun küçük
yaşlardaki dinsel yönelimleri, özellikle tesettür, ailesel etkilerden bağımsız
düşünülemez. Benzer şekilde, dindar bir ailede büyüyen bireyin gençlik
dönemindeki dinsel değişimleri de çevresel faktörlerden bağımsız
düşünülmemelidir.
“Ben kendimi bildim bileli örtülüydüm. Kimse bana baskı falan
yapmıyodu ama ben… Çocukken balkona falan başörtüsüz çıkmıyodum.”
“Açıkça söyleyim giyinme süslenme beni cazip kılıyo. Benim kendi yapım
gereği böyle… Dışardan dikkat çekilmek falan hoşuma gidiyo yani. (vurgu)”
Bireyin kendilik keşfine içkin olan bedensel keşfi ve bu keşfin ortaya
çıkardığı cinsiyete dayalı haz duygusu, geçmiş dönemdeki dinsel algı
ve anlayışı yapı söküme uğratmıştır. Katılımcının ailesel baskılardan
bağımsız olduğunu savunduğu tesettür, çocukluk dönemlerindeki
davranış örüntülerine damga vuran bir etkiye sahiptir. Aile içindeki kabul
mekanizmasının dinsel odaklı olduğu düşünüldüğünde, sosyal aktörün
“baskı” olarak kodlamaktan kaçındığı ailesel etkinin13 boyutlarını anlamak
mümkündür.
13 Ceyda’nın, karmaşık söylemlerine rağmen, “baskıcı” bir ailede büyümüş olduğu
kuvvetle muhtemeldir. Annenin ergenlik çağındaki kızın talepleriyle ilgili dik tavrının
yanında, ailenin psikoloğa başvurma gerekçeleri bu savımızın dayanaklarından yalnızca
ikisidir. Ceyda’nın psikoloğu, ailenin kendisine kızlarını örtünmeye ikna etmek için
başvurduğunu söylemiştir. Ailenin temel amacı, Ceyda’nın duygu ve düşünce dünyasındaki
olası travmatik süreçleri öğrenmek veya onarmak değildir.
170
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Kaderin adaletine inancın farklı tezahürleri
Haz duygusunun korkuya galebe çaldığı yaşam tercihinde, kaderin
adaletine duyulan inanç, sosyal aktöre “geri adım atmayı” düşündüren bir
etken olmuştur.
“Yani şöyle bişey var. Yaptığım bi suçu tekrar işlemeden öbür tarafa
yani cennete de giremicem. Atıyorum, konuştuğum insan mesela evli bi
insanla konuştum, ben evlendikten sonra da beni aldatıcak belki de. Bence
sağlıklı bi evlilik yapamıcam. Yani bişey yaşadıysam ilerisinde muhakkak
onu yaşıcam ve onu yaşamadan ölmicem. Geri adım atışımın nedeni tam
olarak bu değil ama bu benim için ciddi bir detaydı. Aslında evlenmeyi
düşünüyorum, çok ciddi anlamda düşünüyorum çünkü artık bi düzene
oturucamı hissediyorum, kendimi toparlıcamı düşünüyorum ama nasıl
yapıcamı da bilmiyorum.”
Yaptığı yanlışlıkların bu dünyadaki bedelini (de) ödemeden kendisi
için ilahi ödül mekanizmasının işlemeyeceğine inanan sosyal aktör, bir kez
daha çelişkili güzergahlarda kararsızca dolanmaktadır. Katılımcı, erkeklerle
yaşadığı deneyimlerden hareketle, evlendiğinde aldatılacağına kesin olarak
inanmakta, bu yüzden evlilikle ilgili net bir yönelimden kaçınmaktadır.
Bir yandan evlilik ilişkisi vesilesiyle hayatının düzene kavuşacağına ve
toparlanacağına inanan, diğer yandan tezahür edeceğine inandığı kaderin
adaletinin beraberinde getireceği duygusal yıkımı göze alamayan sosyal
aktör, bundan sonraki hayatını düzenleme konusunda kararlı ve istikrarlı
değildir.
Değerlendirme ve sonuç
Tanrı’ya inanma veya bir dine yönelme ihtiyacının temeli nasıl
betimlenirse betimlensin, insanın iç dünyasına ait olan bu olgular bireyin
sosyal çevresinden bağımsız düşünülemez ve ele alınamaz. Sosyal çevre ve
onun en önemli bileşeni olan aile, özellikle gençlik dindarlığının nasıllığıyla
ilgili sonuca ulaşmaya çalışan bir araştırmacının dikkat kesileceği öncelikli
alandır. Gençlik dindarlığının şekillenmesinde ailesel etkilerin nasıl
olduğunu anlamaya çalıştığımız bu girişimimiz, konuyla ilgili çalışmaları
destekleyen bilgilere ulaşmayı mümkün kılmıştır.
Bir vaka örneğine odaklandığımız çalışmada, ailenin, gençlerin dindarlık
yönelimlerinde etkili olduğuna ilişkin araştırma sonuçları (Hökelekli, 2013;
Pickering&Vazsonyi, 2010; Barry, et al. 2010; Pakdemirli, 2015; Fidan,
2015a) doğrulanmıştır. Kendi örneğimizde de, ergenlik çağında dinsele
ait sorgulamaların ivme kazandığı, ailesinden aldığı dindarlık eğitimini
içselleştirmeyen bireylerin, karşılaştıkları yeni ortamlarda din dışı davranış
örüntülerine yönelebilecekleri (Pakdemirli, 2015) görülmüştür.
Sosyoloji Çalışmaları
171
Çalışmada dikkati çeken öncelikli konu, ergenlik döneminde yeni bir
kimlik arayışına giren bireyin, sosyal çevrenin etkisiyle ortaya çıkan dinsel
değişim sürecinde inşa ettiği çelişkili kimliktir. Birey, geleneksel dinsel
eğitim yoluyla eklemlendiği dindar kimliğini kişisel keşfini gerçekleştirdiği
ergenlik döneminde tam olarak reddetmese de, dine uygun olmayan
bir hayat tarzına yönelmiştir. Söz konusu hayat tarzının arka planında
düşünce ve inanç düzleminde gerçekleşen bir değişimden ziyade, gençlik
heveslerinin ve hazlarının tatmini doğrultusunda belirginleşen bir eylem
yönelimi vardır. Bu bağlamda ortaya çıkan düşünce/ eylem farklılığı mevcut
kimlik kargaşasını doğurmuştur.
Elde ettiğimiz veriler, bireysel ilgi ve merak paralelinde derinlikli
bir analiz sonucunda dinsel hayata eklemlenmeyen bireylerin, bu
şekilde eklemlenen bireylere göre, dinsel yaşamı içselleştirmediklerini
göstermiştir. Kadın dindarlığıyla ilgili yaptığımız çalışmalar14, içsel bir
arayış ve felsefi sorgulamalar neticesinde tercih edilen dinsel yaşamın, dinî
literatürde pejoratif anlamlar yüklü olan dünyevi haz ve hevesler karşısında
çok da sarsılmadığını göstermiştir. Ancak elimizdeki çalışmada, zihinsel
bir arayıştan çok ailesel etkiler bağlamında tercih edilen dindarlığın söz
konusu unsurlar nedeniyle sarsıldığı ve dinsel olmayanın tercih edil(ebil)
diği ortaya çıkmıştır. Tercih edilen din dışı yaşam tarzında ailede kazanılan
dinsel düşünce ve algının etkisini sürdürmesi nedeniyle ortaya çıkan
çelişkili güzergahlar, bireyin içsel süreçlerinde dinselliğin veya din dışılığın
net olarak oturmamasıyla ilgili olmalıdır. Ailenin taşıdığı dinsel misyona
rağmen, aile bireylerinin, özellikle annenin sevgi, saygı, hoşgörü ve
kendisini gerçekleştirme özgürlüğünü sağlama bakımından yetersiz oluşu,
gencin, din dışı, bir bakıma aile dışı bir yaşam alanını tercih etmesinde
etkin olmuştur. Ergenlik dönemindeki kimlik arayışının baskıcı tavırlarla
sınırlandırılması, gençte mevcut ideolojiye karşıt tepkinin ortaya çıkması
sonucunu doğurabilmektedir.
Son tahlilde, gençlik dindarlığının inşasında ve sürdürülmesinde
ailesel ve çevresel etkilerin hayati önem taşıdığı açıktır. Sağlıklı ilişkilerin
yürütülemediği mutlu ve huzurlu bir aile ortamından mahrumiyet, ailenin
gençler üzerindeki dinsel etkisinin önemini azaltmamaktadır. Din dışı bir
yaşam tercihinde bile, aileden aldığı geleneksel dinsel eğitimin etkileri
kendisini gence dayatmakta, iki farklı ideolojinin arasında sürdürülen hayat
bireyi mutsuzluğa ve karmaşaya sürüklemektedir. Birey nezdinde, dine
uygun olmayan deneyimler nedeniyle öte dünyada cezalandırılma fikri, din
dışı eylemleri sürdürmekte tam caydırıcı olmamakla birlikte, ceza, din dışı
eylemsellikler nedeniyle birey için vicdan mekanizmasını işleten etkilere
haizdir. Bunun yanında, yapılan yanlışlıkların dünya hayatında kendi
14 Fidan, Fatma Zehra, (2015), Modernlik ve Dindarlık Arasında Kadın, İstanbul, Opsiyon.
Fidan, Fatma Zehra, Çarşaflı Dindarlık. (Yayına hazırlanıyor)
172
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
misliyle karşısına çıkacağı inancına dayanan kaderin adaleti söyleminin,
bireyi din dışı eylemselliklerden caydırmada etkin olduğu söylenebilir.
KAYNAKÇA
ACAR, Feride, (2010). “Türkiye’de İslâmcı Hareket ve Kadın”, 1980’ler Türkiye’sinde
Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Yayına Hazırlayan, Şirin Tekeli, İstanbul,
İletişim Yayınları, ss., 73- 91.
ALPTEKİN, Duygu, (2012), Toplumsal Aidiyet ve Gençlik, Ankara, Nobel Yayıncılık.
ARAT, Yeşim, (2010), “Feminizm ve İslâm: Kadın ve Aile Dergisinin
Düşündürdükleri”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar,
Yayına Hazırlayan, Şirin Tekeli, İstanbul, İletişim Yayınları, ss., 91- 103.
ARKONAÇ, Sibel, (Ed.), (2012), Söylem çalışmaları, Ankara, Nobel Yayınları.
BALCI, Ali, (2013), Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem Teknik ve İlkeleri, 10.
Baskı, Ankara, Pegem Akademi.
BARRY, Carolyn McNamara, et al.,(2010), “Religiosity and spirituality during the
transition to adulthood”, International journal of behavioral development,
34(4), pp., 311–324.
BİLGİN, Nuri, (2007), Kimlik İnşası, İzmir, Aşina Kitaplar.
CHAFE, Wallace, (2001), “The analysis of discourse flow”, The handbook of
discourse analysis, pp., 671-687.
ÇİFTÇİ, Adil, (2004), Anlayıcı Yaklaşım ve Din Sosyolojisi İçin Uzanımlar, Ankara,
Kitâbiyat Yayınları.
DURKHEİM, Emile, (2005), Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Çev. Fuat Aydın, İstanbul,
Ataç Yayınları.
FİDAN, Fatma Zehra, (2015), Modernlik ve Dindarlık Arasında Kadın, İstanbul,
Opsiyon.
FİDAN, Fatma Zehra, (2015a), “Gündelik Yaşamın İnşasında Ailevi Tezahürler:
Kadın Yaşamında Anne Etkisi”, UHBAB Uluslararası Hakemli Beşeri ve
Akademik Bilimler Dergisi, Cilt. 4, Sayı. 11, ss., 62-76.
FİDAN, Fatma Zehra, (2017), “The Effect of Religiousness on Sharing Parental
Roles”, pp.,165-181, Current Debates in Labour Economics, Demography &
Gender Studies, Volume: 7,(Edited by: Derya Demirdizen Çevik, Gülçin
Taşkıran), London, IJOPEC Publication Limited.
FİDAN, Fatma Zehra, (2017a), “The Islamic Veil, the Domestic Environment, and
Femininity The Islamic Veil, the Domestic Environment, and Femininity”,
Beauty of Perception, Ed. Martha Peaslee Levine, By INTECH. pp., 189-204.
FREYER, Hans, (2013), Din Sosyolojisi, Çev. Turgut Kalpsüz, Yayına Hazırlayan,
M. Rami Ayas, Ankara, DoğuBatı.
GÖLE, Nilüfer, (1998), Modern Mahrem, İstanbul, Metis Yayınları.
Sosyoloji Çalışmaları
173
GÜRBÜZ, Sait &Şahin, Faruk, (2015), Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, 2.
Baskı, Ankara, Seçkin.
HERLİHY, David, (1991), “Family Source”, The American Historical Review, Vol.
96, No. 1, pp., 1-16.
HÖKELEKLİ, Hayati, (2013), Din Psikolojisi, 10. Baskı, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
KAYIKLIK, Hasan, (2014), Din Psikolojisi, 2. Baskı, Adana, Karahan Kitabevi.
KÜMBETOĞLU, Belkıs, (2011), “Feminist Yöntem ve Kadın Çalışmalarına İlişkin
Bazı sorular, sorunlar”, Birkaç arpa Boyu. 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de
Feminist Çalışmalar, İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınları.
Lİ, Spencer D, (2014), “Familial religiosity, family processes, and juvenile
delinquency in a national sample of early adolescents”, The Journal of Early
Adolescence, 34(4), pp., 436-462.
NEGRU, Oana, Cosmina Haragâş, and Anca, Mustea (2013) “How private is
the relation with God? Religiosity and family religious socialization in
Romanian emerging adults”, Journal of Adolescent Research. Volume, 29,
No. 3, pp., 380-406.
NİKANDER, Pirjo, (2008), “Constructionism and discourse analysis”, Handbook
of constructionist research, pp., 413-428.
PAKDEMİRLİ, Nur, (2015), Genç Dindarlığı Ve Din Eğitimi, Konya, Çizgi Kitabevi.
PİCKERİNG, Lloyd E.,and Alexander T. Vazsonyi, (2010), “Does family process
mediate the effect of religiosity on adolescent deviance? Revisiting the
notion of spuriousness”, Criminal Justice and Behavior, Volume.37, No.1,pp.,
97-118.
POTTER, Jonathan&Wetherell, Margaret, (2004), “Discourse analysis”, Handbook
of data analysis, pp.,607-624.
RİCOEUR, Paul, (2009),Yorumların Çatışması, 1. Cilt, Çev. Hüsamettin Arslan,
İstanbul, Paradigma Yayınları.
SALAS-WRİGHT, Christopher P., Michael G. Vaughn, and Brandy R. Maynard,
(2013), “Religiosity and violence among adolescents in the United States:
Findings from the National Survey on Drug Use and Health 20062010”, Journal of interpersonal violence. Volume. 29, No. 7, pp., 1178-1200.
STRACH, Patricia, (2006), “The Politics of Family”, Polity, Volume. 38, No. 2, pp.,
151-173.
ÖZDALGA, Elizabeth, (2006), İslâmcılığın Türkiye Seyri, İstanbul, İletişim Yayınlar
Sosyoloji Çalışmaları
175
EKONOMİK KÜRESELLEŞME VE EĞİTİM
Economic Globalization and Education
Ejder ÇELİK1
ÖZET
Küreselleşmeyle birlikte gelişen teknoloji, dünya toplumlarının yaşam biçimini
dönüştürürken, eğitim uygulamaları da gelişmelerden etkilenmiştir. Elektronik
imkânların eğitimde kullanım oranı artmış ve yaygınlaşmıştır. Uzaktan eğitim,
eğitime yönelik bilgisayar programları ve dijital kitaplar ve kütüphaneler öğrenme
sürecini değiştirmiştir. Daha fazla bilgiye daha kolay biçimde ulaşmak, yeni
sentezler çıkarma sürecini hızlandırmıştır
Eğitimin küreselleşmesi, vatandaşlar için daha geniş eğitim olanakları sunuyor
gibidir. Eğitimde sunulan çeşitlilik ve öğrenci merkezli programlar, oldukça
insani görünmektedir. Eğitimde teknolojinin kullanımı, eğitimin gelişmesi
konusunda umut verici olarak algılanmaktadır. Oysa tüm değişiklikler, eğitim
sistemini ekonomik piyasalara uyarlama politikalarını gerçekleştirmek için “eğitim
sektörüne” yapılan yatırımlardan başka bir şey değildir.
Eğitimin tamamen teknik bilgi ve eğitime yönelik hale gelmesi bilginin aslında
ekonomik piyasanın bir argümanına dönüştüğünü göstermektedir. Sanayileşme
sürecinde bilgi, üretime destek anlamı taşırken, küreselleşme süreciyle birlikte,
bilginin bizzat kendisi başlıca üretim gücü ve sermaye birikim hızını belirleyen
faktörlerden birisi haline dönüşmüştür.
Küreselleşme ve eğitim ilişkisinden söz ederken, eğitim ile bilgi ve iletişim
teknolojileri arasındaki bağı iyi anlamak gerekir. Sözlü eğitimden yazılı eğitime
geçiş, eğitim sisteminde nasıl köklü değişimleri zorunlu hale getirdiyse,
günümüzdeki teknolojik gelişmeler de yeni müfredat programlarını, pedagojik
düzenlemeler, okur-yazarlık tipleri ve nihai hedefler bağlamında eğitimin yeniden
yapılandırılmasını zorunlu hale getirmiştir.
Son gelinen noktada eğitim sistemi içindeki eğitim yöneticilerinden beklenen
performansın yapısı da değişmiştir. Eğitim yöneticilerinden beklenenler bir şirket
üst düzey yöneticisinden beklenenlerle benzer hale gelmiştir.
Anahtar sözcükler: küreselleşme, eğitim, iletişim teknolojisi, eğitim yönetimi
ABSTRACT
Technology and globalization were developing together and when they
transformed the lifestyles of the World societies, their educational practices were
1 Bozok Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, ejder.celik@bozok.edu.tr
176
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
also influenced by the development of them. The rate of using electronic facilities
in education has increased and widespread. Learning process has changed by the
distance education, educational computer programs, digital books and libraries.
The process of extracting new syntheses is gain speed through reaching more
information more easily.
The globalization of education seems to offer greater education opportunities
for citizens. The diversity and student-centered programs offered in the training
seem humanistic. The use of technology in education is perceived as promising
in the development of education. However, all the changes are nothing more than
investments made in the “education sector” to implement policies for adapting the
education system to the economic marketplace.
Making the training completely as technical knowledge and training (training)
shows that the information actually turns into an argument of the economic
market. In the process of industrialization, knowledge means production support,
but with the globalization process, knowledge itself has become one of the factors
that determine the main production power and the rate of capital stock.
When talking about globalization-education relation, it is important to
understand the link between education and information and communication
technologies. The transition from verbal education to written education makes
it necessary to make radical changes in the education system and also today’s
technological developments have made it necessary to restructure new curriculum
programs in the context of pedagogy, literacy types and goals.
At the last point, the performance expected from the education managers in the
education system has also changed. The expectations of the education managers
have become similar to what is expected of (from) a company senior manager.
Keywords: globalization, education, communication technology, education
management
GİRİŞ
Küreselleşme (globalizasyon), çok boyutlu bir niteliğe sahiptir. Temelde
dünya ölçeğinde bir değişimi ifade eden küreselleşme, devletleri ve toplumları
ekonomik, siyasal, kültürel ve teknolojik açıdan etkiler ve kapsar. Tarihsel
dönemlerde din ve kavim idealleri dolayısıyla belirli bir anlayış, inanç veya
yönetim sistemini küresel ölçekte etkin kılma mücadeleleri olmuştur. Ancak,
günümüzde dünyayı saran teknoloji ve küresel ölçekte varlık gösteren ticari,
siyasal ve askeri yapılanmalar, küreselleşmenin tarihte görülmemiş bir
örneğini ortaya koymaktadırlar.
Küreselleşme, son yirmi yıl içerisinde, gerek uluslararası politika ve diplomasi alanında gerek bu alana ait akademik çalışmalarda en çok kullanılan
terimlerin başında gelmektedir. Bu özelliğine rağmen, küreselleşmenin genel
kabul gören bir tanımı bulunmamakta, bu kavram birbirinden farklı anlamlara gelebilecek şekilde kullanılmaktadır. Örneğin, literatürde küreselleşme-
Sosyoloji Çalışmaları
177
nin, uluslararasılaşma, evrenselleşme, liberalizasyon, Batılılaşma, karşılıklı
bağımlılık, modernizasyon gibi çeşitli terimlerle eşanlamlı olarak kullanıldığı
görülebilmektedir (Bayar, 2008, s. 25).
Toulmin’e (1999, s. 906) göre insanlar ve toplumlar, gittikçe üst üste
binişen hatta ülkelerin sınırlarını bile aşan faaliyetlere girmiştir. Seyahat,
iletişim, finansman, ticaret, spor müsabakaları, meslekler ve hatta popüler
müzik artık tek bir ülkenin sınırları içine sığdırılamaz olmuştur. Buna
benzer birçok ilişki ve faaliyet, uluslararası bir niteliğe kavuşmuştur.
Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin, tarihsel bir olgu ve süreç
olarak, insan ve toplumlar arasındaki ilişkileri daha çok zenginleştirdiği
söylenebilir. Değişik ülkelerden insanlar bir araya gelmekte, mal, hizmet
ve fikir alışverişinde bulunmakta ve birbirlerinin deneyimlerinden
yararlanmaktadırlar. Bütün bu yaşananlar, insanların, ulusal düzeydeki
düşünce ve ilişki biçimlerinden, uluslararası ölçekte yeni bir ilişki ve
düşünme biçimlerine geçtiklerini göstermektedir.
Buna göre küreselleşme, dünya ölçeğinde ekonomik, siyasal ve kültürel
bütünleşme, fikirlerin, görüşlerin, pratiklerin, teknolojilerin küresel
düzeyde kullanılması, sermaye dolaşımının evrenselleşmesi, ulus-devlet
sınırlarını aşan yeni ilişki ve etkileşim biçimlerinin ortaya çıkması,
mekanların yakınlaşması, dünyanın küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest
dolaşım, pazarın dünya ölçeğinde büyümesi ve ulusal sınırların dışına
çıkması, kısaca dünyanın tek pazar haline gelmesidir. Toulmin’e göre (1999,
s. 906) diğer yandan küreselleşme, “rekabet edebilirlik” kavramı ile de
yakından ilişkilidir. Küreselleşme ile ortaya çıkan bu kavram, bir ülkenin,
“ulusal politikasını” küresel pazarın gereklerini, rakiplerine göre daha
etkili karşılayabilme yeteneğinde olacak şekilde sürdürebilmesini ifade
etmektedir
Küreselleşme, ulusal hükümetlerin ekonomik rollerini azaltmış, küresel
rekabetin ülkelerden çok, uluslararası şirketler arasında olmasına yol açan
bir süreci hızlandırmıştır. Bu süreç aynı zamanda iş dünyası ile ulus devletler
arasında giderek artan bir amaç çakışmasının varlığını da haber vermektedir.
Uluslararası şirketlerin en ucuz emeği, en düşük vergileri ve en az çevre
koruma yasalarını talep etmeleri daha şimdiden bu sürecin yoğun bir çıkar
ve amaç çatışması doğuracağını göstermektedir (Toulmin, 1999, s. 905).
Ekonomik tanımlamaların ön plana çıkmasına karşın küreselleşme
kavramı; sosyoloji, politika, antropoloji gibi sosyal bilimler bağlamında ele
alınmaktadır. Bundan dolayı tanımlar bazı farklılıklar gösterebilmektedir.
Ancak toparlayıcı, kapsamlı bir tanım şöyle verilebilir; Küreselleşme;
ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel değerlerin ve bu değerler çerçevesinde
oluşmuş birikimlerin ulusal sınırlar dışına taşarak dünya geneline
yayılmasıdır (Erdem, 2009).
178
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Küreselleşme ve eğitim ilişkisine baktığımızda, eğitimin küreselleşmesinin yeni bir olgu olmadığını görürüz. Sömürge döneminde eğitim, sömürgeci düşüncenin devlet görüşünü yansıtıyordu. Her ülkedeki eğitim
sistemi, sömürgecilerin verdiği yetkileri elinde bulunduranlar tarafından
dönüştürülmüş ve dünya düzenine bağlanmıştır. Böylece, Batı değerleri ve
global ekonomik kuvvetler, dünyanın tüm uluslarını etkilemiştir. Sonuç
olarak, 1945 öncesinde var olan tüm ulus devletlerin hedefleri, yapıları ve
içerikleri birbirine benzer hale gelmiştir. Sömürge altındaki uluslar, bağımsızlıklarına kavuştular, ancak sömürgeci devletlerin politikalarına göre
planlanmış eğitim sistemi, üçüncü dünya ülkelerinde bazı ufak değişikliklerle devam etmiştir.
Küreselleşmeyle birlikte gelişen teknoloji, dünya toplumlarının
yaşam biçimini dönüştürürken, eğitim uygulamaları da gelişmelerden
etkilenmiştir. Elektronik imkânların eğitimde kullanım oranı artmış ve
yaygınlaşmıştır. Uzaktan eğitim, eğitime yönelik bilgisayar programları
ve dijital kitaplar ve kütüphaneler öğrenme sürecini değiştirmiştir. Daha
fazla bilgiye daha kolay biçimde ulaşmak, yeni sentezler çıkarma sürecini
hızlandırmıştır (Chinnammai, 2005).
Sürece daha yakından baktığımızda ekonomik sermaye yetersizliğine
rağmen refah toplumu gibi yaşama arzusunun, toplumlarda hayatı
ekonomik olmayan değerlerle tanımlama düzeyini düşürdüğü görülür.
Kuralsız boyutlara varan rekabet, bireysel çıkarların aşırı derecede önem
kazanması, gelir düzeyine uygun olmayan harcamalarla ortaya çıkan
tüketim enflasyonu, bankacılık sektörünün kredileriyle ayakta duran
yerel piyasalar ve dar gelirliler, bunalım toplumunu ortaya çıkarmışlardır.
Küçük ve orta ölçekli üretici çevrelerin fakirleşmesi ve iflası, lüks ürünlerin
arzı karşısında beklenti ve gerçeklik arasında bocalayan dar gelirli sosyal
kesimlerin kendi gerçekliklerine ve ekonomilerine uyum sağlayamaması
ekonominin yabancılaştırıcı etkileridir (Çelik, 2016, s. 182).
Eğitimin küreselleşmesi, vatandaşlar için daha geniş eğitim olanakları
sunuyor gibidir. Eğitimde sunulan çeşitlilik ve öğrenci merkezli programlar,
oldukça insani görünmektedir. Eğitimde teknolojinin kullanımı, eğitimin
gelişmesi konusunda umut verici olarak algılanmaktadır. Oysa tüm
değişiklikler, eğitim sistemini ekonomik piyasalara uyarlama politikalarını
gerçekleştirmek için “eğitim sektörüne” yapılan yatırımlardan başka bir şey
değildir.
Ekonomik Küreselleşme ve Bilgi Toplumunun Oluşumu
Günümüzde, bir yandan yaygın teknoloji uygulaması ve sermayenin olgunlaşması, diğer yandan da üretim tekniklerindeki değişim, kapitalizmin
ulus-devlet aşamasından küreselleşme aşamasına geçmesini hem zorlamakta hem de olanaklı kılmaktadır.
Sosyoloji Çalışmaları
179
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllardan itibaren 1970’lere doğru
ulus-devletler ekonomik etkinliklerini kaybetmeye başlamışlardır. Dünya
ekonomisi küreselleşmeye yönelmiştir. Değişen ekonomik yapı 1970’lerden
itibaren hızlı bir biçimde makineleşme, işsizlik, yoksulluk sorunlarını
ortaya çıkarmaya başlamıştır. Ulusal ekonomilerin büyüme hızları
yavaşlamış, etkinlik ve denetimleri zayıflamıştır. Buna karşılık uluslararası
firmaların dünya ekonomisindeki güçleri ve etkileri artmaya başlamıştır.
Ulusların birbirleri arasındaki mal ve hizmet değişimlerinin yerini, ulusal
ekonomileri kullanan uluslararası firmaların sektörler arası ürün akışı
almıştır.
Ekonomik anlamda küreselleşme, üretim ve hizmet olanaklarının
yerküreye yayılmasına karşılık, uygulanan teknoloji boyutuna bağlı
olarak oluşturulan değerlerin büyük bölümünün merkeze, işsizliğin
ise çevreye transferi anlamına gelmektedir (Önder, 2002, s. 25). Bir
başka deyişle ekonomik küreselleşme, üretim ve bölüşümün yeni bir
dönüşüm içine girmesinin sonucudur. Küreselleşme, ekonomik anlamda
kapitalist sistemin piyasa işleyişine dayalı olarak gelişmiştir. Bir ekonomik
değerin dünya çapında dolaşımını ifade eder. Temelinde ekonomik mal
ve değerlerin serbest dolaşımı ilkesi yatar. Küreselleşme, gelişmiş batı
ülkelerinin ekonomik beklentilerini karşılamak amacıyla dünyanın diğer
bölgelerindeki daha az gelişmiş veya gelişmemiş ülkeleri kapsayacak
biçimde kurdukları piyasa ve finans ağını ifade eder. Söz konusu ekonomik
ağ, malların ucuza üretilmesi ve yaygın satışı noktasından hareketle ortaya
çıkmıştır. Gelişmemiş ülkelerin ucuz iş gücü, vergi kolaylıkları ve satış
için geniş bir tüketici kitle sağlaması, küreselleşmede kullanılan ortamı
hazırlamıştır (Bravo, 2010).
Gelinen son noktada üretim ve tüketim ilişkilerinde yerel pazarlar
yabancı pazarlara bağlanmış, yani küresel bir sisteme dâhil olmuşlardır.
Günümüzde küreselleşme giderek farklı bir boyut kazanmış, batı ekonomik
sahası dışında yeni coğrafyalarda yeni gelişme merkezleri kendini
göstermeye başlamıştır. Artık küreselleşme dendiği zaman ekonomik
ve teknolojik rekabetin sürdüğü dünya piyasalarındaki firma ve finansal
etkinliklerin küresel düzeyde oluşturdukları tablo anlaşılmaktadır. Bu
anlamda küreselleşme, pazarın mutlak egemenliği, devletin küçülmesi
ve özelleştirmenin tamamlanması, uluslararası hale gelmiş sermayenin
sınırsız hareketi olarak tanımlanabilir (Şaylan, 2016, s. 208).
Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkeler ve uluslararası iktisadi
yapılanmalar, iktisadi ve siyasal güçlerini kullanarak çevre ülkelerin stratejik
doğal kaynaklarını işleme ayrıcalıkları elde etmiştir. Üstelik bunu yaparken
yerel iş gücü kaynaklarını az ücretle çalıştırmışlardır. İlgili ülkenin yerel
hukukundan bağımsız olarak küresel şirketin kendi hukukunu iş yaptığı
alanlarda kullanması, ülke halklarında zamanla güvensizliğe yol açmıştır.
180
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Küresel ekonomide ortaya çıkan sektörel tekelleşme karşısında yeterli
sermaye birikimine sahip olmadan özel mülkiyet ve piyasa sürecine
yönelen ülkeler, sermaye yokluğu sebebiyle uluslararası ekonomik güçlere
bağımlı kalmışlardır. Yetersiz sermaye ve ekonomik bağımlılık içinde olan
ülkeler, bu durumlarına rağmen tüketim toplumu olma yolunda hızla
ilerlemişlerdir (Baudrillard, 2002, s. 44-46).
Küreselleşmeyle ortaya çıkan durumun merkezinde, teknolojik
gelişmelerin ekonomik hayatta yarattığı değişikler vardır. Sermaye
sahiplerinin hiçbir koşula bağlı olmadan hareket edebilmeleri, dünyanın
herhangi bir yerindeki insanlara ekonomik anlamda ulaşmalarını, onların
yoksulluk sebebiyle işleyemedikleri doğal kaynaklarını işlemelerini,
böylelikle oradaki insanlara iş olanakları yaratmalarını ve dünyanın başka
taraflarında olan değişimlerden haberdar edip, onlardan yararlanmalarını
sağlamıştır. Bu sayede yerellik, yerini küreselin etkisine bırakmıştır
(Bauman, 1999, s. 17).
Küreselleşme öncesi tüm teorilerde; kalkınma, refah ve gelişme gibi
olguların sağlanabilmesi için eğitim sistemi, ana hareket noktası olarak
kabul edilmekteydi. Dolayısıyla özellikle teknolojiyi üreten ve bu temeldeki
ideolojileri belirleyen merkez ülkeler, kültürlerini yaygınlaştırabilmek için
çevre ve yarı çevre ülkelerdeki eğitim sistemlerini modernleştirmeyi amaç
edinmişlerdir. Bununla birlikte, bilginin nasıl kullanılması gerektiğini
belirleyen ülkeler, yükseköğrenimi şekillendiren ülkeler olmuşlardır
(Oktik, 2002, s. 197).
Bu anlamda ülkelerin eğitim sistemlerindeki yapısal değişimleri ve
böylece eğitimi küresel politikalarla evrensele taşıma çabaları, oldukça önem
taşımaktadır. Bunun içindir ki küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan bilgi
toplumunun standartlarına ulaşmaya çalışan ülkeler, kalkınma stratejisi
olarak eğitime yatırım yapmakta ve bu konuyla ilgili olarak özellikle “beşeri
sermaye” faktörüne önem vermektedirler. Tam da küreselleşmenin “insan
hakları” vurgusuna paralel olarak gelişen bu yeni yapısal değişim süreci,
“özne” olarak kendisine insanı seçerken, onu küreselleşmenin mantığıyla
yeniden şekillendirmektedir.
Küreselleşme sürecinde meydana gelen sosyal, kültürel ve ekonomik
gelişmelerle orantılı olarak, hatta dinamik yapısı gereği onları da aşan bir
hızda gelişme gösteren teknolojik gelişmeler, eğitimi en öncelikli konu
haline getirmiştir. Çünkü yaşanan gelişmeleri doğru okumak ve algılamak
için eğitimli ve tam donanımlı bireylere ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın
karşılanması, küresel rekabette ülkeleri daha güçlü kılmakta ve onların
bilgi toplumu olma yolunda hızla ilerlemelerini sağlamaktadır.
Dolayısıyla hem küreselleşmeye dinamizm kazandırmak hem de sürecin
mantığına uygun olarak yeni bir insan tipinin ortaya çıkarılması, süreç
Sosyoloji Çalışmaları
181
itibariyle toplumsal bir zorunluluktur. Bu anlamda küresel gelişmelerle
donanmış bireyler, ancak ve ancak eğitim yoluyla oluşturulabilir. Çünkü
bilgi toplumunda odak nokta kişilerdir ve bu yüzden eğitimli kişiler,
doğrudan doğruya toplumun birer sembolüdürler ve onlar toplumun
gelişme sürecinde en temel misyonu yüklenen kişilerdir.
Drucker’a göre bu kişiler aynı zamanda toplumun değerlerini,
inançlarını ve taahhütlerini de temsil etmektedirler (Drucker, 1992, s. 293).
Gelinen noktada eğitimli insan veya “okur-yazar kişi” gibi klasik kavramlar,
süreç içerisinde yapısal bir değişim geçirmişlerdir. Dolayısıyla, eğimli
birey artık okuma yazma ve aritmetik bilen kişi olmayıp, temel bilgisayar
becerilerini bilen kişidir. Bilgi çağının bireyleri, kendileriyle ilgili gelişmeler
ve tartışmaların dışında kalmamak ve katılımcı vatandaşlar olabilmek
için yeni teknolojileri etkin kullanmak zorundadırlar. Bilgi networkları
üzerinde eğitimini gerçekleştiren birey, zengin bir içerikle karşı karşıyadır;
sadece öğretmenine bağlı/edilgen değildir. Bu gerçeklikten hareketle
bilgi toplumuna ulaşabilmek bilgi insanı ve bilgi organizasyonlarını,
bu ise öğrenen birey ve öğrenen organizasyonları gerektirir. Böylece
bilgi toplumunun temel karakteristiği de “öğrenen toplum” olarak
şekillenmektedir. Sürekli öğrenme ve kendini geliştirme, 21. yüzyıl insan
modelinin başlıca özelliğidir.
Ayrıca bilgisayar destekli otomasyon süreci içinde üretimde robotların
kullanılmaya başlanmasıyla birlikte geleneksel fabrika işçisinin istihdam
alanı yok edilmiştir. Böylece küreselleşmeyle birlikte dünyada yaşanan
hızlı yapısal değişimler, beraberinde yeni meslekler getirmiştir ve bu yeni
mesleklerle birlikte istihdam açısından yeni bir işgücü modeline ihtiyaç
duyulmuştur. Nitekim bu yeni istihdam alanlarında artık sürece uygun
olarak teknolojinin yoğun olarak kullanıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla bu
dönemin veya toplumun “işgücü” veya çalışanı bu gerçeklik doğrultusunda
hareket edip kendini geliştirmelidir. Çünkü günümüzde geleneksel emek
yoğun işlerin bile en önemli girdisi bilgi olmuştur. İçinde yaşadığımız
dönemde bile bir malın bilgisinin üretimi, kendisinin üretiminden çok
daha önemli hale gelmiştir. Son tahlilde enformasyon toplumunda “bilgi”,
toplumun stratejik kaynağını oluşturmaktadır. Bilgiyi üreten de kullanan
da insan olduğu için, insan kaynakları; dolayısıyla eğitim, bu toplumun
varlığını sürdürebilmesinin olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir.
Küreselleşmenin ürettiği bilgi çağının stratejik kaynağı bilgi, endüstriyel
toplumun stratejik kaynağını oluşturan sermayeden farklı olarak, dünyanın
bir yerinden başka bir yerine saniyelerle aktarılabilmektedir. Bu durum,
mevcut süreçte eğitime yönelik yapılan katkıları göstermesi açısından hayli
anlamlıdır. Özellikle teknoloji alanındaki muazzam gelişmeler, bilgi akışını
hızlandırmakta ve insanlar, bilgisayarları aracılığıyla hiçbir sınırlama
olmaksızın kolayca iletişim kurma imkânı elde etmektedirler.
182
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Küreselleşme süreci ile bilgi ve iletişim teknolojileri arasında sıkı bir ilişki
vardır. Küreselleşme, özellikle, bilgi teknolojileriyle ilişkili olmak üzere,
modern bilimin ve yeni teknolojilerin bir sonucu olarak görülmektedir.
Bilgi ve iletişim teknolojileri, toplumları ekonomik, siyasi ve kültürel
alanda olduğu gibi tarım, sağlık, eğitim gibi diğer toplumsal alanlarda da
etkilemekte; ağ toplumu, bilgi toplumu, enformasyon toplumu gibi yeni
toplum modellerini gözler önüne sermektedir.
Küreselleşme-eğitim ilişkisinden söz ederken, eğitim ile bilgi ve
iletişim teknolojileri arasındaki bağı iyi anlamak gerekir. Sözlü eğitimden
yazılı eğitime geçiş, eğitim sisteminde nasıl köklü değişimleri zorunlu
hale getirdiyse, günümüzdeki teknolojik gelişmeler de yeni müfredat
programlarını, pedagoji, okur-yazarlık tipleri ve hedefler bağlamında
eğitimin yeniden yapılandırılmasını zorunlu hale getirmiştir (Kellner,
2002, s. 108).
Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler eğitim açısından,
sonuçları itibariyle, olumlu olarak görülse de esasen bazı olumsuzlukları
da beraberinde getirmektedir. Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan
ülkeler arasında ve aynı toplum içerisindeki insanların, bilgi ve iletişim
teknolojilerine sahip olma veya ulaşabilme imkânları eşit değildir. Söz
konusu teknolojilere sahip olanlar bilgiye, eskiye oranla çok daha hızlı
ulaşırken; diğerleriyle aralarındaki eşitsizlik daha da artmaktadır. Bu
durum, “dijital bölünme” olarak kavramlaştırılmaktadır. Bir diğer problem
de teknoloji temelli eğitim sistemlerinin getirdiği ek maliyetlerdir. Ulusal
ekonomilerden eğitime ayrılan miktarın artırılması gerekmektedir. Bu
gereklilik ekonomik olarak güçlü olan ülkeler için mümkün görülürken,
diğerlerinin işini daha da güçleştirmektedir.
Teknolojik gelişmelerin insanlar üzerindeki olumsuz etkilerine de
dikkat çekilmektedir. Buna göre, teknoloji insanlara bir takım hizmetler
sunmakla birlikte insanı köleleştirmekte, esir almaktadır. Böylece teknoloji
araç olmaktan çıkıp amaç haline dönüşmektedir.
Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki değişim, sektörlerin ihtiyaç duyduğu
iş gücünün niteliklerini de değiştirmiş; yeni iş alanlarının oluşmasını
sağlamıştır. İhtiyaç duyulan nitelikli iş gücünü yetiştirmek ve ortaya çıkan
yeni iş kollarındaki açığı kapatmak için eğitim sistemlerinin geliştirilmesi
ve teknoloji destekli eğitime olan ihtiyaç ise bir zorunluluk haline gelmiştir.
Ekonomik Küreselleşmenin Etkisinde Bilginin Pazar Unsuruna
Dönüşmesi
Bilgi ve eğitimin ekonomik pazar ile olan ilişkisine bakıldığında dikkat
edilmesi gereken konu, eğitimin piyasa çevresine eleman yetiştiriyor
olmasıyla, eğitimin özüne ilişkin özerk, ilerletici niteliğini birbirinden
Sosyoloji Çalışmaları
183
ayırmaktır. Elbette eğitim bir topluma yetişmiş insan kazandırır ve bunlar
toplumsal yapının piyasa koşulları içinde ihtiyaçları karşılayacak alanlarda
çalışırlar. Burası bilgi ve eğitimin piyasalaşması bağlamında problematik
bir alan değildir. Asıl sorun, insanın kendini aşmasını sağlayan, kendisinin
ve varlığın özünü tanıtan, bilinci yükselten, özerkleştiren bilgi ve buna
dayalı eğitimin sadece piyasa için gerekli bir bilgiyle sadece piyasaya uygun
geçerli insan yetiştirmeye indirgenmesidir.
Dolayısıyla bilgi ve eğitim konusuna yaklaşırken piyasacı ve piyasa
karşıtı görüşlere eşit mesafede durmak ve bu şekilde bilginin ve eğitimin
piyasaya yönelik döşümüdür.
Bir olgunun pazar unsuruna dönüşmesi, onun pazarda geçerli özellikler
kazanması anlamına gelir. Olguya pazara ilişkin nitelikler kazandıran
temel durumlar “metalaşma” (commofidication/marchandisation) ile
“ticarileşme” (commercialisation) veya piyasalaşma (marchéisation) olarak
kavramlaştırılmıştır. Bunlar birbirleriyle ilişkili ama farklı kavramlardır.
Piyasalaştırma veya ticarileştirme, üretilen mal ve hizmetlerin piyasa
kurallarına açılması; kurumların ve bireylerin eylem ve stratejilerini piyasa
güdümüne sokması anlamına gelir. Buna karşılık “meta” kavramı, kullanım
değeri için değil, piyasada mübadele edilmek amacıyla yapılan üretim;
“metalaşma” kavramı da, geçmişte yalnızca kullanım amacıyla yapılan
üretimin, pazarda satmak ve kar elde etmek amacıyla yapılmaya başlanması
anlamında kullanılmaktadır (Marshall, 1999, s. 498). Başka bir anlatımla,
meta olma hali mal ve hizmetler üretildikten sonra piyasada dolaşıma
çıktıklarında onlara atfedilen bir özellik değil, onların nasıl üretildiğiyle
ilgili bir konudur.
Meta, basit tanımıyla, dışımızda var olan ve insan gereksinimlerini
gideren bir nesnedir. Bilginin alınıp satılmak üzere üretilen ticari bir mal
olması, kapitalist piyasaya özgü bir durumdu (Wallerstein, 1992, s. 13).
İnsanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkilerle karıştırılması
meta üretiminin temel çelişkisidir. Meta fetişizmi veya metalaşma,
kapitalizmin iktisadi biçimlerinin, bunların altında yatan toplumsal
ilişkileri gizlemesinin en basit ve genel örneğidir. Metalaşma, bütün
toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, özneler arası bir ilişki biçimi olarak eğitsel
ilişkilerde de söz konusudur. Ivan İllich’e göre “pedagojik anlamda modern
toplumun yabancılaşması, insanoğlunun yabancılaşmasına nazaran daha
kötüdür” (2013, s. 15).
Bilginin metalaşması, bilginin kullanım değerini yitirerek, doğrudan
piyasada değişim için üretilmesi, yani değişim değeri olan bir ürüne
dönüşmesidir. Kapitalizm metalar arası ilişkilerin egemen olduğu
genelleşmiş bir meta değişim sistemidir. Kapitalist üretim biçiminde her
nesne gibi bilgi de, sahip olduğu herhangi bir özel kullanım değeri veya
184
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
bireysel/toplumsal yararlılığı için değil, değişim değerleri için üretilir;
nesnelerin kullanım değerleri de özel bir şey değil, bir üretim biçiminin
yarattığı toplumsal bir üründür. Bilginin metalaşması, bilginin kendinde
bir amaç olmaktan çıkarak araçsallaşması, yani bilginin öznesine bütünüyle
dışsallaşması anlamına gelmektedir.
Rekabetçi bir piyasada yer alan nesnelerin meta formuna dönüşmesi
köklü bir değişimi ifade eder. Dolaşıma giren nesne, bu amaçla tasarlanmış
bir nesne haline dönüşmekte ve böylece maddi olarak o niteliğin damgasını
taşımaktadır. Metalaşan nesnenin özüne ilişkin varlığı da değişmektedir.
Eğitim alanında meta formuna dönüşmüş bilgi henüz piyasada dolaşıma
çıkmadan özü itibariyle bir değişime uğramıştır. Bilginin meta formuna
bürünmesi onun ticarileşmesinin ve piyasalaşmasının önkoşuludur.
Eğitimin tamamen teknik bilgi ve eğitime yönelik hale gelmesi bilginin
aslında ekonomik piyasanın bir argümanına dönüştüğünü göstermektedir.
Bilgiye hızlı ulaşma, eşitlikçi ve yaygın eğitim aslında toplumları insan
kaynağı olarak gören anlayışın bir tezahürüdür. Böylece toplumlar üzerinde
eğitim açısından eşitlikçi politikalar sürdürülüyor izlenimi bırakılmakta
ama aslında geniş kitlelerden mental kapasitesi yüksek olanlar seçilerek
ekonomik küresel sistem için kullanılmaktadır. Buna karşın insanın özsel
ve çevresel farkındalığının, sempati ve empati kontrolünün gelişimini
sağlayacak bireysel ve toplumsal stresi en düzeye indirecek, üretimde
çevreye ve bedene saygılı insanı yetiştirme yönünde büyük bir zayıflık
dikkati çekmektedir. Toplumsal bilincin yükselmesine ilişkin bilgi akışı
popüler kültür ve tüketim toplumu yapılanması içinde kendine yayılacak
ve yerleşik hâle gelecek alan bulamamaktadır.
Zygmunt Bauman, modern toplumda insanoğlunun giderek doğadan
uzak bir yaşantı içine girdiğini ve insanların birbiriyle iç içe vaziyette
sadece kendi toplumsal yapıları içine gömüldüklerini belirtir. Böyle
olunca insanların doğada kalmaya yönelik teknik becerilerden daha çok
yoğun biçimde ahlaki bilgi ve becerilere ihtiyaç duymaya başlamıştır.
Ancak ihtiyacı olan bu bilgilerin kaynağına ve güvenirliğine vakıf değildir.
İnsanoğlu bu süreçte aslında bütün görünenlerin ardında piyasaya yönelik
biçimde yetiştirilmeye başlanmıştır (Bauman, 2010).
Kısacası pazara yönelik eğitimde ortaya çıkan sadece bir meslek bilgisi
ve erdemlilik bilgisi arasındaki fark yanında toplumsal ilişkilerde yol
açtığı değişimdir. Eylemlerimiz ve sonuçları arasında anlayamadığımız bir
mesafe vardır. Uzmanlaşma ve iş bölümünün getirdiği işlerin sadece küçük
bir parçasından mesuliyet duyuyoruzdur. Dolayısıyla nihai sonuçların
sorumluluğunu üstlenmeyiz, çünkü bu akla yatkın bir hareket değildir.
Avuntumuz ise bu iş bölümünün bütünüyle benliğimizi yansıtmaması
ve yerinin biz olmasak dahi doldurulabilir olmasıdır. Rollerin getirdiği
Sosyoloji Çalışmaları
185
kurallardan kaçındığımızda ise bir “çıplaklık” hissederiz. Seçimlerimizin
uygunluğunu teyit eden ve sorumluluğumuzun bir kısmını paylaşan
otoritelerin varlığına güvenemeyiz. Çok daha önemlisi seçimlerimizin
kuralları ihlal etmek ya da onlara uymak arasında olmadığı, sadece farklı
kuralları vaaz eden otoriteler arasında olduğunu görürüz. Bu çoğul kurallar
arasında bir seçim yapmanın özgürlüğünü sahiplenir, beraberinde getirdiği
tereddüt duygusundan kendimizi kurtaramayız.
Sanayileşme sürecinde bilgi, üretime destek anlamı taşırken,
küreselleşme süreciyle birlikte, bilginin bizzat kendisi başlıca üretim gücü
ve sermaye birikim hızını belirleyen faktörlerden birisi haline dönüşmüştür.
Dolayısıyla artık günümüzde bir bilgi üretimi endüstrisinden söz edilir
olmuştur. Böylesine yoğun teknolojik bombardıman karşısında mevcut
bilgilerin önemini hızla kaybetmesi ve yenilerinin yeniden üretiminin bir
ihtiyaç olarak ortaya çıkması, bilgi üretimini önemli bir sektör durumuna
getirmiştir.
Bilgi akışının bilişim ve iletişim teknolojileriyle zaman ve mekân
boyutundaki mesafeleri oldukça kısaltması, yalnızca bilgi transferiyle sınırlı
kalmamış aynı zamanda bilgiye sahip ve üreten insanların hareketliliğini de
artırmıştır. Üniversiteler ve eğitime yatırım yapan şirketler, bilgi gücünü
ellerinde tutabilmek adına rekabete girmişlerdir (Scott, 2000).
Teknolojik gelişme hızı ve sürekli artan bilgi birikimi, bilginin bir güç
olduğu küreselleşme sürecinde, bireylerin kendilerini sürekli yenilemelerini
gerektirmektedir. Belli dönemlerle edinilen bilgilerin, sürekli yenilenen ve
yeniden üretilen bilgiler karşısında yetersiz kalması ve hatta geçerliliğini
yitirmesi, insanları sürekli öğrenen olmaya yöneltmiştir. Bu yeni süreç
“yaşam boyu eğitim” olarak kavramlaştırılmaktadır.
Eğitimin ve bilginin piyasalaşması karşısında tartışma eksenini eğitimin
devletleştirilmesi ile özelleştirilmesi ekseninde bulmaya çalışmak çözümün
geliştirilebileceği bir yaklaşım değildir. Çünkü devlet ve piyasa bireylerin
nesneleştirdiği ve dolayısıyla insanın özlem ve beklentilerine yanıt vermesi
gereken yapılardır. Eğitim ise bir özneleştirme biçimi veya sürecidir;
insanın daha fazla insan olma arayışının bir anlatımıdır. Dolayısıyla eğitim
alanındaki başat aktörün devlet mi yoksa piyasa mı olacağı yönündeki bir
tartışma verimli bir sonuç doğurmaz.
Eğitim-piyasa ilişkisiyle kastedilen, genellikle eğitimin ticarileşmesi
veya piyasalaştırılmasıdır. Bu durum, eğitim ve bilim kurumlarının,
kamu fonlarının kısıtlanmasıyla zorunlu olarak benimsedikleri girişimci
eğilimler ve izledikleri piyasaya yönelik politika ve uygulamalar yüzünden
içine düştükleri bir “kurumsal sürüklenme” veya “amaç kayması” durumu
olarak betimlenmektedir. Oysa bir mal veya hizmetin ticarileşmesinin
önkoşulu, o mal veya hizmetin önceden meta formuna bürünmesi, yani
186
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
piyasada mübadele konusu olmak üzere üretilmesidir. Başka bir deyişle
bilginin metalaşması, onun ticarileşmesinin sonucu değil, varlık koşuludur.
Küreselleşmeyle Birlikte Eğitim-Sermaye İlişkisinde Yaşanan
Değişimler
Küreselleşme, ulusal hükümetlerin ekonomik rollerini azaltmış, küresel
rekabetin ülkelerden çok, uluslararası şirketler arasında olmasına yol açan
bir süreci hızlandırmıştır. Artık rekabet ülkeler arasında değil şirketler
arasında olmaktadır. Bu süreçte iş dünyasıyla ulus devletler arasında giderek
artan amaç çatışmasına ancak daha sonra amaç birliğine yol açmıştır.
Modern dönemde üniversiteler ulus-devletin en önemli savunucuları
olmuşlardır. Ancak küreselleşmeyle beraber ulus-devletin statüsü de
tartışılır hale gelmiştir. Bu durum üniversiteleri de tartışılır kılmıştır.
Küreselleşmenin doğrudan etkilediği kurumların başında eğitim
kurumları gelmektedir. Bunun temel nedeni küreselleşmenin modern
üniversitenin var oluş sebebi sayılan ulus-devlet ve refah devleti desteğini
zayıflatmasıdır (Kwiek, 2002, s. 27).
Scott, küreselleşmeyi üniversite kurumunun sınırlarını zorlayan en
büyük meydan okuma olarak görmektedir. Bu meydan okuma üç önemli
konuda ön plana çıkmaktadır. Birincisi; üniversiteler ulusal karakterlidir.
Ulusal çıkarları ve vatanseverlik düşüncelerini aşılayan, ulusal kültürün
oluşmasında ve yayılmasında önemli işlevi olan kurumlardır. Bu durum
küreselleşme süreciyle uyumsuzluk oluşturmaktadır. İkincisi; iletişim ve
bilişim teknolojilerinin ve küresel araştırma kültürü ve ağlarının etkisiyle
öğretimin homojenleşen yapısı ile ulusal kültür farklılıklarının erimesidir.
Üçüncüsü ise üniversitelerin ekonomik ve siyasi olarak bağımlı oldukları
ulus-devletlerin zayıflamasıdır (Scott, 2000).
Carnoy, küreselleşmenin eğitim üzerindeki etkilerini üç ana noktadan
ele alır. Eğitime yapılan kamu desteğinin azalması ve eğitim kurumlarının
yeni kaynak arayışına girmeleri; bilgi ekonomisi için bilgiye sahip ve
üreten gerekli eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla yükseköğretimin
yaygınlaşması ve ulusal eğitim sistemlerinin uluslararası standartlara
kavuşması için yapılan baskılar (Carnoy, 2005).
Üniversitelerin devlet kaynaklarına ulaşmasındaki zorluklar ya da
devletin üniversitelere kaynak aktarımında yetersiz kalması üniversiteleri
yeni kaynak arayışlarına sürüklemiştir. Üniversitelerin uluslararası öğrenci
kayıt etme çabaları, bir yönüyle ekonomik olmakla beraber, esasen diğer
üniversitelerle olan rekabetler de önemli bir etkendir (Scott, 2000).
Piyasalar ve bilgi teknolojileri, toplumsal yaşamın birçok yönünde
Sosyoloji Çalışmaları
187
olduğu gibi, eğitimdeki değişmeler üzerinde de etkili olmuştur. Eğitimin
ticarileşmesi, pazarlanması ve okulların ticari kurumlar olarak yeniden
yapılandırılması bir olgu haline gelmiştir. Daha önce okulla, eğitimle ilgisi
olmayan birçok firma, eğitim odaklı faaliyetlere başlamışlardır (Giddens,
2001, s. 456).
Dünyada halen global yüksek öğretim sektörünün (piyasanın)
rakamsal büyüklüğü yaklaşık 2.5 trilyon dolardır. Bunun yüzde 15’i sadece
ABD’de gerçekleşmiştir. Yüksek öğretim sektöründe istihdam edilen
akademik personel, global işgücü piyasasının yüzde 5’ini oluşturmaktadır.
Yükseköğretim sektöründe okuyan öğrenci sayısı 100 milyona yaklaşmıştır.
Sınır ötesi yükseköğrenim giderek yaygınlaşmakta, sınır ötesi yükseköğretim
harcamaları sürekli artmaktadır. Günümüzde 3 milyona yakın öğrenci
dünyanın çeşitli ülkelerinde okumaktadır. Özel sektörün yükseköğrenim
harcamalarının 2000’li yılların başları itibariyle 350 milyar dolar olduğu
tahmin edilmektedir (Aktan, 2007, s.5).
Son yıllarda şirket üniversiteleri (corporate universities) adı verilen kar
amaçlı eğitim ve araştırma kurumları da hızlı bir gelişme eğilimi içerisindedir.
Özel teşebbüs, eğitimin hedeflerini şirket stratejileri ile uyumlaştırmaya
çalışmaktadır. Üst ve orta kademe yöneticilerini öğrenciler ve öğreticiler
olarak işin içine dahil edilmeye çalışılması, bu hedefin bir parçasıdır.
Şirket üniversiteleri, öğrenimi ölçmek, izlemek ve hızlandırmakta yüksek
teknolojiyle yüksek temasın sağlanmasına çalışmaktadırlar. Açıkça görülen
şirket üniversitesinin markalı bir rekabet üstünlüğü ve kar merkezi olarak
kullanılmaya çalışıldığı görülmektedir.
Günümüzde yükseköğretim kurumları bilginin üretilmesi, aktarılması,
yayılması gibi fonksiyonlar yönünden büyük bir değişim ile karşı karşıya
bulunmaktadırlar. Üniversiteler, bilinçli yurttaş oluşturma işlevlerini hızla
kaybetmektedirler. Yakın zamana kadar üniversiteler genç insanların sadece
belirli bilgi alanlarında eğitilmekle kalmayıp, onları müşfik ve etkili liderler
haline getiren mekânlar olarak görülmekteydi. Bu fonksiyonun yokluğunda
üniversitelerin odak noktası da belirli bazı meslek kategorilerine girişi
sağlayan profesyonel bilgi ve belgeleri vermekten ibaret hale gelerek gittikçe
daralmaktadır. Üniversiteler maalesef birçok öğrenci için ileri meslek
okulları haline dönüşmektedir. Günümüzde pek çok kesim, ihtiyaç duyduğu
bilgiye erişmek için artık üniversiteleri tek kapı olarak görmemektedirler.
Başta iş dünyası olmak üzere pek çok kesim, üniversitelerde üretilen
bilgiyi yararlı ve günün koşulları için geçerli bulmamakta ve bu bilginin
fiyatının da makul olmadığını düşünmektedir. Üniversiteler, önceliklerini
yitirirlerken, yönetim danışmanlık firmaları ve şirket okulları iş dünyası
için bilgi üretmekte çok büyük roller üstlenmektedirler (Greenwood ve
Levin, 2003, s. 75-76).
188
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Küreselleşmenin üniversiteleri ekonomik temelli kurumlar olarak
dönüştürmesi “şirket üniversite” kavramının gelişmesini beraberinde
getirmiştir. Özellikle ABD’de şirket üniversitelerinin hızlı bir şekilde
artışı, yükseköğretimin ticarileşmesinin en büyük kanıtlarından birisidir.
Şirket üniversitelerinin “sanal üniversite” kavramıyla da ilişkili bir anlam
taşıması, yükseköğretim–ticaret ya da pazar ilişkisini destekleyen bir başka
göstergedir (Scott, 2000). Öğrencilerin müşteri kabul edildiği bu yeni
sistemde, akademisyenler de müteşebbisler (akademik kapitalistler) olarak
nitelenmektedir (Kwiek, 2001, s. 37). Artık üniversiteler de büyük şirketler
gibi yönetilmeye başlamıştır. Bir değer olarak bilgi, üretilen ve aktarılan
olmaktan çıkıp, pazara sunulabilen ve satılabilen bir meta haline gelmiştir.
Küreselleşmeyle birlikte uluslararası bilimsel temasların artması,
özellikle üniversite aşamasında uluslararası öğrenci hareketliliğinin
gelişmiş ülkelere doğru olduğu görülmektedir. Bu durum merkez-çevre
ilişkileri bağlamında değerlendirildiğinde, gelişmiş merkez ülkeler
veya uluslararası kuruluşlar lehine ekonomik girdi sağlandığı görülür.
Gelişmekte olan ülkeler açısından zaten kıt olan kaynakların gelişmiş
ülkelere akışı hızlanmıştır. Asya ve Afrika’dan özel ya da burslu binlerce
öğrenci yükseköğretim için gelişmiş ülkelere yönelmişlerdir.
Son gelinen noktada eğitim sistemi içindeki eğitim yöneticilerinden
beklenen performansın yapısı da değişmiştir. Eğitim yöneticilerinden
beklenenler bir şirket üst düzey yöneticisinden beklenenlerle benzer
hale gelmiştir. Eğitim yöneticisinin yüksek düzeyde stratejik planlama
kapasitesine sahip olması ve ayrıca yüksek düzeyde pazarlama yeteneklerine
sahip olması beklenmektedir. Yöneticiler, okullara yeni pazarlama ilgileri
yaratmalı ve yeniden yapılaşmış kamu fon kaynağı sağlamalıdır. Okul
yöneticilerinin değişimi anlayabilmeleri ve yönetebilmeleri gerekmektedir.
Etkili değişimi yakalayabilmeleri için de dönüşümcü liderliğin aktif rolüne
uyum sağlamaları gerekmektedir (Smith ve Piele, 1997, s. 1-15).
Girişimci üniversite veya okul modeli, üniversitenin/okulun eski
amaç ve işlevlerini farklı bir tarzda yerine getirdiği bir model olmaktan
çok, bu amaç ve işlevlerin küreselleşmiş meta mübadelesinin gerekleri
doğrultusunda yeniden tanımlandığı bir model görülebilir.
Yeni modelin aslında metalaşan bilgi ile ilişkili bir dönüşümü ifade
ettiğini belirten Noble (2002), eğitim sisteminin doğasının bozulduğunu
ve yapısının mutant hale geldiğini belirtir. Ona göre gümümüzde
müfredat programları gerçek eğitim sürecinin kendisinden ve üretici olan
öğretmenlerden sökülüp alınmıştır. Sonuçta ortaya çıkan yabancılaşma,
dersleri, müfredatı oluşturan ve düzenleyenlerden ayrı, bağımsız bir varlık
haline getirilmiştir. Bu, belki de meta oluşumunun en vahim noktasıdır.
Sosyoloji Çalışmaları
189
Ders malzemelerinin üretimi aşamasında telif esaslarına dayalı
yayınevi ilişkileri, malzemeyi tam anlamıyla eğitim bilimsel bir tasarım
ve sunum noktasından bir ölçüde kar amaçlı çizgiye çekmiştir. Burada
eğitim malzemesinin piyasa metasına dönüştüğü görülür. Ders malzemesi
üzerindeki kontrol ve mülkiyetin yayınevlerinde olması kar içinde değişime
sokulmuş bir piyasa ürünü olmuştur. Gerçek oluşturucularıyla bağı kopan
ders malzemeleri eğitimsel işlevinin yanında bir kar aracına dönüşmüştür.
Bu dönüşüm sürecinde olan, piyasanın belirlenmiş koşulları içerisinde
öğretmenlerin ürün üretici ve dağıtıcıları, öğrencilerin de birer müşteri
haline gelmesidir. Ortada eğitim görüntüsüne bürünmüş bir piyasa vardır.
Gerçekte olan ise eğitimsel bir bütünlük oluşturmayan bilgi parçalarının
dağınık yapısı ve bunun aktarımıdır (Noble, 2002).
Sanayileşmeyle birlikte tüm sanayi dallarındaki çalışanların
durumuna benzer biçimde eğitimcilerde üretim sisteminin bir parçası haline
gelmişlerdir. Ekonomik sistemin artan hızı yaşamın tüm uzamlarındaki
ilişki süreçlerini hızlandırmıştır. Eğitimci öncelikle belirlenmiş bir hız
içerisinde yine belirlenmiş paket bilgileri öğrencilere aktarmak zorundadır.
Bu durum öğrencinin analizi, öğreten öğrenen iletişiminin olgunlaşması
süreçlerini büyük oranda zayıflatmıştır. Eğitimin bir tür üretime dönüşmesi
yapılan işin rutinleşmesine yol açmıştır. Eğitimin esasına ilişkin nitelik
kaybına karşılık iş disiplininin artması, idari gözetim eğitimde özerkliğin
giderek azalmasına yol açmıştır. Öğreticinin inisiyatifi giderek azalmış,
mesleki özelliklerini yitirmiştir. Eğitimden karlılık beklentisi pedagojik
taahhütlerin önüne geçmiştir. (Noble, 2002). Sürecin niteliğinden çok
eğitim “bandının” dönüyor olması önemli hale gelmiştir.
Küreselleşmeyle Birlikte Ortaya Çıkan Eğitimde Kalite
Standardı Anlayışı
Küreselleşme eğitimde kalite standartlarının oluşturulması ve
uygulanması anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bu noktada “kalite” kavramının
ekonomik anlamını ve amacını çok iyi değerlendirmeden insani ve
manevi nitelikler taşıyan her alana uygulanmasının ileride insani nitelikler
anlamında büyük kayıplara sebep olacağını vurgulamak gerekmektedir.
Kalite standartları ve kalite yönetimi kavramlarının ortaya çıkışı hatasız
ürün (Masaaki İmai, 1994), rekabet ve müşteri memnuniyeti (Chapman, ve
Adams 2002) kavramlarıyla kendini göstermiştir. Kalitenin uygulanacağı
alanlar ise karar ve önlemler yanında, ürünler ve hizmetler (Bozkurt, 1995).
olarak belirlenmiştir.
Ülkelerin eğitim politikalarında ve reformlarda göz önüne aldıkları en
önemli kriter 1970’li yıllara kadar sanayileşme gelmekteydi . (Aytaç 1970).
Daha sonraki yıllarda ise bunun yerini kalite ve küreselleşme almıştır
190
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Görüldüğü gibi eğitimde kalite anlayışı, ekonomi eksenli bir reform
çizgisine aittir.
Yapılan tüm değişimler belirli bir kalite standardı temeline
dayandırılmaktadır. Uygulamanın esası çağdaş yönetim anlayışı olarak
ilk önce büyük özel teşebbüslerde denenmiş “toplam kalite” oluşturma
yönetimine dayanmaktadır. Günümüzde dünyanın en gelişmiş ve prestiji
sahibi üniversiteleri toplam kalite yönetimini uygulama çabası içindedirler.
Toplam kalite yönetimi, tüm organizasyonlarda, mal ve hizmetlerin
sürekli olarak iyileştirilmesini ve böylece “müşteri memnuniyeti”nin
gerçekleştirilmesini hedefleyen bir yönetim anlayışıdır. Toplam kalite
yönetiminde nihai amaç, “ürün” ve hizmet kalitesini” ni, “süreç kalitesi”,
“iş kalitesi” benzeri unsurların bütünsel olarak gerçekleştirilmesi ile
mümkündür. Toplam kalite yönetimi, kamu, özel ve üçüncü sektör
organizasyonlarında uygulanabilen bir yeni yönetim tekniğidir.
Eğitim kurumlarında toplam kalite yönetimi, eğitim-öğretim ve bilimsel
araştırmanın her aşamasında uygulanmaya başlanmıştır. Toplam kalite
yönetiminin, okulların fiziki altyapısına (bina, spor tesisleri, açık alanlar
vb.), akademik altyapısına (laboratuvar, kütüphane, bilgi işlem vb.), ders
programlarına, sınav değerlendirme sistemlerine, araştırma ve yayınlarına
bir disiplin ve düzen getirme yönünde politikalar tasarlanmaktadır.
Böylece ders programlarının oluşturulması, derslerde okutulacak
olan materyallerin, öğrencilerin okullara kabul ve öğretim elemanlarının
mesleğe giriş ve performans ölçme ve değerlendirme ve okullar arası
rekabeti sağlayacak kriterlerin belirlenmesinin eğitime kalite kazandıracağı
kabuller arasındadır.
Eğitimde kalite standartları konusunda Amerika Birleşik Devletleri
ve Avrupa Birliği ülkelerinde önemli kurum ve kuruluşlar çalışmalarını
sürdürmektedir. Eğitimde standarda kavuşturulması planlanan alanlar;
belirli bir vizyonun ve hedefin olması, programların sistemli olması ve
uygunluğu, insan kaynaklarının doğru tespiti ve kalibrasyonu, mali ve
finansal kaynakların tanımlanması ve iş akışının düzenlenmesi, eğitim ve
öğretim sürecinin planlı ve sistemli bir duruma getirilmesi, mekânsal ve
çevresel koşulların ıslahı ve uygunluğu gibi alanlardadır (Brittingham 1999).
Dünya Bankası ülkelerin ortak bir kalite standardına kavuşması için
öncülük yapan kuruluşların başında gelmektedir. İşgücü, üretim ve refah
ekseninde yapılan araştırmaların istatistiki verileri gelişmiş ve gelişmemiş
ülkelerin üretim ve hizmet sektöründeki kalite standartları uygulamaları
yönünden profilini ortaya koymuştur (Öztürk, 1996, s.65). Firmaların
insan kaynağı kalibrasyonu, ürün ve hizmetin üretim ve sunumunu,
firma performanslarını kapsayan kalite standartlarına ilişkin plan ve
Sosyoloji Çalışmaları
191
programlar hızla eğitim gibi başka alanlara da yayılmıştır. Eğitimde değer
alını ekonomik değerden farklı olguları işaret eder. Eşitlik, davranışsal
düzey ve anlamsal içerik gibi alanların kendi içsel nitelikleri, tarihi,
dokusu, kavramsal farklılıkları ve bölgesel özgünlükleri düşünülmeden
uygulama alanı içerisine dâhil edilmiştir. Örneğin eğitim sadece bir hizmet
olarak düşünülmüş, öğrenci de ürün olarak değerlendirilmiştir. Sorun bu
noktadan itibaren başlamaktadır.
Sorunun temelinde kalite kavramlarıyla eğitime özgü politika
alanlarının özdeşleştirilmesi noktasında kendini gösterir. Ekonomik
üretim ve piyasasına ilişkin kalite alt kavramlarının eğitim alanına
uyarlanması zorunludur. Eğitimde kaliteyle ilgili kavramlar farklı
anlamları içermektedir. Bunların içinde en önemlileri; girdi, değer, süreç,
ürün ve çıktı kavramlarıdır. Ürün, öğrencinin başarı oranlarıyla ilgilidir ve
öğrencinin kendisini ifade etmemelidir. Değer kavramı, öğrencinin tutum,
davranış ve değer algısına işaret eder (Chapman, ve Adams 2002).
Dolayısıyla ekonomik bir değeri ifade etmez. Girdi kavramı, araçgereç, eğitim materyali ve teknolojik donanımı ifade etmelidir; öğrenci
veya öğretmeni değil. Çıktı kavramı, uygulamaların başarı oranını ifade
etmelidir; öğrenciyi değil. Bu anlamda eğitim politikaları, eğitim yatırımı
politikaları, eğitim uygulamaları politikaları ve eğitimde değer politikaları
olarak ayrıştırılmalı kalite tanımlaması bu ayrıntılar üzerinden yapılmalıdır.
Örneğin eğitim yatırımı politikalarının kapsamı tesisler ve mali teşebbüsleri
kapsayabilir. Buna karşılık eğitim değer politikaları, eğitimde eşitlik, eğitim
sisteminin başarısı ve epistemik bilgi aktarım düzeyine bağlı başarıdır
Tüm bu değişimler merkezinde konuya baktığımızda “bilgi”nin, bir
üretim girdisi olarak düşünülmesi yönünde bir anlayışın yerleşmesi
muhtemeldir. Öğrencinin bir üretim çıktısı olarak değerlendirildiği
anlayışa yönelme riski söz konusudur. Böyle bir anlayışa dayalı olarak şirket
modeli bir uygulama düzenliliği oluşturulabilir. Böyle olması durumunda
uygulamalar düzenli olabilir, ülkeler arasında kolay paylaşılabilir nitelikler
kazanabilir. Ancak tüm bunlar sermaye piyasasına yönelik eğitim sistemine
evrilmeyi ifade eder.
Küreselleşmeye tabi hale gelen eğitim sistemi içerisinde her geçen gün
bilgi kendine özgü temel niteliklerini yitirmeye devam edebilir. Toplumun
bilinç ve erdem vasıflarıyla ilişkisi kesilen bilgi ve eğitim, hem öğrenci hem
de öğretmen açısından tamamen piyasa koşullarına endekslenmiş duruma
gelebilir.
Öğretmenlerin ve öğrencilerin iradeleri dışında biçimlenen pazar
koşulları mal ve hizmetlerin fiyatlarını belirlediği gibi üniversite bölümlerinin tercih edilme koşullarını da belirlemektedir. Bu durum toplumsal ve
etik amaçları geçersiz ve önemsiz duruma getirmektedir.
192
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Küreselleşmenin, ekonomik temelli bir oluşumdur. Ekonominin
teknoloji sayesinde dönüşümü, sermaye çevrelerinde dünyanın tamamının
ortak bir pazara dönüşmesi hedefini ortaya çıkarmıştır. Bu hedefin
gerçekleşmesi için ortaya konan siyaset ise siyasal küreselleşme anlamına
gelmektedir. Söz konusu önemli değişimler kültürleri etkileyerek kültürel
küreselleşmeyi doğurmuştur. Tüm bu süreçlerle eş zamanlı olarak gelişen
bir diğer küreselleşme biçimi de eğitimsel küreselleşme olmuştur.
Küreselleşmenin temel belirleyicisi ekonomi olduğu için eğitimin
küreselleşmesinde
ekonomik
küreselleşmenin
izlerini
aramak
gerekmektedir. Dünya sermaye piyasasının karlılık oranlarını artırmak
için ortaya koyduğu standartlar ve yapısal iyileşme formülleri tamamen
kalite odaklı Pazar çözümlemeleridir. Kalite kavramı; dayanıklı, sağlam,
kullanışlı, çözüme yüksek katkı sunma gibi nitelik unsurlarının bir
bileşenini ifade etmektedir. Doğal olarak böyle ürünler ortaya koymak
için üretim sektörünün kurumsal yapılanmasının da aynı biçimde kaliteli
olması gerekmektedir.
Küreselleşme ile eğitim ilişkisindeki temel sorunsal, kavram noktasında
kendini göstermektedir. Bir ürünün kaliteli olması anlaşılır bir durumdur
ve ekonomiyle ilgilidir. Bir kurumsal yapının kaliteli olması hedefiyle
ve çalışma sahasına uygun düzenlemeleriyle ilgilidir. Bu noktadan
baktığımızda eğitim unsurlarının kaliteli olmasından bahsedildiğinde
doğru bir kavramla yola çıkılmamış olur. Çünkü eğitimin hizmet verdiği
öğrenci bir ham madde veya ürün değildir. Eğitim kurumu da bir fabrika
değildir.
Ancak, öğrenciyi bir üretim çıktısı, okulu da ham maddeyi
şekillendiren ve kalıplarla çalışan bir imalathane olarak gören anlayış
giderek yaygınlaşmaktadır. Eğitimin yöntem, süreç ve yönetimine
ilişkin entegrasyon temelli yenileşme hedefleri bu açıdan tekrar gözden
geçirilmelidir.
Küreselleşmenin birçok olumsuz yönü tartışılırken, eğitimin
küreselleştirilmeye çalışılması büyük bir sorundur. Çünkü küreselleşmenin
doğuracağı olası sorunlara karşı önlem alabilecek ve sorunları toplum
yararına dönüştürebilecek bağımsız ve objektif düşünen insanlar
yetiştirecek olan eğitim kurumlarıdır. Onların sermaye piyasasına entegre
olmuş, yüksek kalite standartları adı altında firmaya dönüştürülmüş
yapısı küreselleşmenin olumsuz yanlarını ortaya koyacak insanı
yetiştiremeyecektir. Çünkü kendisi küreselin bir parçası olacaktır.
Sosyoloji Çalışmaları
193
Günümüz okullarında küreselleşmenin gereksindiği insan tipi
üretilmeye çalışılmaktadır. Bilgiyi biriktirmek yerine kullanan insan ön
plana çıkmıştır. Buradaki kullanma varlığın doğasını anlama, evrensel ve
olgusal farkındalığı artırma anlamına gelmemektedir. Amaçlanan pratikte
bir mesleğe ve üretime indirgenmiş bilgidir. Tek Pazar haline gelmiş
dünyanın yönetsel ve eğitimsel anlamda standartlaşması hem kullanışlı
insan kaynağı hem de kolay entegre edilebilir unsurlar anlamına gelmektedir.
Eğitimde kalite standartlarının evrenselleşmesi ve tüm dünyadaki öğrenci
donanımının benzeşmesi dünya pazarının kullanacağı insan kaynaklarına
ilişkin düzenleme hedefidir.
Küreselleşme sürecindeki eğitimin ideal insan modeli, bağımsız
birey olarak sunulmaktadır. Geleceğin toplum yapılarında sorun çözen
güçlü birey yetiştirmek hedeflenmektedir. Tarif edilen birey buluşlarıyla
ekonomiye patent oluşturacak, girişimciliğiyle pazarı güçlendirecek,
farkındalığıyla piyasa spekülasyonlarını önceden sezecek bir ekonomik
bireydir.
Küreselleşme sürecinin eğitim politikaları sadece yeni kuşaklar üzerinde
manipülasyon yapmakla kalmamaktadır. Küreselleşme öncesinin birikim
ve alışkanlıklarını taşıyan eski kuşak insanların, küresel eğitim sistemi
vasıtasıyla piyasa sistemine uygun hale getirilme planları yapılmıştır. Bu
planların ürünü “yaşam boyu eğitim” adıyla sunulmuştur. Amaç, her
yaştan insanı, sistem için verimli olmaya çalışan bir üretim unsuruna
dönüştürmektir. Ancak yaşam boyu eğitimin asıl hedefi gençler, çocuklar
ve gelecek kuşaklardır. İnsanları çocukluklarından itibaren küresel piyasa
sistemine bağlayan eğitim, hayatın her aşamasında bireyleri “verimli
olmak” adına bu sisteme bağlı tutmak için kullanılacaktır.
Küreselleşmenin değerler sistemini dönüştürdüğü açıktır. Epistemik
bilginin yerini teknik bilginin aldığı böylece insanın içsel değerler
açısından giderek zayıfladığı, uysal bir üretici ve tüketiciye dönüştüğü
vurgulanmaktadır. Teknik düşünen, teknik yaşayan, teknik planlayan
bir insan zihninin epistemik ve normatif soruşturma kaygısının olması
mümkün değildir. Manevi alan bir dış uzay gibi ötelenmekte, hızlı ve
verimli çözümler üretebilmek en önemli meziyet sayılmaktadır.
Yerel ve evrenselin bir arada olduğu bir dünya, sadece bir geçiş süreci
tanımlamasıdır. Bir süre sonra “aynılaşma” baskın gelecek ve duygular dahi
küreselleşecektir. Üstelik bu küreselleşme epistemik ve manevi duyguların
etrafında değil üretim ve kalite etrafında olacaktır. Bu sonucun ortaya
çıkmasında ne yazık ki en büyük işlevi eğitim görecektir.
194
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
KAYNAKÇA
Chapman D. ve Adams. D. (2002). The quality of edication: dimensions and
strategies. Hong Kong: Asian Development Bank.
Aktan, C. C. (2007). Yüksek öğretimde değişim: global trendler ve yeni
paradigmalar, İzmir: Yaşar Üniversitesi Yayını.
Aytaç, K. (1970). İngiltere, isveç, fransa ile federal almanya’da okul reformları ve
okul kuruluş sistemlerinde demokratlaşma temayülleri, İstanbul: MEB
Yayınları.
Baudrillard, J. (2002). Çılgınlığı globalizm üretiyor. Röportaj: Romain Leick,
(Çev. Dilek Zaptçıoğlu). Erişim Tarihi: 01/01/2018 http://arsiv.nv.com.tr/
news/130583.asp
Bauman, Z. (2010). Küreselleşme: Toplumsal sonuçları. (Çev.: Abdullah Yılmaz).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bayar, F. (2008). Küreselleşme kavramı ve küreselleşme sürecinde Türkiye.
Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, 32, 25-34.
Bozkurt, R. (1995). Hizmet endüstrilerinde kalite, Verimlilik Dergisi, 1995, S. 175.
Bravo, D. (2010). Effects of school reform on education and labor market
performance: Evidence from Chile’s universal voucher system. Quantitative
Economics Journal, 1(1), p. 47-95.
Brittingham, B. (1999). Türkiye’de Öğretmen Eğitiminde Standartlar ve
Akreditasyon, YÖK/Dünya Bankası Milli Eğitimi Geliştirme Projesi, Ankara.
Carnoy, M. (2005). Globalization, educational trends and the open society. Open
Society Institute Education Conference 2005.
Chinnammai, S. (2005). Effects of globalization on education and culture. ICDE
International Conference, New Delhi, 19-23 November 2005.
Çelik, E. (2016). Küreselleşme ve yabancılaşma, günlük yaşamı anlamak, Ed.: Ali
Arslan, Mustafa Çağlayandereli, s. 179-196. Mersin: Paradigma Akademi
Yayınları.
Drucker, P. F. (1992). Managing for the future. Truman Talley Books E.P. Dutton,
NY.
Erdem, O. (2009). Küreselleşme ve ulus devletlere etkileri. e-Journal of New World
Sciences Academy, 4(3), 241-255.
Giddens, A. (2001). Sociology. Oxford: Blackwell Publishing.
Greenwood, D. J. ve Levin, M. (2003). Reconstructing the relationships between
universities and society through action research. UK: SAGE.
http://www.mfa.gov.tr/data/Kutuphane/yayinlar/EkonomikSorunlarDergisi/
sayi32/firatbayar.pdf
Illich, D. I. (2013). Okulsuz toplum. (Çev.: M. Özay). İstanbul: Şule Yayınları.
Sosyoloji Çalışmaları
195
Kellner, D. (2002). Yeni teknolojiler/yeni okur-yazarlıklar: Yeni bin yılda eğitimin
yeniden yapılandırılması. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 2(1),
105-132.
Kwiek, M. (2001). Globalization and higher education. Higher Education in Europe,
26(1), 27-38.
Kwiek, M. (2002). Yüksek öğretimi yeniden düşünürken yeni bir paradigma olarak
küreselleşme: Gelecek için göstergeler. Kuram ve Uygulamada Eğitim
Bilimleri, 2(1), 133-154.
Marshall, G. (1999). Sosyoloji sözlüğü. (Çev.: O. Akınhay – D. Kömürcü). Ankara:
Bilim ve Sanat Yayınevi.
Masaaki İmai, (2014). Kaizen, Çev: BRİSA, İstanbul: Kalder Yayınevi.
Noble, D. (2002). Technology and the Commodification of Higher Education,
Montly Review, 53(10).
Oktik, N. (2002). Globalleşme ve yüksek öğrenim. Doğu Batı, 5(18), s. 193–204.
Önder, İ. (2002). Küreselleşme, kriz ve istikrar programı nasıl aldatılıyoruz?
İstanbul: Nazım Kültürevi Kitaplığı,
Öztürk, S. A. (1996). Hizmet işletmelerinde kalite boyutları ve kalitenin artırılması”,
Verimlilik Dergisi, s. 65-79.
Scott, P. (2000). Globalisation and Higher Education: Challenges for the 21st
Century, Sage Journals, 4(1).
Smith, S. C. and Piele, P. K. (1997). School leadership: Handbook for Excellence,
University of Oregon: ERIC Clearinghouse.
Şaylan, G. (2016). Değişim, küreselleşme ve devletin yeni işlevi. Ankara: İmge
Yayınevi.
Toulmin, S. (1999). The ambiguities of globalization. Futures 31, 905-912.
Wallerstein, I. (1992). Tarihsel kapitalizm. (Çev.: N. Alpay). İstanbul: Metis
Yayınları.
Sosyoloji Çalışmaları
197
ÇAĞDAŞ İRAN EDEBİYATINDA GİZEMLİ BİR ADA:
HAKİKAT MÜPTELASI OLARAK SADIK HİDAYET1
A MYSTERIOUS ISLAND IN CONTEMPORARY IRANIAN
LITERATURE: SADIK HIDAYET AS TRUTHFUL ADDICT
Arif AYTEKİN2
ÖZET
Sâdık Hidâyet için “Modern İran edebiyatının önemli simalarından biridir”
tanımlaması, onu tanıtmada eksik bir cümle olarak kabul edilmektedir. En büyük
korkusu, daha kendini tam tanımadan yarın öbür gün ölürüm olan Sadık Hidayet,
soylu bir ailenin çocuğu olarak 17 Şubat 1903’te Tahran’da İ’tizadulmulûk ailesinde
dünyaya gelmiştir. Farsça ve Fransızca üzerinden genelde modern insanı, özelde
kendini anlama yolculuğuna çıkmaktadır. Dünyanın her tarafından sahici bir
anlam, hakikat arayışına çıkan herkesin dikkat çektiği bir yazardır. Özgün, sahici,
bir entelektüel olarak bir taraftan İslam’ın gelenekselleşmiş hurafe inançlarının
İran toplumundaki izdüşümünü, yansımasını eleştirmektedir. Öbür taraftan
modern insanın krizini, gittikçe anlamsızlaşan hayatını eleştirmektedir. Olağan bir
dil kullanarak olağanüstü, aşkın dünyayla okuyucuyu buluşturmaktadır. Bulduğu
yeni dil ile modern dünya edebiyatının önemli simalarından biri sayılmaktadır.
Yazdığı eserler bakımından İran edebiyatında birçok akımın kurucusu olarak
kabul edilmektedir. Başta natüralizm, realizm ve sürrealizm olmak üzere farklı
akımlarla anılan eserler kaleme almıştır. Herkesin yaşadığı olağan dünyaya bir
türlü alışamamaktadır. İsmet Özel’in şiirinde geçen “Uyruklar arasında uygunsuz
biriyim…” ifadesi onun içinde bulunduğu durumu yansıtmaktadır. Kendisini
ocağa düşen bir oduna benzetmektedir. Başka odunların ateşinde yanmış bir
odun. Ne tam yanıp kül olmuş ne de olduğu gibi kalabilmiş. Fakat diğerlerinin
dumanından, soluğundan boğulmuş bir odun. İki arada bir derede kalan Hidayet
daha önce de yaptığı intihar girişimini tekrar dener. 1951’de 48 yaşında giriştiği bu
intihar teşebbüsünde başarılı olur ve dünyaya gözlerini kapatır.
Anahtar Kavramlar: Sadık Hidayet, Realizm, Sürrealizm, Hakikat
ABSTRACT
The definition which has been used for Sadık Hidayet as “One of the greatest
figure in Modern Iranian literature” has been accepted a missing sentence
1 Bu makalenin bir kısmı aynı balık altında 5. ASM İnternational Congress of Social
Science Kongresinde bildiri olarak sunulmuştur.
2 Dr. Öğr. Üyesi Arif AYTEKİN, Akdeniz Üniversitesi, Manavgat MYO, Antalya, Türkiye,
plihoa1@gmail.com.
198
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
to describe him. Sadık Hidayet, whose greatest fear is to die before knowing
himself fully, was born in Tehran in 17th February 1903 as a Nobel member of
I’tizadulmulûk family. He aims to understand modern man through Persian and
French. However, he actually wants to understand himself. He catches attention of
every person who tries to understand himself on this earth. On the other hand, he
criticizes the effects of traditional superstitions in Islam on Persian culture as an
intellectual. Also, he criticizes the meaningless life of the modern man. He brings
the reader and the exceptional world via using an unexceptional language. He has
been accepted as one of the greatest figure in the modern World literature because
of the language he used.
He has been accepted as the founder of most of the literary movements in
Iranian literature due to the literary works he has written. He has written his works
by using Naturalism, Realism, and Surrealism mostly. He couldn’t get used to live
in the World people lived. “I am a divergent person in the nations.” By İsmet Özel
describes him. He describes himself as a wood in the fireplace. Neither was he fully
burnt nor stayed as a wood. But he smothered because of the smoke of the other
woods. He tried to commit suicide once again in 1951 and he became successful.
He died at the age of 48.
Keywords: Sadık Hidayet, Realizm, Sürrealizm, Truth
GİRİŞ
Sâdık Hidâyet, Modern İran edebiyatının önemli simalarından biri
olarak kabul edilmektedir. Başlangıçta dünyanın şiir dili olarak kabul edilen
Farsça içinden dünyayı, hayatı, olup bitenleri anlamaya çalışan Hidayet,
daha sonra yaşadığı dönem bakımından dünya edebiyatının kalbinin attığı
modern edebiyat dili olan Fransızca ile arayışını daha da genişletmiştir.
Metinlerini felsefi bir düşünceyi, duruşu da esas alarak kaleme alan
Hidayet’in sanat kuramları veya estetik kaygılar bakımından da döneminin
edebi standartlarının üzerinde eserler verdiği genel kabuller arasındadır.
Farsça ve Fransızca ile başlayan anlam arayışına zamanla İngilizce,
Sanskritçe, Pehlevice’yi de eklemiştir. Bahse konu dilleri, konuşuldukları
toplumda yaşayarak öğrenen Hidayet, aynı zamanda kültürel gözlemleri
bakımından da dikkat çekmektedir.
Yazdığı eserler elbette irtibat kurduğu dil ve toplumlarda alımladıklarının
yansıtılması bakımından önemli bilgiler sunmaktadır. Ancak Hidayet’in
yaşantı ve gözlemlerinin kaynaklık ettiği eserler; bir bakıma prizmaya giren
sade bir ışığın prizmanın çıkışında farklılaşıp renkler harikası olarak dışarı
yansıması gibi görülebilmektedir. Bu durum onun kavrayış düzeyi ve dile
olan hâkimiyeti ile irtibatlı olsa gerek. Bu sebeple Sadık Hidayet üzerine
çalışanların gözlemlerinde farklı Hidayetler ortaya çıkmaktadır. Birçok
araştırmacı onu İran edebiyatında natüralizm, realizm, sürrealizm veya
Sosyoloji Çalışmaları
199
romantizmin kurucusu olarak kabul etmektedir. Her tezin iddialarını haklı
çıkarabilecek kanıtlar, özellikler Hidayet’in metinlerinde bulunabilir.
Hidayet’in metinlerinde bir sosyoloğun sosyolojik bakış açısını andıran;
dış dünyanın, toplumsal kesitlerin, grupların, farklı hayatların, geleneklerin,
toplumda tortu olarak kalmış adetlerin tipolojik özelliklerini gözlemlemek
mümkündür. Öte yandan en az bu sosyolojik gözlemler kadar farklı
kişiliklerin, bireylerin kendi yaşantılarının derin izlerini, ustalıkla ifade
edilmiş psikolojik tahlilleri de görmek mümkündür.
Hidayte’in dünyada tanınmasına sebep en önemli eserlerinde de kendi
yaşantısı, hayat hikâyesi veya macerası üzerinden modern insanın krizini,
gittikçe anlamsızlaşan hayatını konu almaktadır. Birçok metninde kendi
gerçek hayatı ile hikâyelerinde anlatılan karakterler içi içe geçmekte bir
bakıma real olan ile sürreal birbirine karışmaktadır. Hikâyelerinde çokça
işlediği ölüm, cinsellik, karamsarlık, kötücülük, çıkmaz gibi kavramlar
aynı zamanda kendi gerçek hayatının da esas özelliklerini yansıtmaktadır.
Neredeyse yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan bir yazar görüntüsü
vermektedir. Bu bakımdan modern dünya edebiyatında özgün, sahici, bir
entelektüel olarak görülmektedir.
…Acaba hayat denilen şey tümüyle komik bir hikâye, inanılmaz,
ahmakça bir masal değil mi? Ben kendi masalımı, kendi öykümü
yazmıyor muyum acaba? Öykü, yerine gelmemiş arzular için bir
kaçış yolu değil mi? Ulaşılmayan arzular (Hidayet, Kör Baykuş,
2014, s. 204).
Bir taraftan içinde biçim aldığı Şii İran İslam toplumunun gelenekselleşmiş (hurafe inançlarının) toplumdaki izdüşümünü, yansımasını; öbür
taraftan olağan bir dil kullanarak olağanüstü, aşkın/tresendental dünyayla
okuyucuyu, yeni bir dil üzerinden buluşturan Sadık Hidayet modern dünya
edebiyatının önemli simalarından sayılmaktadır.
Sadık Hidayet’in Hayatı
En büyük korkusu: Daha kendini tam tanımadan yarın öbür gün
ölürüm olan Sadık Hidayet, soylu bir ailenin çocuğu olarak 17 Şubat
1903’te Tahran’da İ’tizadulmulûk ailesinde doğmuştur (Erdebili, 1993, s.
15). Babası Hidâyet Kulî Han, annesi Zîverulmulûk’tur. Büyükbabası Rıza
Kulî Han Hidâyet, Nâsırüddin Şah döneminin ileri gelen soylu ailelerinden
biridir.
200
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tahran’da 6 yaşında Medrese-i İlmiye’de ilköğrenimine başlayan (1908)
Hidâyet, Ortaöğrenimini Darülfünun Lisesi’nde devam eder. Daha sonra
Fransızların Sen Lui Lisesine kaydını yapar. İlmiye Okulu’nda 1914’te
“Nidâ-yi emvât” (Ölülerin Sesi) adlı duvar gazetesini çıkararak yazarlığa ilk
adımını atmaktadır. “Ölüm” (Merg) üzerine çok genç yaşta yazmaya başlar.
Erken yaşta Tahranda, “Ömer Hayyam Rubaileri” ve “İnsan ve Hayvan”
kitaplarını yayımlar (Erdebili, 1993, s. 16).
Tahran’da Fransız Lisesi’nde Fransızcayla kurduğu irtibat, onun erken
yaşta Fransız edebiyatına ilgi duymasına sebep olur. Yeni terlemiş bıyıklarına
âşık olan genç gibi onun da Fransızca üzerinden Fransız edebiyatı ve Fransa
ile olan ilişkisi, hikâyelerindeki mekân ve Karakter isimlerinden öldüğü ve
gömüldüğü yere kadar devam etmiştir. Asya ile Avrupa, Farsça ile Fransızca
arasında gidip gelmeleri veya med-cezirler, ruhundaki bunalımlar, gölgesi
gibi onu hep takip etmiştir.
Gözkapaklarım düşünce silik bir dünya beliriyordu gözümün önünde;
Kendi yarattığım, düşüncelerimle, gözlemlerimle örtüşen bir dünya.
Her halükarda uyanıkken gördüğüm dünyamdan daha gerçek, daha
doğal bir dünya. Düşüncelerimin, tasavvurlarımın önünde hiç bir
engel yoktu sanki. Zaman ve mekân etkisini yitiriyordu. Rüyalarımı
doğuran, bastırılmış bu şehvet hissi gizli ihtiyaçlarımın sonucuydu.
İnanılmaz ama doğal şekiller, olaylar canlanıyordu gözümde.
Uyandıktan sonra da o dakikada kendi varlığım hakkında kuşkuya
kapılıyordum. Kendi zamanımdan, mekânımdan habersizdim
(Hidayet, Kör Baykuş, 2014, s. 299).
1925’te eğitim maksadıyla Belçika üzerinden Avrupa’ya gitti. Paris’te
İlk hikâyelerini yazmaya başlayan Hidayet, Fransa ve Belçika’da dört yıl
kaldıktan sonra İran’a döndü, Kültür Bakanlığı(Vezâret-i Ferheng), Bank-i
Millî’de muhasebe bölümü dâhil çeşitli işlerde çalıştı, bir kaç meşguliyet
bulsa da tutunamaz (Hidayet, Diri Gömülen, 2016).
Kör baykuş kitabını yazarken, satır aralarında belirginleşen, gittikçe
ilerleyen uyumsuzluğu, İsmet Özel’in şiirinde geçen… “Uyruklar arasında
uygunsuz biriyim…” (Özel, Erbain, 2011, s. 222) ya da kendi tasviri ile
- “Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi, orada tekrar yaşamak
düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu. Ben ki henüz yaşadığım
dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim?
“Ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların
ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş ama, ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir
oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş...”
(Hidayet, Kör Baykuş, 2014, s. 150) - hali onun daha önce de yaptığı
Sosyoloji Çalışmaları
201
intihar girişimini bu sefer başarıyla gerçekleşmesine sebep olur. İntihar
etme vakalarının yaş itibariyle neredeyse görülmediği, dünya ortalaması
açısından, 50’li yaşlar, herkesin bir şekilde dünyaya alıştığı! Yıllarda, o bir
türlü bunu beceremeden! 48 yaşında 9 Nisan 1951’de Paris’te havagazını açık
tutmak suretiyle intihar etmiş ve Pére Lachaise mezarlığına gömülmüştür
(Hidayet, 2017). Metinlerinde geçen “Başarabildiğim tek şey ölmek olacak...”
cümlesinin hakkını hayatı ile ödeyecektir.
Bir dönem Budizm mistisizmine kapılan Hidayet 1936’da Hindistan’a
giderek Sanskritçe öğrenir ve Buda’nın kimi metinlerini Farsça’ya çevirir.
Fransızca ve Farsça üzerinden gelişen hayat yolculuğuna Sanskritçe’yi
ekler. Bazı araştırmacılara göre, Hidayet’in İngilizce’si de Fransızcası
seviyesindedir. Böylece Hint gizemciliği, Klasik İran edebiyatı ve çağdaş
Fransız edebiyatı arasında kendini bulmaya çalışır. Hidayet dünyayı dolaşsa
da - “…Kendi(si)nin bile ücrasında yaşayan benim için gidecek yer ne kadar
uzak olabilir?...” (Özel, Erbain, 2011, s. 223) - derin bir yalnızlık, yerini,
dünyayı yadırgama hali onu hiç terk etmez. Hayat bana tek ve değişmez bir
mevsim oldu hep. Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti
adeta, öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve beni bir mum gibi eritti...” Bu
hal, belki psikanalisttik bir çözümlemeyle onun sanatının, yaratıcılığının
temeli olarak da düşünülebilir. Freud’un sanatçının yaratma eylemi ile
nevroz arasında kurduğu işlevsel ilişki, bilinçaltının sanatsal yaratıcılıktaki
rolü; Sadık Hidayet’in yarı baygın, gerçek-üstü, hayal kurma, ruh hastası,
vecd halini, Kör Baykuş’taki gölgeler ile gerçek arasındaki gidip gelmelerini
açıklamada anlamlı görülebilir (Moran, 1994, s. 134). Bu tasvirleri onun
psikanalisttik çözümlemeye ne kadar yakın durduğunu açıklamaktadır:
…Şimdi bütün hayatımı, üzüm salkımı gibi ellerimle sıkmak, usaresini,
hayır, şarabını gölgemin kuru boğazına, okunmuş su gibi damla
damla damlatmak istiyorum. Ama gitmeden önce beni şu odanın
köşesinde kanser gibi, ur gibi parça parça yiyen dertleri kâğıda dökmek
istiyorum. … Muhtacım buna; eskisinden de çok. Düşüncelerimi kendi
hayali varlığım, kendi gölgemle ilişkilendirmek ihtiyacındayım. Kandil
ışığında duvara düşen şu yamuk gölgem yok mu; şu uğursuz gölge!
Yazdıklarımı dikkatle okuyup yutuyor adeta. Kuşkum yok; şu gölge
benden iyi anlıyor. Sadece kendi gölgemle güzel güzel konuşabilirim.
Beni konuşmaya zorlayan da o zaten. Sadece o tanıyabilir beni;
mutlaka anlıyor (Hidayet, Kör Baykuş, 2014, s. 138-142).
Metinlerinin bunalımlı, melankolik, sisli özellikleriyle Doğunun
Kafka’sı” olarak da anılan Sâdık Hidâyet, modern İran edebiyatında
hikâyeciliğin ve romancılığın kurucusu sayılmaktadır. İnsani ve toplumsal
202
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
hayata dair çok ciddi gözlemleri olan, bir taraftan psikolojik öbür taraftan
sosyolojik alana aynı anda nüfuz eden çok yönlü bir yazardır.
İran edebiyatında Ömer Hayyam gibi zamanında çok ciddi eleştirilere
tabi tutulmuştur. Her ikisi de kendisini Atina’nın “At sineği” olarak tanıtan
Sokrates’i çağrıştırmaktadırlar. Hepsinin hikâyesi, yani kendilerini bulma
hikâyeleri verili olana itiraz ile başlar. Farklı dönemlerde olsalar da aynı
coğrafyayı paylaşan Hidâyet ile Hayyam birçok yönden birbirlerine
benzemektedirler.
Sadık hidayet, yaşadığı 48 yıllık ömründe erken yaşlarda başlayarak
çok farklı alanlarda ve çok sayıda metne imza atar. “İran’da Büyücülük”
(Câdûgerî der İran), Vejetaryenliğin Yararları (Fevâyid-i Giyâhhârî), Diri
Gömülen (Zinde be Gûr), Kör Baykuş’u (Bûf-i Kûr), Üç Damla Kan (Se
Katre Hûn) gibi birçok edebi eserin yanında oyun yazarlığı ve tercümeler
faaliyetinde de bulundu. Kafka’ya özel ilgisi olan Hidayet, onun fikirlerinin
İran’da yayılması için birçok kitabını Farça’ya çevirdi. Aynı zamanda öykü,
roman, piyes, seyahatname, inceleme türlerinde çok sayıda eserlerin de
yazarıdır.
Öte yandan, Onun İran hikâyeciliğine asıl katkısının derin ruh
tahlillerine yer vermesi olduğu söylenebilir. Eski İran tarihinin şaşaalı
devirlerine özlem duyar, İran’ın Araplar başta olmak üzere yabancılar
tarafından fethedilmesini hazmedemez. Kimi eserlerinde Arapları tasvir
etmek için küçümseyici, aşağılayıcı ifadelere yer verir.
Osmanlı Türkiye toplumunda Mehmet Akif, Pakistan’da Muhammet
İkbal, Mısır’da Cemalleddini Afgani gibi İslam toplumlarının geri kalmışlığı
üzerine düşünen, halkın yanlış İslam algısı ve hurafelere olan bağlılığını
sert bir şekilde eleştiren Sadık Hidayet; bahse konu yazarlardan farklı
olarak İslam dinin kendisine de mesafeli durur. Akif ’in şiirine yansıyan bu
manzaranın benzerini Sadık Hidayet’in hikâyelerinde, Talebi Amurzeş gibi,
sıkça karşılaşılabilen bir tasvirdir. Bunun yanında Pervin Duhter-i Sasan ve
isfahan Nisfi Cihan gibi metinlerde de Arap İslam fetihleri sonrasında İran
toplumunda yaygınlaşan İslami ritüelleri ciddi eleştirilere tabi tutmaktadır.
Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kuran şunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için (Düzdağ, 2016, s. 158).
Sonraki yıllarda zamanın sosyo-politik problemlerinin de etkisiyle
İran’ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına
Sosyoloji Çalışmaları
203
yoğun eleştiriler yöneltmeye başlar. Eserleri aracılığıyla bu iki kurumun
suiistimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu
gösterme çabasına girer. İran toplumunun hurafeler batağına saplanmış
olması, cahil mollaların halk üzerindeki etkisi, çıkar düşkünlerinin
hedefe ulaşmak için her yolu denemeleri, kadınların cahillik, yoksulluk,
tatminsizlik gibi sebeplerle sorunlar yumağı içinde bulunmaları, insanların
toplumdan dışlanmaları ve kimlik sorunları Hidâyet’in üzerinde sık sık
durduğu konulardandır.
Sadık Hidayet Düşüncesinin Temel Kodları
Toplum ile sanat veya sanatçı arasındaki ilişki birçok kuram tarafından
inceleme konusu yapıldığı bilinmektedir. Sanatçının anlaşılmasında, onu
içinde doğduğu, yaşadığı toplumdan bağımsız düşünmek olanaksızdır.
Özellikle Marksist sanat yaklaşımlarının öne sürdüğü gibi, sanatçı da içinde
biçim aldığı toplumun ürünüdür tarzındaki yaklaşımların, Sadık Hidayet
gibi kendi iç dünyasına gömülü olan birçok büyük ruhların anlaşılmasında
eksik kalacağı düşünülmektedir. Sadık Hidayet üzerinde edebiyat sosyolojisi
incelemelerinde bulunan Musa El-Rıza Tayifi Erdebili’nin (Sâdık Hidâyet
der Âyine-i Âsâreş) tezinin temel argümanı, temellendirme iddiası bu
zemindedir (Erdebili, 1993, s. 11). Bu tür temellendirmelerin tek taraflı
ve meselenin bir yarısını açıkladığı, daha önce de değinildiği gibi Sadık
Hidayet özelinde psikanalisttik çözümleme veya yorumların etkisini göz
ardı ettiği görülmektedir. Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi “Büyük ruhlar,
büyük tezatların barındığı yerdir” toplum, sosyo ekonomik, sosyo siyasal
koşullar da büyük yazarların tezatlarından sadece bir kısmını izah etmede
işlevseldir.
Erdebili, Sadık Hidayeti İran edebiyatında realist hikâyeciliğinin
kurucusu olarak görmektedir (Erdebili, 1993, s. 13). Başka çalışmalarda
Sadık Hidayet’in edebi yaklaşımları, hikâyelerinin özellikleri bakımından
Natüralist akıma yakın olduğu iddia edilmektedir. Sürrealist yaklaşıma
tabi bir sanatçıdır, yargısı da Hidayet için yanlış sayılmaz. Anlaşıldığı
kadarıyla Hidayet’in değindiği sorunlar, eser verdiği alanlar, yazı tekniği
ve yaklaşım tarzı itibariyle onu bir kuramla sınırlandırmak pek mümkün
görünmemektedir. Hidayet’i kuramlardan birine bağlı tanıtmak,
tanımlamak felsefedeki meşhur “fil metaforunu” hatırlatmaktadır. Fil
nedir? Sorusuna karşılık; fili farklı yerlerinden yoklayan âmâ insanların
farklı tanımları gibi. Örneğin ayağından fili yoklayan âmâ fili: dümdüz bir
sütun, yan böğrüne dokunan düz bir tepsi, hortumundan yakalayan göreli
kalın bir boru şeklinde tanımlaması gibi. Hidayet üzerine çalışan uzmanlar
da onu, odaklandıkları metinleri itibari ile bir kurama yakın olarak görme
204
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
eğilimine girmektedirler. Bu sebeple Hidayet’i bir kurama dayandırarak
açıklamak, onu sınırlı olarak görmenin ötesine bir işe yarayamayacaktır.
Hidayet’i bir kuramla sınırlı açıklamak, bir bakıma metonomik anlama
denilebilen, parçanın bütünün yerine geçmesi, bütünü kaplaması olarak
düşünülebilir. Çünkü o nevi şahsına münhasır özgün bir yazardır. Hidayet’i
herhangi bir kuramla anmak, sınırlı görmek onu etiketlemekten öte bir
anlam ifade etmez.
Sadık Hidayet eserlerinde Marksist Kuramdan beslenen ve 1930’larda
Rusya’da M. Gorki gibi yazarlar başlatılan “toplumcu gerçekçilik”
yaklaşımının izlerini görmek de mümkündür. Elbette toplumsal
gerçeklik kuramının temel kavramı da “yansıtma” dır. Yansıtma kavramı
ile temellenen sanat kuramlarının çeşitliliği ortadır ancak sanatın neyi
yansıttığı veya yansıtması gerektiği meselesinde, toplumcu gerçekçilik
kuramı sanatçının aynayı toplumun gerçek yaşantısına tutması gerektiği
ilkesini temel almaktadır (Moran, 1994, s. 47). Bu yönüyle Sadık Hidayet’in
eserlerinin büyük bir bölümünün bu ilkeye uygun olarak hazırlandığına
bakarak onu Realist olarak görmek mümkündür. Fakat eserlerini bundan
ibaret saymak doğru bir değerlendirme olmaz.
Sadık Hidayet’in birçok hikâyesinde kahramanlar olağan zamanlarından
önce ölmekte veya intihar etmektedirler. Hidayet, kendisi de gerçek
yaşamında, 48 yaşında bir intihar girişimi ile hayatına son verdiğinden onun
üzerine çalışan uzmanlarda şöyle bir kanaat uyanmaktadır: Sadık hidayet
gerçek hayatta yaşadıklarını yazmakta veya yazdıklarını yaşamaktadır.
Kendi toplumsal tabakasına aidiyet konusunda da sorunlar yaşayan
Sadık Hidayet, ömrü boyunca kavanoza düşmüş arı gibi hep çama
çarpıp durmuştur. Ataları göreli uzun süre İran Şahlarına yakın durmuş,
yönetime yakın soylu bir aile profili çizmektedir. Ailesi İran’da soylu
göreli üst toplumsal tabakaya ait olmasına rağmen, o kendisini daha çok
orta toplumsal sınıfa yakın hissetmiştir. Bu sebeple ücretli çalışan olarak
İran Milli Bankası’nda bir müddet çalıştığı görülmektedir. Kaçar Hanı
ailesine yakın duran Hidayet, Hicri 1355 tarihinde Ahmet Şah döneminde
tekrar Fransa’ya gider. Rıza Şah döneminde 1359 da tekrar İran’a geri gelir
(Erdebili, 1993, s. 20). Hidayet’in kararsız, ârafta olma hali ülkeler arasında
gidip gelmeleri, –İran, Fransa, Hindistan – edebiyat kuramları arasında, realizm, sürrealizm, psikanalizim, toplumcu yaklaşım- aynı şekilde mesleki
tercihlerinde de kendini göstermektedir. Elbette en büyük karasızlığının
yaşam-ölüm, dünya-öte dünya arasında olduğunun altı çizilmelidir.
Hidayet’in bir dönem kadim İran medeniyetine, bu sebeple Pehlevi
diline yöneldiği, Sasani dönemi edebiyatına ilgi gösterdiği bilinmektedir.
Bu da onun İran’ın milli ve milliyetçi temellerini önemsediği, bu sebeple
hikâyelerinde Arapları çok aşağılayan bir dil ya da söylem kullandığı
Sosyoloji Çalışmaları
205
görülmektedir. Özellikle “Üç Damla Kan” kitabında geçen hikâyelerden biri
olan “Af Dileme/Tövbe” hikâyesinde “baldırı çıplak Arap” tiplemesi, ya da
aynı hikâyede çocuğuna süt veren bir Arap annenin tasviri bu argümanları
haklı çıkarmaktadır. İsfahan Nısfi Cihan ve Pervin Duhter-i Sasan gibi
metinlerde de Sadık Hidayet’in milli (İrani) duygu ve düşünceleri belirgin
bir biçimde öne çıkmaktadır.
İkinci dünya savaşının oluşturduğu olumsuz ortam o dönemin birçok
yazarı üzerinde etkisi olduğu bilinmektedir. Aynı sebebin Hidayet üzerinde
etkili olduğu düşünülmektedir. Avrupa’ya sık sık gidip gelmeleri, Hristiyanlığı ve Avrupa kültürünü yakından tanımanın yanında dolaylı olarak
Budizm’e, Hint ve Çin medeniyetlerine ilgi duymasında da etkili olduğu
metinlerinden çıkarılabilecek bir sonuçtur.
Sadık Hidayet’in bütün dünya da tanınmasına sebep olan eserleri olan
Kör Baykuş, Üç Damla Kan, Diri Gömülen veya Kabirde Yaşamak olarak
tercüme edilen kitaplarında en çok en çok işlenen kavram kuşkusuz ölümdür. Yaşam ile ölüm arasında gidip gelmelerinin arttığı dönemlerde, belki
de mani- depresif hallerinde Hidayet’in ölüm ile boğuştuğu bu eserlerde
bütün çıplaklığı ile hissedilmektedir. Bir dişi aslanın ağzında sağa sola vurulan yavru ceylan gibi Hidayet bu metinlerde kendisini ölümün pençesine
bırakmaktadır. Bu bakımdan kötümserlik, bunalım Hidayet’in eserlerinin
genel bir karakteristiği olarak göze çarpmaktadır.
Sadık hidayet metinlerine ilgi duyanların ilk gözüne çarpan ve okuyucuyu etki altına alıp metne bağlayan şey, onun okuyucuyu şaşkına çeviren
gözlemleri, tasvirleridir. Bu yeteneğinin gerisinde onun nev-i şahsına münhasır yazarlık tekniklerinin yanında, çok sayıda dili iyi düzeyde bilmesi,
bahse konu dillerin konuşulduğu yerleri bizzat gidip toplumları ile birlikte
yaşaması, onların kültürlerini yakından gözlemleyip öğrenmesinin de etkili olduğu düşünülmektedir. Kısaca farklı ülkeleri gezip görmesi, gözlem
yeteneğini, çok sayıda dili öğrenmesi de ifade gücünü güçlendirdiği görülmektedir.
Hikâyelerinde öne çıkardığı karakterlerde, genellikle doğal ihtiyaçlar,
şehvet, ölüm gibi duyguları yoğun işleyerek, hikâye kahramanını çıkmaza
sürüklemektedir.
Kör Baykuş, kuşkusuz Sadık Hidayet’in tanınmasında en çok katkısı olan
eserdir. Sürrealizm öğelerin en çok işlendiği en karmaşık metinlerinden
sayılmaktadır. Ölüm, insanın bunalımı, Aşk, mevcut toplum üzerinden
İslam ve Arap eleştirisi, gibi olgular felsefi bir zeminde edebi bir dille
anlatılmaktadır. Bir bakıma İran toplumunun başka toplumların etkisinde
kalarak kendi özünü yitirdiği tezi işlenmektedir. Aşırı bir yorum olarak
“yalnızlık ve yabancılaşma” gibi Marksist sosyologlarca çokça tartışılan
kavramların da bu zeminde işlendiği söylenebilir.
206
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Sadık Hidayet üzerinde Budizm’in etkisinin hissedildiği metinlerin
başında Vejetaryenliğin Yararları gelmektedir. Bu etkide onun Hindistan
seferi sırasında karşılaştığı farklı dinlerin olduğu düşünülmektedir. Bu
sefer sonucunda Hidayet’in et yemeyi bırakıp vejetaryenliğe geçtiği
görülmektedir. Yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki uyum veya sahiciliği
burada da kendisini ele vermektedir. (Hidayet, Vejetaryenliğin Yararları,
2016)
Freud’dan, Kafka’dan, Budist felsefeden, Zerdüştlükten de yararlanmış,
anılan konuları roman ve öykülerinde akıcı ama bir o kadar da çarpıcı bir
dille işlemiştir.
Romanı ve hikâyelerinin konularını yoksul halk kesimlerinden alan,
gerçekleri sosyal devrimci bir yaklaşımla ve korku yüklü fantstik bir hava
içinde değerlendiren Hidayet, bir yandan da yalnız adamın varlık nedenlerini araştırır
Behçet Necatigil, Kör Baykuş kitabının çevirisinde yazdığı önsözde
Hidayet için şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Hidayet benim için,
devletlerin, rejimlerin sınırları içinde edebiyatın bağımsız ve yıkılmaz
cumhuriyetler olduğunu bir kez daha hatırlatmış, mutsuzluğunda ölümsüz
mutluluğa erişmiş sayılı yazarlardan biri oldu”
Sadık Hidayet Eserlerinin Genel Özellikleri
Sadık Hidayet’in eserleri konu ve edebi kuramların tezlerine yakınlaşması
bakımından farklı biçimlerde değerlendirilebilir. Bu yaklaşımların başında
“gerçekçi hikâyeler” diyebileceğimiz doğrudan toplumda gözlemlenen
olaylardan seçilerek oluşturulan hikâyeler gelmektedir. Buna örnek: Abacı
Hanım, Lale, Af dileme/Tövbe, Girdap gibi hikâyeler gelmektedir. Genelde
mevcut toplumun gerçek yaşantısında göze çarpan geleneksel, dini, ahlaki
ve kültürel aleladeliği yansıtan metinler bu çerçevede değerlendirilmektedir.
İkinci olarak ironi diyebileceğimiz, eleştiri dozu yüksek olan hikâyeleri
bulunmaktadır. Hâkim edebiyat ve siyasi çevrelere yönelik sert ve kırıcı
eleştirilerle işlenen bu eserleler, gerçekçe hikâyelere nazaran daha yazarın
nazari fikirlerini ve şahsi görüşleri daha belirgin göze çarpmaktadır. Hacı
Ağa, Hayat suyu, Vatan Sever gibi hikâyeler bu başlıkta değerlendirilebilir.
Üçüncü olarak insanın derin psikolojik durumunu konu alan metinleri
söylenebilir. Genelde Sadık Hidayet’in başarısının kanıtlandığı metinler
bu bölümde değerlendirilebilir. Üç Damla Kan, Kör Baykuş, Diri Gömülen
gibi eserleri bu bağlamda düşünülmektedir. Son olarak milli, kadim İran’ı
konu alan; Sasan Kızı Pervin, Moğol Gölgesi, Son Gülüş gibi hikâyeler ve
Hidayet’in az sayıda yazılan bilimsel tahliller başlığında değerlendirilebilen
metinleri sıralanabilir (Şerifiyan, Ş. 1389).
Sosyoloji Çalışmaları
207
Sadık Hidayet’in eserlerinde göze çarpan belirgin özelliklerin başında
“zıtlık” veya çelişki gelmektedir. Türkçe ’de arâfta kalma kavramı ile ifade
edilebilen bu özellik Hidayet’in bütün hikâyelerinde kendini belli etmektedir.
Doğu-batı, hayat-ölüm, yaşlı-genç arasında gidip gelmeler birçok eserde
hikâye karakterlerinin içine düştüğü çıkmaz/girdap olarak görülmektedir.
Bu durum bir bakıma “kötümserlik” olarak Sadık Hidayet’in kendi hayatını,
yaşam öyküsünün de genel bunalımlı havasını yansıtmakta elverişli bir
yöntem olarak görülmektedir. Bu yüzden eserlerinin çoğunda karakterler
toplumda hastalıklı, sakat ve sorunlu kişilerden, tiplemelerden oluşmakta
ve bunalım, karamsarlığın dozuna bağlı olarak intihara sürüklenmektedir.
Çağdaş İran edebiyatında kurucu olarak nitelenen Hidayet’in eserlerinde,
felsefi bir derinlik, duruş ve bakış açısı göze çarpmaktadır. Aynı zamanda
kötümserlikle temellenen bu bakış açısı, ironi ve toplumsal eleştiriyle
desteklenmektedir. Birincil özne olarak kendi üzerinden meseleleri
açıklamaktadır. Özellikle Kör Baykuş kitabında hikâyenin temel karakteri
birinci tekil şahıs olarak Sadık Hidayet kendisini merkeze almaktadır.
Dahası hikâyede geçen başka şahıslar bile hikâyenin temel karakteri olan
birinci tekil şahsa rücu etmektedir. Sanki diğer kişi ve şahıslar da temel
karakterin farklı hallerini tasvir ediyorlar gibi kurgulanmış görünmektedir.
Hidayet eserlerinin önemli özelliklerinden biri de hem psikolojik hem
de sosyolojik gözlemlerle aynı anda eserin zenginleştirilmesi ve her iki
bilim alanı ile ilgili derin gözlem ve tahlillerin sıkça yapılıyor olması olarak
düşünülebilir. Psikolojik ve sosyolojik sorunlar metinde aynı anda güçlü
bir şekilde işlenebilmektedir. Bu bakımdan Hidayet’in hikâyeleri içerik
ve biçim bakımından Kafka, Thomas Man, E. Hemingway, H. Müller, A.
Camus, M. Proust ile benzerlik göstermektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın oluşturduğu karamsarlık havası dönemin
birçok yazarında olduğu gibi Hidayet’in eserlerinde de büyük bir belirsizlik
ve kötümserlik olarak yansımaktadır. Hidayet bir bakıma kendi özelinde
dönemin gençlerinin içine düştüğü bunalımı eserlerinde dile getirdiği
söylenebilir. Bu bakımdan toplumda zaten mevcut olan sorunları yansıttığı
için Realist bir yazar olarak nitelenebilmektedir (Erdebili, 1993, s. 64).
Hidayet bir aktivist olarak nitelenemese de toplumsal sınıf olarak ailesi
seçkin olmasına rağmen, o hep orta sınıf halka veya fakir toplum kesimine
yakın görünmektedir. Bir bakıma eylemlerde görünmese de yazar olarak
bir “partizan” gibi tarafını belli etmektedir. Çoğu eserinde karakterlerde
örtük de olsa doğrudan kendisini yazmakta, yaşatmaktadır. Elbette bu
durum bütün yazarlar, sanatçılar için de az çok geçerlidir. Her eser belli
düzeyde sanatçının özelliklerini taşır. Ancak Sadık Hidayet için bu durum,
gerçek hayat ile eserde anlatılan karakter iç içe geçmekte, bazen karakter
Sadık Hidayet’in gerçek hayatını yaşıyor gibi kurgulanmaktadır.
208
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Birey içinde bulunduğu toplumda biçim alır. Toplumun maddi ve
manevi unsurları her bireye belli düzeyde biçim verir. Sadık Hidayet de
içinde bulunduğu insanlarla birlikte oluşmuş bir kişiliktir yargısı onun
özgünlüğünü gölgelemez. Eserlerinin büyük bir bölümünde toplumsal
sorunları gözlemlemekte ve bu sorunları yansıtmaktadır. Öte yandan
kendi ruh halinden kaynaklanan endişe, korku ve ölüm gibi konular
da bu toplumsal yansımalara eşlik etmektedir. Hidayet kendinden
önceki yazarlardan farklı olarak hastalıklı toplumun hasta bireylerini
sorunlaştırarak kendi meramını dile getirmektedir. Mevcut toplumda
insanların “Aşk”ı deri ve hayvani ihtiyaçla sınırlı görmelerine tahammül
edemediğini, çoğunlukta görülen bu irtifa kaybının onu, ümitsizliğe,
karamsarlığa ve sonu gelmez bir endişeye sürüklediği metinlerinden
anlaşılmaktadır. Üremesi aşka bağlanan insanoğlundan habersiz toplumun
çoğunluğu yarasının kabuk bağlamasına engel olmaktadır.
Türkiye’de modernleşme hareketlerinde, cumhuriyet ile birlikte görülen
ya batı veya İslam öncesi döneme dair vurgular; olduğu gibi İran’da da benzer
bir biçimde görülmektedir. Birçok İranlı yazar Meşrutiyet döneminden
sonra ya batılı edebi akımlara yönelmiş ya da kadim İran, İslam öncesi İran
medeniyetine yönelmiştir. Sadık Hidayet’in bazı metinlerinde de bu durum
çok belirgin bir biçimde görülmektedir.
Sonuç olarak Sadık Hidayet’in Avrupa edebiyatında Kafka gibi
yazarlardan miras olarak aldığı bunalım, hüzün, kötümserlik temaları
üzerine yoğunlaşan edebi tarzı kendinden sonra gelen hikâye ve roman
yazarları üzerinde önemli bir etki yapmıştır.
SONUÇ
Sadık Hidayet görece zengin bir ailede doğmasına rağmen toplumsal
aidiyet olarak kendisini orta sınıfa ait olarak görmekte ve onların şartlarının
iyileşmesi yönünde politik, sosyal bir duruş sergilemiştir. Ataları uzun
yıllar boyunca İran hanlarına yakın, yönetimde görev almalarına karşın
Hidayet okulu bitirip iş hayatına atıldığında birkaç farklı memuriyette işe
başlamasına rağmen uzun süre çalışmaya tahammül gösterememiş. Sonra
da istifa etmek zorunda kalmıştır. Bu işler arasında, İran Milli/merkez
Bankası, Musiki Cemiyetinde Yönetici ve Dış İşler Bakanlığına bağlı
ajanslar da vardır.
Farklı ülkelere yaptığı seyahatler, gittiği ülkelerin kültürlerini başta dil
olmak üzere edinmesi, o ülkelerde toplum içinde yaşayarak gözlemlerde
bulunması edebiyatında ciddi tesirler oluşturduğu düşünülmektedir.
Başta Avrupa, Hindistan, Gürcistan, Tacikistan seyahatleri hikâyelerinde
Sosyoloji Çalışmaları
209
karakter ve konu seçiminden, hikâyelerin geçtiği mekâna kadar etkilendiği
görülmektedir.
Farklı kültür ve dillere olan ilgisi, onu sürekli dışarı ile irtibatlı olmasını
sağlamıştır. Zamanla bu durum Sadık Hidayet’te zaten mevcut olan
çatışmalara kültür çatışmasını da eklediği söylenebilir. Avrupa kültürünün
etkisinde kalma sebebiyle İran Toplumunun nispeten üst tabakasına
karşı eleştirel tutumunu hep korumuştur. Buna karşılık öte taraftaki
halkın aleladeliği, sıradanlığı Hidayet’in ümitsizliğini, karamsarlığını,
bunalımlarını arttırdığı da söylenebilir.
İçinde bulunduğu gerilimli ruh hali Hidayet’in eserlerine felsefi bir
kötümserlik şeklinde yansımaktadır. Öbür taraftan toplumun aleladeliğini,
birbirlerini aldatmalarını ve bilhassa yanlış din algısını da iğneleyici eleştirel
bir dil ile sorgulamaktadır. Zamanla mevcut toplumun sıradanlığından
kaçarak kadim İran’ın zengin kültürüne sığındığı da eserlerinde göze
çarpmaktadır.
Sadık Hidayet’in eserleri genel özellikleri bakımından realist bir tarzı
temsil etse de farklı edebi akımların yansımalarını da görmek mümkündür.
Realizmin yanında sürrealizm, romantizm hatta Rus Formalistlerin sanatı
bir tür toplumsal sorunları yansıtma görevi yüklemeleri gibi özellikler
Hidayet’in metinlerinde görmek mümkündür.
Hikâye kahramanları Hidayet’in gerçek yaşantısını dışa vurur gibi,
toplumun gerçek hayatından seçilmektedir. Seçilen bu karakterler o kadar
gerçeğe yakındır ki, okuyucuda bir tür deja vu duygusu yaşatmaktadır.
Diğer taraftan toplumsal sorunların ağır baskısında kalan karakterler,
genelde çıkmaza girmekte, intiharla burun buruna gelmekte veya en hafif
biçimde ortadan kaybolmaktadır. Başka seçenek, çıkış yolu bulamayan
karakterler için tek çıkış yolu olarak intihar kalmaktadır. Bu bunalım ve
çıkmazların dönemin yazarlarının çoğunda ortaya çıkması, birinci ve ikinci
dünya savaşlarının çevre ülkelerin toplumsal yaşamlarında oluşturduğu
karamsarlıktan ayrı düşünülemez. Savaşların ortasında patlak veren
makroekonomik krizler de insanların günlük yaşamlarındaki baskı, sıkıntı
ve tahribatları daha da pekiştirmiştir.
Sonuçta Sadık Hidayet gerek içinde bulunduğu şartların zorlaması
ve gerekse kendi el yordamı ile veya hayatını vererek bulduğu yazı türü
ile kendinden sonra gelen İranlı hikâye yazarları üzerinde ciddi etkisi
bulunmaktadır. Bu etki elbette sadece yazarlarla sınırlı olmamış; hem İran
içinde hem de bilhassa diasporadaki İran topluluklar üzerinde etkisinin söz
konusu olduğu görülmektedir. Kitaplarının birçok dünya diline çevrilip en
çok okunanlar listesinde yer alması bu etkinin boyutunu ortaya sermektedir.
210
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Sadık Hidayet, bir prizma gibi farklı açılardan değerlendirme konusu
yapılabilen çok renkli bir yazar ve düşünür olarak görünmektedir. Bu
sebeple araştırmacılar tarafından, Realist, natüralist, sürrealist ve bazen
romantik bir yazar olarak nitelenebilmektedir.
KAYNAKÇA
Düzdağ, M. E. (2016). Mehmet Akif Ersoy Safahat (4. Baskı b.). İstanbul: İz
Yayıncılık.
Erdebili, M. E.-R. (1993). Sâdık Hidâyet der Âyine-i Âsâre. Tahran: Eyman.
Hidayet, S. (2014). Kör Baykuş. (M. Kanar, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.
Hidayet, S. (2016). Diri Gömülen (6. Baskı b.). (M. Kanar, Çev.) İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
Hidayet, S. (2016). Vejetaryenliğin Yararları (5. Baskı b.). (M. Kanar, Çev.) İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
Hidayet, S. (2017). Hacı Ağa (5. Baskı b.). (M. Kanar, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Moran, B. (1994). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (Genişletilmiş 8. Baskı b.).
İstanbul: Cem Yayınevi.
Özel, İ. (2011). Erbain (23. Baskı b.). İstanbul: Şule Yayınları.
Şerifiyan, M. (Ş. 1389). Sadık Hidayte Hikayelerinin Ekol İncelemesi. Beşeri Ve
Toplumsal Bilimler Dergisi / Bustan Adab Dergisi, 2(2), 59/1.
Sosyoloji Çalışmaları
211
“7’SİNDE NEYSE 70’İNDE DE O!”
KADININ MAKUS TALİHİNE BİR ÖRNEK: YAŞLI
KADINLARIN TOPLUMSAL SORUNLARI
“THE CHILD IS FATHER OF THE MAN!”
A SAMPLE TO WOMEN’S ILL FATE SOCIAL PROBLEMS OF
THE OLD WOMEN
Işıl KALAYCI1, Metin ÖZKUL2
ÖZET
Yaşlı kadınların sosyal sorunlarını tanımlamak, sosyal politikalar oluşturmak
açısından önemlidir. Bu nedenle çalışmada yaşlı kadınların sosyal sorunlarının
belirlenmesi amaçlanmıştır. Araştırma, tanımlayıcı ve kesitsel türde planlanmıştır.
Isparta’da yaşayan 65 yaş üzeri kadınlara odaklanmaktadır. Örneklem %99 güven
aralığında basit tesadüfî örnekleme tekniğiyle belirlenmiştir. Bu çalışmaya işitsel
ve sözel yeteneklere sahip ve soruları cevaplayabilecek durumda olan, 428 gönüllü
dâhil edilmiştir. Soru formu ilgili literatür taranarak oluşturulmuş ve daha sonra
veri toplamak için kullanılmıştır. Veriler istatistiksel analiz programı kullanılarak
değerlendirilmiş; frekans ve chi-kare testi uygulanmıştır. Elde edilen sonuçlara
göre,%50,7’si evli,% 28,3’ü okur yazar değildir. Yaşlı kadınların% 74’ü yalnız
yaşamakta, %38,1’i gelirinin yetersiz olduğunu düşünmektedir. Yaşlı kadınların
toplumsal sorunları yaşlanmaya bağlı olarak arttığı görülmektedir. Yaşlı kadınların
sosyal sorunları hakkındaki farkındalığını artırmak gerekmektedir. Yaşlı kadın
yaşlanmaya ilişkin eğitim süreçlerine katılmalıdır. Toplumsal sorunların tespiti ve
önlenmesi ile ulusal politikaların oluşturulmasına yönelik araştırmalara da ihtiyaç
duyulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Yaşlanma, Yaşlılık, Sosyal Problemler
ABSTRACT
Defining social problems of old women is significant to create social policies.
So determining social problems of elderly women is aimed in this study.The study
is a descriptive and cross-sectional design. It focuses on the female population in
Isparta who are 65 years or older. In determining this selection, the sample was
determined at 99% confidence level by simple random sampling technique. The
study included 428 volunteers who had sound aural and verbal faculties and were
1 Dr. Öğr. Üyesi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik
Bölümü, isilkalayci@sdu.edu.tr
2 Prof. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü,
metinozkul@sdu.edu.tr
212
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
suitable enough to answer the survey questions. A questionnaire was created
based on the relevant literature and was subsequently used to collect data. The
data was evaluated using a statistical analysis program; and the Frequencies and
the Chi-Square Tests were applied. The results showed that 50,7% were married,
28,3% were illiterate. %74 of old women live alone, 38,1% of them think their
income inadequate. It is noticed that social problems of old women increases by
aging duration. It is necessary to improve the elderly woman’s awareness of social
problems. The elderly woman must participate in educational processes on aging.
Research to detect and prevent social problems and creation of national policies
are also needed.
Keywords: Aging, Elderly, Social Problems
GİRİŞ
Günümüz toplumlarında nüfusun yaşlanması ve yaşlı bireylerin toplam
nüfus içindeki sayısının ve oranının artması, yaşlılığın, önemli bir sorun
olarak ortaya çıkmasına da neden olmaktadır (Varışlı, 2017: 29). Ülkemizde
son yıllarda yaşlı nüfusun arttığı görülmektedir. TÜİK’in sunduğu verilere
göre, yaşam süresi, 2016 yılında 78 yıldır. 65 yaş ve üzerinde olanların yaşam
süresi ise, 17,8 yıla yükselmiştir. Bu süreler kadınlar için 19,4, erkekler için
16,1 olarak tahmin edilmektedir. 65 yaş ve üzerinde bulunan kadınların
erkeklere göre yaklaşık 5,4 yıl daha fazla yaşaması beklenmektedir.
Yaşam süresinin daha da uzayacağı öngörülmekte olup; geçmişte de
olduğu gibi kadınların yaşam süresinin erkeklere göre daha uzun olacağı
tahmin edilmektedir (TÜİK, 2017a; TUİK, 2018). Son yüzyılda yaşam
süresinin uzaması, toplumsal gelişmenin en önemli sonuçlarından birini
oluşturmasına karşın (Tufan, 2012: 3) yaşlı nüfusun artışıyla birlikte
demografik koşullarda ortaya çıkan değişim, yaşlı bireylerin yaşadığı
sorunların artmasına neden olmaktadır (Tuna & Tenlik 2017: 22). Zaten
dezavantajlı konumda bulunan yaşlı kadın sayısının artması ise toplumsal,
ekonomik ve politik sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır
(Özkul, Kalaycı & Aslan 2017: 372).
Ülkemizde de kadına yönelik sorunlar TÜİK verileri dikkate alındığında;
eğitim, istihdam, gelir düzeyi gibi alanlarda öne çıkmaktadır. Örneğin 2016
yılında, 25 yaş ve üzerinde bulunan ve okuma yazma bilmeyenlerin oranı
erkeklerde %1,6, kadınlarda %8,5’dir. Kadınların %14,2’si ve erkeklerin
%18,8’üniversite mezunudur (TÜİK, 2018). Bu verilere göre, kadın
nüfusun eğitim fırsatından yararlanma oranının erkeklere göre oldukça
düşüktür. Türkiye’de 2016 yılında, istihdama katılanların oranı erkeklerde
%65,1, kadınlarda ise %28’dir. Erkeklerin %72’si ve kadınların %32,5’i iş
gücüne katılmaktadır. Bu oranlar istihdam edilme ve iş gücüne katılmada
kadınların dezavantajlı konumda olduğunu göstermektedir (TÜİK, 2018).
Kadınların istihdam edilmesi konusunda hukuksal açıdan cinsiyete
Sosyoloji Çalışmaları
213
dayalı ayrımcılık söz konusu olmamasına rağmen sosyal ve kültürel yapı
içerisinde belirli işler ve meslekler kadınlara uygun görülmemesi, kadınlara
görev dağılımında adil davranılmaması, kayıt dışı sektörde düşük ücret
verilmesi gibi çeşitli ayrımcılık örnekleriyle karşılaşabilmektedir. Bu
nedenle kadınlar öncelikli olarak kadın meslekleri olarak nitelendirilen
alanlarda yoğunlaşması, statüsü düşük ve ücreti az olan işlerde çalışmaya
yönelmesinin sonucunda kısa süreli ve geçici çalışmakta, sosyal güvenceden
yoksun kalmakta ve yoksulluk yaşayabilmektedir (Aile Sosyal Politikalar
Bakanlığı “ASPB”, 2011; Özkul vd., 2017: 372).
Beşeri ve sosyal sermaye özellikleri açısından görece daha yoksun kalmış
kadınlar için bu durum, yaşlılık günlerinin, potansiyel olarak daha sorunlu
geçeceğinin bir işareti olarak kabul edilebilir. Çocukların ayrı şehirlerde
ya da mekânlarda yaşaması, kurumsal desteğin yetersizliği, eşin ölümüyle
oluşan yalnızlıkla birlikte kadınların daha çok mağduriyeti söz konusu
olabilmektedir (Özkul vd., 2017: 372; Kalaycı & Özkul 2017: 92). Yaşlı
kadınlarla ilgili ortaya çıkan sorunların çözümü ve gerekli politikaların
oluşturulması için özellikle yaşlı kadınların sosyal sorunlarının belirlenmesi
önem taşımaktadır. Bu doğrultuda, çalışmamızda yaşlı kadınlarının sosyal
sorunlarının belirlenmesi amaçlanmaktadır.
YÖNTEM
Araştırma, tanımlayıcı ve kesitsel türde planlanmıştır. Isparta il merkezi
ve mücavir alan içinde bulunan köylerde yaşayan 65 yaş üzeri kadınlar
evreni oluşturmaktadır.31Araştırmaya, işitsel ve sözel yeteneklere sahip
ve soruları cevaplayabilecek durumda olan, gönüllü 65 yaş ve üzeri 428
yaşlı kadın dâhil edilmiştir. Örneklem basit tesadüfî örnekleme tekniğiyle,
hesaplanmıştır (%99 güven aralığı). Katılımcılara parklar, camiler,
marketler gibi mekânlarda ulaşılmıştır. Veriler yüz-yüze görüşmeler yoluyla
toplanmıştır. Verilerin toplanmasında, araştırmacılar tarafından ilgili
literatür taranarak soru formu oluşturulmuştur. Soru formu, 2 bölümden
oluşmaktadır. Soru formunun ilk bölümü, yaşlı kadınların demografik
özelliklerini içermektedir. İkinci bölümü, kadınların sosyal sorunlarını
saptamaya yönelik; eş ve çocukları ile olan ilişkilerini, otorite, üretkenlik
ve rol performanslarını, sosyal aktivitelere katılımlarını ve serbest zaman
etkinliklerini değerlendiren sorulardan oluşmaktadır.
Araştırmada elde edilen veriler bilgisayar ortamında, istatistik
programlarında değerlendirilmiştir. Veriler sayı, yüzde, ortalama, standart
sapma, chi kare gibi istatistiksel yöntemlerle analiz edilmiştir. Bulgular %99
güven aralığında yorumlanmıştır.
3 Bu çalışma, “Kalaycı, I. (2015). Yaşlılık Statüsü, Rolleri Açısından Yaşlıların Toplumsal
Beklentileri Ve Sorunları (Isparta Örneği) (Yayınlanmış Doktora Tezi).Süleyman Demirel
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta” bir bölümüdür.
214
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
BULGULAR
Demografik Özellikler
Yaşlı kadınların yaş ortalaması 72,60+6,48’dir. En büyük yaş kategorisi
65-69 yaş aralığıdır (49,1%). Kadınların %52,6’sı kırsal alan doğumludur ve
%72,9’u kentsel alanda ikamet etmektedir. Kadınların %28,3’ü okuryazar
değildir ve %36,2’si ilkokul mezunudur. %50,7’si evli, %45,1’i dul ve %4,2’si
bekârdır. Bireylerin yaşı ilerledikçe dul kalanların oranı da artmaktadır. Yaşlı
kadınların %37,1’i emeklidir. Kadınların %54,7’si gelirini yetersiz olarak
nitelendirmektedir. Kadınların %27,1’i yalnız, %50,7’si eşiyle ve %22,2’si
çocuklarından en az biriyle aynı hane içerisinde yaşamaktadır. %85,8’i
mülkiyeti kendilerini ait olan konutta, %7,5’i huzurevinde yaşamaktadır.
Huzurevinde yaşayan kadınların %40,6’sı kuruma çocukları, komşuları,
torunları ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’nün çalışmaları sonucunda
yerleşmiştir. Kadınların %81,3’ü huzurevinde yaşamak istemediğini
belirtmiştir. Yaşlı kadınlar, yaşlıların huzur evinde kalma nedenlerini
“ailelerin yaşlıları yük olarak görmesi” (%44,8), “kurumun daha rahat
olması” (%20,1), “yaşlıların isteği” (%18,7) ve “ekonomik sebepler” (%10,4)
olarak ifade etmişlerdir.
Yaşlı Kadınların Sosyal İlişkileri
Kadınların %22,5’i eş ile olan ilişkilerinden memnun değildir.
Eşlerinden şikâyetçi oldukları konuların arasında sinirli olması (%25,1),
“tahammülünün az olması” (%9,1), “titiz olması” (%6,1) ve “hasta olması”
(%4,9) bulunmaktadır. Katılımcıların %49,2’si çocuklarından en az biriyle
günde 1-2 kez görüşmektedir ve %22,2’si çocuklarıyla olan ilişkilerinden
memnun değildir. Çocuklarından şikâyetçi oldukları konuların başında
kendilerine ilgi göstermemeleri (%19,2), başlarına buyruk olmaları
(%11,2) ve kendilerine manevi destek olmamaları (%9,7) bulunmaktadır.
Çocuklarıyla ilişkisinden memnun olan kadınların yaklaşık %65’i
çocuklarından ilgi gördüğünü düşünmektedir (p<0,05). Çocuklarından
ilgi görmediğini düşünen kadınlar, ilgisizliğin nedenlerini hayat şartlarının
zor olması (%49,3), çocukların farklı şehirde yaşaması (%18,8) ve kişisel
özelliklerinin farklı olması (%19,4) ve zamanında çocuğuna yeterli sevgi
saygı göstermesiyle (%6,3) ilgili olduğunu düşünmektedir. Çocuklarının
sözünü dinlemediğini düşünenlerin oranı %81,2’dir. Yaşlı kadınlar, aile
üyelerinin tarafından önemsendiğini (%80,1), çocukları tarafından
yük (%10,2) ve para kaynağı olarak görüldüğünü (%9,7) ifade etmiştir.
Kadınların %45,6’sı kendisini başarılı, %30,5’i başarısız ve %23,8’ise bazen
başarılı bir ebeveyn olduğunu düşünmektedir.
Sosyoloji Çalışmaları
215
Üretkenliklerinde ve Rol Performanslarında Yaşanan Sorunlar
Yaşlı kadınlar, aile içinde yapması gereken görevler arasında evin
geçimine katkı sağlama (%69,8), torunlarına bakma ve eğitim faaliyetlerine
katılma (%69,6), aile içi uyum ve huzuru sağlama (%89,3), aile içi otorite
ve disiplini sağlama (%83,6), ailenin güvenliğini sağlama (%79,6), alış
veriş yapma (%59,5) ve evin işlerine yardımcı olma (%70,6) gibi konularda
sorumlulukları olduğunu düşünmektedir. Kadınların büyük kısmı bu
sorumlulukları yapmaktan mutluluk duyduklarını ifade etmiştir (%86,4).
Katılımcıların %28,3’ü ailenin karar aşamasına katılamadığını ve bu
durumdan büyük üzüntü duyduklarını belirtmişlerdir. Yaşlı kadınlar,
aile üyelerinin kendilerinin fiziksel ihtiyaçlarını karşılamalarını (%38,2),
ev işlerine yardımcı olmalarını (%32,1), sosyal hayatına müdahale
etmemelerini (%20,7) ve aile bütçesine katkı yapmalarını (%12,6)
istediklerini ifade etmişlerdir.
Sosyal Aktivitelere Katılma
Kadınların, aile üyeleri ile bazı etkinliklere katıldıkları ve bu etkinliklerin
başında akraba ziyareti (%90,5) olduğunu saptanmıştır. Yaşlılar, aile
üyelerinin kendilerini restoran (%14,2), eğlence yerleri (%13,1) ve sinematiyatro (%11,6) gibi sosyal mekânlara götürmediklerini de eklemişleridir.
Yaşlı kadınlara nedenleri sorulduğunda, kendilerinin sosyal mekânlara
gitmek istemediği (%41), yaşlı oldukları için uygun görülmediğini
düşünmeleri (%28,5), yürümede zorlanmaları (%4,9) ve aile üyelerinin
kendilerinden utanmaları (%6,6) gibi çeşitli yanıtlar vermişlerdir.
Serbest Zaman Etkinlikleri
Kadınların %63,3’nün hobisi bulunmaktadır. Hobilerin arasında
örgü örmek (%33,9), ibadet etmek (%18,8) ve bahçe işleriyle uğraşmak
(%16,9) bulunmaktadır. Katılımcıların %88,5’nin vakıf-dernek üyelikleri
bulunmamaktadır.
TARTIŞMA
Ülkemizde, ortalama hane büyüklükleri yıl bazında azalma eğilimi
göstermektedir. Tek kişilik hane halklarının oranı %13,9’dan (2014 yılı)
%14,9’a (2016 yılı) yükselmektedir. 2016 yılında toplam hane halklarının
%6,5’ini ise anne ve çocuklardan oluşan hane halkları oluşturmaktadır
(TÜİK, 2017c). Hane halklarının küçülmesi nedenleri arasında eşin ölmesi
veya eşten ayrılma bulunmaktadır. 2016 yılı TÜİK verilerine göre, 15-64
yaş grubu içinde bulunan kadınlar arasında dul kalma oranı %29,9’dur.
Yaşlı kadınlar arasında dul kalma oranı ise erkeklere kıyasla yüksektir.
TÜİK verilerine göre, dul kalan (eşi ölmüş) yaşlı erkeklerin oranı %12,9,
216
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
yaşlı kadınların oranı ise %50,5’dir (TÜİK, 2016). Ülkemizde, cinsiyetler
arasında ortaya çıkan bu oran farklılığının nedenleri arasında doğumda
beklenen yaşam süresinin kadınlarda yüksek olması (genel olarak 65
yaşındaki kadınlar, erkeklerden ortalama 5,4 yıl daha fazla yaşamaktadır) ve
erkeklerin yeniden evlenmesi bulunmaktadır (TÜİK, 2016). Eşin ölümü ya
da boşanma haliyle ortaya çıkan yalnızlık, yaşlıların çeşitli mağduriyetleri
ve mutsuzluğu yaşamasının en başta gelen nedenleri arasındadır. Çünkü dul
kalan yaşlılar, en önemli maddi ve manevi desteklerini yitirmektedir. Dul
yaşlı kadınlar, eşlerinin yokluğuna atıfta bulunarak yalnızlık hissettiklerini
ifade edebilmektedir. Singh ve Kiran’ın (2013: 12) araştırmasında, dul
yaşlı kadınların evli yaşlı kadınlara göre yalnızlık hissettikleri için yaşam
kalitesinin düşük olduğu bildirilmektedir. Bu araştırmada yaşlı kadınların
%45,1’i duldur ve dul olan yaşlı kadınlar arasında kendini yalnız hissetme
oranı yüksektir (%75,2, p<0,05).
Yalnızlık, bireyin etkileşimleriyle ilişkili olup toplumsal soyutlanmanın
bir şekli olarak karşımıza çıkmaktadır (Steptoe vd., 2013: 5797). Bazı
insanlar yalnızlığı geçmiş deneyimlerinden ve yaşadıkları stres gibi
olumsuz duygularından dolayı tercih etmek durumunda kalabilmektedir.
Yalnızlığın bireyler üzerinde fizyolojik (kan basıncının yükselmesi gibi) ve
psikolojik (kendini boşlukta ve sevilmediğini hissetme, ihmal edildiğini
ve terk edildiğini düşünme gibi) çeşitli olumsuz etkileri mevcuttur. Yalnız
hissetme diğer bireylerle eğlenememek, depresyona girmekten ziyade
bireyin toplumsal ilişkilerinde ki uyuşmazlıklar tarafından oluşturulan
ve bireyi incitebilen bir durumdur (Singh & Kiran 2013: 10). Yaşlılar
arasında sık görülen yalnızlık, eğitim ve gelir seviyesinde ki düşüklüklerle,
medeni durumundaki değişmelerle, fiziksel ve ruhsal sorunlarla oldukça
yakın ilişki içerisinde bulunmaktadır (Steptoe vd., 2013: 5797-5799; Singh
& Kiran 2013: 12). Yalnızlık, hem yaşlıların yaşam kalitesini olumsuz
etkilemekte hem de sağlık hizmetlerinde kendilerine yardımcı olabilecek
nitelikte ki kişilerin bulunmamasına bağlı ölüm riskini de artırabilmektedir
(Steptoe vd., 2013: 5797-5799). Çalışmamızda yaşlı kadınların %27,1’i
“sıkça”, %26,9’nu “bazen” yalnızlık duygusu hissettiğini belirtmektedir.
Özellikle evinde yalnız yaşayan yaşlı kadınlar arasında yalnız hissetme
düzeyi yüksektir (%78,5, p<0,05).
Üretken ve kaliteli yaşamın ön koşullarından biri olan eğitim faaliyetleri,
bireylere bilgi, davranış ve tutum kazandırarak toplumsal ve bireysel
değişimin hem aracı hem de bireyi mesleki faaliyetlere yönlendirerek
cinsiyetler arasındaki dengesizlikleri azaltabilecek bir unsurdur. (Fägerlind
& Saha 2016: 52; Yaşar, 2016: 209). Türkiye’de 25 yaş ve üzeri kadın
nüfusun %8,5’i okuma ve yazma bilmeyenlerden oluşturmaktadır (TÜİK,
2018). Kadınların %78,4’ü 50 ve üzeri yaş grubundadır ve okuma yazma
bilmemektedir (ASPB, 2017). Literatürde, 65 yaş üstü kadınların büyük
Sosyoloji Çalışmaları
217
çoğunluğunun eğitimsiz, okur yazar olmadığı ve/veya ilkokul terk olduğu
görülmektedir (Demir vd., 2017: 82; Aydın, 2017: 1643; Kalınkara &
Kalaycı 2017: 27). Eldeki araştırmada okuma yazma bilmeyen kadın oranı
%28,3’dür. Okuryazar olmayan kadınların %53,9’u, diplomasız okuryazar
olan kadınların %42,9’u ve ilkokul mezunu kadınların %34,9’u gelir düzeyini
yaşamlarını sürdürmek için yetersiz olduğunu ifade etmişlerdir (p<0,05).
Kadınların eğitim imkânlarından eşit bir şekilde yararlanamamaları ve
eğitim seviyesinin düşük olması, kadın işgücünün ekonomik faaliyetler
içerisinde yer almasını engelleyen unsurlardan birisidir (Dücan &
Polat 2017: 156). Bireylerin eğitim seviyesinde ki düşüklük yoksulluğu
tetiklemekte ve yoksulluk ise bireylerin güvencesiz işlerde çalışmasına
neden olabilmektedir (Özcan, 2016: 295; Öztürk & Çetin 2009: 2671). Bu
araştırmada, eğitim seviyesi düşük olan yaşlı kadınların yaklaşık olarak
%80’ninin emekli olmamış olması ya ekonomik faaliyetlerde yer almadığı
ya da güvencesiz işlerde çalıştıklarını göstermektedir (p<0,05).
Yoksulluk, bireylerin temel gereksinimlerini karşılayamaması ve
yaşayabilecekleri en az yaşam standartlarını sağlayamamasıdır. Yoksulluk,
eğitimsizlik, yalnızlık, işsizlik, eşitsizlik ve sosyal dışlanma gibi olgularla
bir bütündür (Öztürk & Çetin 2009: 2661). Ülkemizde yoksulluk oranı
%14,3’dür. Tek kişilik hane halkının yoksulluk oranı %8,9’dur. Özellikle
yoksulluğun eğitim düzeyiyle ilişkisi değerlendirildiğinde, okuryazar
olmayanlarda yoksulluk oranı diğer eğitim düzeylerine göre yüksektir
(%26,2) (TÜİK, 2017b). Yoksulluk olgusundan etkilenen en önemli
gruplardan biri de kadınlardır. Ülkemizde kadınların yoksulluğu
konusunda istatiksel verilere ulaşmak zordur. Ancak kadınların erkeklere
göre, eğitim düzeyinin düşük olması, ekonomik olarak başkasına bağımlı
olması, istihdama katılımının az olması, yarı zamanlı ve güvencesiz
işlerde çalışma, gelir düzeyinin düşük olması gibi nedenler yüzünden
yaşamlarını yoksulluk koşulları altında sürdürmektedirler (Öztürk & Çetin
2009: 2670; Nygård, 2017: 682; TÜİK, 2017a). TÜİK verilerine göre, 2016
yılında kadınların %28’i istihdam edilmektedir (TÜİK, 2018). Yapılan bir
araştırmada ise, çalışma yaşamında bulunan kadınların %66’sının sosyal
güvencesine tabi olmadan çalıştığı ve bunların %58,1’inin tarım kesiminde
ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı belirlenmiştir (Çakır, 2008: 29). Doğal
olarak, yaşlı kadınların da yaşadığı önemli sosyal sorunlarından birisi
de yoksulluktur. Sosyal güvencesi ve ücretli işi olmayan yaşlı kadınlar,
yoksullukla karşı karşıya kalmaktadır. Çalışmamızda ise yaşlı kadınların
%47,5’nin aile işçiliği dışında bir mesleği bulunmamakta ve %62,9’nun
sosyal güvencesi bulunmamaktadır. Aynı zamanda yaşlı kadınların yarısı
ise eve giren toplam gelirini geçimi için yeterli bulmamaktadır. Araştırma
verilerimize göre, yaşlı kadınların çoğunluğunun yoksulluk yaşadığı ve
literatüre uyumlu olduğu görülmektedir (Nygård, 2017: 690; Sullivan &
Meschede 2016: 61; Stolz vd., 2017: 1006).
218
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Yaşlı bireyler, fonksiyonel ve fiziksel yetersizlikleri nedeniyle
ailelerinin yanında veya huzurevinde kalmak arasında tercih yapmak
zorunda kalmaktadır. Türkiye genelinde Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri
Genel Müdürlüğüne, bakanlıklara, belediyelere, dernek ve vakıflara,
azınlıklara, özel kuruluşlara bağlı olmak üzere toplam 379 tane huzurevi
bulunmaktadır (ASPB, 2014). Isparta ilinde bulunan huzurevi sayısı,
Türkiye genelinde bulunan huzurevi sayısının %1,3’üne karşılık
gelmektedir. Yaşlı bireylere hizmet veren kurum sayısının az olması ve
geleneksel ilişkilerin hüküm sürdüğü sosyo-kültürel yapı, evde bakım
hizmetlerine verilen önemin artmasına neden olmaktadır (Öztop vd.,
2008: 43). Kurum bakımı, aile üyeleri tarafından verilecek desteğe sahip
olmasına rağmen bakım konusunda yardıma ihtiyaç duyan veya aile üyeleri
tarafından bakılmasında sorun olan bireylerin her türlü ihtiyaçlarının
giderildiği, serbest zaman faaliyetlerinin yapıldığı, sosyal ilişkilerinin ve
aktivitelerinin arttırıldığı önemli bir bakım türüdür (Önal Dölek, 2012:
95). Ülkemizde kurum bakımı altında yaşayan yaşlı nüfusun oranı %4’
tür. (Örnek Büken, 2009: 217). Bu araştırmada, yaşlı kadınların %7,5’i
huzurevinde yaşamaktadır. Yaşlıların huzur evini tercih etmenin diğer
nedenleri arasında günlük ve enstrümantal yaşam aktivitelerini yerine
getirmede güçlük yaşaması, çocuğunun olmaması, aile üyeleriyle yaşanılan
tartışmalar, yetişkinlerden ihmal ve istismar davranışları görme, çocukların
başka yerde yaşaması bulunmaktadır. Yaşlı kadınlar huzurevinde yemek ve
banyo saatinin düzenli olmasından, kurumda hemşirenin çalışmasından
ve sağlıkları bozulduğunda hemen hekime muayene olabilmesinden,
yalnız kalmamaktan, huzurevi yönetiminin değişik etkinliklerle onları
eğlendirmesinden memnun olduklarını ifade etmişlerdir. Diğer yandan
kurumda yaşamayan yaşlı kadınlara “Huzurevinde yaşamak ister misiniz?”
şeklinde soru yöneltilmiştir. Kadınların %81,3’ü huzurevinde yaşamak
istemediğini belirtmiştir. Bu veri yaşlı kadınların kurum bakımına karşı
ön yargılarının olduğunu da göstermesi açısından önemlidir ve bu konuda
yapılmış çalışmalarla benzerlik göstermektedir. Kalavar ve Duvvuru’nun
(2008: 203) çalışmasında, huzurevinde kaliteli yaşam sunulmasına rağmen
yaşlıların, orada yaşamayı düşünmedikleri tespit edilmiştir. TÜİK (2017d)
araştırmasına göre de, yaşlıların %92,3’ü huzur evinde yaşamak istemediğini
ve huzurevinde kalmayı isteyenlerin (%7,7) ise kurum bakımını tercih
etme nedenleri arasında çocuklarına yük olmayı istememeleri (%48,9),
huzur evlerinde ki imkânların rahat olması (%20,2) ve çocuklarının
kendileriyle birlikte yaşamayı istememeleri (%11,2) bulunmaktadır. Eldeki
araştırmada yaşlı kadınlar literatüre benzer şekilde, yaşlıların aileler
tarafından yük olarak görülmesinden dolayı kurum bakımını tercih etmek
zorunda kaldıklarını düşünmektedirler. Yaşlı kadınların verdikleri bu yanıt
kurum bakımına yönelik çeşitli çalışmaların ve faaliyetlerin yapılmasının
gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Sosyoloji Çalışmaları
219
Evlilik iki birey arasında yasal olarak yapılan sosyal, duygusal ve
ekonomik bir anlaşmadır ve aile birliğinin temelini oluşturmaktadır.
Sanayileşme ve endüstrileşme olgusu, evlilik birliğinin niteliğini ve
eşlerin birbirinden beklentilerini de değiştirmiştir. Evlilik birliğinin eşlere
sunduğu katkılar, anne baba olmak, cinsel birlikteliği sağlamak, başarılı
olmak, birçok açıdan dayanışmayı sağlamak, sosyal çevrelerindeki diğer
bireylerin saygınlık atfetmesini sağlamak ve ekonomik bağımsızlığı
sürdürmek vb.dir (Yıldız & Çevik, 2016:228). Türkiye’de kadınların %27,1’i
eşini kendi kararı ve ailesinin rızası sonucu seçmiştir ve ilk evliliklerini
en sık 20-24 yaş aralığında yapmıştır (%34). Genç kadınların eşleriyle
yaşadıkları anlaşmazlıklar arasında ekonomik sorunlar, ev ile ilgili
sorunlar, aile üyelerinin birbiriyle yeteri kadar vakit geçirememesi ve
sigara, alkol gibi madde kullanımı bulunmaktadır (TÜİK, 2017b; TUİK,
2018). Araştırmamızda da yaşlı kadınların %22,5’i eş ile olan ilişkilerinden
memnun değildir. Eşlerinden şikayetçi oldukları konular arasında “sinirli
olması”, “tahammülünün az olması”, “titiz olması” ve “hasta olması”
bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda, yaşlıların, eşleriyle olan ilişkilerinin
bozulma nedenleri arasında sevgi ve saygının azalması, konuşmamak,
ekonomik yetersizlik, sağlık sorunları, çocuklarına ilişkin konular, sigara,
alkol gibi alışkanlıklarının bulunduğu saptanmıştır (ASPB, 2011:165166; Aközer vd., 2011: 117). Bu veriler, hem genç hem de yaşlı kadınların
eşleriyle yaşadıkları sorunların benzer olduğunu göstermektedir.
Aile ortamı içerisinde çocuklar, sosyalleşmeyi ve topluma uygun tutum
ve davranışları sergilemeyi öğrenmekte, kültürel değerleri içselleştirmekte,
bağımsızlıklarını kazanmakta ve benlik saygısını geliştirmektedir (Ertürk,
2017: 37; Wu vd., 2016: 1273). Kadınlara yüklenen rollerden en önemi
rollerden biri olan annelik, bir takım sorumlulukları üstlenmek, bilgi ve
beceri edinmek ve birçok konuda fedakârlıklar yapmayı gerektiren bir
özel bir durumdur (Özyürek, 2017: 57). Yaşlıların çocuklarla etkileşimi
bir yandan geleneksel geniş akrabalık ilişkisinin etkilerinin halen devam
etmekte olduğunu diğer yandan da sosyal, ekonomik koşulların gerektirdiği
bir karşılıklı alış veriş fonksiyonunu yerine getirmekte olduğunu
göstermektedir (Zimmer vd., 2008: 597). Anneler ve yetişkin çocuklar
arasındaki sosyal ilişkilerin niteliği, hayat boyunca kurdukları etkileşimlerini
ve yaşam kalitesini etkileyebilmekte ve ilişkilerinde ki zorlanmaların,
gerginliklerin ortadan kaldırılmasında önemli rol oynamaktadır (Polenick
vd., 2016: 2-3; Wu vd., 2016: 1274). İstisnalar olmakla birlikte kadınlar
çocuklarıyla daha sıkı ve sevgiye dayalı ilişki kurmak istemektedir. (TÜİK,
2017c). Araştırmamızda kadınların yaklaşık yarısı çocuklarından en az
biriyle günde 1-2 kez görüşmektedir. Araştırmamızda, yaşlı kadınların
büyük çoğunluğu çocuklarıyla ilişkilerinden memnunken, şikâyet ettikleri
konuların başında ilgisizlik, başlarına buyruk olmaları ve kendilerine
220
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
manevi destek olmamaları ve sözlerini dinlemediği gelmektedir. Literatürde,
yaşlıların çoğunluğunun çocuklarıyla iyi geçindiğini (%75) bildirilirken
(Aközer vd., 2011: 118; ASPB, 2011: 167) kadınların çocuklarıyla yaşadığı
sorunların başında arkadaş seçimi, evlilik hayatı, aile ilişkileri ve alkol ve
sigara kullanımı gelmektedir (ASPB, 2011:175). Bulgularımız bu konuda
yapılan çalışmalarla benzerlik göstermektedir.
TÜİK verilerine göre, ülkemizde, bireylerin çoğunluğu yaşlandıklarında
çocuklarının yanında yaşamayı tercih ettiklerini bildirmektedirler (%37,6)
(TÜİK, 2017c). Bulgularımızda, yaşlı kadınların %22,2’si çocuklarından
en az biriyle aynı hane içerisinde yaşamaktadır. Geleneksel toplumlarda
(Çin gibi), yaşlıların çocuklarıyla aynı evde yaşama nedenleri arasında
birbirlerine sevgi ve saygı göstermek, duygusal ve maddi destek sağlamak,
güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak, hastalık ve/veya bağımlılık durumlarında
bakım gereksinimlerini karşılamak bulunmaktadır (Jin vd., 2017: 3).
Çin’de yapılan bir araştırmada, yaşlıların yaşı ilerledikçe ve hastalık düzeyi
arttıkça çocuklarıyla birlikte yaşamak istedikleri, sağlıklı yaşlıların ise eşi
varsa eşiyle birlikte veya yalnız yaşamayı tercih ettikleri belirlenmiştir
(Jin vd., 2017: 11). Araştırmamızda, çocuklarından en az biriyle aynı
hane içinde yaşayan kadınların %84,5’nin kronik hastalığı, %36,9’nun
engeli ve %84,5’nin bakıma muhtaçlık sorununun bulunması literatürü
desteklemektedir (p<0,05).
Yaşlıların gücü elinde bulundurması, otoritesine saygı duyulması
anlamına gelmektedir (Örnek Büken, 2009: 211). Ancak, yaşlıların
fizyolojik, psikolojik ve sosyal işlevlerindeki azalma ile birlikte sözlerinin
dikkate alınmaması ve aile içi kararlarında söz sahibi olamaması durumu
ortaya çıkabilmektedir. Araştırmamızda, kadınların %81,2’si çocuklarının
sözünü dinlemediğini ve %71,7’si ise aile üyelerinin kararlarına
katılamadığını belirtmiştir. Pakistan’da yapılan bir araştırmada, yaşlıların
%21,4’nün aile içi kararlarda söz sahibi olmadığı ve yaşları ilerledikçe aile
içi kararlarda söz sahibi olma oranında düşüş yaşandığı tespit edilmiştir
(Ahmed vd., 2015: 720).
Bireyin gayri safi milli hâsılaya katkısı ekonomik açıdan üretkenlik
olarak değerlendirilmektedir. Yaşlıların iş yaşamından ayrılmalarıyla
birlikte artık üretken olmadıkları düşünülebilmektedir. Bu nedenle toplum
üyeleri yaşlıları üretken olmayan ve sürekli diğer kişilerce desteklenen
bağımlı bireyler olarak değerlendirilebilmektedir. Oysa yaşlılar ev işi
yapmak, yemek yapmak, çocuk bakmak, gönüllü faaliyetlere katılmak gibi
ücret almadan da üretici faaliyetlerine devam edebilmektedir. İspanya’da
yapılan bir araştırmada, yaşlıların ücret almadan gönüllü şekilde yerine
getirdikleri işlerden yaklaşık olarak yılda €9,054.64 kazanabilecekleri
hesaplanmıştır (Fernández-Ballesteros vd., 2011: 206, 221). Çalışmamızda,
yaşlı kadınlar evin geçimine katkı sağladıklarını (%69,8), torunlarına
Sosyoloji Çalışmaları
221
baktıkları ve eğitim faaliyetlerine katıldıklarını (%69,6), aile içi uyum ve
huzuru sağladıklarını (%89,3), aile içi otorite ve disiplini sağladıklarını
(%83,6), ailenin güvenliğini sağladıklarını (%79,6), alış veriş yaptıklarını
(%59,5) ve ev işlerine yardımcı oldukları (%70,6) saptanmıştır. Yaşlı
kadınların büyük çoğunluğunun ücretsiz üretim faaliyetlerine katıldıkları
ve bu işleri yapmaktan mutlu oldukları tespit edilmiştir (%86,4).
Heterojen bir topluma sahip olan kentte insan ilişkileri daha yüzeyseldir.
Kent yaşamında, rekabet yoğundur, bireyselleşme yüksektir ve çekirdek
aile üyelerinin bile birbirlerine zaman ayıramadıkları bir yaşam şekli
bulunmaktadır. Bu durum aile ilişkilerinin zayıflamasına, aile bağlarının
kopmasına ve ailenin toplumsal görevlerini yerine getirememesine neden
olmaktadır (Canatan, 2008: 66). Çalışma bulgusunda da bu duruma paralel
olarak kentte yaşlı kadınların kendilerini başarısız ebeveyn olarak görme
eğilimi yüksektir (%15,4 p<0,05).
Yaşlıların aktif olması ve eve bağlı olmaması sosyalleşmeleri açısından
büyük öneme sahiptir. Yaşlıların sosyalleşmesi günlük performanslarını
etkilemekte, fiziksel ve mental sağlık düzeyini artırmakta, sosyal
ilişkilerinin kalitesini yükseltmektedir (Lee vd., 2014: 93). Yaşlıların
sosyalleşmesinde sosyal mekânlar önemli yer tutmaktadır. Yaşlıların
sosyalleşmede kullandıkları mekânlar arasında ev ortamı, kamusal alanlar,
parklar, yürüyüş yolları bulunmaktadır. Yaşlılar bu sosyal mekânlarda
özellikle aile üyeleriyle, akrabalarıyla ve komşularıyla sosyalleşmektedir
(Saghafi & Ahmadpour 2017: 665-666). Araştırmamızda, yaşlı kadınların
%78,5’i aile üyeleriyle birlikte sosyalleşmektedir. Yaşlıların aile üyeleriyle
birlikte yaptıkları etkinlikler genellikle ev ortamında akraba ziyareti ile
sınırlıdır (%79). Diğer yandan yaşlı kadınlar aile üyelerinin sosyalleşmek
için ev dışı ortamlara (lokanta, piknik, tatil yeri, sinema, tiyatro vb.) yaşlı
olması, yürüyememesi, ailelerinin kendilerinden utanmaları gibi nedenlerle
götürülmediklerini de belirtmişlerdir.
Serbest zaman etkinlikleri, bireyin yaşamı için yerine getirmesi
gereken faaliyetlerin yanında dinlenebilme, eğlenebilme, bilgi ve
becerilerini geliştirebilme, sosyal yaşama katılabilme gibi unsurların
gerçekleştirilebildikleri etkinliklerdir (Argan, 2013: 37-39). Literatürde,
yaşlıların serbest zaman etkinlikleri içerisinde gerçekleştirecekleri sosyal
etkinliklerin (tiyatroya gitmek, arkadaşlarla/akrabalarla görüşmek vb.),
bilişsel etkinliklerin (okumak, yazmak vb.) ve fiziksel etkinliklerin
(yürüyüş yapmak, egzersiz yapmak vb.) onları demans ve Alzheimer
gibi hastalıklardan koruduğu bildirilmektedir (Blasko vd., 2014: 202).
Çalışmamızda kadınların serbest zaman etkinliklerini değerlendirmede
örgü örmek, ibadet etmek, bahçe işleriyle uğraştığı ve çok az kısmının
dernek/üyeliği bulunduğu tespit edilmiştir (%11,5). Serbest zaman
etkinliklerinin birey üzerinde fiziksel aktiviteyi artırmak, sosyalleşmeye
222
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
olanak sağlamak ve moral vermek olumlu etkileri olmasına (Kurar &
Baltacı 2015: 48) karşın çalışmamızda yaşlı kadınlar arasında serbest zaman
etkinliklere katılma düzeyi düşüktür.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Araştırmanın yapıldığı, Isparta ilinde yaşayan yaşlı kadınlardan elde
edilen verilerin değerlendirilmesi sonucu; yaşlı kadınların çeşitli sosyal
sorunlarının ve beklentilerinin olduğu tespit edilmiştir.
Ülkemizde yaşlı nüfus içerisinde yaşlı kadın oranında ciddi bir
artış yaşanmaktadır. Bu durumda yaşlı kadınlar psikolojik, toplumsal,
ekonomik ve kültürel sorunlar yaşamaktadır. Yaşlı kadınların yaşadıkları
toplumsal sorunlarına yönelik çalışmalar yapılması ve sosyal politikaların
oluşturulması gerekmektedir.
Kadınlara, yaşlılık dönemine yönelik önceden yapılacak
toplumsallaştırma süreci, yaşlılık dönemi ile ilgili kişisel ve kamusal maliyeti
azaltacağı gibi, kadının ruhsal ve toplumsal uyumunu da kolaylaştıracak,
kendisi ve çevresi için sorun kaynağı olma durumu azalacaktır. Yaşlı
kadınlara aile, sosyal ve çevresel unsurlara dâhil edilen yaşam tarzının
sağlanması, yaşlılık sürecinin nitelikli şekilde geçirilmesi için gereklidir.
Bunun yanı sıra yaşlıların sosyal eşitsizlik ve yoksulluğun azaltılmasına
yönelik politikalar belirlenmelidir. Medyanın yaşlılık olgusu ve sosyal
sorunlara önem vererek toplumsal farkındalığı artırması gerekmektedir
KAYNAKÇA
AHMED, Aftab., CHAUDHRY, A. Ghafoor., & KHAN, Seemab, (2015), “Declining
Age and Social Roles: A Gerontological Perspective of Older Persons of
Rawalpindi”, Pakistan Association of Anthropology, 27(1), pp. 719-721.
AKÖZER, Mehmet., NUHRAT, Cenap., & SAY, Şebnem, (2011), “Türkiye’de
Yaşlılık Dönemine İlişkin Beklentiler Araştırması”, Aile ve Toplum, 12(7),
ss. 103-128.
ARGAN, Metin, (2013), Rekreasyon Yönetimi, Anadolu Üniversitesi Web-ofset
Tesisleri, Eskişehir.
AYDIN, Aykut, (2017), “Yaşlı İşgücünün Çalışma Hayatındaki Sorunları: Kırklareli
İli Örneği”, Journal of Human Sciences, 14(2), ss. 1632-1646.
BLASKO, I., JUNGWİRTH, S., KEMMLER, G., WEİSSGRAM, S., TRAGL, K. H.,
& FİSCHER, P, (2014), “Leisure Time Activities and Cognitive Functioning
in Middle European Population-Based Study”, European Geriatric Medicine,
5(3), pp. 200-207.
CANATAN, Ayşe, (2008), “Toplumsal Değerler ve Yaşlılar”, Yaşlı Sorunları
Araştırma Dergisi, 1, s. 64.
Sosyoloji Çalışmaları
223
ÇAKIR, Özlem, (2008), “Türkiye’de Kadının Çalışma Yaşamından Dışlanması”,
Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, (31), ss. 25-47.
DEMİR, A. Pınar, ELMALI, A. Dilek., & IŞIK, A. Serpil, (2017), “Kırsal Alanda
Kadınların Tarım ve Hayvancılık Faaliyetlerine İlişkin Sosyo-Ekonomik
Katkısı”, İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dergisi, 43(2), ss. 81-88.
DÜCAN, Engin., & Polat, A. Melike, (2017), “Kadın İstihdamının Ekonomik
Büyümeye Etkisi: OECD Ülkeleri İçin Panel Veri Analizi”, Çukurova
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 26(1), ss. 155-170.
ERTÜRK, H. Gözde, (2017), Aile Kuramları, Yıldız, Güler Tülin (Ed), Anne Baba
Eğitimi içinde (ss. 17-37), Pegem Akademi, Ankara.
FÄGERLİND, Ingemar., & SAHA, J. Lawrence, (2016), Education and national
development: A comparative perspective, PergamonPress, New York.
FERNÁNDEZ-BALLESTEROS, Rocio., ZAMARRÓN, D. Maria., DIEZNİCOLÁS, Juan., LÓPEZ-BRAVO, M. Dolares., MOLİNA, M. Ángeles., &
SCHETTINI, Rocio, (2011), “Productivity in old age”, Research on Aging,
33(2), pp. 205-226
JİN, Qian., PEARCE, Philip., & HU, Hui, (2017), “The Study on the Satisfaction of
the Elderly People Living with Their Children”, Social Indicators Research,
pp. 1-14.
KALAVAR, Jyotsana., & DUVVURU, Jamuna, (2008), “Interpersonal Relationships
of Elderly in Selected Old Age Homes in Urban India”, Interpersonal, 2(2),
pp. 193-215.
KALAYCI, Işıl., & ÖZKUL, Metin. (2017). “Geleneksel Kalabilsem Modern
Olabilsem: Modernleşme Sürecinde Yaşlılık Deneyimleri”, Süleyman
Demirel Üniversitesi Vizyoner Dergisi, 8(18), ss. 90-110.
KALINKARA, Velittin., & KALAYCI, Işıl. (2017). “Yaşlıya Evde Bakım Hizmeti
Veren Bireylerde Yaşam Doyumu, Bakım Yükü Ve Tükenmişlik”, Yaşlı
Sorunları Araştırma Dergisi, 10(2), ss. 19-39.
KURAR, İhsan., & BALTACI, Furkan, (2015), “Halkın Boş Zaman Değerlendirme
Alışkanlıkları: Alanya Örneği”, International Journal of Science Culture and
Sport Special, (2), ss. 39-52.
LEE, Kwang-Uh., KİM, Hong-Rong., & Yİ, Eun-Surk, (2014), “The Effect of Push
Factors in The Leisure Sports Participation of The Retired Elderly on ReSocialization Recovery Resilience”, Journal of exercise rehabilitation, 10(2),
pp. 92-99.
NYGÅRD, Mikael., HÄRTULL, Camilla., WENTJÄRVİ, Annika., &
JUNGERSTAM, Susanne, (2017), “Poverty and Old Age in Scandinavia: A
Problem of Gendered Injustice? Evidence from the 2010 GERDA Survey in
Finland and Sweden”, Social Indicators Research, 132(2), pp. 681-698.
ÖNAL DÖLEK, Bilge, (2012), Evde ve Kurumda Uzun Dönemli Bakım, T. Beğer
(Ed.), Klinik Gelişim (s. 95-99). İstanbul Tabip Odası, Ankara.
224
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ÖZKUL, Metin., KALAYCI, Işıl., & ASLAN, Arzu, (2017), “Yaşlılık ve Kadın
Sorunlarını Toplumsal Sermaye Perspektifinden Düşünmek”, Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(27), ss. 366-386.
ÖZKUL, Metin., & KALAYCI, Işıl, (2015), “Türkiye’de Yaşlılık Çalışmaları”, Sosyoloji
Konferansları, (52), ss. 259-290.
ÖZTOP, Hülya., ŞENER, Arzu., & GÜVEN, Seval, (2008), “Evde Bakımın Yaşlı
ve Aile Açısından Olumlu ve Olumsuz Yönleri”, Yaşlı Sorunları Araştırma
Dergisi, 1, ss. 39-49.
ÖRNEK BÜKEN, N, (2009), Yaşlılık ve Etik, H. Doğan, F. Mahmutoğlu, ve N. Arın
(Eds.), Türk Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Araştırmaları Yıllığı içinde (s. 205218), Nobel Tıp Kitabevleri Ltd. Şti, Ankara.
ÖZCAN, S. Emre, (2016), “Yoksulluk Göstergesi Olarak Hoşnutsuzluk Endeksi,
Türkiye İçin Bir Deneme”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
(48), ss. 294-313.
ÖZTÜRK, Mustafa., & ÇETİN, Başak Işıl, (2009), Dünyada ve Türkiye’de Yoksulluk
ve Kadınlar”, Journal of Yasar University, 4(16), ss. 2661-2698.
ÖZYÜREK, Arzu, (2017), Anne-Baba Olmak Ve Anne-Babaların Çocuk Yetiştirme
Tutumları, Yıldız, Güler Tülin (Ed.), Anne Baba Eğitimi içinde (ss. 41-57),
Pegem Akademi, Ankara.
POLENİCK, C. A., DEPASQUALE, N., EGGEBEEN, D. J., ZARİT, S. H., &
FİNGERMAN, K. L, (2016), “Relationship Quality between Older Fathers
and Middle-Aged Children: Associations with Both Parties’ Subjective
Well-Being”, Journals of Gerontology Series B: Psychological Sciences and
Social Sciences, 1-11.
SAGHAFİ, M. Djavad., & AHMADPOUR, S, (2017), “Investigation into Structural
Formation of Social Relations of the Elderly (Case Study, Golsar Vicinity, Rasht,
Iran)”, Journal of Fundamental and Applied Sciences, 9(1S), pp. 662-675.
STEPTOE, Andrew., SHANKAR, Aparna., DEMAKAKOS, Panayotes., &
WARDLE, Jane, (2013), “Social isolation, loneliness, and all-cause mortality
in older men and women”, Proceedings of the National Academy of Sciences,
110(15), pp. 5797-5801.
SINGH, Bhawana., & KIRAN, U. V, (2013), “Loneliness among elderly women”,
International Journal of Humanities and Social Science Invention, 2(2), pp.
10-14.
STOLZ, Erwin., MAYERL, Hannes., WAXENEGGER, Anja., & FREIDL, Wolfgang,
(2017), “Explaining the impact of poverty on old-age frailty in Europe:
material, psychosocial and behavioural factors”, European Journal of Public
Health, 27(6), pp. 1003-1006.
SULLİVAN, L., & MESCHEDE, T, (2016), “Race, gender, and senior economic wellbeing: How financial vulnerability over the life course shapes retirement for
older women of color”, Public Policy & Aging Report, 26(2), pp. 8-62.
Sosyoloji Çalışmaları
225
T.C. AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI (ASPB), (2017), “Türkiye’de
Kadın”, http://kadininstatusu.aile.gov.tr, Erişim Tarihi: 01 Kasım 2017.
T.C. AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI (ASPB), (2014), “Engelli
ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü Huzurevleri”, http://eyh.aile.gov.
tr/kuruluslarimiz/kuruluslarimiz-yasli/genel-mudurlugumuze-baglihuzurevleri, Erişim Tarihi: 01 Ekim 2017.
T.C AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI (ASPB), (2011), Türkiye’de
Aile Yapısı Araştırması, Afşaroğlu Matbaa, Ankara.
TUFAN, İsmail, (2012), “Türkiye’de Demografik Değişimler ve Geropsikiyatri”,
http://www.itgevakif.com/pdfs/ makale_gerontopsikiyatri.pdf, Erişim
Tarihi: 05 Nisan 2015.
TUNA, Muammer., & TENLİK, Özden. (2017), Türkiye’de ve Dünyada Yaşlanma,
İ. Tufan ve M. Durak (Eds.), Gerontoloji Kapsam, Disiplinlerarası İş Birliği,
Ekonomi ve Politika içinde (s. 3-26), Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara.
TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK). (2018). “İstatistiklerle Kadın, 2017”,
http://www.tuik.gov.tr/PdfGetir.do?id=27594, Erişim Tarihi: 10 Mart 2018.
TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK). (2017a). “İstatistiklerle Yaşlılar”,
http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=24644. Erişim Tarihi:
10 Aralık 2017.
TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2017b), “Gelir ve Yaşam Koşulları
Araştırması,
2016”,
http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.
do?id=24579, Erişim Tarihi: 01 Kasım 2017.
TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2017c),” İstatistiklerle Aile, 2016”,
http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=24646, Erişim Tarihi:
01 Kasım 2017.
TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2017d), “Aile Yapısı Araştırması,
2016”, http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21869, Erişim
Tarihi: 01 Ekim 2017.
TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2016), “İstatistiklerle Kadın, 2015”,
http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21520, Erişim Tarihi:
17 Şubat 2017.
YAŞAR, M. Ruhat, (2016), “Yoksulluk, Akademik Başarı ve Kültürel Sermaye
İlişkisi”, Sosyal Bilimler Dergisi, 6(11), ss. 202-237.
VARIŞLI, İrem, (2017), Türkiye’de Yaşlanma ve Demografi, İ. Tufan ve M. Durak
(Eds.), Gerontoloji Kapsam, Disiplinlerarası İş Birliği, Ekonomi ve Politika
içinde (s. 27-35), Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara.
WU, Jing., KASEARU, Kairi., VÄRNIK, Airi., TOODING, L. Mai., &
TROMMSDORFF, Gisela, (2016), “Associations between quality of
relationships and life satisfaction of older mothers in Estonia, Germany,
Russia and China”, Ageing & Society, 36(6), pp. 1272-1294
226
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
YILDIZ, Mehmet Ali., & ÇEVİK, Büyükşahin Gülşen, (2016), “A study on marital
satisfaction and life satisfaction with married individuals”, Journal of Human
Sciences, 13(1), pp. 227-242.
ZIMMER Zachary, Z., KORINEK, Kim., KNODEL, John., & CHAYOVAN,
Napaporn, (2008), “Migrant ınteractions with elderly parents in rural
cambodia and thailan”, Journal of Marriage and Family, 70, pp. 585-598.
Sosyoloji Çalışmaları
227
DEVRİM VE ÇOCUKLUK
REVOLUTION AND CHILDHOOD
Hatice Karakuş ÖZTÜRK1, Armağan ÖZTÜRK2
ÖZET
Fransız devrimi dayandığı temel ilkelerin bir sonucu olarak milli, demokratik
ve modern eğitimin çıkış noktası olarak görülmektedir. Devrim taraftarları okullar
vasıtası ile çocukların eğitimi üzerinden yeni toplumun temellerini atmışlardır. İşte
bu hedef doğrultusunda eski rejimin reddi üzerinden yol alan devrim kadroları,
çocukluk anlayışını da sil baştan yeniden yazmışlardır denilebilir. Her yeni doğan
çocuk doğduğu andan itibaren ailesine değil devletine ait olacaktı. Bu mülk ilişkisi
içinde çocuklar yeni bir soyun da temsilcisi olarak rejimin hem geleceği hem de
teminatını sağlama gibi büyük bir görevin küçük aktörleri olarak yol alacaklardı.
Devrimci düşünce için gelecek bu düşünceye sahiplenen insanların gücünde saklı
idi. Bu nedenle halkın bu yeni düzeni benimsemesi ve bu yeni düzene bağlılığını
göstermesi gerekmekteydi. Aksi takdirde eskiye olan özlem canlanabilirdi. İşte
bu amacın bir sonucu olarak yeni nesillerin yeni döneme uygun olarak eğitilmesi
gerekmekteydi. Buna ek olarak devrimim halka vaat ettiklerinin gerçekleşebilmesi
için de yeni nesle görev ve sorumluluklar düşmekteydi. Yeni çocukluk Fransa’da bu
anlamda yoksulluğu ortadan kaldıracak, boş inançların gücünü kıracak, yeni bir
soy yaratarak bir anlamda Fransa’yı yeniden yaratacaktı. Bu yeni dönemde bütün
bunların bir sonucu olarak özerk, bağımsız, bireyci ve kendi aklı ışığında yol alan
çocuklar yetişmiş olacaktı.
Anahtar Kelimeler: Fransız Devrimi, Çocukluk, Ulus Devlet, Eğitim.
ABSTRACT
The French Revolution is seen as the starting point of the national, democratic
and modern education as a result of the fundamental principles it is based on. The
followers of the Revolution have laid the foundations of the new society with the
education of the children through the schools. It can be said that in accordance with
this aim, the revolution cadres who proceeded through the rejection of the ancient
regime has also completely rewritten the sense of childhood. All newborn children
would belong not to her/his family but to the state beginning from her/his birth.
Within this property relation, the children would proceed as the representatives of
the new lineage and the little actors of a great duty of providing both of the future
and the assurance of the regime. For the revolutionary thought, the future was
1 Dr. Öğr. Üyesi Artvin Çoruh Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü,
hatice_karakusx@hotmail.com
2 Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, armagan.
ozturk1980@gmail.com
228
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
implicit in the power of the people who embrace this thought. Hence it is necessary
to make people embrace this new order and display their commitment to the new
order. Otherwise, any longing for the past could be resurrected. As a result for
this aim, new generations should be educated in compliance with the new period.
Moreover, the new generation had duties and responsibilities for the realization of
the things which were promised by the revolution to the people. In this sense, the
new childhood would eliminate poverty, weaken the superstitions, and recreate
France by creating a new lineage. In this new period, as a result of all these things,
the children who are autonomous, independent, individualist and who proceed in
the light of their own reason would be raised.
Keywords: French Revolution, Childhood, Nation State, Education
GİRİŞ
Tocqueville’nin Fransız Devrimi üzerine yürüttüğü tartışmayı Devrim’i
yorumlama noktasında uygun bir başlangıç sayabiliriz. Düşünürün dikkat
çektiği birkaç hususun altı özenle çizilmelidir. Öncelikle Fransız Devrimi’nin
aslında bir vatanı yoktur. Fransa sadece devrimin başladığı yerdir. Çünkü
Devrim’in en belirgin özelliği evrensel insana hitap etmesi ve tüm insanlık
için ortak bir yazgıyı ön plana çıkarmasıdır. Dile getirilmesi gereken bir
diğer husus Devrim’in yarattığı coşkunun dinsel veya tinsel bir içeriğe
sahip olduğudur. Bu bağlamda Devrim sadece siyasi değil, aynı zamanda
dinsel bir olaydır. Devrimcilerin Devrim’in bizati kendisi ve amaçlarını
kutsal sayması bu bahsi geçen dinselliğin bir ifadesi olarak görülebilir
(Tocqueville, 2004: 59-62; Öztürk, 2014: 47; Öztürk, 2016: 14). Devrim’in
siyasetteki etkisi mekansal konumla da yakından ilgilidir. Devrim bir
başkent Devrimidir her şeyden önce. Paris’in taşra karşısındaki üstünlüğü
Devrim’in yapılma biçimi ve sonuçlarını da etkilemiştir (Tocqueville, 2004:
141-2; Öztürk, 2014: 47). Devrim ile Paris arasındaki bu özdeşlik devrim
ile karşı devrim arasındaki ilişkinin merkez-çevre şeklinde örgütlenmesine
yol açmıştır. Neredeyse tüm karşı devrimci ayaklanmaların taşrada çıkması
tesadüfi değildir bu nedenle.
Fransız Devrimin en bilinen özelliklerinden biri sürekli bir şekilde
istikrarsızlık ve tutarsızlık üreten savrulma halidir. Devrimci kadroların
başka devrimci kadrolar tarafından yok etmesi sayesinde ilerleyen
ve dolayısıyla gerileyen Devrim başladığı yere geri dönmüştür. Bu
kendini yadsıma halinin en ironik ifadesi krallığı yıkan Devrim’in
Napolyon’u imparator ilan etmesidir (Arendt, 2012: 156; Öztürk, 2014:
47). İstikrarsızlığın yapısal nedeni anti-kapitalist ve militer tavırda kendi
politik konumunu somutlaştıran Paris kent yoksulları, yani Baldırıçıplak
kitledir. Baldırıçıplak hareketi hiçbir zaman cumhuriyet yönetimini açıkça
devralmasa da hemen her zaman Jakoben politikaları desteklemiştir
Sosyoloji Çalışmaları
229
(Moore, 2003: 140; Öztürk, 2016: 19; Uslu, 2016: 219). Yoksulların
burjuvazi üzerindeki baskısı Devrimi dinç tutup sürekli yeni eylem ve
taleplerle zenginleşmesini sağladığı kadar hareketin önce terör ardından da
savaşlarla zorunluluklar alanına teslim olmasına da yol açmıştır. Toplumsal
sorunun şiddet ve zor kullanılarak siyasal yollarla çözülmesi çabası Fransız
Devrimi’nin yapısal iç gerilimlerinin kaynağıdır (Arendt, 2012: 76, 119,
144-7; Öztürk, 2014: 47-8; Öztürk, 2016: 19, 21).
Fransız Devrimindeki bir diğer istikrarsızlık unsuru savaştır. Robespierre
ve birkaç Jakoben dışında devrimci kadroların büyük bir kısmı savaş
istemiştir. Fransız Devriminde savaş devrimci hükümetin devrimi yaymak
için başlattığı bir girişimdir. Ancak savaş bir kez başladıktan sonra savaş
belirleyen devrim ise belirlenen bir konuma düşmüştür. Devlet ve savaş
devrimi yutmuştur (Skocpol, 2004: 349; Furet, 2013: 106, 189; Öztürk,
2014: 48; Öztürk, 2016: 19). Savaş isteyen devrimcilere göre savaş devrimin
ihraç edilmesini sağlayacaktı. Karşı devrimci tehlikenin önlenmesinin tek
yolu dış dünyaya devrimin zorla da olsa kabul ettirilmesinden geçiyordu.
Ayrıca savaş vatanseverlik üzerinden ulusun yeniden inşasının bir aracıydı.
Savaş karşıtı azınlık ise savaşta devrim için çifte bir tehlike görmekteydi.
Savaşın kaybedilmesi vatanı ve devrimi tehlikeye sokacak, kazanılması ise
orduyu ve ordu komutanlarını ön plana çıkaracaktı. Devrimin yerini savaş
aldıkça Sezar’a öykünen yöneticilerin sayısı artacaktı (Skocpol, 2004: 351;
Ağaoğulları, 2006: 256-263; Öztürk, 2014: 48; Öztürk, 2016: 20).
Devrimin getirdiği yeniliklerin büyük bir kısmının devrim öncesi
dönemle ilintili olduğu, bu bağlamda Fransız Devriminin Fransa’nın
modernleşme sürecindeki bir takım süreklilikleri tahkim ettiği, kesinlikle
geçmişten ciddi bir kopuş veya sürüklenişi içerisinde barındırmadığı
tezleri üzerinde durulabilir. Devrimin mutlakiyetçi bir çizgiye sahip
olduğu açıktır. İktidarı özgürlük adına sınırlamaya dair liberal hassasiyet
Fransız Devrim pratiğinin belirleyici unsuru değildir. Devrim egemenliğin
kullanımıyla ilgili hakim bakış açısını olduğu gibi korumuş, sadece özne
değişmiştir. Mutlak yetkilere sahip, iradesi ve kararları tartışılmaz kralın
yerini aynı özellikle kendini tanımlayan halk iradesi ve devrimci meclis
almıştır (Arendt, 2012: 95, 98-100, 207, 240-41; Öztürk, 2014: 48; Öztürk,
2016: 24).
Benzerlik sadece ideolojik konum bakımından söz konusu olmaz. Devlet
ve yasalar bağlamında da devrimin büsbütün yeni bir şey yaratmaktan
çok gerçeklikle hukuksal kerte arasındaki farkı kapattığı söylenebilir
(Kılıçbay, 2004: 14-6; Furet, 2013: 39; Öztürk, 2016: 24). Tocqueville’ye göre
merkezileşme, sekülerleşme ve aristokrasi karşıtlığı gibi noktalarda devrim
ona atfedildiği kadar radikal değildir. Fransız Devrimine gidiş sürecinde
zaten devlet ciddi ölçüde merkezileşmiş, aristokrasi siyasi ve ekonomik
gücünü yitirmişti. Köylülerin büyük kısmı toprak sahibiydi. Lord ile köylü
230
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
arasındaki ilişki köylüyü serf olarak tanımlayan bir konumda değildi.
Kilisenin gücünü yitirmesi de Avrupa’daki sekülerleşme sürecinin parçası
olarak okunabilir. Kilise ne devlet karşısında özerkti ne de toplumda eskisi
kadar itibarlıydı. Devrim bu genel eğilimleri devam ettiren adımlar atmıştır
sadece (Tocqueville, 2004: 33-5, 54-5, 78-9; Öztürk, 2014: 48-9).
Arendt ve Tocqueville’nin devamlılık üzerine yaptığı tartışmaya birkaç
noktada itiraz dile getirilebilir. Her şeyden önce krallıktan cumhuriyete
geçilirken mutlakiyetçi bakışın devam ettiği tezi belli ölçüde doğrudur.
Ancak liberalizm ve milliyetçilik gibi ideolojilerin doğumu ve yurttaşlığı
besleyen yurtsever politik doğrultu bakımından Fransız Devrimin sonuçları
kalıcı, benzersiz ve devrimcidir. Şöyle ki 1789 ile 1848 arası dönemde
cumhuriyetçi burjuva düşüncesi tüm ilerici güçleri ortak bir siyasal hedefe
doğru motive etmiş ve Avrupa’dan başlayarak dünyanın siyasal iklimi
belirgin bir şekilde dönüşmüştür (Öztürk, 2008: 120-1).
Cumhuriyetçilik insanları birleştiren yanları ön plana çıkarır.
Kamusallığı vurgular. Kamunun ve dolayısıyla devletin bireyden daha
üstün bir konumda olması gerektiğine yönelik uslama tarzı cumhuriyetçi
düşünce içerisinde oldukça popülerdir (Skinner, 2006: 180-3; Öztürk,
2008: 122-3). Bu yorum da bize gösteriyor ki cumhuriyette de devlet en az
monarşi kadar güçlüdür. Ancak krallıktaki devlet kralın devleti, bir anlamda
bir kişinin mülküdür. Cumhuriyetteki devlet ise insanların ortak malıdır.
Devlete atfedilen ülküsel pozisyon önemli ölçüde ortak iyinin ve bir arada
yaşamanın değerinden kaynaklanır. Fransız Devrimi özelinde cumhuriyet
liberalizme eklemlenir. Özgürlükçü yurtseverlik hem cumhuriyetçi rejimin
hem de liberal demokratik yönelimin nirengi noktasıdır (Taylor, 2006: 959; Öztürk, 2008: 127).
Cumhuriyetçi düşünce ilerlemecidir. İnsanlığın daha kötü bir durumdan
daha iyiye doğru değişip dönüştüğü tezi bir tarih yasası olarak iş görür.
İlerlemecilik iyimserlikle, akla ve bilime olan tutkulu tavırla, toplumu
yeniden inşa etme yönünde radikal bir eylem ahlakıyla birlikte söz konusu
olur (Nispet, 1980: 5-6; Febvre, 1995: 42; Öztürk, 2008: 129). Bir tür ilerici
milliyetçilik biçimi olarak formüle edebileceğimiz yurtseverlik Fransız
Devrim ideolojisi ve cumhuriyetçi düşüncenin bir diğer önemli özelliğidir.
Ulus ya da halk hanedanlıklara karşı demokratik kültürün etik politik
dayanağını oluşturur. Kralın yerini millet, tebaanın yerini yurttaş almıştır.
Yurtseverlik yurttaşlığı da besler. Ortak kimlik duygusunun yaratılması
ve yurttaşın politik bir özne olarak bu duyguyu içselleştirmesi süreçleriyle
yurttaş olma hali arasında kopmaz nitelikte bağlar vardır (Hobsbawm,
2000: 70, 147-8; Öztürk, 2008: 131).
Sosyoloji Çalışmaları
231
Tüm bu tartışmalar sonucunda şöyle bir ara yargıya varırız. Arendt’in
devrim öncesi ve sonrası için ortaya koyduğu mutlakiyetin devam ettiğine dair
sav siyasi amaçlar, söylem ve değerlerdeki değişiklikle birlikte düşünülmelidir.
Liberalizm ve milliyetçilik gibi yeni ideolojilerin doğduğu, yurtsever
yurttaşın temel politik özne olduğu Devrim Fransa’sı Krallık Fransa’sından
büsbütün farklı bir içeriğe sahiptir. Benzer çekincelerle Tocqueville analizi
de tartışmaya açılabilir. Düşünür devrim öncesi Fransa ile devrim sonrası
Fransa arasında idari açıdan ve gündelik işler bakımından bir devamlılık
olduğu kanaatindedir. Devrim ciddi bir kopuşa yol açmamıştır (Tocqueville,
2004: 301). Ancak bir dizi tarihsel ayrıntıya atıfta bulunarak devamlılığa
yönelik Tocqueville vurgusu sınırlanmalıdır. Şöyle ki, devrim öncesi süreçte
aristokrasi zayıflamaya başlamış, burjuvazi unvan ve memurluklar satın
alarak devletle bütünleşmiş, Kral ise devlette yoğunlaşmış aristokrasi ve
burjuvazi karşısında belirleyici konumunu yitirmişti. Kral mutlak ve bağımsız
olmasına rağmen paradoksal olarak aynı zamanda zayıftı. Çünkü başı olduğu
devletin sahibi değildi (Moore, 2003: 73; 90-1; Skocpol, 2004: 111). Kralı ve
aristokrasiyi güçten düşüren ve zengin köylülerle burjuvaziyi güçlendiren
bu tarihsel dönüşümün devrimle birlikte daha yoğun bir kerteye doğru
evirildiği açıktır. Ancak Fransız Devriminin geçmişle köprüleri tamamen
atan ve tarihte benzeri görülmemiş düzeyde yeni bir şeyin başlamasına ebelik
eden bir yanı da vardır.
Devletin dolaylı yönetimden doğrudan yönetime geçişi ciddi bir
kopuşu beraberinde getirmiştir. Hükümetler aracılar olmadan yönetmeye
başlamışlardır. Zorunlu vergiye dayalı güçlü bir mali sistem ve zorunlu
askerliğe dayalı ulusal ordu devrimin en önemli kazanımlarıdır.
Zorunlu eğitim aracılığıyla ulus devlet ve ulusal kapitalizmin ihtiyaçları
doğrultusunda insan yetiştirilmesi yine devrim sonrası çağın gerekleri
arasındadır. Bu süreç içerisinde ciddi bir merkezileşme yaşanmıştır.
Pek çok yerel ayrıcalığa son verilirken memurlar merkezden atanmaya
başlanmıştır. Ayrıca tek biçimciliğin hakim kod haline geldiği, bu bağlamda
tüm ülkede geçerli yasal mevzuatın ön plana çıktığı söylenebilir. En az bu
mesele kadar önemli bir diğer husus devlet ile yurttaş arasındaki ilişkinin
değişen niteliğiyle ilgilidir. Fransız Devrimini takip eden ulus devlet inşa
sürecinde yurttaşlar silahsızlanmış, devletin yurttaşa karşı kullandığı zorun
düzeyi de düşmüştür. Devrim sonrası konjonktürün ürünü olan doğrudan
devlet her işle ilgilenen ve yurttaşa daha fazla hizmet sunan bir yapıyı
karakterize eder. Devletin işlevlerindeki bu artış memur sayısını da ciddi
ölçüde arttırmış durumdadır (Tilly, 2001: 187-8, 200-202; Skocpol, 2004:
369-376). Tüm bu hatırlatmalardan açıkça görülüğü üzere Fransız Devrimi
sadece geçmişteki eğilimlerin olduğu gibi onandığı bir olay değil, o bahsi
geçen modernleştirici eğilimlerin geleceği bakımından ciddi bir sıçrama
eşiğine de karşılık gelir.
232
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Fransız Devrimi ve Çocukluk
Fransız devrimi ve devrimin sosyo-politik yansımaları her alanda olduğu
gibi çocukluk yazınında da yepyeni gelişmelerin habercisi idi. Devrimin
yeni çocukluk algısında yerinden oynattığı bazı taşlar vardı. Her şeyden önce
Fransız devrimi “eski rejimin tüm mirasının reddi” üzerine kurulmuştur.
Cumhuriyetçi bir toplum ve bu topluma yaraşır erdemler silsilesi yaratma
amacı taşıyan devrimciler, toplumu dev bir okula, halkı da uslu öğrencilere
dönüştürme amacına yönelmişlerdir (Öztan, 2013: 26). 1802 yılına kadar
süren (Türkoğlu, 178) ve politik ve kültürel bir zeminde ilerleyen (Bumin,
2013: 59) bu mücadelede, devrim liderleri Katolik kilisesini yeni rejimin
düşmanı olarak görüyorlardı. Kiliseye bağlı okullarda eğitilen çocuklar din
adamlarının etkisi ile devrime karşı çıkabilirlerdi (Türkoğlu, Tarihsiz: 191192). Ayrıca ”eski öğretim biçimleri halkı cehalet ve boş inancın boyunduruğu
altında tutuyordu” (Bumin, 2013: 58). Bu anlamda cehalete karşı verilen
savaş devrim kadroları için özgürlüğün de kapılarını aralayacaktı. Bir başka
deyişle “özgürlük yeni eğitim ve öğretim anlayışı ile eski rejimin silinmesi ile
mümkündü”. En nihayetinde hedeflenen aslında cumhuriyetçi devletin
“Tanrı’yı okuldan çıkarmak yolunda geliştirdiği pedagojik ütopyadır” da
denilebilir. Mesele biraz da “aydınlanmadan alınan mirasın öğretim yoluyla
halka mal edilmesiydi” (Bumin, 2013: 57-72). İdare ve kanun önünde tüm
vatandaşların eşit olduğu düşüncesini kendine ilke edinen Fransız devrimi,
bütün bu girişimlerine bağlı olarak milli, demokratik, modern bir eğitimin
doğuşu olarak kabul edilir (Türkoğlu, Tarihsiz: 180-181).
Devrim taraftarları bu yeni dönemin toplum nezdinde kabul görüp
benimsenmesi için topluma bazı vaatlerde de bulunmuşlardır. Şöyle ki
İnal’a göre (2017) devrim sonrası kentleşme ve sanayileşme ile birlikte orta
ve üst sınıf ailelerde daha özenli ilgi ve bilgiyle biçimlendirilmeye başlanan
çocuğun, bireyliğini elde etmesinin toplumsal gelişmenin ruhuna uygun
olacağı beklentisi vardı. Bu yeni dönemde kırsal kesimdeki yoksulluk
kalkacak, endüstri ve tarımdan elde dilen ürünler iki misli artacaktı. Kentkırsal kesim ayrımı son bulacak, Fransa boş inançlardan arınacak, Paris
bir aydınlanma merkezi olacaktı. Ve sonuçta Fransızlardan “cumhuriyetçi
güçlü bir soy” yaratılacaktı (Bumin, 2013: 57-59). İyi bir öğretim topluma iyi
evlatlar iyi eşler ve iyi babalar da sağlayacaktı. Kısacası toplum iyileşecekti.
İşte bu beklenti “yetişkinlerin sosyal ve ekonomik amaçları tarafından
yapılandırılan ve uygun bir bağlama yerleştirilen” (Ördem ve Mayall, 2016:
165) bir çocukluk algısını da yarattı denilebilir. Bu nedenle cumhuriyetçiler
için eğitim uzun erimli planlarının önemli bir kısmını oluşturmaktaydı.
Bu alanda yaşanacak olan bir başarısızlık toplumun eski düzene olan
özlemini tetikleyebilirdi. Sonuç olarak çocukların bu riske karşı devrimin
savunucusu olarak eğitilmesi şarttı.
Sosyoloji Çalışmaları
233
Devrimin idealize ettiği yeni eğitim anlayışı büyük ölçüde “merkezi
ve devletçi” (Bumin, 2013: 60) bir kimliğe sahiptir. “20 nisan 1792 de
parlamentoya sunulan Condercet projesi eğitimin bir devlet görevi olarak
ele alınmasını önermektedir. Bu projeye göre yetenekler ancak iyi bir eğitim
politikası yoluyla çıkarılabilir, insanlar arasındaki gerçek eşitlik de sağlanmış
olurdu. İşte bu ideale giden yolda öğretim genel ve mükemmel olmalı ve
zümresel yapıya sahip geleneksel okul kuruluşları kaldırılmalıdır. Yine bu
proje okulların kilise ve politik otoritelerin hakimiyetinden kurtarılmasını
savunur. Tüm seviyelerde parasız laik bir eğitim ve öğretim yapılmasını
önerir. Eğitim kadın erkek ayırımı gözetmeksizin tüm vatandaşlara zorunlu”
(Türkoğlu, Tarihsiz: 181-182) olmalıdır. Dönemin milli eğitim bakanı
Duruy milyonlarca insanın memleket işlerine karışmasının zorunlu
ilköğretim ile olacağı kanaatine sahipti. Yine zorunlu eğitim ile milliyetçi
düşüncenin çocuklar üzerinden yayılmasının da önü açılmış olacaktı
(Öztan, 2013; Türkoğlu, Tarihsiz: 193).
“Eğitimin merkezileşmesi ve devletleşmesi ile birlikte her sorunun
çözüleceği, her ülkünün gerçekleşeceğine ilişkin beslenen inanç okullaşma
oranının da artmasına sebep olmuştur” (Öztan, 2013: 27). Ulus yaratma,
yurttaş olma, vatanseverlik duygusu gibi millet kavramının da özünü
oluşturan beklentiler yeni çocukluk anlayışının içeriğini belirlemekteydi.
İşte idealize edilen çocukluğun en iyi şekle sokulacağı sistem olarak
okulların seçildiğini görmekteyiz. Okul bu anlamda çocukluğun yeniden
yoğrulduğu yeni topluma uygun ve bu toplumun beklentilerini karşılama
özelliğini gösterecek küçük yurttaşlar yaratacaktı. Okullar İnal’a göre
(2017) çocuğu yurttaşa dönüştüren mekanlardı. Çünkü okul toplumun bir
minyatürü, dahası devletin prototipiydi. Aynı zamanda “topluluğa katılma
isteğinin aşılandığı ve geliştirildiği” (Schnapper, 1996: 149-150) yerlerdir.
Bu şekliyle çocuk bir yönüyle de “rejimin geleceği ve teminatı olmak” gibi
yeni bir anlam da kazanmaya başlamıştır (Şirin, 2013: 1277). Çocukluğa
verilen bu yeni anlam sonrasında “eğitimin hem ideolojinin üretiminde hem
de bu ideolojinin yeniden üretiminde yani sürekliliğindeki” (Appel, 2006: 90110) etkisi de ortaya çıktı denilebilir.
Okul aracılığıyla yaratılan bu yeni düzen, bir yönüyle yurttaşlık idealinin
de temelini oluşturuyordu. Yeni eğitim anlayışı Alkan’a göre (1989: 99)
başta tarih, dil bilgisi, vatandaşlık (yurttaşlık) bilgisi gibi derslerle genç
kuşakların yeni ulusal kimliğe uygun olarak biz duygusuna sahip olmasını
sağlayacaktı. Okul, yeni ulusal değerlere bağlılığı sağlayarak sistemin
meşruiyetinin sürdürülmesi işlevini yüklenmiştir. Amaç ”yeni siteye yaraşır
yeni halk” (Bumin, 2013: 58) yaratmaktı.
“Ulus için yasa yapıldı; şimdi söz konusu olan bu yasalar için ulus
yapmaktır ve bu halkın eğitimi ile olacaktır.”(Libre/8, Payot: 93’den akt:
Bumin; 2013: 58).
234
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Bu süreç aslında biraz da “çocuğun kamusal özne olma potansiyelinin”
(Çiçek, 2012: 77) keşfedilmesi ile başladı. Devrimcilerin yaratmaya
çalıştıkları özne (yurttaş) olarak çocuk, bir yandan ulusun geleceği adına
değer kazanırken öte yandan da devletin çocuk üzerinde hemen her
türlü tasarrufunu onaylayan yeni bir söylem üretti. Bu yeni söylemde
çocuk siyasal anlamda özne olma yönelimli yurttaş olarak görülse de
artık haklarından çok görevleri ile tanımlanmaya başlandı (İnal, 2017).
Ailesinden önce millete ve devlete ait olan (Öztan, 2013: 26) bu yeni kuşak
için insan beşiğinden hatta doğuşundan önce ele geçirilmeliydi. Çünkü
doğmamış çocuk daha o haliyle vatana aitti (Bumin, 2013: 60). Devrim
ile birlikte küçük yurttaş konumuna yükselen çocuk artık vatanın geleceği
olarak görülüyordu. Ulus devlet bu anlamda çocukları idealleştirdi. Şöyle
ki çocuklar, geleceğin yurttaşı olarak ülkenin asıl sahibidir ve gerekli
adımların temeli bugünden atılmalıdır (İnal, 2017).
Sırtında bütün bir toplumun ideallerini ve amaçlarını taşıyan çocuklar
için okullarda hazırlanan özel müfredatlar da vardı. “Bilimsel veri ve ideolojik
inançlar çerçevesinde çeşitli sıfatlar (öğrenci asker izci militan) yakıştırılan
çocuk, toplumsal hayatın önemli öznelerinden biri haline getirilecekti” (İnal,
2017). “Vatan ve vatanseverlik temaları işleyen metinler çoğalmış, tarih ve
coğrafya dersleri milli bir hüviyet kazanmış, kitle mobilizasyonunu mümkün
kılan ritüeller eğitim sistemine dahil edilmiştir. Ayrıca askerlik, kahramanlık,
cesaret, itaat ve fedakarlık gibi temaların yeniden üretimi ile vatanseverlik
çocuk eğitiminin vazgeçilmez bir parçası olmuştur” (Öztan, 2013: 27-28).
Laik temellere yerleştirilen okullar artık savaş şarkıları ile çınlayacaktı.
Okullarda en fazla söylenen bir şarkının “asker öğrencinin” sözleri özetle
şöyledir (Ozouf, 87’den akt: Bumin, 2013: 79).
“Adam olmak için okumayı bilmek”
Ve çok küçükken çalışmayı öğrenmek
“Bir çocuk vatan için kendini eğitmeli”
Ve okulda çalışmayı öğrenmeli
Vakit geldi, düzgün adımlarla yürüyelim
“Genç çocuklar asker olalım”
“Sevgi, çalışmak, itaatle birlikte”
“İşte üç sözcük ki unutmamak gerekecek
“Onları unutmamak ve Fransa’ya söylemek”
“O’nun için çocuklar yaşamayı ve ölmeyi bilmeli”
Sosyoloji Çalışmaları
235
J.J. Rousseau’ya Göre Devrim Çocuğu
Önemli bir aydınlanma düşünürü olan Rousseau için eğitim
dönüştürücü bir güce sahiptir. Eski rejimin istenmeyen tüm kalıntıları
eğitimin bu gücü ile silinecektir. Bundan önceki paragraflarda da
vurgulandığı üzere devrimin kendi vitrinini oluşturacak yeni bir insana
ihtiyacı vardı. Yeni toplumun beklentilerine göre evirilecek olan iyi insan
ya da vatandaşın eğitimin dönüştürücü ve yaratıcı çarkları içindeki yerini
alması gerekmekteydi. Bu anlamda yazarın “Emile” kitabı bizim için önemli
bir referans kaynağıdır. Zira Emile “devrim döneminde yaşayacak bireyin
nasıl eğitilmesi gerektiğini öğreten bir incelemedir (Philonenko, 2003:
283). Ek olarak Emile’de idealize edilen eğitim, devrimden sonra yapılan
eğitim reformlarında da etkili olmuştur. Yine Emile’deki ilkelerin birçoğunu
vatandaş eğitimi ile alakalı olarak da ele almak mümkündür (Badamchi,
2017: 109)
Bir çocuk gözlerini açtığından ölümüne kadar vatanını görmeli ve her
gerçek cumhuriyetçi vatan sevgisi ile yetişmiş olmalıdır. (Rousseau, 2004b:
189’den akt: Kabasakal, 2017) düşüncesinde olan Roussaeu’ya göre, sadakat
ve dayanışma duygusunun empoze edilmesi ile birlikte vatan sevgisi
belirecektir. İşte bu duygulara çocuğun gebe kalacağı mekanlar okullardır.
Bu kurumlar “sadakatin oluşmasını sağlayacağı için topluma sadakat
kamusal bir eğitim ile mümkündür” (Badamchi, 2017: 109). Görüldüğü
üzere Rousseau için, eğitim devletin önemli bir işidir. Politik ve sosyal bir
işlev kazanan eğitim kamusal bir hal almıştır böylece (Badamchi, 2017:
118). Yazara göre çocuklar birlikte eğitilmeli ve bir toplumun dayanışma
duygusunu oluşturan, ortak oyunlar, vatanseverlik eğitimi ve şarkılar
yoluyla (Korkmaz & Öktem, 2014: 177) kazandırılmalıdır. Eğitimin aileden
alınıp kamusal alana devredilmesi ile ancak vatan sevgisinin tüm yeni
kuşaklardaki standart gelişimini sağlamak mümkün olacaktır (Rousseau,
2004a: 20’den ak: Badamchi, 2017). Aileden arındırılan eğitim bu şekliyle
hem önyargı ve yanlış inançların boyunduruğundan kurtulacak hem de
bilinçli vatandaş yetiştirmenin merkezleri olacaktı. Nitekim Rousseau
Emile’i salt bir birey olmaktan çok bir yurttaş olarak yetiştirmeyi amaçlar.
Çünkü Emile’in göreli bir toplumda yaşayacak olmasına rağmen hem kendi
orijinal doğasına uygun bir şekilde özgür kalabilmesi hem de toplumun
meydana getirdiği yapaylıkların dışında “kendisi” olabilmesi oldukça
önemlidir (Bakır, 2016: 77-78).
“Yeni doğan bir bebeğin tamamen masum olduğunu ve kalbinde en
ufak bir leke olmadığını kabul etmeliyiz” (Rousseau, 2005: 62) düşüncesi,
yazarın “insan doğal olarak iyidir” görüşüne ne kadar yakın olduğunu
göstermektedir. Bu kabul düşünürü çocuklarla ilgili olarak başka bir
saptamaya daha götürmektedir. Mademki doğuştan iyidir çocuklar, o
236
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
halde bu doğaya müdahale etmemek gerekir. Çocuklara özgürlük verip
az hükmetmek, baskıcı ve aşırı korumacı olmaktan vazgeçip kendi
kendilerine iş başarmalarına imkan vermek ve başkalarına boyun eğen bir
kişiliğe sahip olmalarını engellemek gerektiği (Rousseau, 2007: 27) vurgusu
onun düşüncelerinin temel yapı taşıdır. Bu anlamda Rousseau için özerklik
Emile’in eğitiminin amacını ve gerekçesini teşkil etmektedir (Kabasakal,
2017: 115). Yazar için özerklik kişinin kendi aklı dışında hiçbir otorite
tarafından yönetilmemesidir (Rousseau, 2011: 351) diyebiliriz. Başkalarının
fikirlerine, hırslarına ya da tutkularına kapılması muhtemel olan birey
ancak özerklik duygusunun verdiği güç ile bu tuzaktan kurtulabilecektir. Bu
anlamda Emile için “kendi aklı” yol gösterici tek gerçek ışıktır (Rousseau,
2011: 351).
“Eğitim doğaya dayalı olmalı, insanın kendi eğilimlerini geliştirmeye
fırsat vermeli; insan kendi doğrularını ve yanlışlarını kendisi bulmalı,
araştırdığı nesne ve konuların bizzat içerisine girmeli, başkalarının
doğrularına göre hareket etmek yerine kendi doğrularını bulmalıdır”
(Rousseau, 2002: 8).
Rousseau’nun Emile üzerinden ortaya attığı birey eğitimi açılımı
dönemine göre radikal sayılabilecek bir içeriğe sahiptir. Düşüncelerinde
ısrarcı olan düşünür yukarıda bahsi geçen tezlerini farklı benzetmeler
üzerinden de temellendirmektedir. Bunlardan ilki doğumla birlikte
yaygınlaşan bir gelenek olan bebeğin kundaklanması davranışıdır. Düşünüre
göre çocuğun daha hayatının ilk günlerinden itibaren kundaklanması
doğumla gelen özgürlükle bağdaşmayan bir durumdur. Kendi cümleleri ile
devam edecek olursak;
“Çocuk kılıflarından çıkıp da tam solumaya başlamışken, onun
daha sıkışmış durumda kalacağı, başka kılıflar içine konmasına izin
vermeyin. Ne baş yastıkları, ne sargılar, ne kundak olmalı; kollarını
bacaklarını tümüyle serbest bırakan ve ne hareketlerini zorlaştıracak
kadar ağır ne de havanın etkisini duymasını engelleyecek kadar sıcak,
bol ve geniş kundak bezleri kullanılmalı” (Rousseau, 2011: 41).
Rousseau için kundak esasında bir simgedir. Bireyin gelişim döneminin
her aşamasında onu bağlanmaya götürecek olan tehlikelerin bir simgesidir.
Hayatının daha ilk günlerinden bedensel özgürlüğü kısıtlanan insan için
bu gelecekteki hayatında yaşayacağı olası kısıtlamaların habercisidir bir
anlamda. Oysa bu eğitim yerine, sınırlarımızı tanımak zorunda bırakan
doğa gücünün düzenini izlemek gerekirdi. Kundak nedir? Doğaya en aykırı
olan şeydir çünkü doğumla gelen özgürlükle bağdaşmaz (Philonenko,
2003: 283) bir gelenektir.
Birey eğitimini “bağlanmama” düşüncesi içine yerleştiren Rousseau’nun
kullandığı ikinci benzetme ise Emile’in marangozluk eğitimi almasıdır.
Sosyoloji Çalışmaları
237
Bu eğitim sonunda Emile tek gerçek ışık olan kendi aklının rehberliğinde
yaşamayı öğrenecektir.
“Rousseau öğrencisin onu başkalarına bağımlı kılacak ya da özellikle
devrim döneminde tüm aşırılık ve çılgınlıkların merkezi olan kentte
yaşamak zorunda bırakacak bir iş öğretmekten kaçınır. Felsefi
nedenlerden dolayı demircilik mesleğini göz ardı eder. Bu durumda
Emile marangoz olacaktır. Bu meslek açık havada yapılır ve hem güçlü
bir kas yapısı hem de hareketlerde kesinlik gerektirir. Ayrıca bu meslek
nesnel gereksinimleri karşılar. Bir yapı çatısını yeniden yapmak gereklidir.
Ama örneğin piyanonun akordunu yapabilme bu denli zorunlu bir iş
değildir. Marangozluk pek çok araç gereç gerektirmez. Marangoz testere
ya da baltaya her zaman gereksinim duymaz Çünkü bunları her yerde
bulabilir. Rousseau öğrencisinin köşedeki kahvede sekiz gün çalışıp ikinci
sekiz gününde alnının teriyle kazandığı düşlere dalarak yediğini düşler.
Dans öğretmeni Rousseau’nun öğrencisi kadar özgür değildir. Çünkü
öznel gereksinimlere bağlıdır ve işini kanıtlayamaz. Devrim döneminde
marangoz Emile köyden kente dolaşır ve gittiği her yerden ayrılacağının
bilincindedir. Marangozluk Emile’nin bir şeye bağlanmamasını sağlar
(Philonenko, 2003: 284-285).
Özgür insanı yaratma amacı Rousseau’nun hayatı boyunca verdiği
savaşımın özünü oluşturmaktadır. Düşünceleri ile içinde yaşadığı çağın
çok ötesine geçmiş bir düşünür olarak eşitlik ve özgürlük konusundaki
düşünceleri çocukluk algısına büyük ölçüde yansımıştır. Devrim sonrası
kuşakların bağlanmama duygusu ile yetiştirilmesi eski rejime karşı verilen
savaşımın özünü oluşturmaktadır. Başkaları tarafından konulan ve
farklı düşüncelerin eseri olan kurallar bu düşünceleri bilmeyen zihinleri
köleleştirip özgürlüklerini elinden alacaktır. İşte kundak ve marangozluk
benzetmelerinin altında bu düşünceler yatmaktadır. Hayatı tanımadığı
ilk zamanlarda bedeni özgürlükten mahrum bırakılan çocuk, farkında
olmadan ilk kez bağlanma, özgürlükten yoksun olma duyguları ile
tanışacaktır. Bu durum bebeğin sonraki hayatındaki özgürlük istencine de
balta vuracaktır. Öte yandan çocuk marangozluk yaparken hem mesleki
beceri geliştirecektir hem de hayal gücü kendi özgünlüğü ve bağımsızlığı
içinde yol alacaktır. Ayrıca bedensel güç anlamında hissedilen güç süreç
içinde psikolojik dayanıklılığa da evirilecektir.
SONUÇ YERİNE
1789 Fransız devrimi insanlık tarihinin bütünü açısından çok az
rastlanan bir mücadelenin sonucudur. Bu savaşım esasında fikri bir
hazırlığın tarihe geçen adıdır. Yeni değerler dünyasını kendine şiar edinen
bir düzenin eskinin tarihsel birikimine olan bir reddiyesidir aynı zamanda.
Eski ile yeninin hiçbir uzlaşma noktasının olmaması bu reddiyenin en
238
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
temel sebeplerindendir. Kilise ve onun uzantılarına olan bu itirazda Tanrı,
çocukların mekanı olan okullardan kovulmak istenmiştir. Dönemine göre
oldukça radikal sayılabilecek bu girişim ile yeni bir fikrin topluma empoze
edilmesinin de ilk adımları atılacaktı. Atılacak her bir adım geleceğe ve
insanlığa bırakılacak bir miras niteliğindeydi. Bu anlamda bahsi geçen
mirasın aktarımının kurumsal bir boyuta oturtulması, devrim ve çocukluk
arasındaki ilişkiyi de doğal olarak ortaya çıkarmaktadır. Devrimin vaat
ettiği evrensel nitelikli değerlerin taşıyıcıları sadece çocuklar olabilirdi.
Bu yönüyle çocuklar, devraldıkları mirasın kuşaklararası transferinde rol
alacaklardı. Yine çocukların devrime ve onun ilkelerine sadık kalacağı
yönündeki bir inanç da, bu gelişmenin bir diğer tetikleyici nedeni olarak
ele alınabilir.
Modern eğitimin doğduğu topraklar olarak gösterilen Fransa’da, eğitim
ilk etapta zorunlu ve parasız hale getirildi. Memleket meselelerinde o
toprak üzerine yaşayan her bireyin etkin olması gerektiği yönündeki
düşünce bu uygulamaya olanak sağlamıştır. Her çocuk için zorunlu,
parasız ve laik ilkelere göre verilen eğitim ile çocuklara pek çok sorumluluk
yüklendi. Her doğan çocuk öncelikle ailesine değil devlete aitti. Böylece
çocuklar aitlik duygusu üzerinden devletle bir çeşit mülkiyet ilişkisi içine
girmiş oldu. Bu ilişkide çocuklar haklarından ziyade görevleri ile tanınan
ve rejimin teminatı olarak görülen bir role yerleştirildi. Bu ilişki ağında
okullar devletin idealize ettiği yurttaş çocukların yetiştirildiği bir fabrika
gibiydi. Merkezi ve devletçi kodların hâkim olduğu bu yapıda çocuklar
Fransa’daki yeni soyun temsilcileri idi. Yeni bir soy yaratılacak ve ülke
bu soy üzerinden gelişecekti. İşte bu düşünceler öncülüğünde çocuklar
Tanrı’nın kovulduğu okullarda aldıkları eğitimler ile topluma karışacak ve
ülkeyi kalkındıracaklardı. Yoksulluk, endüstriyel atılımlar, boş inançların
hükümsüzlüğü, kır kent ayrımı gibi yapısal sorunlar yeni topluma aldıkları
eğitim ile karışacak çocukların vatansever yükümlükleri arasındaydı.
Bütün bu sorumluluk ve mücadele ortamında bireyci, bağımsız, özerklik
duygusunu tatmış çocuklar ile devrim topluma mal olacaktı.
KAYNAKÇA
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, (2006), Ulus Devlet ya da Halkın Egemenliği, İmge
Yayınları, Ankara.
ALKAN, Türker, (1989), Siyasal Bilinç ve Toplumsal Değişim, Gündoğdu Yayınları,
Ankara.
APPLE, Michael W., (2006), Eğitim ve İktidar, Kalkedon Yayınları, İstanbul.
ARENDT, Hannah, (2012), Devrim Üzerine, Çev: Onur Eylül Kara, İletişim
Yayınları, İstanbul.
Sosyoloji Çalışmaları
239
BAKIR, Kemal, (2016), Natüralist Eğitim, Jean-Jacques Rousseau’da Eğitimin
Toplumsal ve Ahlaki Temelleri, Pegem Akademi, Ankara.
BADAMCHI, Devrim Kabasakal, (2017), Jean- Jacques Rousseau’nun Eğitim
Anlayışının Temelleri: Birey Emile mi, Vatandaş Emile mi?, BeytulHikme
An İnternational Journal Philosophy, 7 (1), pp. 107-127.
BUMİN, Kürşat, (1983), Batı’da Devlet Ve Çocuk, Alan Yayıncılık, İstanbul.
ÇİÇEK, Nazan, (2012), “Erken Cumhuriyet Döneminde Modern Çocukluk
Nosyonunun Görünümleri Üzerine Bir Analiz”, Mülkiye Dergisi, Sayı: 36
(4), ss. 69-104.
HOBSBAWM, Eric J., (2000), Devrim Çağı 1789 – 1848, Çev: Bahadır Sina Şener,
Dost Yayınları, Ankara.
FEBVRE, Lucien, (1995), Uygarlık, Kapitalizm, Kapitalistler, Çev: Mehmet Ali
Kılıçbay, İmge Yayınları, Ankara.
FURET, Fronçois, (2013), Devrim’in Yorumu, Çev: Ahmet Kuyaş, Doğu Batı
Yayınları, Ankara.
İNAL, Kemal, (2017), Çocuk Hakları ve Siyaset, Propaganda Yayınları.
KILIÇBAY, Mehmet Ali, (2004). “En gerçek senaryo”, Eski Rejim ve Devrim, Çev:
Turhan Ilgaz, İmge Yayınları, Ankara, ss. 9-18.
KORKMAZ, Murat ve Gönül ÖKTEM, (2014), “Rousseau’nun Eğitim Anlayışı”,
Eğitim ve Öğretim Araştırmaları Dergisi, Cilt: 3, sayı: 1, ss. 174-186.
ÖRDEM, Özlem Aydoğmuş ve Berry MAYALL, (2016), “Çocuk Hakları ile İlgili
Çocukluk Dönemi Sosyolojisi”, Turkish Studies, Volume: 11/18, ss. 161-176.
ÖZTAN, Güven Gürkan, (2013), Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
ÖZTÜRK, Armağan, (2008), “Cumhuriyetçilik Ayracında Yurtsever Anlayışın
İdeolojik Kökleri”, (Der.), Nafız Tok, Cumhuriyetçilik, Orion Yayınları,
Ankara, ss. 119-138.
ÖZTÜRK, Armağan, (2014), “Devrim, Jakobenizm ve Özgürlük”, Bibliotech 20, ss.
48-53.
ÖZTÜRK, Armağan, (2016), “Fransız Devrimi’nde Şiddet ve Devlet”, Düşünen
Siyaset 32, ss. 13-27.
MOORE, Barrington, (2003), Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri,
Çev: Şirin Tekeli ve Alaeddin Şenel, İmge Yayınları, Ankara.
NISBET, Robert, (1980), History of theIdea of Progress, Macmillan, London.
PHILONENKO, Alexis, (2003), “Eğitim Maddesi”, Çev: Emel Ergun, Yayına
Hazırlayanlar: P. Raynaud ve S. Rials, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, İletişim
Yayınları, İstanbul, 281-287.
ROUSSEAU, J.J., (2002), Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine, Cev. Mehmet Basturk
ve Yavuz Kızılcim, Babil Yayınları, Erzurum.
240
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ROUSSEAU, J. J. (2005). Emile “Bir Çocuk Büyüyor”, Selis Kitaplar, İstanbul.
ROUSSEAU, J.J. (2007), Emile, Çev: Ülkü Akagündüz, Selis, İstanbul.
ROUSSEAU, J. J., (2011), Emile ya da Eğitim Üzerine, Çev. Y. Avunç, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
SCHNAPPER, Dominique, (1996), “Yurttaşlar Cemaati”, Dersimiz: Yurttaşlık, Haz.
Turhan Ilgaz, Kesit Yayıncılık, İstanbul, ss. 145-155.
SKINNER, Quentin, (2006), “Adalet, Kamu Yararı ve Özgürlüğün Önceliği
Üzerine”, (Der.), Andre Berten, Liberaller ve Cemaatçiler, Çev: Kolektif,
Dost Yayınları, Ankara, ss. 173-186.
SKOCPOL, Theda, (2004), Devletler ve Toplumsal Devrimler, Çev: S. Erdem
Türközü, İmge Yayınları, Ankara.
ŞİRİN, Selçuk Funda, (2013), “İktidar ve Çocuk”, Turkish Studies, Volume: 8/8, ss.
1275-1284.
TAYLOR, Charles, (2006), “Yanlış Anlaşmalar: Cemaatçi-Liberal Tartışması,
(Der.), Andre Berten, Liberaller ve Cemaatçiler, Çev: Kolektif, Dost
Yayınları, Ankara, ss. 77-104.
TILLY, Charles, (2001), Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, Çev:
Kudret Emiroğlu, İmge Yayınları, Ankara.
TOCQUEVILLE, Alexis de, (2004), Eski Rejim ve Devrim, Çev: Turhan Ilgaz, İmge
Yayınları, Ankara.
TÜRKOĞLU, Adil, (Tarihsiz), “Türk ve Fransız Eğitim Sistemlerinin Evriminin
Karşılaştırmalı
Olarak
İncelenmesi”,
http://dergiler.ankara.edu.tr/
dergiler/40/504/6098.pdf, Erişim Tarihi: 10. 02. 2017, ss. 177-197.
USLU, Ateş, (2016), “Jakobenizm ve Devrimci Halk Hareketleri (1789-1794)”,
Doğu Batı 78, ss. 195-228.
Sosyoloji Çalışmaları
241
BÜROKRATİKLEŞME, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI VE
İMSAK VAKTİNİN TESPİTİ MESELESİ1
BUREAUCRATIZATION, DIRECTORATE OF RELIGIOUS
AFFAIRS AND DETERMINATION OF İMSAK TIME
QUESTION
Mustafa GÜLTEKİN2*
ÖZET
Bu çalışma Türkiye’de son yıllarda neredeyse her Ramazan ayında tekerrür
eden Diyanet İşleri Başkanlığı ve bazı ilahiyatçı ve din adamları arasındaki oruç
ibadetine başlamayı simgeleyen imsak vaktinin tespiti meselesini tartışmaktadır.
Bu tartışma yüzyıllardır her Müslüman’ın kolaylıkla belirleyebileceği bir dini vaktin
Türkiye’de laik temellere sahip devletin dini görevleri olan bu kurumu aracılığıyla,
neden resmi olarak kendi yayımladığı imsakiyeden ödün vermemesinin yönetimle
ilgili nedenlerine odaklanmaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde Batı’da
Aydınlanma sonrası dini otoritenin geriletilmesi ve devletin modern bilimin
kılavuzluğunda laik yönelimli tek tipleşmesi süreçleri ve sosyolojik bir analiz
aracı olarak Weber’in modern çağdaki “bürokratikleşme” kavramsallaştırması
ele alınacaktır. İkinci bölümde birinci bölümdeki tartışmadan kalkarak, dini
kurumları kaldıran (1924) Cumhuriyet Türkiye’sinin aynı yılda laik yapıda ama dini
görevleri olan bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşunun
arka planına yer verilecektir. Akabinde ise bu kurumun dini vakitler bağlamında
Türkiye’deki Müslümanlar üzerinde “mantıksal bütünleşme”yi (Durkheim) tesis
etme amaçlı “sembolik iktidar”ından (Bourdieu) yararlanarak dini hususlardaki
tekel kurma mücadelesine yer verilecektir. Üçüncü bölümde ise imsak vaktinin
tespiti tartışmasının karşıt taraflarını oluşturan Diyanet İşleri Başkanlığı ve bazı
ilahiyatçıların ve din adamlarının medya aracılığıyla yaptıkları yorumlar analiz
edilecektir.
Anahtar Kelimeler: İmsak Vakti, Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam, Laiklik,
Weber, Bürokratikleşme, Durkheim, Bourdieu, Sembolik İktidar, Kaideleştirme
ABSTRACT
This study discusses the almost annually recurring issue of the determination of
imsak time -the sign of fasting praying- in Ramadan month among the Directorate
1 Bu çalışma, İksad tarafından 27-30 Ekim 2016 tarihleri arasında Antalya ilinde
düzenlenmiş olan 3. Uluslar arası Çin’den Adriyatik’e Sosyal Bilim Kongresi’nde “Kamusal
Zamanın İnşacısı Olarak Devletin İmsak Vaktini Belirlemesindeki Sembolik İktidarı
Üzerine” adlı başlıkla sunulan bildiri metninin büyük ölçüde gözden geçirilmiş ve
genişletilmiş halidir.
2 Dr. Öğr. Üyesi, Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
e-posta: mustafagultekin2@gmail.com
242
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
of Religious Affairs, some theologians and religious men. This debate focuses on
the administrative reasons of not making concessions on the official Ramadan
timetable, issued by this religious institution of laicist state, without which muslims
had been easily determined this religious time for centuries. In the first part of
the study, receding the religious authority into background after the Western
Enlightenment, the processes of laicist-oriented standardization of State under the
guidance of modern science and Weber’s conceptualization of bureaucratization in
modern age will be covered. In the second part, starting from the first part’s point,
background of the abolishing religious institutions (1924) by Republican Turkey,
including the constitution of Directorate of Religious Affairs in the same year as
laicist-structure but having religious functions will be discussed. Right after, this
institution will be evaluated on monopolizing religious issues by utilizing symbolic
power (Bourdieu) and establishing logical integration (Durkheim) on Muslims of
Turkey in the context of religious times. In the third part, some interpretations of
opposition side such as Directorate of Religious Affairs, theologians and religious
men on the determination of imsak time will be analyzed.
Keywords: İmsak time, Directorate of Religious Affairs, Islam, Laicism, Weber,
Bureaucratization, Durkheim, Bourdieu, Symbolic Power, Codification
GİRİŞ
Türkiye’de son yıllarda özellikle Müslümanların kutsal ayı olan Ramazan
ayında tekerrür eden tartışmalardan en önde gelenini Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın çıkardığı imsakiyelerde “imsak vaktinin (Müslümanların
oruca başlama vakti) hatalı olduğu ve dolayısıyla oruç tutan Müslümanların
olması gereken vakitten daha erken bir vakitte oruca başlatıldığı” iddiası
oluşturmaktadır. Bu çalışma, bu iddianın resmi muhatabı olan Diyanet İşleri
Başkanlığı ve bu iddiayı çeşitli gerekçelerle ileri süren veya arkasında duran
ilahiyat hocaları ve din adamları–çalışmamızda Diyanet’in resmi görüşünü
savunan ve din adamı olarak bilinen bir kimseyi de çalışmamıza dahil
ettiğimizi unutmadan- arasında medya üzerinden gerçekleşen tartışmayı
sosyolojinin kavramsal araçlarıyla analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Bununla birlikte, bu konunun seçilmesinin en önemli gerekçelerinden
biri şöyledir: Osmanlı’da başlayan “sekülerleşme” ve “bürokratikleşme”
eğilimini31 Cumhuriyet kadroları sürdürmekle birlikte, 1924’te seküler
bir yapı içerisinde kurulmasına karşın dini görevleri olan bir birim olan
Diyanet’in kurulmasıyla devletin ibadet saatlerini belirleme tekelini ele
geçirmesidir. “Seküler” temelli bir devlet olmasına karşın “din”le ilgili
bir hususu Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla kontrol altında tutması, ilk
bakışta paradoksal bir izlenim uyandırmasına karşın, bu durum modern bir
devlet olan yeni Cumhuriyet’in din kurumu dâhil tüm kurumları Weberci
3 Osmanlı’nın modernleşmesiyle hem dini kurumlar hem de seküler kurumlar “ikilik”
halinde Cumhuriyet’in kurulmasına dek bir arada bulunmuştur.
Sosyoloji Çalışmaları
243
anlamda “bürokratikleştirme”sinin bir örneğini teşkil etmektedir. Bu ön
kabulle hareket eden bu çalışma; “modern devlet”in “bürokratikleşme”
eğilimini mezkûr örnek üzerinden sınamaya çalışmaktadır.
Ön kabul olarak ve kullandığımız analitik araç olarak Weber’in
“bürokratikleşme” tezini kabul etmekle beraber, çağdaş sosyolojinin
bilhassa 20. yy.ın son çeyreğinde ürettiği devasa sosyolojik külliyatla
sosyolojik teorinin zirvelerinden biri olan Fransız sosyolog Pierre
Bourdieu’nün birbiriyle bağlantılı iki kavramını da akılda tutmak gerektiği
düşüncesindeyim. Weber’in “Devlet, şiddetin meşru kullanımını tekelinde
tutan bir topluluktur”(2002: 425) olarak yaptığı tanımda devletin “fiziksel
iktidar”ına gönderme yapıldığını iddia eden Bourdieu, devletin ayrıca
“sembolik iktidar”ın da tekelini elinde bulunduran yegâne mercii olduğunu
ileri sürerek daha kapsamlı bir devlet tanımı ortaya koydu (Wacquant vd.,
2007: 59). Bourdieu, Durkheim’ın özellikle son çalışması olan Dinsel Hayatın
İlkel Biçimleri’nde (2005) toplumun üyelerinin “ahlaki bütünleşme”sini
sağlamanın aynı zamanda “mantıksal konformizm”in tesis edilerek
sağlanabileceğine dair tezini (Bourdieu, 1977: 408) siyasi bir çerçevede
yeniden ele aldı ve bireylerin sahip oldukları “kategoriler”in “toplumsal”
olmakla beraber “içerme” ve dışlama” mekanizmasını sağlayan sembolik
sistemler olduğunu (Swartz, 2011:126-127) ve sembolik sistemlerin esas
üreticisinin devlet olduğunu keşfetti (Bourdieu, 2015:199-214).
Ahmet Muhtar Paşa’yla41 beraber “pozitif bilim”in kılavuzluğunda
hassas astronomik ölçüm aletleriyle 20. yy.ın başından itibaren ölçülmeye
başlayan ibadet vakitlerinin bu şekilde tespiti devlet tarafından “meşru”
görülür. “Zaman” üzerinde de “sembolik iktidar”a sahip olduğunu kabul
ettiğimiz devlet, Weber’in dediği anlamda “hesaplanabilirlik”, “kişiden
arındırılmışlık”, “nesnellik” ve “keyfiliğin dışlanması”yla “zaman” üzerinde
tek “meşru otorite” olduğunu ilan eder. Ayrıca, Bourdieu’nün Weber’in
bürokrasi ve bürokratikleşme kavramlarını hatırlatan “kaideleştirme”
4 Abdülaziz Bayındır, 1989 yılının Nisan ayında Ahmet Muhtar Paşa’nın bilimsel olarak
iddia edilen tezinin hatalı olduğunu ayrıntılarıyla şöyle açıklamıştır: “Takvimlere gelince,
bugünkü anlamda takvim çalışmaları Tanzimat’tan sonra yapılmıştır. Maalesef o zaman
bir kısım aydınların ufkunu karartan batı hayranlığı namaz vakitleri konusunda da çok
açık bir şekilde görülmüştür. Bu konuda kaynak kabul edilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa
bilgilerini, fıkıh kitaplarında yazılı tanımlara uygun olarak yapacağı gözlemlere dayandırma
yerine Avrupalıların yaptıklarını belirttiği çeşitli rasatlara dayandırmıştır. Fecr-i kazibin
bir zodyak ışını, yani burçlardan gelen bir ışın olduğunu belirtmiş, bu ışın akşamleyin
de görülebileceği için ayrıca şafak-ı kazib diye bir terim icad etmiştir. Islah-ı Takvîm adlı
eserinde (s.67) belirttiğine göre ekvator kuşağı dışında fecr-i kazib yalnız Eylül, Ekim ve
Kasım aylarında görülebilmektedir. Riyaz’ül-Muhtar adlı eserinde ise (s.320) 30° enlemden
sonra fecr-i kazib’in görülemeyeceğini belirtmekte ve Dersaadet’te yani İstanbul’da doğan
fecrin doğrudan doğruya (fecr-i sadık olduğunu ayrıca ifade etmektedir. Paşa, bu açık
ifadesine rağmen fecr-i kazib’in zodyak ışınlarından (zıya-ı mıntakî) başka bir şey olmadığı
hususunda şaşırtıcı bir ifade kullanmaktadır” (Bayındır, 1989).
244
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
kavramını da akılda tutmak faydalı olabilir. “Kaideleştirme” kısaca; devletin
büyük bürokrasilerine düşen sembolik düzene sokma veya sembolik
düzenin muhafazası işlemidir. Araç kullanımı örneğinde görüleceği üzere
“kaideleştirme”, kolektif bir “netleştirme” ve “homojenleştirme” getirisi
sağlar (Bourdieu, 2013: 128-130).
Çalışma üç bölümden ibarettir. Birinci bölümde çalışmanın sosyolojik
teoride ne tür bir kavramsal çerçeveye dayandığı verilmeye çalışılmıştır.
İkinci bölümde Türkiye’ye özgü laikliğin Türkiye’de yaşayan tüm
Müslümanları “birleştirici” bir mercii olarak icat ettiği “seküler” yapılı, ama
dini görevleri olan Diyanet İşleri Başkanlığı tartışılmıştır. Üçüncü bölümde
ise bu tartışmayı akademik alanda kimin başlattığı ve günümüzde medya
üzerinden Diyanet’in ve bu hususta karşıt iddiaları olan muhaliflerinin
yorumları analiz edilmiştir.
1. Kavramsal Bir Çerçeve
18. yy.da ortaya çıkan Aydınlanma düşüncesi bilhassa filozofların
öncülüğünde Batı Avrupa’da önemli bir tarihsel kopuşa tanıklık etti.
Amerikan ve İngiliz devrimleri tarihte Batı toplumları açısından yeni
bir miladı temsil etmesine karşın, hususi olarak Fransız Devrimi ve
devrimden ayrı düşünülemeyecek olan Aydınlanma düşüncesi/felsefesi,
ansiklopedistlerle ve onların yücelttiği “akıl” ve “bilim” aracılığıyla Batı dışı
tüm toplumların da model aldığı Weberci anlamda bir “ideal tipi” temsil
etti.
Aydınlanma’nın birçok ulusal görünümleri olmasına karşın onun
ruhunu teşkil eden Fransız Aydınlanmasını ana hatlarıyla iki yorumda
özetlemek mümkündür: 1) Bütüncül bir din eleştirine girişilmesi ve
farklılıklar olmasına karşın bu yorum hattında ortak eğilimin dinin kurumsal
işleyişinin toplumsal mutsuzluğun ana nedenlerinden birini oluşturması.
2) Ancien (eski) rejimin siyasal düzenine tepki ve yeniden düzenlenmesi
talebi (Çiğdem, 2003: 36). Özellikle Fransız aydınlanmacıları, rahiplerin(din
adamlarının) Fransa’da Tanrı’yı ve dini, kilisenin kendi sosyal imtiyazlarını
devam ettirmek için kötücül bir şekilde enstrümanlaştırmalarına cepheden
saldırdılar (Diderot & D’Alembert, 2005: 252-253; Çiğdem, 2003: 40).
Ayrıca, “Tanrı” ya da “dini düşünce”nin tam bir reddiyesi olmamakla
birlikte, “Tanrı” ve “din”i, aklın sınırları içerisine çeken ve onu “akıl”
aracılığıyla kavramaya dönük daha önce görülmemiş biçimde yeni bir
yorum da geliştirdiler (Diderot & D’Alembert, 2005: 192).
Gelgelelim, Hıristiyanlığın geleneksel “Tanrı” ve “din” yorumuna “akıl”la
beraber radikal bir eleştiri getirilse bile, Weber’e göre (2002: 217-218)
günümüzde- kendi entelektüel serüvenini içeren 19.yy.ın son çeyreğinden
1920 tarihli ölümüne kadar olan dönemi muhtemelen kastediyor– dini
dışlamayan bir bilimsel anlayış tarzı devam etmişti. Foucault ise bu iddiayı
Sosyoloji Çalışmaları
245
başka bir tartışma bağlamında doğrulayacak biçimde; hümanist hareketin
tarihinin 19.yy.ın sonuna denk geldiğini, 16. 17. ve 18.yy.larda ise kültürün
tanrıyla, doğayla, şeylerin benzerliğiyle, uzayın yasalarıyla, bedenlerle,
tutkularla, imgelerle meşgul olduğunu, kesinlikle insanın olmadığını
(2004: 32) dile getirerek Tanrı’nın 19.yy. ın sonuna kadar “O” olmaksızın
hiçbir şeyin anlaşılamayacağı temel bir belirleyici olduğunu vurguluyordu.
Gelgelelim Weber, ifadenin geçtiği “Bir Meslek Olarak Bilim” adlı aynı
konuşmada, yaşadığı dönemde “bilim”in “din” ve “anlam”la olan derin
kopuşunu ayrıca şöyle açıklıyordu: “Başta Spenser olmak üzere dönemin
tüm sofu teolojisi, Tanrı’nın Orta Çağlar’ın onun aradığı yol üstünde
bulunamayacağını biliyordu. Tanrı görünmez. O’nun yöntemleri bizim
yöntemlerimiz değildir. Ne var ki insanlar, O’nun eserlerinin fiziksel olarak
kavranabileceği müsbet bilimlerde, O’nun dünya için planladıklarının
izlerini bulma umuduna kapıldılar. Ya bugün? Doğa bilimlerinde
rastlanabilecek birkaç büyük çocuk dışında, kim artık astronomi, biyoloji,
fizik ya da kimya alanlarındaki bulguların bize dünyanın “anlamı” hakkında
herhangi bir şey öğretebileceğine inanıyor?”(2002: 218)
Kilise ve devletin birbirinden ayrılmasının Fransa’da bile 1905 yılında
Combes’in bakanlığı sırasında bir kanunla çıkarıldığı (akt. Huther, 2013:
21) düşünüldüğünde, Fransa’da III. Cumhuriyet’ten (1870-1940) sonra
kademeli olarak, diğer toplumlarda ise yakın dönemlerde, “modernleşme”,
“sekülerleşme”/ “laikleşme”, “aklileşme”nin belli bir süreçle devlet
kurumlarında yer etmeye başladığını gözlemlemek mümkündü. Bu durum
da “sosyoloji”nin isim babası olan Auguste Comte’un “üç hal yasası”nın son
evresi olan “pozitif aşama”yı andırır biçimde, pozitif bilimin “teoloji”nin
ve “metafizik”in felsefenin yerini aldığına (Comte, 2001: 33) dair bariz
değişimlerin habercisi gibiydi.
Bu arada, modern bilimlerin gelişmesi ve modern devletin gelişmesi
birbirine son derece paralel bir şekilde ilerliyordu. Örneğin, “modern devlet
kararlarını dayandırabileceği daha kesin bilgiye duyduğu gereksinimi
onsekizinci yüzyılda yeni bazı bilgilerin ortaya çıkmasına yol açmıştı”
(Gulbenkian Komisyonu, 1998: 15). “Teoloji”nin ve “metafizik”in arkada
bırakılıp “bilim”in yeni karar verici olması ve teknolojiye uygulanması
-Batı’da da diğer Batı dışı toplumlarda da ilk olarak askeri alanda
kullanılıyor- devlet kurumlarının “bilimselleştirilmesi”ni, dolayısıyla
toplumların “bürokratikleşmesi”ni beraberinde getirdi.
“Bürokrasi” ve “bürokratikleşme” olgusu klasik sosyolojinin kurucu
babalarından Weber’in ilgilendiği temalardan birini oluşturuyordu
(bkz. Weber, 2002: 290-324). Weber’in “bürokratikleşme” (ister devlet
kurumlarında ister özel işletmelerde olsun) tasviri modern çağda devleti;
her şeyin “standartlaştırıldığı”, “keyfiliğin dışlandığı” ve tüm ilişkilerin
“kişiden arındırılmışlık”la karakterize edildiği yeni bir forma sokuyordu.
246
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Weber’e göre (2002: 308) “doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik,
birlik, tam bağımlılık, sürtüşmenin ve maddi ve kişisel maliyetlerin
azaltılması bürokratikleşmiş bir yönetimde optimum noktasına getirilir.”
Bununla birlikte, bürokratikleşmiş yönetimle piyasa ekonomisi arasındaki
ilişkiyi Weber şöyle kuruyordu: “Bugün resmi yönetim işlerinin hatasız,
net, sürekli ve olabildiğince hızlı görülmesini takip edenlerin başında
kapitalist piyasa ekonomisi gelmektedir. Normal olarak, çok büyük
modern kapitalist işletmelerin kendileri de katı bürokratik örgütlenmenin
başlıca modelleridir. Tüm iş yönetimi giderek artan doğruluk, düzenlilik
ve en önemlisi işlemlerin hızlılığı esasına dayanır hale gelmiştir” (2002:
309). Ayrıca, Weber, işin “nesnel” biçimde yürütülmesi her şeyden önce
hesaplanabilir kurallara göre ve “kişilere göre değişmeyen” bir biçimde
yürütülmesi demektir” (2002: 309) diyerek kişilere göre değişen keyfi karar
almaların dışlandığını ilan ediyordu.
Bu kavramsal tartışmadan hareket ederek son dönem Osmanlı ve
Cumhuriyet bağlamındaki değişimleri araştırma konumuz açısından daha
iyi kavramak mümkün gözükmektedir.
Özellikle I. Dünya Savaşı Batı toplumları arasında büyük yıkımlar
getirmekle beraber, birçok toplumda olduğu gibi Osmanlı’da da devlet
yönetiminin geleneksel(örfi) ve dinsel teamüllerden kopartılarak tam
bir “bürokratikleşmesi”ni bir zorunluluk olarak beraberinde getirdi.
Bürokratikleşmesini belli bir seviyeye taşıyan Osmanlı Devleti’nin çöküşü
sonrası kurulan Cumhuriyet, savaşın ve uluslararası piyasanın dayatmaları
altındaydı. “Cumhuriyetçi” ve “laik” yönetici erk, inşa etmeye çalıştıkları
Bourdieucü manada “sembolik düzen”e de uyacak biçimde, zamanı da
(takvim ve saati) Batılı tarzda, tek tip, geleneksellikten ve keyfilikten uzak,
bürokratik bir yapıya girmeye zorladı (Gültekin, 2017). Geç Dönem Osmanlı
döneminde başlayan, Cumhuriyet’le beraber radikalleşen reformlarla
geleneksel “saat” ve “takvim” hükümsüz kılındı ve tek bir “takvim” ve “saat”
tipi tercih edilerek Batı tipi “saat” ve “takvim” kabul edildi (Wishnitzer,
2015: 183-192).
Hilafetin ilgası (1924) Şeyhülislamlığın kaldırılması (1924) ve
Cumhuriyet’i kuran kadroların din işlerinin laik temellere dayanan devlet
tarafından salt dinin teknik kısımlarıyla ilgili işlerle sınırlandırılan Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın (1924) kurulması, Hicri takvimin resmi olarak ilga
edilmesi ve resmi işlerde miladi takvimin kullanılmasının yasallaşması
(1925), ezani/alaturka saatin resmi olarak ilga edilmesi ve alafranga
saatin resmi işlerde kullanılmasının yasallaşması (1925), Müslümanların
özellikle son yıllarda yoğun biçimde medyada tartışılan Türkiye’de özellikle
ramazanda tam olarak ne zaman oruç tutmaya başlayacaklarına ve sabah
namazını ne zaman kılacakları meselesini anlaşılır kılacak sosyo-tarihsel
süreçteki yasal düzenlemeleri oluşturdu.
Sosyoloji Çalışmaları
247
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın -gelecek bölümde daha detaylı bilgi
verilecektir- çalışma konumuzu oluşturan görev ve sorumluluklarından
biri de ibadetlerin zaman bakımından tayin ve tespitidir. Gelgelelim, sorun
da tam bu noktada çıkıyor gözükmektedir. İslamiyet’in ilk yıllarından
beri neredeyse akli melekeleri yerinde olan her Müslüman ferdin çıplak
gözle kestirebildiği bir ölçme işlemiyle gerçekleşen ibadet zamanının
tespiti meselesi, Cumhuriyet’in ilgili anayasal düzenlemelerindeki radikal
değişimle toplum düzeyinde günümüze kadar süregelen bir sorun - bizim
çalışmamız bu meseleyi imsak vaktinin tespiti üzerinden ele alıyor- halini
alıyordu.
Bu çalışmanın temel problematiği şöyledir: “Türkiye’de Cumhuriyet
sonrası laikliği benimseyen modern bürokratik devlet, Ramazan aylarında
Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla resmi olarak ilan ettiği imsak vakitleriyle
-diğer vakitleri de beraber düşünürsek- Müslüman fertlerin ibadet saatlerini
belirleme ve yorumlama gücünü ellerinden mi alıyordu?”
Gelecek bölümde, Türkiye’ye özgü laikliğin tezahürlerinden olan
Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili bir tartışmaya yer verilecektir.
2. Türkiye Laikliğinin “Bütünleştirici” Bir Mercii: Diyanet
İşleri Başkanlığı
Cumhuriyeti kuran kadroların kabaca “din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması” olarak telakki edilen “laiklik” ilkesini nasıl algıladıklarıyla
doğrudan ilişkili olan Cumhuriyet devrimlerinin ne gibi bir devlet ve
toplum modeli benimsedikleri, son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda
din-modernleşme-siyaset arasındaki ilişkilerin nasıl bir mahiyet taşıdığıyla
mukayese edilmeksizin kolayca anlaşılamaz. İsmail Kara, Cumhuriyet
Türkiye’siyle belli bir kopuşu simgelediği din-modernleşme-siyaset
arasındaki ilişkilerin, Osmanlı’da ne gibi bir özellik gösterdiğini şu şekilde
açıklamaktadır:
“İslamın bekasının devletin bekasıyla aynileştirilmesi ve devletin
bekasının da “zarureten” ıslahatla mümkün görülmesi, dinin/
geleneğin aslına “sadakatten” daha ziyade uygun yeni çözümleri
dini bir kalıp içerisinde sunma, sunabilme gayretlerini birinci
plana çıkarmıştır. 1923 sonrasında Cumhuriyet Türkiyesi’nin dinsiyaset-batılılaşma düzleminde terkettiği işte bu modernleşme ile
dinileşmeyi birlikte götürme istikametindeki üst siyasettir. Aslında
Cumhuriyet ideolojisi de bir tür dinileşme politikası gütmüştür fakat
bu siyaset, düşünce ve uygulama planında bir üst siyaset olmadığı gibi
din-modernleşme-siyaset çizgisinde Türkiye’nin tarihi tecrübeleri
zaviyesinden layık olduğu ve kendisini taşıyabilecek bir yöneliş de
değildir. Ortaya çıkan siyaset, dinin politik manevralar, meşruiyet
248
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ve toplumsal nüfuz aracı olarak “kullanılması”ndan ibarettir”(Kara,
2016: 27-28).
Cumhuriyet döneminde dinin devlet tarafından algılanma tarzında
laik bir siyaset izlenmesi sebebiyle ciddi bir kopuş olduğunu ve dinin laik
temellere dayanan yeni devlet için topluma sızılmasında politik niyetlerle
işlevselleştirilen bir enstrüman olduğunu yorumlayan Kara, 1924’te
Cumhuriyet kadrolarının gerçekleştirdiği üç reformla; Osmanlı devletinde
siyasal, hukuki ve eğitim gibi alanlarda başat bir görevi icra eden ve en
tepede Şeyhülislamlıkla temsil edilen dinin güçlü konumunun, Hilafetin
İlgası, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun
kurulmasıyla minimize edildiğini bir anlamda ileri sürer (2016: 55-57).
Osmanlı devletindeki kritik konumundan başbakanlığa bağlı birim olarak
bile kabul edilmeyip başbakanlığa bağlı bir başkanlık olarak görevlendirilen
ve yetkilendirilen, dinin sadece itikat ve ibadet işlerini düzenleme görevine
indirgendiği51 bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı, yukarıda zikredilen
din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak karakterize edilen laiklik
ilkesini62 uygulamıştır.
Toplumsal birlik ve beraberliği sağlamaya yardımcı olan ve devlet
elitleri tarafından kontrol altında tutularak tahakküm altında milli bir
dinin oluşturulmaya çalışıldığını Kara şu şekilde yorumlar:
5 1978-1986 yılları arasında toplam 8 yıl 9 ay Diyanet İşleri Başkanlığını sürdürmüş
olan Tayyar Altıkulaç, yeni kurulan laik Cumhuriyet’teki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
statüsünü, devletin laik bir temelde olması sebebiyle önceki dönemde dinle devletin
birbirinin mütemmim cüzü olduğu Osmanlı döneminden keskin bir kopuş sergileyerek
devletin sadece muayyen konularla ilgilenen, muamelat konularına kesinlikle karışmayan
konumunu şöyle izah eder: “1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken bu müessesenin
bir önceki devrede mevcut olan Şeyhülislamlığın bir devamı gibi görülmediği kesin. Çünkü
yeni bir rejim gündeme gelmiştir. Devlet yönetiminde laiklik temel bir ilke olarak kabul
edilmiştir. Bu bünyeye uygun bir dini idare, diyanet modeli düşünülmüş ve bu düşünceden
hareketle Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Tabii araya laiklik girince Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın İslam’ın ancak muayyen konularıyla ilgilenmesi, özellikle de muamelat
konularıyla ilgilenmemesi ve bunların yasama organına bırakılması gibi temel bir ayırım
ortaya çıkmıştır. Kısaca söylemek gerekirse, Diyanet İşleri Başkanlığı yeni kurulan devletin
bünyesine uygun bir statüyle kurulmuştur” (akt. Ertunç, 2004: 169-170).
6 Laik bir temele dayanan bir devlette Türkiye’de uygulanan laikliğin Batı’daki muadillerine nazaran temelde ne tür farklılıklar taşıdığını anlamamız açısından Diyanet İşleri Başkanlığı bizatihi temel bir mukayese nesnesi olabilir. Ahmet Cemil Ertunç, birincil kaynaklara
dayanan Cumhuriyetin Tarihi adlı çalışmasında (2004) söylediğimiz minvalde bir yorumda
bulunur: “Türkiye laikliğinin Batı’dakinden farklı yönlerinden en önemlisini Diyanet İşleri
Başkanlığı teşkil eder. Laikliğin Batı toplumlarında uygulanan biçimini ifade eden “otoritenin ayrışması” laik devletin din işlerine dinin ise laik devletin işlerine karışmamasını gerektirir. Fakat laikliğin Türkiye’ye uyarlanmasının getirdiği temel bir farklılık olarak devlet laikliğine rağmen dinle ilişkisini kesmez. Diyanet İşleri Başkanlığı ise bunun kurumsal karşılığı
olur” (akt. Ertunç, 2004: 170). Bu eğilim de din ve devlet işleri arasında bir ayrım gözetmesine rağmen devletin dinsellikle ilgili mevzularda geniş bir denetim ve müdahale yetkisi veren
laiklik anlayışına yönelik en büyük eleştiri noktasını oluşturmaktadır (akt. Narlı, 1994: 24).
Sosyoloji Çalışmaları
249
“…laiklik ilkesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı organizasyonuna dair
mevzuat ve uygulamalar çok alt düzeyde işlemiş, bir başka ifade
ile siyasi merkezin dini alana ve giderek dini yaşantıya tahakküm
etmesine dönüşmüştür. Dine tahakküm ve dini alanın daraltılması,
kısıtlanması şeklinde anlaşılan ve yorumlanan din-siyaset ilişkileri,
neticeleri itibariyle dini toplumsal gerilim ve tehlike/tehdit
alanlarından biri saymak, siyasi meşruluk araçlarından biri olarak
kullanmak, yeni, seküler ve uygun bir din yorumunun (milli din)
ortaya çıkması için sürekli ve etkin tedbirlere başvurmaktan öte bir
yere varmış gözükmemektedir” (Kara, 2000: 45).
Ahmet Yaşar Ocak’a göre (2013:117) hiçbir tarihte hiçbir İslam
devletinde olmadığı kadar İslam’ı bir ideoloji haline getirmiş olan Osmanlı
devleti, Cumhuriyet’i kurduktan kısa bir süre sonra Cumhuriyetçi radikal
bir laisizme dönüşmüştü. Ocak, bu dönüşümü sağlayan inkılâpların nasıl
İslam’dan radikal laik bir milliyetçi kimliğe geçiş yaptığını, inkılapların
İslam’ın devletle ve toplumla ilişkisini resmi olarak kestiğini ve mezkûr
dönüşümlerin çalışmamızla doğrudan ilgili olan 1924’te Umur-ı Diniye
Riyaseti’nin (daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı olarak değiştiriliyor)
kurulmasıyla cami hizmetleri ve Müslüman halkın diğer dini ihtiyaçlarına
yönelik bütün kurumlaşmanın, yeni kurulan devletin kontrolü ve takibatına
girmesi dolayısıyla, İslam’ın da devletin kontrol ve takibine alındığını ileri
sürüyordu (2013: 118-119).
Cumhuriyet kadrolarının dinin yeni konumunu tayin ederken
zihinlerindeki varsayımlarını ise Gözaydın şu şekilde açıklar:
“1) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük çoğunluğu İslam
dinine mensuptur. 2) İslam’da ruhban sınıfı yoktur. 3) Ortak,
gündelik temel ihtiyaçların devlet tarafından karşılanması gerekir
tanımı içinde din de bir kamu hizmeti konusudur” (Gözaydın, 2014:
400).
Bununla birlikte, Gözaydın’a göre (2014: 400) “devlet seküler yapısı
içinde dini görevleri olan bir kutsama aracı üretiyor. Burada devletin
ürettiği dini bilgi, sürekli rekabet halinde olduğu, lakin bir türlü ortadan
kaldırmayı başaramadığı diğer dini eyleyicilerle giriştiği rekabetin bir
parçası” olarak karşımıza çıkıyor.
Osmanlı devlet yapısında devlet yönetiminin en üst noktalarından
birini temsil eden halifeliğin 3 Mart 1924’te kaldırılması, devlet içinde
şer’i işlerden sorumlu birimin bakanlık düzeyinde bir birim olmaktan
Başbakanlığa bağlı bir başkanlık statüsüne indirilmesi ve 1928’de “Devletin
dini İslamdır” ibaresinin kaldırılması, yüzyıllar boyunca Osmanlı devletinin
mütemmim cüzü olan İslam dininin yeni kurulan Türk ulusal devletinin
radikal laiklik politikalarıyla vicdanlara hapsedilmesine yol açtı. Devletin
250
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
“laik” ve “Batıcı” bir toplum inşa etmesinde temel bir unsur olmasının çok
ötesinde, Durkheimcı anlamda “toplumsal bütünleşme”yi sağlamada devlet
erkinin tercih ettiği ve Diyanet işleri Başkanlığı’nın kuruluş amacında da
net biçimde ifade bulan; İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları71
ile ilgili işleri yürütmekle sınırları bir hayli çizilmiş olan dini alan tüm
devlet kurumlarındaki işlevlerinden anayasal değişikliklerle kopartılmak
suretiyle, sadece müminin inancını özel alanında İslami usule uygun olarak
nasıl yaşaması konusundaki itikat ve ibadet işlerini düzenleyen bir düzeye
indirgenmiştir.
Yukarıda Kara’dan alıntıladığımız ve devletin din ile ilişkilerindeki
değişimi karakterize eden üç anayasal değişiklikle İslam dininin özellikle,
1924 sonrası bazı toplumsal ve siyasal hadiselerinde82 devreye girmesiyle
Yeni Türk devletinin bütüncül bir dünya görüşü değil de, kendi haklılığını
türettiği Schmittci93 anlamda bir “siyasal kategori”ye zorlandığını Ahmet
Çiğdem şu şekilde ifade eder:
“Kemalist Kulturkampf ’ın kendisini önceleyen tarihsel örneklerinde
olduğu gibi müminlerden yurttaş yaratma çabasının olmaması,
İslamın bir kültür olarak kabulünü getirmemiştir. Kemalizmin en
büyük keşfi, İslamı bir kültür olarak bırakmasını ona bir cemaat
bahşetmekle eşanlamlı olacağını görmesidir. Dolayısıyla Kemalizm
kendi İslamcı politik karını, İslamı siyasal bir kategori olarak
yaşatmakla devşirmiştir. Nitekim ancak İslami talepler var oldukçadır
ki, Kemalizm kendi haklılığını türetmekte zorlanmamıştır” (Çiğdem,
2001: 171).
Böylelikle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki mücadele, laik, dinin devlet
işlerine müdahalesine kesinlikle izin vermeyen, Batıcı değerleri ve
sembolleri tüm topluma yaymak isteyen bir ideolojinin tüm kurumları
dönüştürmesine sahne olmuştur. Hülasası, 1924’te Umur-ı Diniye Riyaseti
veya bugünkü ismiyle Diyanet İşleri Başkanlığı olarak başbakanlığa bağlı
7 Ertunç, din ve devlet ilişkilerini belirleyen Anayasa maddesinin 136. Madde olmakla
birlikte, bu maddenin diyanetin statüsünü belirlediğine işaret etmiştir: Genel idare
içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş
ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek
özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir”. Bu maddeden çıkarılacak olan şeyin
dinin maddede yer alan dayanışma ve bütünleşmenin sistemin öngördüğü dayanışma
ve bütünleşme olduğu ve bu durumunda 633 sayılı ve 1965 tarihli Diyanet kurumunun
“ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek bahsinde belirtilen şeye tekabül ettiğini söylemiştir.
Dolayısıyla ona göre Diyanet dini temelli bir ahlakın hâkim kılınmasının aksine ahlakın her
an dine meyledebilecek yanlarını kontrol altında tutmakla irtibatlıdır ki; başörtüsü gibi en
dini görünen konularda bile laik rejim fetvayı diyanete sormadan kendisi vermiştir (Ertunç,
2004: 172).
8
Şeyh Said Ayaklanması, TCF’nin kurulması, saltanata olmasa bile hilafete sempati
duyan mebusların olması ve Takrir-i Sükûn gibi öne çıkan siyasi hadiseler vs.
9 Bkz. Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Yayınları, 2006.
Sosyoloji Çalışmaları
251
bir birim olarak anayasanın ilgili maddesiyle görevleri belirlenmiş olan
ve laik bir esasa dayanan bir devletin kontrol ve denetimiyle varlığını
sürdüren bu kurum, devletin müminler üzerindeki resmi dinsel otorite
olması bakımından dini meselelerde -bizim çalışmamızda bazı ilahiyatçılar
ve din adamları- sürekli giriştiği dinsel bir meşruiyet kavgasının odağı
olmaya devam etmektedir.
3. İmsak Vaktinin Tespiti Bağlamında Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın ve Karşıtlarının Söylemleri
Ramazan ayında tekerrür eden “imsak vakti”yle ilgili tartışmanın
taraflarından birini; devletin din işleriyle ilgilenen ve devletin bu konularda
anayasanın 633 sayılı kanunla10 yetkilendirdiği resmi karar mercii olan
Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturmaktadır. Tartışmanın öteki tarafını ise,
özellikle imsak vaktiyle ilgili Diyanet’in takvimlerde belirlediği “saatin
hatalı olduğu ve müminlere yaklaşık 1 saat fazla oruç tutturulduğu ve
dolayısıyla sabah namazının da vakti girmeden kılındığıyla” ilgili görüşler
ileri süren bazı ilahiyatçılar ve din adamları112 oluşturmaktadır. Burada
Diyanet Kurumu dışındaki karşıt yorumlara tartışmada öne çıkan belli
aktörler üzerinden sınırlandırarak yer vermeye çalışacağız.
Bu tartışmanın resmi kanadını Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturmaktadır.
Diyanetin temel görevi; “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları
ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet
yerlerini yönetmektir” (Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri
Hakkında Kanun, 1965: 4121). Ayrıca Diyanet’in din hizmetlerinden
biri de çalışmamızı doğrudan ilgilendirecek şekilde namaz vakitlerinin
tespitiyle ilgilidir. Diyanet, “ilgili birim ve kuruluşlarla işbirliği yaparak
namaz vakitleri ve dini gün ve geceleri tespit ve ilan etmek, bunun için
gerekli çalışmaları yürütmek” (Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanun, 1965: 4122-3) ile de yükümlüdür. Böylelikle
devlet müminlerin dini ibadetleriyle ilgili Bourdieucü anlamda “sembolik
iktidar”ından güç alarak Vakit Hesaplama Şubesi Müdürlüğü’nün kendi
bünyesinde yaptığı çalışmalar neticesinde namaz saatlerini, dolayısıyla
imsak vaktini ve iftar vakitlerini de tayin etmektedir. Astronomi uzmanları
ve bu konuyla ilgilenen din adamlarıyla birlikte yürüttüğü çalışmaların
10 22/6/1965 senesinde yürürlülüğe geçen 633 numaralı Diyanet İşleri Başkanlığının
Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun ilk maddesi şöyledir: İslam dininin inançları,
ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve
ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
Ayrıca 633 sayılı Kanunun Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleriyle ilgili hükmü 1982 sayılı
kanunda da herhangi bir değişikliğe uğratılmamıştır.
11 Çalışmamızda görüşlerine yer verdiğimiz din adamları-ilahiyatçılar şu isimlerden
oluşmaktadır: Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr. Hüseyin
Atay, Osman Ünlü, Ali Rıza Demircan, Cübbeli Ahmet Hoca. Devletin resmi görüşünü dile
getirmekle yetkilendirilmiş ve görevlendirilmiş mercii ise Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.
252
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
neticesinde resmi olarak bu takvimi duyurmakta ve isteyen kişilerin
bu bilgiyi edinmelerini sağlamaktadır. Gelgelelim, Ramazan aylarında
sahurun bitiş zamanını ve sabah namazını doğrudan ilgilendiren imsak
vaktiyle ilgili kurum son yıllarda ciddi eleştiriler almaktadır. Bu eleştiriler
özellikle ilahiyatçılardan ve din adamlarından gelmektedir. Bu tartışmada
hem diyanetin bu mesele hakkındaki “resmi söylem”ine hem de karşıtların
söylemlerine yer verilecektir.
Bu bölüme geçmeden evvel, bu tartışmanın başlatıcılarından olan ve bu
mesele hakkında çalışmaları olan Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın iddialarına yer
verilecektir.
a) İmsak Tartışmasının İlk Kıvılcımı: Hüseyin Atay’ın
Müdahalesi
İmsak vaktiyle ilgili son yıllarda medya aracılığıyla Diyanet İşleri
Başkanlığı, din adamları ve ilahiyatçıların yürüttükleri tartışmayı bundan
yıllar önce ilahiyatçı Hüseyin Atay’ın12 başlattığını, öğrencisi de olan Yaşar
Nuri Öztürk bir televizyon programında (2015) dile getirmişti. Atay, söz
konusu bilimsel çalışmasındaki iddiasını, imsak vakitlerinin tayin ve
tespitini İslam dinindeki temel kaynaklar olan ayet, hadis, fıkıh ve fetva
kitapları üzerinden haklılaştırmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, Diyanet ve
bu konudaki karşıtlarının son yıllarda yaptıkları imsak vakti tartışmasına
geçmeden önce, Hüseyin Atay’ın İmsak Vaktinin Tayin ve Tespiti (tarihsiz)132
adlı çalışmasından kısaca bahsedebiliriz. Atay, İslam dininin kutsal kitabı
olan Kuran-ı Kerim’de bu meseleyle ilgili tek ayetin olduğunu söyleyerek
iddiasını gerekçelendirmeye başlar. Bu ayet şöyledir: “Tan yerinde siyah
iplik ile beyaz ipliği ayırt edene kadar yiyiniz, içiniz, sonra orucu geceye
kadar tamamlayınız”143 (Bakara Suresi, 178. Ayet).
Atay’a göre İslam Peygamberi Hz. Muhammed bu ayeti şu şekilde
açıklamıştır: “Hz. Peygamber, beyaz iplikten maksat gündüzün aydınlığı ve
siyah iplikten maksat da gecenin karanlığı olduğunu açıklamıştı” (Tarihsiz: 2).
Atay, Hz. Muhammed’in bu konu hakkındaki hadislerini titiz bir
biçimde şu şekilde bir araya getirmiştir.
Hz. Muhammed’in sözleri şöyledir:
12
Akademik çalışmalarına hala devam etmekte olan Hüseyin Atay’ın kendi adıyla
kurduğu web sitesinde hazırladığı bir biyografisi mevcuttur. Bkz. http://huseyinatay.com/
Biyografi.html
13 İnternette pdf dosyası olarak sunulan ve tarafımızca kullanılan bu metinde, yayım
tarihi hakkında herhangi bir kayıt düşülmediğinden yayım tarihi “tarihsiz” olarak ifade
edilmiştir.
14
Bu ayetin farklı mealleri de vardır. Bunlardan biri şöyledir : “Fecrin ak çizgisi,
kara çizgisinden sizce tam olarak seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar
tamamlayın” (Bakara Suresi, 178. Ayet).
Sosyoloji Çalışmaları
253
1) “Yiyiniz, içiniz yalancı şafak (kule şeklindeki aydınlık) yemenize
mani olmasın.” (Ebu Davud, el-Sunan 1/548)
2) “Bilal’in ezan okuması, sahur yemenize engel olmasın, ufuktaki
beyazlık da genişliğine yayılana kadar yemenize engel olmasın.”
(Ali.b. Ömer Dare Kutni, 2/166)
3) a) “Yiyiniz, içiniz, Kule gibi yükselen aydınlık sizi aldatmasın.
Kırmızılık ortaya çıkıncaya kadar yiyiniz, içiniz.” (Ebu Cafer
Tahavi, Meanıl-Asar, 1/324-5, Bedreddin Mahmud b. Ahmed elAyni Umdetu-Karili Şerhil-Buhari, 5/211).
b) “Yiyiniz, içiniz. Yükselen parlaklık sizi yemekten alıkoymasın.
Kırmızılık yayılana kadar yiyiniz, içiniz.” (Sahih Tirmizi 3/224,
Tahavi, Meanıl-Asar, 1/324-55)
4)
“Allah Bilal’e acıma duygusu versin. Bilal olmasaydı, güneşin
doğuşuna kadar bize yemek için ruhsat verileceğini umardık.”
(Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalani, Feth ve Barı li-Şerhil Buhari
4/135)
5) “Sahurda Bilal’in sesi ve şu beyazlık (dikine olan) sizi aldatmasın,
bırakın beyazlık yayılsın.” (Ebu Muhammed b. Ali b. Hazm elMuhalla 6/230)
Atay’a göre (tarihsiz: 4) bu hadislerden şu hususlar ortaya çıkmaktadır:
a) Ufukta göğe dikine kule gibi çıkan ışık hiçbir suretle muteber
olmayıp buna yalancı şafak (fecri kazib) denmektedir.
b) Ufuktaki beyazlık ufku kaplayacak şekilde yayılmasına kadar
yenir.
c) Ufukta kırmızılık yayılıncaya kadar sahur yenir.
d) Güneşin doğuşuna kadar sahur yenmesinin imkânına Hz.
Muhammed işaret buyurmuştur (Atay, tarihsiz: 4).
Atay bu akıl yürütme ve gerekçelendirme neticesinde mevcut
uygulamalarda iki yanlış olduğunu tespit etmiştir:
1) Takvimlerde yapılan iki hatayı düzeltmek gerekir. Bunlardan
biri fıkıh ve hadis kitaplarında sahur vakti için gösterilen
zamanın insana en zor olanını almış olmasıdır. Buna da
ihtiyat denmektedir. Oysa bu yukarıda söz edilen hadislere ve
dinin kolaylaştırılması emrine aykırıdır.
254
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
2) Kur’an-ı Kerimde, Hadis-i Şeriflerde, fıkıh ve fetva kitaplarında
vakitler konumuz olan sahur vakti de hep tavsif, yani niteleme
ve tasvir etme ile gösterilmiş ve anlatılmıştır. Dakikaya ve saate
göre tayin ve tespit edilmemiştir. Bu tavsif ve tasvirleri ilk
defa dakika ve saate çevirenler ve saate göre ayarlayanlar hata
etmişler ve hala o hata devam etmektedir (Atay, tarihsiz: 19).
c)
İmsak Vaktinin Tartışma Platformu: Resmi Söylemin ve
Karşıtlarının Medya Üzerinden Mücadelesi
Devletin dine ilişkin “resmi söylem”ini temsil eden Diyanet İşleri
Başkanlığı ve bu iddialara karşıt tez ileri süren ilahiyatçılar ve din âlimleriyle,
Diyanet’in safında yer alan ve çalışmamızda değerlendirmelerine yer
verdiğimiz 1 din adamının medya üzerinden yaptıkları değerlendirmelere
ve bunların analizlerine burada yer verilecektir. Muhtelif televizyon
programlarında imsak vaktiyle ilgili değerlendirmeler bir video halinde
youtube.com adlı internet sitesinde ayrı bir bölüm olarak yayınlanan
videolar transkribe edilerek analiz için hazırlanmıştır. Ayrıca bazı ulusal
gazetelerin ve ulusal dergilerin internet sitelerinden de yararlanılmıştır.
Zikrettiğimiz mezkûr tarafların görüşlerine ise şimdi geçebiliriz.
Kuruculuğunu Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın yaptığı Süleymaniye
Vakfı, 20.yy.ın başına kadar Müslümanların fecre bakarak imsak vaktini
tayin edebilme gücünün Ahmet Muhtar Paşa’nın imsak vaktini bilimsel
usullerle bulma çabalarıyla ekarte edilerek elinden alındığını ifade ediyor.
Bu dönemden itibaren imsak vaktinin hassas aletlerle tespit edildiğini ve bu
konudaki “bilimselleşme” için bir milat olmasına karşın gözlem için alınan
tanın geçersiz olduğunu da ekliyor.
“20.yy’ın başlarına kadar ufka bakarak Müslümanlar imsak vaktini
tayin ederlerdi. Ahmet Muhtar Paşa’nın çalışmaları takvimi değiştirdi
ve yaptığı çalışmalarla imsak vaktini -18 derece Astronomik Tan
olarak belirledi. Bu olay insan gözüyle görülmez, sadece hassas
aletlerle tespit edilebilir. Oysaki Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Fecrin ak çizgisi, kara çizgisinden sizce tam olarak seçilinceye kadar
yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın””(Bakara Suresi
178. Ayet) (tevhid_dersleri, 2015).
İmsak vakti ve dolayısıyla namaz vakitleri için Diyanet’in esas aldığı
Astronomik tanın (- 18 derece) namaz vakitleri için geçersiz bir ölçü
olduğunu ayrıca iddia eden Abdülaziz Bayındır, gerekçelendirmesini bir
konuşmasında şu şekilde yapıyor:
“Diyanet İşleri Başkanlığı bugün yayınlamış oldukları bildiride
diyorlar ki: Astronomik Tan’ı esas alıyoruz diyorlar. Astronomik
Tan yıldız gözlemlerinde ancak kullanılabilir, namaz vakitlerinde
Sosyoloji Çalışmaları
255
asla kullanılabilecek bir şey değil, yeryüzüyle alakalı bir tan değil.
Bu tamamen yeryüzünden yaklaşık 400 km ve daha fazla yukarıda
olan atmosferin en üst tarafına ışığın gelişi anıyla alakalı bir olaydır.
Yıldız gözlemlerinde sadece işe yarar, onun dışında herhangi bir işe
yaramaz” (Muvahhid Düşünce, 2013).
Abdülaziz Bayındır’la ortak çalışmalarda da bulunmuş Ali Rıza Demircan, Bayındır’ın iddialarını desteklemekle beraber, asıl meselenin sabah
namazının Ramazan ayında imsak vaktiyle eşitlenerek vakti girmeden kılınması olduğunu şu şekilde açıklıyor:
“Abdülaziz hocamız benim dostumdur. Kendisiyle ilmi çalışmalarımızı
sürekli beraber yürütürüz. Hocamız bu konuda haklıdır. Problem
orucun elli dakika daha fazla tutulması değil, problem sabah
namazının vaktinin girmeden kılınmış olmasıdır… Kuran’ın
getirdiği bir ölçü var. “Sabahın aydınlığı gecenin karanlığından
ayrıldığı vakite dek yemenize içmenize devam edin” buyuruluyor…
Bunu gözlemlediğiniz zaman aslında İslam’ın iki büyük yüceliği
var. Bunlardan bir tanesi koyduğu ölçülerin kolaylıkla yaşanabilir
olması, bir diğer ölçüsü de anlaşılabilir olması herkes tarafından.
Bu emrin muhatabı yalnızca İslam âlimleri değil, her bir oruç tutan
Müslüman bu emrin muhatabıdır. Dolayısıyla bu emrin konusu
olan vakit her bir Müslüman tarafından izlenebilir. Uzmanlığa da
gerek yoktur. Şimdi sabahleyin Diyanet İşleri Başkanlığımızın ilan
ettiği imsak vaktini lütfen balkonunuza çıkın, doğu ufkuna bakın,
tıpkı gece yarısında olduğu gibi havanın kapkaranlık olduğunu
göreceksiniz… Oruç emrinin muhatabı olan herkes kendi ölçüleri
içinde bu gözlemleri yapmak zorunda… Aslında imsak vaktinin
başlamasıyla birlikte sabah namazının vakti girmiş olur. Gerçi biraz
önce okuduğumuz ayet bize orucun imsak vaktini vermekte. Ama
aziz Peygamberimizin uygulamaları imsak vaktinin akabinde sabah
namazının kılınmasıdır… Namazlar bize Kuran-ı Kerim ile vakitleri
belirlenmiş vakitlerdir. Dolayısıyla öğle namazını 40 dakika önce
kılamayacağınız gibi sabah namazını da kılamazsınız… Ramazanın
dışında sabah ezanları güneşin doğuşuna 1 saat kala okunur, yarım
saat kala da ne yapılır sabah namazı cemaatiyle birlikte namaz eda
olunur. Fakat Ramazan’da imsak vaktiyle ezan okunuyor ve 20 dakika
beklenip kılınıyor. Yani imsaktan yarım saat sonra sabah namazı
bitiyor yani kılınmış oluyor. Erken kılınmış, yani vakit girmemiş
oluyor” (Demircan, 2013).
Cübbeli Ahmet Hoca, bir konuşmasında Diyanet’in imsak vakti
konusundaki bilimsel zemini olan araştırmalarında tamamen haklı
olduğunu, bunu da Abdülaziz Bayındır vb. doğrultuda düşünenleri zımnen
(ad vermeden) eleştirerek şu şekilde dile getiriyor:
256
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
“Bu kadar bütünü bu dinin hesapla kitapla takvimle oluyor da, diğer
namaz vakitlerinin hepsi bu takvimle, hepsi bu takvimle oluyor
da, “Aydınlandı mı Aydınlanmadı mı?” diyerek bunu göz bakışına
havale edemezsin. Çünkü bu göz bakışına değil, hesapladır. Yani ben
onu gökte gördüğüm için Allah’ın dediği aydınlık gökteki çizgi bu
yerdeki aydınlığı söylüyor. Ama “minel fecr” diyor. Beyaz iplik, siyah
iplik nedir? Ufuktaki çizgiyi sen yerde durduğun yerde aydınlık
oradan buraya yansır mı? Güneş mi doğdu ki burayı aydınlatsın!
Ufuktaki çizgi orada duruyor, oraya bakan görür. Yani kesinlikle bu
hesaba uyulması lazım. Milletin orucu Allah muhafaza çok büyük
tehlikeye girer!” (Habertürk, 2014)
Abdülaziz Bayındır’la imsak vakti hususunda aynı fikirde olan Yaşar
Nuri Öztürk de kendi hocası da olan Hüseyin Atay’ın yaptığı tespit itibariyle
müminlere 1 saat fazla oruç tutturulduğunu şu şekilde iddia etmiştir:
“Bunun ispatını otuz sene önce Hüseyin Atay yapmıştı ve küçük bir
risaleyle de bunu duyurdu. Ne diyordu Hüseyin Atay: “Kuran ve
Sünnet’in verileri açısından baktığımızda bugün bizim toplumumuza
1 saat fazla oruç tutturuluyor”. Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır ki bir
ilahiyat profesörüdür, o da araştırmalarıyla bu noktaya geldi ve bunu
geçen sene bu sene verdi. Abdülaziz hocayı takip etsinler” (Kur’an
Dersi, 2015).
Osman Ünlü ise bu tartışmaların 12 Eylül sonrası Diyanet’in vakitler
için kullanılan “temkin vaktini” kaldırmasından doğduğunu ve Ali Rıza
Demircan gibi imsak vaktinin sabah namazı vaktiyle eşitlenmesinin dinen
hatalı bir uygulama olduğunu dile getiriyor:
“Hâlbuki burada esas şeyi (tartışmayı) Diyanet başlattı. Kendisi başlattı.
Şimdi kalkıyor sitem ediyor Diyanet İşleri Başkanlığı falan ama esas
Diyanet İşleri’nin kendisi değiştirdi bu takvimleri. İmsakla, yatsıyla,
ikindi ve öğleyle falan. 1983’te yapıldı bu değişiklik. 1983’ten önceki
Diyanet takvimlerine bakarsan öyle bir değişiklik söz konusu değil.
Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı diyor ki bizim yaptığımız doğru…
İmsakta temkin vakti vardı. Diyanet onu kaldırdı. Şu an Diyanet
takvimlerinde ve diyanetten alınan takvimlerde imsak yazan yer sabah
namazının giriş vaktidir. Hâlbuki oruca bundan 15-20 dakika önce
başlamak lazımdır. (Sabah namazı vaktiyle imsak vakti) farklıdır, 15-20
dakika önce başlaması lazım” (Huzura Doğru (Osman Ünlü), 2016).
Bu tartışmaların neşet ettiği mercii olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na
yönelik yapılan “Diyanet 70 dakika fazla oruç tutturuluyor” eleştirilerine
Diyanet şu şekilde karşılık vermektedir. Başkanlık Basın ve Halkla İlişkiler
Müşavirliği’nden yapılan yazılı açıklama, Sabah gazetesinde yapılan bir
haberde şu şekilde aktarılıyor:
Sosyoloji Çalışmaları
257
“Başkanlığın imsak vakitlerinden temkini kaldırarak, imsakı
vaktinden daha sonraya bıraktığı ve böylece imsak vakti girmiş
olmasına rağmen insanların yemeye içmeye devam etmelerine
yol açarak oruçlarını tehlikeye attığı; imsaki vaktinden öne alarak
insanları daha vakit varken bir saat öncesinden oruca başlattığı ve
sabah namazını vaktinden önce kılmalarına yol açtığı ve böylece
namazlarının batıl hale gelmesine sebebiyet verdiği yönünde
eleştirilere maruz kaldığı belirtildi” (Sabah Gazetesi, 2012).
Diyanet, süregelen uygulamasından dolayı imsak vaktinin yanlış
hesaplandığına yönelik ileri sürülen eleştirilere cevap mahiyetinde, Ankara
Üniversitesi’yle bu hususun açıklığa kavuşturulması için gözlem çalışması
yapılması için yeni bir protokol imzalıyor ve buna ilişkin haber şu şekilde
aktarılıyor:
“Diyanet’in, imsak ve yatsı vakitleriyle ilgili hesaplarının yerindeliğini
ölçmek ve muhatap olduğu iddiaların doğruluk derecesini tespit
etmek üzere geçen yıl ramazan ayından sonra yatsı ve sabah
vakitlerinin tespitine yönelik yeni bir gözlem çalışması yapmaya
karar verdiği belirtilen açıklamada, bu karar çerçevesinde Ankara
Üniversitesi ile protokol imzalandığı kaydedildi. Ankara Üniversitesi
Astronomi ve Uzay Bilimleri Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sacit
Özdemir’in başkanlığında, 2011 Eylül ayında başlatılan projenin, bir
gözlem heyetince yürütüldüğü ifade edilen açıklamada, gözlemlerin
hem gelişmiş astronomik aletler hem de denek gözlemcilerle
yapıldığı belirtildi… Şu ana kadar ulaşılan sonuçları şöyle
özetlemek mümkündür; hata payları da göz önünde bulundurularak
değerlendirildiğinde aletle yapılan gözlemlerden kabaca elde edilen
sonuçlar, Başkanlığımız takvimlerinde verilen akşam/yatsı ve imsak/
sabah vakitleriyle örtüşmektedir. Gözlem yeri, şehir ışıklarının
yansıması, havanın berraklık durumu, gözlemci denek sayısı, insan
gözüyle aletin algılama gücü farkı vb. etkenlerden kaynaklandığı
düşünülen sebeplerle gözle yapılan gözlemlerle Başkanlığımız
takviminde verilen akşam/yatsı ve imsak/sabah vakitleri arasında
bir miktar farklılıklar izlenmiştir. Ancak bu farklılıklar büyük ölçüde
temkin payları kapsamında değerlendirilebilecek niteliktedir’’(Sabah
Gazetesi, 2012).
Ayrıca, Diyanetin yapılan bu yazılı açıklamada kendisinin ölçü olarak
aldığı -18 derecenin Türkiye dışındaki İslam ülkelerinde de uygulandığı
iddiası ilgili haberde şu şekilde aktarılıyor:
“İmsak vakti belirlenirken güneşin 18 derece ufka yaklaşmasını
esas alan ölçünün, bütün İslam dünyasında imsak vakitlerinin
belirlenmesinde esas alınan en düşük derece olduğu bildirilen
258
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
açıklamada, bazı İslam ülkeleri ve Müslüman toplulukların daha
ihtiyatlı hareket etmek için güneşin 19 derece ufka yaklaşmasını esas
aldığı belirtildi. İslam dünyasında imsak vakitlerinin belirlenmesinde
18 dereceden daha düşük bir ölçüyü esas alan herhangi bir ülke
bulunmadığı vurgulanan açıklamada, ‘’Mekke-i Mükerreme
ve Medine-i Münevvere’deki uygulama da böyledir. Ancak yaz
aylarında yatsı ve imsak vakitlerinin oluşmadığı ileri enlemler bunun
dışındadır’’ ifadesine yer verildi” (Sabah Gazetesi, 2012).
İmsak vaktinin tayin ve tespitine ilişkin tartışmada Diyanet’e yönelik
en sert eleştirileri getiren Abdülaziz Bayındır Diyanet’in, Uzay bilimleri
Fakültesi yardımıyla hem bilimsel aletlerle hem de çıplak gözle yaptığını
açıkladığı gözleminin geçersiz olduğunu şu şekilde aktarıyor:
“Başkanlık Din İşleri Yüksek Kurulu, bakın burada çok açık ve
net söylüyorum. Burada yazılanlara asla inanamaz. Bunu çok açık
söylüyorum. Prof. Dr. Sacit Özdemir (Ankara Üniversitesi Uzay
Bilimleri Öğretim Üyesi)’in adı geçiyor. Şöyle bir ifade var diyor:
“Gözlemler hem gelişmiş astronomik aletler hem de göz ile denek
gözlemciler ile olmak üzere birlikte iki yöntemle gerçekleştirilmiştir”
diyor. Bir kere astronomiden küçücük bir bilgisi olan kişi -18
dereceyi gözlemlemek için çıplak gözle gözlemcileri asla götürmez.
Çünkü çıplak gözle o saatte görülecek herhangi bir ışık yoktur. Şimdi
ben burada sayın başkana ve az önce daha önceki İstanbul müftüsü
olan arkadaşım Sayın Çağrıcı’ya buradan açıkça teklif ediyorum.
Buyursunlar, herhangi bir akşam herhangi bir gece beraberce, sayın
Başkan, sayın Çağrıcı ve Sayın Özdemir, bende İ. Ü. Uzay bilimleri
öğretim üyesi Prof. Dr. Adnan Ökten beyi ve ekibimizde yer alan
diğer arkadaşlarımızı çağıracam. Hep beraber çıkalım, bir tanyeri
gözlemi yapalım ve orada ilgili ayetleri ve hadisleri okuyalım… Biz
Allah rızası için bir hizmet olsun diye, tarihte ilk defa ekvatordan
kutuplara namaz vakitlerini tespit ettik. Kutup bölgesindeki insanlar
bundan sonra çok rahat oruç tutacaklar… Benim bu söylediğim
şeylerde dört mezhebin tam bir ittifakı var. Kuran ve Sünnet arasında
tam bir ittifak var. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı’nın söylediğinde,
diğer İslam ülkelerinde uygulananlarda hiçbir tutar tarafı yok”
(Muvahhid Düşünce, 2013).
Mezkûr taraflar arasındaki tartışmadaki iddiaları şu şekilde özetlemek
mümkündür: a) Ahmet Muhtar Paşa’dan beri imsak vaktini belirlemek için
esas alın astronomik tan (-18 derece) çıplak gözle bir insanın görebileceği
bir tan olmadığından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hesabı yanlış ve
geçersizdir. b) Bu yanlış aynı zamanda sabah namazı vaktinin de yanlış
vakitte kılınmasına sebebiyet vermektedir. c) Diyanet hem çıplak gözle hem
de astronomik aletlerle hesap yaptığını ileri sürmesine karşın, zikrettiğimiz
Sosyoloji Çalışmaları
259
gibi esas aldığı tanın sadece hassas aletlerle gözlemlenebileceğinin
vurgulanması Diyanet’in çıplak gözle hesap yapması dolayısıyla deyim
yerindeyse bir mantık hatası yaptığının ileri sürülmesine sebebiyet
vermiştir.
SONUÇ YERİNE
Türkiye’ye özgü laikliğin ürettiği kurumlardan biri olan Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın görev ve sorumluklarından biri de, diğer dini vakitlerde
olduğu gibi Ramazan aylarında oruca başlama vaktini gösteren imsak
vaktini tespit etmesidir. Osmanlı’dan devraldığı devlet kurumlarındaki
“bürokratikleşme” ve “bilimselleşme” eğilimini Cumhuriyet’i kuran yönetici
erkin ladini (laik) politikalarla radikalleştirmesi, ciddi tartışma alanlarını
da beraberinde getirmiştir. Bu tartışma alanlarından biri de; Osmanlı’dan
kalan dini kurumların tasfiyesiyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
görevlerinden biri olan ülkedeki büyük çoğunluğu Müslüman olan halkın
ibadet saatlerini, bilimsel/astronomik gözlemlerle ve ilgili birimlerle
işbirliği içinde resmi olarak tespit ederek yayınlamasıdır.
Son yıllarda imsak vaktinin tespitiyle ilgili özellikle çalışmamızda
yorumlarına yer verdiğimiz ilahiyatçılar ve din adamlarının getirdiği
eleştiriler –imsak vaktinin erken başlatıldığı- devletin ve bunun dini
alanı kontrol etme hususunda görevlendirdiği kurum olan Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın dini meselelerdeki söz söyleme tekeline yönelik Bourdieucü
anlamda “sembolik iktidar”ına yöneliktir. İlahiyatçılar ve din adamlarının
ve özellikle Hüseyin Atay’ın imsak vaktiyle ilgili tespitleri -dinin vakit
belirleme konusunda zorlaştırıcı olunmaması, bilakis kolaylaştırıcı olması
gerektiği ve imsak vaktinin dakika dakika tespitinden ziyade İslam’ın temel
kaynaklarında niteleme ve tasvir etme ile gösterildiği, ayet ve hadislerde de
belirtildiği üzere tüm Müslümanlara imsak vaktini çıplak gözle belirleyebilme
hürriyetini vermesi- birlikte düşünüldüğünde Diyanet’in devlet kanalıyla
dini pratikleri Weberci anlamda “bürokratikleştirme” eğilimiyle taban
tabana zıttır. Bununla beraber, muhalif kesim içerisinde özellikle bu
durumun savunuculuğunu yapan Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır Diyanetin
ve diğer Müslüman ülkelerin astronomik aletlerle yıldız gözlemlerinde
kullanılan ve yeryüzüne ait olmayan bir tan olan Astronomik tanı (-18
derece) imsak vakti için referans almalarından kalkarak kendi iddiasını aynı
zamanda bilimsel bir söylemle gerekçelendirmektedir. Profesör Bayındır’ın
kuruculuğunu yaptığı Süleymaniye Vakfı’nın astronomik tanın hadislerde
belirtilen fecr-i kazibe (yalancı fecir) denk düştüğünü söylemesi ve çıplak
gözle hiçbir insanın Diyanet’in deneklerle yaptığı gözlemleri kastederek
-18 derecedeki bir ışığı görmelerinin bilimsel olarak imkânsız olduğunu
ve Güneş ufkun -9 derece altına geldiğinde ise Kur’anda tarif edilen fecr-i
260
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
sadığın15 meydana geldiğini (tevhid_dersleri, 2015) iddia etmesi Diyanet’i
güç bir pozisyona itmektedir. “Bürokratikleşme”nin en temel unsurları
olan “hesaplanabilirlik”, “keyfiliğin dışlanması”, “nesnellik” ve “kişiden
arındırılmışlık”; dini vakitlerden biri olan imsak vaktinin devlet tarafından
Bourdieu’nün dediği anlamda sembolik düzenin muhafazası çerçevesinde
giriştiği “kaideleştirme”nin devlet söyleminin dışındaki tüm “yorumlama
gücünü” ellerinden almaya çalışarak devlet dışındaki tüm görüşleri bertaraf
ettiği “homojenleştirme” eğilimiyle ilişkili gözükmektedir.
“Bürokratikleşme” eğilimindeki devlet, Türkiye’de Diyanet kanalıyla
Müslümanların kendi ibadet vakitlerini belirleme ve yorumlama gücünü
tekeline alma hususunda Müslüman fertlerin gözünde tarihsel bazı
sebeplerden dolayı daha meşru gözükebilir. Gelgelelim, başta ilahiyatçılar
ve din adamlarının kamuoyunda ürettiği tartışmalar, imsak vaktini
belirleme üzerinden modern devletin dini pratikleri “bürokratikleştirme”
eğilimini örseleyecek gibi gözüküyor.
KAYNAKÇA
BOURDIEU, Pierre (1977), “Sur Le Pouvoir Symbolique”, Annales. Économies,
Sociétés, Civilisations, Vol. 32, N. 3, pp. 405-411.
BOURDIEU, Pierre (2013), Seçilmiş Metinler, (Çev.: L. Ünsaldı), Ankara: Heretik
Yayınları.
BOURDIEU, Pierre (2015), Devlet Üzerine. Collège de France Dersleri (1989-1992),
(Çev.: A. Sümer), İletişim Yayınları, İstanbul.
HUTHER, Jacques-Coenen (2013), Durkheim’ı Anlamak, (Çev.: S. Akyüz), İletişim
Yayınları, İstanbul.
COMTE, Auguste (2001), Pozitif Felsefe Kursları, (Çev.: E. Ataçay), Sosyal Yayınlar,
İstanbul.
ÇİĞDEM, Ahmet (2001), Taşra Epiği, “Türk” İdeolojileri ve İslamcılık, Birikim
Yayınları, İstanbul.
ÇİĞDEM, Ahmet (2003), Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul.
DIDEROT & D’ALEMBERT (2005), Ansiklopedi ya da Bilimler, Sanatlar ve
Zanaatlar Açıklamalı Sözlüğü, (Çev.: S. Hilav), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
DURKHEIM, Émile (2005), Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri, (Çev.: F. Aydın), Ataç
Yayınları: İstanbul.
ERTUNÇ, A. Cemil (2004), Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul.
FOUCAULT, Michel (2004), Felsefe Sahnesi, (Çev.: I. Ergüden). Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
15
“Doğru fecir” olarak tercüme edilebilir.
Sosyoloji Çalışmaları
261
GÖZAYDIN, İştar (2014), “Bourdieu ve Din”, Cogito Dergisi, Pierre Bourdieu, sayı:
76, s. 389-401, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
GULBENKIAN KOMİSYONU (1998), Sosyal Bilimleri Açın, (Çev.: Ş. Tekeli),
Metis Yayınları, İstanbul.
GÜLTEKİN, Mustafa (2017), “Fiziksel İktidarın Ayrılmaz Parçası Olarak
Sembolik İktidarın Tesisi: Cumhuriyet Türkiye’sinde Yasalarla Zamanın
Laikleştirilmesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi ( The Journal of
International Social Research), Cilt: 10, Sayı: 54, s. 545-560.
KARA, İsmail (2000), “Din ile Devlet Arasında Sıkışmış Bir Kurum: Diyanet İşleri
Başkanlığı”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 18, s. 29-55.
KARA, İsmail (2016), Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 1, Dergâh
Yayınları, İstanbul.
NARLI, Nilüfer (1994), “Türkiye’de Laikliğin Konumu”, Cogito Dergisi, Laiklik,
sayı: 1, s. 23-31, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
OCAK, A. Yaşar (2013), Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul.
SCHMITT, Carl (2006), Siyasal Kavramı, (Çev.: E. Göztepe), Metis Yayınları,
İstanbul.
SWARTZ, David (2011), Kültür ve İktidar. Pierre Bourdieu’nün Sosyolojisi, (Çev.: E.
Gen), İletişim Yayınları, İstanbul.
WACQUANT, Loic (2007), “Loic Wacquant’la Söyleşi: Bourdieu ile Devleti
Düşünmek”, (Çev.: A. Şaşmaz), (Söyleşen: V. F. Bozçalı, S. Aydın, C. Özden)
İstanbul: Birikim Dergisi, S. 219, ss. 59-63.
WEBER, Max (2002), Sosyoloji Yazıları, (Çev.: T. Parla), İletişim Yayınları, İstanbul.
WISHNITZER, Avner (2015), Reading Clocks, Alla Turca: Time and Society in the
Late Ottoman Empire, The University of Chicago, United States of America.
İnternet Kaynakçası
Abdülaziz Bayındır, Oruca Başlama Vakti, 1989, erişim tarihi:10/03/2018, erişim adresi:
http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d038s011m1
Ali Rıza Demircan. (2013). Erişim tarihi: 10/10/2016, erişim adresi: https://www.
youtube.com/watch?v=FkErynq0c8Q
Atay, Hüseyin (tarihsiz). “İmsak Vaktinin Tayin ve Tespiti”, erişim tarihi: 14/10/2016,
erişim adresi: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/69/1746/18539.pdf
Habertürk. (2014). Erişim tarihi: 10/10/2016, erişim adresi: https://www.youtube.
com/watch?v=3Lh2O5JZFwI&t=66s
Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun (1965) Kanun
Numarası 633,Yayımlandığı Resmi Gazete Tarih: 2/7/1965 Sayı: 12038,
Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5 Cilt: 4 Sayfa: 2911, erişim tarihi: 10/03/2018,
erişim adresi: http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.633.pdf
262
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Hüseyin Atay, Biyografi, 2015, erişim tarihi:12/03/2018, erişim adresi: http://
huseyinatay.com/Biyografi.html
Huzura Doğru (Osman Ünlü). (2016). Erişim tarihi: 14/10/2016, erişim adresi:
https://www.youtube.com/watch?v=ea_ANCu3vFI
Kur’an Dersi. (2015). Erişim tarihi: 13/10/2016, erişim adresi: https://www.
youtube.com/watch?v=s7uUZy8hiPg&t=2s
Muvahhid Düşünce. (2013). Erişim tarihi:10/10/2016, erişim adresi: https://www.
youtube.com/watch?v=-SpHBTEFqQo
Sabah Gazetesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan imsak açıklaması, yayın tarihi:
26/07/2012, erişim tarihi: 15/10/2016, erişim adresi: https://www.sabah.
com.tr/gundem/2012/07/26/diyanet-isleri-baskanligindan-imsakaciklamasi
tevhid_dersleri ( 2015). Erişim tarihi: 13/10/2016, erişim adresi: https://www.
youtube.com/watch?v=-a_khj1hcSg
Turizm Çalışmaları
Turizm Çalışmaları
265
TURİST REHBERLERİ ODALARINDA KURUMSAL SOSYAL
SORUMLULUK UYGULAMALARI
CORPORATE SOCIAL RESPONSIBILITY PRACTICES IN
CHAMBERS OF TOURIST GUIDES
Necibe ŞEN1, Ayşe ÇELİK YETİM2
ÖZET
Günümüzde Kurumsal Sosyal Sorumluluk işletmelerin kendi çıkarlarını ve
içerisinde yaşadığı toplumun çıkarlarının yanısıra paydaşların çıkarlarını da
gözettiği önemli bir kavramdır. Kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri turizm
işletmelerinin imajının oluşturulmasında önemli bir etken olduğu gibi kendilerini
ifade etme şekli olarakta değerlendirilebilir. Kurumsal Sosyal Sorumluluk
kurumların faaliyetlerini gerçekleştirirken etik değerleri dikkate almasını, sosyal
kültürel ve ekonomik anlamda çevreye sorumlu davranmasını kapsamaktadır.
Faaliyetlerin sorumluluk anlayışıyla gerçekleştirilmesinde Sivil Toplum
Kuruluşları (STK) önemli aktörlerdendir ve devlet ile birey arasındaki bağlantıyı
sağlamaktadır. Günümüzde STK’lara örnek olarak federasyonlar, sendikalar,
dernekler, vakıflar, birlikler, odalar, kooperatifler vb. verilebilir. Bu çalışmada,
Kültür ve Turizm Bakanlığının denetiminde olan ve faaliyetlerini Turist Rehberleri
Birliğine bağlı olarak gerçekleştiren Turist Rehberleri Odaları ele alınmıştır. Turist
Rehberleri 13 bölgede kurulan bu odalara üye olmak zorundadır. Turist rehberleri
Türkiye’nin tanıtım ara yüzü olarak kabul edilmektedir. Rehber odalarının
uygulayacağı Kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri üyelerin odaya daha bağlı
olmalarını ve odayı sahiplenmelerine katkı sağlayacaktır. Çalışmada Türkiye’deki
rehber odalarının uygulamalarına yer verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Turist Rehberleri Odaları,
Uygulamalar
ABSTRACT
Today, Corporate Social Responsibility is an important concept in which
businesses observe their interests and the interests of the society they live in as
well as the interests of stakeholders. Corporate social responsibility activities
can be evaluated as a way of expressing themselves for the tourism enterprises
and an essential factor in their image formation. Corporate Social Responsibility
involves taking account of ethical values in the activities of institutions and acting
responsibly for the environment in social, cultural and economic terms. Civil
1 Öğr. Üyesi Dr. Seyahat-Turizm ve Eğlence Hizmetleri Bölümü, Turizm ve Otelcilik
Meslek Yüksekokulu, Erzincan Üniversitesi, necibe_emin@hotmail.com
2 Doç. Dr. Turizm İşletmeciliği Bölümü, Fethiye İşletme Fakültesi, Muğla Sıtkı Koçman
Üniversitesi, aysecelik@mu.edu.tr
266
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Society Organizations (CSOs) are important actors in carrying out the activities
with a sense of responsibility and provide the connection between the state and
the individual. Today, CSOs involve federations, trade unions, associations,
foundations, unions, chambers, cooperatives, etc. This study adresses the Chamber
of Tourist Guides which are under the supervision of the Ministry of Culture and
Tourism and carry out activities in accordance with the Union of Tourist Guides.
The Tourist Guides have to be members of this chambers established in
13 districts. Tourist guides are regarded as interfaces in promotion of Turkey.
Corporate social responsibility activities to be implemented by the guide chambers
will contribute to the members being more dependent on the chamber and having
a sense of ownership for it. This Study includes the practices of guide chambers in
Turkey.
Keywords: Corporate Social Resposibility, Chambers of Tourist Guides,
Practices
GİRİŞ
Kurumsal Sosyal Sorumluluk önemi son yıllarda giderek artan
bir kavramdır. Kurumlar için faydaları çeşitli araştırmalarla ortaya
konulmuştur. Birçok sektörde uygulanan kurumsal sosyal sorumluluk
faaliyetleri turizm alanında da etkin bir şekilde uygulanmaktadır.
Kurumsal Sosyal Sorumluluk, toplumun refah seviyesini arttırmayı
hedefleyen iş uygulamalarıdır (Kotler Ve Lee, 2006: 2-3). Dünya Seyahat
Ve Turizm Konseyi’ne göre Kurumsal Sosyal Sorumluluk, etik değerlerin
benimsendiği işletmenin açık ve şeffaf olabilmek için kullandığı araçlardır
(Frey & George, 2010, s. 623). Kurumsal sosyal sorumluluk, çalışanların
eğitilmesini çalışanların eğitilmesi de sağlıklı çalışma ortamı sağlar. Sağlıklı
çalışma ortamı çalışanların kaliteli ürünler üretmesine yardımcı olur.
Çevrenin korumasına özen gösterilmeli, yerel işletmeler desteklenmeli
böylelikle yerel halkta desteklenmiş olur çünkü istihdam oluşturur. Yerelde
gerçekleştirilen bu ilişkiler uzun vadeli ortaklıklara dönüşüp karşılıklı
fayda sağlar, dolayısıyla paydaşları dahil ederek toplumsal kalkınmayı
sağlar. Sorumlu bir işletmeden en çok faydalanacak olan tüketicilerdir ve
bu maddeler birleştiğinde katma değer yaratır ve müşteri memnuniyeti
kaçınılmaz olur (Şen, 2017, s. 55)
Turizm sektörü paydaşları üzerinde gerçekleştirilen birçok araştırma
bulunmaktadır. Bunların birçoğu da Türkiye’de uygulanmıştır. Ancak
araştırmalar ağırlıklı olarak konaklama işletmeleri, seyahat işletmelerini
kapsamaktadır. Çalışmada daha önce incelenmemiş olan Turist Rehberleri
Odaları incelenecektir. Turist Rehberleri Birliğine bağlı olan 13 odanın
Kurumsal Sosyal Sorumluluk faaliyetleri değerlendirilecektir.
Turizm Çalışmaları
267
Kurumsal Sosyal Sorumluluk Yaklaşımları;
Ackerman’ın Sosyal Duyarlılık Modeli: İşletmelerin faaliyetlerinin
temel hedef uyarlılık olmalıdır (Ackerman, 1973). Sosyal duyarlılık
modelinin ilk aşamasında sosyal sorumluluğun çevre beklentilerini
analiz edip, nasıl hareket edeceği konusunda kararlı olmasını içeren
politika aşaması; işletme toplumsal sorunu tanımladığı ve söz konusu
sorunun çözülmesi sürecinde nasıl hareket edeceğini özel ve örgütsel
olarak değerlendireceği öğrenme aşaması ve son aşama olan örgütsel
yükümlülük aşamasında ise uygulamalar hayata gerçekleşmektedir ve
örgüt bu faaliyetleri kurumsallaştırmaktadır. (Post vd., 1996:74-76).
Davis’in Sosyal Sorumluluk Modeli: Davis (1973: 321) sosyal sorumluluk
faaliyeti göstermeyen işlemelerin zamanla müşterilerinin ve toplumun
gözünden düşeceğini belirtmiştir. Davis’in sosyal sorumluluk modeli
beş varsayımdan meydana gelmektedir. Bunlar (İnternet; Özüpek,
2004: 79); (a) sosyal sorumluluk sosyal güçten kaynaklanır. (b) işletme
toplumdan girdi alan ve topluma faaliyetlerini sunan bir sistemden oluşur
(c) işletmeler faaliyetlerinin sonuçlarını kestirerek gerçekçi kararlar
vermelidir. (d) her bir sorumluluk faaliyeti müşterilere yansıtılmalıdır
çünkü dolaylı bir ürün bileşenidir. (e) bir vatandaş olarak işletmenin
sosyal sorunlarla ilgilenme yükümlülüğü vardır.
Sethi’nin Sosyal Sorumluluk Modeli: Sethi (1975: 63), pazar etkenlerine
dayalı geliştirdiği sosyal sorumluluk modelinde (a) sosyal zorunluluk,
(b) sosyal sorumluluk ve (c) sosyal yanıtlayıcılık aşamaları yer
almaktadır.
Carroll’un Üç Boyutlu Sosyal Sorumluluk Modeli : Carroll (1979)’un
geliştirdiği sosyal performans modeli sosyal sorumluluk alanları,
sosyal sorun alanları ve sosyal sorumluluk felsefesi boyutlarından
oluşmaktadır. Sosyal sorumluluk alanları ekonomik, yasal, etik ve gönüllü
sorumluluklar; sosyal sorun alanları olan tüketici hakları, kadın hakları,
ayrımcılık, çevresel uygulamalar, toplum sağlığı gibi alaları kapsarken,
işletmenin üstlendiği, benimsediği sosyal sorumluluk felsefesidir.
Bunun yanında kurumsal sosyal sorumluluk modelleri Frederick’in
sosyal sorumluluk modeli, Wartick ve Cochran’ın sosyal sorumluluk
modeli ile Wood’un sosyal performans modeli olarak sıralanmaktadır.
İşletmelerde Kurumsal Sosyal Sorumluluk Alanları
Kurumsal sosyal sorumluluk alanlarını Caroll (1979) ekonomik sorumluluklar, etik sorumluluklar, yasal sorumluluklar ve gönüllü sorumluluklar olarak isimlendirmektedir. Ekonomik sorumluluklar işletmenin kar
etmesine yönelik faaliyetleri içerirken yasal sorumluluklar işletmenin hu-
268
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
kuki düzenlemeleri yerine getirmesi gerektiği ile ilgilidir. Etik sorumluluk
toplum beklentilerini karşılama ve toplumsal kurallara uygun davranmayı
ifade etmektedir. Gönüllü sorumluluklar ise toplumun ve bireylerin yaşam kalitesini arttırmayı hedefleyen girişimler olarak açıklanabilir (Caroll,
1991). Söz konusu sorumluluklar işletme çalışanlarına karşı, rakiplere karşı, devlete karşı, çevreye karşı, tüketicilere karşı, topluma karşı, tedarikçilere karşı ve hissedarlara karşı sorumluluklar olarak sıralanmaktadır (Pelit,
Keleş ve Çakır, 2009).
Kurumsal Sosyal Sorumluluk Girişimleri
“Kurumsal sosyal sorumluluk girişimleri; sosyal amaç teşvikleri, amaca
yönelik pazarlama, kurumsal toplumsal pazarlama, kurumsal hayırseverlik,
toplum gönüllülüğü, sosyal açıdan sorumluluk taşıyan iş uygulamaları
olarak sıralamıştır (Kotler ve Lee, 2006: 26). Bu sınıflandırmaya ilave
olarak günümüzde işletmeler tarafından sıklıkla kullanılan yeşil pazarlama
ve sosyal amaç bağlantılı etkinlikler eklenebilir.” (Meydan Uygur ve
Çelik Yetim, 2016: 17) bunun yanında sosyal pazarlama ve sürdürülebilir
turizm uygulamaları kurumsal sosyal sorumluluk girişimleri olarak
değerlendirilebilir.
Turizm İşletmelerinde Kurumsal Sosyal Sorumluluk
Mirzayeva, Civelek, Oruç, Kaya Gök ve Batman, (2016:) Çalışmalarında
Türkiye’deki 4 ve 5 yıldızlı işletmelerin web sitelerini incelemiş ve den
yalnızca 118’i web sitelerinde sosyal sorumluluk faaliyetlerine yer verdiği
sonucuna ulaşmışlardır. Caroll’ın ölçütlerine göre sınıflandırılan ifadeler
kategorize edildiğinde Gönüllü sorumluluk ifadelerine daha çok yer
verildiği sonucuna ulaşılmıştır. En az yer verilen ifade ise ekonomik
sorumluluğa aittir. (Mirzayeva, Civelek, Oruç, Kaya Gök Ve Batman, 2016:
28-29)
Meydan Uygur ve Çelik Yetim (2016: 25) çalışmalarında otel
işletmelerinde uygulanan kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri hakkında
bilgi vermiştir. Bu bağlamda Hilton oteli Türkiye Down sendromlu gençlerin
hayata katılmasına katkı sağladığı projesinde down sendromlu gençlerin
mutfak becerilerini geliştirecekleri bir kurumsal sosyal sorumluluk faaliyeti
gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte İşletmenin insan ve çevre sağlığını
korunmasına ilişkin girişimleri, çevreci yönetim, su ve enerji koruma ve
kullanma dengesi, atık azaltılması ve yeşil yapılar inşasına ilişkin yeşil
mühür sertifikası uygulanmaktadır. Marriott otellerinin sosyal sorumluluk
Faaliyet alanlarının; iş etiği ve insan hakları, sürdürülebilir iş modelleri,
toplumsal faaliyetler, çevre faaliyetleri, küresel çeşitlilik ve kaynaştırma,
sağlık güvenlik ve refah, doğal sermaye-koruma girişimleri, sorumlu satın
alma, paydaş angajmanı ve politika taraflılığı, kadınların güçlendirilmesi,
Turizm Çalışmaları
269
iş gücü geliştirme ve gençlere iş fırsatlarından oluşturulmasından meydana
geldiği belirtilmiştir.
Turist Rehberliği
22 Haziran 2012 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe
giren 6326 Sayılı Turist Rehberliği Meslek Kanununda turist rehberi; “söz
konusu kanun hükümleri uyarınca mesleğe kabul edilerek, turist rehberliği
hizmetini sunma hak ve yetkisine sahip olan gerçek kişi” şeklinde
ifade edilmiştir. Turist rehberi, ilgili dilde yerli veya yabancı gruplara,
gezinin yapılacağı bölge veya alanla ilgili doğa, tarih, ekonomi ve kültür
vb. konularda detaylı bilgi vererek programda belirtildiği gibi gezinin
tamamlanmasından sorumlu olan ve acentayı temsil eden kişidir.
Turist Rehberleri Meslek Kanununa (2012)’a göre, turist rehberi olmak
için bazı şartlar gereklidir. Bunlardan birincisi, Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşı olmaktır. İkinci şartı başvuru tarihi itibariyle onsekiz yaşını
doldurmuş olmaktır. Üçüncü şartı, üniversitelerin turist/turizm rehberliği
bölümlerinin önlisans, lisans veya yüksek lisans programlarından mezun
olmak veya çeşitli usul ve esaslar çerçevesinde Bakanlığın denetimi altında
birlikler tarafından düzenlenen turist rehberliği sertifika programlarını
başarıyla tamamlamaktır. Dördüncü şart, yabancı dil yeterlilik belgesine
sahip olmaktır. Rehber olmak için son şart turist rehberliği uygulama
gezisini başarıyla tamamlamış olmaktır.
Türkiye’de turist rehberi olmak isteyen ve yukarıdaki şartları yerine
getiren kişiler Kültür ve Turizm Bakanlığına başvuru yapar. Bakanlık
turist rehberinin başvurusunu kabul ettiği taktirde ruhsatname düzenler.
Ruhsatname turist rehberinin mesleğini icra etmesi için verilen belgedir.
Bu belgeyi elde eden turist rehberi mesleğe kabul şartlarını kaybetmediği
müddetçe Turist Rehberliği Odalarına kayıt yaptırarak mesleğini icra
edebilir. Bu noktada Turist Rehberliği Odalarının mesleğin icrasında
önemli görevleri ve sorumlulukları bulunmaktadır.
Turist Rehberleri Odaları
Turist Rehberliği Meslek Kanunu (2012) Madde 4’de turist rehberliği
mesleğinin serbest meslek olduğu belirtilmiştir. Türk Dil Kurumuna
(2018) göre “oda”, serbest meslek adamlarını içinde toplayan resmi birliktir.
Türkiye’de 13 adet Turist Rehberleri Odası bulunmaktadır. Bu odalar
Turist Rehberleri Birliğine bağlı olarak faaliyetlerini sürdürürler. Bunun
yanında Türkiye Seyahat Acentaları Birliği gibi birliklerle iş birliğinde
bulunmaktadırlar. Turist rehberliği oda ve birlikleri, Kültür ve Turizm
Bakanlığının denetimindedir ve bakanlık her türlü iş, işlem, faaliyet ve
hesaplarını denetleme yetkisine sahiptir. Oda ve birlikler denetim esnasında
her türlü bilgiyi vermek ve belgeyi göstermekle yükümlüdür.
270
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Şekil 1:Turist Rehberlerinin bağlı olduğu hiyerarşik düzen
Turist rehberleri, bulundukları ilde kurulmuş odaya, bulundukları ilde
oda yoksa en yakın ildekine kayıt yaptırmak zorundadır. Turist Rehberleri
Birliğine (TUREB) bağlı olan bu odalar ve yetkili olduğu iller tabloda
sıralanmıştır.
Tablo:1 Turist Rehberleri Odaları ve Yetkili Olduğu İller
Kaynak: TUREB, 2018
Turizm Çalışmaları
271
Tablo 2’de rehber odaları eylemli eylemsiz, bölgesel ve ülkesel
kategorilerinde rehber sayılarına yer verilmiştir. Tablodaki sayılar
incelendiğinde toplam rehber sayısının 10329 olduğu görülmüştür.
Bunların 6370’i eylemli ve 3959’u eylemsiz konumdadır. Türkiye genelinde
görev yapabilen ülkesel eylemli rehber sayısı 5988’dir. Belirli bölgelerde
mesleğini icra edebilen bölgesel eylemli rehber sayısı 382’dir. 4463 rehber
ile en fazla üyeye sahip oda İRO- İstanbul Turist Rehberlerin Odasıdır.
ARO- Antalya Turist Rehberleri Odası 1672 üye ile ikinci sırada ve İZRO İzmir Turist Rehberleri Odası 1045 üye ile üçüncü sırada yer almıştır.
ODA
ÜLKESEL
ÜLKESEL EYLEMLİ
ÜLKESEL EYLEMSİZ
BÖLGESEL
BÖLGESEL EYLEMLİ
BÖLGESEL EYLEMSİZ
EYLEMLİ
EYLEMSİZ
ODA TOPLAM
REHBER
Tablo 2: Rehber Odalarına Göre Turist Rehberi Sayıları
ADRO
146
81
65
10
5
5
86
70
156
ANRO
706
310
396
32
22
10
332
406
738
ARO
1634
984
650
38
17
21
1001
671
1672
ATRO
530
391
139
62
44
18
435
157
592
BURO
102
66
36
16
12
4
78
40
118
ÇARO
135
96
39
21
17
4
113
43
156
GARO
106
76
30
34
17
17
93
47
140
İRO
4280
2654
1626
183
125
58
2779
1684
4463
İZRO
1000
599
401
45
33
12
632
413
1045
MURO
379
211
168
21
12
9
223
177
400
NERO
550
412
138
73
55
18
467
156
623
ŞURO
104
55
49
17
13
4
68
53
121
TRO
91
53
38
14
10
4
63
42
105
Toplam
9763
5988
3775
566
382
184
6370
3959
10329
Kaynak: TUREB, 2018
Turist Rehberlerinin ad soyad, eylemli ve eylemsiz oluşları ve sicil
numaraları ilgili birlik ve odaların resmi internet sitesinde yayınlanmaktadır.
272
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Rehber ihtiyacı olan seyahat acentaları ilgili iletişim bilgilerini buradan
temin edebilmektedir. Mesleği sadece eylemli rehberler icra edebilmektedir.
Günümüzde Turist Rehberleri Birliği web sayfasında bulunan Rehber Bilgi
Sistemi – RBS aracılığıyla rehberler çalışma kartı başvurusu ve eylemlilik
başvurusu yapabilmektedir. Rehberler üyesi oldukları odaya aidat ödemekle
yükümlüdürler. Rehberlerin meslek sicilleri odalar tarafından tutulur ve
güncellemelerden ilgili birlik bilgilendirilir.
Turist Rehberliği Meslek Kanununda Madde 8/3’te (2012) birlik ve
odaların görev ve yetkileri açıkça belirlenmiştir. Birlik ve odalar öncelikli
olarak tüm üyelerin ihtiyaçlarını karşılamalı ve gerçekleştirdiği faaliyetleri
kolaylaştırmalıdır. Mesleğin gelişimi ve ülkenin tanıtımı için gerekli
uygulamaları yapmalıdır. Rehberlerin birbirleri ve toplumla ilişkilerinde
dürüst ve etik yaklaşımla hareket etmesini sağlamak, haksız rekabeti
önlemeye yönelik çalışmak, yeni turist rehberlerinin yetişmesi için gerekli
eğitim programlarını hazırlamak, organize etmek ve mesleğin gelişimi
için araştırmalar yapmak oda ve birliklerin görevleri arasındadır. Bunun
yanında bakanlık ile her daim bilgi alışverişinde bulunulmalı ve kanun ve
mevzuatta yer alan görevleri ifa etmelidir.
Turist Rehberleri Odaları Kurumsal Sosyal Sorumluluk
Uygulamaları
Turist rehberleri odalarının görevleri arasında bulunan, “Turist
rehberlerinin birbirleriyle ilişkilerinde ve toplumla ilişkilerinde dürüst
davranış ve etik yaklaşımı dikkate alması gerekliliği”, rehberler odalarının
kuruluşunun kurumsal sosyal sorumluluk ilkelerine dayandığını
göstermektedir.
Rehberler odalarının sorumluluk alanı oranının en yüksek olduğu
paydaşlardan biri “üyeleridir”. Web sayfasında üyelerinin çalışma
ve faaliyetlerini kolaylaştırmak için müze ve ören yerleri, restoranlar,
konaklama işletmeleri vb. de meydana gelen yeniliklerden haberdar
etmek için güncel bilgileri sürekli yayınlamaktadır. Örneğin, “Yıldız Şale
Köşkü restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalıdır” duyurusunun web
sayfasında yayınlanması. Bunun yanında Topkapı Sarayı Broşürünün
geliştirilmesi, rehberlerin ve toplumun hizmetine bilgilendirme amaçlı
sunulması diğer önemli bir çalışmadır. Odalar turizm eğitimi veren
kuruluşların düzenledikleri etkinlikleri web sayfasında duyurarak
etkinliklerden üyelerin haberdar olmasını sağlamaktadır. Bu bağlamda
üyelerine karşı sosyal sorumluluk bilincini gözettiği ortaya koymaktadır.
Odalar üyelerinin 21 Şubat Rehberler Günü gibi mesleki özel günlerinde
etkinlik düzenlemektedir. Bunun yanında yine üyelere yönelik yarışmalar
düzenlenmektedir. Örneğin, fotoğraf yarışması. Turistlere doğru bilgilerin
aktarılmasında önemli yere sahip olan Turist rehberliği mesleğinin
Turizm Çalışmaları
273
sürdürülebilirliği için “Kılavuzunuz karga olmasın lisanslı rehberle
gezin”, Is your tourist guide licensed?” içeriklerine sahip tişört ve kupa
kampanyası yapılmıştır. Farkındalık oluşturma adına olumlu bir çaba
olarak görülmektedir.
Çeşitli alanlarda profesyonel turist rehberlerinden komisyon oluşturularak (Örneğin, Vegan ve Vejeteryan Rehberler Komisyonu) söz konusu alanların Türkiye’de yaygınlık kazanması için çalışmalar yapılmaktadır.
Bu faaliyeti ise “topluma” karşı gerçekleştirdiği sosyal bir sorumluluktur.
Odaların web sayfalarında bağlı bulundukları bölgenin turistik değerleri
hakkında bilgi vermesi toplumun turistik değerler hakkında bilgi edinmesini sağlamaktadır. Toplumu ilgilendiren önemli olaylar hakkında kınama,
kutlama, tebrik vb. duyuruları yayınlayarak toplumsal konulara duyarlılık
göstermektedir. Örneğin, 8 Mart Dünya Kadınlar gününün kutlanması, 29
Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlaması. Rehberlik Odaları toplumda dezavantajlı birey ya da topluluklara yardım kampanyası yürütmektedir. Örnek,
Soma maden ocağı faciası.
Odaların “turistlere” yönelik de sorumlulukları bulunmaktadır. “Barış
ve Dostluğa 50 Bin Kartpostal Kampanyası” önemli bir örnektir. 2000’li
yıllarda 11 Eylül, Irak işgali, Sars, terör saldırıları vb. olumsuz sebeplerden
dolayı Türkiye turizminde ortaya çıkan olumsuzluklardan sektör olumsuz
etkilenmiştir. İRO tarafından bu gidişatı değiştirmek adına 2004 yılında
dostluk ve sevgi mesajları içeren bir kartpostal basılmış ve turistlere
gönderilmiştir.
Bazı rehber odaları, kurumsal sosyal sorumluluğa verdikleri önemin
belirgin göstergesi olarak web sayfalarında Kurumsal Sosyal Sorumluluk
Projelerinin bulunduğu bağlantılara yer vermektedir. “Sürdürülebilir
Turizm için Alternatif Tur Rotaları Projesi”, “Çocuk ve Müze Projesi”
düzenlenen projelere örnek olarak verilebilir.
Odalar “yerel yönetimlerle” güçlü iletişimde bulunarak karşılıklı iş
birliği yapmaktadır. Çeşitli projeleri birlikte yürütebilmektedir. Örnek,
Belediye, Kalkınma Ajansları, İl Kültür Turizm Müdürlükleri vb.
Rehberler odaları Turistik destinasyonları tanıtmak, destinasyonların
korunmasını ve geliştirilmesinde farkındalık yaratmak amacıyla tanıtım
kitapları yayınlamakta ya da yayınlayanlara katkıda bulunabilmektedir.
Bunları yaparken ve diğer gerçekleştirdiği faaliyetlerin şeffaflığı için, gelir
ve harcamalarla ilgili detay dökümü vererek ekonomik sorumluluklarını
yerine getirmektedir.
Yukarıdaki sosyal sorumluluk uygulamaları ve örnekler Caroll’un sosyal
sorumluluk piramidinde yer alan ahlaki, ekonomik ve gönüllü sorumlulukları
kapsamaktadır. Paydaşlar dikkate alınarak değerlendirilmiştir.
274
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
SONUÇ
Jeopolitik konumu dolayısıyla Türkiye turizm sektöründe dönem dönem dalgalanmalar yaşamaktadır. Turist rehberliği mesleği de turizm sektörünün bu yapısından etkilenmektedir. Çeşitli zorluklarla karşı karşıya
kalmasına rağmen rehberler, entelektüel yapılarıyla mesleklerini icra etmektedir. Turizm sektörü konaklama işletmeleri, seyahat acentaları, ulaştırma işletmeleri vb. bir çok işletmeyi kapsamaktadır. Her bir işletme zincirin önemli bir halkasını oluşturmakta ve kendine biçilmiş sorumlulukları
yerine getirmektedir. Profesyonel turist rehberliği bu zincirde ilk olarak
acenta ve turist arasındaki bağı temsil etmektedir. İkinci olarak ise ülkenin
turistlere doğru bir şekilde aktarılması ve tanıtılması için kilit roldedir.
Her sektörde olduğu gibi turizm sektöründe de sivil toplum kuruluşları
önemli görevler üstlenmektedir. Otel işletmelerini temsilen Türkiye Otelciler Birliği -TÜROB, Türkiye Otelciler Federayonu -TÜROFED çalışmalar
yürütmektedir. Seyahat Acentalarının temsilini ise Türkiye Seyahat Acentaları Birliği - TÜRSAB gerçekleştirmektedir. Turist Rehberlerini, Turist
Rehberleri Birliği ve ona bağlı 13 oda temsil etmektedir. Rehberler ve bağlı olduğu birlik ve odaların uymakla yükümlü olduğu kurallar kanun ve
yönetmeliklerle belirlenmiştir. Ancak temel gereksinimlerin ve görevlerin
yanında kurumların yapması gereken kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri de bulunmaktadır. Kurumsal sosyal sorumluluk kavramı kurumların
başta, devlet, çalışanlar (üyelerine), müşteriler (turist, tüketici) ve yerel halk
(toplum) olmak üzere tüm paydaşlarını dikkate alarak faaliyette bulunmasını kapsamaktadır. Türkiye’de bulunan turist rehberleri odalarının web
sayfalarında yer alan kurumsal sosyal sorumluluk uygulamalarına bu çalışmada yer verilmiştir. Sonuçlar göstermiştir ki, 10329 rehberin bulunduğu
ülkede turist rehberleri odaları kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerinde
bulunmaktadır. Faaliyetlerin türleri ve hitap ettiği paydaşlar çeşitlilik göstermektedir. 4463 üye ile ülkedeki rehber popülasyonunun neredeyse yarısını barındıran İRO önemli kurumsal sosyal sorumluluk projelerine imza
atmıştır. Diğer rehber odaları da çeşitli sosyal sorumluluk uygulamalarına
yer vermektedir. Rehber popülasyonlarının yüksek olduğu illerde bulunan
rehberler odalarının yanında diğer illerde ki odaların da kurumsal sosyal
sorumluluk faaliyetlerinin nitelik ve nicelik bakımından artış göstermesi
turist rehberlerinin, turizm sektörünün ve paydaşların daha iyi şartlar altında yaşamalarına zemin hazırlayacaktır.
KAYNAKÇA
Ackerman, R. W. (1973). How companies respond to social demands. Harvard
Business Review, 51(4), 88-98.
Carroll, A. B.: 1979, ‘A Three Dimensional Conceptual Model of Corporate
Social Performance’, Academy of Management Review 4, 497–505.
doi:10.2307/257850.
Turizm Çalışmaları
275
Carroll, Archie B. (1991), “The Pyramid of Corporate Social Responsibility:
Toward”, Business Horizons, Vol. 34 Issue 4, pp. 39-48.
Davis, K. (1973). The case for and against business assumption of social
responsibilities. Academy of Management Journal, 16, 312-322.
Frey, N., & George, R. (2010). Responsible tourism management: The missing
link between business owners’ attitudes and behaviour in the Cape Town
tourism industry. Tourism Management/ Elsevier(31), 621-628.
İnternet: “Davis Model of Corporate Social Responsibility” (https://
managementinnovations. wordpress.com/2008/12/06/keith-davis-modelof-corporate-social-responsibility/) Erişim tarihi: 29.01.2016.
Kotler, P. ve Lee, N. (2006). Kurumsal Sosyal Sorumluluk, çev. Sibel Kaçamak,
İstanbul, MediaCat Yayınları.
Meydan Uygur, S. ve Çelik Yetim, A. (2016). Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS).
(Ed. Akyay Uygur) Stratejik Yönetimde Güncel Konular.2-28. Detay
Yayıncılık: Ankara.
Mirzayeva, G., Civelek Oruç, M. , Kaya Gök, D. , Batman, O. (2016). Turizm
İşletmelerinde Sosyal Sorumluluk Yaklaşımları: 4 ve 5 Yıldızlı Konaklama
İşletmeleri Üzerine Bir Araştırma. Türk Bilim Araştırma Vakfı. 9(4):2330 (File:///C:/Users/Toshıba/Downloads/ 5000188769-5000388320-1-Pb.
Pdf).
Özüpek, N. (2004). Kurum İmajında Sosyal Sorumluluk Kurumsal ve Uygulamalı
Bir Çalışma. (Doktora Tezi). Selçuk Üniversitesi, Konya.
Pelit, E., Keleş, Y. ve Çakır, M., (2009). ‘Otel İşletmelerinde Sosyal Sorumluluk
Uygulamalarının Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma’, Celal Bayar
Üniversitesi, Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt16, Sayı:2, 19–30.
Post, James E., Anne T. Lawrence ve James Weber (1996), Business and Society,
Eight Edition, New York: McGraw-Hill Inc.
Sethi, s. p. (1975). Dimensions Of Corporate Social Performance: An Analytical
Framework. California Management Review (pre-1986); Spring 1975; 17,
58-64.
Şen, N. (2017). Sorumlu Turizm Oluşturmada Sorumlu İşletme Uygulamaları
Seyahat Acentaları Üzerine Bir Araştırma. Doktora Tezi. Erzurum, Türkiye:
Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Türk Dil Kurumu. (2018, 03 01). Güncel Türkçe Smzlük. Türk Dil Kurumu: http://
www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.
GTS.5aa85d3a2d8c41.91276466 adresinden alındı
TUREB. Üye Odalar. 03 2018 tarihinde Turist Rehberleri Birliği: http://www.tureb.
org.tr/tr/Oda adresinden alındı
Turist Rehberliği Meslek Kanunu. (2012, Haziran 22). Turist Rehberliği
Meslek Kanunu. Resmi Gazete: http://www.resmigazete.gov.tr/
eskiler/2012/06/20120622-2.htm adresinden alındı
Turizm Çalışmaları
277
TURİZMİN SOSYO-KÜLTÜREL ETKİLERİ: KIRGIZİSTAN
ARAŞTIRMASI
SOCIO-CULTURAL EFFECTS OF TOURISM: THE RESEARCH
IN KYRGYZSTAN
Cemal İNCE1 - Tolga GÖK2
ÖZET
Bu araştırma, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yaşayan halkın turizmin
sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarını belirlemeyi amaçlamaktadır. Bu amaç
doğrultusunda, turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin hususların halkın
demografik özelliklerine göre farklılaşıp farklılaşmadığı ortaya konulmuştur.
Alanyazına dayalı geliştirilen anket yardımıyla veriler toplanmıştır. Anket
formları, Bişkek’te 2017 yılı Nisan ayında kolayda örnekleme yöntemi ile yüz yüze
uygulanmıştır. Anket uygulaması sonucunda 394 ankete ulaşılmıştır. Elde edilen
bulgulara göre, yerel halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarının
cinsiyete göre farklılaşmadığı fakat medeni durum, yaş, öğrenim durumu, gelir
düzeyi, yapılan işin turizmle ilgili olması ve işi gereği turistlerle iletişim durumuna
göre anlamlı farklılık gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu sonuçlara göre, Bişkek’te
yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerini genel olarak olumlu algıladıkları
düşünülmektedir. Çalışma, kamu otoriteleri ve akademisyenlere yönelik öneriler
ile son bulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkileri, Yerel Halk, Bişkek,
Kırgızistan
ABSTRACT
This research aims to determine the perceptions on the socio-cultural
effects of tourism of the people living in Bishkek, Kyrgyzstan’s capital city. For
this purpose, it has been revealed that the subjects related to the socio-cultural
effects of tourism differ according to the demographic characteristics of the local
people. The data were collected by the questionnaire developed based on the
literature. The questionnaire developed based on the literature was applied face
to face by convenience sampling method in April, 2017 in Bishkek. As a result
of the questionnaire, 394 questionnaires were reached. According to the findings
obtained, it is understood that the perceptions of the local people on the sociocultural effects of tourism are significantly different according to marital status,
age, education level, income level, work related to tourism and communication
1 Dr. Öğr. Üyesi, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi / Gaziosmanpaşa Üniversitesi,
cemalince@gop.edu.tr
2 Dr. Öğr. Üyesi, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi / Selçuk Üniversitesi, tolga@
selcuk.edu.tr
278
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
with tourists. There is no significant difference only with gender. According to
these results, it is considered that the local people perceived the socio-cultural
effects of tourism more positively. The study concludes with suggestions for public
authorities and academicians.
Keywords: Socio-cultural Effects of Tourism, Local People, Bishkek, Kyrgyzstan
GİRİŞ
Turizm, bugün dünyada bir milyardan fazla insanın aktif olarak
içerisinde yer aldığı ve ülkelerin daima ilgi alanları arasında bulunan
sosyal, kültürel ve ekonomik bir sektördür (Bulut, 2000:71). Gelişmiş
ülkelerin turizm kaynaklarını maksimum düzeyde kullanarak katma değer
oluşturma istekleri ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik sorunları ve
açıklarının giderilmesinde turizmden yararlanmak istemeleri, turizmin
önemini daha fazla artırmaktadır. Bu açıdan turizm bir emniyet sübapı
işlevini başarıyla sürdürmektedir. Yaz döneminin gelmesiyle Türkiye’de
turizm sektörü sayesinde cari açık düşmeye başlamaktadır.
Turizmin dış ödemeler bilançosu, istihdam, gelir, bölgelerarası gelişmişlik
farkının azaltılmasına katkılarıyla olumlu etkileri olduğu gibi, fırsat maliyeti
(başka bir yatırımı engellemesi), bölgesel enflasyonu artırması, mevsimlik
dalgalanma göstermesi, ithalatı artırması gibi olumsuz ekonomik etkileri
de bulunmaktadır. Turizmin sosyal alanda kültür alış-verişi, halkın sosyal
yaşam düzeyini artırma, yerel halka özgüven katma, turistik çekiciliklerin
korunması gibi olumlu sosyal etkilerinin yanında, yerel halkta kültürel
kimlik yozlaşması, geleneklerin bozulması, turistlere karşı olumsuz
duyguların gelişmesi, ahlaki değerlerde yozlaşma, halk katmanları arasında
sosyal eşitsizlikleri ortaya çıkarma, yerel halkta alkol, uyuşturucu, vb. kötü
alışkanlıkları ortaya çıkarma, suç oranlarını artırma, iç göçleri teşvik etme,
halkın duygularının ve ekonomik değerlerinin sömürülmesi gibi negatif
etkileri de bulunmaktadır (Inskeep, 1991: 97). Turizm aynı zamanda turistik
değer arz eden çevresel unsurların korunması, alt yapının geliştirilmesi,
bölge imajına katkısı ve doğal yaşam alanlarının korunması gibi pozitif
katkılar sağlamakla birlikte, doğal peyzajın bozulması, çarpık kentleşme,
orman yangınları, flora ve faunaların yaşam alanlarına zarar vermek, su
kaynaklarının kirletilmesi gibi pek çok negatif etkileri de bünyesinde
bulundurmaktadır (Şahbaz, 1995:229-262).
Turizmin ulusal ve uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal
ilişkilerde oynadığı rol artarak devam etmektedir. Bu rol, sadece uluslararası
turizmin büyük ülkeleri için geçerli olmayıp, değerli turizm kaynaklarına
sahip olan gelişmekte veya az gelişmiş ülkeler için de oldukça önemlidir. Bu
ise ulusal ve uluslararası alanda turizme verilen önemin devam etmesinin
temel nedenlerinden birisidir (Özdemir ve Kervankıran, 2011:3). Turizm
doğası gereği resmi veya resmi olmayan yollarla yerel halkı da içerisine alan
Turizm Çalışmaları
279
ekonomik, sosyal ve kültürel bir endüstridir. Yerel halkın turizme olan ilgisi
o bölgede turizmin gelişmesine doğrudan etki etmektedir. Yerel halkın
turizm ve turiste göstereceği ilginin temelinde halkın turizme yönelik
algısının pozitif veya negatiflik durumu önemli rol oynamaktadır. Yerel
halkın yaşam biçimi, örf, ananeleri, eğitim durumu, turizme bakış açısı,
doğal güzelliklere sahip çıkma ve koruma çalışmaları turizm faaliyetlerini
olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir (Sekhar, 2003:340). Turizmin
gelişimi ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Bunun
en önemli nedeni ise yerel halkın turizme ve turistlere olan yaklaşımlarıdır.
Örneğin Müslüman ülke halkları, Müslüman olmayan turistlere olumlu
yaklaşmamaktadırlar (Robinson ve Meaton, 2005:69-75). Ritter (1975:5659) tarafından, Müslüman halkların, turizmin ahlaksız etkilerinden dolayı
yabancı turistlere negatif yaklaşımda bulundukları belirtilmektedir. Hamira
ve Ghazali (2012:801-802) İran’da yaptıkları çalışmalarda yerel halkın
turistleri seks, alkol, gıda ve doğal kaynakları aşırı tüketen gruplar olarak
tanımladıklarını ve buralarda yerel halkın turistlere negatif baktıklarını
ifade etmektedir.
Turist kabul eden bölgede, uluslararası sosyal ve kültürel ilişkilerin
ortaya çıkması turist- turist, turist-görevli, turist-yerel halk arası etkileşim
gerçekleşmekte ve turizm bu etkileşim sürecinin başlangıcı ve katalizörü
olarak görev yapmaktadır. Turizm, turistler ile yerel halk arasında kültür
alış-verişine olanak sağlayarak kültürel zenginleşme, kültürel kaynaşma
çalışmalarına, turistlerin çevre değiştirici seyahatleriyle canlanmasına
katkı sağlamaktadır (Berber, 2003: 210). Getz (1994:275), turizmin, yerel
halk tarafından kabul görmesinin ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel
olumlu etkilerinin olumsuz etkilerine göre daha fazla olduğuna inanması
gerektiğini ifade etmektedir. Bilim insanlarının araştırmalarına göre
yerel halklar turizmin kültürel değişim sağladığını, eğlence olanaklarını
artırdığını, insanların birbirleri hakkında olumlu algılar geliştirdiğini
belirtmektedirler (McCool ve Martin, 1994:32). Başka bir araştırmada
ise yerel halk turizmin kültürel ve ahlaki değerlerin erozyona uğramasına
neden olduğunu belirtmişlerdir (Prentice, 1993:219). Sonuç olarak,
bilinçli veya bilinçsiz olarak turistler farklı derecelerde olmak üzere sadece
fiziksel ve kültürel çevreyi değil aynı zamanda sosyal çevreyi de etki altına
almaktadır (Kariel ve Kariel,1982:1). İlgili alanda çok sayıda araştırma
olmakla beraber, Kırgızistan’da turizmin etkilerini araştıran sınırlı sayıda
çalışmalara rastlanmıştır. Belirtilen sebeplerle bu çalışmada Bişkek’te şehir
merkezinde yaşayan yerel halkın turizmin etkilerine yönelik algılarının
belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada öncelikle turizmin sosyo-kültürel
etkileri ile ilgili alanyazına değinilmekte, daha sonra ise turizmin sosyokültürel etkileri üzerine Bişkek’te yaşayan halk üzerinde yapılan bir
araştırmaya yer verilmektedir.
280
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
1. TURİZMİN SOSYO-KÜLTÜREL ETKİLERİ
İnsanlar kurdukları iletişim ile birbirlerine pozitif veya negatif sosyal
ve kültürel veriler aktarmaktadır. Turizm, turistler ile yerli halk arasındaki
yakın ilişkiler sayesinde bu verilerin yoğun aktarıldığı bir sektördür.
Turistler ile yerli halk arasındaki ilişkiler sonucu her iki tarafı da etkileyen
pozitif veya negatif sosyo-kültürel etkiler ortaya çıkmaktadır (Cooper ve
diğerleri, 1998; Oppermann ve Chon, 1997). Turizmin ortaya çıkarmış
olduğu sosyo-kültürel etkiler özellikle yerel halkın bakış açısıyla negatif
ve pozitif yönlü olarak gerçekleşmektedir. Geleneksel yaşam biçimleri,
değer sistemleri, aile ilişkileri, bireysel davranışlar ve toplum yapısında
meydana gelen değişimler turizmin yerel halk üzerinde sebep olduğu
etkilerdendir (Sebastian ve Rajagopalan, 2009:5). Bu anlamda turizmin
insanların mekânsal yaşam alanlarında da etkileri olduğu görülmektedir.
Çetin ve Özşahin (2011:317-340) tarafından yapılan çalışmada turizmin
yerleşim birimlerinde mekânları da şekillendirdiği belirtilmektedir.
Turizmin etkileri konusunda yapılan çalışmalarda, turizmden doğrudan
fayda sağlayan yerel halkın turistler hakkında olumlu algılara sahip olduğu
belirlenmiştir (Pizam 1978; Brougham ve Butler 1981; Perdue, Long ve Allen
1990; Ap 1992; Madrigal 1993; Pizam, Milman ve King 1994). Toplumsal
anlamda turizm, turist-yerel halk arasında ve turist-turist arasında kültür
alış verişini artırır, halkın yaşam standartlarını iyileştirir, kültürel eserleri
(müze ve anıtlar, eskide kalmış gelenekleri, vb.,) korumaya yardımcı olur
ve yerel halkın vatanları ile gurur duymalarına yardımcı olur (Budenau,
2005: 91).
Turizm, sosyo-kültürel, siyasal ve çevresel niteliklere sahip bir
faaliyetler bütünüdür. Aynı zamanda turizm, sosyo-kültürel ve çevresel
alanda gerçekleştiği için bu alan içerisindeki bütün paydaşları pozitif veya
negatif yönde etkilemektedir. Bu açıdan bakıldığında turizmin sosyal
yapı üzerindeki etkileri, bireyler, aileler, toplum, hayat standartları, nüfus
yapısı ve sosyal sınıflar gibi turizm bileşenleri üzerinde çeşitli etkileri
ortaya çıkmaktadır (Civelek,2010: 333-336). Turizm amaçlı seyahatlere
katılanların tutum ve davranışları zaman içerisinde yerli halkın yaşam
tarzlarını etkilemektedir. Turistlerin kendilerine özgü davranışları, yerli
halktan kişilerle kurdukları ilişkilerin türü ve nitelikleri bölge halkı üzerinde
olumlu veya olumsuz etkiler ortaya çıkarmaktadır. Bu etkiler, daha ziyade
turistlerle doğrudan ilişki kuran sektör çalışanları ile dolaylı ilişki kuran
yerel halk üzerinde etkili olmaktadır. Bunun yanında turizmin sosyokültürel etkileri yerel ve toplumsal değerler, inançlar üzerinde göreceli
olarak değişimlere neden olduğu bilinmektedir. Bu etkilerin derecesi ve
hangi konuları etkileyeceği bölgeye gelen turist sayısına, turistlerin kültürel
seviyesi, yöre halkının turizm farkındalığı, eğitim düzeyi, turizmin bölgeye
ekonomik etkisinin düzeyine, vb. (Brunt ve Courtney, 1999:497). Turizm
Turizm Çalışmaları
281
değer sistemlerinde, birey davranışlarında, aile yapılarında ve ilişkilerinde,
toplumun ortak yaşam şekillerinde, toplumsal ahlak kriterlerinde ve
toplumsal örgütlenme gibi konularda süreç içerisinde etkili olmakta ve
değişimler meydana getirmektedir (Kadanalı ve Yazgan,2012:99).
Turizm sadece yerel halk üzerinde sosyo-kültürel etkiler meydana
getirmemektedir. Turistik destinasyon, farklı ülkelerden gelen aslında
hepsi destinasyona yabancı olan farklı din, kültür, sosyal ve ekonomik yapı,
cinsiyet ve milliyetlere sahip turistlerin bir araya geldiği yerdir. Burada bir
araya gelen turistler birbirleri ile sosyo-kültürel etkileşimde bulunmakta ve
etkilenmektedirler. Farklı ve yabancı kültürler yerel halkın ev sahipliğinde
tanışırlar ve sosyo-kültürel etkileşimde bulunurlar. Bu şekilde farklı
toplumlardan gelen turistler birbirlerini tanır ve karşılıklı saygı, sevgi ve
barışı geliştirebilirler.
Turizmin yerel halk üzerinde etkileri birçok bilim insanının
araştırmasına konu olmuştur. Bu araştırmalarda turizmin birey, aile ve
toplumsal çevre üzerinde değer ve inanç yapısının değişmesi, giyim ve
yaşam şeklinde değişmeler gibi negatif etkileri olduğu da belirtilmektedir
(Gürbüz, 2002:54; Kozak ve ark., 1997). Bunun yanında dilde yozlaşma,
yapay sanatsal eserlerin ortaya çıkması, mimari estetiğinin kaybolması,
insanlararası ilişkilerde arkadaşlık ve dostluğun yerini maddi çıkarların
alması, özellikle genç yerli halklar arasında alkol, uyuşturucu vb. kötü
alışkanlıkların yaygınlaşması, turistlerle yerel halk arasında kültürel
çatışmaların oluşması, yerel halkın turistleri sosyal ve ekonomik anlamda
kıskanması ve milliyetçilik çatışmaları gibi negatif etkiler de meydana
gelmektedir (Gürbüz, 2002: 54-55).
Turizm sezonunda trafik yoğunluğu, park sorunları, alışveriş
merkezlerinde yoğunluk, kalabalık tesisler yerli halkın hayatını olumsuz
etkileyebilir (Small ve Edwards, 2005: 67). Bunun yanında suç ve şiddette
artış, aile içi anlaşmazlıklar, geleneksel ahlak değerlerinde bozulmalar,
nesillerde kimlik kaybı vb. olmak üzere ciddi sosyal sorunlara da neden
olabilir (Douglas ve ark., 2001; Farooquee ve ark., 2008:587). Ortaya çıkan
bu sosyal olumsuzluklar yerli halkın turistlere karşı düşmanlık (hatta şiddet)
duygularının gelişmesine neden olabilmektedir. Turizm, oluşturduğu
sosyal etkilerden faydalananlar ile bunlardan yararlanamayanlar arasında
bir takım eşitsizliklere de neden olabilmektedir.
Karaman ve Avcıkurt (2011) tarafından yapılan çalışmada, turizmin
yerel halkta sosyo- kültürel değişimlere neden olduğu, turistler ile yerel
halk arasında hoşgörünün geliştiği, yerel halkın gelenek ve göreneklerinde
değişime neden olduğu, halkın dini inanışlarına ve aile yapısına etki
etmediği, ahlaki değişimlere ve zararlı bir takım alışkanlıklara (uyuşturucu,
cinsel suçlar, alkol, vb.) neden olduğu belirtilmiştir.
282
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
2. YÖNTEM
2.1. Araştırmanın Amacı
Araştırmanın amacı, Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel
etkilerini nasıl algıladıklarını ortaya koymaktır. Ayrıca, bu çalışma
ile turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algının katılımcıların
demografik özelliklerine göre farklılaşıp farklılaşmadığını ortaya koymak
amaçlanmaktadır. Son yıllarda turizmde gelişme kaydeden Kırgızistan’da
hangi konuların daha etkili olduğunu belirlemek ve bunların kullanılması
ile turizm alanında faaliyet gösteren turizm işletmelerine ve kamu
otoritelerine katkı sağlanması da hedeflenmektedir. Kırgızistan’da turizm
alanında yapılan çalışmaların az olduğu göz önüne alındığında bu
çalışmanın ilgili literatüre katkı sağlaması beklenmektedir.
Akova (2006) turizmin etkilerine ilişkin çalışmasında, katılımcıların
yaptığı işin turizmle ilgisi ve işi gereği turistlerle iletişim durumu ile ilgili
demografik değişkenlerle turizmin algılanan etkileri arasında anlamlı
farklılıklar olduğunu ifade etmiştir. Türker ve Türker (2014) ise, cinsiyete
göre turizmin etkilerine ilişkin algıların farklılık göstermediğini, yaş ve gelir
düzeyine göre anlamlı farklılıklar olduğunu belirtmişlerdir. Tatoğlu ve ark.
(2002) katılımcıların cinsiyetine göre, turizmin sosyo-kültürel etkilerine
ilişkin algıların farklılaşmadığını ifade etmişlerdir. Gelir ve öğrenim
düzeylerine göre turizmin sosyo-kültürel etkileri arasında oldukça yüksek
düzeyde farklılıklar olduğu ortaya konulmuştur. Dolayısıyla, demografik
özelliklerine göre, Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel
etkilerine ilişkin algılarının farklılık göstermesi olasıdır. Bu nedenle,
aşağıdaki hipotezler geliştirilmiştir.
H1: Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin
algıları, demografik özelliklerine göre (Cinsiyet, yaş, medeni
durum, öğrenim düzeyi ve gelir düzeyi) anlamlı farklılık gösterir.
H2: Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin
algıları, yapılan işin turizmle ilişkisine göre anlamlı farklılık
gösterir.
H3: Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin
algıları, işi gereği turistlerle iletişim durumuna göre anlamlı
farklılık gösterir.
2.2. Araştırmanın Yöntemi
Araştırmada veriler literatürden yararlanılarak oluşturulan anket formu
ile toplanmıştır. Anket formunda, Bişkek’te yaşayan halkın demografik
özellikleri, yaptıkları işin turizm ile ilişkisini belirlemeye yönelik sorular
ve turizmin sosyo-kültürel etkilerini ölçmeye yönelik 8 maddeden oluşan
Turizm Çalışmaları
283
bir ölçek kullanılmıştır. Ölçek maddelerinin tepki kategorileri 5’li Likert
derecelemesine tabi tutulmuştur (1=Hiç Katılmıyorum, .......,5=Tamamen
Katılıyorum). 8 maddelik Turizmin Sosyo-Kültürel Etkileri ölçeği, Ap
and Crompton (1998) tarafından geliştirilen ve Tatoğlu ve ark. tarafından
kullanılan (2000:748) ölçekten alınmıştır.
Araştırmanın evreni, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek şehrinde yaşayan 18
yaş ve üzeri insanlardan oluşmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre
2015 yılı Bişkek nüfusu 933.753’tür. Günümüzde bir milyonun üzerinde
nüfusa sahip olduğu düşünülmektedir. Saruhan ve Özdemirci (2013)
ise büyüklüğü 1.000.000 olan çalışmalar için %95 güven aralığı, %5 hata
payı ile örneklem büyüklüğünün 384 olması gerektiğini ifade etmiştir.
Bu doğrultuda tesadüfi olmayan örnekleme yöntemlerinden kolayda
örnekleme yöntemi ile 394 anketin geri dönüşü sağlanabilmiştir.
1-30 Nisan 2017 tarihleri arasında yüz yüze gerçekleştirilen anket
çalışması sonucunda 394 ankete ulaşılmıştır. Örneklem büyüklüğü
olarak yeterli olduğuna karar verilmiş ve elde edilen verilerin analizinde
betimleyici istatistiklerin yanı sıra bağımsız çift örneklem t-testi ve tek
yönlü varyans analizinden yararlanılmıştır.
Tablo 1: Ölçeğe İlişkin Aritmetik Ortalama, Standart Sapma ve Güvenirlik
Analizi Sonuçları
Değişken
Aritmetik Standard Madde-Toplam
Alfa
Ortalama Sapma
Korelasyon
Turizmin Sosyal-Kültürel Etkilerine
3,8749 0,51516
0,356-0,544 0,756
İlişkin Hususlar
Diğer kültürleri ve insanları
1
4,4235 0,78747
anlama
Bölgedeki restoranların
2
3,7231 0,94921
çeşitliliğini arttırma
Yerel kültürün ve mirasın
3
4,1990 0,71066
tanınması
Kültürel aktivite çeşitliliğini
4
3,8821 0,78888
sağlama
Yaşam tarzında değişiklik
5
3,5130 0,98388
sağlama
Tarihsel yapıların restorasyonu ve
6
3,5153 0,91065
korunması
Alandaki eğlence çeşitliliğini
7
3,7385 0,83090
arttırma
Farklı insanların ve kültürlerin
8
4,0051 0,79116
halk tarafından anlaşılması
Yanıt kategorileri: “1= Hiç Katılmıyorum, “2= Katılmıyorum, 3= Ne Katılıyorum
Ne Katılmıyorum, 4= Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum”
284
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Turizmin sosyo-kültürel etkileri ölçeğine faktör analizi yapılmış ve
tek faktör altında toplandığı belirlenmiştir. Ayrıca, ölçeğin maddelerinin
toplanabilirliği kontrol edilmiştir. Bu amaçla ölçeğin iç tutarlılık (Alfa)
katsayısı, madde-toplam korelasyonları ve bu korelasyonların işaretleri
incelenmiştir. (Tablo 1) Ölçeğin Cronbach Alfa katsayısı 0,756 olarak tespit
edilmiştir. Madde toplam korelasyonlarda negatif işaret bulunmamaktadır.
Ölçeğin Cronbach Alfa (α) katsayısı 0.80’den büyükse ölçek yüksek
derecede güvenilir, 0.60 ile 0.80 arasında ise oldukça güvenilir, 0.40 ile
0.60 arasında ise güvenirliği düşük ve 0.40’dan düşük ise güvenilir değildir
şeklinde yorumlanır (Kayış, 2016:405).
3. BULGULAR
Araştırmaya katılanların demografik özellikleri incelendiğinde (Tablo
1); katılımcıların 218’inin (%55,6) kadın, 174’ünün (%44,4) erkek;
130’unun (%33) 18-25 yaş arasında, 86’sının (%21,8) 26-35 yaş arasında,
88’inin (%22,3) 36-45 yaş arasında ve 90’ının (%22,8) 46 yaş üzerinde
olduğu anlaşılmaktadır. Araştırmaya katılanların medeni durumu ve gelir
düzeyleri incelendiğinde; katılımcıların 190’ının (%49,7) bekar, 192’sinin
(%50,3) evli olduğu; yaklaşık %60’ının (238 katılımcı) 20.000 Som
(300 USD) altında gelir düzeyine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca,
katılımcıların 110’u (%27,9) turizm ile bir iş yaptığını ve 144’ü ise (%36,9)
işi gereği turistlerle iletişim kurduğunu belirtmişlerdir.
Tablo 2: Katılımcıların Demografik Özelliklerine İlişkin Dağılım
Değişkenler
Demografik Özellik
Frekans
%
Kadın
218
55,6
Cinsiyet (n=392)
Erkek
174
44,4
25 yaş ve altı
130
33,0
26-35 yaş
86
21,8
Yaş (n=394)
36-45 yaş
88
22,3
46 yaş ve üzeri
90
22,8
Bekâr
190
49,7
Medeni Durum (n=392)
Evli
192
50,3
Lise
84
21,3
Öğrenim Düzeyi (n=372)
Üniversite
228
57,9
Lisansüstü
60
15,2
15.000 Som altında
128
33,0
15.000-19.999 Som
110
28,4
arası
Aylık Gelir (n=388)
20.000-24.999 Som
82
21,1
arası
25.000 Som ve üzeri
68
17,5
Evet
110
27,9
Mesleğinin Turizmle İlişkisi
(n=394)
Hayır
284
72,1
Evet
144
36,9
İşi gereği Turistlerle İletişim
Kurma (n=390)
Hayır
246
63,1
Turizm Çalışmaları
285
Araştırmada turizmin sosyo-kültürel etkilerinin, katılımcıların
demografik özelliklerinden cinsiyet, medeni durum, yaptığı işin turizmle
ilgisi ve işi gereği turistlerle iletişim durumlarına göre farklılık gösterip
göstermediğini anlamak için t-testi yapılmıştır.
Yapılan t-testi sonucuna göre, turizmin sosyo-kültürel etkilerini,
kadınlar ve erkeklerin aynı şekilde algıladıkları yani kadınlar ile erkekler
arasında anlamlı farklılık olmadığı anlaşılmaktadır.
Tablo 3. Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Katılımcıların
Medeni Durumuna Göre Karşılaştırılması (Özet Tablo)
Hususlar
ÖzelliklerN
Ortalama Std. Sapma t-değeri
Diğer kültürleri ve insanları
anlama
Bekâr
190
4,589
0,735
Evli
192
4,250
0,819
Bölgedeki restoranların
çeşitliliğini arttırma
Bekâr
190
3,829
0,904
Evli
192
3,625
0,963
Bekâr
190
3,726
0,854
Evli
192
3,323
0,932
Tarihsel yapıların restorasyonu
ve korunması
4,264*
2,131**
4,409*
*p<0,01; **p<0,05
Tablo 3’e göre, turizmin sosyo-kültürel etkileri katılımcıların medeni
durumlarına göre karşılaştırıldığında, bekâr olanlar ile evliler arasında
üç hususta anlamlı farklılık vardır. Bunlar, “Diğer kültürleri ve insanları
anlama”, “Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma” ve “Tarihsel yapıların
restorasyonu ve korunması” hususlarıdır. Bu hususlara ilişkin bekarların
evlilere göre turizmin sosyo-kültürel etkilerini daha farklı algıladıkları
görülmektedir. Özellikle bekar kesimin gençler olduğu ve evlilere göre
daha özgür hareket edebilecekleri göz önünde bulundurulduğunda, farklı
kültürden insanları tanıma isteğinin evlilere göre yüksek olması normal
karşılanabilir. Bekarlar turizmin restoranların çeşitliliğine olumlu etkisi
olduğu fikrini evlilere göre farklı değerlendirmektedir. Bunun nedeni
son yıllarda Kırgızistan’da yiyecek içecek sektöründe çok fazla restoranın
açılması ile gençler için yeni iş olanaklarının artması olarak ifade edilebilir.
Son hususa ilişkin bekarların evlilere göre, turizmin tarihsel yapıların
korunması ve gelecek nesillere aktarılması konusunda daha hassas oldukları
söylenebilir. Diğer beş hususta anlamlı farklılığa rastlanmamıştır.
Tablo 4, turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin hususlarda
katılımcıların yaptıkları işin turizmle ilgisine göre yapılan karşılaştırma
sonuçlarını göstermektedir. Tabloya göre, sekiz husustan yedisinde yapılan
işin turizmle ilgisi olma durumuna göre farklılık olduğu görülmektedir.
Turizmin sadece “Farklı insanların ve kültürlerin halk tarafından
286
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
anlaşılması” hususunda etkisine ilişkin turizm sektöründe çalışan ile
çalışmayan arasında farklılık olmadığı anlaşılmaktadır.
Tablo 4. Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Katılımcıların
Yaptıkları İşin Turizmle İlgisi İtibariyle Karşılaştırılması
Hususlar
Özellikler
Evet
Diğer kültürleri ve insanları
anlama
Hayır
Evet
Bölgedeki restoranların
çeşitliliğini arttırma
Hayır
Evet
Yerel kültürün ve mirasın
tanınması
Hayır
Evet
Kültürel aktivite çeşitliliğini
sağlama
Hayır
Evet
Yaşam tarzında değişiklik
sağlama
Hayır
Tarihsel yapıların restorasyonu Evet
ve korunması
Hayır
Evet
Alandaki eğlence çeşitliliğini
arttırma
Hayır
N Ortalama Std. Sapma
110 4,818
0,473
284 4,271
0,831
110 4,122
0,745
284 3,568
0,975
110 4,436
0,657
284 4,107
0,710
110 4,071
0,713
284 3,809
0,806
110 3,873
0,940
284 3,374
0,967
110 3,782
0,828
284 3,412
0,921
110 3,909
0,841
284 3,672
0,819
t-değeri
8,195*
6,043*
4,213*
3,146*
4,633*
3,672*
2,555**
*p<0,01; **p<0,05
İşi gereği turistle iletişim durumuna göre, turizmin sosyo-kültürel
etkilerinin Tablo 4’tekine benzer bir şekilde farklılaştığı görülmektedir.
İşi gereği turist ile iletişim kuranların, kurmayanlara göre turizmin sosyokültürel etkileri ile ilgili sekiz husustan yedisini farklı şekilde anladığı
anlaşılmaktadır. Özellikle turistlerle iletişim kuranların doğrudan turizmin
içinde olmasının turizmin pek çok hususta etkisini daha fazla görmesi
anlamında etkili olduğu ifade edilebilir.
Tablo 5. Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Katılımcıların İşi
Gereği Turistle İletişimi İtibariyle Karşılaştırılması
Hususlar
Diğer kültürleri ve insanları
anlama
Bölgedeki restoranların
çeşitliliğini arttırma
Yerel kültürün ve mirasın
tanınması
Özellikler N Ortalama Std. Sapma t-değeri
Evet
144 4,792
,471
8,619*
Hayır
246 4,215
,850
Evet
144
4,066
,791
Hayır
246
3,518
,984
Evet
Hayır
144
246
4,472
4,042
,602
,727
6,017*
5,991*
Turizm Çalışmaları
Kültürel aktivite çeşitliliğini
sağlama
Yaşam tarzında değişiklik
sağlama
Tarihsel yapıların restorasyonu
ve korunması
Alandaki eğlence çeşitliliğini
arttırma
Evet
144
4,109
,721
Hayır
246
3,755
,801
Evet
144
3,854
,951
Hayır
246
3,330
,949
Evet
Hayır
Evet
144
246
144
3,750
3,378
3,944
,942
,870
,764
Hayır
246
3,630
,849
287
4,494*
5,264*
3,950*
3,763*
*p<0,01
Araştırmanın birinci hipotezi kapsamında turizmin sosyo-kültürel
etkilerinin katılımcıların yaşlarına, öğrenim düzeylerine ve gelir düzeylerine
göre farklılık göstereceği şeklindedir. Yapılan varyans analizi sonuçları
incelendiğinde; katılımcıların turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin
algılarında yaş gruplarına, öğrenim düzeylerine ve gelir düzeylerine göre
(p<0,05) istatistiki olarak anlamlı farklılıklar olduğu tespit edilmiştir. Bu
farklılığın hangi gruplardan kaynaklandığını tespit etmek için varyansların
homojen olduğu durumlarda Scheffe’s testi, varyansların homojen olmadığı
durumlarda “Tamhane’s T2” testi yapılmıştır.
Yapılan analiz sonucunda (Tablo 6), turizmin sosyo-kültürel etkilerine
ilişkin “Alandaki eğlence çeşitliliğini arttırma” ve “Farklı insanların ve
kültürlerin halk tarafından anlaşılması” hususlarında yaş gruplarına göre
istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılığın olmadığı tespit edilmiştir.
Tablo 6: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Yaşa Göre
Karşılaştırılması
Std.
F
Hususlar
Gruplar
n Ort.
Farklılık
Sapma değeri
Diğer kültürleri ve
insanları anlama
Bölgedeki
restoranların
çeşitliliğini
arttırma
A
25 yaş ve altı
130 4,723
,671
B
26-35 yaş aralığı 86 4,302
,798
C
36-45 yaş aralığı 88 4,419
,750
D
46 yaş ve üzeri
90 4,111
,827
A
25 yaş ve altı
130 3,888
,883
B
26-35 yaş aralığı 86 3,605
,924
C
36-45 yaş aralığı 88 3,835
,882
D
46 yaş ve üzeri
90 3,489 1,073
12,716*
A>B
A>C
A>D
4,080*
A>D
288
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
130 4,338
,665
26-35 yaş aralığı 86 4,070
,665
36-45 yaş aralığı 88 4,255
,647
D
46 yaş ve üzeri
90 4,067
,832
A
25 yaş ve altı
130 3,983
,757
B
26-35 yaş aralığı 86 3,674
,860
C
36-45 yaş aralığı 88 4,043
,710
D
A
46 yaş ve üzeri
25 yaş ve altı
90 3,778
130 3,731
,790
,969
26-35 yaş aralığı 86 3,198
,953
36-45 yaş aralığı 88 3,580
,890
A
Yerel kültürün ve B
mirasın tanınması C
Kültürel aktivite
çeşitliliğini
sağlama
B
Yaşam tarzında
değişiklik sağlama C
Tarihsel yapıların
restorasyonu ve
korunması
25 yaş ve altı
D
46 yaş ve üzeri
90 3,434 1,047
A
25 yaş ve altı
130 3,815
,843
B
26-35 yaş aralığı 86 3,488
,878
C
36-45 yaş aralığı 88 3,421
,652
3,922*
A>D
4,555*
A>B
C>B
5,585*
A>B
9,183*
A>B
A>C
A>D
D 46 yaş ve üzeri 90 3,200 1,114
1. *p<0,01; **p<0,05
2. Yanıt kategorileri: “1=Hiç Katılmıyorum, “2=Katılmıyorum, 3=Ne Katılıyorum
Ne Katılmıyorum, 4=Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum”
Turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin diğer altı hususta ise yaş
gruplarına göre anlamlı farklılık tespit edilmiştir. Bu hususlar; “Diğer
kültürleri ve insanları anlama”, “Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma”,
“Yerel kültürün ve mirasın tanınması”, “Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama”,
“Yaşam tarzında değişiklik sağlama” ve “Tarihsel yapıların restorasyonu ve
korunması”dır. Farklılık olan hususlar incelendiğinde, 25 yaş altında olan
gençlerin diğer yaş gruplarına kıyasla turizmin sosyo-kültürel etkilerine
ilişkin belirtilen hususları daha önemsedikleri söylenebilir.
Yapılan analize göre (Tablo 7), turizmin sosyo-kültürel etkilerine
ilişkin “Diğer kültürleri ve insanları anlama”, “Yerel kültürün ve mirasın
tanınması” ve “Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama” hususlarında
katılımcıların öğrenim düzeylerine göre istatistiksel açıdan anlamlı
farklılık tespit edilmiştir. Diğer beş hususta ise anlamlı farklılık olmadığı
anlaşılmıştır. Farklılık tespit edilen üç hususta, öğrenim düzeyleri
Üniversite ve Lisansüstü olanların lise mezunlarına göre turizmin sosyokültürel etkilerini daha önemli düzeyde gördükleri ifade edilebilir. Başka
bir ifadeyle, öğrenim düzeyi arttıkça kişilerin turizmin sosyo-kültürel
etkilerine ilişkin algı düzeylerinin arttığı söylenebilir.
289
Turizm Çalışmaları
Tablo 7: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Öğrenim
Düzeyine Göre Karşılaştırılması
Ölçeğin Maddeleri
Diğer kültürleri ve
insanları anlama
Gruplar
Ort.
Std.
F
Farklılık
Sapma değeri
A
Lise
84 4,000
,982
B
C
Üniversite 228 4,512
Lisansüstü 60 4,567
,729
,563
Lise
84 4,000
,821
Üniversite 228 4,221
,673
Lisansüstü 60 4,333
,655
A
Lise
84 3,667
,841
B
Üniversite 228 3,945
,749
C
Lisansüstü 60 3,933
,733
A
Yerel kültürün ve mirasın
B
tanınması
C
Kültürel aktivite
çeşitliliğini sağlama
n
15,133*
A<B
A<C
4,490**
A<C
4,207**
A<B
1. *p<0,01; **p<0,05
2. Yanıt kategorileri: “1=Hiç Katılmıyorum, “2=Katılmıyorum, 3=Ne Katılıyorum
Ne Katılmıyorum, 4=Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum”
Yapılan analiz sonucunda (Tablo 8), turizmin sosyo-kültürel etkilerine
ilişkin üç hususta katılımcıların gelir düzeyine göre anlamlı farklılık
tespit edilmiştir. “Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma” ve
“Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama” hususlarında gelir düzeyi yüksek
olanların düşük olanlara göre turizmin sosyo-kültürel etkilerini daha
fazla önemsemektedirler. “Tarihsel yapıların restorasyonu ve korunması”
hususunda ise gelir seviyesi düşük olanları yüksek olanlara göre turizmin
sosyo-kültürel etkilerini daha fazla önemsedikleri ifade edilebilir.
Tablo 8: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Gelir Düzeyine
Göre Karşılaştırılması
Ölçeğin
Std.
F
Gruplar
n Ort.
Farklılık
Maddeleri
Sapma değeri
A 15.000 Som altında
15.000-19.999 Som
Bölgedeki
B
arası
restoranların
çeşitliliğini
20.000-24.999 Som
C
arttırma
arası
Kültürel
aktivite
çeşitliliğini
sağlama
128 3,781 ,947
110 3,473 1,011
3,974*
D>A
82 3,774 ,956
D 25.000 Som ve üzeri
68 3,933 ,771
A 15.000 Som altında
15.000-19.999 Som
B
arası
20.000-24.999 Som
C
arası
D 25.000 Som ve üzeri
128 3,826 ,861
110 3,782 ,734
4,076* D>A ve B
82 3,829 ,767
68 4,173 ,712
290
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
A 15.000 Som altında
Tarihsel
15.000-19.999 Som
B
yapıların
arası
restorasyonu
20.000-24.999 Som
ve
C
arası
korunması
D 25.000 Som ve üzeri
128 3,625 ,823
110 3,673 ,996
5,037*
82 3,268 ,771
A>C
B>C
68 3,309 ,993
1. *p<0,01
2. Yanıt kategorileri: “1=Hiç Katılmıyorum, “2=Katılmıyorum, 3=Ne Katılıyorum
Ne Katılmıyorum, 4=Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum”
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bu araştırmada, Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarının ortaya konulması amaçlanmıştır. Bu çerçevede, araştırmaya katılanların demografik özelliklerine göre turizmin sosyo-kültürel
etkilerine ilişkin algılarının farklılaşıp farklılaşmadığı değerlendirilmiştir.
Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin
algılarının, demografik değişkenlerden cinsiyet değişkeni hariç yaş, medeni
durum, öğrenim düzeyi ve gelir düzeyi değişkenlerine göre anlamlı farklılık
gösterdiği gözlenmiştir. Bu durum Akova (2006) ve Tatoğlu ve ark. (2002)
tarafından yapılan çalışmalarla benzerlikler göstermektedir.
Katılımcılardan yaptıkları işin turizmle ilgisi olanların olmayanlara ve
işi gereği turistlerle iletişim kuranların kurmayanlara göre, turizmin sosyokültürel etkilerine ilişkin hususları farklı şekilde algıladıkları araştırma
sonucunda ortaya çıkmıştır. Elde edilen bu sonuç, Türker ve Türker’in
(2014) çalışması ile benzerlik göstermektedir.
Yapılan çalışma sonucunda, turizmin yeni gelişen Kırgızistan turizmine
sosyo-kültürel etkilerinin yönetilebilmesi ve turizmin sürdürülebilir olması
için aşağıdaki önerilerin yapılması uygun olacaktır:
• Turizmin ortaya çıkarabileceği sosyo-kültürel olumsuzluklar
konusunda halk bilinçlendirilmeli ve turizmden sosyo-kültürel
çevrenin negatif etkilenmemesi için önlemler turistlerin ülkeye
gelmesini etkilemeyecek şekilde alınmalıdır.
• Turizmin sosyo-kültürel etkilerinin her yaş kesimi tarafından
aynı duyarlılık içerisinde değerlendirilmesi için halkın farklı
kesimlerini kapsayan sosyal projeler yapılmalıdır.
• Turizm değeri taşıyan kaynakların korunması ve canlandırılmasına
çalışılmalıdır. Müzeler ve Ören yerleri kurulmalı, kaybolmaya
yüz tutmuş ve turistik değer taşıyan gelenekler, adetler ve yaşam
biçimleri turizme kazandırılmalıdır.
Turizm Çalışmaları
291
• Turizmin bütüncül bir şekilde her yönüyle gelişmesi için turistik
destinasyonlarda gerekli alt ve üst yapı çalışmalarına yönelik yatırımlar yapılmalıdır.
Yapılan araştırma, Bişkek şehrinde yaşayan halk üzerinde gerçekleştirilmiştir. Benzeri çalışmaların, Kırgızistan’ın diğer şehirlerini de kapsayıcı şekilde yapılması araştırmacılara önerilebilir. Farklı demografik değişkenler
dahil edilerek araştırmanın kapsamı genişletilebilir.
KAYNAKÇA
Akova, O. (2006). Yerel Halkın Turizmin Etkilerini Algılamalarına ve Tutumlarına
Yönelik Bir Araştırma. Akademik İncelemeler Dergisi, Sayı:2 Cilt:1.
Ap, J. (1992). Residents’ Perceptions on Tourism Impacts, Annals of Tourism
Research, 19(4), 665- 690.
Ap, J. ve Crompton, J. L. (1998). “Developing and testing a tourism impact scale”,
Journal of Travel Research, 37 (2), 120-131.
Berber, Ş. (2003). Sosyal Değişme Katalizörü Olarak Turizm ve Etkileri, Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s:9, ss:205-221.
Birleşmiş Milletler (2015). UNSD Demographic Statistics, http://data.un.org/
Data.aspx?d=POPvef=tableCode%3a240, Erişim tarihi: 29.11.2017.
Brougham, J. E. ve Butler, R. W. (1981). A Segmentation Analysis of Resident
Attitudes to Social Impact of Tourism, Annals of Tourism Research, 8(4),
569-590.
Brunt, P., & Courtney, P. (1999). Host perceptions of sociocultural impacts. Annals
of Tourism Research, 26, 493–515.
Budenau, A.(2005). Impacts and Responsibilities for Sustainable Tourism: A Tour
Operator’s Perspective, Journal of Cleaner Production, 13 (2005) 89–97.
Bulut, E. (2000). Türk Turizminin Dünyadaki Yeri ve Dış Ödemeler Bilançosuna
Etkisi, G.Ü. İİBF Dergisi, 3/2000, 71-86.
Civelek, A. (2010). Turizmin Sosyal Yapıya ve Sosyal Değişmeye Etkileri, Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler MYO Dergisi, 13(1-2), 331-350.
Cooper, C., Fletcher, J., Gilbert, D., Wanhill ve Stephen, R. (1998). Tourism
principles and practice. New York: Longman Publishing.
Çetin, T. (2009). Beypazarı’nda Turist-Yerli Halk Etkileşimi ve Turizmin
Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Etkileri. Ege Üniversitesi Türk Dünyası
İncelemeleri, 9(1), 15-32.
Çetin, B. ve Özşahin, E. (2011). Turizm ve Mekânsal Değişime Etkileri Yönüyle
Gönen (Balıkesir) Termal Kaynakları, Turkish Studies - International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
292
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Volume 6/2 Spring 2011, p. 317-340, ISSN: 1308-2140, www.turkishstudies.
net, DOI Number: http://dx.doi.org/10.7827/ TurkishStudies.2262,
ANKARA-TURKEY
Douglas, N., Douglas, N., ve Derrett, R. (Eds.). (2001). Special Interest Tourism:
Context and Cases, Australia: John Wiley and Sons.
Farooquee, N. A., Budal, T. K ve Maikhuri, R. K. (2008). Environmental and sociocultural impacts of river rafting and camping on Ganga in Uttarakhand
Himalaya, Current Science, Vol. 94, No. 5 (10 March), 587-594.
Getz, D. (1994). Residents’Attitudes Toward Tourism: ALongitudinal Study in Spey
Valley, Scotland, Tourism Management,15(4), 247-258.
Gürbüz, A. (2002). Turizmin Sosyal Çevreye Etkisi Üzerine Bir Araştırma, Teknoloji
Dergisi, Yıl:5,S: 1-2, SS:49-59.Hamira, Z. F. ve Ghazali, M. (2012). The
relationship between Islamic religiosity and residents’ perceptions of sociocultural impacts of tourism in Iran: Case studies of Sare’in and Masooleh,
Tourism Management, 33, (4), 802-814.
Inskeep, E. (1991). Tourism Planning: An Integrated and Sustainable Approach.
New York: Van Nostrand Reinhold.
Kadanalı, E., & Yazgan, Ş. (2012). Kırsal Turizmin Ekonomik-Sosyal ve Çevresel
Etkileri, Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Sosyal Ve Ekonomik
Araştırmalar Dergisi, 2012(2), 97-100.
Karaman, S., ve Avcıkurt, C. (2011). Turizmin Halk Üzerine Etkileri (Samsun
Örneği). Samsun Sempozyumu, 1-11.
Kariel, H.G. ve Kariel, P.E. (1982). Socio-Cultural Impacts of Tourism: An Example
from the Austrian Alps, Human Geography, Vol. 64, No. 1 (1982), 1-16.
Kayış, A. (2016). Güvenilirlik analizi. Ş. Kalaycı (Ed.). SPSS Uygulamalı Çok
Değişkenli İstatistik Teknikleri (s. 403-419) içinde. Ankara: Asil Yayın.
Kozak,N., Akoğlan, M. ve Kozak, M. (1997). Genel Turizm, Ankara: Anatolia
Yayınları.
Madrigal, R. (1993). A Tale of Tourism in Two Cities, Annals of Tourism Research,
20(2), 336-353.
McCool, S. F. ve Martin, S. T. (1994). Community Attachment and Attitudes
Toward Tourism Development, Journal of Travel Research, 32(3), 29-34.
Oppermann, M. ve Chon, K. S. (1997). Tourism in developing countries. London:
International Thomson Business Press.
Özdemir, M. A. ve Kervankıran, İ. (2011). Turizm ve Turizmin Etkileri Konusunda
Yerel Halkın Yaklaşımlarının Belirlenmesi: Afyonkarahisar Örneği,
Marmara Coğrafya Dergisi, S:24, 1-25.
Perdue, R.R., Long, P.T.ve Allen, L. (1990). Rural Resident Tourism Perceptions
and Attitudes by Community Level of Tourism, Journal of Travel Research,
28(3), 3- 9.
Turizm Çalışmaları
293
Pizam, A. (1978). Tourist Impacts: The Social Mosts to the Destination Community
as Perceived by Its Residents, Journal of Travel Research, 16(4), 8- 12.
Pizam, A., Milman, A. ve King, B. (1994). The Perceptions of Tourism Employees
and Their Families Toward Tourism, Tourism Management, 15(1), 53-61.
Prentice, R. (1993). Community-Driven Tourism Planning and Residents’
Preferences”, Tourism Management,14, 218-227.
Ritter, W. (1975). Recreation and Tourism in Islam Countries. Ekistics, 40(236),
56-59.
Robinson, A. J. ve Meaton, J. (2005). Bali Beyond the Bomb: Disparate Discourses
and Implications for Sustainability. Sustainable Development, 13(2), 69-78.
Saruhan, Ş. D. ve Özdemirci, A. (2013). Bilim, Felsefe ve Metodoloji. (3. Baskı).
İstanbul: Beta Basım Yayım.
Sebastian, L. M. ve Rajagopalan, P. (2009). Socio-Cultural Transformations Through
Tourism: A Comparison of Residents’ Perspectives at Two Destinations in
Kerala, India, Journal of Tourism and Cultural Change, Vol. 7, No. 1, March,
5–21.
Sekhar, N. U. (2003). Local people’s attitudes towards conservation and wildlife
tourism around Sariska Tiger Reserve, India. Journal of environmental
Management, 69(4), 339-347.
Small, K., ve Edwards, D. (2005). Evaluating the socio-cultural impacts of a festival
on a host community: a case study of the Australian Festival of the Book.
In Proceedings of the 9th annual conference of the Asia Pacific Tourism
Association (pp. 580-593). Sydney: School of Leisure, Sport and Tourism,
University of Technology Sydney.
Şahbaz, R. P. (1995).Turizmin Ekonomik, Sosyal (Toplumsal) ve Fiziksel Çevre
Etkileri (Genel Turizm içinde). Ankara: Grafiker Yayınları.
Tatoğlu, E., Erdal, F., Özgür, H., ve Azaklı, S. (2000). Resident perception of the
impacts of tourism in a Turkish resort town. S.745-755. [Online] Available:
http://www. opf. slu. cz/vvr/akce/turecko/pdf. Tatoglu. pdf (January 25,
2009).
Tatoğlu E., Erdal, F., Özgür, H. ve Azaklı, S. (2002). Resident Attitudes Toward
Tourism Impacts. International Journal of Hospitality ve Tourism
Administration, 3:3, 79-100, DOI: 10.1300/J149v03n03_07.
Türker, G. Ö., ve Türker, A. (2014). Yerel halkın turizm etkilerini algılama düzeyi
turizm desteğini nasıl etkiler: dalyan destinasyonu örneği. Ejovoc: Electronic
Journal Of Vocational Colleges, 4(1).
Turizm Çalışmaları
295
BOŞ ZAMAN VE YAŞAM TATMİNİ
LEISURE TIME AND LIFE SATISFACTION
H. Dilek SEVİN1, Derya ŞAHİN2
ÖZET
Bu çalışmada boş zaman, rekreasyon ve yaşam tatmini(doyumu) ilişkilendirilerek, konuyla ilgili literatür araştırmalarından bazıları ele alınmış ve boş zamanın,
yaşam tatmini açısından önemi değerlendirilmiştir.
Anahtar kelimeler: Boş zaman, Rekreasyon, Yaşam Tatmini.
ABSTRACT
In this study, some of the literature research on the subject has been discussed
by relating leisure time to recreation and life satisfaction (content) and the
importance of the leisure time has been evaluated in regard to life satisfaction.
Keywords: Leisure time, Recreation , Life satisfaction.
GİRİŞ
Endüstrileşme sonrası gelişen ve değişen yaşam, bireyleri doğadan
uzaklaştırarak, tek düze, yoğun, stresli ortamlarda hayatla mücadele eder hale
getirmiştir. Yaşanılan çevrenin meydana getirdiği olumsuz etkiler, fiziksel
ve psikolojik olarak birey sağlığını etkilemektedir. Diğer taraftan eşitsizlik,
güvensizlik gibi toplumsal sorunlar bireylerin yaşam tatmin düzeylerinin
azalmasına neden olmakta ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir.
“Yaşam tatmini, kişinin genel yaşam tatminini, yargılarını veya spesifik
yaşam alanını içeren yaşam kalitesinin sübjektif değerlendirilmesi olarak”
ifade edilmektedir (Nuran&Aytaç&Sam&Aytaç,2010:s.82). Bir başka
ifadeyle, yaşam tatmini bireyin yaşamına ilişkin, yaşamsal olayların
olumlu değerlendirilmesidir.Yaşam tatmini kavramı kişiye göre farklı
algılanmaktadır. Sağlık, gelir, eğitim, boş zaman ve rekreasyon gibi yaşam
tatminini etkileyen bir çok faktör vardır. Boş zaman aktivitelerinin sağlık,
refah, mutluluk gibi etkileri alanyazıda farklı gruplar üzerine yapılan
çeşitli araştırmalarla çalışılmıştır. Boş zaman ve yaşam tatmini konulu
bu çalışmada, boş zaman, rekreasyon, yaşam tatmini kavramları literatür
bilgilerine dayanılarak açıklanacaktır.
1
Dr. Öğr. Üyesi H.Dilek SEVİN, Gazi Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Rekreasyon
Yönetimi Bölümü, dsevim@gazi.edu.tr
2
Derya Şahin, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enistitüsü, Rekreasyon Yönetimi
A.B.D, Yüksek Lisans Öğrencisi
296
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
BOŞ ZAMAN, FONKSİYONLARI VE REKREASYON
1.1.Boş Zaman Kavramı
Zaman sözlük anlamı olarak; “bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği
veya geçmekte olduğu süre, vakit: bu sürenin belirli bir parçası, belirlenmiş
olan an” olarak tanımlanmıştır(Türk Dil Kurumu). Zaman, soyut ve bir
çok anlama gelen çoğunlukla ölçü birimi olarak uzaklık, yakınlık, geçmiş,
gelecek anlamları ile, dün, bugün, yarın gibi sözcüklerinin kullanımıyla
belirli süreyi belirtmek içinde kullanılmaktadır. Zaman her toplumda
bireylere adaletli dağıtılan, tekrarı mümkün olmayan, ödünç alınamayan,
tasarruf edilemeyen, isteyerek ya da istemeyerek tüketilen değerli bir
kaynaktır. Zamanın bu derece değerli olması, kullanımı ve yönetimini de
önemli kılmaktadır. Yaşamda zamanını planlamayan ve doğru kullanmayan
kişi düşünmeye ve dinlenmeye zaman ayıramadığı gibi, gerçekleştirmesini
istediği konularda da sorunlar yaşar. Zaman yönetimi ise amaçlara ve
hedeflere ulaşmada önemli bir kaynak olan zamanı verimli kullanma
çabasıdır. Bireyin enerji düzeyi ile etkinlikleri arasında bir uyumun olması,
zaman yönetiminde bazı olumsuzluklarla karşılaşılmasını önler, aynı
zamanda da verimi en üst noktaya taşır(Yazıcıoğlu,2010:s.3-5). Bireylerin
özel yaşamlarında ve iş yaşantılarında başarılı olmasını etkileyen oldukça
fazla değişken bulunmakla birlikte, zamanı iyi yönetme becerisi önemli
değişkenlerden biridir.
Jensen(1995) tarafından zamanın üç farklı sınıflandırılması yapılmış
(Karaküçük &Gürbüz 2007:s.17); Bunlar; Var olma zamanı(fizyolojik
ihtiyaçlar), Zorunlu olarak yapılan işler için harcanan zaman( kişinin
ekonomik kazanç elde etmek için kullandığı zaman dilimi) ve Boş
Zaman(tüm bunlardan geriye kalan zaman) dır. Boş zaman; çalışma ve
diğer görevlerden arta kalan zamanın, kişinin özgür iradesiyle, dinlenme,
eğlenme, kültürel, sosyal açıdan etkileşim ve kaynaşma, psikolojik açıdan
rahatlamasına yardımcı olan zamandır.
Boş zamanın nasıl değerlendirileceği bireyin tercihi, yaşadığı çevre
ve sahip olduğu kültürel özelliklere bağlı olarak şekillenecektir. Birçok
çalışmada boş zamanının etkin değerlendirmesi ile bireyin sağlıklı olma,
yaşam mutluluğu, yaşam tatmini, verimlilik, iş performansı gibi sağladığı
olumlu etkilerinden söz edilmektedir.
Veblen (1995), boş zamanı tembellik karşıtı bir kavram olarak
nitelendirmiş, boş zaman kavramının tembelliği ya da istirahati değil, aksine
bir faaliyeti gerektirdiğini ifade etmiştir (Saruhan ve Göksoy 2015:s.13).
Mannell ve Kleibef (1997) göre, boş zaman terimi zaman, etkinlik ve
deneyim olarak üç temel anlamını tanımlamak için kullanılmıştır. Zaman
olarak, boş zaman, sahip olduğumuz isteğe bağlı, yükümlülüklerden muaf
Turizm Çalışmaları
297
olan zamana atıfta bulunur. Bir etkinlik olarak boş zaman, boş zamanımızda
yapılan aktiviteler olarak tanımlanır. Bir deneyim olarak boş zaman, içsel
motivasyon sonucu etkinliklere katılmayı ifade eder (Rodriguez:s.24).
Dünya Boş Zaman ve Rekreasyon Birliği (W.L.R.A) boş zamanı;
“yaratıcılık, hoşnutluğun bulunduğu ayrıca kişinin tatmin seviyesinin
arttığı ve eğlencelere zemin oluşturan yararları ile insan hayatının özel bir
kesitidir” olarak tanımlamış(Önal, 2017:s.8).
Boş zamanın kavramının üzerine araştırmacılar çeşitli sınıflandırmalar
yapmışlardır.
Bir sınıflandırmaya göre boş zaman dörde ayrılır(Karaküçük & Gürbüz,
2007:s.22);
-
Günlük boş zaman; her gün tekrarlanan ekonomik ve fizyolojik
ihtiyaçların karşılanmasından sonra kalan zamandır.
-
Haftalık boş zaman; hafta sonu çalışmayan bir bireyin hafta içi
yapamadığı aktiviteler için ayırdığı zamandır.
-
Yıllık boş zaman; yıl boyu çalışan bireyin hak ettiği zaman olup, bu
zamanı seyahat, dinlenme ve eğlenme için kullanır.
-
Emeklilik boş zamanı; uzun bir çalışma yılından sonra emekli olan
birey daha çok boş zamana sahip olup, yaşamdan zevk alma, hayata
bağlanma adına çeşitli aktivitelerle bu zaman istediği gibi değerlendirir.
Bir başka sınıflandırmaya göre boş zaman, uzun ve kısa süreli boş zaman
olarak ayrılmış.
-
Uzun süreli boş zaman; çocukluk çağı boş zamanları, senelik izinler
dönemi boş zamanları, emeklilik çağı boş zamanları,
-
Kısa Süreli Boş Zamanlar ise; mesai sonu (akşamüstü kısa süreli boş
zamanlar),hafta sonu, kısa dönemli tatiller olarak sınıflandırılmıştır
(Bedir, 2016:s.23).
Boş zaman aktiviteleri konusunda araştırmacılar, aktif ve pasif,
açık ve kapalı, bireysel ve grup, sportif, kültürel, ciddi ve kayıtsız olarak
çeşitli sınıflandırmalar yapmışlardır. Robert Stebbins tarafından yapılan
sınıflandırmada boş zaman aktiviteleri, ciddi boş zaman ve kayıtsız boş
zaman olarak ikiye ayrılmıştır. Ciddi boş zaman; “Özel bilgi, beceri ve
deneyim gerektiren, oldukça önemli, ilginç ve tatmin edici olan amatör,
hobi ya da gönüllü faaliyetler ile ilgili kariyer elde etmek amacıyla, seçilen
etkinliğe sistematik bir şekilde katılım göstererek takip etmek için harcanan
zaman dilimidir”. Kayıtsız boş zaman ise; “Anında ve içsel faydalar sağlayan,
etkinlikten keyif almak için özel bir çalışma gerektirmeyen ya da çok az
298
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
gerektiren ve nispeten daha kısa süreli hoşnutluk sağlayan aktivitelere
dahil olunarak geçirilen zaman dilimi” olarak tanımlanmıştır(Akyıldız,
2013:s.49,52)
1.2. Boş Zamanın Temel Fonksiyonları
Boş zamanın dinlenme, eğlenme ve gelişim olmak üzere üç temel
fonksiyonundan söz edilmektedir. Dinlenme fonksiyonu; yenilenme veya
çalışma sonrası stres ve yorgunluk atma, bedensel aşınma ve sinir gerilimini
ortadan kaldıran temel bir fonksiyon olarak açıklanmaktadır. Eğlenme
fonksiyonu; can sıkıntısından kurtulma veya sıkıntı sonra eğlenme,
rahatlamayı ifade eder. Gelişim fonksiyonu ise bilgi almak ya da vermek,
kültürü geliştirmek ve aniden ortaya çıkan ya da örgütlenmiş gönüllü
sosyal faaliyetler olarak tanımlanmaktadır(Karaküçük,2005:s.47-48).
Curtis (1979) boş zamanı değerlendirmenin yararlarını ise; fiziksel,
psikolojik ve sosyal yararlar olmak üzere üç ana başlıkta toplamıştır. Boş
zamanın doğru kullanımı ile elde edilen deneyim sonucu bireye sağladığı
yararlar (Arslan,:s.7)aşağıda belirtilmektedir;
- İyi ruh hali, kendine güven, kendi kararlarını kendi alma yetisi gibi
olumlu duyguların oluşmasını sağlar.
- Günlük sorunlardan uzaklaşma, can sıkıntısı ve stresten kurtulmayı
sağlar.
- Yoğun iş yaşamının getirisi olan yabancılaşmayı engeller.
- Kişilerin toplumsallaşmasını ve toplumsal yaşamın sürekli olmasını
sağlar.
- Fiziksel sağlığın ilerlemesine yardımcı olur.
- Kişisel değerlerin sorgulanmasını sağlar ve birey için neyin önemli
olduğunun anlaşılması için fırsat yaratır.
-. Çalışma ve okul yaşamının kişiye veremeyeceği özgürlük hissi verir.
- Utangaç ya da içe kapanık insanlar, ortak ilgileri olan grup etkinliklerine
katıldıklarında, iletişim becerilerini ve özsaygılarını geliştirir.
- Yeni insanlarla tanışma, yeni şeyler öğrenme fırsatı sağlar.
1.3.Boş Zamanın Davranışı ve Katılımını Etkileyen Faktörler
Boş zamanı değerlendirme davranışı etkileyen etmenlerle ilgili olarak
alanyazıda bir çok araştırma ve çalışmalar yapılmıştır. Havighurst ve
Donald (1959) ve Havighurst’un (1961) çalışmalarına göre boş zamanları
değerlendirme etkinliklerine katılmanın en önemli nedenleri olarak; bu
zamanı zevk alarak yaşamak, farklı bir şeyler yapmak, çevresi ile etkileşim
Turizm Çalışmaları
299
kurmak, farklı deneyimler elde etmek, bir şeyleri başarmak, yeni şeyler
ortaya koyarak bu duyguyu yaşamak, toplumsal yarar elde etmek ve zaman
geçirmektir (Gökçe, 2008:s.8).
Morgan, bireylerin boş zaman davranışlarını etkileyen faktörleri;
aile, referans grupları, önceki fikirler, kişilik ve kültür olarak
sınıflandırmıştır(Bedir 2016:s.21-23). Ailenin sahip olduğu kaynak ve
olanaklar, içinde bulunduğu fiziksel ve sosyal çevre, inanç ve değerler, eğitim
düzeyi gibi özellikler çocukların ya da gençlerin boş zaman katılımları ve
tercihleri üzerinde önemli ölçüde etkilidir. Yetişkinlik yıllarına kadar geçen
sürede, boş zaman değerlendirme modelleri, koşullara göre öğrenilmekte,
gelişmekte, bırakılmakta veya tekrar öğrenilmektedir. Bireylerin boş zaman
değerlendirmesi ailesi tarafından etkilenmekle kalmayıp, karşılığında
da aileyi etkilemektedir. Aile dışında, akran, arkadaş ve komşuları gibi
referans gruplarının davranış ve alışkanlıkları bireyin üzerinde etkili
olmaktadır. Daha önce deneyimlenen ve yaşanan boş zaman tecrübeleri
paylaşılır ve deneyimlerden yararlanılarak yeni boş zaman uğraşları
üretilebilir. Bu tekrar paylaşılır ve yeni boş zaman aktiviteleri üretilir. Boş
zaman değerlendirme şekillerini etkileyen diğer bir faktörde kişiliktir.
Bireylerin ruh hali ve mizacı boş zamanda yapılacak faaliyetlerin seçiminde
etkilidir. Kültür ise bireylerin yaşantılarını etkileme konusunda büyük bir
güce sahiptir. Bu yüzden insanların yaptıkları boş zaman faaliyetleri de
toplumun kültürüne paralellik gösterecektir(Yazıcıoğlu,2010:s.9-10).
Bir başka kaynakta boş zaman katılımını etkilen faktörler aşağıdaki gibi
gruplandırılmaktadır(Torkildsen,2005, s107);
-
Bireysel faktörler: Bir bireyin hayatının aşaması, ilgi alanları, tutumları,
yetenekler, yetiştirme ve kişilik
-
Bireylerin kendilerini bulduğu koşullar ve durumlar: ait olduğu sosyal
ortam, boş zaman olarak sahip olduğu sure, iş ve gelirleri
-
Bireye sunulan fırsatlar ve destek hizmetleri: kaynaklar, tesisler,
programlar ve aktiviteler; onların kalitesi, çekiciliği ve yönetimi.
1.4. Rekreasyon
Rekreasyon” Latince “re-tekrar” ve “create-yaratma” sözcüklerinden
türemiş olup, bir şeyin yeniden yaratılması ya da kazanılması anlamına gelir.
Rekreasyon insanların günlük yaşamın monotonluğundan uzaklaşarak,
bedensel ve düşünsel olarak kendilerini yenilenmesi için gerçekleştirdikleri
boş zaman değerlendirilmesidir(Özgeriş,&Karahan:s.41)”.
Neumeyer ve Neumeyer (1958) rekreasyonu, ‘boş zamanda bireysel ya
da grup olarak sürdürülen, özgür ve zevkli olarak kişinin kendi tercihi ile
gerçekleştirilen herhangi bir aktivite olarak tanımlamıştır.
300
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Rekreasyon boş zamanda gönüllü olarak yapılan aktivite ve
deneyimlerden oluşur. Rekreasyon aktiviteleri, fiziksel, kültürel ve eğlence
odaklı olarak, aktif ya da pasif, bireysel veya grup katılımlı olarak açık ve
kapalı mekanlarda gerçekleştirilir.
Günümüzde rekreasyon bireysel ve toplumsal bir ihtiyaçtır. Toplumsal
bakımdan rekreasyona duyulan ihtiyaç; toplumsal dayanışma, bütünleşmeyi
sağlaması ve demokratik bir toplum yaratılmasıdır.
Rekreasyonel aktivitelere katılım bireye çeşitli faydalar sağlar.
Rekreasyon aktivitelerine katılımının bireye sağladığı faydalar; “fiziksel
sağlık, zihinsel ve duygusal sağlık, bilgi gelişimi, kişilik gelişim, sosyal uyum,
estetik ve maneviyat ve macera duygusunun” yaşanmasıdır. Rekreasyonel
aktivitelere katılımın faydaları aşağıdaki gibi özetlenebilir(Tekin&Çalışır,
2017:s.19-21);
-
Fiziksel aktiviteler fazla enerjinin yakılması, rahatlama, aynı zamanda
vücut kompozisyonu, kuvvet, koordinasyon becerilerine olumlu etkisi
-
Rekreasyonun denge ve kaçış sağlaması ile olumsuz duygulardan ve
duygusal engellerden kurtulmayı sağlama
-
Rekreasyonun doğasında eğitimin olması, öğrenme açısından olanak
sağlar
-
Rekreasyonun, özsaygı, özgüven, atılganlık, kontrol, azim sebat cesaret
gibi kişilik özelliklerinin gelişimi üzerine etkisi
-
Rekreasyon bireyin başkalarını anlama, saygı duyma, sosyalleşme gibi
sosyal ilişkilerinin geliştirilmesi üzerine olumlu etkisi vardır.
-
Rekreatif faaliyetler mutluk duygusunu ortaya çıkarır, birey güzeli ve
estetik olanı arayışı içine girer.
-
Rekreatif aktivitelerin bazıları aynı zamanda macare ve heyacan
arayan bireylerin beklentilerini karşılamaya yöneliktir. Farklı ve
heyacan verenin peşinde olan bireyler macera duygusunu rekreasyon
içerisinde bulabilir.
2. Yaşam Tatmini(Doyumu)
2.1. Yaşam Tatmini Kavramı
Tatmin, bir diğer adıyla doyum olarak ifade edilebilir. Tatmin,
beklentilerin, gereksinimlerin, istek ve dileklerin karşılanmasıdır. Yaşam
tatmini(Life Satisfaction) konusunda alanyazıda çeşitli tanımlar yapılmıştır.
Yaşam tatmini kavramı üzerinde araştırmacılar kesin ve ortak bir fikir
birliği sağlayamamıştır. Yaşam tatmini sosyolojik, psikolojik, ekonomik ve
kültürel boyutu olan bir kavramdır (Çevik&Korkmaz,2014,s.126)
Turizm Çalışmaları
301
Yaşam doyumu Bearon tarafından (1989); mevcut durum ya da
elde edilen başarılar ile istekler arasındaki ilişki olarak, Shichman ve
Cooper (1984) ise yaşam doyumunu, daha iyi yaşama, hayatı sevme ve
genel olarak daha iyi yaşam kalitesine sahip olma olarak tanımlamıştır
(Gökçe,2008:s.24). Diener(1984) göre Yaşam mutluluğu, kişinin hayatının
bilişsel değerlendirmesi olarak tanımlanır (Rodriguez:s.24).
Günümüzde bireylerin mutluluğu, psikolojik iyi oluş, öznel iyi oluş,
yaşam kalitesi, yaşam tatmini ve olumlu duygular gibi kavramlarla
birlikte incelenmektedir(Dost,2007:s.133).Yaşam tatmini sık sık mutluluk
kavramı ile karıştırılmaktadır. Mutluluk “pozitif psikolojide öznel iyi
olmanın irdelenmesi şeklindedir” ve “günlük konuşmada öznel iyi olmaya
mutluluk denilmektedir”(Kangal,2013, s.216). Mutluluk, bireyin yaşamda
elde ettiği doyum ve olumlu duyguların bütünü olarak ifade edilmektedir.
Öznel iyi oluş yapı olarak üç boyutludur. Bunlar; olumlu duygu, olumsuz
duygu ve yaşam doyumudur. Öznel iyi oluşun duygusal bileşenleri
olarak(Kangal,2013, s.216);
-
Olumlu duygu, neşe sevgi, çoşku gibi, hoş olan duygu ve genel olumlu
ruh halidir.
-
Olumsuz duygu üzüntü, sıkıntı, endişe, stres, suçluluk, utanç ve
kıskançlık gibi hoş olmayan duygu ve genel olumsuz ruh halidir.
-
Yaşam doyumu, bireyin yaşantısını bütün olarak nasıl değerlendirdiğidir.
Doyum alanı ise, bireylerin fiziksel ve ruhsal sağlık, iş, boş zaman,
sosyal ilişkiler ve aile gibi önemli yaşam alanlarını değerlendirirken
oluşturdukları yargılardır
Bu açıklamalara bağlı olarak, öznel iyi oluşu yüksek olan bireyler, hoş
duygular hissetmekte, yaşam olaylarını olumlu değerlendirmekte, öznel
iyi oluşu düşük olan bireyler sıkıntı, depresyon ve hoş olmayan duygular
hissetmektedir(Kangal,2013, s.218).
Yaşam tatmini, “insanın mutluluğu ile ilgili kavramlardan
öznel iyi oluşun bilişsel yönünü temsil etmekte ve öznel iyi oluş,
kişinin yaşamını bilişsel ve duygusal olarak değerlendirmesi olarak”
tanımlanmaktadır(Dost,2007:s.133). İnsanlar daha çok hoş veya çok az hoş
olmayan duygular hissettiklerinde, ilgi çekici aktivitelerde bulunduklarında,
daha çok sevinç veya çok az acı yaşadıklarında ve yaşamlarından memnun
olduklarında yüksek bir öznel iyi oluş hissi yaşamaktadırlar(Ülker&
Recepoğlu,2013: s.207).
Yaşam tatmini, bireyin ruh sağlığını ve toplumsal ilişkilerini etkileyen
en önemli etmenlerden biridir. Bireyin yaşam doyumu elde etmesinde en
önemli faktör yaşam kalitesinin arttırılması ve bunun içinde bireyin fiziki
302
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ve ruhsal durumu, aile ve çevresinden etkilenme ve etkileme düzeyleri
önemlidir. Yaşam tatmini, bir insanın beklentileri ve mevcut istekleri ile
elinde olanların karşılaştırılmasıyla elde edilen durumdur(Gül, 2016:s.41)
Yaşam tatmini, genel olarak kişinin tüm yaşamını ve bu yaşamın çeşitli
boyutlarını içerir. Yaşam tatmini denildiğinde, belirli bir duruma ilişkin
doyum değil, genel olarak tüm yaşantıdaki doyum anlaşılır. Çalışmalara
göre, yaşam tatminini anlama ve ölçmede cinsiyet, etnik kimlik, ekonomik
durum gibi faktörlerin çok fazla bir etkisi olmadığı, kişisel eğilimler,
yakın ilişkiler ve kültür gibi psikolojik faktörlerin etkili olduğu ifade
edilmektedir (İskender,2015:s.49). Ayrıca yaşam tatmini, yaşam hakkında
genel duyguların yansıtılması ve duygusal mutluluğun ölçülmesi olarak
görülmektedir. Yaşam tatmini yaşamın genelini için değerlendirilebileceği
gibi, yaşamın belirli alanlarından tatmin (iş,aile vb) gibi bir seviye içinde
değerlendirilmektedir(Aşan&Erenler, 2008: s.206). Yaşam tatmin alanları
ise; iş, aile, serbest zaman, sağlık, para, benlik ve kişinin yakın çevresidir.
Diener ve Lucas’a (1999) göre, “yaşam doyumu, yaşamı değiştirme
isteği, geçmişten doyum, gelecekten doyum ve kişinin yakınlarının o
kişinin yaşamı hakkındaki görüşlerini kapsamakta” ve doyum alanları ise
iş, aile, serbest zaman, sağlık, para, benlik ve kişinin yakın çevresi olarak
belirtilmektedir(Dost,2007:s.133).
Bir başka kaynakta yaşam tatmini etkileyen faktörler ise; Özgürlük,
demokrasi, açık fikirli olmak, aktif olmak, politik istikrar, kendi hayatının
kontrolünün kendi elinde olduğunu hissetmek, fiziksel ve ruhsal olarak
sağlam olmak, evli olmak, ailesi ve arkadaşlarıyla iyi ilişkiler içerisinde
bulunmak, spor yapmak, güvenilir bir bölgede yaşamak, sosyal çevrenin
geniş olması, pozitif bireysel kimlik olarak açıklanmaktadır(Özdevecioğlu&
Aktaş,2007:8).
Yaşam doyumu kavramı kişiye göre farklı algılanmaktadır. Bireylerin
yaşam doyumunu etkileyen unsurlar şu şekilde sıralanmaktadır(Keser,
2005:s.80).
-
Günlük yaşamdan mutluluk duymak;
-
Yaşamı anlamlı bulmak,
-
Amaçlara ulaşma konusunda uyum,
-
Pozitif bireysel kimlik,
-
Fiziksel olarak bireyin kendisini iyi hissetmesi,
-
Ekonomik güvenlik ve Sosyal ilişkiler.
Turizm Çalışmaları
303
2.2. Yaşam Tatmini ve Boş Zaman İlişkisi
Günümüz dünyasında, teknolojik gelişmeler çalışma hayatında olduğu
kadar, gündelik hayat ve yaşadığımız çevreyi hem olumlu hem de olumsuz
etkilemiş, daha fazla üretim ve daha fazla tüketim bireylerin psikolojileri
üzerinde etkileri olmuştur(Gilovich&Amit&Lily,2014:s.1-14)
Küreselleşme ile değişen dünyada bireylerin psikolojik sorunlarından
daha çok bahsedilmekte, korku, yalnızlık, depresyon, stres, sosyal fobi,
tükenmişlik, yabancılaşma, rekabetçilik, benmerkezcilik gibi sorunlar en
fazla bahsedilenlerdir. Yaşam tatmini, bireyin yaşama dair beklentileri ve
bunların karşılanma düzeyi ile ortaya çıkan durumdur; mutluluk, moral
vb. gibi özelliklere bağlı iyi olma halini ifade eder. Bireyin yaşam tatminini
etkileyen unsurlardan birkaçı günlük yaşamdan mutluluk duymak, yaşamı
anlamlı bulmak, fiziksel olarak bireyin kendini iyi hissetmesidir. Kişinin
fiziksel olarak kendini iyi hissetmesi, boş zamanların sportif aktivitelerle
değerlendirilmesi ile ilişkilendirmektedir. Bir başka deyişle bireyin sportif
aktivitelere katılımı psikolojik, ruh sağlığı ve yaşam tatminini olumlu
etkileyecektir. Olumlu rekreasyon yaşantıları, bireye başarma mutluluğu
yaşatması ile özsaygı ve özgüvenini arttıracaktır (Karaman, 2015:s.3).
İş yaşamında sağlanan tatmin ve kazanılan tecrübe, çalışma dışı yaşamı
etkilediği gibi, bireyin özel yaşamının da iş yaşamı üzerine etkisi vardır.
Çalışma yaşamındaki doyumsuzluk, mutsuzluk, hayal kırıklığı, isteksizlik,
bireyin genel yaşamına etki eder ve yaşamdan doyum almamaya başlamasına
neden olur. Bu durum bireyin çevresini, ailesini ve arkadaşlık ilişkilerini
de olumsuz etkileyerek, fiziksel ve ruhsal sağlığını bozabilmektedir(Keser,
2005:s.81).
Sağlık, kişilerin fiziksel, sosyal ve ekonomik açıdan üretken bir yaşam
sürdürebilmesi için gerekli durum olarak tanımlanır, sağlığı geliştirme ise,
kişilerin kendi sağlıkları üzerinde kontrollerini artırmayı ve geliştirmeyi
olanaklı kılmaktır. Bu bağlamda bireyler sağlıklarını korumak için çalışma
zamanlarında davranışlarını düzenlendiği gibi boş zamanlarında da
davranışlarını düzenlemelidir(Saruhan& Göksoy,2015: 11).
Sosyal ilişkiler, yaşam doyumunu etkileyen faktörlerden biridir. Bunun
nedeni eş, çocuklar ya da arkadaşlar gibi bireyin yakınlarının sosyal destek
sağlaması, maddi yardımda bulunması, boş zamanlarını paylaşması ve eşlik
etmesidir(Dağlı&Baysal,2016:1251).
Boş zaman aktivitelerinin sadece dinlenme, eğlenme amaçlarının
dışında toplum hayatı açısında gençlerin kötü alışkanlıklarının oluşmaması
veya bu alışkanlıkların ortadan kaldırılması yönünde son derece önemli
bir yere sahiptir. Kok ve ark. (2014), yapmış oldukları araştırmalarında
Malezya’da yaşayan gençlerin intihar eğilimlerinin önlenmesi için boş
304
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
zaman aktivitelerinin önemine vurgu yapmıştır. Sosyalleşen gençler
yapmış oldukları aktivitelerle kendilerini gerçekleştirmekte ve kendilerini
keşfetmektedir (Kok& Goh& Gan,2015:69-77)
Açık alan ve fiziksel aktiviteler, bireylerin mutluluk, yaşam tatmini, sağlık
ve sosyal ilişkileri açısından önemlidir. Fiziksel aktivitelere katılım, bireyin,
aktif yaşam biçimini ve sağlıklı olma durumunu olumlu etkilemektedir.
Boş zaman aktivitelerine katılımın yaşlanma döneminde yaşam
kalitesi üzerinde olumlu etkisinden söz edilmektedir. Sağlık açısından
verimliliğinin azaldığı ve bağımlılığın arttığı yaşlılık dönemi, yaşam
kalitesinin gerilediği dönemlerden birisidir. Rekreatif aktiviteler yaşlı
bireylerin yaşamını zenginleştirir, fiziki ve ruh sağlığını olumlu etkiler.
Sağlıklı bireylere verilen rekreasyon hizmetleri “Rekreasyon” kapsamında,
engelli ve sağlık sorunu olan kişilere verilen rekreasyon hizmetleri
“Rekreasyon Terapisi” kapsamında değerlendirilmektedir. Rekreasyon
terapisi; “hasta ve engelli bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak için özel olarak
belirlenmiş rekreasyon ve ilgili etkinlikleri sağlayan bir profesyonel veya
uzmanın yönettiği hizmet olarak tanımlanmıştır”(Saruhan,2015:s.256).
Rekreasyon terapisinin temel özellikleri; bireyin yaşam kalitesini artırır,
fiziki sağlık gelişiminde önemli düzeyde pozitif etki sağlar, ruh sağlığı
açısından moral, motivasyon ve özgüven kazandırır, yapılacak uygulamalı
aktivitelerle zihinsel gelişim sağlar, ruhsal ve fiziksel gerilemeyi önler veya
azaltır, sosyalleştirir, hayal gücünü geliştirir, beceri ve yeteneğini geliştirir,
kişisel başarı ve verimin artışını pozitif etkiler, sosyalleşme, dayanışma
ve bütünleşmeyi sağlar ve ailenin (refakatçinin) moral ve motivasyonuna
dolaylı katkı sağlar(Saruhan,2015:s.256-260).
Boş zaman aktivitelerinin seçiminde, bireyin yaşadığı çevre, aile,
ekonomik düzeyi, yaşadığı toplum, bunduğu yörenin gelenek ve görenekleri,
bireyin yaşı ve cinsiyeti ve kişilik özellikler etkili olmaktadır. Boş zamanın
doğru kullanılması ile kişinin sorumluluk duygusunun artması bu zamanı
en güzel şekilde değerlendirmesiyle mutlu olmakta ve kişisel gelişimine
olanak sağlamaktadır. Rekreasyon aktivitelerine katılan birey kendini
ifade etmekte, deneyimlerini başkaları ile paylaşmak, başarılarının farkına
varma, yeni kişilerle arkadaşlık kurma ve çevresine uyum sağlamak gibi
olumlu sonuçlara ulaşmaktadır. Böylece birey hayata olumlu bakmakta, ilgi
alanlarına zaman ayırarak yaşam standartlarını yükseltmekte, sosyal çevre
kazanarak öz benliğini güçlendirmekte, topluma faydalı ve sağlıklı bir birey
olarak yaşamını sürdürecektir. (Şimşek&Ergül&Yüksel,2015:103).
Boş zaman aktivitelere katılım genellikle yaşam tatmini ile pozitif
ilişkili bulunmaktadır. Çalışan kadınlar, yaşlılar ve yetişkinler dahil olmak
üzere çeşitli gruplar üzerinde çalışmalar yapılmış, bu ilişki test edilmiş ve
desteklenmiştir. Örneğin, Schnohf ve ark.(2005) tarafından yapılan bir
Turizm Çalışmaları
305
araştırmada, (Kopenhag’da yaşayanların rastgele örneklem ile n = 12,028),
fiziksel aktivitelere (örneğin, koşu yapma) katılan bireylerin, sedanter
yaşam tarzını benimsemiş olanlara göre, stres ve yaşam tatminsizliğine
daha az eğilimli oldukları bulunmuştur. Hills ve Afgyle (1998) göre, boş
zaman etkinlikleri gönüllüdür, birey zevk almak için katılır ve etkinlik
katılımcı için güzel duygular yaşaması neden olurken, eğlenme sonunda
kazanılan olum ruh halidir. Bununla birlikte, bazı aktiviteler genel yaşam
memnuniyetine katkıda bulunsa da, ortaya koydukları yaşam doyumu
ilişki düzeyi düşük olma eğilimindedir. Örneğin, Rodrfguez ve ark.
(2008) yaptıkları yakın tarihli bir çalışmada, psikolojik ihtiyaçlar ve boş
zaman aktiviteleri karşılaştırılmış, analiz edilen boş zaman aktivitelerinin,
çeşitli psikolojik ihtiyaçların tatmin edilmesini kontrol ederken, yaşam
doyumundaki varyansın sadece% 4’ünü açıkladığı bulunmuştur. Bu
bağlamada farklı aktivitelere göre yaşam memnuniyeti arasında ilişki
değişmektedir. Diğer bir çalışma, bazı aktivitelerin yaşam tatmini veya
genel yaşam kalitesini önemli ölçüde etkilemediği bulunmuştur. Rodriguez
ve ark. (2008), fiziksel aktiviteye katılımın kişinin yaşam tatmini üzerinde
olumlu bir sonuç doğurabileceğini göstermiştir. Öte yandan, bu çalışma
aynı zamanda belirli aktivitelere katılımın, kişinin yaşam memnuniyetine
olumsuz etkide bulunabileceğini de göstermiştir. Boş zaman aktivitelerine
katılım ile yaşam tatmini arasında ilişki düzenin düşük olması üç nedenle
açıklanmıştır;
-
Birincisi aktivitelere katılımı motive eden nedenin, içsel ya da
dışsal olduğudur.
-
İkincisi, boş zaman aktivitesinin sonuçlarına odaklanılmaktadır.
-
Üçüncüsü ise boş zaman aktivitesine katılımın genellikle
yaşam doyumuyla doğrudan bir ilişkisi olduğu şeklinde analiz
edilmesidir. Ancak, boş zaman tatmini, fiziksel ve ruhsal sağlık,
stresin azaltılması, psikolojik ihtiyaçlar aracılık edebilir. Bunların
olumlu ve olumsuz etkisi vardır(Rodriguez:s.30-33)).
2.4.Yaşam Tatmini İle İlgili Yapılmış Çalışmalar
Yaşam tatminine ilişkin alanyazıda çalışmalar genel olarak
değerlendirildiğinde yaşam tatmini ve çalışma performansı üzerine
yoğunlaşmaktadır. Boş zaman ve yaşam tatmini konusunda farklı örneklem
gruplarına yönelik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan bazıları aşağıda
sunulmaktadır.
Öğretmenler
üzerinde
yapılan
bir
çalışmasında(Taş,2011),
öğretmenlerin yaşam doyumuna ulaşmada yaşamın onlar için anlamlı
olmasının fazlaca etkili olduğunun vurgusunu yapmaktadır. Ayrıca
öğretmenlerin işten sağladıkları doyum ile yaşam tatminleri arasında
306
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
pozitif bir ilişki olduğunu belirtmektedir. Yaşanılan hayatın bir anlamı
olmaması durumunda yaşamdan zevk alamama ve doğal olarak yaşam
kalitesi düşmektedir.
Öğretmenlere yönelik yapılan bir başka çalışmada(Lapa&Ağyar&Bahadır,2012) ilk ve ortaokullarda görev yapan beden eğitimi ve spor öğretmenlerinin serbest zaman motivasyonu ve serbest zaman katılım sıklığını ele
alınmış ve serbest zaman katılımı ile yaşam tatmini arasında pozitif yönlü
bir ilişki olduğu tespit edilmiştir.
Emniyet mensupları üzerinde yapılan çalışmada(Baştemur 2006), iş
tatmini ve yaşam tatmini ilişkisini analiz edilmiş, iş tatmininin ve yaşam
tatminini karşılıklı olarak birbirini etkilediğini ancak işin hayatın büyük
bir bölümünü kapsaması nedeniyle iş tatmininin yaşam tatmini üzerinde
daha etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Tekstil çalışanlarına yönelik(Öcal,2008) iş-aile çatışması, aile iş
çatışması ile iş tatmini ve yaşam tatmini ilişkisini belirlemek amacıyla
yapılan çalışmada, aile-iş çatışmasının iş tatmini ile ilişkisi olmadığı, iş-aile
çatışması ile yaşam tatmini arasında ise olumsuz yönde bir ilişki olduğu,
aile-iş çatışması ile yaşam tatmini düzeyi arasında bir ilişki olmadığı, iş
tatmini ve yaşam tatmini arasında ise olumlu yönde bir ilişki olduğu tespit
edilmiştir.
Bir başka çalışma(Karaman,2015), 15 adet spor merkezi ve bu spor
merkezlerine üye bireylerle gerçekleştirmiştir. Araştırmada bireylerin
yaşam tatminlerinin, sırasıyla eğitim seviyesi, gelir seviyesi, boş zaman
miktarı ve sağlık durumu gibi faktörlerin düşük ya da yüksek seviyede
olması bireylerin yaşamdan tatmin olma durumlarını belirlemektedir.
Ayrıca yaşam tatmini yüksek bireylerin umutsuzluk düzeylerinin düşük
olduğu da belirtilmektedir. Araştırma da ayrıca rekreasyonel amaçlı spor
yapan bireylerin yaşam tatmin düzeylerinin de yüksek olduğu saptanmıştır.
Otomotiv sektöründe görev alan 562 kişi üzerinde inceleme (Keser
2005) yapılmış, araştırma sonucuna göre, “İş doyumu ile yaşam doyumu
arasında pozitif bir ilişki vardır” ifadesine yer verilmiştir. Yaşam doyumu
birçok faktörden etkilenebilmekte ancak en önemli unsur bireyin çalışma
hayatının olduğu belirtilmektedir.
Rekreasyon amaçlı spor aktivitelerine katılım ile yaşam tatmini, boş
zaman tatmini ve algılanan özgürlük arasında ilişkinin belirlenmesine
yönelik yapılan çalışmada(Lapa,2013), algılanan özgürlük, boş zaman
tatmini ve yaşam tatmini arasında pozitif doğrusal bir ilişki bulunmuştur.
Üniversite öğrencilerinin katıldıkları serbest zaman etkinliklerinden
tatmin olma ve algılanan özgürlük düzeyleri cinsiyet ve yaşa göre
incelenmiş, yapılan çalışmada(Serdar& Ay,2016) cinsiyet ve yaşın serbest
Turizm Çalışmaları
307
zamanda algılanan özgürlük düzeyinde önemli bir faktör olmadığı, serbest
zaman tatmin ölçeğine bakıldığında ise cinsiyete göre “Psikolojik”, “Eğitim”,
“Sosyal” ve “Rahatlama” ve yaşa göre ise “Psikolojik” ve “Rahatlama” alt
boyutlarında anlamlı farklılık tespit edilmiştir.
Boş zaman etkinliği olarak, futbol ve basketbol branşlarında,
seyircinin serbest zaman tatmini demografik değişkenler açısından
incelenmiş(Gümüş&Karakullukçu,2015), yapılan analizler sonucunda,
bireylerin serbest zaman tatminlerinde; büyüyüp yetiştikleri yer ve eğitim
durumları açısından anlamlı bir ilişki göstermezken, medeni durumları,
ekonomik düzeyleri ve katıldıkları spor branşları açısından anlamlı bir
farklılık bulunmuştur.
Beden eğitimi ve spor öğretmenleri üzerine yapılan bir çalışmada
(Lapa&Ağyari&Bahadır,2012) yaşam tatmini, serbest zaman motivasyonu
ve serbest zaman aktivitelerine katılım sıklığı arasında pozitif doğrusal
ilişki saptanmıştır.
SONUÇ
Boş zaman bireyin özgür iradesiyle, çeşitli aktiviteler yoluyla geçirdiği
zamandır. Rekreasyon ise boş zamanda yapılan aktivite ve deneyimdir.
Rekreasyonel aktiviteler, fiziksel, kültürel, sosyal ve eğlence odaklı olabilir.
Boş zaman ve rekreasyon, mutluluk, yaşam kalitesi, yaşam tatmini ile
ilişkilidir. Bireyin yaşamına dair elde ettiği tatmin düzeyi ile boş zamanın
değerlendirilmesi açısından bir ilişki vardır. Sonuç olarak yaşam tatminini
olumlu etkileyen faktörlerden biri boş zaman ve bu zamanın olumlu
aktivitelerle değerlendirilmesidir.
KAYNAKLAR
AKYILDIZ Müge(2013), “Boş Zamana “Ciddi” Bir Bakış: Boş Zaman
Araştırmalarında Ciddi Boş Zaman Teorisi”, Pamukkale Journal of Sport
Sciences, Vol.4, No.2, ISSN: 1309-0356 Pg:46-59.
ARSLAN Sibel, “Serbest Zaman Kullanımı: Sıradan Serbest Zaman Etkinlikleri
Ve Sistemli Serbest Zaman Etkinlikleri”, http://dergipark.gov.tr/download/
article-file/67818(Alıntı tarihi:21.3.2018)
AŞAN Öznur & ERENLER Esra(2008), “İş Tatmini Ve Yaşam Tatmini
İlişkisi”Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, Y.2008, C.13, S.2 s.203-216.
BAŞTEMUR Yakup (2006) “ İş tatmini ile Yaşam tatmini arasındaki ilişkiler.
Kayseri Emniyet Müdürlüğünde bir araştırma. Yayınlanmamış yüksek
lisans tezi. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kayseri
308
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
BAYRAM Nuran& Aytaç Serpil& SAM Neslihan& AYTAÇ Mustafa(2010), “ Yaşam
Tatmini Ve Sosyal Dışlanma”, Ekim/October 2010, Cilt/Vol: 12, Sayı/Num:
4, Page: 79-92, ISSN: 1303-2860, DOI: 10.4026/1303-2860.2010.0159.x
BEDİR ,Fatih(2016), Boş Zaman (Rekreasyonel) Aktivitelerinin Stresin Üstesinden
Gelebilme Rolünün İncelenmesi, T.C Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Spor Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Spor Yönetimi
Anabilim Dalı, Erzurum.
ÇEVİK Nüket KIRCI& KORKMAZ Oya(2014) “ Türkiye’de Yaşam Doyumu Ve İş
Doyumu Arasındaki İlişkinin İki Değişkenli Sıralı Probit Model Analizi”,
Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1.
DAĞLI.A&BAYSAL Nigah(2016) “Yaşam Doyumu Ölçeğinin Türkçeye
Uyarlanması: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması”, Elektronik Sosyal Bilimler
Dergisi. 15(59).1250-1262 http://dergipark.ulakbim.gov.tr/esosder/article/
view/5000189035/5000174459
DOST Meliha Tuzgöl (2007), “Üniversite Öğrencilerinin Yaşam Doyumunun Bazı
Değişkenlere Göre İncelenmesi” Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dergisi Yıl 2007 (2) 22. Sayı.
GİLOVİCH Thomas&KUMAR Amit&JAMPOL Lily
(2014)“A wonderful
life: experiential consumption and the pursuit of happiness” Journal of
Consumer Psychology, http://dx.doi.org/10.1016/j.jcps.2014.08.004
GÖKÇE Hüseyin(2008) “Serbest Zaman Doyumunun Yaşam Doyumu Ve Sosyo
Demografik Değişkenlerle İlişkisinin İncelenmesi”, Pamukkale Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi Sporda Psiko-Sosyal Alanlar
Anabilim Dalı, Denizli.
GÜL Tolga(2016), “İşgörenlerde İş Ve Yaşam Doyumu İlişkisi: Çalışma Sosyolojisi
Bağlamında Bir Araştırma (Konaklama İşletmeleri Üzerine, Kuşadası
Örneği)”, Gazi Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Rekreasyon
Yönetimi Anabilim Dalı / Rekreasyon Yönetimi Bilim Dalı, Ankara.
GÜMÜŞ Hüseyin,& KARAKULLUKÇU Ömür F(2015), “Futbol Ve Basketbol
Taraftarında Serbest Zaman Tatmini: Afyonkarahisar Örneği” International
Journal of Science Culture and Sport (IntJSCS), July 2015 : Special Issue 3,
ISSN : 2148-1148, Doi:10.14486/IJSCS306
İSKENDER Ali(2015), İşgörenlerin İş Ve Serbest Zaman Çatışma Düzeyleri İle
Mesleki Tükenmişlik Ve Yaşam Tatmini İlişkisi, Gazi Üniversitesi / Sosyal
Bilimler Enstitüsü / Rekreasyon Anabilim Dalı, Ankara.
KANGAL Ayça,(2013), Mutluluk Üzerine Kavramsal Bir Değerlendirme Ve Türk
Hanehalkı İçin Bazı Sonuçlar, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi Electronic
Journal of Social Sciences Kış-2013 Cilt:12 Sayı:44 ISSN:1304-0278.
KARAKÜÇÜK Suat(2005), Rekreasyon Boş zamanları Değerlendirme, Altıncı
Baskı, Gazi Kitabevi, Ankara
KARAKÜÇÜK Suat & GÜRBÜZ Bülent (2007) Rekreasyon ve Kentleşme Gazi
Kitabevi, Ankara
Turizm Çalışmaları
309
KARAMAN Merve(2015) “ Rekreasyonel Amaçlı Spor Yapan Bireylerin Yaşam
Tatminleri Ve Umutsuzluk Düzeylerinin İncelenmesi”. Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi. Gazi Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Ankara
KESER Aşkın,(2005), “İş Doyumu Ve Yaşam Doyumu İlişkisi: Otomotiv
Sektöründe Bir Uygulama” http://calismatoplum.org/sayi7/makale4.pdf.
(Alıntı tarihi:14.01.2018)
KOK Jin K & GOH Lee Y. Goh& GAN Chin C.(2014) “Meaningful life and
happiness: Perspective from Malaysian Youth” The Social Science Journal
(2015),
http://dx.doi.org/10.1016/j.soscij.2015.10.002https://pdfs.
semanticscholar.org/3507/7b41df6bbe77dcdb2b992f0a9225a5451b55.pdf
LAPA Tennur Yerlisu (2013 ) “Life satisfaction, leisure satisfaction and perceived
freedom of park recreation participants”, 3rd World Conference on
Learning, Teaching and Educational Leadership (WCLTA-2012),Procedia
Social and Behavioral Science ,ELSEVIER, ScienceDirect, Available online
at www.sciencedirect.com
LAPA Tennur YERLİSU&, AĞYAR Evren, BAHADIR Ziya(2012) Yaşam Tatmini,
Serbest Zaman Motivasyonu, Serbest Zaman Katılımı: Beden Eğitimi Ve
Spor Öğretmenleri Üzerine Bir İnceleme (Kayseri İli Örneği), SPORMETRE
Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi.
ÖCAL Özge(2008) , İş-Aile Çatışması, İş Tatmini Ve Yaşam Tatmini İlişkisini
Belirlemeye Yönelik Tekstil İşletmesi Çalışanlarında Bir Araştırma, Akdeniz
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Antalya.
ÖNAL Levent(2017), “Atatürk Üniversitesi Öğrencilerinin Boş Zaman Tutumları İle
Boş Zaman Aktivitelerine Katılımını Engelleyen Faktörlerin İncelenmesi”,
T.C Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Spor Yönetimi Anabilim
Dalı Yüksek Lisans Tezi, Erzurum-2017
ÖZDEVECİOĞLU Mahmut& AKTAŞ Aylin(2007), “Kariyer Bağlılığı, Mesleki
Bağlılık Ve Örgütsel Bağlılığın Yaşam Tatmini Üzerindeki Etkisi: İş-Aile
Çatışmasının Rolü”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, Sayı: 28, Ocak-Haziran
ÖZGERİŞ, M.&KARAHAN, F.,
“Rekreasyonel Tesislerde Görsel Kalite
Değerlendirmesi Üzerine Bir Araştırma: Tortum ve Uzundere (Erzurum)
Örneği, ISSN:2146-1880, e-ISSN: 2146-698X, Yıl: 2015, Cilt: 16, Sayı:1,
Sayfa: 40-49, https://scholar.google.com.tr/scholar? hl=tr&as_sdt
=0%2C5&q=.+Özgeriş%2C+M.%2C++Karahan%2C+F.%2C, (Alıntı tarihi:14.01.2018)
RODRİGUEZ Ariel, “Leisure and Relationship to Quality-of-Life Satisfaction”,
Chapter 3, Quality of Life Community Indicators for Park, Recreation
and Tourism Managemant,, Social Indıcators Research Series, 43,Springer,
Londan.
SARUHAN Gülnur(2015), “Sağlıklı Yaşlanma ve Rekreasyon Terapisi” 3.
Rekreasyon Araştırmaları Kongresi. 5-7 Kasım. Eskişehir.
310
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
SARUHAN Gülnur& GÖKSOY Funda (2015), “Araştırma Görevlilerinin Sağlığı
Getirici Davranışları ve Boş Zamanlarını Değerlendirme Durumlarının
İncelenmesi”, 3. Rekreasyon Araştırmaları Kongresi. 5-7 Kasım. Eskişehir.
SERDAR Emrah & AY Serap M(2016)“Üniversite Öğrencilerinin Katıldıkları
Serbest Zaman Etkinliklerinden Tatmin Olma ve Algılanan Özgürlük
Düzeylerinin İncelenmesi” İÜ Spor Bilimleri Dergisi, 2016, Cilt (Vol) 6,
Sayı (No) 2 1303.
ŞİMŞEK Kerem Yıldırım & ERGÜL Ceylan& YÜKSEL Ali(2015),”Kamu
Kurumlarında Rekreasyonel Faaliyetlere Katılan Bireylerin Boş Zaman
Etkinliklerine Motive Eden Faktörlerinin ve Yaşam Doyumlarının
Belirlenmesi”, 3. Rekreasyon Araştırmaları Kongresi. 5-7 Kasım. Eskişehir.
TAŞ İbrahim(2011).”Öğretmenlerde yaşamın anlamı, yaşam doyumu. Sosyal
karşılaştırma ve iç-dış kontrol odağı açısından incelenmesi”. Yayınlanmamış
yüksek lisans tezi. Sakarya Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eğitimde
Psikolojik Hizmetler Bilim Dalı, Sakarya
TEKİN Ali&TEKİN Gülcan&ÇALIŞIR Melih(2017),“Rekreasyonel Spor”
Rekreasyon Bilimi 2, (Editor:Suat Karaküçük vd), Gazi Kitapevi, Ankara.
TOP Mehmet Şerif& ÖZDEN Salih Yaşar& SEVIM Meltem EFE (2003)”
Psikiyatride Yaşam Kalitesi “Düşünen Adam Dergisi, 16(1): 18-23
http://www.dusunenadamdergisi.org/Ing/DergiPdf/DUSUNEN_ADAM_
DERGISI_9ef43f6a8afc4d7cab5ba66918f96fc3.pdf Erişim:23.03.2018
TORLAK E.Sülün., YAVUZÇEHRE S. Pınar(2018), Denizli Kent Yoksullarının
Yaşam Kalitesi Üzerine Bir İnceleme, http//file:///C:/Users/Casper/
Desktop/e73d2f15db7421a_ek.pdf (Alıntı tarihi:21.3.2018)
TORKİLDSEN George(2005) Leisure and Recreation, Management, Fifth edition,
Taylor&Francis Group, London And New York.
TÜMLÜ, Gamze Ülker& RECEPOĞLU Ergün(2013) “Üniversite Akademik
Personelinin Psikolojik Dayanıklılık ve Yaşam Doyumu Arasındaki İlişki”
Yükseköğretim ve Bilim Dergisi/Journal of Higher Education and Science,
http://oaji.net/articles/2014/593-1394515520.pdf.
TÜRK
DİL
KURUMU,
gts&arama=gts&guid=
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_
TDK.GTS.5aba355b3d8877.32795704. (Alıntı tarihi:14.01.2018)
YAZICIOĞLU. Metahan (2010), “Boş Zaman Yönetimi ve Rekreatif Faaliyetlerin
Analizine İlişkin Bir uygulama” (Yayınlanmamış Yüksek lisans tezi) Beykent
Üniversitesi, İşletme Yönetimi Ana Bilim Dalı, İstanbul.
Turizm Çalışmaları
311
KIRSAL TURİZMİN KAVRAMSAL AÇIDAN İNCELENMESİ
THE CONCEPTUAL ANALYSIS OF RURAL TOURISM
Arzu GÜRDOĞAN1
ÖZET
Sanayileşmenin gelişmesi ve yaşanan hızlı kentleşme ile birlikte günümüzde
turizmin talep yönü değişim göstermiş, insanlar yorucu ve sağlıksız ortamlardan
uzaklaşarak yazın deniz kıyılarına, kışın ise karlı, dağlık, ormanlık yörelere, kırsal
alanlara yönelmişlerdir. Geleneksel kültürün zenginliği, doğal ortamların el
değmemişliği, kent insanının rekreasyon gereksinimi gibi nedenler, günümüzde
turizmin talep yönünü deniz, kum, güneş turizminin dışında kırsala doğru
yönelterek kırsal turizmi cazip hale getirmiştir (Küçük, 2013:35). Başarılı bir
turizm için temiz, düzenli ve sağlıklı bir çevreye ihtiyaç vardır. Çevre ve turizm
etkileşiminde turizmin sürdürülebilirliği ancak çevre kalitesinin sağlanmasıyla
mümkün olabilir. Çevre, insanların hem diğer canlılarla karşılıklı ilişkilerini hem
de birbirleri ile olan ortaya koydukları ekonomik, sosyal, kültürel, tarihsel, vb.
yapıları kapsamakla birlikte insan yaşamını koşullandıran doğal ve yapay öğeleri
ifade eder. İnsan toplu yaşama geçişle birlikte içinde yaşadığı çevreyi ve doğal
kaynakları olabildiğince fazla oranda kullanabilmenin yollarını aramıştır. Bunun
sonucunda kendiliğinden var olan doğaya karşı, bu doğanın yeniden üretildiği
ve insan emeğinin ürünü olan yeniden üretilmiş ikinci doğa oluşturulmuştur
(Can, 2013:25). Çalışma, kırsal turizmin bu denli önemli hale geldiği günümüz
şartlarında konunun kavramsal açıdan değerlendirilmesine yardımcı olmak
amacını gütmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kırsal Turizm, Agro-turizm, Çiftlik Turizmi, Sürdürülebilir
Turizm.
ABSTRACT
With the development of industrialization and rapid urbanization, today,
the direction of demand for tourism has changed and people have moved away
from the tiresome and unhealthy environments to the sea shores in summer and
snowy, mountainous, forested regions and rural areas in winter. Traditional culture
richness, untouched natural environments, necessity of recreation of urban people,
and nowadays, rural tourism has become attractive by directing the direction of
demand for tourism to rural areas other than sea, sand and sun tourism. A clean,
tidy and healthy environment is needed for successful tourism. Sustainability of
1 Dr.Öğr.Üyesi Mugla Sıtkı Kocman University, Ortaca Vocational School, agurdogan@
mu.edu.tr
312
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
tourism in the interaction of environment and tourism can only be possible by
ensuring the quality of the environment. The environment is an environment in
which people interact with other living things, as well as economic, social, cultural,
historical, etc. it includes natural and artificial items that condition human life
together with the inclusions. With the transition to collective life, people have
searched for ways to use as much of the environment and natural resources as
possible. As a result, against the spontaneous nature, the reproduced second
nature, the product of this nature and the product of human labor, is created. The
study aims to help the conceptual assessment of the subject in today’s conditions
where rural tourism becomes so important.
Keywords: Rural Tourism, Agro-tourism, Farm Tourism, Sustainable Tourism.
GİRİŞ
Turizm olayı gelirin tabana yayılmasına, dengeli kalkınmanın gelişimine
imkan sağlaması nedeniyle bölgesel ekonomik ve sosyal kalkınma açısından
da önemli dinamiklerden biridir. Turizm sektörü özellikle de Türkiye gibi
gelişmekte olan ülkelerin ekonomisinde önemli bir yer alır. Turizmin
gelişmesinin çevresel ve ekolojik etkilerini yansıtan dört temel etkenden
bahsedilmektedir. Bunlar: turistik alanın kullanım yoğunluğu ve gelişme
düzeyi; ekosistemin kırılganlığı; turizmi geliştiren zaman perspektifi ve
turizm gelişiminin dönüşümsel özelliğidir (Ceylan, 2001:171).
2023 Turizm Stratejisi’nde; Türkiye kıyı turizmi yanı sıra, sağlık ve
termal turizm, kış sporları dağ ve doğa turizmi, yayla turizmi, kırsal
ve eko-turizm, kongre ve fuar turizmi, kruvaziyer ve yat turizmi, golf
turizmi vb. alternatif turizm türleri açısından da eşsiz imkanlara sahiptir.
Ancak, bu potansiyel rasyonel anlamda kullanılamamaktadır. Söz konusu
turizm kaynaklarının noktasal ölçekte planlanması yerine gelişim aksları
boyunca turizm koridorları, turizm bölgeleri, turizm kentleri ve ekoturizm bölgeleri oluşturacak şekilde ele alınması, bu değerlerin tanıtımı
ve kullanım kriterlerinin belirlenmesi açısından daha doğru bir yaklaşım
olarak görülmektedir. Böylece, turizm potansiyeli bulunan bölgelerin diğer
alternatif turizm çeşitleri ile çekiciliği de arttırılacaktır (Türkiye Turizm
Stratejisi 2023, 2007: 16).
Kırsal Turizm
Dünya nüfusunun %12’sinin yaşamakta olduğu kırsal alanlarda
doğa tabanlı turizm türlerinin gelişim göstermesi ile beraber istihdam
oranlarında artış yaşanması, yeni iş imkânlarının oluşması, bölge halkının
ek gelir elde etmesi ve bu alanlarda yüksek kalitede ürün yetiştirilmesi,
turizmin kırsal kalkınma üzerinde olan potansiyel etkisinin artmasını
sağlamıştır (Dinçer İstanbullu ve Çifçi, 2015:111). Kırsal alanlar, birçok batı
ülkelerinde, azalan ekonomik faaliyetlerin arttırılması, tarım sektörünün
Turizm Çalışmaları
313
yeniden yapılandırılması, yüksek eğitimli gençlerin dış göçlerinin
azaltılması ve kırsal alanlardaki ekonomik ve sosyal yenilenmenin
sağlanabilmesi ve turizmde kırsal alanların alternatif bir kalkınma stratejisi
olarak benimsenmesine yol açmıştır (Briedenhann and Wickens; 2003:71).
Avrupa’nın bazı bölgelerinde kırsal turizm yüz yılı aşkın bir süredir
etkili kırsal sosyo-ekonomik yenilenme olarak kabul edilmiştir. Örneğin,
Almanya, kırsal turizm geleneğine sahiptir ve kökeni 150’den fazla yıl
öncesine kadar uzanmaktadır. Kırsal turizmin dünya çapında gelişmesi ile
birlikte, kırsal turizm kavramına birçok tanımlama yapılmıştır. Örneğin,
Bramwell ve Lane çalışmasında, kırsal turizm için çiftliklerde doğa,
macera, spor, sağlık, eğitim, sanat ve tarih gibi çok yönlü çiftlik tabanlı
faaliyetleri içerdiğini ifade etmiştir. 1996 yılında, Pedford, kırsal turizme;
yörenin folklor, yerel ve aile geleneklerini, değerlerini, inançlarını ve ortak
kültürünü de içerecek şekilde kırsal turizm kavramını genişletmiştir (Su,
2011:1438). Berry ve Ladkin kırsal turizmin uygulanabilir çözümler ve
pratik uygulamalarıyla küçük turizm işletmelerinin daha sürdürülebilir
kalkınmalarına yardımcı olacağını ifade etmektedir (Tribe, Font, Griffiths,
Vickery and Yale: 2000:482).
Kırsal bölgelerdeki sürdürülebilir kalkınma kapsamında turizm;
geleneksel, tarım odaklı kırsal politika eylemlerinin önemli bir alanı
olduğunu ortaya koymuştur. Ancak, kırsal turizmin ekonomik büyümeye
etkisi tartışmaya açıktır (Bel, Lacroix, Lyser, Rambonilaza and Turpin,
2015:562). Bölgeler arasındaki arz ve talepteki değişimlerinin sonucu
olarak kırsal turizm kavramına farklı açılardan tanımlamalar yapılmıştır.
Kırsal alanlardaki turizm arzı, konaklama tipi ve sunulan ek hizmetlerden
etkilenir. Bu konuda yetkili otoriteler, farklı bölgelerin müşteri ihtiyaçlarını
karşılamak için stratejiler oluşturmayı görev edinirler (Sweeney, 1995:329).
Kırsal turizmde kavramsal olarak asıl ürünü sunanın kırsal çevre olduğu
kabul edilmektedir. Bu durum, doğal kimliği, doğaya yakınlığı ve kültürel
mirasın içinde yaşayan, kırsal bölgede oturan yerel halk tarafından her gün
yaptığı işler olduğu için sıradan gelmektedir (Clarke, Denman, Hickman
and Slovak, 2001:196). Bu nedenle, kırsal turizm gelişmekte olan turizm
ürünlerinin genişlemesini yönlendiren çok değerli bir unsurdur (Devesa,
Laguna and Palacios, 2010:548). Seyahatleri sırasında ziyaretçilerin
hareketlilikleri ve yetenekleri de oldukça önemlidir. Çünkü, bu hareketlilik
hassas kırsal bölgelerin mevsimsellik nedeniyle pek çok altyapı sorunlarını
da beraberinde getirmektedir (Dickinson and Robbins, 2008:1110). Birçok
kırsal bölgede, turizm ile tarımın yan yana olması sosyo-ekonomik yapının
doğal bir parçası olarak kabul edilir. Kırsal turizmin kırsal olanaklara
bağlı olduğu açıktır ancak, tarım ile bağlantısı ve net bir biçimde ortaya
konulamamıştır (Fleischer and Tchetchik, 2005:493). Batı ülkelerinin
ekonomilerinde kırsal turizm önemli ve baskın bir faktör haline gelmiştir.
314
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Ülkede tatil kavramı denildiğinde kırsal turizm ve rekreasyon ilişkisi
anahtar iki kavram olarak ortaya çıkmaktadır (Fleischer and Pizam, 1997:
367).
Kırsal turizmde sürdürülebilirliği artırmak ve karşılaşılan zorlukların
üstesinden gelebilmek için bireyler, topluluklar ve dış kurumlar arasında
daha belirgin ve yapılandırılmış tekrarlanan üçlü ilişki olduğu iddia
edilmektedir (Slee, 2007:1153). Güneş ve kum turizmine alternatifler
olan kırsal turizmin destinasyon için uygunluğunun derinlemesine analiz
edilmesi gerekir. Kırsal turizm ve güneş- kum turizmi aynı sektörde yer
alan iki dal olmasına rağmen turizm arzının temel özelliklerini paylaşırlar.
Örneğin, aynı ulaşım (uçuş rotaları, yollar ve benzeri) faaliyetleri, hem
kırsal hem de kitle turizminin birlikte kullandığı diğer altyapı tesisleri.
Buna ek olarak, aynı zamanda benzer çekicilikleri de ortak paylaşmaktadır.
Roberts ve Hall (2001); kırsal alanların ana özelliklerini şöyle belirlemiştir:
a) Düşük nüfus yoğunluğu, b) Kırsal arazi kullanımı, c) Geleneksel kırsal
kültür. Kırsal turist tipolojisi çeşitlidir, ancak bu özellikler gidilecek
destinasyon için başlıca çekicilik unsurudur (Hernandez, Suarez-Vega, and
Santana-Jimenez, 2016:44).
Kırsal turizm, kırsal alanda tüketime dayalı ekonomiden, üretime
dayalı ekonomiye geçişi temsil eden en önemli bileşenlerden biridir. Kırsal
aktivitelerdeki kolaylıklar tüketime yönelik gıda üretiminin kimliğine
önemli değişiklikler getirmiştir. Kırsal turizmin yaygın olarak; dinlenmeeğlenme, tedavi edici aktiviteler, ekonomik, sosyal, eğitimsel ve çevresel
gibi çeşitli fonksiyonları da içeren tarım ürünleri, eko-ürünler, kültürel
kaynaklar ve mekansal olanakları da içine alan geniş kapsamlı bir alan
olduğu kabul edilmektedir. Şimdiye kadar kırsal turizm dünya ekonomisinin
modernleşme sürecinde göz ardı edilmiştir. Kırsal kaynakların değerlerinin
yeniden keşfedilmesi hem çiftçiler ve hem de politika düzenleyicileri için
sadece tarım ürünlerine odaklanmak yerine daha geniş bir bakış açısı ile
bakmalarını sağlar. Bu anlamda, kırsal turizm kırsal ve kentsel alanlardaki
insanları çekmek için tarımsal üretim, yaşam tarzı ve kırsal aktivitelere
bütüncül bir yaklaşımla yaklaşılmasını ifade etmektedir. Bu bağlamda,
kırsal alanlarda tarihi binaları ve geleneksel kırsal folklorün yanında
doğayı ve manzarayı koruma duygusu gittikçe artmaktadır (Hwang and
Lee, 2015:502). Kırsal turizm, birçok Avrupa ülkesinde, turizm sektörünün
oldukça önemli bir ayağı olmasına rağmen, hedef rekabet araştırmacıları
arasında yetersiz ilgi görmüştür. Turizm destinasyonu kavramının tanımı
konusunda kesin görüş birliği olmadığı anlaşılmaktadır. Niemi ve Kylanen
“kırsal turizm destinasyonunu bir dizi tesis ve katılımcının seyrek nüfuslu
alanlarda, geleneksel üretim-tüketim ikilemini dikkate alarak coğrafi ve/
veya idari alanda; pazarlama ile ilgili işlemler ve faaliyetlerin” yapıldığı yer
olarak tanımlamaktadır (Komppula, 2014: 362).
Turizm Çalışmaları
315
Azgelişmiş bölgelerin kırsal alanlarında ekonomik kalkınma açısından
sınırlı seçenekler söz konusudur. Kırsal bölgelerdeki ekonomileri
canlandırmak için, yerel kaynakların alternatif kullanımları ile gelir ve
istihdam yaratılması nispeten avantaj sağlarken, turizm kırsal yaşam
tarzlarını geliştirmek ve olumlu değişiklikler başlatılması için bir seçenek
görülmektedir (Lui, 2006:879). Dünya Turizm Örgütü (WTO) son
zamanlarda Avrupa’da kırsal turizm akımının durumu ve beklentileri ile
ilgili birçok seminer düzenlemiştir. Modern kırsal turizm; yeşil turizm veya
eko-turizm, agro-turizm, macera turizmi, açık hava spor turizmi ve kültür
turizmi gibi tipolojileri de içerir. Bu farklı tipolojiler kırsal turizmin tek bir
tanımının yapılmasını da güçleştirmektedir (Hernanadez Maestro, Munoz
Gallego and Santos Requejo, 2007:951).
Gelişmiş ülkelerin kırsal alanlarındaki turizm faaliyetleri 1970’lerden
beri oldukça artış göstermiştir. Bu durum, ekonomik ve sosyal depresyonda
olan bazı kırsal bölgelerin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Ama kırsal
turizm alanları yeni bir fenomen değildir; Aslında bu çağrışımlar sanayi
devriminden bu yana var olmuştur. Bu nedenle, kırsal ekonomik ilerleme
için eve dönüş ya da geleneksel kırsal turizmi modern kırsal turizmden
ayırt etmek önemlidir. Modern bir profile sahip turist sayısındaki kayda
değer artış turizm yoluyla büyümek isteyen kırsal alanda önemli bir hedef
haline gelmelidir (Yagüe Perales, 2002:1101). Bir turist faaliyeti olarak
tanımlanan kırsal turizm, çoğu Batı ülkelerinde kırsal alanlarda geliştirilen
ve bireylerin yaşamlarının ana motivasyon kaynağı olan ve/veya doğanın
kırsal şekilde temas içinde olduğu güçlü bir büyüme yaşamaktadır. Canoves,
Villarino, Priestley ve Blanco (2004) ‘a göre, bu büyümenin turizm için
çeşitli yararları söz konusudur. Bunlar; hizmetler sektöründe altyapı ve
kamu hizmetlerinin geliştirilmesinde yeni işletmelerin ortaya çıkması;
arazinin (örneğin, manzara ya da doğal çevrenin korunması) korunması; ve
turist (örneğin, özel hayatının fiziksel, zihinsel ve kültürel değişiminin iyi
olması) (San Martín and Herrero, 2012: 341). Kırsal kesimde yapılan kırsal
turizm, yaşamın farklı yollarını anlamaya çalışan ve doğa ile yakın temasta
bulunarak hayatlarının daha düzenli olmasına imkan veren turistlerin
istek ve arzularını yansıtır. Kırsal turizm dünya çapında gelişmemiş ulusal
ekonomilerin ve alanların endüstrinin çeşitli yerlerinde önemli gelir getirici
yeteneklerini ortaya koymakta ve onların yararlanmasını sağlamaktadır
(Nieto, Hernández-Maestro and Muñoz-Gallego, 2014: 115).
316
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tablo 1: Yerel Gıda ve Turizm Arasındaki Tamamlayıcı İlişkiler
Konu
Alt Konular
Kırsal Gelişim/Kırsal
Turizm
Otantiklik
Sosyal Etkiler
Kırsal Kültürel Miras
Gıda Turizmi
Yerel Gıda ve
Turizm
Şarap Turizmi
Kırsal Turizm
Mutfak Turizmi
Organik Tarım ve
Tarım-Ekoturizm
Yayınlar
Renko, Renko, & Polonijo, 2010; Sims, 2009,
2010; Vaz, Nijkamp,
& Rastoin, 2009
Sims, 2009
Everett & Aitchison, 2008; Brandth &
Haugen, 2011
Szlanyinka, 2009; Ohe & Ciani, 2011
Hall, Sharples, Mitchell, Macionis, &
Cambourne, 2003
Hall, Sharples, Cambourne, & Macionis,
2000; Kim, Yuan, Goh,
& Antun, 2009
Montanari & Staniscia, 2009; Horng & Tsai,
2010
Kuo, Chen, & Huang, 2006
Bélisle, 1983; Ohe, 2008; Telfer & Wall, 1996
Haven-Tang & Jones, 2006
Yerel Gıdanın
Ekonomik
Etkileri ve
Turizm
Ekonomik
Kapsam
Turizm
Destinasyonlarının
Farklılaşması
Turistler Tarafından
Gıda Tüketimi
Geriye Dönük
Ekonomik Bağlantı
Hedonik
Fiyatlandırma
Yaklaşımı
Tarım ve Kırsal Alan
Tarımsal Kooperatifler
Tarım Dışı Alanlar
Teorik Gelişme
Kim, Eves, & Scarles, 2009; Skuras, Dimara,
& Petrou, 2006
Telfer & Wall, 2000
Ohe & Ciani, 2011
Azzam, 1998; Chavas, 2008; Chavas,
Chambers, & Pope, 2010;
Fernandez-Cornejo, Gempesaw, Elterich, &
Stefanou, 1992; Hartarska,
Parmeter, & Nadolnyak, 2011; Melhim &
Shumway, 2011
Kondo, 1997; Schroeder, 1992
Chavas, Barham, Foltz, & Kim, 2012; Proir,
1996
Baumol, Panzar, & Willig, 1988; Chavas &
Kim, 2007; Panzar & Willig, 1981
Kaynak: Ohe and Kurihara, 2013: 279.
Turizm Çalışmaları
317
Tablo 1 ekonomik kapsamda turizm ve tarım ekonomisi arasında
şimdiye kadar yapılmamış olan yerel gıda üretimi ve turizm arasındaki
tamamlayıcı ortak ürünler ile ilgili ortaya çıkan literatür sonuçlarını
göstermektedir. Kırsal alanlarda yerel marka tarım ürünleri ve turizm
arasındaki ilişki iki ürün için ortak yerel kaynakları kullanma çabaları
oluşmadığından dolayı belirlenmiş değildir. Ürünlerin ortaklaşa yerel
kaynakların kullanımına dayalı üretildiği zamanda, kapsam ekonomisinin
çerçevesi de geçerli olacaktır. Bununla birlikte, ampirik değerlendirmeler
üzerinde ciddi veri kısıtlamaları yüzünden bu durumu ortadan kaldırmak
pek mümkün görünmemektedir (Ohe and Kurihara, 2013: 279).
Son yirmi yılda, Avrupa Birliği (AB) ve dünya çapında, yerel politika
yapımında alternatif bir yaklaşım olarak kırsal kalkınmaya toplum
katılımının ilgisi giderek artış göstermiştir. Savaş sonrası dönemde devlet
öncülüğünde ithalatı desteklenen kırsal alanlardaki sanayi, teknoloji ve
becerilerle ilgili dışsal kırsal stratejilere müdahale, devlet sübvansiyonuna
bağımlılığın aşırı artması, yerel marjinalleşme, küçük ölçekli işletmeler ve
yerel hareketsizliği koruma eleştirilerin artmasına neden olmuştur. Kırsal
bağlamda, bütünleşme (entegrasyon) yatay ve dikey boyutları içerir. Dikey
bütünleşme ‘aşağıdan yukarıya’, ‘tabandan’ veya ‘endojen’ yaklaşımlarının
alternatifi olarak toplum katılımını sağlarken, oysa günümüzde yatay
bütünleşme kırsal alanlarda sektörel çeşitlendirme sübvansiyon talepleri
üzerine yapılmaktadır (Panyik, Costa and Rátz, 2011: 1353).
Son otuz yıl içinde tarım, madencilik ve ormancılık gibi geleneksel kırsal
endüstrilerdeki birçok kırsal topluluk düşüş gösteren ekonomik tabanını
güçlendirmek için alternatif yollar keşfetme yoluna gitmiştir. Sonuç olarak,
kırsal toplulukları güçlendirmek ve kendi ekonomilerini çeşitlendirmek
için alternatif sektörler araştırılmış, kırsal turizm, ekonomik çeşitliliğin
geliştirilmesinde yerel topluluklara yardımcı olan birincil sektörlerden biri
olarak tespit edilmiştir (Park, Lee, Choi and Yoon, 2012: 1511). Park ve
Yoon (2009)’un yaptığı çalışma sonucunda; heyecan ve heyecan bulmak,
heyecan verici şeyler yapmak ve eğlenmek kırsal turizmin en önemli tercih
etme faktörleri olarak belirlenmiştir. Bu faktörler, uzak kentsel yaşam
koşullarından itme güdüsü olarak görülürken; aynı zamanda kırsal alanlara
çekme güdüsü olarak da anılmaktadır (Park, and Yoon, 2009: 103).
Son yıllarda turizm, bazı ekonomik ve sosyal açıdan baskın olan kırsal
alanların gelişmesini teşvik için bir araç olarak görülmüştür. Ancak, bir
kırsal büyüme aracı olarak turizm, iletişim ve promosyon tekniklerinin
hakim olduğu son derece rekabetçi cari pazar mekanizmaları ile uyum
içindedir. Bu nedenle, bu tür alanları ziyaret eden turistler hakkında detaylı
bilgi sahibi olmak gerekir. Talebin belirleyici özellikleri hakkında bilgi
sahibi olma; hükümetler, turizm ajansları ve bireysel turizm operatörlerinin
bilgi pazarlama ve promosyon kampanyaları planlaması yapmaya ya da
318
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
belirli bir kırsal alanda etkili yatırım kararları almaya yardımcı olur (Pina
and Delfa, 2005: 951). Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)
verilerine göre, kırsal turizm; turizm alanlarının kırsal turizm olarak
anılmasıdır. Kırsallık, kırsal turizm paketindeki merkezi ve benzersiz tek
satış noktasıdır. Dünyada kırsal turizm, küçük ölçekli şirketlerin, açık alan
ve sürdürülebilirlik kırsal özellikli yerler üzerine inşa edilmelidir. Bramwell
ve Lane (1994) kırsal turizmi çok yönlü faaliyetlerden ziyade çiftlik temelli
kırsal alanlar üzerindeki turizm olarak ifade etmiştir. Aynı zamanda
yürüyüş, tırmanma, tatil, avcılık ve olta balıkçılığı, macera, spor ve sağlık
turizmi yanında eğitim seyahat, sanat ve miras turizmi, etnik turizm, ekoturizm ve özel ilgi doğa-tatil gibi çiftlik tabanlı tatilleri de içerir (Reichel,
Lowengart and Milman, 2000: 451).
Turizm uzun kırsal sosyo-ekonomik kalkınma ve yenilenme için etkili bir
katalizör olarak kabul edilmiştir. Avrupa çapında, özellikle turizmin yaygın
olarak geleneksel tarım sektörlerindeki düşüşü öncelikle ilişkili olduğu
periferik kırsal alanlarda, sosyal ve ekonomik sorunları ele almak için bir
araç olmuştur (Sharpley, 2002: 233). Diğer turizm destinasyonları üzerinde
rekabet avantajı elde etmenin bir yolu da turizm kalkınma stratejisi olarak
kırsal turizmi harekete geçirmektir. Sorumlu Turizm Ortakları, turizm
sektöründe kazanılan gelirlerini artırmak amacıyla “önümüzdeki on yılda
kırsal turizm alanlarına olan ilginin daha da artacağını” işaret etmektedir
(Rid, Ezeuduji and Pröbstl-Haider, 2014: 103).
Kırsal ekonominin daha da gelişme göstermesi için turistik gelişmelerle
diğer faaliyetlerin entegre edilmesi gerekir. Bu faaliyetler; hükümetin kırsal
kesimde yaşayan insanlar için doğrudan istihdam olanakları sağlaması,
el sanatları üretiminin genişlemesi, balıkçılık, avcılık, binicilik, kayak
ve uzmanlık gerektiren yüksek kaliteli gıda üretimi ve spor gelişimi ile
sağlanabilir (Unwin, 1996: 272).
Turizm, birincil olarak endüstri içindeki düşüşte olan kırsal ya da uzak
alanlardaki ekonominin sürekli gelişimini sağlamak için gelişmiş ya da
gelişmekte olan ülkelerde alternatif bir seçenek olarak ele alınmıştır (Ying
and Zhou, 2007: 96). Kültürel turizm kapsamında geziye katılan eğitim
ve gelir düzeyi yüksek bireyler, özellikle kırsal yerleşim yerlerine giderek
yerel halkın yemeklerini tatmak, halk gösterilerini izlemek, festivallere
katılmak ve eski el sanatlarını görmek istemektedir. Bu nedenle kültürel
turizmi; Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini temsil eden tüm ihtiyaçlarını
giderdikten sonraki en son basamak olan kendini gerçekleştirebilmenin bir
parçası olarak kabul etmek mümkündür (Kurgun ve Yumuk, 2013: 28).
Kırsal turizm; Avrupa Birliği (AB) tarafından yapılan çalışmaya göre;
tarımsal ya da yerel değerlerle iç içe bulunarak hoşça zaman geçirmek
amacında olan turistlere, beklentileri doğrultusunda konaklama, yiyecek,
Turizm Çalışmaları
319
içecek ve diğer hizmetleri veren küçük ölçekli işletmelerin yer aldığı küçük
yerleşimlerde gerçekleştirilen faaliyetler bütünü olarak tanımlanmaktadır
(Küçük, 2013:36). Kırsal turizm, AB tarafından yapılan tanıma göre;
tatillerini kırsal alanda, kırsal mirası görerek ve kırsal yaşam tarzından
hoşlanan insanların arzusu olarak tarif edilmiştir (Akyol, 2012:80).
Kırsal turizmin en önemli özelliği doğal çevreye ve kırsal kültüre zarar
vermemesidir. Aksine doğal ve kültürel özelliklerinin korunmasına katkı
sağlamasıdır. Avrupa Birliği tarafından yapılan çalışmalarda “kırsal turizm”,
tarımsal ya da yerel değerlerle iç içe bulunarak hoşça zaman geçirmek olan
turistlere, beklentileri doğrultusunda konaklama, yiyecek içecek ve diğer
hizmetleri veren küçük ölçekli işletmelerin yer aldığı küçük yerleşimlerde
gerçekleştirilen faaliyetler bütünüdür şeklinde tanımlanmaktadır.
Soykan’a göre; “kırsal turizm”, kişilerin doğal ortamda dinlenmek
ve değişik kültürlerle bir arada olmak amacıyla bir kırsal yerleşmeye
gidip, orada konaklamaları ve o yöreye özgü etkinlikleri izlemeleri ya da
katılmalarıyla gerçekleşen bir turizm türüdür (Ongun ve Gövdere, 2014: 52).
Kırsal turizmde esas amaç bir köy, çiftlik ya da bir dağ evinde konaklayarak,
kırsal kültürle tanışmak, kaynaşmak ve tatil yapmaktır. Kırsal turizm;
genellikle serbest vakit geçirme, rekreasyon ve çok az iş amaçlı, aynı ülke
ya da farklı ülkelerin şehirde yaşayan kişilerinin kırsal alanları kullanımını
ifade etmektedir (Mikaelli ve Memlük, 2013:88). Dünyada da “Kırsal
Turizm” kavramında algılanan konuların, çiftlik turizmi (farm tourism),
köy turizmi (village tourism), yayla turizmi (highland tourism), tarımsal
turizm (agro-tourism), eko-turizm (ecotourism), av turizmi (hunting
tourism), mağara turizmi (cave tourism) ve açık hava doğa sporları gibi
farklı isimlerle anlatıldığı görülmektedir (Akpulat, 2015:85).
Kırsal turizmle iç içe girmiş iki turizm türü vardır. Bunlardan biri tarım
turizmi ya da diğer adıyla agro-turizm diğeri ise çiftlik turizmidir. Zaman
zaman bu iki turizm türü de kırsal turizm olarak tanımlanmaktadır. Tarım
turizmi, genellikle kırsal alanlarda yapılan tüm turizm faaliyetlerini kapsamakta ve bir bakıma kırsal turizmle benzerlik göstermekte olup, kırsal
turizmin bir alt dalı konumundadır (Ongun, Gövdere ve Kaygısız Durgun,
2015a:123). Agri-turizm ya da agroturizm olarak da adlandırılan tarım
turizmi, tarımsal üretimin yoğun olduğu yörelerde gerçekleştirilen bir
turizm türüdür. Bu özelliği ile tarım turizmi üreticilere bir ek gelir kaynağı
yaratmaktadır. Böylece tarımsal üretimin turizm ile yer değiştirmesi yerine,
turizm ile bütünleştirilmesi amaçlanmaktadır (Uygur ve Akdu, 2009: 147).
Tarım turizmi, temel olarak küçük çiftlikler olmak üzere, çiftçilere ek
gelir sağlamak amacıyla bağ, bahçe, tarla, ahır, ağıl, kümes vb. tarımsal
üretim alanları ile küçük ölçekli ve geleneksel gıda işleme tesisleri gibi
faaliyet alanlarını ziyaret etmek, günlük işlerine katılmak, çiftlik evinde
gecelemek, gezinmek, eğlenmek, alışveriş yapmak ve bazen de eğitim almak
320
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
gibi aktivitelerin bir veya birkaçını kapsayan bir turizm türüdür (Ukav ve
Çetinsöz, 2015:9).
Sürdürülebilir turizmin klasik turizm anlayışından farkı, gidilen yerin
insanları ile onların yasam ortamlarında beraber olmak, kültürü olduğu
gibi kabul etmek ve doğa içinde konfor yerine, doğanın verdikleriyle
yetinmektir. Bir ziyaret yerinin sürdürülebilirlik niteliğini taşıyabilmesi;
çevrenin kalitesine, çevrenin tüm kaynaklarından “koruma-kullanma
dengesi” nin sağlanarak yararlanılmasına ve turisti o yeri ziyaret etmeye
motive eden tüm değerlerin devamlı bir süreç halinde korunmasına
bağlıdır. Sürdürülebilir turizm anlayışıyla hazırlanan planlamada amaç, en
kısa sürede en fazla turistin ağırlanması demek değil, yerel halkın kimliğini
kaybetmeksizin hayat standardının yükseltilmesi ve mutluluk düzeyinin
arttırılmasıdır. Sürdürülebilirlik faaliyetleri, turizm sektörünü geldiği
noktadan ileriye taşıyabilecek önemli bir gelişmeler olarak nitelendirilebilir.
İlk olarak 1987 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından yürütülen Dünya
Çevre ve Kalkınma Komisyonu Toplantısında, “Ortak Geleceğimiz” başlıklı
raporla gündeme gelene sürdürülebilirlik kavramı, ilerleyen yıllarda gelişen eğilimlere uyacak şekilde ilkeler eklenerek gündemdeki yerini artırarak
korumaya devam etmektedir (Akçura ve Karadağ, 2015: 105).
Eko-turizm eko köylerin aracılığıyla yapılan doğa içinde yaşama açık
yapılan turizm türüdür. Turizm amaçlı kullanımı düşünülen alanlarda çevre
koruma, toplumun refahı, turistlerin hoşnutluğu önemlidir. Ekonomik katkı
sağlanması ve bu amaçlarla turizm-çevre uygunluğuna ulaşmak için seçilen
köy yerleşimi alanlarında doğaya, tarihsel, kültürel ve mimari değerlere
uygun, yörenin özgün karakteristiği olan sosyal yaşamını bozmadan
gerçekleşen turizm türü, eko-turizm olarak tanımlanabilmektedir. Eko
köyler çevre değerlerinin sürdürülebilirliği için etkin bir olgudur ve
sürdürülebilirlik kapsamında ekonomik, sosyal, çevresel alanlarda kırsal ve
doğal hayatın turizme kazandırılmasını sağlayan köy yerleşim birimleridir.
Doğanın, çevrenin, köy yaşantısı ve kültür mirasının korunması, toplumsal
eşitliğin sağlanması ve ülke refahının tüm kesimlere eşit paylaşımını
getirmesi eko köyleri önemli kılmaktadır. Eko köyler ekolojik, ekonomik,
sosyal ve kültürel yaşamıyla sürdürülebilir yerleşim birimleridir. Bunun
için, doğaya, çevreye ve geleneksel yaşam biçimine, mevcut dokuya uyumlu
yeni tasarım uygulamalarıyla da çevrenin ve geleneksel kültürün korunması
hedeflenmektedir (Tuğun ve Karaman, 2014:324).
BUĞDAY hareketi, 1990 yılından bu yana yaşamını sürdürürken
diğer yaşamlarla uyum içerisinde ve ekolojik bütüne saygılı bir toplum
hayalini besleyerek sürdürdüğü çalışmalarını 12 Ağustos 2002 yılında
“Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği” çatısı altında toplayarak
kurumsallaşmıştır. Dernek tarafından 1990’dan beri atılan adımlar;
Turizm Çalışmaları
321
*Çevre ve insan sağlığına zarar vermeyen sürdürülebilir tarım
yöntemlerinin yaygınlaştırılması
*Geleneksel süreçteki üretimlerin korunması, sürdürülmesi
*İnsan gereksinimlerinin ekosistem döngülerine uyum içinde yeniden
tanımlanması
*Bireyin doğa ve çevresi ile uyum içinde yaşayabilmesi için bilgilendirilmesi
ve becerilerini geliştirebilmesi amacıyla faaliyet alanları yaratılması
*Bilgi ve kültür alışverişini sağlayan turizm anlayışının geliştirilerek
uygulanması şeklinde sıralanabilir (http://www.bugday.org).
Buğday Derneği Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yer alan ekolojik
çiftliklerde sürdürdüğü Ta-Tu-Ta (Tarım-Turizm-Takas) projesiyle ekolojik
bir çiftliğe konuk olmak isteyenlere rehberlik etmektedir. Buğday derneği
tarım turizminin tanıtılmasında, yaptığı çalışmalarla sektörde önemli bir
rol oynamaktadır (Artuğer, Özkoç ve Kendir, 2013:4).
Donnely (1999), Alborak ve Stable’da kırsal turizm ve rekreasyon
aktivitelerinin geliştirilmesinde alınması gerekli kararlar ve planlama
konularının neler olması (erişilebilirlik, doğal kaynaklar, çekicilik, sosyal
ilişkiler) gerektiği üzerinde durmuştur. Topay (2003), kırsal alanlarda
gerçekleştirilebilecek bazı rekreasyon-turizm etkinlikleri için en uygun
alanların belirlenmesine yönelik bir çalışma yapmıştır. Bu amaçla,
öncelikle kırsal alan rekreasyon-turizm etkinlikleri ve bu etkinliklere
ait değerlendirme faktörlerini belirlemiş ve bu değerlendirme faktörleri
doğrultusunda da örnek alanın doğal ve kültürel özellikleri, etkinliklere ait
değerlendirme faktörlerine göre sorgulanarak her etkinlik için en uygun
ve koşullu uygun alanlar saptanmıştır (Kiper ve Arslan, 2007:148). Kırsal
turizmde amaç, köylerde, çiftliklerde konaklamak; buralarda tamamen
doğal olarak yetiştirilen meyve ve sebzelerin tadına varabilmek, kısacası
doğa ile iç içe yaşayarak, köy halkından birisiymiş gibi her türlü işi
yapmaktır (Ongun, Gövdere ve Kaygısız Durgun, 2015b:102).
SONUÇ
Birleşmiş Milletler Örgütüne göre kırsal kalkınma; “küçük toplulukların
içinde bulundukları ekonomik ve sosyal koşulları iyileştirmek amacıyla
giriştikleri çabaların birleştirilmesi, küçük toplulukların ulusal bütünle
kaynaştırılması ve ulusal kalkınma çabalarına gerekli katkıda bulunmalarının sağlanması süreci olarak tanımlanmaktadır. Kırsal kalkınmanın temel
amacı; kırsal yörelerin veya mekanların sahip oldukları kaynakların etkin
bir şekilde kullanılması sonucunda kent ile kır arasındaki sosyo-kültürel
ve ekonomik gelişmişlik farkını en aza indirmek, kırsal kesimde istihdam
322
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
olanaklarını arttırarak kente göçü önlemek ve kırsal alandaki insanların
yaşam standartlarını yükseltmektir. Bunlara ek olarak, kırsal alanlardaki
altyapı, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin sayısında ve kalitesinde artış ve
turizmin gelişmesi sonucu gelirlerin artması gibi faktörler de sıralanabilir
(Ongun ve Gövdere, 2015:48). Ekoturizm, çevreyi koruyan ve yerel halkın
refahını gözeten, doğal alanlara karşı duyarlı bir gezi olarak sürdürülebilirlik
kavramını da içinde barındırır. Turizm-çevre ilişkilerinin önem kazanması
ve sürdürülebilirlik tartışmaları ile birlikte gündeme gelen ekoturizm
kavramı; sürdürülebilir turizmin alt başlıklarından biri ve bir alternatif
turizm şekli olarak nitelenmektedir (Kaypak, 2012:11,12).
Kırsal turizm kırsal çevreye bağlı bir turizm türü olmasına karşın tarım
turizmi ekili alan ve çiftçiye bağlı bir turizm türüdür. Kırsal turizmle iç içe
olan turizm türü de çiftlik turizmidir. Çiftlik turizmi; kırsal alanlarda, çiftlik
organizasyonu amacıyla kurulmuş ve çevresine çiftlik ürünü sağlayan bir
işletmenin aynı zamanda konaklama imkanı sağlayan, gelen turistlerin de
isterlerse, konaklama ve yeme içme karşılığında, bir çalışma programına
katılabilecekleri, kırsal yaşantının sahnelenmesine imkan veren bir
turizm türüdür (Ongun, Gövdere ve Kaygısız Durgun, 2015a:123). Kırsal
turizm turistlere farklı bir deneyim sunmanın yanında gerçekleştirildiği
bölgeye ve bölgede yaşayan yerel halka ekonomik, sosyo-kültürel ve
çevresel açıdan da katkı sağlamaktadır. Öncelikle kırsal turizm, tarımla
geçinen yerel halkın turistik faaliyetler sayesinde istihdam olanaklarının
ve gelirlerinin artmasına imkan vermektedir. Diğer taraftan yerel halkla
turistlerin etkileşimi, örf, adet, gelenek ve göreneklerle yerel değerlerin
korunması bölgenin sosyo-kültürel gelişimine katkıda bulunurken, doğal
ve tarihi değerlerin sahiplenilerek koruma altına alınması, çevre kirliliğinin
önlenmesi gibi unsurlar da çevrenin korunmasına katkı sağlamaktadır
(Mil, Albayrak ve Toker, 2015:61). Sonuç olarak, kırsal turizmin, agroturizm, (tarım turizmi), çiftlik turizmi ve sürdürülebilir turizmden farklı
kavramlar olmasına rağmen, birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceği de
açıktır. Ülkemizde kırsal turizme olan bakış açısının diğer ülkelere nazaran
yeni gelişmeye başladığı, bu anlamda kamu ve özel sektör kuruluşlarının
destek vermelerinin ilerlemeyi hızlandıracağı düşünülmektedir. Ayrıca,
kırsal turizm, yerel halkın etkin katılımı olmadan başarılı olamayacağı
gibi, sürdürülebilirlik ilkesi göz önünde bulundurularak, eğitim, tanıtım
ve pazarlama politikalarının teknolojik gelişmelerle birlikte hareket etmesi
sağlanmalıdır.
Turizm Çalışmaları
323
KAYNAKÇA
Akçura, M. ve Karadağ, L. 2015. Yerel Halkın Bakış Açısıyla Kırsal Turizmin
Uygulanabilirliği: Datça Örneği. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler
Dergisi. 5 (1): 105-110.
Akpulat, N. 2015. Ödemiş’in Kırsal Turizm Arz Kaynakları Açısından
Değerlendirilmesi ve Öneriler. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler
Dergisi. 5 (2): 84-91.
Akyol, C. 2012. Kırsal Turizmde Ev Pansiyonculuğu Modeli ve Karadeniz
Örneklemesi- Artvin. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 2
(2): 79-83.
Artuğer, Ş., Özkoç, G.A. ve Kendir, H. 2013. Ta-Tu-Ta (Tarım-Turizm-Takas)
Çiftliklerinin Pazarlanması ve Tanıtılması İçin Öneriler. Uluslararası Sosyal
ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 3 (1): 01-05.
Bel, F., Lacroix, A., Lyser, S., Rambonilaza, T. and Turpin, N. 2015. Domestic
Demand for Tourism in Rural Areas: Insights from Summer Stays in three
French Regions. Tourism Management. 46:562-570.
Briedenhann, J. and Wickens, E. 2004. Tourism Routes as a Tool for the Economic
Development of Rural Areas—Vibrant Hope or İmpossible Dream?.
Tourism Management. 25: 71–79.
Can, E. “Turizm Destinasyonlarında Sürdürülebilir Turizmin Sürdürülebilir
Rekabet Açısından Değerlendirilmesi”. İstanbul Sosyal Bilimler Dergisi. 4:
23-40.
Ceylan, T. 2001.Turizm ve Sürdürülebilir Gelişme. Anatolia: Turizm Araştırmaları
Dergisi. 12: 169-177.
Clarke, J., Denman, R., Hickman, G. and Slovak, J. 2001. Rural Tourism in Roznava
Okres: a Slovak Case Study. Tourism Management, 22: 193-202.
Devesa, M., Laguna, M. and Palacios, A. 2010. The Role of Motivation in Visitor
Satisfaction: Empirical Evidence in Rural Tourism. Tourism Management,
31: 547–552.
Dickinson, E.J. and Robbins, D. 2008. Representations of Tourism Transport
Problems in a Rural Destination. Tourism Management, 29: 1110–1121.
Dinçer İstanbullu, F.ve Çifçi, İ. 2015. Sürdürülebilir Kırsal Turizm Kapsamında
Milli Parklar Üzerine Bir Araştırma: Munzur Vadisi Milli Parkı Örneği.
Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5 (1): 111-121.
Foss, C. and Ellefsen, B. 2002. The Value of Combining Qualitative and Quantitative
Approaches in Nursing Research by Means of Method Triangulation.
Journal of Advanced Nursing. 40,2:242-248.
Fleischer, A. and Pizam, A. 1997. Rural Tourism in Israel, Tourism Management,
18 (6): 367-372.
324
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Fleischer, A. and Tchetchik, A. 2005. Does Rural Tourism Benefit from Agriculture?.
Tourism Management 26: 493–501.
Hernandez, M.J., Suarez-Vega, R and Santana-Jimenez, Y. 2016. The Interrelationship Between Rural and Mass Tourism: The case of Catalonia,
Spain, Tourism Management, 54:43-57.
Hernanadez, M., Munoz Gallego, P.A. and Santos Requejo, L. (2007). The
Moderating Role of Familiarity in Rural Tourism in Spain. Tourism
Management, 28: 951–964.
Hwang, J. and Lee, S. 2015. The Effect of The Rural Tourism Policy on Non-Farm
İncome in South Korea. Tourism Management, 46: 501-513.
Kaypak, Ş. 2012. Ekolojik Turizm ve Sürdürülebilir Kırsal Kalkınma. KMÜ Sosyal
ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi. 14 (22): 11-29.
Kiper, T. ve Arslan, M. 2007. Safranbolu-Yörükköyü Tarımsal Turizm
Potansiyelinden Kırsal Kalkınma Açısından Değerlendirilmesi. Süleyman
Demirel Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi. 2: 145-158.
Komppula, R. 2014. The Role of İndividual Entrepreneurs in The Development of
Competitiveness for a Rural Tourism Destination-A case study. Tourism
Management, 40: 361-371.
Küçük, M. 2013. Çamlık Kasabası Turizm Potansiyelinin Değerlendirilmesi için Çözüm
Önerileri. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 3 (2):35-45.
Kurgun, H. ve Yumuk, Y. 2013. “Yöresel El Sanatlarının Kültürel Turizmin
Gelişimindeki Rolü: Görece (Boncukköy) ve Nazarköy Örnekleri”,
Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, 3 (1): 27-32.
Lui, A. 2006. Tourism in Rural Areas: Kedah, Malaysia. Tourism Management, 27:
878–889.
Mikaelli, M. ve Memlük, Y. 2013. Kırsal Turizm ve Kültürel Turizmin Bütünleşmesi
ve Kırsal Sürdürülebilir Kalkınma. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik
Bilimler Dergisi. 3 (2): 87-91.
Mil, B., Albayrak, A. ve Toker, E.M. 2015. Çatalca Bölgesinin Kırsal Turizm
Potansiyeli ve Bölge Halkının Kırsal Turizme İlişkin Görüşleri. Uluslararası
Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5(1):61-68.
Nieto, J., Hernández-Maestro, M.R. and Muñoz-Gallego, A.P. (2014). “Marketing
Decisions, Customer Reviews, and Business Performance: The Use of The
Toprural Website by Spanish Rural Lodging Establishments”, Tourism
Management, 45, 115-123.
Ohe, Y. and Kurihara, S. (2013). “Evaluating The Complementary Relationship
Between Local Brand Farm Products and Rural Tourism: Evidence from
Japan”, Tourism Management, 35,278-283.
Ongun, U. ve Gövdere, B. 2014. Bölgesel Kalkınmada Kırsal Turizmin Etkisi:
Ağlasun Yeşilbaşköy Örneği. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler
Dergisi, 4 (2): 51-57.
Turizm Çalışmaları
325
Ongun, U. ve Gövdere, B. 2015. Kırsal Turizmin Kırsal Kalkınmaya Etkisi: Şirince
Örneği. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, 5 (2): 46-55.
Ongun, U. ve Gövdere, B. ve Kaygısız, Durgun, A. 2015a. Isparta İli Kırsal
Alanlarında Yapılabilecek Kırsal Turizm Türlerinin Kırsal Kalkınmaya
Etkisi. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5(1): 122 –131.
Ongun, U. ve Gövdere, B. ve Kaygısız, Durgun, A. 2015b. Burdur İlinin Kırsal
Turizm Potansiyelinin Değerlendirilmesi: Sorunları ve Çözüm Önerileri.
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 7(12):
99-116.
Panyik, E., Costa, C. and Rátz, T. (2011). “Implementing Integrated Rural Tourism:
An Event-Based Approach”, Tourism Management, 32, 1352-1363.
Park, D., Lee, K., Choi, H. and Yoon, Y. (2012). “Factors Influencing Social Capital
in Rural Tourism Communities in South Korea”, Tourism Management, 33,
1511-1520.
Park, D. and Yoon, Y. (2009). “Segmentation by Motivation in Rural Tourism: A
Korean Case Study”, Tourism Management, 30, 99–108.
Pina, A.P.I. and Delfa, D.T.A. (2005). “Rural Tourism Demand by Type of
Accommodation”, Tourism Management, 26, 951–959.
Reichel, A., Lowengart, O. and Milman, A. (2000). “Rural Tourism in Israel: Service
Quality and Orientation”, Tourism Management, 21, 451-459.
Rid, W., Ezeuduji, I. and Pröbstl-Haider, U. 2014. Segmentation by Motivation for
Rural Tourism Activities in The Gambia”, Tourism Management, 40, 102116.
San Martin, H. and Herrero, A. (2012). “Influence of The User’s Psychological
Factors on The Online Purchase İntention in Rural Tourism: Integrating
İnnovativeness to The UTAUT Framework”, Tourism Management, 33,
341-350.
Sharpley, R. (2002). “Rural Tourism and the Challenge of Tourism Diversification
the Case of Cyprus”, Tourism Management, 23, 233–244.
Selvi, S.M. ve Demirer, D. (2012). Ekolojik Tatil Çiftliklerinin TATUTA Projesi
Deneyimine İlişkin Örnek Olay İncelemesi. Anatolia: Turizm Araştırmaları
Dergisi, 23 (2):187– 202.
Slee, B. 2007. Rural Tourism and Sustainable Business, Aspects of Tourism, (D.
Hall, I. Kirkpatrick, M. Mitchell (Eds.),Tourism Management, 28: 1152–
1153.
Soykan, F. 2003. Kırsal Turizm ve Türkiye Turizmi için Önemi. Ege Coğrafya
Dergisi, 12,1-11.
Su, B. 2011. Rural Tourism in China. Tourism Management, 32:1438-1441.
Sweeney, E. 1995. Rural Tourism ve Sustainable Rural Development. Tourism
Management, 16(4):329.
326
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tribe, J., Font, X.Griffiths, N.,Vickery, R. and Yale, K. 2000. Environmental
Management for Rural Tourism and Recreation. Cassell, London,422-424.
Tuğun, Ö. ve Karaman, A. 2014. Çekirdek Köylerin Eko Turizme Kazandırılması
için Sürdürülebilirlik Kavramı Çerçevesinde Bir Model. Megaron. 9(4):321337.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı (2007). Türkiye Turizm Stratejisi 2023. Yatırım ve
İşletmeler Genel Müdürlüğü. Yayın No: 3085. Ankara.
Ukav, İ. ve Çetinsöz, C.B. 2015. Adıyaman İlinde Çiftçilerin Tarım Turizmi Üzerine
Algılamaları. Mesleki Bilimler Dergisi. 4 (1): 8 – 20.
Unwin, T. 1996. “Tourist Development in Estonia Images, Sustainability, and
Integrated Rural Development”, Tourism Management, Vol. 17, No. 4: 265276.
Uygur, M.S. ve Akdu, U. 2009. Çiftlik Turizmi, Kırsal, Tarım ve Ekoturizminin
Kavramsal Açıdan İrdelenmesi. Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi Dergisi.
1: 143-166.
Yagüe Perales, M.R. (2002). Rural Tourism in Spain. Annals of Tourism Research,
29 (4): 1101–1110.
Ying, T. and Zhou, Y. 2007. “Community, Governments and External Capitals in
China’s Rural Cultural Tourism: A Comparative Study of Two Adjacent
Villages”, Tourism Management, 28: 96–107.
Wimpenny, P. ve Gass, J. 2000. Interviewing in Phenomenology and Grounded
Theory: Is There a Difference?. Journal of Advanced Nursing. 31(6):14851492.
http://www.bugday.org/portal/hakkimizda.php?pid=3, Erişim Tarihi: 12.02.2017.
Tematik
327
TURİZM İŞLETMELERİNDE REKREASYON VE ANİMASYON
FAALİYETLERİNİN İNTERNET SİTELERİ ÜZERİNDEN
DEĞERLENDİRİLMESİ: TATİL KÖYLERİ ÖRNEĞİ
EVALUATION OF RECREATION AND ANIMATION
ACTIVITIES ON TOURISM OPERATIONS THROUGH THE
INTERNET SITES: HOLIDAY VILLAGES EXAMPLE
Ercan KARAÇAR1, Olca SEZEN DOĞANCİLİ2
ÖZET
Turizm sürekli gelişen ve hızlı değişimler yaşayan bir sektördür. Hizmet
sektöründe yer almasına karşın turizmde müşteri memnuniyetinin ve müşteri
tatminin zor olduğu görülmektedir. Bu sebeple turizm işletmeleri son yıllarda
sundukları ürünlerin dışında müşteri memnuniyetini sağlamak için ek hizmetlerde
sunmaktadır. Söz konusu ek hizmetlerin başında rekreasyon ve animasyon
faaliyetleri yer almaktadır. Bu çalışmada ülkemizde bulunan tatil köylerinin
internet sitelerindeki rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinin değerlendirilmesi
amaçlanmıştır. Elde edilen veriler ışığında 74 adet tatil köyünde rekreasyon
ve animasyon faaliyetlerinin internet sitelerinde en sık olarak aktivite başlığı
altında olduğu, en çok spor oyunları kapsamında masa tenisinin bulunduğu, spawellness faaliyetlerinin sadece Antalya ve Muğla illerindeki tatil köylerinde olduğu
görülmektedir. Ayrıca tatil köylerinin internet sitelerindeki otel bilgilerinin ve
rekreasyon faaliyetlerine ilişkin verilerin yetersiz olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu
kapsamda işletme yöneticilerine internet sitelerini revize etmeleri ve faaliyetlerini
fotoğraflarla zenginleştirmeleri önerilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Turizm, Rekreasyon, Animasyon, Tatil Köyü
ABSTRACT
Tourism is an industry that is rapidly developing and experiencing fast
changes. It is seen that the customer contentment and customer satisfaction is hard
to achieve in the tourism, even though it is a part of Services sector. Therefore,
tourism enterprises are recently offering additional services apart from the products
they offer for achieving customer satisfaction. Those aforementioned additional
services are lead by recreation and animation activities. In this study, it is aimed
1 Dr. Öğr. Üyesi, Sinop Üniversitesi, Turizm İşlemeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu,
ekaracar@sinop.edu.tr
2 Dr. Öğr. Üyesi, Sinop Üniversitesi, Turizm İşlemeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu,
o.dogancili@sinop.edu.tr
328
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
to evaluate the recreation and animation activities of the holiday villages on their
websites. In the data obtained, it is seen that recreation and animation activities in
74 holiday villages are the most frequently used activity titles in internet sites, table
tennis is the mostly listed activity in sports category and spa-wellness activities
are only present in holiday villages in Antalya and Muğla provinces. In addition, a
conclusion is reached that the information about the hotel information on holiday
villages’ internet sites and the data about recreational activities are inadequate. In
this context, it is recommended that business managers to revise their internet sites
and enrich their activities with photographs.
Keywords: Tourism, Recreation, Animation, Holiday Village
GİRİŞ
Turizmin 20.yüzyılda hızlı bir şekilde ilerlemesinin temel sebepleri arasında boş zaman dilimindeki artışları söylemek mümkündür. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan çalışma saatleri insanların yaşamını kolaylaştırmış bununla birlikte insanların boş zamanlarında başka aktivitelere yönelmelerini
sağlamıştır. İnsanlar turizmin bir parçası olabilmek için bağımsız tercih yapacakları gibi bir işletme üzerinden de tercihlerde bulunabilmektedir. Evrensel bir kavram olan turizm artık tek başına yeterli olmamaktadır. Özellikle değişen müşteri potansiyeli, beklenti ve istekler turizm faaliyetlerinin
genişlemesine ve çoğalmasına neden olmaktadır.
Günümüzde artık insanlar rekreasyon faaliyetlerine katılmak, eğlenmek
ve hoşça bir vakit geçirmek istemektedir. Turizm sektöründe bu eğlence
aktiviteleri rekreasyon faaliyetleri ve animasyon olarak adlandırılmaktadır.
TURİZM İŞLETMELERİ
Hizmet sektörü insanların hayatını kolaylaştıran, yararlı ürünler ve
hizmetler üretmek amacını felsefe edinmiş bir sektördür. Her ne kadar
ürettikleri soyut olsada bunu diğer sektörlerin yardımı ile yapmaktadır.
Dünya’nın ve Türkiye’nin 3 önemli temel sektöründen biri olmasına rağmen
ekonomik, sosyal değerlerin ortaya çıkmasında ve istihdam yaratma da
diğer iki sektöre göre lider konumdadır. Hizmet sektörüde kendi içinde alt
dallara ayrılmaktadır.
Turizm hizmet sektöründe yer alan turizm ayrıca diğer sektörlerden
girdiler alıp çıktı olarak sunmaktadır. Turizm sektörü kendi içinde
konaklama, yiyecek içecek, eğlence, ulaşım, haberleşme, sağlık gibi birçok
ekonomik olayları barındırmaktadır. Ulusal ve uluslararası düzeyde
ekonomik faaliyetlerin yanı sıra istihdam yaratma, sosyal olanak sağlama
gibi etkileride turizmin pozitif yönleri arasındadır. Karmaşık bir yapıya
Tematik
329
sahip olan turizm sektöründe müşretilerin istek ve beklentileri daha çok
işletmelere yön vermektedir.
Destinasyonlardaki işletmeler gelişen teknoloji ile birlikte sürekli değişen müşteri istek ve beklentilerini bir araya getirerek müşteri memnuniyetini sağlamaktadır. Bunları yaparken de teknolojik gelişmeleri yakından
takip etmekte ve bunun doğrultusunda işletmelerini dizayn etmektedir.
Turizm işletmelerinin yapısı incelendiğinde kendi içlerinde 4 ayrı gurupta
sınıflandırılmaktadır.
• Konaklama işletmeleri: İnsanoğlu ilkel toplumlardan başlayarak ilk
önce fizyolojik ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlamışlardır. Özellikle beslenme ihtiyacından sonra barınma amaçlı olarak mağaralarda başlayan
bir giderme işlemi günümüzde lüks otellere kadar gelmektedir. İlk kez
konaklama amaçlı işletmeler Romalılar zamanında yapılmıştır (Oral,
2005:21). Konaklama tesisleri müşterilerin beklenti ve isteklerine göre
şekillenmektedir. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na göre konaklama
işletmeleri şu şekilde sınıflandırılır;
1- Oteller
2- Moteller
3- Tatil Köyleri
4- Pansiyonlar
5- Kampingler
6- Apart Oteller
7- Hosteller.
• Seyahat işletmeleri: Seyahat işletmeleri insanların turizme katılmasını sağyalayan en temel organlardan bir tanesidir. Özellikle turistlerin
destinasyonlara varmalarına katkı sağlayan bu işletmeler turist deposu
olarak adlandırılmaktadır (Atay, 2000: 28). Bunun dışında turistik ürün
ve hizmet hakkında bilgi imkânı sunan seyahat işletmeleri kendi bünyesinde toptancı ve perakendeci olarak ikiye ayrılmaktadır. Toptancı diye
adlandırılanlara tur operatörü denilirken, perakendeci olanlara seyahat
acenteleri denilmektedir.
• Yiyecek içecek işletmeleri: Müşterinin istek ve beklentileri doğrultusunda ugun ürün ve hizmet sunmak, uygun fiyatlandırma yapmak, en az maliyetler hazırlamak yiyecek içecek işletmelerin en asli görevleri arasında
yer almaktadır. Bir konaklama işletmesi bünyesinde yer alabileciği gibi
bağımsız olarakta hizmet sunmaktadır. Yiyecek içecek işletmeleri müşteriyi memnun edebileceği kadar müşterileride işletmeden kaçırabilir. Bundan dolayı bu işletmelerin daha başarılı olması istenilmektedir.
330
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
• Rekreasyon İşletmeleri: Rekreasyon inşaların boş zaman dilimlerinde
bulundukları sıkıcı, stresli ortamlardan uzaklaşarak eğlenip dinlenmesini sağlayan ve gönüllü olarak katıldıkları etkinlikler olarak dile getirilmektedir (Özey, 1991: 42). Rekreasyon işletmeleri ise insanlara eğlenme,
dinlenme ve boş zaman değerlendirme fırsatı sunan işletmeler olarak
bilinemketedir (Kozak ve Diğ., 2007: 61). Son yıllarda özellikle büyük
şehirlerde insanlara boş zaman değerlendirme fırsatı sunan işletmeler,
kendi bünyeleri dâhilinde birçok etkinlik ve faaliyetler barındırmaktadır.
REKREASYON VE ANİMASYON FAALİYETLERİ
Ekonomiler için dünyanın en önemli sektörü olan hizmet dalında yer
alan turizm sektörü son yıllarda sürekli gelişim içindedir. Bu gelişimle birlikte bulundukları ekonomilere katkı sağlayan sektör, rekabetinde olduğu
bir yarış haline dönüşmüştür. Bu yarışta işletmelerin dikkat etmesi gereken
konu ise sürekli değişiklik gösteren müşteri beklenti ve istekleridir. Buna
bağlı olarakta üretilen mal ve hizmetlerdir (Erdem, 2010).
Hizmet sektöründeki bir işletme rakiplerinden bir adım önde olmak
için sürekli rekabet ettiği işletmelerden farklı hizmet üretmek zorundadır.
Turizm sektöründe özellikle aynı konum, benzer bina konseptleri, sunulan
benzer yiyecek içecek hizmetleri tüketiciler açısından negatif bir hava olarak
görülmektedir. Müşteriler bu hizmetlerin yanında onların tatillerini daha
eğlenceli yapacak bir pazarlama aracını ararlar. Son yıllarda bu pazarlama
aracı ise rekreasyon ve animasyon faaliyetleridir. Rekreasyon ve animasyon
faaliyetleri turizm işletmeleri için rekabet ortamını zenginleştiren unsurlar
arasında yer almaktadır.
Mevcut turistleri bir destinasyona veya işletmeye çekmek, bulundukları
işletmelere bağımlılık yaratmak, sunulan hizmetleri çekici hale getirmek
animasyon departmanlarının en önemli görevleri arasındadır. Özellikle
işletmeler diğer işletmelere göre farklarını ortaya çıkarmak ve hizmetlerini
pazarlamak için rekreasyon ve animasyon faaliyetlerini önemserler (Akdağ
& Akgündüz, 2010).
Rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinin işletmeler üzerinde pek çok
etkisi vardır. Özellikle konaklama sekötüründe yer alan işletmelere olan
etkilerini sıralayacak olursak;
•
Pazarlamaya ve rekabete etkisi
•
Oda satış gelirlerine etkisi
•
Gelir yaratıcı etkisi
•
Diğer hizmet satışlarına etkisi
Tematik
331
•
Yiyecek içecek gelirlerine etkisi
•
Tüketici bazında marka ve imaj bağımlılığı yaratma etkisidir
(Gökdeniz & Dinç, 2000).
Animasyon faaliyetlerinin konaklama işletmelerinde uygulanmasına
yönelik yapılan bir araştırma (Gökdeniz & Dinç, 2000) sonuçlarına göre,
işletmelerin uygulama nedenlerini şu şekilde ifade edebiliriz;
•
Mevcut Hizmet Satışlarını Arttırmak
•
İşletmeye Geliş Sıklığını Sağlamak
•
Boş Zaman Faaliyetlerine Aktif Katılımı Sağlamak
•
İşletmenin Çekiciliğini Arttırmak
•
Müşteri Bazında Marka İmajı Yaratmak
•
İşletmenin Reklam ve Tanıtımını Yapmak
•
İşletmede Geceleme Sayısını Arttırmak
•
Diğer İşletmelerle Rekabet Edebilmek
İşletmelerde animasyon departmanı tatil için otele gelen müşterilerin
boş zaman kalitesini arttırmak, tüm yaş gurupları için rekreasyon ve
animasyon faaliyetleri sunmak, sağlık, spor ve kültürel eğlencelerden
sorumludurlar (Costa & ark., 2004). Bu departmanların etkinlikleri
bulundukları işletmlerin fiziki durumuna ve kaynaklarına bağlı olarak
değişkenlik göstermektedir. Fiziki yapı ve kaynakların varlılığının yanı sıra
animasyon faaliyetlerinin başarıya ulaşması iyi bir organizasyon yapısının
olmasına da bağlıdır (Yılmaz, 2007).
Organizasyon yapısının sağlam olması bu departmanda çalışacak
personelin seçilmesini de önemli kılmaktadır. Rekreasyon ve animasyon
faaliyetlerini programlayacak, yönetecek ve sunacak personellerin istihdamı
son yıllarda büyük gelişme göstermektedir. Özellikle üniversitelerde ve özel
kuruluşlarda turizm animasyon eğitimi verilmekte olup bunun dışında da
özel eğitimlerle de sağlanmaktadır. Bu kişilerin rekreasyon ve animasyon
konularında eğitimli olmasının yanı sıra psikoloji, pazarlama konularında
yetenekli olması ve entelektüel kişiliğe sahip olması beklenilmektedir
(Köktaş, 2004).
Başarılı bir turizm animasyon personelinin taşıması gereken niteliklerden birkaç tanesinden bahsedecek olursak;
•
Rekreasyon ve animasyon konusunda bilgi, beceri sahibi olması,
•
Kararlı, açık, mantıklı, sempatik, objektif, hoşgörülü, sabırlı olması,
•
Fiziki görüntüsünün düzgün olması,
332
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
•
Etkin iletişim berecerisi olması,
•
İnsanı ilişkilerinin iyi olması,
•
Animasyonlarda aktif edici ve teşvik edici olması,
•
Mesleki teorik bilgi ve deneyime sahip olması,
•
Pazarlama ve tanıtım konularında bilgi ve beceriye sahip olması,
•
Ekip çalışmasına yatkın olması,
•
Gurup yönetme becerisine sahip olması,
•
Tehlike durumlarını iyi analiz eden ve krizleri yönetme becersine
sahip olması,
•
Plan ve program yapabilen ve uyabilen bir yeteneğe sahip olması,
•
Liderlik vasıflarına sahip olması,
•
Hitap etme yeteneğine sahip olması,
•
Mesleki içi rakiplerini takip etmeli ve değerlendirme yeteneğine
sahip olması,
•
Departman içi ve dışı koordinasyon sağlayabilmeli, yönetebilme
becersine sahip olması gibi birçok nitelikten bahsedebiliriz
(Hacıoğlu, Gökdeniz & Dinç,2003).
Animasyon departmanında iyi bir hizmet için ekip çalışmasına ihtiyaç
duyulmaktadır. Ekibin içindeki uyum ve başarı iyi bir animasyon faaliyeti
olarak işletmeye yansımaktadır. Animasyonun başarısı en üstte yer alan
eğlence hizmetleri müdüründen başlayarak en altta yer alan animatörlere
kadar herkesin başarısına bağlıdır. Her işletmede sayıları farklı olsada bir
animasyon departmanının temel üyeleri aşağıdaki şekildeki gibidir.
Tematik
333
Şekil 1: Animasyon Personelinin Organizasyon Şeması
Sadece animasyon personelin olması bazen iyi bir animasyon
faaliyeti için yeterli olmayabilir. Bunun dışında işletmelerin sunacağı
rekreasyon ve animasyon faaliyetlerininde yeterli sayıda ve tatmin edici
olması gerekemektedir. Konaklama işletmelerinde yapılan rekreasyon
ve animasyon faaliyetleri turistlerin ihtiyaçlarına uygun şekilde olması
beklenilmektedir. Bu konuda (Costa & ark., 2004) tarafından geliştirilen
müşterilerin tatminini sağlayacak animasyon aktivitelerinin tasarlandığı
modeli aşağıdaki gibidir.
334
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Şekil 2: Turistlerin ihtiyaç alanları ve animasyon aktiviteleri (Costa & ark., 2004)
BULGULAR
Çalışma kapsamında ele alınan tatil köyleri ülkemizde 81 adet olarak
tespit edilmiş olup yer aldıkları iller bazında sınıflandırmalara tabii olmuşlardır. Söz konusu tatil köylerinin 6 tanesinin internet sitesi olmadığından
ve 1 tanesinin kapanmasından dolayı çalışmaya 74 adet tatil köyü dâhil
edilmiştir. Bu çerçevede tatil köyleri 6 ilde yoğunlaşmış olup bu iller Antalya, Muğla, İzmir, Aydın, Balıkesir ve Mersin olarak sıralanmaktadır. Söz
konusu tatil köylerinin internet sitelerinde rekreasyon ve animasyon üzerine yer alan bilgilendirmeleri, içerdikleri uygulamaları, yer aldığı sekme
başlıkları ve faaliyetlerde kullandıkları fotoğraf sayısı incelenmiştir. Analiz
edilen tatil köylerinin bulunduğu illere göre sahip oldukları yıldız sayısına
ilişkin verileri Tablo 1’deki gibi özetlenmiştir;
Tablo 1: Tatil Köylerinin Bulundukları İller ve Yıldız Sayıları
Yıldız Sayısı
Bulunduğu il
Toplam
1. 1.sınıf
2.sınıf
4 yıldızlı
5 yıldızlı
Antalya
1
46
47
Muğla
2
6
16
24
İzmir
1
2
1
4
Aydın
1
2
3
Balıkesir
2
2
Mersin
-1
1
Toplam
2
1
12
66
81
335
Tematik
Araştırma kapsamında ele alınan işletmeler genel olarak 5 yıldızlı tatil
köyleri sınıflandırmasına sahiptir. Bunun yanında 4 yıldızlı tatil köylerinin
de yer aldığı ifade edilirken en çok tatil köyünün Antalya ilinde bulunduğu
görülmektedir. Söz konusu 74 adet tatil köyünün oda sayısı, yatak sayısı ve
sahip olduğu konseptine ilişkin veriler ise aşağıdaki gibidir;
Tablo 2: Tatil Köylerinin Oda ve Yatak Kapasiteleri
41
9
Muğla
5890
15
2
3501
4
İzmir
-
-
1444
1
Aydın
2
2
1
1
258
2
605
-
-
605
Mersin
-
304
Balıkesir
22
1044
-
-
-
-
Belirtmeyen
6
Oda
+kahvaltı
Belirtmeyen
22
12443
Ultra Herşey
dahil
Belirten
işletme
25
Konsepti
Herşey dahil
Belirtmeyen
Antalya
Yatak sayısı
Belirten
işletme
Oda sayısı
7
5
2
33
2
-
-
22
3
-
-
1
-
1
-
2
-
-
1
1
-
-
-
1
Antalya’da bulunan 47 tatil köyünden 25 tanesi oda sayısını belirtmekle
beraber toplam 12.443 adet oda tespit edilmiştir. Yatak sayısı ise sadece
6 işletmede belirtilmiş olup 5.890 yatak kapasitesine sahip olduğu
görülmektedir. Muğla’da ise 9 işletme oda sayısını belirtilerek 3.501 odanın
bulunduğunu, yatak sayısında da 2 işletmenin sayılarını belirterek 1.044
yatağa sahip olduğu analiz edilmiştir.
İzmir ve Balıkesir illerindeki tüm oteller oda sayısı hakkında verileri
paylaşmış olup İzmir’de 1.444, Balıkesir’de 605 oda sayısına ulaşırken yatak
sayılarına ilişkin herhangi veri elde edilememiştir. Aydın’da ise 1 işletme
verilerine göre 304 oda ve 605 yatak kapasitesi bulunmaktadır. Mersin’de de
sadece 1 işletmeden 258 oda sayısına ulaşılmıştır.
Tatil köylerinin dâhil olduğu konsepte bakıldığında işletmelerin büyük
çoğunluğunda herhangi bir bilgilendirmenin bulunmadığı göze çarpmıştır.
74 işletmeden sadece 21 tanesi konseptine ait veri bulundurmakla beraber
ağırlıklı olarak “herşey dâhil” sistemini kullandıkları tespit edilmiştir.
Bunun yanı sıra ultra herşey dâhil ve oda-kahvaltı konseptlerinin de
336
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
bulunduğu ifade edilebilir. Söz konusu tatil köylerinin internet sitelerinde
yer alan rekreasyon ve animasyon faaliyetleri ise birçok farklı isimlerle
sekmeleştirilmiştir. Bunlar Plaj-Havuz, Spa&Wellness, Aktivite, Spor,
Çocuk, Aquapark, Eğlence gibi sıralanmaktadır. Bu sekme isimlerinin her
biri ayrı başlık altında incelenmiş olup plaj-havuza ilişkin uygulamalar
Tablo 3’deki gibidir;
Tablo 3: Plaj-Havuz Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler
Açık-Kapalı Havuz
Mavi Bayrak
Aquapark
Su Kaydırağı
Plaj, Deniz, Havuz
Voleybol
Animasyon
Çocuk Havuzu
Hamam, Sauna,
Buhar Odası
Toplam
Antalya
4
1
1
1
1
1
1
1
1
Muğla
1
-
İzmir
1
-
Aydın
1
-
Balıkesir
1
-
Mersin
1
-
Toplam
6
3
2
1
1
1
1
1
1
12
1
1
1
1
1
17
Rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinde plaj ve havuz başlıklarını kullanan tatil köyleri ağırlıklı olarak Antalya ilinde yoğunlaşmaktadır. Kullanılan içeriklerde ise, işletmelerin sahip oldukları açık-kapalı havuzların
kullanımı en çok tercih edilen unsur olurken mavi bayrağa sahip olan bazı
işletmelerin bilgilendirmesini bu sekme altında yaptığı görülmektedir. Ayrıca hamam, sauna gibi Spa&Wellness içerikli uygulamaların da bu sekme
altında ele alındığı söylenebilir. Buna ek olarak plaj ve havuz içeriklerinde
toplam 129 adet fotoğraf tespit edilmiştir.
Rekreasyon ve animasyon faaliyetleri için kullanılan diğer başlık
Spa&Wellnes’dir. Bu başlığı kullanarak rekreatif faaliyet uygulayan işletmelere ait veriler ise Tablo 4’de bulunmaktadır;
Tablo 4: Spa&Wellness Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler
Fitness
Masaj
Hamam
Sauna
Spa&Welness
Vücut Bakımı
Cilt Bakımı
Buhar Odası
Jakuzi
Havuz
Güzellik Merkezi
Aerobic
Jimnastik
Thalassospa
Tuz Odası
Toplam
Antalya
44
12
11
8
5
6
7
3
2
4
2
1
1
1
1
108
Muğla
4
4
3
4
2
1
2
1
2
23
İzmir
-
Aydın
1
1
1
3
Balıkesir
-
Mersin
-
Toplam
44
17
16
12
9
8
8
5
3
4
4
1
1
1
1
134
Tematik
337
Spa&Wellness başlığını en sık kullanan ilin Antalya olduğu tespit edilmiş olup içerik olarak da fitness uygulamasını ele aldığı görülmektedir.
Bunun yanı sıra masaj çeşitleri, hamam, sauna, cilt bakımı gibi birçok
uygulamanın da bu başlık altında incelendiği ifade edilmektedir. İlaveten
Muğla’da fitness uygulamasının yer almayıp yoğun olarak masaj, hamam ve
Spa&Wellness uygulamalarının yer aldığı söylenebilir. Ayrıca İzmir, Balıkesir ve Mersin illerindeki tatil köylerinde bu başlığın kullanılmadığı gözlenmiştir. Buna ek olarak Spa&Wellness başlığı altında yer alan uygulamalarda
toplamda 171 adet fotoğraf olduğu görülmektedir.
Çalışma kapsamında incelenen diğer sekme başlığı olan ‘aktivite’ye
ilişkin veriler aşağıdaki gibi özetlenmiştir;
Tablo 5: Aktivite Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler
Tenis-masa tenisi
Su sporları
Jimnastik Aerobic
Animasyon
Spa&wellness
Voleybol
Havuz-plaj
Dart
Futbol
Basketbol
Fitness
Boccia
Disko-dans
Şovlar
Aquapark
Yoga , pilates
Sürat teknesi,
bot, kataraman
Spor
Oyun salonu
Mini club
Sörf
Golf
Dalış
Okçuluk
Yelken
Zumba
Jet ski
Havalı tüfek
Shuffleboard
Canlı müzik
Macera parkı
Lunapark
Aktivite takvimi
Sinema
Hayvanat bahçesi
Toplam
Antalya
18
14
14
Muğla
13
14
9
İzmir
3
2
-
Aydın
1
3
Balıkesir
-
Mersin
-
Toplam
35
30
26
16
11
11
11
9
6
6
12
8
9
10
8
2
9
4
7
5
5
5
7
8
3
5
3
1
6
1
1
1
2
1
2
2
1
1
2
-
1
1
3
1
1
2
1
1
1
-
-
1
-
22
20
19
19
16
16
16
15
14
14
11
11
11
10
4
4
5
6
2
3
4
5
1
4
4
4
4
2
1
1
1
1
230
5
4
2
1
4
4
3
2
2
123
1
1
1
1
18
0
1
9
9
8
8
7
7
7
7
5
4
4
4
4
2
2
1
1
1
395
2
1
23
338
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Aktivite başlığı altında 395 uygulama incelenmiştir. Bu uygulamaların
büyük çoğunluğunu Antalya ilinden elde edilirken bunu Muğla, İzmir ve
Aydın illeri takip etmektedir. Bu başlık altında en çok ele alınan faaliyet
tenis ve masa tenisi olurken su sporları, jimnastik-aerobic, animasyon
gösterileri ile Spa&Wellness uygulamaları da sıkça kullanılmıştır. Ayrıca
Balıkesir ilindeki tatil köylerinde bu başlığın hiç kullanılmadığı da ifade
edilebilir. Buna ek olarak aktivite başlığı altında yer alan uygulamaların 251
adet fotoğrafla desteklendiği görülmektedir.
Çalışmada ele alınan spor sekmesinde yer alan rekreasyon ve animasyon
uygulamalarına ait veriler Tablo 6’daki gibidir;
Tablo 6: Spor Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler
Jimnastik Aerobic
Antalya
Muğla
İzmir
Aydın
Balıkesir
Mersin
Toplam
4
3
-
-
-
-
7
Su oyunları
2
4
-
-
-
-
6
Tenis-masa
tenisi
3
2
-
-
-
-
5
Voleybol
2
1
-
-
-
-
3
Sörf
1
2
-
-
-
-
3
Boccia
2
1
-
-
-
-
3
Bilardo
1
1
-
-
-
-
2
Dart
1
1
-
-
-
-
2
Futbol
2
-
-
-
-
-
2
Yelken
1
1
-
-
-
-
2
Aquapark
1
-
-
-
-
-
1
Satranç
1
-
-
-
-
-
1
Dalış
-
1
-
-
-
-
1
Sürat motoru
-
1
-
-
-
-
1
Golf
-
1
-
-
-
-
-
Toplam
21
19
-
-
-
-
40
Spor başlığı altında yer alan faaliyetler 15 uygulama altında sınıflandırılmış olup ağırlıklı olarak jimnastik-aerobic faaliyetlerinin kullanıldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra su oyunları, tenis-masa tenisi, voleybol, sörf
ve boccia gibi birçok uygulamanın da ele alındığı görülmektedir. Ayrıca bu
başlığın sadece Antalya ve Muğla illerinde kullanıldığı da elde edilen bulgular arasındadır. Buna ek olarak spor başlığı altında 29 adet fotoğraf kullanıldığı tespit edilmiştir. Son olarak çocuklara yönelik rekreatif faaliyetlerin
içerikleri incelenmiş olup ilgili veriler aşağıdaki gibidir;
339
Tematik
Tablo 7: Çocuklara Yönelik Olan Rekreatif Faaliyetler
Antalya
Muğla
İzmir
Aydın
Balıkesir
Mersin
Toplam
Oyun
8
1
-
-
-
-
9
Park
6
2
-
-
-
-
8
Kulüpler
7
1
-
-
-
-
8
Havuz
7
1
-
-
-
-
8
Disko
4
2
-
-
-
-
6
Kaydırak
3
1
-
-
-
-
4
Sinema
4
-
-
-
-
-
4
Yüz boyama
3
-
-
-
-
-
3
Eğlence
1
1
-
-
-
-
2
Masal evi
1
1
-
-
-
-
2
Voleybol
1
-
-
-
-
-
1
Futbol
1
-
-
-
-
-
1
Su sporları
1
-
-
-
-
-
1
Macera parkı
1
-
-
-
-
-
1
Animasyon
-
1
-
-
-
-
1
Jimnastik
1
-
-
-
-
-
1
Origami
1
-
-
-
-
-
1
Hayvanat
bahçesi
1
-
-
-
-
-
1
Toplam
51
11
-
-
-
-
62
Çocuklara ilişkin uygulamaların Antalya ilinde yoğunlaştığı ve ağırlıklı
olarak oyun oynama üzerine faaliyetler belirlendiği söylenebilir. Bunu
parklar, otellerde kurulan kulüpler, havuz, disko ve sinema gibi birçok
faaliyet takip etmektedir. Ayrıca çocuklara ilişkin uygulamaların sadece
Antalya ve Muğla ilinde yer aldığını, diğer illerdeki tatil köylerinin internet
sitelerinde kullanılmadığı görülmektedir. Buna ek olarak çocuklara ilişkin
rekreasyon ve animasyonlarla ilgili 193 fotoğrafın internet sitelerinde yer
aldığı analiz edilmiştir.
Yukarıda yer alan başlıkların dışında Aquapark, Tenis, Eğlence, Yakın
Çevre Gezileri, Paragling, Hizmetlerimiz başlıkları altında gerek çocuk
kulübüne yönelik gerekse de voleybol, golf, basketbol gibi aktivitelere
yönelik veriler elde edilmiştir. Söz konusu başlıklarda kullanılan toplam
fotoğraf sayısı da 98 olarak tespit edilmiştir.
340
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
SONUÇ VE ÖNERİLER
Ülkemizde bulunan tatil köylerinin internet sitelerindeki rekreasyon ve
animasyon faaliyetlerinin verilerini analiz etmeyi amaçlayan bu çalışmada
81 adet tatil köyü tespit edilmiştir. 6 adet işletmenin internet sitesi olmadığından ve 1 işletmenin kapanmasından dolayı çalışmada 74 adet tatil köyü
ele alınmıştır. Bu işletmelerin Antalya, Muğla, İzmir, Balıkesir ve Mersin
illerinde bulunduğu görülmektedir. Söz konusu illerin deniz kenarında olmasından dolayı tatil köylerinin konumlandırılmasında denize yakınlığın
göz önüne alınan bir faktör olduğunu söylemek mümkündür.
Tatil köylerinin yarısından fazlasının Antalya ilinde bulunduğu tespit
edilmiş olup bunun yaz sezonunun uzunluğu, sıcaklık, alternatif turizmdeki çeşitlilik gibi birçok unsurla açıklanabilmektedir. Bu kapsamda yer alan
tatil köyleri 5 ve 4 yıldızlı olarak hizmet vermekle beraber 1. sınıf ve 2. sınıf
tatil köylerinin de bulunduğu ifade edilmektedir.
Tüm tatil köylerinin kapasitelerinin incelendiği çalışmada, işletmelerin oda ve yatak sayılarına ilişkin verileri internet sitelerinde yeterince
bulundurmadıkları görülmektedir. Bu çerçevede İzmir ve Balıkesir’deki
tüm işletmelerin oda sayılarını belirttiği ancak yatak sayısına ilişkin veri
bulundurmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Belirtilen oda sayıları kapsamında bakıldığında, en fazla oda ve yatak sayısı Antalya ilinde bulunmaktadır. Turizm sezonunda yoğun olan Antalya ilinin gelen talepleri karşılayabilmek adına kapasitelerinin büyük olduğu söylenebilir. Söz konusu tatil
köylerinin konseptine bakıldığında ise, büyük çoğunluğun bu konuda da
bilgilendirme yapmadığı görülmektedir. İnternet sitesinde konsept hakkında bilgilendirme yapan işletmeler ise ağırlıklı olarak herşey dahil sistemini
kullanmayı tercih etmişlerdir.
Rekreasyon ve animasyon uygulamalarının tatil köylerinin internet sitelerindeki bulunma durumları analiz edildiğinde birtakım başlıkların kullanıldığı görülmüş olup bu başlıklar şu şekilde sıralanmaktadır; Plaj-havuz,
Sps&Wellness, Aktivite, Spor, Çocuk, Aquapark, Eğlence vb. Söz konusu
başlıklarda kullanılan faaliyetler açısından incelendiğinde en fazla Aktivite
başlığının kullanılmış olduğu görülmüştür. Bunu Spa&Wellness, çocuklara
yönelik, spor ve plaj-havuz başlıkları takip etmektedir.
Aktivite başlığı içerisinde en yoğun olarak kullanılan faaliyetin masa
tenisi-tenis olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra su sporları, jimnastik-aerobic ve animasyon gösterileri de sıkça tercih edilen faaliyetler olarak
tespit edilmiştir. Spa&Wellness başlığında ise ağırlıklı olarak fitness, masaj
ve hamam uygulamaları yer almaktadır. Ancak İzmir, Balıkesir ve Mersin
illerindeki tatil köylerinin internet sitelerinde Spa&Wellness’e ilişkin herhangi bir veri bulunmamaktadır. Çocuklara yönelik olarak isimlendirilmiş
Tematik
341
sekme altında ise, çeşitli oyunlar en sık tercih edilen unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bunu park, kulüpler, havuz ve disko gibi faaliyetler takip etmektedir.
Spor başlığı altında yer alan uygulamalarda jimnastik-aerobic faaliyetlerine ilişkin veriler tercih edilmekle beraber su oyunları, tenis, masa tenisi, sörf,
futbol gibi birçok faaliyet ele alınmıştır. Plaj-havuz başlığında ise işletmelerin
sahip olduğu açık-kapalı havuzlar hakkında bilgilendirmeler görülmüştür.
Çalışma kapsamında ele alınan tatil köylerinin internet sitelerini gerek
aktiviteleri hakkında bilgilendirme açısından gerekse de oda-yatak kapasitesiyle sahip olduğu otel konseptine ilişkin bilgilendirmede yetersiz kaldıkları görülmektedir. Bu kapsamda tatil köyü yöneticilerine internet sitelerini
revize etmeleri önerilmektedir. Çünkü işletmeleri tanıtıcı unsur olan internet siteleri aracılığıyla insanları işletmeye çekmek ve fiili müşteri haline
getirmek mümkündür. Bunu gerçekleştirebilmek adına işletmeye ait verilerin eklenmesi, rekreatif faaliyetlere ilişkin daha fazla veri eklenmesi ve
bunların fotoğraflarla desteklenmesi gerekmektedir. Ayrıca internet sitesi
olmayan tatil köylerinin sosyal medyanın işletme tanıtımına olan olumlu
katkılarını elde edemediklerinden dolayı internet sitelerini oluşturmaları
ve içeriklerini doldurmaları önerilmektedir. Buna ek olarak İzmir, Aydın,
Balıkesir ve Mersin illerinde yer alan Tatil köylerinin internet sitelerin yeterli rekreatif faaliyet bulunmadığı gözlenmiştir. Bu eksikliği giderilmesi
için rekreatif açıdan ön plana çıkmış olan bölgelerin faaliyetlerini kendi
işletmelerine ve bölgelerine göre uyarlaması önerilmektedir.
Soyut olan turizm sektöründe hizmeti ve kaliteyi somutlaştırıcı unsur
olarak fotoğrafların kullanılmasıyla işletmeler hakkında daha olumlu düşüncelerin oluşarak müşteri sayısının da artacağı düşünülmektedir. Bunun
yanı sıra tatil köylerinde görülen rekreatif faaliyetlerin genel olarak benzer
olduğu dikkati çekmektedir. Bu kapsamda diğer işletmelerden farklılaşabilmek ve rekabet avantajı sağlayabilmek adına rekreasyon ve animasyon
faaliyetlerinde çeşitlilik sağlanması önerilmiştir.
342
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
KAYNAKÇA
AKDAĞ Gürkan & AKGÜNDÜZ Yılmaz, (2010), Konaklama İşletmeleri
Açısından Animasyon Faaliyetlerinin Önemi ve Kuşadası Otelleri Üzerine
Bir İnceleme, 5. Lisansüstü Turizm Öğrencileri Araştırma Kongresi, 27-30
Mayıs 2010, Nevşehir, 229-239.
ATAY, Lütfi (2000), “Seyahat Acenteciliği Faaliyetlerinin Hukuksal Açıdan
İncelenmesi” Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt
2, Sayı:4, İzmir.
COSTA George & TSITSKARI Efi.& TZETZIS George & GOUDAS Marios.,
(2004), The Factor For Evaluating Service Quality in Athletic Camps: A
Case Study, Europen Sport Management Quarterly, 4, 22-35.
ERDEM Barış, (2010), Lisans Düzeyinde Turizm Eğitimi Alan Öğrencilerin Otel
İşletmelerinin Animasyon Bölümüne Yönelik Tutumları: Ampirik Bir
Araştırma, Ege Akademik Bakış, 10 (3), 1085-1113.
GÖKDENİZ Ayhan & DİNÇ Yakup, (2000), Konaklama İşletmelerinde Animasyon
faaliyetlerinin Hizmet Satışlarına Etkisi, Anatolia: Turizm Araştırmaları
Dergisi, 11, 99-106.
HACIOĞLU Necdet & GÖKDENİZ Ayhan & DİNÇ Yakup, (2003), Boş Zaman
ve Rekreasyon Yönetimi Örnek Animasyon Uygulamaları, Detay Yayıncılık,
Ankara.
KILBAŞ KÖKTAŞ Şükran, (2004), Rekreasyon Boş Zaman Değerlendirme, Nobel
Yayın Dağıtım, Ankara.
KOZAK, Nazmi & KOZAK, Meryem A. & KOZAK, Metin (2007), Genel Turizm
İlkeler Kavramlar, Detay Yayınları, Ankara.
ORAL, Saime (2005), Otel İşletmeciliği ve Verimlilik Analizleri, Detay Yayıncılık,
Ankara.
YILMAZ Şükrü, (2007), Rekreasyon Faaliyetlerinin Yönetim ve Organizasyonu
“Antalya Bölgesindeki Beş Yıldızlı Otel İşletmelerine Yönelik Bir Uygulama”,
Akdeniz Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi,
Antalya, Türkiye.
Tematik
Tematik
345
AŞAĞI SALAT VE TATARLI HÖYÜK FAUNASININ
ZOOARKEOLOJİK ANALİZİ1
THE ZOOARCHAEOLOGICAL ANALYSIS OF ANIMAL
BONES FROM ARCHAEOLOGIEAL SITES:
AŞAĞI SALAT and TATARLI MOUD
Okşan BAŞOĞLU2, Özge KAHYA3
ÖZET
Diyarbakır İli, Bismil İlçesi, Yukarı Salat Beldesi’nin 3 km güneyinde yer
alan Aşağı Salat Höyüğü, Dicle Nehri’nin ve Salat Çayı’nın kesiştiği noktanın 2
km doğusuna konumlanmıştır. Yapılan kazı çalışmaları sonucu Kalkolitik, Erken
Tunç Çağı I, MÖ I. binyıl (Yeni Asur Dönemi) ve Ortaçağ’a ait 9 kültür katı tespit
edilmiştir. Hayvan kemikleri Eski Tunç Çağı, Yeni Asur Dönemi ve Orta Çağ
tabakalarına ait mezarlardan ele geçmiştir. Tatarlı Höyük, Adana’nın Ceyhan İlçesi
sınırlarıiçindeyeralmaktadır.İlçenin yaklaşık 24 km. doğusunda ve Osmaniye sınırındaki
Mustafabeyli Mahallesi’nin 5 km. kuzeyindeki Tatarlı Mahallesi’ndedir. Tatarlı Höyük,
Neolitik Dönemden Geç Hellenistik Dönem sonuna kadar kesintisiz bir iskân
sergileyen bölgedeki ender höyüklerden birisidir. Gerek konumu ve gerekse yakın
çevresindeki su kaynaklarının/pınarların bolluğu yerleşimin her dönemde iskân
görmesine sebep olmuştur. 2010 yılı kazı dönemine ait olan hayvan kemikleri
höyüğün OrtaTunç Çağı, GeçTunç Çağı, Orta ve Geç Demir Çağı ve Helenistik
tabakalarından ele geçmiştir. Aşağı Salat ve Tatarlı faunasını oluşturan hayvan
kemikleri üzerinde aile ve cins/tür sınıflandırılması yapılmıştır. Kemikler üzerinde
yapılan incelemeler tanımlanabilen cins\türlerin memeli sınıfına ait olduğunu
göstermektedir. Aşağı Salat faunasının tamamına yakın bölümü evcil memelilerden
oluşmakta, çoğunluk sığırlardan meydana gelmektedir. Hayvan kemiklerinin
mezar alanlarından ele geçmesi, burada sunu-adak ritüelleri ve cenaze-ölü kültü
ile ilgili ritüellerinin gerçekleştirildiğini düşündürmektedir. Tatarlı faunasının da
büyük bir bölümü evcil memelilerden oluşmakta, çoğunluk koyun ve keçilerden
meydana gelmektedir. Fauna içinde yabani hayvan örneklerine rastlanması avcılık
faaliyetlerinin devam ettiğini göstermektedir.
Anahtar Kelimeler: Tunç Çağı, Helenistik Dönem, Roma Dönemi,
Zooarkeoloji, Fauna.
ABSRACT
Aşağı Salat Mound that is at 3 km. south of Yukarı Salat which is a town in
Diyarbakır/ Bismil is located at 2 km. east of the intersection of Dicle River and
1 Bu makale daha önce iki ayrı bölüm halinde dergide yayınlanmıştır.
2 Prof. Dr. Okşan Başoğlu, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü,
Ankara. E-posta: oksanbasoglu@gmail.com.
3 Uzm. Özge Kahya, e-posta:ozge_kahya@windowslive.com.
346
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Salat Stream. As a result, 9 different layers dated to Chalcolithic Period, Early
Bronze Age I, 1st Millennium BC (Neo Assyrian Empire) and Middle Age. Findings
are discovered from the burials in Early Bronze Age I, 1st Millennium BC (Neo
Assyrian Empire) and Middle Age layers. Tatarlı Höyük that is located in Adana/
Ceyhan. It is in Tatarlı (Yedioluk) Neighborhood which is at 24 km. east of Ceyhan
District and 5 km. north of Mustafabeyli Neighborhood which is on the border of
Osmaniye. Tatarlı Höyük is one of the rare in the region that exhibits a continuous
settlement from the Neolithic up to the end of the Late Hellenistic Period.Both the
location and the abundance of water resources in the close environment had to led
the settlement in each period. The animal bones which belonged to the excavation
period in 2010 were collected fromMiddle Bronze Age, Late Bronze Age, Middle
and Late IronAge and Hellenistic Period layers. Genus/species classification are
made on the animal bones constituting the fauna. The analysis shows that bones
identifiable to genus\species belongs to the class of mammals. The Aşağı Salat
Moud Fauna consists of domesticated mammals by a majority of cattle (Bos taurus).
The discovery of animal bones from burial area suggests that an offering-sacrifice
ritual and burial ceremony was performed. The Tatarlı Moud Fauna consists of
domesticated mammals by a majority of sheep Ovis and goats Capra. The wild
animals in the fauna of Tatarlı Höyük show that the continuation of hunting.
Keywords: Bronze Age, Hellenistic Period, Roman Period, Zooarcheaology, Fauna.
GİRİŞ
Zooarkeoloji, arkeolojik kayıtlardan ele geçen hayvan kemiklerinin
incelenmesi yoluyla arkeoloji bilimine katkıda bulunan bir disiplindir.
Bulunan hayvan kalıntılarının izin verdiği ölçüde eski insan ve çevre
uyumunu ortaya koymaya çalışır (Klein & Cruze-Uribe 1984; 1).
Zooarkeolojinin amacı insan ve yaşadığı çevredeki hayvan grupları arasında
kurulan ilişkiyi araştırmak ve dolayısıyla ekoloji-kültür ilişkisini anlamaya
çalışmaktır. Zooarkeoloji çalışmaları sonucu, eski çağlarda uygulanan
genel diyet, yararlanılan hayvan türleri, evcilleştirme, avcılık, çiftçilik ve
hayvan ekonomisi gibi konular hakkında bilgiler elde edilebilmektedir
(Reitz 2010). Tarihsel süreç boyunca çevresel koşulların ekonomik yapı
ve şekillenme üzerindeki etkileri ortaya konulabilmektedir. Başka bir
deyişle zooarkeoloji, insanı yaşadığı ortamı çeşitli buluntulara dayanarak
resmetmeye çalışan arkeologların tablolarında eksik kalan bazı renk ve
çizgileri yerine yerleştirmektir (Atıcı 1998; 233).
AŞAĞI SALAT HÖYÜĞÜ
Diyarbakır İli, Bismil İlçesi, Yukarı Salat Beldesi’nin 3 km güneyinde
yer alan Aşağı Salat Höyüğü, Dicle Nehri’nin ve Salat Çayı’nın kesiştiği
noktanın 2 km doğusuna konumlanmıştır. Höyük üzerinde bugün
Yukarı Salat Beldesi’ne bağlı Aşağı Salat Mahallesi bulunmaktadır.
Tematik
347
Yayvan bir höyük olan Aşağı Salat Höyüğü, Dicle Nehri kenarında, 3.5 m
yükseklikteki holosen sekisi üzerine kurulmuştur. Höyük, Dicle Nehri ve
kolları tarafından beslenen bir arazidedir. Aşağı Salat Mahallesi’nin altında
kalmış olan höyük yaklaşık 150 x 100 m boyutlarındadır. Bugünkü nehir
seviyesinin yaklaşık 3 m yukarısındaki teras üzerinde bulunan küçük
boyuttaki höyüğün kültür dolgusu, modern yerleşmenin orta kesimlerinde
yaklaşık 5 m yüksekliktedir. Dicle Nehri’nin taşkınları nedeniyle höyüğün
güney kesimi tahrip olmuştur. Aşağı Salat yerleşmesi, çağdaş yerleşme ve
Dicle Nehri tarafından tahrip edilmektedir ve güneydoğu kesiminin büyük
bölümü su ile aşınmıştır (http://www.tayproject.org).
Yapılan kazı çalışmaları sonucu Kalkolitik, Erken Tunç Çağı I, MÖ I. binyıl
(Yeni Asur Dönemi) ve Ortaçağ’a ait 9 kültür katı tespit edilmiştir (Şenyurt
2002; 445). Bunlardan en eski kültür katı Kalkolitik Dönem’e tarihlenmiştir.
Bu katın üzerinde ise mimari kalıntılarının yoğunlaştığı Erken Tunç Çağı I’e
(MÖ 3000-2700) ait kültür katları bulunmuştur. Höyüğün batı kesiminde
ise Erken Tunç Çağı I’e ait mezarlar ortaya çıkarılmıştır. En üstte ise MÖ I.
binyıla ait kat ve İslami Dönem’e tarihlenen Ortaçağ katı bulunmaktadır.
Erken Tunç Çağı I ile MÖ I. binyıl arasında höyükte bir yerleşim kesintisi söz
konusudur. Arkeolojik sonuçlara göre, höyükteki kültür toprağının ve kültür
katlarının kalın olmaması ve çoğu zaman belirgin bir mimari sunmaması,
burada kısa süreli, kesintili yerleşmeleri düşündürmektedir (Şenyurt 2002;
445-447). Yapılan jeoarkeolojik araştırmalara göre, Kalkolitik Çağ’da iklim
kurak olduğu ve dolayısıyla Dicle Nehri’nde taşkınlar söz konusu olmadığı
için o dönemin insanları akarsuyun kenarında ve fazla yüksek olmayan
bu alana yerleşmişlerdir. Erken Tunç Çağı I’in sonuna doğru iklim yavaş
yavaş nemlenmeye başlamış ve ilk taşkınlar baş göstermiştir. Bulgular,
Dicle kenarındaki alanların ETÇ I ile MÖ I. binyıl arasında akarsu taşkın
tehlikesinden dolayı yerleşilemeyecek halde olduğunu ve önceden kurulan
yerleşmelerin de bu dönemde terk edildiğini göstermektedir. Bu taşkınlara
bağlı olarak höyükteki yerleşmelerin kısa dönemli olduğu ve belirli sürelerle
kesintiye uğradığı tespit edilmiştir (Doğan 2002; 134-136).
TATARLI HÖYÜK
Tatarlı Höyük Adana’nın yaklaşık 50 km. doğusundaki Ceyhan
İlçesi’nin sınırları içinde yer almaktadır. İlçenin yaklaşık 35 km. doğusunda
ve Osmaniye sınırındaki Mustafabeyli Mahallesi’nin 5 km. kuzeyindeki
Tatarlı (Yedioluk) Mahallesi’ndedir. Çukurova’nın doğu kesiminde yer
alan höyük, konumu itibarıyla kuzey-güney, doğu-batı yönlerine giden
önemli güzergâhların tam ortasında bulunmaktadır. Ceyhan Nehri
Tatarlı’nın yaklaşık 10-12 km. kuzeyinden akmaktadır Yerleşme, Tatarlı
Köyü’nün içinde, köyün güney-güneybatısında yer almakta olup ortalama
37 m. yüksekliğe sahiptir. Sitadeli en az 250 x 360 m. ölçülere sahip olan
348
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
höyüğün Aşağı Şehir ile birlikte boyutlarının çok daha büyük olduğu
düşünülmektedir (Girginer vd. 2010).
Verimliliği ve tarihî coğrafyadaki konumuyla sadece eski çağlarda değil,
günümüzde de önemli bir konuma sahip bölgelerden biri olan Ceyhan Ovası
ve Çukurova’da boyutlarıyla en dikkat çeken höyükler arasında TarsusGözlükule, Mersin-Yümüktepe, Yüreğir-Misis Höyük, Seyhan-Tepebağ
Höyük, Ceyhan-Sirkeli Höyük ve Ceyhan-Tatarlı Höyük bulunmaktadır.
Bu yerleşmelerin Hitit, Asur, Babil, Alalakh, Ugarit ve diğer çevre kültür
bölgelerinin yazılı metinlerinde geçen Kizzuwatna kentlerinden en
önemlileri olduğu düşünülmektedir (Ünal ve Girginer, 2007). Tatarlı
Höyüğün coğrafî konumu ve yerleşim tarihi, özellikle Kizzuwatna
arkeolojisi için önem arz etmektedir. Höyük, Yukarı Ova ve Çukurova’nın
en doğusunda, Amanos Dağları’na yaklaşık 15-20 km. mesafede
bulunmaktadır. Bu dağ silsilelerinin hemen doğusunda, yüksek uygarlıklar
ülkesi Mezopotamya ve Kuzey Suriye başlamaktadır. Gerçekten devrin
en önemli kentleri Alalakh, Tilmen Höyük-Haššu, Gedikli, Sakçagözü,
Zincirli-Sam’al, Oylum Höyük, Halep-Halpa ve Kargamış bu alanlarda yer
almaktadır. Bu kentler, gerek boyutları, gerekse içlerinde barındırdıkları
resmi, özel, dini ve politik yapılar bakımından Kizzuwatna ve Orta
Anadolu’daki kent merkezlerine göre daha gelişmişlerdir. Amanoslar’ın
hemen batı eşiğinde bulunan Tatarlı Höyük’ün de bu yapılaşmalara sahip
olması güçlü bir olasılıktır. M.Ö. II. binyılda durum böyleyken, Tatarlı
Höyük ve çevresinin yer aldığı bölgenin M.Ö. I. binyılda önemi daha da
artmıştır. Tatarlı Höyük, Bahçe-Aslan Beli üzerinden giden Azatiwataya/
Karatepe-Zencirli/Sam’al arasındaki güzergâh üzerinde yer almaktadır. Bu
güzergah Geç/Yeni Assur kralı III. Salmanassar’dan beri sürekli Kilikya’ya
yayılmak isteyen Geç/Yeni Assur krallarının kullandığı bir güzergâhtır. Bu
krallar Amanos ve Gâvur Dağları’nı aşıp ister doğudan Bahçe – Düziçi Osmaniye üzerinden, isterlerse Beylan - İskenderun - Dörtyol -Toprakkale
(Tili- Til Hamtun) üzerinden Adana ovalarına girdiklerinde buradan da
geçmiş olmalıdırlar. Azitawata’nın Karatepe’deki yazıtlarına göre, bu kral
Assur bölgede müstahkem kaleler kurmuştur. Tatarlı Höyüğün de bu
kalelerden birisini barındırma olasılığı yüksektir (Girginer vd. 2010).
Tatarlı Höyük’ün, Hititler dönemi boyunca bağımsız olarak varlığını
sürdüren, Hitit İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İmparatorluğa
katılan Kizzuwatna Krallığı’nın en önemli yerleşimlerinden biri olduğu
belirtilmektedir. MÖ 2. binyılda olduğu kadar Demir Çağı ve Helenistik
Dönem’de de kutsal niteliğini sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Ele geçen
buluntulara dayanılarak, Tatarlı Höyük’ün Hititler’in Kizzuwatna’daki
önemli kutsal merkezi olan Luhuzattia (Assur Ticaret Kolonileri
Dönemi’nde)-Lawazantiya (Hitit Dönemi’nde)- Lusanda (Demir Çağı’nda)
olabileceği ileri sürülmektedir (Girginer & Collon 2014).
Tematik
349
MATERYAL VE METOT
Çalışmanın materyalini Diyarbakır\Aşağı Salat Höyüğü kazı çalışmaları
kapsamında Eski Tunç Çağı, Yeni Asur Dönemi ve Orta Çağ tabakalarına
ait mezarlardan ele geçen hayvan kemikleri ile Adana\Tatarlı Höyük 2010
yılı kazı çalışmaları kapsamında höyüğün Helenistik, Demir Çağı, Geç
Tunç Çağı ve Orta Tunç Çağı tabakalarından ele geçen hayvan kemikleri
oluşturmaktadır. Küçük parçalar halinde ve korunma derecesi kötü
durumda olan kemikler gerekli zooarkeolojik analizler gerçekleştirilmek
üzere laboratuvar ortamında temizlenmiş, onarılmıştır. İlk aşamada
onarılan kemikler tanımlanabilir ve tanımlanamaz olarak sınıflandırıldıktan
sonra birbirine benzeyen kemikler takson farkı gözetmeden bir araya
getirilmiştir. Daha sonra, tanımlanabilen her bir buluntunun hangi kemiğe
(femur, humerus vb), kemiğin hangi bölümüne (proksimal, distal, gövde
vb), hangi tarafa (sağ, sol) ait olduğu tespit edilmiştir. İkinci aşamada bir
araya getirilen aynı kemikler üzerinde morfolojik özelliklerine göre aile,
mümkünse cins/tür bazında saptamalar yapılmaya çalışılmıştır (Payne
1969; 295, Payne 1985; 142, Schmid 1972, Hesse ve Wapnish 1985; 6,
Hilson 1992, Hillson 2005; 7, Davis 1995; 23-47, O’Connor 2004; 36,
Klein ve Cruze-Uribe 1984; 21-24, 46-47). Yaşlandırma için epifizyal
yaşlandırma (Schmind 1972) ve diş sürmesi (Hilson 2005; 207-255, Davis
1995; 39) yöntemleri kullanılmıştır. Ayrıca kasaplık, yanık ve işleme izleri
incelenmiştir (Hesse ve Wapnish 1985; 20-56, Davis 1995; 91, O’Connor
2004; 45, Klein ve Cruze-Uribe 1984). Bunların dışında, hangi cins ve türe
ait olduğu belirlenemeyen ancak boyut açısından ele alınabilecek durumda
olan memeli kemikleri büyük, orta ve küçük boy olarak değerlendirilmiştir.
Burada büyük boy memeliler at, eşek ya da sığır boyutlarındaki canlıları;
orta boy memeliler koyun ve keçi boyutlarındaki canlıları, küçük boy
memeliler kedi ve köpek boyutlarındaki canlıları ifade etmektedir. Bunun
yanı sıra tanımlanabilen aile, tür ve cinslerin fauna içinde dağılımı ortaya
konmuştur. Tüm bu bilgiler ışığında Aşağı Salat Höyüğü’nün zooarkeolojik
yapısı belirlenmeye çalışılmıştır. Arkeolojik yerleşimlerde tespit edilen
türler ve onların morfolojik özellikleri belli ekolojik nişlere işaret ettikleri
için arkeolojik yerleşimlerde geçimin sağlandığı çevrenin kapsamı ve
sınırları hakkında önemli ipuçları vermektedir (Uerpmann 1996, Çakırlar
2008; 255). Bunun yanı sıra ekolojik ortamın genel özelliklerini ortaya
koyabilmektedir.
BULGULAR
Aşağı Salat Höyüğü
Dicle Nehri yanına konumlanan Aşağı Salat Höyüğü’ndeki kemikler sık
sık nehir taşkınlarına maruz kaldığı için iyi korunamamış ve çok parçalı
halde ele geçmiştir. Höyükten ele geçen ve çalışma materyalimizi oluşturan
350
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
1267 kemik zooarkeolojik açıdan ele alınmıştır. Faunayı oluşturan
1267 kemikten 460 kemik (% 36.30) üzerinde cins/tür sınıflandırılması
yapılmıştır. 131 kemik (% 10.33) büyük boy, 158 kemik (% 12.47) orta boy,
22 kemik (% 1.73) küçük boy olarak belirlenmiştir. Geri kalan 496 kemik (%
39.14) tanımlanamamıştır. Tanımlanamayan parçalar göz önünde tutularak
sağlıklı sonuç alınamayacağı düşünüldüğünden minimum birey sayısı
belirlenmemiştir. Tanımlanabilen 460 kemikten yola çıkılarak oluşturan
Aşağı Salat Höyüğü faunası Tablo 1 de gösterilmiştir. Tanımlanamayan
kemikler içerisinde yoğunluğu uzun kemik parçaları ve kaburga parçaları
oluşturmaktadır. Kemikler üzerinde herhangi bir kasaplık ve yanık izine
rastlanmamıştır. Kemiklerin korunma durumunun kötü olması tafonomik
analiz yapmayı engellemiştir.
Aşağı Salat Höyüğü hayvan kemikleri üzerinde yapılan faunal analizler
sonucu tanımlanabilen aile ve cins\türlerin genellikle memeli sınıfına ait
bireylerden oluştuğu saptanmıştır. Çalışmada az sayıda etçil kemikleri
tanımlanabilmiştir. İncelenen örneklerin çoğunluğu otçullara aittir.
Bununla birlikte nadir olarak Aves (kuş) ve Pisces (balık) kemikleri de ele
geçmiştir. Az sayıda ele geçen küçük memeli kemiklerine de rastlanmıştır.
Yeni Asur Dönemi’ne ait tabakalardan kunduz dişleri de bunlardan
biridir. Ancak küçük memeli hayvanlara ait kemikler değerlendirmeye
alınmamıştır. Elde edilen verilere göre fauna Ovis/Capra, Bos taurus, Equus
sp., Sus scorfa, ve Canis famillaris’e ait kemiklerden oluşmaktadır. Aşağı
Salat Höyüğü faunasının dağılımı Grafik 1’de yer almaktadır. Faunanın %
38’ini sığırlar oluşturmaktadır. Sığırların hemen ardından koyun ve keçiler
(% 29) gelmektedir. At/eşek ve domuzlar ise % 14’lük bir oranla faunada
temsil edilmektedirler. Geyikler oranı % 2 olarak belirlenmiştir. Etçiller
faunanın sadece %3’lük dilimini oluşturmaktadır.
Tablo 1: Aşağı Salat Höyüğü Faunası
FAUNA
LATİNCE ADI
YEREL ADLANDIRMA
Bos taurus
Equus sp.
Ovis sp.
Capra sp.
Evcil sığır
At, eşek, katır
Koyun
Keçi
b. Yabani Toynaklılar
Cervus sp.
Sus scrofa
Geyik
2. ETÇİLLER
Canis famillaris
Köpek
3. KEMİRGENLER
Castor
Kunduz
4. KUŞLAR
Aves
Kuş, tavuk
1. OTÇULLAR
a. Evcil Toynaklılar
Tematik
%14,57
351
%13,70
%2,61
%1,96
%29,57
EQUUS SP.
OVİS\ CAPRA
BOS TAURUS
CERVUS SP.
SUS SCROFA
CANİS FAMİLLARİS
%37,61
Grafik 1: Aşağı Salat Höyüğü Faunasının Dağılımı.
Eski Tunç Çağı, Yeni Asur Çağı ve Orta Çağ’a ait nekropol alanlarından
ele geçen fauna ve materyal sayısı Tablo 2’de verilmiştir. Kemiklerin
iskeletin hangi bölümünü oluşturdukları belirlenmiştir (Grafik 2). En
çok ele geçen kemikler izole dişler ve mandibula kemikleridir. Aşağı Salat
Höyüğü’nde sığırlar; humerus, ulna, radius, femur, tibia, metapodium,
phalanx, costa ve vertebra yoğunluğu açısından diğerlerinden farklılık
göstermektedir. Fauna içinde en çok izole diş buluntusu da sığırlara
aittir. Koyun ve keçilere ait kemiklerin dağılımı incelendiğinde en çok
mandibula, vertebra ve astragalus örneklerinin bu grup içinde olduğu
görülmektedir. At ve eşeklerde ise izole dişler, mandibula, vertebra ve
costaların baskın olduğu görülmektedir. Domuzlar, ağırlıklı olarak
mandibula, maxilla ve izole dişlerle temsil edilmektedir. Genel olarak
bakıldığında domuz, koyun ve keçilerin kafatası ve alt çenelerinin, sığırların
ön ve arka üyelerinin ve sırt bölgesinin tercih edildiği söylenebilir. Yapısal
özellikleri bakımından doğada en iyi şekilde korunan dişler en çok ele
geçen materyalleri oluşturmaktadır ve ikinci sırayı mandibula örnekleri
almaktadır (Grafik 2).
20
10
0
12
8
9
4
8
2
8
5
15
2
18
7
7
1
2
4
4
29
11
15
2
14
4
26
4
7
12
6
2
60
10
2
1
1
1
2
1
31
18
1
2
2
1
1
5
-
36
17
6
2
-
2
7
30
1
2
40
BOS TAURUS CERVUS SP. SUS SCROFA CANİS FAMİLLARİS
50
EQUUS SP. OVİS CAPRA
60
K
M
MATERYAL
ax orn
il l
M
an a +
di
di
Cranium
bu
ş
la
+
Korn
d
i
Ve
ş
rte
Maxilla+diş
br
ae
Co
Mandibula+diş
st
ae
Sc
Vertebra
ap
ul
Hu a
Costa
Ra me
r
di
Scapula
us us
+
Ul
Humerus
na
Ph
Radius-Ulna
al
an
x
Phalanx
Co
xa
Coxa e
Fe
m
Femur
ur
Tibia
Ti
M
b
et
a p ia
Metapodium
od
i
As um
Astragalus
tra
ga
Calcaneus
Ca lus
lca
İzole
neDiş
u
İzo s
le
di
ş
Cr
an
iu
m
352
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tablo 2: Aşağı Salat Höyüğü Memeli Faunası ve Materyal Sayısı.
Equus sp.
Cervus sp.
Ovis/Capra
Sus scrofa
Bos taurus
Canis famillaris
Grafik 2: Aşağı Salat Höyüğü Kemik Materyal Dağılımı.
Tematik
353
Koyun, keçi ve sığırların büyük bir kısmı erişkin bireylere aittir. Çok
küçük kısmı kuzu, oğlak, buzağı diyebileceğimiz genç bireylere aittir.
Evcil hayvan topluluklarında bu tip yaş dağılımı kentleşme sürecini
işaret etmektedir (Wapnish ve Hesse 1988; 81). Çünkü yetişkin bireylerin
çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün üretimi gibi hem tüketime hem
de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere ağırlık verildiğini göstermektedir.
Tanımlanabilmiş kemiklere dayanarak aile ve cins/tür dağılımına
bakıldığında, fauna içerisinde evcil hayvan türü fazladır. Yapılan analizde
az sayıda da olsa yabani hayvan olarak geyik kemiklerine rastlanması
avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermektedir. Geyik ve benzeri
hayvan populasyonları, bu dönemlerde Anadolu’ da geniş alanlara
yayılmışlardır (Uerpmann 1987; 173). Avcılığın çok önemli bir geçim
kaynağı oluşturmamakla beraber çevrede yapıldığı geyik kemiklerinden
anlaşılmaktadır. Bu durum avcılığa nazaran hayvancılığın beslenme
ekonomisinde çok daha önemli bir yer teşkil ettiği ortaya koymaktadır.
Birey sayısı belirlenememekle birlikte materyallerin hayvan cinsleri
üzerindeki dağılımlarına bakıldığında sığır gibi büyükbaş hayvanlarda
yoğunluk olduğu gözlenmiştir (Grafik 1). Bu durum büyükbaş
hayvancılığın Aşağı Salat Höyüğü insanları için önemli bir yer tuttuğunu
göstermektedir. Bu da doğrudan etten alınan protein açısından sığırın
önemli hayvan olduğunu ortaya koymaktadır. Sığır ve at gibi su ihtiyacı
koyun ve keçilere göre daha fazla olan hayvanların yoğunluğu Aşağı Salat
yerleşmesinin bu tür hayvancılığa elverişli oldukça sulak bir ortama sahip
olduğunu göstermektedir. Yerleşim bölgelerinin sahip olduğu yüksek yağış
oranları büyükbaş hayvancılığın artışını sağlamaktadır. Anadolu’da çevre
kuraklaştıkça büyükbaş hayvancılık azalmaktadır (Omar ve Erkman 2012;
95). Höyüğün Dicle Nehri’nin kıyısında yer alması bu ekolojik ortama
uygun hayvancılığın gelişmesine neden olmuştur.
Arkeolojik yerleşimlerde evcil domuzların olması ortamın sulak
olmasına bağlansa da, yapılan araştırmalar Yakın Doğu’da yaban domuzların
hem sulak hem de kıraç ortamlara uyum sağlayabildiğini göstermiştir
(Falconer 1995; 399, Hesse 1986; 17, Wapnish ve Hesse 1988; 81, Upperman
1996, Çakırlar 2008; 259). Buradan yola çıkarak, Aşağı Salat Höyüğü’nde
domuz kemiklerinin bulunması coğrafi ortamın yanı sıra sosyoekonomik
koşullara da bağlanabilir. Her ne kadar koyun/keçi ve sığırlar kadar
ekonomik olmasa da bu hayvanlar yerleşmede yetiştirilmiş olabilirler.
Dönemlere göre fauna dağılımına bakıldığında yabani hayvanların daha
çok Eski Tunç Çağı tabakalarında yer aldığı görülmektedir. Domuzlar
sıklıkla Eski Tunç ve Yeni Asur tabakalarında rastlanmıştır. Eski Tunç ve
Yeni Asur dönemlerinde ekonomik yapı büyük ölçüde domuz ve koyun/
keçilere dayanmaktadır. Hemen hemen tüm Anadolu’da ekonomik
ürünler koyun ve keçiye endekslidir. İklimsel dalgalanmalardan büyükbaş
354
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
hayvanlar kadar etkilenmemektedirler. Bu dönemlerde mevsimlik bir
yerleşme olarak kullanılan Aşağı Salat yerleşmesinde küçükbaş hayvanların
büyükbaş hayvanlara göre yoğunlaşması koyun ve keçilerin daha kolay
denetlenebilir, değiş tokuş yapılabilir en önemlisi ekonomik hayvanlar
olmasına bağlanabilir. Zooarkeolojik araştırmalar, Erken ve Orta Tunç
Çağı dönemlerinde kentlerdeki sosyoekonomik yapının gelişmesinin
hayvan ekonomisini etkilese de asıl etkenin coğrafik bölge ve iklime bağlı
olduğunu göstermektedir (Silibolatlaz ve Satar 2012; 95).
Sığır ve atlar Orta Çağ’da en yoğun biçimde bulunmuştur. Bu yoğunluk
höyüğün sahip olduğu coğrafik özelliklerin yanı sıra, Tunç Çağı’ndan
itibaren değişen ve gelişen sosyo-ekonomik süreçlere de bağlanabilir.
Ticari ilişkilerin gelişmesiyle beraber büyükbaş hayvanlar yük taşıma,
alet yapımı gibi farklı amaçlar için de kullanılmaya başlanmıştır. Avcılık
devam etmekle birlikte evcilleştirme ve hayvancılık tam anlamıyla
gerçekleştirilmiştir. Helen-Roma-Bizans dönemlerinde özellikle büyükbaş
hayvancılık gelişmiştir (Silibolatlaz ve Satar 2012; 87). Aşağı Salat faunası
bu durumu yansıtmaktadır.
Tablo 3: Dönemlere Göre Aşağı Salat Höyüğü Faunası.
Erken Tunç Çağı
Yeni Asur Dönemi
Orta Çağ
Cervus sp.
Bos taurus
Bos taurus
Ovis/Capra
Ovis/Capra
Ovis/Capra
Sus scrofa
Sus scrofa
Sus scrofa
Equus sp.
Equus sp.
Equus sp.
Castor
Canis familiaris
Az sayıda ele geçen etçil kemiklerine rağmen, fauna içerisinde Ortaçağ
tabakalarından bulunan önemli buluntulardan biri de iyi korunmuş durumda
olan tam bir köpek iskeletidir (Resim 1). Eski çağlardan beri köpeğin
önemli bir kurban hayvanı olduğu ve ölümle ilişkilendirildiği bilinmektedir.
Mezarlardan ele geçen köpek iskeletleri bu durumu yansıtmaktadır. Tarihin ilk
dönemlerinden itibaren cesetlerin bir köpek eşliğinde gömülmesi köpeklerin
koruyucu vasfına vurgu yapmaktadır. Hitit döneminde Anadolu’da benzer
uygulamalar tespit edilmiştir. Hattuşaş’ta ele geçen mezarlarda bulunan
köpek kemikleri, insanın öbür dünyaya sadık bir yoldaşla gitme dileğinin
ifadesi olarak kabul edilmiştir (Florioti 2014; 59). Mezarlardaki at veya köpek
gömüleri ölü insanın öbür dünyaya yolculuğunda eşlik etme anlamı taşıdığı
düşünülmektedir (Vermeule 1984; 61).
Tematik
Resim 1: Ortaçağ tabakasından
bir köpeğe ait iskelet.
355
Resim 2: Bir sığıra ait astragalus
Hayvan kemikleri arasında bir sığıra ait astragalus üzerinde bilinçli olarak
oluşturulmuş bir delik gözlenmiştir (Resim 2). Bu tür kemiklerin oyun ya da süs
aracı olarak kullanılmış olabilecekleri düşünülmektedir (Hopkins 2003). Antik
Yakın Doğu, Anadolu, Kıbrıs ve Ege’de Bronz Çağından başlayarak mezarlarda
görülmeye başlanmıştır. Antik dönemde Akdeniz bölgesinde yaygın bir şekilde olarak kullanılan bu kemikler farklı işlevsel amaçlar için kullanılmışlardır
(Miniti ve Peyronel 2005; 18). Bu kemiklerin kehanetlerde bulunmak işlevi yanında düzenli olarak ölüyle birlikte mezar odasına konuldukları görülmüştür.
Bunların kutsal alanda depolanmaları ise adak kurbanlarının işlevsel amacına
dayandırılmıştır. Efes Artemisionu’nda bulunan astralagusların adak törenlerinin artıkları olarak tespit edilmiştir (Shadler 1996; 73). Ancak yaygın olan diğer
bir görüş de bir oyun malzemesi olarak insanların kullandığı aşık kemiklerinin
ölülere de sunulmasıdır. Bu durum günümüzde hala Anadolu’nun kırsal kesimlerinde oynanan “Aşık Atma Oyunu” nun eski çağlardan beri bilinen bir oyun
olduğu göstermektedir. Bu örnek dışında incelediğimiz diğer hayvan kemiklerinde herhangi bir tafonomik bulguya rastlanmamıştır.
Hayvan kemiklerinin yoğunlukla kült yerinden ve mezarlardan ele geçmesi burada bir cenaze-ölü kültü ritüelleri gerçekleştirildiğini düşündürmektedir. Literatürde de benzer sonuçlara ulaşan araştırmalar yer almaktadır
(Satar ve diğ. 2006; 51). Eski Tunç Çağı ölü kültü geleneklerine göre cenaze
töreni bittikten sonra bazı seremoniler yapılmaktadır. Bunlar, ölünün mezarı
başında hediyelerin sunulması, kurbanların kesilmesi, çeşitli sıvı libasyonlarının yapılması ve yemek yenmesidir (Uhri 2006; 21-23). Orta Çağ Roma
geleneğinde cenazeden sonraki dokuzuncu günde mezar başında yemek geleneğinin bulunduğu belirtilmekte, ölü için yiyecek sunuları mezara bırakılmaktadır (Erten 2015; 20). Bu bilgiler ışığında, mezarlardan ele geçen kemik
buluntularının adak hayvanlarının ölüye sunulan parçaları ve ölü yemeği olarak yenilen hayvanlara ait kalıntılar olabileceği düşünülmektedir. Bir başka
olasılık ise mezarlardaki hayvan kemiği buluntularının yukarıda bahsi geçtiği
gibi ölüye eşlik etmesi amacıyla birlikte gömülen hayvanlara ait olmasıdır.
356
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tatarlı Höyük
Höyükten ele geçen ve çalışma materyalimizi oluşturan 2352 kemik
zooarkeolojik açıdan ele alınmıştır. Faunayı oluşturan 2352 kemikten
987 kemik (% 41.96) üzerinde cins/tür sınıflandırılması yapılmıştır. 171
kemik (% 7.27) büyük boy, 188 kemik (% 7.99) orta boy, 52 kemik (%
2.21) küçük boy olarak belirlenmiştir. Geri kalan 954 kemik (% 40.56)
tanımlanamamıştır. Tatarlı Höyük kazısından ele geçen buluntular iyi
korunamamış ve çok parçalı halde ele geçmiştir. Tanımlanamayan parçalar
göz önünde tutularak sağlıklı sonuç alınamayacağından minimum birey
sayısı belirlenememiştir. Tanımlanabilen 987 kemikten yola çıkılarak
oluşturan Tatarlı Höyük faunası Tablo 4’ de gösterilmiştir. Tanımlanamayan
kemikler içerisinde yoğunluğu uzun kemik parçaları ve kaburga parçaları
oluşturmaktadır. Kemikler üzerinde herhangi bir kasaplık ve yanık izine
rastlanmamıştır. Kemiklerin korunma durumunun kötü olması tafonomik
analiz yapmayı engellemiştir.
Hayvan kemikleri üzerinde yapılan faunal analizde genellikle Mammalia
sınıfına ait bireyler olduğu saptanmıştır. Bos taurus, Cervus sp., Equus sp.,
Lepus, Lupus, Ovis sp., Capra sp.ve Sus scrofa örneklerinden oluşan bir
memeli faunası ortaya çıkarılmıştır. Çoğunluğu memeli sınıfına ait türler
oluşturmakla birlikte Aves ve Decapoda kemikleri de ele geçmiştir. Tatarlı
Höyük fauna ve materyal sayısı Tablo 5’de verilmiştir. Fauna dağılımı
ise Grafik 3’de yer almaktadır. Faunanın % 45.39’unu koyun/keçiler
oluşturmaktadır. Koyun ve keçilerin hemen ardından sığırlar (%16.21),
geyikler (%16.21) ve domuzlar (%15.40) gelmektedir. At/eşekler % 4.05’lik
bir oranla faunada temsil edilmektedirler. Çalışmada az sayıda etçil
kemikleri tanımlanabilmiştir. İncelenen örneklerin çoğunluğu otçullara
aittir. Etçiller faunanın sadece % 1.62’lik dilimini oluşturmaktadır.
Tablo 4: Tatarlı Höyük Faunası.
FAUNA
1. OTÇULLAR
LATİNCE ADI
YEREL ADLANDIRMA
Bos taurus
Equus sp.
Ovis sp.
Capra sp.
Evcil sığır
At, eşek, katır
Koyun
Keçi
b.Yabani Toynaklılar
Cervus sp.
Sus scrofa
Geyik
Domuz
2. ETÇİLLER
3.KEMİRGENLER
4. KUŞLAR
5. KABUKLULAR
Lupus
Lepus
Aves
Decapoda
Kurt
Tavşan
Kuş, tavuk
Yengeç
a. Evcil Toynaklılar
TÜR / CİNS
MATERYAL
Cranium
Korn
Maxilla
Mandibula
Molar
Premolar
İncisive
Vertebra
Scapula
Humerus
Radius/ Ulna
Coxae
Femur
Tibia
Fibula
Metapod.
Astragalus
Calcaneus
Phalanx
Clamp
TOPLAM=
14
23
-
5
1
-
4
11
4
-
4
21
46
4
3
-
-
BOS TAURUS
160 -
48
7
4
24
-
10
3
-
8
5
2
-
-
2
39
5
3
-
-
CERVUS
SP.
5
5
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
DECAPODA
40
-
4
-
-
-
-
-
-
1
1
1
-
-
1
1
29
1
1
-
-
EQUUS SP.
6
-
-
-
-
1
-
2
3
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
AVES
4
-
-
-
-
-
-
-
-
-
2
1
1
-
-
-
-
-
-
-
-
LEPUS
12
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
2
1
-
-
-
5
3
1
-
-
LUPUS
448 -
30
10
32
45
25
5
3
12
17
-
-
-
5
148 103 12
1
-
OVİS/ CAPRA
152 -
19
4
9
6
-
-
2
3
7
-
2
6
10 12
-
-
SUS SCROFA
-
62
10
357
6
Tematik
14
Tablo 5: Tatarlı Höyük Faunası ve Materyal Sayısı
160 -
358
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Grafik 3: Tatarlı Höyük Faunası Dağılımı.
Kemiklerin iskeletin hangi bölümünü oluşturdukları belirlenmiştir
(Grafik 4). En çok ele geçen kemikler izole dişler, mandibula ve metapodium kemikleridir. Fauna içinde en çok izole diş buluntusu keçi ve koyunlara aittir. Tatarlı Höyük’de koyun ve keçiler diş, mandibula, maxilla, radius,
ulna, tibia, phalanx, astragalus ve calcaneus yoğunluğu açısından diğerlerinden farklılık göstermektedir. Sığırlarda humerus, metapodium, phalanx, astragalus ve calcaneus fazlalığı dikkat çekmektedir. At ve eşeklerde
ise izole dişlerin baskın olduğu görülmektedir. Domuzlar, ağırlıklı olarak
mandibula, maxilla, phalanx ve izole dişlerle temsil edilmektedir. Geyik
buluntuları izole diş, metapodium ve phalanx örnekleri içermektedir. Genel olarak bakıldığında sığır, geyik, domuz, koyun ve keçilerin kafatası ve
çenelerinin yanı sıra ön ve arka üyelerinin de tercih edildiği söylenebilir.
Yapısal özellikleri bakımından doğada en iyi şekilde korunan dişler en çok
ele geçen materyalleri oluşturmaktadır ve ikinci sırayı mandibula örnekleri
almaktadır (Grafik 4).
Koyun, keçi ve sığırların büyük bir kısmı erişkin bireylere aittir. Tatarlı
Höyük insanları erişkin bireyleri tercih etmişlerdir. Faunanın tamamı
erişkin bireylerden oluşmaktadır. Evcil hayvan topluluklarında bu tip yaş
dağılımı kentleşme sürecini işaret etmektedir (Wapnish & Hesse 1988;
81). Çünkü yetişkin bireylerin çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün
üretimi gibi hem tüketime hem de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere
ağırlık verildiğini göstermektedir.
Tanımlanabilmiş kemiklere dayanarak aile ve cins/tür dağılımına
bakıldığında, fauna içerisinde evcil hayvan türü fazladır. Bunun yanı sıra
fauna içerisinde yabani hayvan oranının (% 13.06) yüksekliği de dikkat
Tematik
359
çekmektedir. Yabani hayvan olarak sıklıkla geyik kemiklerine rastlanması
avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermektedir. Avcılığın ana geçim
kaynağı oluşturmamakla beraber çevrede yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu
durum hayvancılıkla birlikte avcılığın da beslenme ekonomisinde bir yer
teşkil ettiği ortaya koymaktadır. Tavşan gibi küçük av hayvanlardan ziyade
bu orta ve büyük boy av hayvanların tercih edilmiş olması, av hayvanı
tercihin evcil hayvan eti üretimiyle benzer olduğu yani daha çok besin elde
etmenin amaçlandığı söylenebilir.
Grafik 4: Tatarlı Höyük Faunası Materyal Dağılımı.
Avcılık önemli bir geçim kaynağıdır ve buna bağlı olarak buradaki
sulak ortam ve geyiklerin çokluğu avcılık yapılmasının nedenidir. Amik
Ovası, Ceyhan Ovası ve dolayısıyla Tatarlı Höyük, Asya, Avrupa ve
Afrika zoocoğrafî bölgelerinin kesiştiği, doğa tarihi açısından zengin
bir coğrafyayı yansıtmaktadır (Uerpmann 1987). Geyik ve ceylan
benzeri hayvan populasyonları, bu dönemlerde Anadolu’ da geniş
alanlara yayılmışlardır (Uerpmann 1987; 173). Geyik ve ceylanlar
Amanos dağlarının yamaçlarında ya da Ceyhan Ovası’nın düzlüklerinde
avlanmış olmalıdır. Ceylan populasyonlarının yayılım alanı Epipaleolitik
Dönem’de batıda Antalya’ya kadar uzanmış olmasına rağmen, günümüzde
Ceylanpınar Devlet Çiftliği’nde korunmaya alınmış bir populasyonla
sınırlıdır. Geyikgillerden ise Amanos Dağları’nda günümüzde yaşayan tek
tür karacadır (Çakırlar 2009; 259).
Birey sayısı belirlenememekle birlikte materyallerin hayvan cinsleri
üzerindeki dağılımlarına bakıldığında koyun ve keçi gibi küçükbaş
hayvanlarda yoğunluk olduğu gözlenmiştir (Grafik 3). Küçükbaş
hayvancılık Tatarlı Höyük insanları için önemli bir yer tutmaktadır. Bu
da doğrudan etten alınan protein açısından koyun/keçinin, yerleşimdeki
insanlar açısından öncelikli hayvanlar olduğunu göstermektedir. Koyun ve
keçilerinin fazlalığı bölgede bu hayvanların kolayca yaşayabileceği ortamın
varlığına ve dolayısıyla bölgenin coğrafyasına bağlanabilir. Bu tür hayvanlar
hem marjinal ve kurak araziye hem de sulak araziye diğer hayvanlara
360
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
oranla daha iyi uyum sağlamaktadırlar. Sığır ve domuz gibi su ihtiyacı
koyun ve keçilere göre daha fazla olan hayvanların varlığı Tatarlı Höyük
yerleşmesinin bu tür hayvancılığa elverişli oldukça sulak bir ortama sahip
olduğunu işaret etmektedir. Yerleşim bölgelerinin sahip olduğu yüksek
yağış oranları büyükbaş hayvancılığın artışını sağlamaktadır. Anadolu’da çevre
kuraklaştıkça büyükbaş hayvancılık azalmaktadır (Omar ve Erkman 2012; 95).
Höyüğün Ceyhan Nehri Vadisi’nde yer alması ve göl kenarında bulunması bu
ekolojik ortama uygun hayvancılığın gelişmesine neden olmuştur.
Arkeolojik yerleşimlerde evcil domuzların olması ortamın sulak olmasına
bağlansa da, yapılan araştırmalar Yakın Doğu’da yaban domuzların hem sulak
hem de kıraç ortamlara uyum sağlayabildiğini göstermiştir (Falconer 1995,
399; Hesse 1986, 17; Wapnish & Hesse 1988, 81; Uerperman 1996; Çakırlar
2008, 259). Buradan yola çıkarak, Tatarlı Höyük’de domuz kemiklerinin
bulunması coğrafi ortamın yanı sıra sosyoekonomik koşullara da bağlanabilir.
Oldukça sulak ve verimli bir ortamda koyun/keçiler kadar olmasa da sığırlar
kadar Tatarlı Höyük insanları tarafından beslenme ekonomisi açısından tercih
edilmişlerdir.
Dönemlere göre fauna dağılımına bakıldığında yabani hayvanların daha çok
Orta Tunç Çağı ve Helenistik Dönem tabakalarında yer aldığı görülmektedir
(Tablo 6). Tatarlı Höyük insanları yaşadıkları coğrafyanın sunduğu yabani
hayvan bolluğu değerlendirerek onları beslenme stratejilerine dahil etmişlerdir.
Domuzlar da sıklıkla Orta Tunç Çağı ve Helenistik tabakalarında rastlanmıştır.
Höyüğün tüm yerleşim katlarında ekonomik yapı büyük ölçüde koyun/
keçiler (ağırlıklı olmak üzere), sığır ve domuzlara dayanmaktadır. Hemen
hemen tüm Anadolu’da ekonomik ürünler koyun ve keçiye endekslidir.
İklimsel dalgalanmalardan büyükbaş hayvanlar kadar etkilenmemektedirler.
Tatarlı Höyük yerleşmesinde küçükbaş hayvanların büyükbaş hayvanlara
göre yoğunlaşması koyun ve keçilerin daha kolay denetlenebilir, değiş
tokuş yapılabilir en önemlisi ekonomik hayvanlar olmasına bağlanabilir.
Zooarkeolojik araştırmalar, Erken ve Orta Tunç Çağı dönemlerinde kentlerdeki
sosyoekonomik yapının gelişmesinin hayvan ekonomisini etkilese de asıl
etkenin coğrafik bölge ve iklime bağlı olduğunu göstermektedir (Silibolatlaz
& Satar 2012; 95).
Sığır ve atlar Helenistik Dönem’de daha yoğun biçimde bulunmuştur. Bu
yoğunluk höyüğün sahip olduğu coğrafik özelliklerin yanı sıra, Tunç Çağı’ndan
itibaren değişen ve gelişen sosyo-ekonomik süreçlere de bağlanabilir. Ticari
ilişkilerin gelişmesiyle beraber büyükbaş hayvanlar yük taşıma, alet yapımı gibi
farklı amaçlar için de kullanılmaya başlanmıştır. Avcılık devam etmekle birlikte
evcilleştirme ve hayvancılık tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir. Helen-RomaBizans dönemlerinde özellikle büyükbaş hayvancılık gelişmiştir (Silibolatlaz
& Satar 2012; 87). Tatarlı Höyük Helenistik Dönem faunası da bu durumu
yansıtmıştır.
Tematik
361
Tablo 6: Dönemlere Göre Tatarlı Höyük Faunası.
Orta Tunç Çağı
Ovis/Capra (52)
Bos taursus (37)
Sus scrofa (11)
Cervus sp. (16)
Equus sp. (2)
Lupus (1)
Lepus (2)
Aves (1)
Decapoda (1)
Geç Tunç Çağı
Demir Çağı
Ovis/Capra (10)
Ovis/Capra (22)
Ovis/Capra (279)
Bos taurus (4)
Sus scrofa (4)
Cervus sp.(8)
Equus sp. (3)
Bos taursus (74)
Sus scrofa (86)
Cervus sp. (97)
Equus sp. (22)
Lupus (4)
Lepus (2)
Aves (2)
Decapoda (2)
Sus scrofa (3)
Helenistik
SONUÇ
Aşağı Salat ve Tatarlı Höyük hayvan kemikleri, gerek nehir taşkınları
gerekse yerleşim tahribatı gibi nedenler ile iyi korunmamıştır. Kemiklerin
tanımlanmasında birinci kriter olan eklem uçları birçok materyalde kırıktır.
Kemiklerin korunma durumunun kötü olması tafonomik analiz yapmayı
engellemiştir. Bununla beraber genel zooarkeolojik yapı ve bulguların
arkaeolojik birimlerle ilişkileri ortaya koyma açısından önemli bilgilere
ulaşılmıştır.
Aşağı Salat faunasında tanımlanan edilen hayvanların sadece üç tanesi
genç erişkin olarak belirlenmiştir. Geri kalan bireylerin hepsi erişkindir.
Erişkin bireylerin çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün üretimi gibi hem
tüketime hem de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere ağırlık verildiğini
göstermektedir ve kentleşme sürecini işaret etmektedir. Erken dönemlerden
ele geçen geyik kemikleri avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermekle
birlikte fauna çoğunlukla evcil hayvanlardan oluşmuştur. Eski Tunç ve Yeni
Asur dönemlerinde küçükbaş hayvanlar daha çok tercih edilmiştir. Orta
Çağ’da ise sığır kemikleri önemli bir çoğunluğa ulaşmıştır. Bu dönemde
koyun, keçi, sığır ve köpek varlığı ekonomi faaliyetlerinde hayvancılığın
önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Eski Tunç ve Yeni Asur
dönemlerinde ekonomik olarak önemli bir hayvan olan domuz Orta Çağ’da
azalmıştır. Bu azalma besin kaynaklarının değişmesi, sosyokültürel yapı
gibi çeşitli nedenlerden ileri gelmiş olabileceği düşünülmektedir.
Tatarlı faunasında tanımlanan cins ve türlerin çoğu erişkin bireylere
aittir. Aşağı Salat faunası gibi Tatarlı faunasında da erişkin bireylerin
çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün üretimi gibi hem tüketime hem
de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere ağırlık verildiğini ortaya koymakta
362
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ve aynı zamanda kentleşme süecini işaret etmektedir. Ele geçen geyik ve az
sayıda tavşan kemikleri avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermekle
birlikte fauna çoğunlukla evcil hayvanlardan oluşmuştur. Faunayı oluşturan
türler ve birbirlerine olan oranları hayvan ekonomisinde en önemli rolü evcil
hayvanların oynadığını göstermiştir. Höyüğün tüm yerleşim dönemlerinde
küçükbaş hayvanlar daha çok tercih edilmiştir. Helenistik Dönem’e doğru
sığır ve atlarda önemli bir artış kaydedilmiştir. Bu durum sığırlardan elde
edilen etin, Tatarlı Höyük insanlarının beslenmesinde en az küçükbaş
hayvanlardan elde edilen et kadar önemli bir yer tuttuğun bir göstergesidir.
Bununla beraber hem ovada hem de Amanos Dağları’nda avcılık yapılmış,
genelde geyik gibi daha büyük boyutta hayvanlar tercih edilmiştir.
Görüldüğü üzere, her iki fauna da çoğunluk evcil hayvanlardan
oluşmaktadır. Bununla beraber yabani hayvanların varlığı avcılığın devam
ettiğini göstermiştir. Faunaların neredeyse tamamının erişkin bireylerden
oluşması hem tüketime hem de pazarlamaya yönelik ürünlerin tercih
edildiğini göstermiştir. Bu da her iki yerleşim yerinde kentleşme sürecine
işaret etmektedir. Aşağı Salat Höyüğü’nde erken dönemlerde küçükbaş
hayvanların, daha yakın dönemlerde büyük baş hayvanların tercihi, Tatarlı
Höyük’te ise tüm yerleşim dönemlerinde küçükbaş hayvanların çoğunluğu
coğrafi ve kültürel nedenlere bağlanabilir. Aşağı Salat ve Tatarlı Höyük
faunası ait olduğu dönemlerin paleoekolojisini, kültürel özelliklerini ve
hayvan ekonomisini güzel bir şekilde yansıtmıştır.
İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünü içeren prehistorik dönemler
boyunca insanın yaşam mücadelesinde avcılık ve av hayvanları ne kadar
önemli ise bugün kazılardan ele geçirilen hayvan kemikleri ve kalıntılarının
araştırılması da aynı derecede önemlidir. Anadolu’da yapılan birçok
arkeolojik kazı sonucunda ele geçen fauna analizleri ekonomik yapının
şekillenmesinde hayvansal kaynakların rolünü ortaya koyma açısından
önemlidir. Bu noktada zooarkeolojik çalışmaların gerekliliğinin ve arkeoloji
bilimine katkılarının anlaşılması ve bu alanda yapılan araştırmaların hızla
arttırılıp geliştirilmesi gerekmektedir (Atıcı 1998; 246).
KAYNAKÇA
ATICI, L. (1998). Zooarkeoloji: Amacı, Yöntemleri ve Arkeolojideki Önemi.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt 38,
Sayı 1.2, 230-246.Davis, S.J.M. (1995). The Archaeology of Animals. Yale
University Press, New Haven and London.
ÇAKIRLAR, C. (2008). Aççana Höyüğü’nde Arkeozooloji Çalışmaları: 2007 Yılı
Raporu. 24. Arkeometri Sonuçları Toplantısı,253-267.
DAVIS, S. J. M. (1995).The Archaeology of Animals. Yale University Press, New
Haven and London.
Tematik
363
DOĞAN, U. (2002). Aşağı Salat Höyüğü’nün Jeoarkeolojisi. 18. Arkeometri
Sonuçları Toplantısı, Cilt
I, 131-141.
ERTEN, E. (2015). Olba Kült Alanlarından Cam Buluntular. Selevcia ad
Calycadnvm, Sayı V, 61-77.
FALCONER, S. E. (1995). Rural responses to early urbanism: Bronze Age
household and village
economy at Tell el-Hayyat, Jordan. Journal of
Field Archaeology, 22(4), 399-419.
FLORIOTI, DUYMUŞ, H. H. (2014). Eski Kültürlerde Köpeğin Algılanışı:Eski
Mezopotamya Örneği. Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt
33, Sayı 55 (Mart), 45-70.
GİRGİNER, K. S., GİRGİNER O.Ö., AKIL, H. (2010). Tatarlı Höyük (Ceyhan)
Kazısı: İlk İki Dönem,31. Kazı Sonuçları Toplantısı, Cilt 3, 453-476.
GİRGİNER, K.S. & COLLON, D. (2014). Cylinder and stamp seals from Tatarlı
Höyük, Anatolian Studies 64, 59-72.
GUMERMAN IV G. (1997). Food and complex societies,Journal of
ArchaeologicalTheory,4(2), 105-139.
HESSE, B. and WAPNISH, P. (1985). Animal Bone Archaeology From Objectives to
Analysis. Washington.
HESSE, B. (1986). Animal use at Tel Migne-Ekron in the Bronze Age and Iron Age.
Bulletin of the American Schools of Oriental Research, 264, 17-27.
HILLSON, S. (1992) Mammal Bones and Teeth: An Introductry Guide to Methods of
Identification. Institute of Archaeology, London.
HILLSON, S. (2005). Teeth. Cambridge University Press, New York.
HOPKINS, L. (2003) Archaeology at the Northeast Anatolian Frontier. VI. An
Ethnoarchaeological Study of Sos Höyük and Yiğittaşı Village, Louvain.
KLEIN, R.G. & CRUZ-URIBE, K. (1984). The Analysis of Animal Bones from
Archaeologieal Sites.
Prehistoric Archaeology and Ecology series,
The University of Chicago Press, Chicago
and
London.
MINITI, C. & PEYRONEL L. (2005). Symbolic or Functional Astragali from Tell
Mardikh-Elba (Syria). Archaeofauna, 14,7-26.
O’CONNOR, T. (2004). The Archaeology of Animal Bone. Sutton Publishing. Great
Britain..
OMAR, L. & ERKMAN, A. C. (2012). Anadolu ve Yukarı Mezopotamya Tunç Çağı
Yerleşkelerinin Faunal Analizi. Güleç, E., Özer, İ., Koca Özer, B., Sağır, M.
(Ed.) Biyolojik Antropoloji, A. Ü. DTCF Yayınları, Ankara.
PAYNE, S. (1969). Metrical Distinction Between Sheep and Goat Metacarpals.
In; Ucko P. And Dimbleby G. (eds) The Domestication and Exploitation of
Plants and Animals, 295-305. London, Duckworth.
364
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
PAYNE, P. (1985). Morphological Distinctions Between the Mandibular Cheek
Teeth of Young Sheep, Ovis and Goats, Capra. Journal of Archaeological
Science, 12, 139-147.
REITZ, J. E. (2010). Zooarchaeology. Second Edition, Cambridge University Press,
New York.
SATAR, Z., BAYKARA, İ., GÜLEÇ, E., AÇIKKOL, A. (2006). Altıntepe/Tuşpa
Nekropolü Faunasının Arkeozoolojik Analizi. 21. Arkeometri Sonuçları
Toplantısı, 51-63, Ankara.
SCHADLER, U. (1996). “Spielen mit Astragalen”, Archaologischer Anzeiger,1, 61–73.
SİLİBOLATLAZ, BAYKARA., D., VE SATAR., Z. (2010). Anadolu Zooarkeolji
Çalışmaları. Güleç, E., Özer, İ., Koca Özer, B., Sağır, M. (Ed.) Biyolojik
Antropoloji, A. Ü. DTCF Yayınları, Ankara..
SCHMID, E. (1972). Atlas of Animal Bones for Prehistorians, Archaeologist and
Quaternary Geologists. Elsevier Publishing Company. Amsterdam.
ŞENYURT, S.Y. (2002). Ilısu Barajı-Aşağı Salat 2000 Yılı Kazısı, 23. Kazı Sonuçları
Toplantısı, Cilt II, 445-453.
UERPMANN, H. P. (1996). Zur Ökologie des Epipalӓolithikums im Vorderen
Orient. In: D. Schyle & H.-P. Uerpmann: Das Epipalӓolithikum des Vorderen
Orients.Beihefte zum Tübinger Atlas des Vorderen Orients. Reihe B Nr., 85(2).
Wiesbaden.
UERPMANN, H. P. (1987). The Ancient Distribution of Ungulate Mammals in
the Middle East - Fauna and Archaeological Sites in Southwest Asia and
Northeast Africa. Beihefte zum Tübinger Atlas des Vorderen Orients, Reihe
A (Naturwissenschaften) Band, 27, 173.
UHRİ, A. (2006).Batı Anadolu Erken Tunç Çağı Ölü Gömme Gelenekleri
(Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı
Yayınlanmamış Doktora Tezi). İzmir.
ÜNAL, A. & GİRGİNER, K. S. (2007). Kilikya-Çukurova. İlk Çağlardan Osmanlılar
Dönemine Kadar Kilikya’da Tarihi Coğrafya, Tarih ve Arkeoloji, Homer
Yayınevi,İstanbul.
VERMEULE, E. (1984). Aspects of Death in Early Greek Art and Poetry. University,
of California Press, Berkeley, Los Angeles, London.
WAPNISH P.& HESSE B. (1988). Urbanization and the organization of animal
production at Tell Jemmeh in the Middle Bronze Age Levant. Journal of
Near Eastern Studie, 47(2), 81-94.
WAPNISH, P. (1987). Faunal Remains. In: McCann, A. M., The Roman Port and
Fishery of Cosa. Princeton University Press, 315-317.
WAPNISH, P., HESSE, B. & OGİLVY, A. (1977). The 1974 Collection of Faunal
Remains from Tel Dan. Bulletin of the American Schools of Oriental Research,
227, 35-63.
İnternet Kaynakları
http://www.tayproject.org/2016.
Tematik
365
KEMALİZM’DEN ERDOĞAN LİDERLİĞİNİN YENİ
OSMANLICILIĞINA OSMANLI GEÇMİŞİYLE KURULAN
İLİŞKİDE MEDENİYET OLGUSU
FROM KEMALISM TO ERDOĞAN LEADERSHIP THE
PHENOMENON OF CIVILIZATION IN THE RELATIONSHIP
ESTABLISHED WITH THE OTTOMAN PAST
Aslı EGE1
ÖZET
Kemalizm’den Erdoğan liderliğine temel fark, Türk toplumunun medeniyet
algısında olmuştur. Erdoğan liderliği, medeniyeti Batı olarak anlayan Kemalizm’in
yerine geçen eğilimin somutlaşmasıdır. Bu makale Kemalizm ve Erdoğan
liderliğindeki medeniyet olgusunu, karşılaştırmalı bir perspektifte ele almaktadır.
Bunu yaparken Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişki üzerinden ilerlemektedir.
Kemalizm, bilimde evrensel olanı ve Batı medeniyetinde de bilimi gördüğünden
Batı’yı evrensel bir karakter yüklemiştir. Osmanlı’da ise Doğu’yu görmüş, Doğu
dini simgelemiştir. Buna karşın Erdoğan liderliği için Doğu, Osmanlı geçmişinden
kaynaklanan kadim medeniyet havzasıdır. Dolayısıyla, Erdoğan liderliği için
Cumhuriyet, onu Osmanlı’dan bir kopuş olarak değerlendiren Kemalizm’e
karşılık, bir sürekliliktir. Kemalizm’in Batı’yla ilişkisini bilim üzerinden gelişirken,
Erdoğan liderliğinin Doğu’yla ilişkisini İslam üzerinden tanımlamak mümkündür.
Böylece, Erdoğan liderliği altında İslam üst kimliği, Kemalizm’in “rasyonel Türk”
üst kimliğinin yerini almıştır. Kemalizm’le karşılaştırıldığında minimal devleti
savunan Erdoğan liderliği altında, devlet sınırlarına çekilmiş, sosyo-kültürel İslam
siyasal ve ekonomik sektörlere yerleşmiştir. Bunun dış politika yansıması olarak
Erdoğan liderliği altında Yeni Osmanlıcılık girişimi Ortadoğu başta olmak üzere,
tarihsel Osmanlı coğrafyaları üzerinde Osmanlı kimlik bileşenlerinin harekete
geçirilmesidir. Böylece Türkiye’nin genişleyen etkinlik alanı Osmanlı barışı olarak
ifade edilmiştir. Yeni Osmanlıcılık sekteye uğramıştır. Fakat Batının merkez dışı
kalması anlamında halen bir referans noktasıdır. Artık Doğu’ya tanınan öncelikte
Batı’nın anlamı dönüşmüştür. Dolayısıyla bu makalenin temel savı Kemalizm’den
Erdoğan liderliğine medeniyet olgusunun Doğu-Batı sorunsalında, bu sorunsalın
da Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişkide aranması gerektiğidir.
Anahtar Kelimeler: Kemalizm, Erdoğan, Yeni Osmanlıcılık, Medeniyet, Doğu, Batı
ABSTRACT
The principal difference from Kemalism to Erdoğan leadership is in the
changing perception of civilization. Erdoğan leadership is the concretization of
the tendency replacing Kemalizm which understands civilization as the West. This
1 Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, asli.ege@marmara.edu.tr
366
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
article treats the phenomenon of civilization in Kemalism and Erdoğan leadership
from a comparative perspective. While doing this, it proceeds from the relationship
established with the Ottoman past. Kemalism for it sees the “universal” in science
and science in the West, accorded the West a universal character. On the other
hand, it saw in the Ottoman Empire the East and in the East it saw religion.
In response, for Erdoğan leadership the East is a whilom civilizational basin
resulting from the Ottoman past. Face to Kemalism which perceives the Republic
in rupture from the Ottomans, Erdoğan leadership sees it as a prolongation.
While Kemalism’s relationship to the West developed through science, Erdoğan
leadership’s relationship to the East is defined through Islam. As such, under
Erdoğan leadership, Islam sur-identity has replaced the “rational Turk” sur-identity
of Kemalism. In this period, when compared to Kemalism, the state authority is
drawn back to its limits and the socio-cultural Islam got integrated to the political
and economic sectors. As a foreign policy reflection, neo-Ottomanism aims
therefore to mobilize the elements of Ottoman identity over the historical Ottoman
geographies. In this sense, Turkey’s enlargened space of efficiency is introduced as
the Ottoman peace. Neo-Ottomanism has failed. But it still constitutes a reference
point in the sense of decentralization of the West. Today, the sense accorded to
the West has been transformed in the priority accorded to the East. Therefore this
article claims that the phenomenon of civilization from Kemalism to Erdoğan
leadership is to be interrogated within East-West problematic which remains in
the relationship established with the Ottoman past.
Keywords: Kemalism, Erdoğan, Neo-Ottomanism, Civilization, East, West.
GİRİŞ
Geçmişin anlaşılması, yani tarih, geleceğin hangi noktasından
baktığımıza paralel olarak farklı anlam yüklemelerine, zaman zaman
ise radikal dönüşümlere konudur. Ülkelerin kendilerine yönelik algıları
tarihsel süreçleriyle uyum içerisinde gerçekleşmektedir. Tarihsel süreçte
Türk modern tarihinde böyle bir algı Kemalistler ve İslamcılar tarafından
koşullandırılmıştır. Temel sorunsal ise Doğu-Batı medeniyet retoriği
olmuştur. Bununla ilgili olarak, bütün bir 19. Yüzyıl boyunca, Türk modern
tarihinin temel sorunsalı, Doğu ve Batı arasındaki bir medeniyet tanımının
ne şekilde olması gerektiği üzerine yoğunlaşmıştır. Kafaları kurcalayan,
Türk kimliğini korurken arzulanabilinir Batılılaşma ölçüsü ne olmalıdır
sorusudur. 19. Yüzyıldan itibaren bu süreçte, Doğu ile Batı, bir çeşit geri
kalmışlık, üstünlük ya da eşitlik vurgusu içerisinde ilişkilendirilmiş, bu
sorunsalın Cumhuriyet tarihine yansıması Osmanlı geçmişiyle kurulan
ilişkide ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda, Türkiye’de medeniyet olgusunu Doğu-Batı sorunsalında,
bu sorunsalı ise Kemalistler ve geleneksel İslamcılar tarafından Osmanlı
geçmişiyle kurulan ilişkide anlamak mümkündür. Kemalist tarih yazımı,
Osmanlı geçmişinde geri kalmış bir Doğu imgesini, Doğu’da ise İslam’ın
Tematik
367
önceliğini görmüştür. İslami bir hareketin ilk kez tek başına iktidar
olmasını simgeleyen ve üst üste kazandığı seçim başarılarıyla 2000’li yılları
simgeleyen Erdoğan liderliğinin içerisinden çıktığı gelenekte ise, Doğu,
kadim bir medeniyet havzasıdır. Nihayetinde özlere geri dönüş olarak
tanımlanabilecek bir yöneliş en olgunlaşmış ifadesiyle Erdoğan liderliği
altında Türk kimliğini tanımlamıştır. Erdoğan liderliği altında, Doğu’yu
sahiplenen, Kemalizm’in Batıcılığını ve katı laiklik anlayışını dışlayan,
Osmanlı medeniyet geçmişinden kaynaklanan kadim bağlara, geleneğe
ve Türk olmanın gerektirdiği has kültüre vurgu yapan bu yöneliş, iç ve dış
siyasette birbirini bütünlemektedir. İçeride, böyle bir yönelişin ağırlıklı
vurgusu Türk-İslam kimliği olmuş, bunun dış politika alanına yansıması
olarak Yeni Osmanlıcılık, Osmanlı kimlik bileşenleri üzerinden, Osmanlı
tarih ve coğrafyası üzerinde bir etkinlik mücadelesini ifade etmiştir.
Açıkçası, Kemalizm’in “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak üzere
koyduğu hedeften bu yana Türk kimliği Doğu ile Batı arasında melez bir
karakter içermektedir ve bu ikisi arasında kaygan bir zeminde yer alan
toplum sosyolojisinin eğilimleri, medeniyet odaklı bir retoriğin iç ve dış
siyasette belirleyici etmen olmasını sağlamaktadır. Kemalist tek parti
iktidarından bu yana iç ve dış siyasette ilk kez bugün Erdoğan liderliği
altında medeniyet retoriği bu kadar yoğun olarak yaşanmaktadır. Bu
nedenle bu makale Kemalizm’den Erdoğan liderliğine medeniyet olgusunu
konu almıştır. Bunu yaparken medeniyet algısı olarak Osmanlı geçmişiyle
kurulan ilişkiden hareket edilmiştir. Buradan hareketle, bu makale ilk
olarak Kemalizm’in Osmanlı geçmişiyle ilişkisinde medeniyet olarak
Batının öncülüğünü araştırmaktadır. Bunu takiben, karşılaştırılmalı bir
perspektifte Erdoğan liderliğinin Kemalizm ile ilişkisi yine medeniyetsel
bir perspektifte dile getirilmiştir. Son aşamada ise, “Kemalizm’den Erdoğan
liderliğinin Yeni Osmanlıcılığına” başlığı altında Osmanlı geçmişiyle
kurulan ilişkinin dış politika yansımaları yer almaktadır.
Osmanlı Geçmişiyle Kurulan İlişkide Kemalizm’in İçeriği:
Medeniyet Olarak Batı
Kemalistler tarafından medeniyet olarak Batı’nın tercihi Batı
karşısında Osmanlı gerilemesiyle ilişkilidir. Kemalistler, Osmanlı’nın
Batı’ya olan göreceli yenilgisinden Batının içine girdiği olağanüstü
koşulları değil Osmanlı İmparatorluğu’nu sorumlu tutmuşlardır. Bu
anlamda Kemalistlerin sahip çıktıkları devrimci söylem, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kendisinden çok, bu imparatorluğun Batı kıtasına karşı
göreceli yenilmişliğinden kaynaklanır. Kemalistler bu bağlamda Doğu ile
Batının karşıtlığı algısı içerisinde Osmanlı geçmişiyle aralarına mesafe
koymuşlardır. Oryantalist yazının Batı ve Doğu arasında kurduğu karşıtlık
ilişkisini benimsemiş, fakat bu tarz bir bakış açısının Batı düşüncesinin
368
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Doğu’ya dışarıdan yüklediği bir algı olduğunu görememişlerdir. Kemalist
perspektife göre Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü Batı’nın tarihsel
gelişimini yakalayamamasından, açıkça, Avrupa’nın kültürel, bilimsel,
siyasal ve ekonomik gelişimlerinden uzak kalmasından kaynaklanır
(Gönlübol & Kürkçüoğlu 1985: 35). Kemalist düşünce, özellikle kültürel
kodlarını ötekileştirdiği Doğu dünyasının yerine, Batı’yı bilim üzerinden
“evrensel” olanla eş tutmuştur ve Batı’yı İmparatorluğun çöküşüne engel
olmak için bir araç olarak gören Osmanlılara karşı, onu bir amaç olarak
görmüştür (Oran, 1999: 265).
Bu anlamda, Cumhuriyeti takiben Kemalist tarih yazımı dini ve bilim
üzerinden dünyevi arasında sarsılmaz bir zıtlık ortaya koymuştur (Toker
& Tekin, 2004: 83). Bu ilk olarak çağdaş medeniyeti yakalamak amacıyla
ilgilidir fakat daha çok basit bir gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Bir devrim
geçmişle arasında lineer bir tarihsel süreklilik görmediğinden doğal olarak
üzerine oturduğu düzeni bozmak ve yerine yenisini getirmek isteyecektir.
Kemalist devrim Osmanlı geçmişini karşısına alarak, aslında aynı zamanda
Avrupa kıtasının emperyalizmini de dışlamıştır, fakat yine de bu kıtanın
yarattığı medeniyet havzasının bir parçası olmak fikri devrimin özüdür.
Bunu yapacak olan ise Cumhuriyet’in kuracağı seküler vatandaşlık
bilinci olmalıdır. Seküler bir birey tasarımı, sadece Osmanlı teokratik devlet
yapısını dışlamakla kalmamış, aynı zamanda neredeyse dini gerici bir güç
olarak algılamıştır. Aslında Osmanlının gerileme döneminde hâkim olan
skolastik düşünce ulusal liderin dine olan yaklaşımını koşullandırmıştır.
Buradan yola çıkarak, Osmanlı gerilemesi dinle ilişkilendirilir. Kemalist
cumhuriyet bu anlamda Osmanlı devlet yapısıyla iki yönlü bir çatışma
içine girmiştir. İlk olarak Osmanlı’daki din devleti anlayışı sonra da, yine
din mevhumu üzerine kurulu Osmanlı millet sistemi reddedilmiştir. Yeni
cumhuriyet dolayısıyla laik bir ulus-devlet anlayışı üzerine kurulmuştur.
Bu anlamda Kemalist devrimin aşılamaya çalıştığı Türk milliyetçiliği,
Türk ırkçılığı üzerine kurulu olmaktan çok, aslında İslam’ın evrensel ümmet
anlayışından sıyrılmayı hedeflemiştir (Berkes 1978: 429). Bu doğrultuda,
Türk milliyetçiliği, milliyetçi bir ekonomi ve dünya görüşü olarak bilime
dayalı pozitivist yaklaşım, Lozan Antlaşmasından sonra açıkça ifade
edilmiştir. Bunun nedeni ulusal zaferden sonra Kemalizm’in nihayet
İslam’ın da içinde olduğu rakip bir ideoloji olmaksızın işleyecek serbest alan
bulabilmesidir. Din ve metafizikten sonra bilimi insanlığın erişebileceği
son evre olarak gören pozitivist ideoloji kapsamında Kemalizm’in amacı,
Müslüman bir toplumda laikliğin kabulü üzerinden rasyonel bir Türk
kimliği inşa etmektir. Bu çerçevede Kemalist laiklik anlayışı içersinde
rasyonel Türk kimliğinin inşası erken Cumhuriyet tarihinde temel misyon
olmuştur. Bu süreçte, Türklük, İslam’ın yerini tutacak bir üst kimlik olarak
sunulmuştur. Tam olarak Türk kimliğinin geleneksel Osmanlı toplumunda
Tematik
369
İslam’ın oynadığı birleştirici rolün yerine geçmesi amaçlanmıştır. Fakat Türk
kimliğindeki İslam tümden reddedilemeyeceğinden, en azından İslam’ın
devlet eliyle rasyonelleştirilmesi, akılcı bir İslam anlayışının benimsenmesi
için çalışılmıştır. Bu anlamda, ilk olarak ulus üstü bir din devleti ve ulus altı
tarikat oluşumları, yani ulusun üstünde veya altındaki herhangi bir dini
oluşum reddedilir. İkinci olarak, din kamu alanından özel alana itilmiştir.
Kemalist devrimin önemi, Müslüman bir toplum için getirdiği bilime
dayalı evrensellik anlayışı içerisinde Batı medeniyetini bir bütün olarak
görmesinde ve bu doğrultuda, Müslüman bir ülkenin, devleti ve toplumu
örgütleyen ilk hareketi olmasında yatmaktadır (Kili, 2005: 402). Dolayısıyla
Kemalizm için Doğu’yla Batı arasında bir tercih zaten söz konusu olmamıştır.
Bunun nedeni, Kemalizm’in, Batıyı kültür ve medeniyet arasında bir fark
görmeksizin, totaliter bir dünyevilik anlayışı içerisinde, bütüncül olarak
algılamasından kaynaklanmaktadır. Buna göre, Genç Türklerin ideologu
Ziya Gökalp’in yaptığı gibi, medeniyeti kültürden ayırmak sadece zor değil,
aynı zamanda gereksiz bir uğraştır çünkü Batı bütün bir sistem olarak
alınmalıdır (Oran, 1999: 264). Bilim evrensel olduğu için ve Batı küresel
medeniyeti de bilime dayandığı için, bilimsel metodlara özel bir önem
göstererek, Batı medeniyetinin temel prensiplerinin benimsenmesi, aynı
zamanda Kemalist devrimin de evrenselliğini sağlayacaktır (Mango, 1968:
619). Eğer, Avrupa medeniyeti kabul edilecekse, kültür de modernleşmeli ve
hatta rasyonelleşmelidir. Avrupa medeniyetinin kabulü bu anlamda sadece
Batılı kurumların kabulünden geçmez. Aynı zamanda, bu medeniyeti
oluşturan prensiplere de tümden katılımı gerektirir ve bu Türk halkının
kendi gücü ve iradesi altında olacaktır (Tunaya, 2003: 213).
Kemalistlerin, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Osmanlı kaynaklarını
reddederek işledikleri yakın geçmişten kopuş tezi de, gelenek ve akılcılık
arasında, karşı çıkılmaz bir karşıtlık ilişkisi kuran Batılı düşüncenin ürünüdür
(Toker & Tekin 2004: 83). Dolayısıyla, Kemalist tarih yazımı, Osmanlı devletini
kendilerinden apayrı bir tarih kesiti olarak görmüştür. Bunda, Kemalistlerin
Osmanlı Devletinin çöküş dönemine denk gelmelerinin kendilerinde
yarattığı tarihsel travmayla ilgilisi büyüktür. Aslında Osmanlı’nın klasik
döneminden arda kalan büyüklük duygusu onlarda da var olmuş olmalı
ki, böyle bir imparatorluğun yıkım sürecine girmesini kabullenmekte
zorlandıkları oranda, karşıt bir tepki geliştirmiş olabilirler. Modern Türk
kimliğinin Osmanlı tarihinden koparılması, neredeyse ütopik bir tarih
anlayışıyla beslenmiş ve bu, Kemalist ideolojideki radikal Batılılaşmayla
uyum içerisinde gelişmiştir. Gerçekten de Batıcılık, gerek gelenekle uyum
içerisinde, gerekse karşıtlık içerisinde olsun, yeni bir kimliğin üretilmesinde
kurucu bir rol üstlenebilmektedir (Çiğdem, 2004: 69).
Radikal batılılaşma, sadece Osmanlı İmparatorluğu’na karşı değil,
aslında onun temsil ettiği, bütün bir Osmanlı geleneğine karşıt olarak
370
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
gelişmiştir. Bu bağlamda Osmanlı geçmişini yok sayarak kökenlerini
Türklerin İslam’ı kabulünden önceki tarih kesitinde gören Türk tarih
tezi, bir yandan Türk geçmişine üstünlük atfeden bir söylem olarak gurur
kaynağı olurken, Kemalizm’in Osmanlının dine dayalı düzeninden ayırt
edilmesine yaramıştır. Bu çerçevede Kemalist ideoloji Türklüğü ve onun
“gerçekten” ne anlama gelmesi gerektiğini bilimsel olarak çalışmış ve
tek parti iktidarı boyunca, İslam’ın yerine neredeyse çağdaş sivil bir din
olarak bilimi koymuştur (Mardin, 1995: 189-203). Bunu yaparken yeni bir
Cumhuriyetçi, Kemalist tarih yazımı da doğmuştur.
Erdoğan Liderliği Versus Kemalizm
Kemalizm’in bilime dolayısıyla Batı’ya yüklediği evrensellik algısına
karşı çıkış, ilk kez Demokrat Parti platformunda dile getirilmiştir. Daha
sonra İslami hareketin yükselmesiyle Batılı modernleşme açık bir
şekilde eleştirilmiştir. Geleneksel İslamcılar, 1970’li yılların koalisyon
hükümetlerinde, azınlık olmalarına rağmen solcu harekete karşı kilit roller
oynasalar da, 1990’lı yılların ortalarına kadar bir çoğunluk hareketine
dönüşememişler, Erdoğan liderliği altında AKP hükümetlerine kadar
partilerinin ard arda kapatılmasına engel olamamışlardır. Bu doğrultuda,
geleneksel İslamcılar, Kemalizm’in Batıcılığına yönelik pejoratif bir algı
beslemektedir. Geleneksel İslam, özellikle Kemalizm’in dinin özgür
ifadesini kısıtlayan bir baskı politikası olduğunu savunmuştur. Kemalist
seçkinler aslında 19. Yüzyılla beraber başlayan Osmanlı modernleşmesinin
yarattığı Batılı seçkin sınıfın kendisidir ve her ne kadar Kemalist ideoloji
kendisiyle Osmanlı geçmişi arasındaki bağı reddetse de aslında Batı yanlısı
otoriter modernleşme anlayışları söz konusu olduğunda Osmanlı’nın bir
uzantısıdır.
Devletin laik karakteri devam etmekte fakat toplum İslamlaşmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası ideolojik kutuplaşmanın yerini bıraktığı boşlukta din
olgusu, zaten 1945’de çok partili hayata geçişten itibaren yükselişte olan
liberal İslam’ı da 2000’lerin başında ilk kez tek başına iktidara taşımıştır.
Fakat daha 1980 darbesi sonrası ayrılıkçı Kürt ve solcu hareketlere karşı bir
yöntem olarak formüle edilen Türk-İslam sentezi altında İslam öncelikli
bir söylem haline gelmiştir. Bu doğrultuda, yukarıdan aşağıya Batılılaşma
hareketini benimsemekte güçlük çeken 1990’larla beraber sosyopolitik dengeler tümden değişmektedir. Laik devlet yapısında toplumun
İslamlaşması olarak nitelendirilebilecek bu süreçte din toplumsal yapıda
ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Bu çerçevede, 1995’de İslami kanadı temsilen
ilk kez iktidar olan Refah partisi, Batı ve AB karşıtı duruşuyla diğer
partilerden farklılaşmaktadır. 2000’li yıllarda Refah Partisinden çıkan
yenilikçi kanadın kurduğu Erdoğan liderliği altında AKP iktidarları iç
ve dış siyasette Kemalizm’in önceliğini yerinden edecektir. Doğu boyutu
Tematik
371
medeniyet anlayışında temel vektör haline gelmiş, Batı’nın önceliği
Doğu’yla yer değiştirmiştir.
Yeni algı artık radikal Batılılaşma adına Kemalizm’in Osmanlı’dan
kopuş olarak algıladığı 1930’ların “Türk tarih tezini” reddetmektedir. Türkİslam senteziyle eş zamanlı olarak Osmanlı’ya yönelik bir ilgi uyanmıştır.
Cumhuriyet tarihinin Osmanlı’nın bir uzantısı olduğu savunulmaktadır.
Bu algıda, Doğu’yu temsilen din Kemalistlerin algıladığı gibi gerici bir
güç değil, reddedilemeyecek kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır. Buna
göre, Kemalist tarih yazımına karşı çıkan revizyonist tarih yazımıyla aynı
doğrultuda, Batılı Kemalist modernleşme anlayışı, toplumun yukarıdan
aşağıya bir dinamikle dönüştürülmesini içerdiği için toplumu, kopuk
bir bütün olarak devlete yabancılaştırmıştır. Doğu, geçmişten geleceğe
süregelen ve süregelecek olan, değişmeyen kültüre işaret ederken,
Kemalizm’in Batıyı bütüncül kavrayışı içerisinde önerdiği kültürün de
batılılaşması reddedilmiştir. Bu perspektifin öngördüğü açılım Kemalizm’e
karşılık Erdoğan liderliğini koşullandıran temel etmenlerdendir.
AKP lideri Erdoğan’ın 2002 seçim galibiyeti anlamlıdır; zira 3 Kasım
2002 seçimleri yerleşik Kemalist yapıya karşılık İslamcı çizgiden gelen bir
hareketin ilk kez tek başına iktidar olması sonuçlanmıştır. 1996’da Refah
partisinin temsil ettiği siyasal İslam’a karşı asıl amacı Kemalizm’i yeniden
restore etmek olan 1997 post modern darbesinden sonra AKP’nin tek başına
iktidara gelmesine destek veren düşünce çevreleri genel olarak liberaller
olmuştur. Buna rağmen Erdoğan, Menderes ve Özal mirası ile kendisi
arasındaki sürekliliği vurgulamış, İslamcı bir hareket olmaktan çok, kendini
merkez sağ olarak konumlandırmıştır (Ongur, 2015: 424). Erdoğan’ın
çizgisi dünyada neo-liberal yeni sağın değerlerini temsil etmiştir. Erdoğan
o günden bu yana üst üste kazandığı seçim galibiyetlerinde merkeze
yerleşerek, toplumsal yapının dönüşümünde İslam’ı gerici bir güç olarak
algılamış olan Kemalist seçkinlerin yerleşik merkez konumunu yerinden
etmiştir. Buna rağmen Erdoğan döneminin ilk iktidar yılları, Kemalist
yapının ipleri elinde tuttuğu bir dönemi simgelemiştir.
Erdoğan liderliğini ilk dönemde hem içeride, hem dışarıda, Kemalist
yapıya karşı koşullandıran bir alan, 2005’te Türkiye’nin AB’ye adaylığının
kabulü sürecine verdiği destek olmuştur. Erdoğan, AB’yi Türkiye için
bir “olmazsa olmaz” görmemekle beraber, AB’nin yumuşak güç olarak
Türk siyasal hayatının demokrasi içerikli sorunları üzerindeki “sessiz
disiplin” gücü unutulmamalıdır. Erdoğan liderliği ilk iktidar döneminde,
bunu içeride bir baskı unsuru olarak yaşamış, çelişkili olarak böyle bir
baskıyı sivil siyasete müdahaleleri nedeniyle AB nezdinde gözden düşen
Kemalist yapıya karşı da bir etkin bir mücadele aracı olarak görmüştür.
Türkiye’deki asker-sivil ilişkilerinde dış dinamik olarak AB’nin de etkisiyle
Erdoğan liderliği altında, Kemalist ordunun siyasetin üzerindeki konumu,
372
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
siyasete bağlı kılınmıştır. Bunun dışında, bu ilk dönemde, AB’ye yöneliş,
“marjinalize” olmuş İslam kimliğinin tanınmasında önemli bir açılım teşkil
etmiş (Magued, 2012: 32). Kemalist merkeze karşı, çevre”, bu dönemde
AB’yi adeta bir güvenlik simidi olarak görmeye başlamıştır. Böylece,
Erdoğan; askeri otoritarizm, Western determinizmi ve Kemalist ideolojinin
hegomanyasına karşı çıkan “liberal laik”21 ve modern sektörlerle ittifak
kurabilmiştir (Magued, 2012: 33).
Erdoğan liderliğinin 2002 seçim başarısında büyük siyasal ve ekonomik
faktörler etkili olmuş, Erdoğan 2001 ekonomik krizinin yarattığı sıkıntılar
ve 1990’lar boyunca kurulan koalisyon hükümetlerinin yarattığı siyasal
istikrarsızlık üzerine iktidara gelmiştir. Dolayısıyla, gerek başbakanlığı
gerek cumhurbaşkanlığı döneminde, Erdoğan liderliği ile siyasal ve
ekonomik istikrar arasında zorunlu bir ilişki kurulmakta (Ünay, 2010: 33).
sürdürülebilir makro ekonomik istikrar ve az gelirli ve dezavantajlı kesimlere
yönelik alt yapı yatırımlarıyla beraber, genel refah seviyesinde görülen
gelişme Erdoğan iktidarına büyük bir meşruiyet kazandırmaktadır. Bu
olağanüstü koşullar içerisinde, Erdoğan liderliğinin iktidarını koşullandıran
retoriksel stratejileri eski-yeni ikiliği, geçmiş-gelecek, statüko karşıtlığı ve
değişime yapılan vurguda görülmektedir (Caşın, 2013:141,142).
Bütün bu vurgular dolaylı olarak Kemalizm’le hesaplaşma sürecini
başlatmış, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim başarıları, onu iktidarı
kullanmakta oldukça etkin bir konuma getirmiştir. Erdoğan’ın, AKP’nin
lideri, üç dönem başbakan ve sonrasında Cumhurbaşkanı olarak
kullandığı siyasi gücün hacmi ve etkinliği göz ardı edilememektedir.
AKP’nin, TBMM’deki çoğunluğu elinde tutması; Erdoğan’a, atama ve
görevlendirmelerde önemli bir alan açmış, böylece Kemalist statükonun
bileşenleri ile kuvvetli pazarlık alanları yaratılabilmiştir (Toros, 2011: 191).
Örneğin Erdoğan, Türkiye’de siyasal parti kapatmalarına karşı hem yargıyı
ve hem de Kemalist orduyu sivil hükümete tabi kılmakta başarılı olmuştur
(Heper, 2013: 150).
Erdoğan liderliğinin iktidarını koşullandıran en önemli konulardan
biri de Kemalizm’in katı laiklik anlayışına karşı türban sorununun
çözümlenmesi olmuş, bunu 2007’de Kürt açılımı takip etmiştir. Bu her
iki sorunun da Kemalizm’in açık bıraktığı sorunlar olarak Cumhuriyetin
kuruluş ideolojisiyle beraber devam edegelen karakteri karşısında,
Erdoğan, İslam’ı birleştirici bir çözüm yöntemi olarak görmüş, özellikle
Kürt kimlik sorunsalı konusunda Kemalizm’in kimlik tanımında empoze
etmeye çalıştığı Türklük üst şemsiyesi yerine bir meydan okuma olarak
İslam’ı birleştirici bir üst kimlik olarak sunmuştur. Bu anlamda, 2007
2 Liberal laikler olarak tanımlanan kesim, bir bölümüyle Kemalist laiklerden kopmuş
fakat laikliğin katı değil, liberal bir kültürel ortam içerisinde yumuşak yorumunu savunan
kişilerden oluşmuştur.
Tematik
373
yılının Kürt açılımı, her ne kadar başarısız da olsa ve Kemalist ordunun
açık eleştirisini beraberinde getirse de (Toros, 2011: 186) insan haklarının,
küreselleşmenin üst yapısı haline geldiği bir ortamda, dönemin ulusal
ve uluslararası kamuoyunda da destek bulmuştur. Diğer yandan, Yüksek
Öğretim Kurumunun (YÖK) 2010’da üniversitede türban yasağını
kaldırmasını takiben 2013’de türbanın kamu sektöründe de serbest
bırakılması, Erdoğan’ın demokratik meşruiyetini pekiştirmiş, Kemalist
yapıya karşılık Erdoğan liderliğinin iktidarını koşullandırmıştır.
Erdoğan Batılı ulus-devlet yapısını benimsemekteyse de Kemalizm’in,
ekonomik devletçilik, Batıcılık, katı laiklik ve asker güdümlü siyasalarına
karşı çıkmaktadır. Bunun, muhafazakâr hayat tarzının toplumsal
egemenliğini meşrulaştırmaya yönelik bir gayret olduğu düşünülebilir.
Erdoğan’ın görüşünde patriarkal değerler, geleneksel otorite yapıları, aile,
Osmanlıcılık ve dindarlık önem taşımakta (Heper, 2013, p.153) Erdoğan,
İslam’ın kamu ve özel alanlardaki görünürlüğünü, bir aidiyet meselesi
olarak algılanmaktadır. Kemalizm’in toplumun da kültürel dönüşümüne
yönelik katı laiklik anlayışına karşılık, Erdoğan’a göre, laik olan sadece
devlettir (Heper, 2013: 153). Bu çerçevede, Türkiye kontekstinde din-devlet
ilişkisi bağlamında, Erdoğan, Türkiye’de zaten merkez sağ çizginin siyaset
anlayışında var olan tarikat geleneğinin bir yansıması olarak tarikatlardan
destek görmüştür (Çavuşoğlu, 2009: p.275, 276). Buna rağmen, “AKP…
merkezde yer alan bir kitle partisi profili çizmiştir” (Caşın, 2013: 142).
Tarikatlar üzerinden gelişen toplumsal dayanışma içerisinde Türkiye’de
tarikat ağları hiç olmadığı kadar gelişmiş, tarikatlar bu anlamda neredeyse
bir sivil toplum işlevi görmüşlerdir.
Diğer yandan Erdoğan liderliği altında, Anadolulu İslami burjuvazi
İstanbullu burjuvazinin en önemli rakibi haline gelmiş, Müstakil Sanayici
ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) üyeliği, İslami kimliğe sahip çıkıldığının
en önemli göstergelerinden biri olmuştur (Öniş & Turem 2001: 100).
İslami sermaye için, AKP’nin Batılı liberal ekonomi programı herhangi bir
engel teşkil etmemekte, zira onlar da Batıdaki pazarların nimetlerinden
faydalanabilmek adına Batı ile iyi ilişkiler kurmayı tercih etmektedir
(Kaynak, 2012: 83). Erdoğan’ın siyasal liderliği, Kemalist sektörler açısından
problemli olmuş, onların bu muhalefeti, uygulanan ekonomi politikalarının
kendileri için zararlı olması nedeniyle değil, laiklik ve kadrolaşma gibi
siyasal ve kültürel içerikli sorunlardan kaynaklanmıştır (Beriş, 2008: 41).
Anadolu sermayesinin İstanbul sermayesine karşı Erdoğan döneminde
Kemalist seçkinci merkezi paylaşması geleneksel İslam’ın kapitalizmle
kurduğu ilişkiyi göstermektedir.
Dolayısıyla, Erdoğan Batı’nın kapitalist ekonomisine karşı değildir ancak
Batıcılığı, “modern” olandan ayırmış, onun ekonomik/neoliberal ve sosyokültürel ajandası Kemalist-devlet-karşıtı bir söylem ifade etmiştir. Serbest
374
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
girişim ve devletçilik arasında karma bir rejimde ekonomiyi beş yıllık
kalkınma planları altında yürüten Kemalizm’in ekonomi politiğine karşı
Erdoğan liderliği, ekonomide özelleştirme odaklı bir politika izlemiştir.
Erdoğan’ın söylemi kapitalizme eklemlenmiş bir düzende, devleti minimize
etmek ve serbest girişimi hâkim kılmak üzerine kuruludur.
Minimal devlet anlayışının bir uzantısı olarak kamu alanında dinin
ifadesini de serbest kılmak Kemalist laiklik anlayışına bir meydan okumadır.
Böyle bir girişimle başlayan 2000’lerin ılımlı İslamcılığı, her ne kadar
siyasetin her şeyin üzerinde ve totaliter doğasının sınırlandıramadıysa
da, Kemalizm’e karşılık, kamu alanında Batıyı merkezden alarak, Batının
merkez dışı kalmasına karşılık olarak İslam’ı merkeze koymayı başarmıştır
(Bakınız Houston, 2006). Bu çerçevede, yeni Osmanlıcılık yaklaşımı
ilk olarak, içeride “çevre”nin merkeze geçmesini, klasik “egemen”lerin
yerinden edilmesini ifade etmektedir. Dış politikada ise Kemalist meşruiyet
anlayışını sorguya açmıştır.
Kemalizm’den
Siyasetine
Erdoğan
Liderliği’nin
Yeni
Osmanlıcılık
Kemalizm’in kimlik tanımındaki Batıcılığı yerine, içeride İslami
hassasiyetler yönünde gelişen bir medeniyet algısı, Soğuk Savaş yılları boyunca
Türk dış politikasının Doğu’yu geri kalmışlık algısı içerisinde bir sorunlar
yumağı olarak gören dış politikasını da yerinden etmiştir. Türkiye’nin,
Soğuk Savaş boyunca, komşu coğrafyalara açılım göstermemesinin en
önemli nedenlerinden biri ideolojiktir (Danforth, 2008). Dışarıda kapitalist
ve komünist kamp arasındaki ideolojik kutuplaşma, içeride ise devlet
aygıtının Kemalist temelleri komşu coğrafyalara ilgi duyulmasına engel
olmuştur.
“Bu ideoloji tabanlı bölgesel yabancılaşmanın özellikle Ortadoğu bağlamında
hayata geçirildiği ve Osmanlı’nın son dönemine ait olumsuz imge ve anılar
üzerinden şekillendirilen toplumsal tepki dalgalarının, bölgenin içselleştirdiği siyasal
çatışma ve anlaşmazlıklar da referans alınarak, güvenliğe yapılan vurgu ekseninde
meşrulaştırıldığı söylenebilir” (Tüysüzoğlu, 2013: 304).
Türkiye’nin jeopolitik düzlemdeki Batı yönelişi, Kemalizm’in kendine
ve ulus-devlete medeniyet olgusu üzerinden yüklediği kimlik tanımıyla
da örtüşmektedir. İç ve dış politikanın kesişme noktasında, içerideki
medeniyet algısı özellikle Soğuk Savaş döneminde Batı kampına bağlılığı
koşullandırmış, fakat aynı zamanda Batı kampına bağlılık, Türkiye’nin
medeniyet olarak Batılı kimliğinin onanmasına yaramıştır. Soğuk Savaş
dönemi Türk dış politikası, Sovyet komünizmine karşı son kale olarak Batı
kampına bağlılık göstermiştir, zira iki kutuplu dünya düzeninde, ekonomik
ve askeri dış yardım politikalarını da içeren NATO bünyesindeki ittifak
teorilerinin ötesinde Kemalizm’in kimlik algısı da Batı kampına bağlılığı
Tematik
375
gerektirmektedir. Batılı kimlik algısının onanmasında AT’ye üyelik
başvurusu temel etken olmuştur.
Osmanlı geçmişiyle tesis edilen tarihsel süreklilik anlayışı içersinde
“medeniyet derinliği” olarak tanımlanabilecek yaklaşım, ilk kez Özal
tarafından yürürlüğe konmuş, fakat ancak içerideki Kemalist sınıfın
tasfiye edilmesi sonrası yerleşmiştir. Bunda, Erdoğan liderliğinin Türk
siyasetindeki bürokratik-askeri vesayeti tartışmaya açması ve kendisine
olan toplumsal desteğin de günden güne artması sonrası orduyu siyasal
işleyişin dışına taşıması önemli bir unsurdur (Burak, 2011: 161-165 ). Bu
doğrultuda geleneksel İslamcılar, Soğuk Savaş Sonrası hem dış, hem de iç
konjonktürün daha geniş bir perspektiften bakmaya olanak verdiğini ve
Türkiye’nin güvensiz psikolojiyi üzerinden atarak sahip olduğu enerji ve
olanakları değerlendirilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihini Osmanlı geleneğinden bir kopuş olarak
değerlendiren Kemalizm’e karşılık, Cumhuriyetin Osmanlı’nın bakiyesi
olduğunu savunan yeni Osmanlıcılık, 2009 başında Türk dış politikasında
önemli bir yer edinmiş, öncesinde başbakan’ın dış politika danışmanı
(2003-2009) olan Davutoğlu, 1 Mayıs 2009’da dışişleri bakanlığına
atanmıştır. Yeni Osmanlıcılık altında Davutoğlu’nun dış politikayı, ülkenin
sahip olduğu tarihsel sorumluluktan gelen kültürel, sosyal ve politik bağlara
dayandırmasında Erdoğan liderliği ile bir düşünce birliği ve tam uyum
içerisinde çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır (Bakınız Murinson,
2006). Dolayısıyla, Erdoğan liderliği için Türkiye’nin ulusal çıkarları büyük
güç olmaktan geçmekte, bu da Osmanlıya benzer genişlikte bir etki alanı
oluşturulması ile mümkündür (Güler, 2017: 207). Erdoğan, her platformda
tarihi ve kültürel bağlara, daha doğrusu Osmanlı kimliğine başvurmuştur
(Battır & Ateş, 2013: 36).
Bu doğrultuda Davutoğlu, “stratejik derinlik” adlı eserinde, Türkiye’nin
coğrafi ve tarihsel bir derinliği olduğunu dolayısıyla bu ülkenin dünya
politikasında birden fazla bölgede potansiyel etkinlik alanları üzerinden
merkez bir devlet olarak yükselmesinin, böyle bir stratejik derinlik içerisinde
gerçekleşeceğini savunmuştur (Davutoğlu, 2012). Bunun için Türkiye,
bölgesinin tarihi ve coğrafyasıyla iletişime geçmeli, Osmanlı kimliğinden
kaynaklanan tarihsel derinliği ile coğrafi konumunun derinliği arasında
yeni ve anlamlı bir bütün oluşturulmalıdır (Davutoğlu, 2012). Bu konuda,
yeni Osmanlıcılığın içerdiği hegemonya vurgusundan kaçınmak isteyen
Davutoğlu, bunun yerine bölgede yeni bir düzenin ifadesi olarak Osmanlı
Barışı kavramını kullanmayı tercih etmiştir. Burada kullanılan Osmanlı
barışı kavramı, artık Osmanlı geçmişine yönelik gerileme algısının yerini
bir olumlamaya bıraktığını göstermektedir.
376
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Osmanlı’nın olumlanması, içeride medeniyet olarak Osmanlı geçmişine
yönelik büyük bir özlem ve alakayla bir arada yürümüş, Kemalizm’in
Cumhuriyet tarihine yönelik Osmanlı’dan kopuş tezine bir meydan
okumayı temsil etmiştir. Bu bağlamda, özellikle 1990’larda Osmanlı tarihi
ve Cumhuriyet tarihini ele alan çalışmalar artmış; sonuçta revizyonist bir
yaklaşımla, Osmanlı ile Cumhuriyetin birlikte anılmıştır. Cumhuriyetin
Osmanlı’nın bakiyesi olduğu fikri yerleşmiş, Kemalist tarih yazımı sorguya
açılmıştır. Türkiye’nin kendine yönelik tarihsel medeniyet algısı Osmanlı
tarihiyle süreklilik anlayışı doğrultusunda geliştikçe, geleneksel İslam, iç
ve dış politikada Kemalizm’in Batılı meşruiyet anlayışının yerini almıştır.
Osmanlı geçmişine yapılan vurgu, medeniyet söyleminde Batı’yı merkez
almış ve bu doğrultuda Ortadoğu’nun meselelerinde kendisiyle arasına
mesafe koyan Kemalizm’in Batılı kimlik anlayışına bir meydan okumadır.
Geleneksel İslamcılara göre, Yeni-Osmanlıcılığın yaratacağı etkinlik
alanı, Osmanlı kadim tarihiyle süreklilik anlayışı içersinde çok daha
geniş bir alanının meşru olarak savunulmasına olanak tanıyacaktır. Bu
doğrultuda, Yeni Osmanlıcılığın özünde tek boyutlu dış politikanın
yerine çok boyutlu dış politikayı koymak olduğu savunulmuştur. Yeni
Osmanlıcılık kapsamında, Soğuk Savaş’ın Batı kampına bağlılık ve diğer
coğrafyalara yönelik ilgisizliği ifade eden tek boyutluluktan kurtulmak ve
“başta Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya olmak üzere komşu coğrafyalara
açılımdan dem vuran dış politika stratejisi, komşu coğrafyalar nezdindeki
Osmanlı geçmişi üzerinden anlamlandırılmıştır” (Tüysüzoğlu, 2013: 306).
Ayrıca, artık sadece komşu ülkeleri ilgilendiren sorunlarla sınırlı
kalmayarak, Afro-Avrasya coğrafyasındaki tüm sorunların çözümünde
meşru bir aktör haline gelmek hedefi söz konusudur (Bakınız Erdağ & Tuncay,
2013). Bu bağlamda “Erdoğan’ın şu sözlerine rastlamak mümkündür: “Biz
Asya’yı bırakıp Avrupa’ya, Avrupa’yı bırakıp Asya’ya yönelen bir ülke değiliz.
Kuzeyi bırakıp güneye, güneyi bırakıp kuzeye yönelen bir ülke değiliz. Biz
artık dünya ülkesi Türkiye’yiz” (Sunar, 2013: 447: Erdoğan). Bu söylemde
Türkiye’ye yönelik dünya sahnesindeki merkezilik vurgusu da aşikârdır.
Bu dönemde, Türkiye Yeni Osmanlıcılığın komşularla sıfır sorun siyaseti
çerçevesinde başta Suriye olmak üzere sadece Ortadoğu’nun devletlerini
yanına çekmekle kalmamakta, Orta Doğu ve bütün bir Afro-Asya
bölgesinde arabuluculuk ve ekonomik işbirlikleri üzerinden pro-aktif bir
diplomasi örneği göstermektedir.
Çok-taraflılık” nosyonuna yapılan vurgu da, özellikle dünya’nın
ekonomik ağırlık merkezinin Batı yarımküresinden Doğu yarımküresine
doğru hareket ettiği ifade edilmekte,“politik bir yaklaşım olarak güçlü
ve üretken ekonomik model stratejik düzlemde en önemli araç olarak
görülmektedir” (Caşın, 2013: 151). Bu doğrultuda, Türkiye’nin çok yönlü
girişimlerine örnek olarak Suriye ve Rusya ile vizesiz seyahat anlaşmaları
Tematik
377
yapılmış, Lübnan, Suriye ve Ürdün ile serbest ticaret bölgesi anlaşmaları
imzalanmıştır. Bunun dışında, Çin’le ilişkiler Uygur meselesinden bağımsız
olarak ve Hindistan’la ilişkiler de Pakistan’la ilişkilerinden bağımsız
olarak geliştirilmiştir. (Özkan, 2011: 126). Aynı zamanda, Kuzey Kore ve
Japonya gerekse Endonezya, Malezya, Afganistan, Pakistan, Bangladeş gibi
Asya’nın Müslüman ülkelerine yapılan geziler, çok yönlü bir aktivizmin
sonucudur. Türkiye’nin Afrika Birliğindeki gözlemci statüsü (2005), Afrika
Kalkınma Bankasına üyeliği (2008), Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliğindeki
(ASEAN) gözlemci statüsü (2010), G-20’deki aktif varlığı, 2008-2010
arası BM Güvenlik Konseyindeki geçici üyeliği bu çok yönlü çerçevede
değerlendirilmelidir (Özkan, 2011: 117, 129).
Dış politika alanlarının çeşitlendirilmesinde, “Türkiye Şanghay İşbirliği
örgütüne girmek istemekle de, etki alanını genişletmek ve “sert güç” ve
“yumuşak güç” unsurlarının birlikte kullanılmasını ifade eden “akıllı güç”
olma politikası izlemek istemiştir” (Erol, 2007: 48). Erdoğan liderliğinin,
Kuzey ve Sahra altı Afrika ve Latin Amerika gibi zayıf ülkelere yönelik
ekonomik açılımları da, uluslararası sistemde geniş bir kabul görme ve
etkinlik arayışına işaret etmiştir (Ünay, 2010: 31). Batı boyutuna ek olarak
sadece Orta Doğu’da değil, Asya’dan Afrika’ya tesis edilen bu çok yönlü
ilişkiler trafiği içerisinde Türkiye’nin uluslararası arenada kendini belli
eden, sözü geçen bir aktör olarak amaçladığı konum, Soğuk Savaş sonrası
çok kutuplu dünyada bir etkinlik mücadelesini ifade etmektedir.
Burada, aynen Kemalizm’in Batılı medeniyet anlayışının küreselleşmede
birinci kampı temsil eden grupta yer alarak, dolaylı da olsa merkezi
bir konumu amaçlaması gibi, 2000’lerin liberal İslam’ı da Doğulu bir
medeniyet söylemi üzerinden, bu sefer Doğu dünyasında etkinlik ve
liderlik anlayışı üzerinden küresel süreçlere dâhil olmayı amaçlamaktadır.
Yeni Osmanlıcılık altında Türkiye’nin, Doğu’yla Batı arasında 1990’ların
“köprü” retoriğinin amaçladığı merkez konumun da ötesinde, küresel bir
rol üstleneceği savunulmuştur. Bu doğrultuda bölgesel çıkarlar söz konusu
olduğunda Batı’yla ters düşülebileceği de kabul edilmiştir.
Bu bağlamda, çok-taraflı ilişkilerin geliştirilmesinin, ülkeyi özellikle
Batı bloğunun temsilcileri karşısında daha güçlü kılacağı önerilmektedir.
Yeni Osmanlıcılık, Batı’yı reddetmemekle beraber, bu sefer “Batı’ya rağmen
Doğu”’ya yönelişin, başka bir deyişle bölgesel çıkarlar gerektirdiğinde
Batı’yla ters düşülebileceğinin bir ifadesidir. Örneğin, Yeni Osmanlıcılık
altında Türkiye’nin çabası Orta Doğu’daki Batılı etkisini zayıflatmaya
yönelik olmuş, dolayısıyla Türkiye her zaman ABD’nin çıkarları ve
tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmemiş ve ABD için az öngörülebilir
olmuştur (Karataşlı, 2015: 412). Erdoğan’ın, Hamas’a verdiği sürekli destek
veya İslami hareketlerle ve örgütlerle olan bağları bu çerçevede algılanabilir.
Yine Erdoğan’ın Davos çıkışı (30 Ocak 2009), Mavi Marmara olayı (1 Mayıs
378
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
2010) ile ilgili olarak, bu krizlerinin ana çıkış noktası İsrail’in Gazze’ye
uyguladığı abluka siyasasıdır (Toros, 2011: 190). “Erdoğan’ın içeride orduya,
dışarıda İsrail’e yönelik tavırları Kemalist statükoya ve hatta egemenlere
karşı mücadelenin bir simgesi olarak da anlaşılabilmektedir” (Güler,
2017: 216). Bu süreçte, Türkiye açısından ne ABD, ne de İsrail ile ipleri
koparma söz konusu olmasa da, Batı’ya karşı dik duran bir Türkiye imajı
altında, Erdoğan liderliğinin içerideki meşruiyet zemini Doğu medeniyet
algısından beslenmektedir.
Yeni Osmanlıcılığın zirve yaptığı dönem 2011’dir. Bu dönemde, Orta
Doğu’nun baskıcı yönetimlerine karşı demokrasi talep eden Arap Baharı
ayaklanmalarında, kitleler demokratik bir ılımlı İslam modelini temsilen
Türkiye’ye yüzünü dönmüştür. Türkiye modeli, bölgesinde istikrarın
getirdiği güvenlik üreten ülke olarak bir kez daha öne çıkmış, Tunus Dışişleri
Bakanı Addüsselam, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için Arap halklarının
hep özlem duyduğu güçlü ve dürüst bir lider ifadesini kullanmış, Erdoğan’ın
baskı altındaki halkların sesi olduğunu ve Türkiye’yi model aldıklarını ifade
etmiştir (Caşın, 2013: 140,141).
Osmanlı geçmişinden kaynaklanan ve Doğu’nun kültürel referanslarını
temel alan geleneksel İslam için, Doğu, içeride birlik ve bütünlük içeren
harsın daha geniş bir uzantısı olarak ortak bir medeniyet havzasını
simgelemektedir. Fakat Doğu addedilen kuşak içerisinde, dil, din, mezhep,
etnik aidiyet gibi içerikler belirgin bir biçimde farklılaşmakta, bu da bölgenin
neden halen bugün savaş ve terörün merkez üssü olduğunu açıklamaktadır.
Bu durumda Arap Baharının yerini adeta bir Arap sonbaharına
bırakmasıyla baş gösteren kaos ve çatışma ortamı altında Yeni Osmanlıcılık
sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Arap baharının sönmesiyle beraber,
Orta Doğu’nun mevcut kaotik ortamının yerini çatışmaya bırakması, Yeni
Osmanlıcılığın meşruiyet zeminini de zedelemiştir. Suriye politikası uzun
süreli ve derin bir sorun sarmalına dönüşmüş, İsrail ile kriz olağanlaşmış,
Kıbrıs konusunda daha ileri adımlar atılamamış, Irak ile sorunlu bir döneme
girilmiş, Ermenistan’a açılım girişimi devam ettirilememiştir (Battır &
Ateş, 2013: 38). “Komşularla sıfır sorun politikasının üzerine daha çok
her biri diğerinden farklı olarak değerlendirilmesi gereken olayların gölgesi
düşmüştür” (Falk, 2014: 17). Özellikle Orta Doğu söz konusu olduğunda,
Erdoğan’ın dış politikası ideolojik, ütopyacı ve müdahaleci bir devlet
politikası olarak yorumlanmış, bu şekilde herkesle çatışma içine girmenin
kaçınılmaz olduğu öne sürülmüştür Bu nedenlerden ötürü Türkiye’de
bir kesim, Erdoğan’ın dış siyaset politikasını “agresif ” ve güç kullanmaya
meyilli olarak görmüş ve ülkenin sadece birkaç bölgesel müttefikle
kalmasını olağan bulmuştur. Kemalist dış politika anlayışına karşılık, yeni
Osmanlıcılığın Türkiye’yi Orta Doğu’laştırdığı, Batı yönelişine karşılık bir
“eksen kayması” yarattığı ve ideolojik/İslamcı bir eksende formüle edildiği
öne sürülmüştür.
Tematik
379
Her ne kadar Osmanlı barışı ve Yeni Osmanlıcılığın komşularla sıfır
sorun siyaseti sekteye uğramışsa da, halen bugün Türkiye’nin medeniyet
retoriğinin Doğu’yu Batı’ya karşı öncelediği, hatta Afrika üzerinden Güney’e
açılımı dahi Batının emperyalizmine bir eleştiri olarak Doğu-Batı retoriği
üzerinden harekete geçirdiği gözlemlenmektedir. Yeni Osmanlıcığın,
geleneksel Batıcı Kemalist dış politikanın terki ve çok boyutluluk
anlamında, İslam kimliğinin ön planda olduğu Osmanlı geçmişine yönelik
medeniyet algısı devam etmektedir. Yeni Osmanlıcılık siyasetinin getirdiği
fark, Ankara’nın içeride medeniyet olarak Osmanlı geçmişinden esinlenen
bir Doğuya yöneliş, dışarıda ise uluslararası sahneyi bugün artık kendisi
açısından yorumlaması, Batı’yı dışlamamakla beraber, Batı’dan bağımsız
bir siyaset düsturu edinmesidir.
“Türk dış politikasındaki “medeniyet derinliği” arayışı olarak
tanımlanabilecek bu yeni arayış, Kemalist dış politikanın bir türlü çözemediği kimlik sorununa ciddi bir açılım getirmekte, bu itibarla en büyük
dönüşüm kimlik/benlik algılamasında yaşanmaktadır (Duran, 2010).
“Türk iç ve dış siyasetinde dönüşen kimlik algılamalarının çerçevesini,
yeniden canlandırılan bir medeniyet kurma bilinci oluşturmaktadır.
Türkiye’nin merkez ülke olduğunu sıklıkla vurgulayan bu bilinç, Türkiye
insanına medeniyet kurma ve düzen oluşturma rolünü hatırlatmaktadır.”
(Duran, 2010).
Bunu yaparken Osmanlı medeniyet geçmişine yapılan referans,
Kemalizm’in aksine, Erdoğan liderliğini tanımlamaktadır.
SONUÇ
Pozitivist ideolojinin etkisi altında, Batının bilim üzerine kurulu olduğu
ve eğer bilim evrenselse Batının da evrensel olması gerektiğini savunarak
kültürün de Batılılaşmasını öngören Kemalizm, Osmanlı geçmişinde
Doğuyu, Doğuda dini, dinde neredeyse gericiliği görmüştür. Erdoğan
liderliğiyle karakterize edilebilecek 2000’li yılların Türkiye’sinde ise
Doğu’nun olumlanması, hatta yüceltilmesi Osmanlı geçmişiyle kurulan
bağda, bu bağ ise Türk kimliğindeki İslam’ın önceliğinde aranmalıdır.
Erdoğan liderliğinin din, tarih ve geleneğe olan inancında ortaya çıkan
bu bağ Türk toplumunun bugün için çoğunluğunu simgelemektedir.
Bu bağlamda, geleneksel İslam, kendini Batı usulü olmaksızın büyük bir
medeniyetin temsilcisi olarak görüşünde, klasik Osmanlı mirasından gelen
tarihsel bir süreklilik anlayışını temsil etmektedir. Dini de kapsayan Doğulu
hassasiyetleri önceleyen bu medeniyet algısı, artık Kemalizm’in Batı’ya
olan inancını Doğu’yla kurulan duygusal bağın aldığını göstermektedir.
Öyle görünmektedir ki, Osmanlı geçmişiyle arasındaki bağı koparırken
Kemalizm’in İslam üst şemsiyesi yerine getirdiği rasyonel Türk kimliğinin
yerini bir kez daha İslam üst kimliği almaktadır.
380
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Seksenlerden itibaren ortaya çıkan revizyonist tarih yazımı altında
Kemalizm’in revize edilmesiyle başlayan bu süreç, Erdoğan liderliği altında
Kemalizm’le hesaplaşmaya dönüşmüş, bundan Erdoğan liderliği galip
çıkmıştır. Gerek, Kürt sorununa olan yaklaşımında, gerekse türban sorunun
çözümünde Erdoğan liderliğinin İslam’ı birleştirici bir üst kimlik olarak
önerisinde, İslam sadece bir din değil, tarih ve gelenek anlamına gelmiştir.
Kemalizm’in, ekonomik devletçilik, Batıcılık, katı laiklik ve asker güdümlü
siyasalarına karşı çıkmak anlamında, Erdoğan liderliği altında kabuk
değiştiren bir Türkiye, Osmanlı geçmişiyle kurduğu ilişkide Kemalizm’in
Osmanlıdan kopuş tezini reddederken, artık Osmanlı kökenlerine sahip
çıkmaktadır. Bu durum, Osmanlı’nın merkezinde olduğu oryantalist bakış
açısının Kemalistlere yüklediği Osmanlının geri kalmışlığına yönelik algıyı
yerinden etmiştir.
Bu doğrultuda, yeni Osmanlıcılığın bakış açısına göre, Kemalizm
Tanzimat’tan bu yana Batının kendisine yüklediği değerler sistemini
gönüllü olarak kabul etmiş, bu çeşit bir algı içerisinde oyun kurucu değil,
Batı bağımlı bir politika izlemiştir. Bu bağlamda Erdoğan liderliğinin
Yeni Osmanlıcılığı, İslam coğrafyası üzerindeki hak iddiasında, Batıyla
ilişkilerinde de kendini daha çok İslam dünyasının parçası olarak
görmektedir. Bunu yaparken Batıyla ilişkisini de yeniden tanımlamaktadır.
Artık Batı reddedilmemekte, fakat merkez dışı edilmektedir. YeniOsmanlıcılık altında yaşanan özellikle Orta Doğu’ya yönelik Osmanlı
barışının ifade ettiği etkinlik mücadelesi komşularla sıfır sorun siyasetinin
sürdürülebilir olmaktan çıkmasıyla sekteye uğramıştır. Fakat Batının
merkez dışı edilmesi anlamında Yeni Osmanlıcılık hem iç hem de dış
sahnede halen bir referans kaynağı oluşturmaktadır. Bu doğrultuda
Osmanlı kadim geleneğinden kaynaklanan yeni medeniyet algısı aslında
aynı zamanda Batıya karşı yeni bir kimlik söylemidir. Dolayısıyla iç/dış
politikada Kemalizm’den Erdoğan liderliğine Osmanlı geçmişiyle kurulan
ilişkide medeniyet olgusunun içeriği, Doğu-Batı ilişkisini ayrıcalıklı bir
sorunsal olarak kapsamaktadır. Bu sorunsal eşliğinde iç ve dış politikadaki
eğilimler birbirini bütünlemekteyse de kaygan bir zeminde yer alan toplum
sosyolojisinin uzun vadede konjonktürel etkiler altında değişmeyeceğini
öngörmek güçtür.
Tematik
381
KAYNAKÇA
BATTIR, Orhan ve ATEŞ, Davut, (2013), “Türkiye Bölgesel Hegemonya Arayışında
Mı?”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, No.29, ss.31-44.
BERİŞ, Emrah H., (2008), “Türkiye’de 1980 Sonrası Devlet Sermaye İlişkileri ve
“Parçalı Burjuvazi”nin Oluşumu”, Ekonomik Yaklaşım, Vol.19, No.69,
ss.33-45.
BERKES, Niyazi, (1978) Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul.
BURAK, Begüm, (2011), “The Role of the Military in Turkish Politics: To Guard
Whom From What?”, European Journal of Economic and Political Studies, 4,
ss. 143-170.
CAŞIN, Mesut Hakkı, (2013), “Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika Felsefesi ve
Uygulamaları”, Haydar Çakmak (ed.), Liderlerin Dış Politika Felsefesi ve
Uygulamaları, Doğu Kitabevi, İstanbul, ss.125-159.
ÇAVUŞOĞLU, Hüseyin, (2009), “Türk Siyasal Hayatında Merkez Sağ Çizginin
Tarihi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:19, Sayı:2, ss.265-278.
ÇİĞDEM, Ahmet, (2004) “Türk Batılılaşması’nı Açıklayıcı Bir Kavram: Türk
Başkalığı – Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon”, Kocabaşoğlu, U.
(ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce – Modernleşme ve Batıcılık Vol.3,
3rd Edition, İletişim Yayınları, İstanbul, ss.68-81.
DANFORTH, Nicholas, (2008), “Ideology and Pragmatism in Turkish Foreign
Policy: From Atatürk to the AKP”, Turkish Policy Quarterly, Vol. 7, No.3,
ss. 83-95.
DAVUTOĞLU, Ahmet, (2012), Stratejik Derinlik–Türkiye’nin Uluslararası
Konumu, Küre Yayınları (79. Baskı), İstanbul.
DURAN, Burhanettin, (2010), “Burhanettin Duran: Türk Dış Politikasında
‘Medeniyet Derinliği’ Arayışı Var”, Anlayış – Aylık Siyaset, Ekonomi, Toplum
Dergisi, Sayı 84, http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?makaleid=5375
(Adresinden 15 Aralık, 2017’de alınmıştır).
DURAN, Burhanettin, (2011), “Türk Dış Politikasının İç Siyaset Boyutu: 2010
Değerlendirmesi”, Türk Dış Politikası Yıllığı 2010, SETA Yayınları, Ankara,
ss. 13-64.
ERDAĞ, Ramazan ve KARDAŞ, Tuncay, (2013), “Türk Dış Politikası ve Stratejik
Kültür”, Burhanettin Duran, Kemal İnat ve Ufek Ulutaş (eds.) Türk Dış
Politikası Yıllığı - 2012, SETA Yayınları 29, Ankara, ss.65-90.
EROL, Mehmet Seyfettin, (2007), “11 Eylül Sonrası Türk Dış Politikasında Vizyon
Arayışları ve “Dört Tarz-ı Siyaset””, Akademik Bakış, Vol.1, No.1, ss.33-55.
FALK, Richard, (2014), “Can the U.S. Government Accept an Independent Turkish
Foreign Policy in the Middle East?”, Insight Turkey, Vol.16, No.1, ss.7-18.
GÖNLÜBOL, Mehmet and KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, (1985) “A General Look at
382
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Turkish Foreign Policy During the Period of Atatürk”, Turkish Review, No.1,
ss.26-42.
GÜLER, E. Zeynep, (2017), “Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos “Şovu” ve Etkileri”,
Memleket Siyaset Yönetim, Sayı 28, ss.205-231.
HEPER, Metin, (2013), “Islam, Conservatism, and Democracy in Turkey:
Comparing Turgut Özal and Recep Tayyip Erdoğan”, Insight Turkey, Vol.15,
No.2, ss.141-156.
HOUSTON, Chris, (2006), “The Never Ending Dance: Islamism, Kemalism and the
Power of Self-Institution in Turkey”, The Australian Journal of Anthropology,
Vol.17, No.2, ss.161-178.
KARATAŞLI, Şaban Savaş, (2015), “The Origins of Turkey’s “Heterodox” Transition
to Neoliberalim: The Özal Decade And Beyond”, Journal of World-Systems
Research, Vol:21, No:2, ss.387-416.
KAYNAK, Bahadır, (2012), “Dilemmas of Turkish Foreign Policy”, Uluslararası
Hukuk ve Politika, Vol.8, No.32, ss.77-96.
KİLİ, Suna, (2005) Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (9.
Baskı), İstanbul.
MAGUED, Shaimaa, (2012), “Restructuring State-Society Relations under the
Rule of the AKP through Diplomacy”, Akademik İncelemeler Dergisi, Vol.7,
No.2, ss.27-48.
MANGO, Andrew, (1968) Turkey, Walker and Company, New York.
MARDİN, Şerif, (1995) Türkiye’de Toplum ve Siyaset – Makaleler 1, İletişim
Yayınları (5. Baskı), İstanbul.
MURINSON, Alexander, (2006), “The Strategic Depth Doctrine of Turkish Foreign
Policy”, Middle Eastern Studies, Vol.42, No.6, ss.947-954.
ONGUR, Hakan Ovunc, (2015), “Identifying Ottomanisms: The Discursive
Evolution of Ottoman Pasts in the Turkish Presents”, Middle Eastern Studies,
Vol.51, No.3, ss.416-432.
ORAN, Baskın, (1999), Atatürk Milliyetçiliği- Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme, Bilgi
Yayınevi (5. Baskı), Ankara.
ÖNİŞ, Ziya ve TUREM, Umut, (2001), “Business, Globalization and Democracy:
A Comparative Analysis of Turkish Business Associations”, Turkish Studies,
Vol.2, No.2, ss.94-120.
ÖZKAN, Mehmet, (2011), “Turkey’s “New” Engagements in Africa and Asia:
Scope, Content and Implications”, Perceptions, Vol.16, no.3, ss.115-137.
SUNAR, Burcu, (2013), Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Dış Politika Söyleminde
Temalar: Türkiye Bülteni Üzerine Bir İnceleme”, Süleyman Demirel
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Vol.18, No.3, ss.431454.
Tematik
383
TOKER, Nilgün and TEKİN, Serdar, (2004) “Batıcı Siyasi Düşüncenin
Karakteristikleri ve Evreleri: Kamusuz Cumhuriyet’ten Kamusuz
Demokrasi’ye”, Kocabaşoğlu, U. (ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
– Modernleşme ve Batıcılık Vol.3, 3rd Edition, İletişim Yayınları, İstanbul,
ss.82-106.
TOROS, Emre, (ed.), (2011), Türkiye’de Siyasi Liderlik: Dönemler, Özellikler ve
Karşılaştırmalar: Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan Örnekleri, Ankara:
Atılım Üniversitesi Yayınları.
TUNCER, Hüner (2015), Özal’ın Dış Politikası 1983-1989, Kaynak Yayınları,
İstanbul.
TUNAYA, Tarık Zafer, (2003) Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), Bilgi
Üniversitesi Yayınları (2. Baskı), İstanbul.
TÜYSÜZOĞLU, Göktürk, (2013), “Milenyum Sonrası Türk Dış Politikası: Yeni
Osmanlıcılık Ve Türk Avrasyacılığı Ekseninde İnşa Edilen Bir Pragmatizm”,
Alternatif Politika, Vol.5, No.3, ss.295-323.
ÜNAY, Sadık (2010), “Economic Diplomacy for Competitiveness: Globalization
and Turkey’s New Foreign Policy”, Perceptions, Vol.15, No.3-4, ss.21-47.
Tematik
385
MOTİVASYON PARAMETRELERİ YENİDEN YAPILANMA
SÜRECİNDEN ETKİLENİR Mİ? : BİR ALAN ARAŞTIRMASI
DO MOTIVATION PARAMETERS BE INFLUENCED FROM
RECONSTRUCTION PROCESS ? A FIELD SURVEY
Nilay KARASAKAL1
ÖZET
Son yıllarda giderek artan küreselleşme olgusunun etkisi, teknoloji
alanındaki gelişmeler, acımasız rekabet ortamı, sürekli değişen müşteri
istekleri gibi nedenlerle, günümüz işletmeleri, ‘değişim’ konusu ile
daha fazla ilgilenmek hatta bunu bir zorunluluk olarak görüp adapte
olmak durumunda kalmışlardır. Yeni ve daha zor bir piyasa ortamında
rekabet edebilmek için, işletmelerin yapılarında artık köklü değişiklikler
gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bu durum işletmeleri, rekabetin
yeni gerekleri doğrultusunda, köklü biçimde yeniden yapılanmaya
zorlamaktadır. Yapılanma çalışmalarının insan kaynağı üzerindeki
etkisi burada önemle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Çünkü,
günümüzde işletme yönetimlerinin sahip oldukları ve farkına vardıkları en
önemli kaynaklarının başında insan kaynakları gelmektedir.
İnsan kaynağına odaklanan ve onun memnuniyetini öncelik alan yeni
yönetim yaklaşımlarının temel hedefi, işletme çalışanının işe bağlılığını,
motivasyonunu arttırmak ve onu organizasyonel yurttaş haline getirmektir.
Değişen koşullara ayak uydurabilmek için yeniden yapılanma sürecini
yaşayan işletmelerde, çalışanların motivasyonunu arttırmak için en
doğru yöntemler uygulanmalıdır. Yapılanma süreci boyunca gerçekleşen
değişiklikler işletme çalışanları açısından bir kaygı ve endişe doğurabileceği
gibi bunun tam tersine bir gelişim ve ilerleme fırsatı olarak da görülebilir.
Burada önemli olan işletme yönetiminin tutumu, davranışları ve insan
kaynağına yönelik stratejileri ve politikalarıdır. Yapılanmanın bir değişimi
getireceğini ve bu değişiminde kendilerini olumsuz etkileyeceğini düşünen
çalışanlarda kaygı ve endişenin olması doğal bir sonuç olarak görülmelidir.
Bu değişim hamlelerini kendisi için fırsat gören çalışanlar için ise
yapılanmanın bir motivasyon kaynağı olması da düşünülebilmektedir.
Yapılan bu çalışma ile, yeniden yapılanmanın işletme çalışanlarının
motivasyonları üzerinde bir etkisinin olup olmadığı ve varsa ne yönde
olduğunu ortaya koymak amaçlanmıştır. Araştırmada; ‘ Yeniden yapılanan
1 Dr., Kocaeli Üniversitesi, nkaleli78@hotmail.com
386
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
bir işletmede tüm çalışanların motivasyon parametreleri olarak tespit
edilen kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki, kişisel yetke değerinde,
yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık var mıdır?’ sorusu
cevaplandırılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Yeniden Yapılanma, Motivasyon, Demografik
Değişkenler
ABSTRACT
In recent years, due to causes as increasing globalization fact’s
impact, developments in technology area, cruel competition ambience,
everchanging customer demands, today’s businesses deal with ‘change’
issue more, even they observe this situation like obligation and adjust. In
new and difficult market, for competing, businesses must revolutionise in
their constructions. This situation force these businesses to reconstruction
toward the new logic of competition. The impact of Reconstruction studies
on human resources is very important point at this situation. Because,
human resources are the most important resources which are owned and
noticed by business managements.
The basic aim of new management approaches which focus human
resource and prioritize it’s pleasure increase employee motivation, bondage
and reduce into organizational citizen. True methods which increase
motivation must be practiced in the business in reconstruction process.
During reconstruction process, realized changes can compose an anxiety
for business employees on the other hand, reconstruction is seen as a
development and an advance. The manners, behaviours, strategies and
politics of business management for human resources are very important in
this process. Reconstruction will reduce a new change and this change can
create anxiety on employees that they thougt that it can do negative impact
on them. This situation must be seen as a nature result. These change moves
can be thought as a motivation source for employees in reconstruction
process.
With this study, reconstruction whether has a impact on business
employees’s motivation or not and if there is , to determine direction of this
impact are aimed. In survey, “do motivation parameters which are named
as personal satisfaction, skill, influence and power be influenced from
reconstruction process ?” and “is there a different between before and after
of reconstruction ?” questions will be replied.
Keywords: Reconstruction, Motivation, Demographic Variables
Tematik
387
1.LİTERATÜR ÖZETİ
Günümüzde, dünyada en fazla tartışılan ve konuşulan konuların
başında, değişim kavramı yer almaktadır. Özellikle son yıllarda giderek
artan küreselleşme olgusunun da etkisiyle işletmeler, ‘değişim’ konusu
ile daha fazla ilgilenmek durumunda kalmışlardır. Yeni ve daha zor bir
piyasa ortamında rekabet edebilmek için, işletmelerin yapılarında köklü
değişiklikler gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bu durum işletmeleri,
rekabetin yeni gerekleri doğrultusunda, köklü biçimde yeniden yapılanmaya
zorlamaktadır(Tüz, 2004: 5).
20. yüzyılın son çeyreğinde olağanüstü bir hız, derinlik ve kapsam
kazanmaya başlayan değişim kavramı şu şekilde tanımlanabilir; ‘ Mevcut
durumun, iletişim ve irtibat halinde olunan çevre koşullarının ihtiyaçları
karşısında, artık çaresiz ve kayıtsız kalınması durumunda işletmeyi
yeniden yapılandıracak ve o ihtiyaçları giderebilecek düzeyde bireysel ya
da organizasyonel anlamda yeni fikirler üretebilmek için karar verme ve
bunu uygulama sürecidir(Vardar, 2001: 21).
Kurumsal anlamda değişim, durumu çok daha zor ve karmaşık bir hale
getirmektedir. Kurumsal anlamda değişebilmek ve gerektiğinde yeniden
yapılanabilmek bireysel anlamdaki değişime nazaran çok daha komplike ve
karmaşık olarak değerlendirilebilir. Organizasyonları değişime iten çevresel
koşullardaki hızlı değişimi farkettiğimizde bile o değişiklikleri hayata
geçirene ve uygulayana kadar yeni bir çevresel değişim etkisiyle karşı karşıya
kalınabilir. Bu nedenle değişimi gerekli kılan problemlerle karşılaşmadan
önce, bu problemlerin çözüm yollarını bulmak ve organizasyon yapısını bu
şekilde geleceğe hazırlamak en önemli stratejilerden biri olmalıdır.
Günümüzde çok üretebilmenin ötesinde kaliteli ve alıcıların ihtiyaçları
doğrultusunda ürünler ortaya çıkarabilmek işletmenin en önemli
stratejileri arasında sayılmaktadır. Kaliteli üretimin temelinde yatan en
önemli unsur ise, o mamülü oluşturacak hammadde ve yarımamullerde
kalitenin yakalanabilmesi mantığıdır.
Günümüz işletmeleri, bu konuda önemli yatırımlara girmiş
durumdadırlar. Çünkü, müşteri taleplerindeki değişim hızına ayak
uydurabilmek ve rakiplerine göre daha kaliteli ürünleri ortaya çıkarabilmek
adına yeniden yapılanmak zorundadırlar. Ancak bu sayede yeni ve
değişen teknolojik gelişmelere paralel olarak işletmeler üretim girdileri
açısından değişim süreci başlatabilirler. Yeni gelişen pazarlarda pay
oranını yükseltebilmenin en temel unsuru ise, ürün ve hizmet çeşitliliğine
gidebilmektir.
Değişim ve yeniden yapılanma konusunda duyarsız kalan bazı
işletmelerin, değişime odaklanmamalarının bazı temel nedenleri vardır.
388
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Kısa vadeli düşünme, ben merkeziyetçi bir yönetim anlayışını benimsemiş
olma, yenilikçi düşünce ve yaratıcılık gibi unsurların azalması ya da
yokolması, organizasyon içerisinde çıkar gruplarının değişime karşı tutum
takınmaları, iletişim seviyesinin düşük olması ve liderlik ve ekip çalışması
gibi noktalarda bilgi, beceri ve iş bitirme eksikliği bu temel etkenler olarak
söylenebilir(Vardar, 2001: 25).
Bir işletme yönetimi, üst ve ast yöneticileri dahil, sorumluluk paylaşımını
ve tam katılımı ile insana saygıyı ön plana alan yönetim felsefesini, bir
işletme kültürü olarak yerleştirmelidir. Amaç, kişilerin işlerini en verimli ve
en tatminkar şekilde yapabileceği koşulları belirleyip, bu faktörleri işletme
başarısına çevirebilmektir(Tekin, 2004:53).
Organizasyon içerisinde iş üreten ekibin değişim ve yeniden yapılanma
sürecindeki motivasyonunun arttırılmasında gerekli görülen en önemli
unsur, hiyerarşik kademeler arasındaki iletişimin yüksek düzeyde
sağlanması ve karar alma prosedürlerine alt kademe çalışanlarının da dahil
edilmesi gerçeğidir.
Genel olarak yeniden yapılanma, rekabet gücünü arttırarak hayatta
kalabilmek, daha fazla kar etmek ve sürekli bir gelişme temposu içine
girebilmek için; bir işletmenin hızla değişen dünya şartlarına ayak
uydurmak üzere, kendisini fiziki ve psikolojik alanlarda baştan aşağı yeniden
düzenlemesidir. Bunun için, işletmenin, hızla değişen dünya koşullarında
işlerinin kısa, orta ve uzun vadede hangi istikamette gittiğini görebilmesi,
bununla ilgili, geleceğe yönelik tahminde bulunması yani bir vizyon
belirlemesi ve belirlenen bu vizyona göre yeni gelişme stratejilerini tayin
ederek fonksiyonel organizasyonunu ve işletmesini yeniden düzenlemesi
gerekmektedir(Çetin, 1996: 3).
İşletmedeki herhangi bir yeniden yapılanma projesinin işletmede
başarılı olabilmesi için, işletmenin en üst düzeydeki yöneticileri tarafından
desteklenmesi gereklidir. Verilen destekle personel heveslendirilmeli, teşvik
edilmeli ve moralleri yükseltilmelidir. Bu destek proje sürecince devamlı
olmalıdır.
Örgütsel eksikliklerin belirgin ve rahatsız edici bir boyuta gelmesi yine
değişimi zorunlu kılmaktadır. Örgüt içerisindeki eksiklikler ise; yetki ve
sorumlulukların belirtilmemesi nedeniyle çıkan problemler, karar vermede
ve uygulamada yavaşlık, yetersiz iletişim, işletmenin çeşitli işlevlerinde dar
boğazlar olması, amaçların açık ve belirgin olmaması, etkisiz ve verimsiz
çalışmalar, bölümlerarası çatışmalar ve kişilik çatışmaları, iş tatmizsizliği,
bölümlerin birbirlerine hatalı bir biçimde bağlanması ve dengelenmemesi,
yürütme ve danışma organları arasındaki çatışmalar, yetersiz uzun
dönem planlama ve araştırma, yeni fikir eksikliği ve denetim alanının
aşırı genişliği olabilir. Yukarıda maddelenen örgütsel eksiklikleri ortadan
kaldırmak ve çevredeki değişime uyum sağlamak için her yönetici yeniden
Tematik
389
yapılanma çabasına girişmeli böylece işletmenin yeni alanlara girmesini
kolaylaştıracak bir yapı oluşturulmalıdır.
Hemen hemen bütün işletmelerde, uzun süre belli bir yöneticinin
emrinde çalışan bir ast, yöneticinin değiştirilmesi ve yenisinin göreve
getirilmesi durumunda da direniş gösterebilir. Ancak astın direniş gösterip
göstermemesi ya da bu tepkilerin derecesi, astın önceki amiri ile olan
ilişkisinin olumlu ya da olumsuz olması durumunda değişebilir. Başka bir
ifade ile, uzun bir süre birlikte çalışılan ve alışılan amirin değiştirilmesi
sonucu, yerine gelecek amir bir de kurum dışından biri ise, çalışanlarda
yeni amire karşı bir korku ve çekingenlik oluşacaktır. Dolayısıyla, astlar,
yeni amiri tanıyıp, ona alışıncaya ve iş yaptırma kurallarını öğreninceye
kadar, yeni amire şüphe ve korkuyla bakacaklardır. Asıl önemli olan da,
yeni üstün astlar hakkında ne gibi bir kanıya sahip olacağıdır. İşte bu gibi
kaygılar, çalışanlarda güven ve tatmin sıkıntısı yaşatacak ve motivasyonu
düşürecektir.
İşletme yönetiminin yeniden yapılanmayı uygulama sürecinde, yukarıda
ifade edilen çalışan tutumlarıyla karşı karşıya kalma sebeplerinden ve
yönetimin yaptığı hatalardan bazıları; yeniden yapılanma hayata geçmeden
önce söylentinin yayılması, süreçler üzerinde yoğunlaşılmaması, mevcut
durumu analiz etmeye çok fazla zaman ayrılması, güçlü bir lider olmadan
işe başlanılması, yapılanma sürecinde çekingen davranılması, tasarımdan
hemen sonra uygulamaya geçilmesi, yeniden yapılanmada yavaş
davranılması, işin bazı kısımlarının kapsam dışı bırakılması, geleneksel
bir uygulama tarzının benimsenmesi ve çalışanların kaygılarının gözardı
edilmesi şeklinde olabilir(Hammer&Stanton, 1998: 23).
İşletme yönetiminin hata yapmaması ya da yapılan hataların
tekrarlanmaması için bazı yönetim tarzları benimsemelerine yapılanma
sürecinde ihtiyaç vardır. İşletme genelinde planlanan değişiklikler, işletme
personeli tarafından kesin ve açık olarak bilinmelidir. Çoğu insanlar, onları
etkileyecek olan değişiklikler hakkında yeterli bilgilere sahip olmazlarsa,
yapılan bu değişikliklerde gizlilik sözkonusu olursa, bundan oldukça
tedirgin olacaklardır. Bu durumda, yapılacak değişiklik bir organizasyonun
hangi kısmı için yeni teknoloji, süreç ve yöntemleri uygulamaya
koyacaksa, bunun açık ve kesin bir şekilde bildirilmesi gerekmektedir ve
değişikliğin niteliği, insan kaynağına getireceği yararlı durum ve sonuçları
açıklanmalıdır.
Önemli bir konu da, değişiklikten etkilenen insan kaynağının,
değişikliğin bizzat geliştirilmesine, yaratılmasına ya da bunlar mümkün
olmazsa uygulama aşamasında katılarak bu konuda söz sahibi olmasına
çalışmak gerekmektedir. İnsan kaynağının katkısının olması, değişikliği
benimseme ve başarıya ulaştırmada motive edecek, böylelikle personel,
kendisinin işletme için gerekli olduğuna inanacak, yeni yöntemleri başarıyla
390
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
yürütebilecek veya bu yöntemlere kolayca adapte olabilecek özelliğe sahip
olduğuna inanacaktır ve bu da beraberinde iş tatminini ve işe bağlılığı
getirecektir.
Değişikliklere başlamadan önce, bu girişimin işletme içinde etkileyeceği
yönetici ve insan kaynağını önceden hazırlamak gerekir. Bu hazırlama
faaliyeti, işletme içinde insan kaynağına değişikliğin yararlarını ve getireceği
iş kolaylıklarını açıklayarak, onları düşünsel olgunluğa ulaştıracaktır.
İşletme içinde ve dışında, insan kaynağını yeni koşullara göre eğitmek, bu
yolda atılacak önemli bir adım olacaktır. Böylelikle, ilgili insan kaynağı
işletmeye gelmeden önce değişikliğe hazırlanmış olacaktır. Sonuç olarak,
yeniden yapılanma sürecinde, birey ya da bireylerin ihtiyaç, tutum ve
inançları ile örgütsel güçleri gözönüne alınırsa, işletme yönetimi başarılı
olabilecektir.
İşletmeler için stratejik ve önemli kriterlerden biri de, istihdam ettikleri
kişilerdir. İnsan kaynaklarının kritik olmasının sebebi, onların başarısıyla
ancak işletmenin başarılı olabileceğidir. Değişime ve gelişime açık, bilgili,
tecrübeli, yetenekli, sürekli eğitilebilen ve aldığı eğitimleri uygulamaya
koyabilen bilinçli bir insan kaynağı işletmenin temel yapı taşı olacaktır. Bu
koşulları sağlamak ve işletmeye taze kan akışını sağlamak adına, yeniden
yapılanmanın uygulanacağı alanlardan birisi de insan kaynakları ve onların
motivasyonu üzerindeki politikaları olacaktır.
Günümüzde işletmeler kendilerine uygun insan kaynaklarını seçerken
daha sistematik biçimde, profesyonel danışmanlık firmalarından destek
alarak, ınternetteki havuzlarda potansiyel işgücünü biriktirip kendileri için
uygun olanı seçerek ve her şeyden önemlisi de kurumsal kültürlerine adapte
olabilecek işgücünü tercih etme noktasında titizlik göstermektedirler.
İşletme yönetimlerinin yapılanma stratejileri adı altında insan kaynağının
değerlendirilmesi ve motive edilmesi için yapacağı uygulamalardan bazıları,
performans değerleme ve insan kaynağının kariyerini planlamadır. Yeniden
yapılanan işletmelerde özellikle, iş ve görev tanımları ile organizasyon
şemasının oluşturulması konusunda performans değerleme sonuçları
oldukça önem taşımaktadır.
Performans değerleme kişi düzeyinde bireysel psikolojik bir ihtiyaç
olduğu halde kurum içinde insan kaynakları yönetimi bakımından çok
önemli bir ihtiyaçtır. Çünkü kurumun çalışanlarının başarılarını ve
başarısızlıklarını görmesi daha sonraki çalışmalarını düzenlemesi kadar
çalışanların motivasyonu bakımından da önemlidir. Aynı şekilde insan
kaynakları yönetimi sisteminin bir alt sistemini oluşturan Kariyer Yönetimi
de, insan kaynakları fonksiyonunun etkinliğini artıracak bir süreçtir. Doğru
bir kariyer planının oluşturulması, yapılanma çalışmalarında işletme
yönetimine katkı sağlayacaktır.
Tematik
391
Kurumların sadece fiziksel varlık oldukları şeklinde klasik varsayıma
uygun bir şekilde ele alınması, kurumsal negatif davranışın nedenlerinden
biridir. Duygusal açlığa neden olan ve sosyal destek bulmayı engelleyen bir
örgütsel iklimde pozitif davranışların ortaya konması kolay olmayacaktır.
Duygusal ve sosyal destek sağlamayan kurumsal ortamlar, hiçlik duygusu,
kişisel güven eksikliği, azalan kişisel saygı hissi, düşük motivasyon, işten
ayrılma isteği, iş tatminsizliği gibi negatif tutum ve davranışlara neden
olacaktır(Sutherland&Cooper, 1990: 44).
Kurumsal verimlilik ve etkinliğin temelinde, pozitif tutum ve davranışlarda
mevcuttur. İş tatmini, motivasyon, dayanışma, yardımlaşma, örgütsel
bağlılık, pozitif davranışlardan bazılarıdır. İş tatmini, örgütsel bağlılık
sağlar. Örgütsel bağlılık, çalışanların kurumsal süreçlere uyum sağlamasını
kolaylaştırır, çalışan işyerinin bir üyesi olabilmek için güçlü istek duyar,
onun yararı için beklenenden daha yüksek seviyede çaba gösterir, işyerinin
kurallarını, değerlerini ve normlarını benimser ve bunların pekiştirilmesi
için özel bir misyon duygusuyla hareket eder(Robins, 1996: 25).
İşletmelerde işgücü açısından örgütsel bağlılığın oluşabilmesi için,
işgücünün kendine olan güveni önemli bir faktördür. Çünkü, kendine
güven, hayata karşı yapıcı ve olumlu bir bakış açısını ve kendi gücüne
inanmayı gerektirir(Erdoğan, 1994: 266).
Bir yöneticiyi örgüt üyelerinin gözünde güvenilir yapan, onun kişisel
bütünlüğü ve yönetsel etkililiğidir. Yetkinlik, tutarlılık, dürüstlük,
yardımseverlik, ilgi gösterme özellikleri, yöneticinin çalışanın gözünde
güvenilirliğini arttıran temel unsurlardır(Eser, 2007: 28).
İşletme yönetiminin geliştirmesi gereken bazı temel iş kuralları
olmalıdır. Bu kurallar; gerek çalışanına, gerekse kurum dışı paydaşlarına
karşı güven vermek, adil olmak, dürüst olmak, finansal bilgileri tam olarak
açıklamak, anlaşmalardaki sorumluluklara uygun hareket etmek, faaliyet
gösterilen ülkelerin ulusal bağımsızlıklarına saygı göstermek, ekonomik
amaçlarını desteklemek, sosyal ve kültürel değerlerine saygılı davranmak,
insan haklarına ve temel özgürlüklere saygılı olmak, insanlara fırsat eşitliği
sunmak, işletmenin bütünlüğünü ve saygınlığını koruyup yükseltmek,
ilişkide bulunulan her bireye saygılı olmak, çevre ile ilgili düzenlemeleri
önemseyip gereğini yerine getirmek, ayırımcılık yapmamak gibi ilkeleri
almalıdırlar. Kuşkusuz içinde bulunulan duruma göre bu kurallara yenileri
de eklenecektir(Asgary&Mitschow, 2002: 239).
İşletmelerin geleceği, başlarındaki ileriyi görebilen vizyoner liderlerle
şekillenecektir. Çünkü, bugün dünyadaki işletmeler bilgiye dayalı rekabete
geçtikçe, fiziksel varlıkları yönetmek ve onlara yatırım yapmaktan çok,
manevi değerleri açığa çıkarma yeteneğinin daha önemli hale geldiğinin
farkına varmışlardır.
392
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Bir işletmede liderler, daima işletmeyi geleceğe taşıyan kişilerdir. Onlar,
değişim çarklarını harekete geçirmek zorunda olan ve farklı bir işletme
türü arayışında en inatçı olmak zorunda olan kişilerdir.
Yapılan bu çalışma ile, yeniden yapılanmanın işletme çalışanlarının
motivasyonları üzerinde bir etkisinin olup olmadığı ve varsa ne yönde
olduğunu ortaya koymak amaçlanmıştır. Araştırmada; ‘ Yeniden yapılanan
bir işletmede tüm çalışanların motivasyon parametreleri olarak tespit
edilen kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki, kişisel yetke değerinde,
yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık var mıdır?’ sorusu
cevaplandırılmaya çalışılacaktır.
2.ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ
2.1.Araştırmanın Problemleri
Araştırma problemleri şunlardır:
1. Çalışanların motivasyonu, çalışanların demografik özelliklerinden
etkilenmekte midir?
2. Motivasyonu oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki,
kişisel yetke faktörlerinin değerinde yapılanma öncesi ve yapılanma
sonrası bir farklılık var mıdır?
3. Motivasyonu oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki,
kişisel yetke faktörlerinin kendi içlerinde anlamlı bir farklılaşma var
mıdır?
2.2.Araştırmanın Evreni
Kocaeli bölgesinde, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren işletmelerin
ve buna bağlı olarak yan sanayilerinin sayısının çok oluşu ve bu yan sanayi
işletmelerin Kobi olmaları itibariyle, yeniden yapılanma çalışmalarının
sıklıkla buralarda gerçekleşmesi gerçeğini dikkate alarak, yapılanma öncesi
ve sonrası ölçümlerin bu işletmelerde daha doğru sonuçlar vereceğine
dair kanaatimizle, araştırmada uygulama alanı olarak otomotiv yan sanayi
seçilmiştir.
Yaşadığımız çağda, ülke ekonomilerinin en önemli dinamiği görevini
KOBİ’ler görmektedir. KOBİ’ler, faaliyette bulundukları pazarın
gereksinimlerini karşılamakta, büyük işletmelerin ihtiyaç duydukları yan
sanayi ürünlerini üretmekte ve ek hizmetlerle katkılar sağlamakta, diğer
taraftan makro ekonomi açısından da istihdama büyük bir olumlu etki
oluşturmaktadırlar(Kayabaşı, 2008: 37). Bu önem göz önüne alındığında,
KOBİ’lerin faaliyetlerinin etkinlik düzeyinin arttırılması ve değişen koşullara
ayak uydurmaları, sonuç olarak yeniden yapılanma sürecini sürekli olarak bu
koşullar ışığında sürdürmeleri bir zorunluluk haline gelmektedir.
Tematik
393
Araştırmanın evrenini, sektöründe ürettiği ürün çeşitliliği itibariyle tek
olma özelliğini taşıyan ve sürekli yeniden yapılanma faaliyetleri içerisinde
olan, İzmit-Alikahya beldesindeki bir otomotiv yan sanayi işletmesinin
beyaz ve mavi yaka olmak üzere tüm çalışanları oluşturmaktadır.
Araştırma, bir işletmenin tüm çalışanlarını kapsamasından dolayı pilot
bir çalışma olduğu için, kolayda örnekleme yöntemi kullanılmıştır.
2.3.Araştırmanın Sınırlılıkları
1. Sektör açısından, otomotiv sektörü yan sanayisinde faaliyet gösteren
Kobi sayısı fazla olduğu için, diğer sektörler örneklem dışı bırakılarak,
sadece otomotiv sektörü yan sanayi baz alınmıştır.
2. Yeniden yapılanma çalışmalarının Kobi’lerde süreklilik taşıdığı
düşüncesiyle, büyük ölçekli işletmeler örneklem dışı bırakılmıştır.
3. Sektöründe ürettiği ürün çeşidi itibariyle, tek tip ürün üreten
işletmeler örneklem dışı bırakılmıştır.
4. Araştırma, zaman, maliyet ve güvenle ilgili bilgilerin elde edilme
güçlüğü ve sektöründe ürettiği ürün çeşitliliği itibariyle tek olma
özelliğini taşıyan tek bir işletme ile sınırlandırılmıştır.
2.4.Araştırmanın Varsayımları
Araştırmanın varsayımları aşağıdaki gibidir:
1. Araştırmaya katılan işletmedeki tüm beyaz ve mavi yaka
çalışanlarının anket formunda yer alan soruları, yansız ve gerçeği
yansıtacak biçimde cevapladıkları varsayılmaktadır,
2. Araştırmaya katılan tüm çalışanların, anketin ne amaçla yapıldığını
bilme ihtimaline karşı, bunun vermiş oldukları cevaplar üzerinde bir
etkisinin olmadığı varsayılmaktadır,
3. Yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası verileri analiz edebilmek,
bunun sonucunda karşılaştırma yapabilmek ve doğru sonuçları
alabilmek için araştırma süresinin 1 yıl olarak verilmesinin yeterli
olduğu varsayılmaktadır.
4. Yapılanma öncesi ankete katılan bireylerin, 1 yıl sonra yapılanma
sonrası uygulanan anketteki bireyler ile aynı kişiler olduğu ve işe
giriş ya da işten çıkışların anketi etkileyecek boyutta olmadığı
varsayılmaktadır.
2.5.Araştırma Modeli ve Hipotezleri
Araştırma, yapılanma öncesi ile yapılanma sonrasının karşılaştırılması
neticesinde zamansal değişimleri belirlemeyi amaçladığı için, bir gelişim
araştırmasıdır ve zamansal tarama modeline dahildir.
394
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Araştırma modelinde bağımlı ve bağımsız değişken olmak üzere iki
temel değişken vardır. Araştırmanın bağımlı değişkenleri, işletmedeki
çalışan motivasyonunun alt boyutlarını oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel
beceri, kişisel etki, kişisel yetke faktörleridir. Bağımsız değişkenleri ise,
yeniden yapılanma süreci, çalışanların demografik özellikleri (medeni
durumu, cinsiyeti, yaşı, eğitim düzeyi, işyerindeki çalışma süresi, o an ki
yöneticisi ile birlikte çalıştığı süre ve statüsü)’dir.
MODEL 1:
DEMOGRAFİK
ÖZELLİKLER
ÇALIŞAN
MOTİVASYONU
MODEL 2:
ÇALIŞAN
MOTİVASYONU
===
ÇALIŞAN
MOTİVASYONU
Araştırmanın hipotezleri aşağıdaki gibi oluşturulmuştur:
H1:Çalışanların motivasyonu ile demografik özellikler arasında bir
ilişki vardır.
H2:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel iş tatmini değerinde,
yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır.
H3:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel beceri değerinde,
yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır.
H4:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel etki değerinde,
yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır.
H5:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel yetke değerinde,
yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır.
395
Tematik
H6:Motivasyonu oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki
ve kişisel yetke faktörlerinin kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı
seviyede bir farklılaşma vardır.
3.YAPILANMA ÖNCESİ ARAŞTIRMA BULGULARI
3.1.Araştırma Yöntemi
Araştırmanın uygulama kısmında anket yöntemi kullanılmıştır.
Anketin giriş bölümünde demografik bilgiler yer almaktadır. Bu
demografik bilgiler, aşağıda görüldüğü üzere bir çapraz tablo matrisi
şekline dönüştürülmüştür.
STATÜ
Beyaz Yaka
Mavi Yaka
Toplam
n
%
n
%
n
%
Evli
45
12,9
202
57,7
247
70,6
Bekar
21
6,0
82
23,4
103
29,4
Kadın
15
4,3
7
2,0
22
6,3
Erkek
51
14,6
277
79,1
328
93,7
20-29
33
9,4
166
47,4
199
56,9
30-39
24
6,9
111
31,7
135
38,6
40-49
7
2,0
7
2,0
14
4,0
50 ve üzeri
2
0,6
0
0,0
2
0,6
İlköğretim
3
0,9
65
18,6
68
19,4
Lise
12
3,4
196
56,0
208
59,4
Önlisans
9
2,6
18
5,1
27
7,7
Lisans
30
8,6
5
1,4
35
10,0
Y.Lisans
11
3,1
0
0,0
11
3,1
Doktora
1
0,3
0
0,0
1
0,3
1 yıldan az
13
3,7
39
11,1
52
14,9
1-3 yıl
32
9,1
127
36,3
159
45,4
4-6 yıl
10
2,9
81
23,1
91
26,0
7-10 yıl
11
3,1
37
10,6
48
13,7
Yöneticisiyle
1 yıldan az
25
7,1
109
31,1
134
38,3
Çalışma Süresi
1-3 yıl
35
10,0
147
42,0
182
52,0
4-6 yıl
3
0,9
20
5,7
23
6,6
7-10 yıl
3
0,9
8
2,3
11
3,1
66
18,9
284
81,1
350
100,0
Medeni Durum
Cinsiyet
Yaş
Eğitim Seviyesi
Çalışma Süresi
Toplam
396
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
3.2.Verilerin Analizinde Kullanılan Yöntem
Değişkenler kümesinin varyans-kovaryans yapısını daha az sayıdaki
faktörlerle açıklayarak yorumlanmasını sağlamak için ve genel olarak
değişkenler arasındaki bağımlılık yapısını yok etme ve boyut indirgeme
yöntemi olduğu için bu çalışmada faktör analizi tekniği kullanılmıştır.
Bu nedenle faktör analizinin ilk aşamasında korelasyon matrisi elde
edilmiştir. Bu çalışmada, ankete verilen cevaplar açısından sorular için
(Çalışanların İş Tatmini ve Motivasyon Ölçümü) 20x20 boyutlu bir
korelasyon matrisi oluşturulmuştur.
Faktör analizi uygulaması ile deneklerce anlamlılık kazanan
ifadelerin tek ve aynı başlık altında toplanması amaçlanmıştır. Faktör
analizi çalışmalarının hemen başında elde edilen değerler, sorular için
örnekleme yeterliliğinin yüksek ve çalışmanın anlamlı olduğunu ortaya
koymuştur. Bu sonuca, Kaiser-Meyer-Olkin testi sonucunda ulaşılmıştır.
Faktör analizi için yapılan tek testtir. Bu sonuç Tablo-1’de gösterilmiştir.
Tablo1: Sorulara İlişkin İstatistiki Değerler
Sorular
Kaiser-Meyer-Olkin (KMO)
Örneklem yeterliliği
0,861
Serbestlik Derecesi
190
Anlamlılık (Sig.)
0,000
Yapılan analiz sonucunda elde edilen faktör sayısı 4’tür. Sorulardan elde
edilen 4 faktörün içerisinde yer alan değişkenler ve Varimax yöntemi ile
elde edilen faktör değerleri Tablo-2’de verilmiştir.
FAKTÖR 2
FAKTÖR 3
Çalıştığım departmanda iş güvenliğine yönelik hiçbir kaygım yok.
İşimi tam ve doğru yaptığım zaman yönetim maddi açıdan beni tatmin eder.
İşimin karşılığında aldığım ücretten çok memnunum.
İşyerindeki çalışma saatlerinden yana bir sıkıntım yok.
Bu işyerinde yükseleceğime olan inancım tamdır.
İşletme Yönetimi beden sağlığım ve güvenliğime yönelik her türlü tedbiri alır.
İş arkadaşlarımla iletişim kuracağım ortamı çok sık buluyorum.
Bu işyerinde nereye kadar yükseleceğimi biliyorum.
Çalışma arkadaşlarımla sosyal ortamda sık sık biraraya gelirim.
İşimi başarmak için gerekli yeteneklere sahip olduğumdan eminim.
Yaptığım iş benim için çok önemlidir.
İşimdeki faaliyetleri başarmak için gerekli kapasiteye sahip olduğumdan eminim.
Yaptığım iş benim için anlamlıdır.
B5
İşim için gerekli yetenekleri zaman içinde geliştirdim.
0,015
B10
Çalıştığım departmanda olup bitenleri büyük ölçüde kontrol edebilirim.
B11
Faktörler
2
0,100
-0,052
-0,068
0,091
0,071
0,173
0,095
-0,052
0,227
0,906
0,906
0,891
0,877
0,753
0,089
0,265
0,268
0,125
0,878
0,161
Çalıştığım departmanda olup biten her şeyi önemli ölçüde etkileyebilirim.
0,213
0,080
0,852
0,233
B9
Çalıştığım departmanda olup bitenler konusunda etkim çoktur.
0,388
0,010
0,794
0,237
B7
İşimi nasıl yürüteceğime kendim karar veririm.
0,168
0,167
0,201
0,858
B6
İşimi nasıl yapacağım konusunda karar verme yetkisi büyük ölçüde bana aittir.
0,163
0,222
0,157
0,837
B8
İşimi bağımsız olarak ve serbestçe yapmam konusunda önemli ölçüde fırsat
0,329
verilmektedir.
0,168
0,288
0,682
FAKTÖR 4
397
4
0,159
0,111
0,019
0,032
0,119
0,150
0,279
0,061
0,159
0,124
0,030
0,160
0,042
Tematik
3
0,068
0,130
0,046
0,106
0,172
0,225
0,170
0,219
0,164
0,070
0,001
0,053
0,049
Tablo2: Döndürülmüş Faktör Matrisi (Varimax Yöntemi)
FAKTÖR 1
B16
B14
B18
B19
B15
B12
B17
B20
B13
B3
B1
B4
B2
1
0,768
0,763
0,753
0,734
0,723
0,710
0,612
0,606
0,464
0,038
0,075
0,011
0,160
398
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Sorulardan elde edilen faktörlerin içerisinde yer alan değişkenlere göre
faktörler aşağıdaki tabloda belirtilen isimlerle adlandırılabilir.
Tablo3: Faktör isimleri
Faktör 1
Kişisel İş Tatmini
Faktör 2
Kişisel Beceri
Faktör 3
Kişisel Etki
Faktör 4
Kişisel Yetke
3.3.Faktörlerin Demografik Yapıyla İlişkisi
Araştırma verilerinin analizi sonucunda ortaya çıkan faktörlerin,
demografik yapıyla bir ilişkisi olup olmadığını, aşağıdaki tablolarda görmek
mümkündür.
Medeni Durum
Elde edilen faktörler ile medeni durum yani iki değişken arasında yapılan
test sonucuna göre bir ilişki olmadığı aşağıdaki tabloda görülmektedir.
Yani, hiçbir faktörde p<0,05 şartı sağlanamamıştır.
Tablo4: Medeni Durum İle Motivasyon İlişkisi
Medeni Durum
n
%
Evli
247
70,6%
Bekar
103
29,4%
TOPLAM
350
100,0%
χ2
sd
p
r
Kişisel İş Tatmini
0,938
1
0,333
-0,054
Kişisel Beceri
1,426
1
0,232
-0,042
Kişisel Etki
2,944
1
0,086
-0,084
Kişisel Yetke
1,261
1
0,261
-0,054
Cinsiyet
Elde edilen faktörler ile cinsiyet yani iki değişken arasında yapılan test
sonucuna göre bir ilişki olmadığı aşağıdaki tabloda görülmektedir. Yani,
hiçbir faktörde p<0,05 şartı sağlanamamıştır.
Tematik
399
Tablo5: Cinsiyet İle Motivasyon İlişkisi
n
%
Kadın
22
6,3%
Erkek
328
93,7%
TOPLAM
350
100,0%
Kişisel İş Tatmini
Kişisel Beceri
Kişisel Etki
Kişisel Yetke
χ2
sd
p
r
0,542
2,128
1,957
0,059
1
1
1
1
0,462
0,145
0,162
0,807
-0,030
0,006
0,072
-0,018
Yaş
Ankete katılan kişilerin çoğu genç yaşlara sahiptir. Çalışmanın
%56,9’una 20-29 yaşları arasındaki denekler oluşturmaktadır.
Elde edilen faktörler ile yaşlar arasında yapılan testlerde bu iki değişken
arasında bir ilişkinin olup olmadığı araştırılmıştır. Buna göre sadece
çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan sorularda “Kişisel İş Tatmini” ve
“Kişisel Etki” faktörleri yaş ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05). Yapılan korelasyon
testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu aşağıdaki tabloda
görülmektedir(r=0,158 ve r=0,210).
Tablo6: Yaş İle Motivasyon İlişkisi
Yaş Grupları
n
%
20-29
199
56,9%
30-39
135
38,6%
40-49
14
4,0%
50 ve üzeri
2
0,6%
TOPLAM
350
100,0%
χ2
sd
p
r
Kişisel İş Tatmini
9,29
3
0,026
0,158
Kişisel Beceri
3,05
3
0,384
0,070
Kişisel Etki
17,22
3
0,001
0,210
Kişisel Yetke
6,54
3
0,088
0,119
Kruskal Wallis Testi uygulanmıştır.
400
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Eğitim
Çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan sorularda “Kişisel İş Tatmini”,
“Kişisel Etki” ve ‘Kişisel Yetke’ faktörleri eğitim ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05).
Yapılan korelasyon testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu
aşağıdaki tabloda görülmektedir(r=0,107, r=0,170 ve r=0,131).
Tablo7: Eğitim İle Motivasyon İlişkisi
Eğitim Seviyesi
İlköğretim
Lise
Önlisans
Lisans
Y.Lisans
Doktora
TOPLAM
n
68
208
27
35
11
1
350
%
19,4%
59,4%
7,7%
10,0%
3,1%
0,3%
100,0%
Kişisel İş Tatmini
Kişisel Beceri
Kişisel Etki
Kişisel Yetke
Çalışma Süresi
χ2
sd
p
r
15,25
5,78
20,15
12,82
5
5
5
5
0,009
0,328
0,001
0,025
0,107
0,012
0,170
0,131
Çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan ikinci grup sorularda “Kişisel
İş Tatmini”faktörü çalışma süresi ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05). Yapılan
korelasyon testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu aşağıdaki
tabloda görülmektedir(r=0,007).
Tablo8: Çalışma Süresi İle Motivasyon İlişkisi
Çalışma Süresi
n
%
1 yıldan az
52
14,9%
1-3 yıl
159
45,4%
4-6 yıl
91
26,0%
7-10 yıl
48
13,7%
TOPLAM
350
100,0%
Kişisel İş Tatmini
Kişisel Beceri
Kişisel Etki
Kişisel Yetke
χ2
sd
p
r
14,53
1,88
5,00
0,29
3
3
3
3
0,002
0,598
0,172
0,962
0,007
0,032
0,050
0,000
Tematik
401
Yöneticisiyle Çalışma Süresi
Elde edilen faktörler ile yöneticiyle çalışma süresi yani iki değişken
arasında yapılan test sonucuna göre bir ilişki olmadığı görülmüştür. Yani,
hiçbir faktörde p<0,05 şartı sağlanamamıştır. Sonuç aşağıdaki tabloda
gösterilmiştir.
Tablo9: Yöneticisiyle Çalışma Süresi İle Motivasyon İlişkisi
Yöneticisiyle Çalışma
n
%
Süresi
1 yıldan az
134
38,3%
1-3 yıl
182
52,0%
4-6 yıl
23
6,6%
7-10 yıl
11
3,1%
TOPLAM
350
100,0%
χ2
sd
p
r
Kişisel İş Tatmini
2,75
3
0,432
0,091
Kişisel Beceri
1,96
3
0,581
-0,077
Kişisel Etki
4,38
3
0,223
0,042
Kişisel Yetke
0,59
3
0,899
-0,020
Statü
Çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan sorularda “Kişisel İş Tatmini”,
‘Kişisel Etki’ ve ‘Kişisel Yetke’ faktörleri statü ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05).
Yapılan korelasyon testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu
tablo 10’da görülmektedir(r= 0,156, r= 0,234 ve r= 0,173).
Tablo10: Statü İle Motivasyon İlişkisi
Statü
n
%
Beyaz Yaka
66
18,9%
Mavi Yaka
284
81,1%
TOPLAM
350
100,0%
Kişisel İş Tatmini
Kişisel Beceri
Kişisel Etki
Kişisel Yetke
χ2
sd
p
r
10,54
0,19
19,39
10,08
1
1
1
1
0,001
0,660
0,000
0,001
0,156
0,016
0,234
0,173
402
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
4.YAPILANMA SONRASI ARAŞTIRMA BULGULARI
Araştırmanın ikinci kısmında örneklemi oluşturan bireylere, yine
aynı sorular sorularak yeniden yapılanmanın ortaya çıkardığı farklılıklar
incelenmeye çalışılmıştır. Elde edilen bulgular aşağıda verilmiştir.
4.1.FAKTÖRLERİN KENDİ İÇLERİNDEKİ YAPILANMA
ÖNCESİ VE SONRASI İÇ TUTARLILIKLARI
Aşağıdaki birinci tabloda yapılanma öncesi elde edilen faktörlerin iç
tutarlılıkları analiz edilmiştir. Yapılan testler sonucunda tüm faktörlerin
kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı seviyede farklılaştıkları tespit
edilmiştir. (p<0,05) Yapılan Friedman testi sonucunda ise faktör sıralaması
içerisinde, kazandıkları önem bakımından fark olup olmadığı, hangi
faktörün daha çok anlamlılık kazandığı anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu
aşamada tüm faktörlere ilişkin ortalamalar alınarak , bunlara Friedman
testi uygulanmıştır. Friedman testine ilişkin sonuçlar aşağıdaki tabloda yer
almaktadır.
Tablo11: Faktörlerin Yapılanma Öncesi İç Tutarlılıkları
Çalışanların
Std.
Faktör
İş Tatmini ve
Ortalaması Sapma
Motivasyonu
t-test
sd
p
%95 Güven
aralığı
Alt
Limit
Üst
Limit
Kişisel İş
Tatmini
2,88
1,08
47,46
317
0,000
2,76
3,00
Kişisel
Beceri
4,48
0,89
90,10
317
0,000
4,38
4,57
Kişisel Etki
3,32
1,12
52,89
317
0,000
3,19
3,44
Kişisel Yetke
3,24
1,29
44,91
317
0,000
3,10
3,38
Aşağıdaki tabloda ise yapılanma sonrası elde edilen faktörlerin iç
tutarlılıkları analiz edilmiştir. Yapılan testler sonucunda tüm faktörlerin
kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı seviyede farklılaştıkları tespit
edilmiştir. (p<0,05)
Tematik
403
Tablo12: Faktörlerin Yapılanma Sonrası İç Tutarlılıkları
Friedman Testi
Çalışanların
İş Tatmini ve
Motivasyonu
Faktör
Std.Sap χ2
Ortalaması
Kişisel İş
Tatmini
3,0
1,05
71,17
Kişisel Beceri
4,6
Kişisel Etki
Kişisel Yetke
sd
p
36
0,000 1,82
0,82
1807,45 16
0,000 3,60
3,1
1,33
101,06
12
0,000 1,97
3,7
1,19
181,74
12
0,000 2,61
Ortalama
Sıralaması
Anlamlılık
χ2=462,400
sd=3
p=0,000
Çalışanların iş tatmini ve motivasyonunu etkileyen faktörler
incelendiğinde, bu faktörlerin birbirleri arasında anlamlı seviyede
farklılaştığı görülmektedir (p=0,000<0,05). Bu sonuç aşağıdaki tabloda
görülmektedir. Motivasyonu oluşturan faktörlerde %89,5’lik bir oranla en
fazla kişisel becerinin motivasyonu etkilediği ortaya çıkmaktadır.
Tablo13: Motivasyon Faktörlerinin Birbirleri Arasındaki Farklılıklar
Çalışanların İş Tatmı̇ nı̇ ve
Motı̇ vasyonu
Önem
Sıralaması
Önem
Derecesi (%)
Test
Değerleri
Kişisel İş Tatmini
1,81
57,5
χ2=338,984
Kişisel Beceri
3,55
89,5
sd=3
Kişisel Etki
2,35
66,3
p=0,000
Kişisel Yetke
2,29
64,7
5.MOTİVASYON FAKTÖRLERİNİN ARALARINDAKİ
YAPILANMA ÖNCESİ VE SONRASI FARKLILIKLAR
Yapılanma öncesi motivasyona dair elde edilen veriler ile yapılanma
sonrası elde edilen veriler karşılaştırıldığında çalışanların iş tatmini ve
motivasyonunda yapılanma sonrasında bir farklılık bulunmuştur. Bu
farklılık çalışanların kişisel etki ve kişisel yetke faktörlerinde gözlenmiştir.
Kişisel etki yapılanma sonrasında %7 artış gösterirken, kişisel yetke
motivasyonunda %12 düşüş ortaya çıkmıştır(p<0,05). Sonuçlar aşağıdaki
tabloda görülmektedir.
404
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tablo14: Motivasyon Faktörlerinin Yapılanma Öncesi ve Sonrası Aralarındaki
Farklılıklar
Önce
Çalişanlarin
İş Tatmini ve
Motivasyonu
n
3,00
1,05
350
2,88
1,08
318
1,453
96%
Kişisel Beceri
4,60
0,82
350
4,48
0,89
318
1,807
97%
Kişisel Etki
3,10
1,33
350
3,32
1,12
318
-2,319
107%
Kişisel Yetke
3,70
1,19
350
3,24
1,29
318
4,775
88%
İş
mean
sd
n
Z*
Değişim
oranı
sd
Kişisel
Tatmini
mean
Sonra
*Z (α/2) = 1,96
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, motivasyon faktörlerinin
yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası arasındaki farklılıklarına yani
ortalama değerlerine (mean) bakıldığında, değerlerin birbirine çok yakın
olduğu ve aralarında anlamlı bir farklılığın olmadığı görülmektedir. Ancak,
yapılan Z testi sonuçlarına bakıldığında ise, kişisel iş tatmini ve kişisel beceri
faktörleri için Z değerlerinin kabul bölgesinde kaldığı, kişisel etki ve kişisel
yetke faktörleri için Z değerlerinin ise red bölgesinde olduğu görülmektedir.
Bu göstermektedir ki; yapılanma öncesi çalışan motivasyonuna dair elde
edilen veriler ile yapılanma sonrası elde edilen veriler karşılaştırıldığında
çalışanların motivasyonlarında anlamlı bir farklılık olmuştur. Dolayısıyla
H4 ve H5 hipotezleri kabul edilerek, Ho hipotezi red edilmiştir.
SONUÇLAR
Yukarıda sunulan araştırma bulgularından çıkarılan sonuçlar genel
olarak aşağıda verilmiştir;
-
H1 hipotezi kabul edilmiştir. Yani, çalışanların motivasyonu ile
demografik özellikler arasında bir ilişki vardır. Yaş, eğitim, çalışma
süresi ve statü özellikleri ile motivasyon faktörleri arasında pozitif
bir ilişki olduğu görülmüştür. Yaş arttıkça, kişisel iş tatmini ve kişisel
etki artmakta; Eğitim düzeyi yükseldikçe, kişisel iş tatmini, etki ve
yetke artmakta; çalışma süresi ilerledikçe, kişisel iş tatmini artmakta
ve statü yükseldikçe yine kişisel iş tatmini, etki ve yetke artmaktadır.
-
H2 ve H3 hipotezleri red edilmiş, Ho hipotezi kabul edilmiştir.
Çünkü, çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel iş tatmini
değerinde ve çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel beceri
Tematik
405
değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık yoktur.
-
H4 ve H5 hipotezleri kabul edilmiştir. Yani, çalışan motivasyonunun
bir ölçütü olan kişisel etki değerinde ve çalışan motivasyonunun bir
ölçütü olan kişisel yetke değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma
sonrası bir farklılık vardır. Kişisel etki yapılanma sonrasında %7
artış gösterirken, kişisel yetke motivasyonunda %12 düşüş ortaya
çıkmıştır. Bu da işletmedeki yönetim politikasına bağlı olabilir.
Yönetim çalışanın sorumluluk alanını arttırırken, yönetsel yetke
kullanımını ve karar verme yetkisini azaltmış olabilir.
-
H6 hipotezi kabul edilmiştir. Yani, motivasyonu oluşturan kişisel
iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki ve kişisel yetke faktörlerinin
kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı seviyede bir farklılaşma
vardır. Çalışanların iş tatmini ve motivasyonunu etkileyen faktörler
incelendiğinde, bu faktörlerin birbirleri arasında anlamlı seviyede
farklılaştığı görülmektedir. Motivasyonu oluşturan faktörlerde
%89,5’lik bir oranla en fazla kişisel becerinin motivasyonu etkilediği
ortaya çıkmaktadır.
KAYNAKÇA
ASGARY, Nader & MITSCHOW, Mark C., (2002), “Toward a Model for
International Business Ethics”, Journal of Business Ethics, Vol 36, pp.239246.
ÇETİN, Canan, (1996), Yeniden Yapılanma, Girişimcilik, Küçük ve Orta Boy
İşletmeler ve Bunların Özendirilmesi, Der Yayınları, İstanbul.
ERDOĞAN, İlhan, (1994), İşletmelerde Davranış, Beta Yayınları, İstanbul.
ESER, Gül, (2007), Etik İklim ve Yöneticiye Güvenin Örgüte Bağlılığa Etkisi, T.C.
Marmara Üniv., SBE, İşletme ABD, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
HAMMER, Michael & STANTON, Steven, (1998), Değişim Mühendisliği Devrimi,
Sabah Yayınları, 1998.
KAYABAŞI, Aydın, (2008), “ KOBİ’lerde Rekabet Gücünün Geliştirilmesinde
Müşteri İlişkileri Yönetimi ”, MPM Verimlilik Dergisi Sayı:3, s.37.
ROBINS, Stephen, (1996), Human Resource Management, 5. Edit, John Willey,
New York.
SUTHERLAND, Valerie J., & COOPER, Cary L., (1990), Understanding Stress A
Psychological Perspective For Health Professional, Chapman And Hall.
TEKİN, Mahmut, (2004), Toplam Kalite Yönetimi, 3. Baskı, Ankara.
TÜZ, Melek, (2004), Değişim ve Kaos Ortamında İşletme Davranışı, Alfa Yayınları,
İstanbul.
VARDAR, Abdül, (2001), Bireysel ve Kurumsal Değişimde Yeniden Yapılanma
Stratejileri, Kariyer Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Tematik
407
TÜRKİYENİN COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ TABANLI
İNSANİ GELİŞİM ENDEKS HARİTASI
GEOGRAPHIC INFORMATION SYSTEMS BASED HUMAN
DEVELOPMENT INDEX MAP OF TURKEY
Handan ÇAM1
ÖZET
İnsani gelişmenin birçok yönü bulunmaktadır. Bu kapsamda Birleşmiş
Milletlerin insani gelişim endeksi adı altında üç değişkenle hesapladığı endekste de
tamamen insan hayatının refahına dayalı bir hesaplama yöntemi kullanılmaktadır.
Bu üç değişken; kişinin gelir düzeyi, eğitim düzeyi ve sağlık düzeyidir. Bu temel
bileşenler yüksek oranlarla bu endeksin içine girdiği zaman zaten insan hayatının
refah seviyesi ve diğer alanlardaki ilerleme ve gelişme imkanları da artacaktır. Bu
bağlamda çalışmanın amacı; Bileşmiş Milletler tarafından belirlenen insani yaşam
endeksinin alt parametreleri olan, doğumda beklenen yaşam süresi, yetişkin
okur/yazar oranı, okula kayıt oranı, satın alma gücüne göre hesaplanan kişi
başına GSYİH değişkenlerini kullanarak coğrafi bilgi sistemleri tabanlı haritasını
oluşturmaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon analizi kapsamında Türkiye IBSS 3
düzeyinde bölgelere ayrılmıştır. Farklı gelişmişlik düzeyleri lokal R² değerlerine
göre farklı renklerle birbirinden ayrılmıştır. Elde edilen bölgesel olarak farklı
değerlerdeki endeksler değerlendirilerek refahın en yüksek ve en düşük olduğu
bölgeler belirlenmiştir. Ayrıca çalışmanın çıktıları kapsamında, alınacak tedbirler
için önerilerde bulunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: İnsani Gelişim İndeksi, CBS, Mekânsal Regresyon
ABSTRACT
There are many aspects of human development. In this context, the
indispensability that the United Nations has calculated with three variables under
the name of human development index is entirely based on the welfare of human
life. These three variables are income level, education level and health level. When
these basic components enter this index with high ratios, the level of prosperity of
human life and the possibilities of progress and development in other fields will
also increase. In this context, the aim of this study is to construct a geographic
information systems based map using the subparameters of the human life index
determined by the Composite Nations, life expectancy at birth, adult literacy rate,
enrollment rate, GDP per capita calculated on purchasing power. The scope of
geographical weighted regression analysis, Turkey is divided into regions in IBSS3
1 Dr. Öğr. Üyesi, Gümüşhane Üniversitesi İ.İ.B.F., Yönetim Bilişim Sistemleri Bölümü,
hcam@gumushane.edu.tr
408
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
level. Different levels of development are separated by different colors according
to local R² values. The obtained indexes in the regions with different values
determined the regions with the highest and lowest welfare. In addition, within the
scope of the outputs of the study, suggestions have been made for the measures to
be taken.
Keywords: Human Development Index, GIS, Spatial Regression
GİRİŞ
İnsani gelişim endeksi, şehir yaşam endeksi ve öğrenci geçim endeksi
gibi birçok endeks, çeşitli kurum ve sivil toplum kuruluşları tarafından
kullanılmaktadır (Çam, 2013: 130). Bunların içinde en geniş ölçekli
kullanım ise UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) birimince
geliştirilen insani gelişim endeksidir. UNKP tarafından 1990 yılından
bu yana yayınlanan insani gelişim raporlarında yer alan endeks sadece
insanların gelirine bağlı bir parametre oluşturmak yerine gelirin yanında
eğitim, sağlık, yaşam süresi gibi farklı değişkenlere bağlı bir parametre
oluşturarak insani gelişimi sadece maddi boyutuyla sınırlandırmamıştır.
UNDP oldukça isabetli bir tespit olan bu yaklaşımı dikkate alıp her yıl bu
bakış açısını yineleyerek gelişmekte olan ülkelere rehberlik etmektedir.
Anand ve Sen 1994 yılında insani gelişim endeksi içerikli çalışmalarında
yaşamda meydana getirilen tüm faaliyetlerin insan refahı üzerine
kurulu olduğunu ve insanların yaşadığı hayatın sadece gelir ile sınırlı
olmadığını, özgürlüklerin ve başarıların ve diğer insani özelliklerin temel
alınması gerekliliğini vurgulamışlardır. 1990‘da ilki yayınlanan insani
gelişim endeksinin amacı, küresel boyutta birçok politika ile desteklenen
ekonomik oluşumların aslında insan refahı için yapıldığını ve insanların
yaşam kalitesinin odak noktası olması gerekliliğinin vurgulanmasıdır.
İlk yayınlandığı yıllardan bu yana insani gelişim endeksi, yayın araçları,
akademik çevre, sivil toplum kuruluşları ve devlet kurumları tarafından
insanların yaşam refahını artırma yolunda yeni politikalar üretmek, elde
edilen verileri değerlendirerek farklı bölgelerdeki yaşam seviyelerini
karşılaştırmak ve insan refahı açısından ortada olan eksiklikleri belirlemek
için kullanılmaktadır. Bu bağlamda çalışmanın amacı; UNDP tarafından
belirlenen insani yaşam endeksinin alt parametreleri olan, doğumda
beklenen yaşam süresi, yetişkin okur/yazar oranı ve gayrı safi okula kayıt
oranı, satın alma gücü paritesine (SGP) göre hesaplanan kişi başına GSYİH
değeri dikkate alınarak coğrafi bilişim sistemleri yöntemleri kullanılarak
Türkiye’yi IBSS 3 düzeyinde insani gelişim endeks bağımlı değişkenine
göre bölgelere ayırmaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon yöntemiyle her şehir
için ayrı bir endeks hesaplanarak haritalandırılacaktır. Farklı gelişmişlik
düzeyleri standart sapma değerlerine göre farklı renklerle birbirinden
ayrılacaktır. Elde edilen bölgesel olarak farklı değerlerdeki endeksler
Tematik
409
değerlendirilerek refahın en yüksek ve en düşük olduğu bölgeler belirlenecek
ve bu doğrultuda gerekli tedbirler için akademik seviyede önerilerde
bulunulacaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon yöntemiyle her şehir için ayrı
bir endeks hesaplanarak haritalandırılacaktır. Farklı gelişmişlik düzeyleri
standart sapma değerlerine göre farklı renklerle birbirinden ayrılacaktır.
Elde edilen bölgesel olarak farklı değerlerdeki endeksler değerlendirilerek
refahın en yüksek ve en düşük olduğu bölgeler belirlenecek ve bu doğrultuda
gerekli tedbirler için akademik seviyede önerilerde bulunulacaktır. Türkiye
UNDP tarafından 2015 yılında yayınlanan rapora göre 0,761’lik insani
gelişim endeks puanı ile 188 ülke arasında 72. Olmuştur. 2016 yılında ise
bir sırada daha yükselerek 0,767 endeks puanı ile 188 ülke arasında 71.
Sırada yer almıştır. 1990 ile 2015 yılı arasında endeks puanı açısından
Türkiye %32,2 lik bir artış göstermiştir. Ayrıca bunun yanında kişi başına
gayri safi milli hasıla oranında ise bu yıllar arasında yaklaşık %78,2’lik
bir artış göstermiştir. Çalışma bu noktada da elde edilen en son 0,767’lik
endeks puanının hangi bölgeler tarafından güçlendirildiğini hangi
bölgeler tarafından zayıflatıldığını tespit ederek bölgesel bir karşılaştırma
yapma imkanı sunacaktır. Bu endeks puanının daha yüksek bir noktaya
taşınabilmesinde hangi bölgelerin daha fazla desteklenerek güçlendirilmesi
gerektiği de ayrıca tespit edilecektir. Bu doğrultuda örneklem olarak IBSS
3 düzeyinde yer alan şehirler kullanılacaktır. Analizler için coğrafi bilgi
sistemlerinin verilerinin analizinde sık kullanılan ArcGIS 10.3 paket
programından faydalanılacaktır.
1. LİTERATÜR TARAMASI
Hicks (1997) yapmış olduğu çalışmada; Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı tarafından tasarlanan IGE (İnsani Gelişim Endeksi)’ne gelir,
eğitim ve uzun ömürlülüğün dağılımsal eşitsizliklerinin de dahil edildiği
bir yöntem önermiştir. Çalışmada 20 tane gelişmekte olan ülke için Gini
katsayıları oluşturuluyor ve yıllık gelirdeki eşitsizlikleri eğitimsel kazanımı
ve yaşam boyu kazanımı ölçüyor. Daha kapsamlı bir endeks oluşturulmaya
çalışılıyor. Bu hesaplamalar, Bir Eşitsizliğe Uyarlanmış İnsani Gelişme
Endeksi (IAHDI) üretmek için İGE’den gelen verilerle birleştirilmiştir.
Gelişimi değerlendirmek ve geliştirmek için bu önerilen endeksin sonuçları
dikkate alınmıştır.
Lee ve diğerleri (1997) yapmış oldukları çalışma ile Dünyadaki bebek
ve anne ölüm oranlarını tahmin etmiş ve IGE’nin bireysel bileşenlerinin
bireysel ülkeler için bebek ve anne ölüm oranlarını ne kadar iyi tahmin
ettiğini değerlendirmişlerdir. IGE bileşenleri için ölüm oranları ve değerler
hakkındaki veriler Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası’ndan alınmıştır.
1987-1908 döneminde dünya genelinde yılda yaklaşık 9 milyon bebek
ölümü ve 349.000 anne ölümü meydana geldiğini, sırasıyla 100.000 canlı
410
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
doğumda 1000 bebek ve 250 anne ölüm oranı elde edilmiştir. IGE, hem
bebek hem de anne ölüm oranlarının güçlü bir göstergesidir. Çalışmanın
sonucunda, IGE’nin her bir bileşeninin, hem bebek hem de anne ölüm
oranları ile güçlü bir şekilde ilişkisi olduğunu ve IGE’den beklenen yaşam
beklentisinin ortadan kaldırılması, IGE’nin bebek veya anne ölüm oranları
için tahmin gücünü önemli ölçüde azaltmadığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca
IGE’nin sadece sosyoekonomik kalkınma için yararlı bir önlem değil, aynı
zamanda bireysel ülkeler için bebek ve anne ölüm oranlarının güçlü bir
yordayıcısı olduğu tespit edilmiştir.
Ravallion, (1997) yaptığı çalışmada, 1996 İnsani Gelişme Raporu
(UNDP, 1996) ekonomik büyüme ve insani gelişme ile ilgilidir. Serideki
geçmiş raporlarla uyumlu olarak, belirli büyüme oranlarında “insani
gelişme göstergelerini” iyileştirmede ülke performansının çeşitliliğini
vurgulamıştır. Bu makale, İnsan Gelişim Raporlarının bu konuda ne
söylediğini gözden geçirmekte, ana mesajların veri ve analizle ne kadar iyi
desteklendiğine ve bunların kamu eyleminin temeli olarak ne kadar zor
olduklarını değerlendirmiştir.
Noorbakhsh (1998) yaptığı çalışmada, 1990 yılında UNDP tarafından
yayınlanan insani gelişim endeksini farklı parametrelerle değiştirerek yeni
bir gelişim endeksi elde etmeye çalışmıştır. Çalışmanın sonucunda elde
edilen yeni endeks farklı gelişmişlik düzeyindeki farklı gruptaki ülkeler
tarafından ortaya çıkan farklı durumları tanımlamak için kullanılabileceğini
göstermiştir.
Sagar ve Najam (1998) yapmış oldukları çalışmada; raporların kavramsal
boyutta görevlerini ne kadar yerine getirdiğini değerlendirmişlerdir. Bu
bağlamda İGE’nin gelişmesi konusunda ilerlemeler ortaya çıkarmayı
planlamaktadır. Yapılan incelemeler sonucunda, raporların orijinal
vizyonları ile koptuğunu ve endekslerin Dünyanın içinde bulunduğu esas
durumu yakalamakta başarısız olduğunu gösteriyor.
Morse (2003) yapmış olduğu çalışmada, Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı’nın (UNDP) İGE’’nin doğasında bulunan uçuculuğu araştırmayı
amaçlamıştır. IGE, insani gelişmedeki ilerlemeyi karşılaştırmak için basit
ve şeffaf bir araç olmayı amaçlamakta ve kişi başına düşen yaşam beklentisi,
eğitim ve GSYİH toplamını içermektedir. Bu makale, UNDP tarafından
istihdam edilen çeşitli metodolojileri kullanarak, basitleştirilmiş 114 ülke
örneği için İGE’yi yeniden hesapladığı sonuçları sunmaktadır. Sonuçta,
HDR’lerde verilen orijinal sıralarla kıyaslandığında yeniden hesaplanan
İGE sıralamada bir dizi sapma göstermiştir.
Despotis (2005) yapmış olduğu çalışmada, IGE değerlendirmesi veri
zarflama analizi (VZA) ışığında tekrar ele almıştır. Ülkelerin basit bir
sıralaması yerine, insani kalkınmada en iyi ülkelerin deneysel gözlemleri
Tematik
411
temelinde kıyaslanmıştır. İlk olarak, IGE ile aynı çizgide, ülkelerin
kalkınmadaki göreceli performanslarını değerlendirmek için VZA ile bir
model geliştirmiştir. Son olarak, insan gelişiminin değerlendirilmesinde
dönüşüm paradigmasını tanıtmıştır. Ülkelerin gelirleri bilgi ve yaşam
olanaklarına dönüştürmede göreli verimliliğini tahmin etmek için bir VZA
modeli geliştirmeye çalışmıştır.
Gürses (2009) İnsani Gelişme ve Türkiye” isimli çalışmasında, ilk olarak
‘insani gelişmeyi kavramsal temelini oluşturan ‘yapabilirlik yaklaşımı’
çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır. Çalışmanın devamında ise Türkiye’nin
insani gelişme açısından uluslararası sırasını ve yıllar içinde gösterdiği
gelişimi değerlendirmiştir. Çalışmanın sonucunda, Türkiye gelişen ülkeler
arasında yer almaktadır fakat yüksek insani gelişme kategorisindeki ülkeler
arasına girememiştir. Gürses, ilerde uygulanacak politikalar açısından
eğitime yatırımların artırılmasının isabetli bir karar olacağını belirtmiştir.
Harttgen ve Klasen (2011) çalışmalarında, iç göçün, gelişmekte olan
ülkelerdeki en büyük insan akışını oluşturmakta ve insanların insani
gelişimlerini iyileştirmek için en önemli fırsatlardan biri olduğunu
belirmişlerdir. Göçmen olmayanlara göre iç göçmenlerin insani gelişme
düzeyleri arasındaki farklılıkları değerlendirmek için İçsel Göçmenlik
Durumunu kullanarak İnsani Gelişme Endeksi’ni hesaplamışlardır.
Çalışmada, düşük gelirli 16 ülkenin örneklemine yönelik ampirik bir örnek,
genel olarak, iç göçmenlerin göçmen olmayanlara göre biraz daha yüksek
bir insani gelişme düzeyine ulaştığını göstermektedir. Bu gelişmelerin
nedeninin ise büyük ölçüde göçmenlerin yüksek gelirlerine bağlı iken,
eğitim ve sağlıktaki farklılıkların daha küçük olmasından ileri geldiği tespit
edilmiştir.
Herrero ve diğerleri (2012) “Daha Yeni Bir İnsani Gelişme Endeksi”
isimli çalışmalarında, İnsani Gelişme Endeksi, İnsani Gelişme Raporu’nun
2010 baskısında önemli değişiklikler yaşadığını ve bu değişikliklerin, bu
endeksin geleneksel tasarımının bazı bilinen eksikliklerine cevap vermekte
ve önemli gelişmeler sağladığını düşünmektedirler. Yeni endekste ele
alınması gereken bazı tutarsızlıklar vardır (özellikle eğitim başarılarına
yaklaşmak için bir karma değişkenin kullanımı, gelir değişkeni için
logların kullanımı ve benimsenen normalleşme türü). Bu çalışmada, bu
tutarsızlıkları tartışılarak bunlardan kaçınmak için yeterli olabilecek bazı
küçük değişiklikler önerilmiştir.
Beja Jr (2014) İGE’yi tekrar gözden geçirmiştir. Çalışmasında, Eşitsizliğe
Uyarlanmış İnsani Gelişme Endeksi, 2010 yılında İnsani Gelişme
Raporlarının 20. Yıl dönümünde kabul edildiğini ve bununla birlikte,
Eşitsizliğe Uyarlanmış İnsani Gelişme Endeksinin (EUIGE) hesaplamaları
için bir ceza düzeneği kullanıldığında, sonuçların ayarlamaları abarttığını
412
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
göstermiştir. Bu makalede, hesaplamaların İnsani Gelişme Endeksinin altta
yatan kazanımı ile uyumlu hale getirilmesi ve düzeltmelerdeki yanlılığı en
aza indirgemek için prosedürde revizyon önerilmektedir. Çalışma ayrıca,
EUIGE’ne bir uzantının, özellikle de EUIGE’nin hesaplanmasında öznel bir
eşitsizlik ölçüsünün dahil edilmesini önermektedir.
Ray ve diğerleri (2016) IGE ile ilgili yaptıkları çalışmada, Biokütlenin,
gelişmekte olan dünyanın kırsal bölgelerindeki en güvenilir enerji
kaynaklarından biri olduğunu ve biyolojik kütlenin enerji kalitesi ve emisyon
yoğunluğu açısından, türlerden türlere ve ayrıca işleme tekniklerine göre
değiştiğini vurgulamışlardır. Etkin enerji üretimi ve emisyon yoğunluğu,
sağlık, eğitim ve gelir üretme üzerinde doğrudan etkiye sahip olduğundan,
bunlar insani gelişim endeksinin (IGE) ana girdisi haline gelir. Çalışmada,
enerji kalitesinin IGE değeri üzerindeki etkisini ölçmek için farklı coğrafi
bölgelerdeki birkaç kırsal alanda uzun dönemli arazi çalışmaları yapılmıştır.
Çalışmanın sonuçları, coğrafi konumların ve mevcut altyapının üstün
kaynaklara erişim sağlamada ayrı bir rol oynadığını göstermiştir. Ayrıca
bu kaynakların adaptasyonu ekoloji, ekonomi ve yetkilendirme konusunda
önemli olumlu katkılarda bulunmuştur.
Spangenberg (2016) makalesinde, mevcut, genellikle karmaşık ve veri
ağırlıklı kurumsal KSS yönetim ve raporlama araçlarına, makro düzeyde
bir kavramdan borç alarak şeffaf, kolay anlaşılır bir ek önermiştir. Sermaye
stoku yaklaşımını ve emeğin geleceği konusundaki söylemini kullanarak,
UNDP’nin İGE’sinin kriterlerini ve kategorilerini şirket seviyesinde
yansıtmak suretiyle CHDI’yı oluşturmuştur. Temel bileşenleri (1) uzun
ömürlü ve endüstriyel ilişkiler, (2) eğitim, bilgi ve beceriler ve (3) yaşam
standardı ve dağıtım adaletidir. CHDI’yı kurumsal yönetime ve hedef
belirlemeye entegre etmek, paydaş yönetimli bir kilit grup olan kurumsal
personele genişleterek risk yönetimine bir katkı sunmaktadır.
Riahi ve diğerleri (2018) yılında yapmış oldukları çalışmada, 2015 yılında
5 yaş altı çocuklarda her 1000 doğumda İGE diyare ölümleri üzerindeki
etkisini araştırmıştır. Ayrıca, İGE ile daha iyi içme suyu kaynakları ve
sanitasyon tesisleri kullanımı arasındaki ilişki değerlendirilmiştir. Bu
çalışmaya, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yürütülen Küresel
Analiz ve Sanitasyon ve İçme Suyunun Değerlendirilmesi (GLAAS) ‘da yer
alan 75 ülke katılmıştır. Çalışmanın sonucunda, 2015 yılında çocuklarda
1000 canlı doğumda IGE ve diyare ilişkili ölümler arasında anlamlı bir
ilişki olduğunu göstermiştir (B = −354.85, CI95%: −408.91, −300,79).
Çalışmadaki bu bulgular, IGE ile çocuklarda diyare hastalığına ilişkin
önlemler arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bu nedenle, çocuk sağlığına
ilişkin Binyıl Kalkınma Hedefleri’ne ulaşmak için, politika yapıcıların
sağlığı etkileyen çevresel ve sosyal faktörlere odaklanmaları gerektiğini
göstermiştir.
Tematik
413
Freire ve diğerleri (2018) çalışmalarında, İGE boyutları arasındaki
bireysel ilişkileri (örn. eğitim, gelir veya yaşam beklentisi) ve olası
erişimleri araştırmayı amaçlanmışlardır. Araştırmalar EMBASE ve
PubMed veritabanlarında yapılmıştır. Çalışmada, sistematik bir inceleme
ile otuz beş makale yer almıştır. Hiçbir çalışma IGE’ni bağımsız değişken
olarak kullanmamıştır, ancak seçilen tüm makaleler aynı çalışmada,
yürüyüş performansı ile bireysel ya da iki IGE boyutu arasındaki ilişkiyi
bulmuştur. IGE ana değişken olarak hiçbir çalışmada bulunamamıştır.
Çalışmada kanıtlar üç IGE boyutuyla güçlü bir ilişki göstermiştir: eğitim,
gelir ve yaşam beklentisi, bireysel düzeydeki sosyal faktörlerin yürüyüş
performansını etkilediğini düşündürmektedir.
2. METODOLOJİ
2.1. Araştırmanın Amacı
Araştırmanın temel amacı; UNDP tarafından belirlenen insani yaşam
endeksinin alt parametreleri olan, doğumda beklenen yaşam süresi,
yetişkin okur/yazar oranı, gayrı safi okula kayıt oranı, satın alma gücüne
göre hesaplanan kişi başına GSYİH değeri dikkate alınarak coğrafi bilgi
sistemleri yöntemleri kullanarak mekânsal olarak ağırlıklandırmaktır.
Türkiye IBSS 3 düzeyinde insani gelişim endeksi bağımlı değişkenine göre
bölgelere ayrılacaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon yöntemiyle her şehir
için ayrı bir endeks hesaplanarak haritalandırılacaktır. Farklı gelişmişlik
düzeyleri lokal R² değerlerine göre farklı renklerle birbirinden ayrılacaktır.
Elde edilen bölgesel olarak farklı değerlerdeki endeksler değerlendirilerek
refahın en yüksek ve en düşük olduğu bölgeler belirlenecek ve bu doğrultuda
gerekli tedbirler için akademik seviyede önerilerde bulunulacaktır.
2.2. Araştırmanın Değişkenleri
2.2.1. İnsani Gelişim Endeksi
Gelişme kavramı çok yönlü ve içeriğinde birçok kavramı barından bir
olgudur. Bu sebeple gelişme demek sadece üretim ve kişi başına gelir akla
gelmemelidir. İktisadi, sosyal, kültürel, politik yapılardaki meydana gelen
iyileşmelerde bu kavramın içinde olmalıdır (Han ve Kaya, 1999:2). 1980’li
yıllardan itibaren iktisatçıların çoğu gelişimin belirlenmesinde kullanılan
araçlardan birisi olan GSYİH’nın yeterli olmadığı savunulmaktaydı
(Todaro, 1992: 359). İnsani gelişim kavramı ilk olarak 1990’da birleşmiş
milletler kalkınma programı tarafından kullanılmıştır. Bu nedenle o
dönemde ülkelerin kalkınmışlık parametrelerinin içeriği de değişmiştir.
Bununla birlikte UNDP, 1990 yılından itibaren her yıl gelişimle ilgili rapor
yayınlamaya başlamıştır. Bu rapor farklı ülkelerin gelişmişlik düzeyleri
414
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
belirten bazı endeksler ortaya koymaktadır. Bu endeksler 175’den fazla
hatta son dönemlerde 188 farklı ülkenin insan refahına dayanan gelişmişliği
ölçen endekslerdir (UNDP, 1998). Bu endeksin hesaplanmasında beklenen
yaşam süresi, okuryazarlık oranı ve kişi başına GSYİH alt parametreler
olarak belirlenmiştir. Gelir parametresi GSYİH’nın logaritması alınarak
bulunmaktadır. İnsani gelişim endeksini oluşturan bu üç parametre eşit
olarak ağırlıklandırılmıştır. Çünkü insan refahı için bu üç parametre eşit
seviyede gerekli görülmektedir (UNDP,1990:109, UNDP,1999:12).
Sen’in endeks hakkında yapmış olduğu çalışmalar dikkate alınarak 1999
yılında yayınlanan insani gelişim endeksi tekrar revize edilerek aşağıda
belirtilecek olan formül elde edilmiştir. 1999 yılından itibaren de bu endeks
değiştirilmeden kullanılmaktadır (UNDP, 2005:341).
2.2.2. Sağlık Düzeyi
Sağlık ile ilgili endeks, doğuşta beklenen yaşam süresi (DBYS)
değişkeninden oluşturulmaktadır. DBYS değişkeni, bir kişinin beklenen
yaşam süresidir. Bu değişkene ait veriler Türkiye İstatistik Kurumu
tarafından oluşturulmaktadır (TÜİK, 2016).
2.2.3. Eğitim Düzeyi: Okur/yazarlık ve Okullaşma
Bilginin en önemli alt parametreli okur/ yazarlık ve okullaşma oranıdır.
Okur/yazarlık bilginin ortaya çıkarılmasındaki ilk aşamadır. Kaliteli eğitime
ulaşmanın ve bu eğitimle kaliteli yaşama ulaşmanın en önemli unsuru olan
okur/yazarlık insani gelişimi niteleyen bir alt değişkendir (UNDP, 1990).
2.2.4. Gelir Düzeyi
Kişi başına düşen milli gelir, bir ülkede veya beli bir bölgede yaşayan
insanların ortalama gelir düzeyini ifade eden bir kavramdır. Kişi başına
düşen milli gelir, bir ülkede yaşan bireylerin ulusal gelirden aldıkları
gerçek geliri göstermemektedir. Kişi başına düşen milli gelir, bir ülkenin
mevcut milli gelir varlıklarının o ülkenin nüfus oranına bölünmesi
ile hesaplanmaktadır.
2.3. Örneklem Süreci ve Analiz Yöntemi
Çalışmanın örneklemini İBSS 3 düzeyinde yer alan şehirler
oluşturmaktadır. Avrupa Birliği’ne ayrıntılı veriler sunmak üzere Avrupa
Birliği İstatistik Ofisi tarafından 1970-1975 yılları arasında İstatistiki Bölge
Birimleri Sınıflandırmasının (İBBS) ortaya çıkarılmasının temel nedeni,
bölgesel tabanlı istatistiki verileri toplamak, sosyo-ekonomik analizler
yapmak ve ülkeye yönelik bölgesel politikalar oluşturulmasıdır (Yılmaz
ve diğ., 2007). Düzey 3 kapsamında her il bir İstatistiki Bölge Birimini
Tematik
415
tanımlamış olup, toplam 81 adettir. Çalışmada kullanılan sağlık, eğitim
ve gelir düzeyine ait veriler Türkiye İstatistik Kurumu veri tabanından
indirilmiştir. Bağımlı değişken insani gelişim endeksi Birleşmiş Milletlerin
2005 gelişim raporunda belirtilen yöntemlerle hesaplanmıştır.
Coğrafi ağırlıklı mekânsal regresyon konulu literatür tarandığında, bu
yöntemin kullanılmış olduğu ilk çalışmaların Charlton, Fotheringham
ve Brunsdon tarafından 1996, 1998, 1999, 2000, 2001, 2002 yıllarında
ortaya konduğu görülmüştür. Bu çalışmalardan Fotheringham, Brunsdon
ve Charlton tarafından 1996’da ortaya konulan “Geographically
Weighted Regression; A Method for Exploring Spatial Nonstationarity”
isimli çalışmada coğrafi ağırlıklı regresyon il defa ortaya koyulmuştur.
Fotheringham, Brunsdon ve Charlton tarafından 2002 yılında yeni
bir çalışma olarak ortaya konulan ve 2007 yılında tekrar düzenlenen
“Quantitative Geography, Perspectives on Spatial Data Analysis” isimli
çalışmasında coğrafi ağırlıklı regresyon modeli ile ilgili daha geniş çaplı ve
ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.
Ülkeler, illler, kasabalar, köyler…vs. kültürel, sosyal ve ekonomik
yönlerden farklıdırlar. Nedeni ise coğrafi olarak farklı olmalarından ileri
gelmektedir. Coğrafi ağırlıklı regresyon analizleri yardımıyla coğrafi yönden
farklı olan birimlerin ilişkileri tahmin edilebilmektedir. Işık ve Pınarcıoğlu
(2006), Öcal ve Yıldırım (2010) yaptıkları çalışmalarda coğrafi ağırlıklı
regresyon modelini kullanarak yerel katsayı tahminleri oluşturmuşlardır.
Tüm birimler için yalnızca bir ilişki olduğunu varsayan klasik regresyon
modeli şöyledir:
Yi=α0+∑αk.Xk+Ui
i=1,…,n
(k=1,2,…,m)
Formüldeki Yi değeri En Küçük Kareler Yöntemi (EKK) ile tahmin
edilir. CAR Modellerinde ise lokal parametreler yer almaktadır.
Yi=αi0+∑αik.Xik+Ui
(i=1,2….n)
Yukarıdaki formülde görüldüğü üzere klasik regresyon modeline göre
coğrafi ağırlıklı regresyon modeli her bir lokasyon için ayrı ayrı regresyon
katsayısı hesaplamaktadır. Ayrıca her bir lokasyon için hesaplanan ağırlık
matrisine bağlı olarak her bir bölge için ayrı bir model kurmaktadır. Bunun
sonucunda her bir lokasyonun mekânsal dağılımının farklılığı belirlendiği
gibi sonuçlar harita üzerinde de gösterilebilmektedir. Çalışmanın mekânsal
analizleri için ArcGIS 10.3 programı kullanılacaktır.
3. BULGULAR
3.1. Gelir Düzeyinin IBSS 3’e Göre Dağılımı
Türkiye’de gelir düzeyinin 81 il bazında dağılımı Şekil 1’de gösterilmiştir.
416
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Şekil 1: Gelir Düzeyi Dağılımı
Şekil 1’de görüldüğü üzere en düşük gelir düzeyinin Van, Bitlis, Siirt
Muş, Şanlıurfa’da olduğu görülürken en yüksek gelir düzeyinin ise Ankara,
İstanbul ve çevre illerde olduğu görülmektedir.
3.2. Sağlık Düzeyinin IBSS 3’e Göre Dağılımı
Türkiye’de sağlık düzeyinin 81 il bazında dağılımı Şekil 2’de gösterilmiştir.
Şekil 2: Sağlık Düzeyi Dağılımı
Şekil 2’de görüldüğü üzere Doğu bölgeler de yer alan birkaç il hariç
diğer illerin sağlık düzeyi olarak düşük olduğu görülürken iç kesimlerde
yer alan illerde orta düzeyde, batı kısımlarda yer alan illerde ise üst düzeyde
olduğu görülmektedir.
Tematik
417
3.3. Eğitim Düzeyi IBSS 3’e Göre Dağılımı
Türkiye’de eğitim düzeyinin 81 il bazında dağılımı Şekil 3’de
gösterilmiştir.
Şekil 3: Eğitim Düzeyi Dağılımı
Şekil 3’de görüldüğü üzere Ankara, Eskişehir, Bursa ve çevre iller
Türkiye’nin eğitim düzeyi en yüksek illeri olarak haritada yer almaktadır.
Eğitim düzeyi en düşük iller ise Van, Muş, Diyarbakır ve çevre iller olarak
görülmektedir.
3.4. Coğrafi Ağırlıklı Regresyon Analiz Bulguları
Türkiye’nin coğrafi ağırlıklı regresyon dağılım haritası Şekil 4’de
gösterilmiştir.
Şekil 4: Coğrafi Ağırlıklı Regresyon Dağılım Haritası
418
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Şekil 4 incelendiğinde, gelişim endeksinin en düşük olduğu bölgeler
Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgeleri iken Doğu Karadeniz ve
İç Anadolu bölgesinde yer alan birkaç şehirde insani refah açısından düşük
R² değerlerine sahip olduğu görülmektedir. Bolu, Ankara, Eskişehir ve
çevre illerin gelişim endeks oranı olarak diğer iller arasında en yüksek R²
değerlerine sahip oldukları görülmektedir.
İnsani gelişim endeksi bağımlı değişken olarak ele alınarak test edilen
modelin CAR analizi sonuçları Tablo 1’de yer almaktadır. Buna göre modelin
R² değerinin 0,9337 olduğu görülmektedir. Bu değer bağımsız değişkenlerin
bağımlı değişkeni ne oranda açıkladığını göstermektedir. Analiz sonuçları
incelendiğinde AICc değerinin -401,501 olduğu görülmektedir. Analiz
edilen CAR modelinde AICc değerinin düşük olması gerekmektedir. Bu
değerin düşük olması gerekliliğinin nedeni AICc ne kadar küçük olursa
modelin performans gücünün o boyutta iyi olduğu düşünülmektedir. Bu
noktada literatür incelendiğinde, araştırmada elde edilen AICc değerinin
oldukça küçük olduğu görülmektedir.
Tablo 1: Gelir Düzeyi, Eğitim Düzeyi ve Sağlık Düzeyi Değişkenlerinin İnsani
Yaşam Endeksi Üzerindeki Etkisine Dair CAR
Coğrafi Ağırlıklı Regresyon
Residual
Squares
Sigma
AICc
R²
Uyarlanmış R²
0,0298
0,0202
-401,501
0,9337
0,9252
Tablo 2: Mekansal Otokorelasyon Analizleri
Coğrafi Ağırlıklı Regresyon Kalıntılarının
Mekansal Otokorelasyon Analizi
Mekansal Ağırlık
Matrisi
Moran’s I Endeksi
Z Değeri ve P değeri
Birinci Derece Poligon
Komşuluğu
0,761
9,1766 ve 0,000
CAR modelinin analizinde yorumlanması gereken bir diğer değer ise
mekânsal otokorelasyon (Moran I), “herşey başka herşeyle ilişkilidir, yakın
olan şeyler uzak olanlara göre daha çok ilişkilidir” cümlesine dayanan
coğrafyanın ilk kuralı ile ilgilidir (Tobler, 1970:236). Hansen, (1997)’e göre
Moran I; bir serinin dağılımının mekânsal örneğinin, mekanın içindeki
değişkenlerin dizilişi ve bu değişkenlerin arasındaki coğrafi ilişkileri
Tematik
419
vasıtasıyla ortaya çıkarılmasdır. Bu doğrultuda, mekânsal bir yer içindeki
değişkenlerin benzerlikleri veya mekânsal bir kavramın kendisiyle olan
ilişki derecesini ölçen kavrama mekânsal otokorelasyon denilmektedir
(Cliff ve Ord, 1973; Ord, 1981). Moran I mekânsal otokorelasyonu ölçen
en güçlü global ölçüm araçlarından birisidir. Global Moran’s I değerleri +1
ile -1 arasında değerler almaktadır. +1’e yakın değerler komşular arasında
güçlü pozitif benzer ilişkiler gösterirken -1’e yakın değerler ise komşular
arası güçlü negatif ilişkiler ortaya koymaktadır. Bu değerin sıfır olması ise
mekansal rassallığı temsil eder (Tu ve Xia, 2008: 360; Rogerson, 2001).
Bununla birlikte Tablo 2’de Moran I değerinin 0,761 ve Z değerinin
-1,96’dan büyük olduğu görülmektedir. CAR modelinin anlamlılık
düzeyinin ise P=0,000 olduğu görülmektedir. Yani yapılan coğrafi regresyon
analizi sonucunda elde edilen modelin güçlü bir anlamlılığa sahip olduğu
görülmektedir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Son dönemlerde Birleşmiş Milletler tarafından 188 ülke bazında
hesaplanan İGE insanların sadece gelire odaklı bir refahının olamayacağını
savunmaktadır. Endeks üç alt bileşenden oluşmaktadır. Bileşenler
incelendiğinde bir insanın refahının sağlıklı bir yaşam sürmesi, eğitim
konusunda uygar düzeyde olması ve gelir seviyesinin yüksek olmasına
endekslendiği görülmektedir. Bu bağlamda, Türkiye birleşmiş milletler
tarafından 2015 yılında yayınlanan rapora göre 0,761’lik insani gelişim
endeks puanı ile 188 ülke arasında 72. Olmuştur. 2016 yılında ise bir sıra daha
yükselerek 0,767 endeks puanı ile 188 ülke arasında 71. Sırada yer almıştır.
1990 ile 2015 yılı arasında endeks puanı açısından Türkiye %32,2’lik bir
artış göstermiştir. Ayrıca bunun yanında kişi başına gayri safi milli hasıla
oranında ise bu yıllar arasında yaklaşık %78,2’lik bir artış göstermiştir.
Çalışma elde edilen en son 0,767’lik endeks puanının hangi bölgeler
tarafından güçlendirildiğini hangi bölgeler tarafından zayıflatıldığını tespit
etmiştir. Çalışmanın genel R² değerinin 0,9337 olduğu görülmüştür. Z
değerinin ise 9,1766 ile p=0,000 anlamlılık düzeyini desteklemiştir. CAR
analizi ile test edilen modelin diğer bütün parametreleri istenilen düzeyde
elde edilmiştir. CAR analizi sonucunda elde edilen Şekil 4’de yer alan
harita incelendiğinde Ağrı, Van, Bitlis, Siirt ve bu bölge hattında yer alan
bölgelerin insani gelişim endeksi bağımlı değişkeni kapsamında sağlık
düzeyi, eğitim düzeyi ve gelir düzeyi bağımlı değişkenleri ile açıklanma
oranının en düşük olduğu bölgeler olarak öne çıktığı görülmektedir.
Bu illerin son dönemde elde edilen 0,782’lik gelişim endeksinin bu
değeri almada en çok katkı sağlayan iller olduğu söylenebilir. Özellikle
Güneydoğu Anadolu bölgesinde yer alan tüm illerin açıklayıcılık oranı
420
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
olan R² değeri oldukça düşüktür. Değişkenler boyutunda elde edilen genel
R²değeri 0,9337 elde edilen modelde kullanılan bağımsız değişkenlerin
bağımlı değişkeni %93,37 oranda açıkladığını göstermektedir. Geriye
kalan 0,0663 oranın ise başka değişkenlere bağlıdır. Bu bağlamda düşük R²
değerine sahip olan illerin gelir seviyesi, sağlık seviyesi ve eğitim seviyesi
bazında güçlü yatırımlara ihtiyacı vardı. İleriki dönemlerde yüksek bir gelir
endeksi ile karşı karşıya gelmemiz bu illerin en güçlü endeks bileşeni olan
gelir düzeyinin güçlendirilmesine bağlıdır. Bu bileşenin bahsedilen illerde
yükseltilmesi için iş kollarının bu bölgelere yüksek oranda yatırımlarla
desteklenmesi anlamına gelmektedir. Bu bileşen gereken düzeye çekildiği
zaman insanların sağlık ve eğitim düzeyleri de bu değişkene bağlı olarak
yükselecektir. Harita incelendiğinde İstanbul, Bursa, Çanakkale, Konya,
Antalya gibi eğitim ve sağlık konusunda iyi donanıma sahip illerin en iyi
endeks R² değerine sahip olmaları beklenirken orta düzeyde veya orta üst
düzeyde R² değerlerine sahip oldukları görülmüştür. Bunun nedeni CAR
analizlerinde nüfus ve yüzölçümüne göre de ağırlıklandırma yapmasıdır.
İstanbul gibi kalabalık ve yüzölçümü büyük bir şehrin ağırlık oranı ile Bolu
gibi daha düşük nüfusa ve yüzölçümüne sahip bir ilin ağırlığı aynı değildir.
Yani İstanbul ilinin R² değerinin yükselmesi bileşenlerin güçlendirilmesine
bağlıdır.
BİBLİYOGRAFYA
BEJA JR, Edsel, (2014), “Yet, two more revisions to the Human Development
Index”, In Forum for Social Economics, Vol 43, Issue 1, pp. 27-39.
BRUNSDON, C., Fotheringham, A. S., & Charlton, M, (2002), “Geographically
weighted summary statistics—a framework for localised exploratory data
analysis”, Computers, Environment and Urban Systems, Vol 26, Issue 6,
pp.501-524.
CLIFF, A. David, & ORD, J.Keith, (1981), Spatial Process: Models and Applications,
Pion, London.
CLIFF, A. David, & ORD, J.Keith, (1973), Spatial Autocorrelation, Monographs in
Spatial Environmental Systems Analysis, Pion, London.
ÇAM, A. Veli, (2013), “Paydaşlar açısından yeni bir endeks uygulaması: öğrenci
geçim endeksi”, Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Vol 13, Issue 25,
pp.127-144.
FOTHERINGHAM, A. Stewart, & Brunsdon, Chris, (1999), “Local forms of spatial
analysis”, Geographical Analysis, Vol 31, Issue 4, pp.340-358.
FOTHERINGHAM, A. Stewart, Brunsdon, Chris,. & Charlton, Martin E, (2002),
Geographically Weighted Regression: The Analysis of Spatially Varying
Relationship, John Wiley and Sons LTD, Newcastle.
Tematik
421
FOTHERINGHAM, A. Stewart, Charlton, Martin E, & Brunsdon, Chris, (1998),
“Geographically weighted regression: a natural evolution of the expansion
method for spatial data analysis”, Environment and Planning A, Vol 30, Issue
11, pp.1905-1927.
FOTHERINGHAM, A. Stewart, Charlton, Martin E, & Brunsdon, Chris,.
(2001), “Spatial variations in school performance: a local analysis using
geographically weighted regression”, Geographical and Environmental
Modelling, Vol 5, Issue 1,pp.43-66.
FREİRE, R. Campos Pieruccini F Frederico, & Montero M. Odasso, M. (2017), “Are
Human Development Index dimensions associated with gait performance
in older adults? A systematic review”, Experimental Gerontology, Vol 102,
p..59-68.
GÜRSES, Didem, (2009), ‘İnsani gelişme ve Türkiye”, Balikesir University Journal of
Social Sciences Institute, Vol 12, Issue 21, pp. 339-350.
HAN, Ergül, & Kaya, A. Ayşen (2012). Kalkınma Ekonomisi: Teori ve Politika. (2.
Baskı), Nobel Akademik Yayıncılık, Eskişehir.
HARTTGEN, Kenneth, & Klasen, Stephan, (2011), “A human development
index by internal migrational status”, Journal of Human Development and
Capabilities, Vol 12, Issue 3, pp.393-424.
HICKS, Douglas A, (1997), “The inequality-adjusted human development index:
a constructive proposal”, World Development, Vol 25, Issue 8, pp.283-1298.
IŞIK, Oğuz & Pınarcıoğlu M. Melih, (2006), “Geographies of a silent transition:
a geographically weighted regression approach to regional fertility
differences in Turkey”, European Journal of Population/Revue Europenne de
Dmographie, Vol 22, Issue 4, pp. 399-421.
LEE, Kwang-sun, Park, Sang-chul, Khoshnood, Babak, Hsieh, Hal-Lung, &
Mittendorf, Robert, (1997), “Human development index as a predictor of
infant and maternal mortality rates” The Journal of Pediatrics, Vol 131, Issue
3, pp.430-433.
MORSE, Stephen, (2003), “For better or for worse, till the human development
index do us part?, Ecological Economics, Vol 45, Issue 2, pp. 281-296.
NOORBAKHSH, Farhad, (1998), “A modified human development index”, World
Development, Vol 26, Issue 3, pp.517-528.
ÖCAL, Nadir., Yıldırım, Jülide, (2010), “Regional effects of terrorism on economic
growth in Turkey: A geographically weighted regression”, Journal of Peace
Research, Vol 47, Issue 4, pp.1-13.
RAVALLION, Martin, (1997), “Good and bad growth: The human development
reports”, World Development, Vol 25, Issue 5, pp.631-638.
RAY, Supriya, Biswajit Ghosh, Suchandra Bardhan, & Bidyut Bhattacharyya,
(2016), “Studies on the impact of energy quality on human development
index”, Renewable Energy, Vol 92, pp.117-126.
422
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
ROGERSON, A. Peter, (2001), Statistical Methods For Geography, Sage Pablications,
London.
RIAHI, Mina, Ali A. Mohammadi, Vahid K. Moghadam, Zahra S. Robati,
Mohammad Bidkhori, (2018), “Diarrhea deaths in children among
countries with different levels of the human development index”, Data in
Brief, Vol 17, pp.954-960.
SAGAR, Ambuj D, & Najam, Adil, (1998), “The human development index: a
critical review1”, Ecological Economics, Vol 25, Issue 3, pp.249-264.
SPANGENBERG, Joachim H, (2016), “The Corporate Human Development Index
CHDI: a tool for corporate social sustainability management and reporting”,
Journal of Cleaner Production, Vol 134, pp.414-424.
TOBLER, Walde R. (1970), “A computer movie simulating urban growth in the
detroit region”, Economic Geography, Vol 46, pp.234-240
TODARO, Michael P. (1992), “Human Development Report 1992”, Population and
Development Review, Vol 18, Issue 2, pp.359- 363.
TÜİK,
(2016), Haber Bülteni, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.
do?id=18618, Erişim Tarihi: 05.02.2018
UNDP (1998), Human Development Report, Oxford University Press, New York.
UNDP (2005), Human Development Report, Oxford University Press, New York.
YILMAZ, Sevgi, S. Toy, M. A. Irmak Yılmaz, H, (2007), “Determination of climatic
differences in three different land uses of the city of Erzurum, Turkey”,
Building and Environment, Vol 42, pp.1604-1612.
Tematik
423
KIDEM TAZMİNATI FONU TARTIŞMALARINA YÖNELİK
BİR DEĞERLENDİRME1
AN EVALUATION ON THE DISCUSSIONS ABOUT THE
SEVERANCE PAYMENT FUND
Fatih AKPINAR, Özlem DEMİR2∗
ÖZET
Kıdem tazminatı meselesi, çalışma yaşamı gündemine girdiği tarihten itibaren
sürekli tartışılan ve iş mahkemelerinin ağırlıklı dava konusunu oluşturan bu
uygulama olmuştur. Hem işçi hem de işveren tarafını ilgilendirmesi bakımından
ortak bir uzlaşı gerektiren sorunlu bir konulardan biridir. 4857 sayılı İş Kanunu’nda
kıdem tazminatına ilişkin ayrı bir düzenleme olmamakla birlikte, geçici 6. madde
ile kıdem tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu kurulacağı ve bu fona ilişkin
Kanunun yürürlüğe gireceği tarihe kadar 1475 sayılı mülga İş Kanunun 14.
madde hükümlerinin devam edeceği belirtilmiştir. Bu nedenle kıdem tazminatı
fonu üzerine tartışmalar güncelliğini korumaktadır. Çalışmada öncelikle kıdem
tazminatı kavramı ve hak kazanma koşulları açıklanmakta, Kıdem Tazminatı Fonu
Tasarı Taslağının getireceği yenilikler ve bu yeniliklerin hem işçi hem de işveren
açısından yaratacağı değişiklikler hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kıdem Tazminatı, Kıdem Tazminatı Fonu, Sendikalar
ABSTRACT
Severance payment has been a topic which is discussed consistently and filed
in labour courts heavily since the date of its entry into force in labour agenda. It is
among the problematic issues which requires a mutual agreement since it is related
to both employee and employer. Although there is not a separate regulation in the
Labour Law numbered 4857 regarding the severance payments, it has been stated
that a severance payment fund shall be established with the temporary Article 6
and provisions of Article 14 of the former Labour Law numbered 1475 shall apply
until the date of enforcement of the relevant Law on severance payment. Therefore,
the discussions on the severance payment have not lost their topicality. This paper
primarily explains the concept of severance payment and the ways to gain rights,
and makes evaluations on the reforms brought by the Severance Payment Fund
Draft and the changes to occur regarding both the employees and the employers.
Keywords: Severance Payment, Severance Payment Fund, Unions.
1 Bu çalışma, 8-9 Nisan 2017 tarihinde düzenlenmiş olan “Uluslararası Balkan ve Yakın
Doğu Sosyal Bilimler Kongre Serisi-Ruse/Bulgaristan” kongresinde sunulan bildirinin
genişletilmiş şeklidir.
2 Arş.Gör, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, İİBF, fatih.akpınar@gop.edu.tr
Dr. Öğr. Üyesi Gaziosmanpaşa Üniversitesi-İİBF, ozlem.demir@gop.edu.tr
424
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
GİRİŞ
Hukuki niteliği konusunda farklı görüşler bulunmakla birlikte, işçiye
işyerine bağlılığı karşılığı ve ayrıldığı işyerinde çalıştığı süre boyunca
yıpranmasının karşılığı ödenen işten çıkış veya ayrılış tazminatı
olarak tanımlanan kıdem tazminatı, ayrıca işçiye gelir ve iş güvencesi
sağlaması bakımından da önemli bir uygulamadır. 1936 yılında 3008
Sayılı İş Kanunu ile çalışma yaşamına giren kıdem tazminatı üzerine,
işsizlik sigortasının olmaması nedeni ile işsizlik sigortasıdır, kıdem
tazminatı ücretin ödenmeyen kısmı olarak ücrettir, gerçek anlamda bir
tazminattır, iş güvencesi sağlaması bakımından iş güvencesidir ve kıdem
tazminatı ikramiyedir şeklinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu
nedenle tek bir tanımlama yapılamamakla birlikte genel olarak kıdem
tazminatı, belirli bir süre çalıştıktan sonra çeşitli nedenlerle (kanunda
sayılan nedenler) iş sözleşmesi sona eren işçiye, kanuni şartların yerine
gelmesi koşuluyla ve çalıştığı süreyle orantılı olarak işverence toplu
ödenen para miktarını ifade etmektedir. Kıdem tazminatı konusu sosyal
taraflar açısından iş hukukunun en tartışmalı konularından birini
oluşturması anlamında güncelliğini korumaktadır.
Türkiye’de İşsizlik Sigortası Fonu gibi birçok fon oluşturulmuş ve önemli
miktarlarda paraların biriktiği bu fonların amacı dışında kullanıldığı
görülmüştür. Bu anlamda kıdem tazminatı fonunun detaylarına
değinmeden dahi fon uygulamasının başlı başına bir çekince nedeni
olduğunu belirtmek gerekir. Henüz resmi olarak hükümetin TBMM
gündemine getirdiği bir tasarı olmamakla birlikte gerek hükümet
yetkililerinin çeşitli yer ve zamanda yaptığı açıklamalar gerekse
hükümetle görüşme imkanı bulunan işçi ve işveren sendikalarının/
sendika konfederasyonlarının basına yaptıkları açıklamalar düşünülen
değişiklikler hakkında bilgi vermektedir. Buna göre işverenin işçiye
yapacağı ücret ödemelerinde belli bir oranda kesinti yapılarak kıdem
tazminatı fonuna aktarılacaktır. İşçi işten kanuni koşullar çerçevesinde
kıdem tazminatı hak edecek şekilde ayrıldığı veya haklı neden olmaksızın
işten çıkarıldığı takdirde kıdem tazminatını doğrudan bu fondan talep ve
tahsil edecektir.
Çalışmada kıdem tazminatı kavramının ne ifade ettiği, mevcut kanuni
düzenlemeler çerçevesinde kıdem tazminatına hak kazanma koşulları,
kıdem tazminatı fonu taslağı tasarı hakkında genel esaslar ile işverenler
ve işçiler açısından sürdürülen tartışmalar üzerinden kıdem tazminatı
fonunun değerlendirilmesi yapılmıştır.
Tematik
425
1. Genel Olarak Kıdem Tazminatı
Kıdem tazminatı kurumu, hukukumuza ilk defa 1936 yılında 3008 sayılı
kanun ile girmiştir3.1 Kabul ediliş gerekçesinde ise, ülkemizde yaşlılık ve
işsizlik sigortası olmadığı için bu sigorta kolları kabul edilinceye kadar
işçilere kıdem tazminatı adı altında bir ödeme yapılması uygun görüldüğü
(Başbuğ, 2016:221-222) belirtilmiştir. Kıdem tazminatı, 3008 sayılı
kanunun yürürlükte kaldığı sürede, gerekse 931 sayılı İş Kanunu ve bunun
iptali üzerine yürürlüğe konulan 1475 sayılı İş Kanunu’nun çıkarılması
sırasında değişikliklere uğramış, son olarak da 1475 sayılı İş Kanunu’nda
değişiklikler yapan 1927, 2320, 2457, 2762 ve 2869 sayılı kanunların
yürürlüğe konulmasıyla bugünkü biçimini almıştır (Çelik, 2000:217). 2003
tarihinde yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu’nda ise, yeni bir düzenleme
getirilmeyerek 120. maddede 1475 sayılı iş kanunun 14. maddesi hariç
diğer maddelerinin yürürlükten kalkacağı ifade edilmiştir. Ayrıca geçici
6. maddede ise bir kıdem tazminatı fonunun kurulacağı, bu fona ilişkin
kanuni düzenlemenin yürürlüğe gireceği tarihe kadar 1475 sayılı kanunun
14. maddesine göre kıdem tazminatı haklarının saklı olacağı (Aktay, Arıcı
& Kaplan-Senyen, 2013:228) belirtilmektedir. 4857 sayılı iş kanunda kıdem
tazminatına yönelik yeni bir düzenleme yapılmamasının nedeni; 4857
sayılı kanun çıkartılırken, kıdem tazminatının geleceği konusunda sosyal
tarafların bir anlaşmaya varamamış olması (Limon, 2015:148) ile ilgilidir.
1.1. Kıdem
Görüşler
Tazminatının
Hukuki
Niteliği
Hakkında
İş sözleşmesinin sona ermesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan kıdem
tazminatı hukuki niteliği konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bunun
temel nedeni kıdem tazminatının farklı birçok işlevi bir arada görmesidir.
Buna göre, kıdem tazminatı işsizlik sigortasının olmaması nedeni ile
işsizlik sigortasıdır, kıdem tazminatı ücretin ödenmeyen kısmı olarak
ücrettir, gerçek anlamda bir tazminattır, iş güvencesi sağlaması bakımından
iş güvencesidir ve kıdem tazminatı ikramiyedir şeklinde çeşitli görüşler
bulunmaktadır.
-İşsizlik sigortası olduğu görüşü; Türk İş Hukukuna 3008 Sayılı İş kanunu
ile dahil olan kıdem tazminatı, kabul ediliş gerekçesinde o tarihlerde yaşlılık
ve işsizlik sigortası henüz olmaması nedeniyle bu sigorta kolları kabul
edilinceye kadar bu işlevi görmesi amacıyla getirilmiştir (Başbuğ, 2016:
222 ; Tunçomağ & Centel, 2013: 233). Şu an 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası
3 3008 sayılı İş Kanunu 12.06.1936 tarihinde yayımlanmış olup 146.maddesi gereği bir
yıl sonra yürürlüğe girmiştir. 3008 sayılı İş Kanunu m.13/4: “Bilumum işçiler hakkındaki
fesihlerde, beş seneden fazla olan her bir tam iş senesi için ayrıca on beş günlük ücret
tutarında tazminat dahi verilir”. Bu kanunda herhangi bir sebeple iş sözleşmesi feshedilen ve
beş yıllık kıdemi bulunan işçilere her bir tam yıl için on beş günlük ücret tutarında tazminat
verileceği hükme bağlanmıştır (3008 sayılı İ.K. m13/4).
426
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Kanunu’na dayalı olarak işsizlik sigortası uygulaması olmasına rağmen
doktrinde bu kanunun yeteri kadar bu fonksiyonu yerine getirmediğinden
bahisle kıdem tazminatının hala işsizlik sigortası olduğu görüşüne yer
verilmektedir (Işıklı, 2013:109).
-Kıdem Tazminatı Ücrettir; Kıdem tazminatının ücret niteliğinde olduğu
görüşü iş hukuku gündemimize Türk-İş’in 1966 yılında gerçekleştirilen
6.Genel Kurulu İcra Kurulu Çalışma Raporu’yla beraber girmiştir (Narter,
2013:487). Bu görüşe göre kıdem tazminatı işçinin biriken emeği karşılığı
bir ücret mahiyetinde bir gelirdir (Türk-İş 6.Çalışma Raporu, 1966: 70).
-Tazminattır görüşü; Kıdem tazminatının hukuki niteliği hakkında bir
başka görüş Yargıtay’ın bir kararında da paylaştığı üzere kıdem tazminatının
kanundan kaynaklanan bir tazminat olduğu görüşüdür. (9.HD.,T.17.09.1964,
E.1964/6250, K.1964/5809 (Güven & Aydın,2010:241)) Doktrinde bu
görüşe yaklaşan yazarlar da vardır. Buna göre kıdem tazminatı, işçinin
işyerine bağlılığı göz önünde tutularak, çalıştığı yıllara göre, işveren
tarafından işçiye kanuni şartları varsa ödenmesi gereken bir işten çıkış veya
ayrılış tazminatıdır (Aktay, Arıcı & Kaplan-Senyen, 2013:228).
-İş Güvencesidir; Kıdem tazminatının işvereni kıdemli işçinin iş
sözleşmesini sonlandırırken adeta fren mekanizması göreceğinden yola
çıkan yazarlar kıdem tazminatının esas olarak iş güvencesi sağlayan bir
kurum olduğu görüşüne yer vermektedir. Buna göre işçinin uzun yıllar
boyu verdiği emeğin karşılığında eline toplu bir para geçmesi ile hem
işçinin yeni iş bulma sürecinde bir miktar destek olur hem de işvereni
kıdemli işçiyi çıkarırken iki kez düşünmeye itmesi nedeniyle iş güvencesi
sağlar. (Narmanlıoğlu, 2014:536)
-İkramiyedir; 3008 sayılı İş Kanunu yürürlükte kaldığı yıllar boyunca, iş
sözleşmesinin fesih nedeni ne olursa olsun, başka hiçbir şart koşulmadan,
beş yıldan fazla çalışan her işçi için kıdem tazminatı ödenmekte olması
kıdem tazminatının ikramiye gibi algılanmasına neden olmuştur (Uyar,
2011: 4).
Tüm bu görüşler kıdem tazminatının farklı işlevlerinden yola çıkarak
ortaya atılsa da kıdem tazminatının niteliği hakkında tek bir görüşü
paylaşmak isabetli olmayacaktır. Kanımızca kıdem tazminatı ücret olarak
kabul edilemez. Zira ücret emek işçinin emeği karşılığı kanunen doğarken
kıdem tazminatına her emek veren işçi hak kazanamamaktadır. Aynı
gerekçeyle kıdem tazminatının ikramiye olduğu görüşünü de paylaşmak
mümkün değildir. Yine kıdem tazminatını gerçek anlamda tazminat olarak
da görmek zordur. Çünkü, tazminat kurumu niteliği gereği bir zararın
olmasını da gerektirir. Kıdem tazminatı için kanuni şartlar yeterli olup işçinin
ayrıca bir zarar görüp görmemesine bakılmamaktadır. Öte yandan kıdem
tazminatı iş güvencesi de değildir. Aksi takdirde iş güvencesi tazminatıyla
Tematik
427
birlikte uygulanmaması gerekirdi. Dolayısıyla kıdem tazminatı ne işsizlik
sigortasının ne de iş güvencesi tazminatının alternatifidir. Aksine bu
kurumların tamamlayıcısıdır (Aktuğ, 2009:225). Keza ILO’nun 158 Sayılı
Sözleşmesi’nin 12.maddesi açık biçimde işçinin farklı tür ödemelerden
bir arada yararlanacağını düzenlemiştir4.1 Tüm bu gerekçelerle doktrinde
bazı yazarlarca da paylaşıldığı üzere kıdem tazminatı mevcut kurumlarla
açıklanamayacak kendine özgü bir kurum olarak ifade edilebilir (Çelik vd.
2014:371; Süzek, 2014: 738; Akyiğit, 2014:279).
1.2. Kıdem Tazminatını Hak Kazanma Koşulları
Mevcut kanuni düzenleme çerçevesinde işçinin kıdem tazminatına hak
kazanabilmesi için bazı koşulların varlığı aranmaktadır.
1.2.1. İş Kanunlarına Tabi Olarak Çalışma
İşçinin kıdem tazminat hakkedebilmesi için iş kanunlarına tabi olarak
çalışması gerekmektedir. Bu haktan sadece İş Kanunu’nun 1.maddesinin
ikinci fıkrasında sayılan kimseler değil, Deniz İş Kanunu’na göre işçi
sayılan gemi adamları (m.2/b) ile Basın İş Kanunu’na göre işçi tanımının
dışında kalan fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı çalışan gazeteciler (m.1)
de yararlanırlar (Dz.İ.K.md 20, Basın İ.K. m.6). Ayrıca İş Kanunu kapsamı
dışında kalan Borçlar Kanunu’na tâbi işçilerden, “50’den az (50 dahil) işçi
çalıştıran tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerlerinde ve işletmelerde
(İ.K.m.4/b) çalışan işçilerde, hizmet akdi veya toplu iş sözleşmelerinde
hüküm bulunması” koşuluyla kıdem tazminatına hak kazanabilirler
(Limon, 2015). 4857 sayılı İş Kanununun 4. Maddesi “istisnalar” başlığı
altında iş kanunu kapsamı dışında olanları saymıştır; buna göre, “deniz ve
hava taşıma işlerinde, 50’den az işçi çalıştıran (50 dahil) tarım ve orman
işlerinin yapıldığı işyerlerinde veya işletmelerinde, aile ekonomisi sınırları
içinde kalan tarımla ilgili her çeşit yapı işlerinde, bir ailenin üyeleri ve 3
üncü dereceye kadar (3 üncü derece dahil) hısımları arasında dışardan
başka biri katılmayarak evlerde ve el sanatlarının yapıldığı işlerde, ev
hizmetlerinde, iş sağlığı ve güvenliği hükümleri saklı kalmak üzere çıraklar
hakkında, sporcular hakkında, rehabilite edilenler hakkında, 507 sayılı
Esnaf ve Sanatkarlar Kanununun 2. maddesinin tarifine uygun üç kişinin
çalıştığı işyerlerinde” çalışanlar için iş kanunu hükümleri uygulanmaz (İ.K
m.4).
4 ILO 158 Sayılı Sözleşme 12.md. “Hizmet ilişkisine son verilen bir işçi, ulusal mevzuat
ve uygulamaya uygun olarak aşağıdaki haklardan yararlanır; Miktarı, diğer unsurların yanı
sıra, hizmet süresine ve ücret seviyesine göre belirlenecek ve doğrudan işveren tarafından
veya işverenlerin katkısıyla oluşturulmuş bir fondan ödenecek bir kıdem tazminatı veya
işten ayrılma nedeniyle doğan başka haklar, veya Tabi oldukları koşullar çerçevesinde,
işsizlik sigortası veya yardımından doğan haklar veya yaşlılık yahut malullük gibi diğer
sosyal güvenlik türleri yahut, bu tazminat ve ödeneklerin birleşimi.”
428
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
1.2.2. Kanunda Belirtilen Hallerde İş Sözleşmesinin Sona Ermesi
İş Kanunu 24. ve 25. Maddelerinde yer verilen ve işçinin haklı nedenle
fesih ya da işverenin haksız feshi olarak inceleyeceğimiz işçiye kıdem
tazminatı hakkı doğuran bu haller, tanımı İş Kanunu 10. maddesinde51
yapılan sürekli iş akitlerinde tatbik edilebilmektedir. Bu nitelikte bir işi
konu alan iş sözleşmesinin ise haklı nedenle derhal feshin uygulanabilmesi
açısından belirli veya belirsiz süreli iş sözleşmelerinde olmasının ise bir
önemi yoktur (Süzek, 2014:511).
Haklı neden teşkil eden bu haller Kanun’da tek tek sayılmıştır. Eklemek
gerekir ki taraflar sözleşme ile Kanunda sayılan nedenleri “haklı neden”
olmaktan çıkaramaz ancak bu nedenlerin dışında başka nedenlerin de
haklı neden olacağını, emredici kaidelerin ihlal edilmemesi ve işçi aleyhine
olmaması koşuluyla kabul edebilirler (Aktay, Arıcı & Kaplan-Senyen,
2013:207).
1.2.2.1.
İşçinin İş Sözleşmesini Haklı Nedenle Derhal Feshi
İş Kanunu 24. Maddesi işçiye bildirim süresini beklemeksizin iş
sözleşmesini sonlandırabileceği ve bu suretle işçinin kıdem tazminatına
hak kazanabileceği halleri saymıştır. Buna göre işçinin kıdem tazminatına
hak kazanabilmesi için fesih iradesini 24.maddede sayılan sağlık sebepleri
(md.24/I) , ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan vb. haller (md.24/II) ile
zorlayıcı sebeplere (md.24/III) dayalı olarak ortaya koyması gerekir.
-İşçinin Yaşlılık, Emeklilik, Malullük Aylığı Veya Toptan Ödeme Almak
Amacı İle Sözleşmenin Sona Erdirmesi
İşçinin bağlı bulunduğu sosyal güvenlik kuruluşundan yaşlılık,
emeklilik, malullük veya toptan ödeme almak amacı ile iş sözleşmesini
sona erdirmiş ise kıdem hakkı doğmaktadır. 1475 sayılı İş Kanununun
yürürlükteki tek maddesi olan 14. maddesinin62 birinci fıkrasına ek
olarak 25/8/1999 tarih ve 4447/45 md kanun ile 506 Sayılı Kanunun
60. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin (a) ve (b) alt bentlerinde
öngörülen yaşlar dışında kalan diğer şartları veya aynı Kanunun Geçici 81
inci maddesine göre yaşlılık aylığı bağlanması için öngörülen sigortalılık
süresini ve prim ödeme gün sayısını tamamlayarak kendi istekleri ile işten
ayrılmaları nedeniyle her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük
ücreti tutarında kıdem tazminatı ödeneceği hükme bağlanmıştır.
5 İş Kanunu madde 10: “Nitelikleri bakımından en çok otuz iş günü süren işlere süreksiz
iş, bundan fazla devam edenlere sürekli iş denir. Bu Kanunun 3, 8, 12, 13, 14, 15, 17, 23, 24,
25, 26, 27, 28, 29, 30, 31, 34, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 59, 75, 80 ve geçici 6 ncı maddeleri süreksiz
işlerde yapılan iş sözleşmelerinde uygulanmaz. Süreksiz işlerde, bu maddelerde düzenlenen
konularda Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır.”
6 İş Kanunu md.120: “25.8.1971 tarihli ve 1475 sayılı İş Kanunu’nun 14 üncü maddesi
hariç diğer maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır.”
Tematik
429
-İşçinin Muvazzaf Askerlik Nedeni İle İş Sözleşmesinin Feshi
Kıdem tazminatına hak kazanma koşullarından bir de iş sözleşmesinin
muvazzaf askerlik nedeniyle feshidir. Muvazzaf askerlik, 1111 sayılı Askerlik
Kanununda tanımı yapılan 20 yaşını dolduran ve sağlam olan her erkek
Türk vatandaşının zorunlu olarak yapması gereken vatandaşlık ödevidir.
Muvazzaf askerlik nedeniyle iş sözleşmesinin feshini işverenin ya da işçinin
yapmasının bir önemi yoktur. Her iki durumda da işçi kıdem tazminatına
hak kazanmaktadır (Limon, 2015:156).
- İş Sözleşmesinin Evlenme Nedeni İle Sona Ermesi
1475 sayılı Kanunun 14. maddesine 29/7/1983 tarih ve 2869 sayılı
kanunla eklenen bir hüküm ile kadın işçinin nikah tarihinden itibaren
bir yıl içinde sözleşmeyi kendi isteği ile feshetmesi durumunda kıdem
tazminatı kazanabileceği hükme bağlanmıştır
- İşçinin Ölümü Durumunda Kıdem Tazminatı Hakkı
İlk kez, 12.08.1967 yılından itibaren yürürlüğe giren 931 Sayılı İş
Kanunu (m.14/7) ile getirilen (Oğuzman, 1967:225) bu hak, bir sonraki İş
Kanunu olan 25.08.1971 gün ve 1475 Sayılı Kanununda yine 14. madde
ile korunmaya devam edilmiştir. Buna göre; işçinin ölümü halinde doğan
tazminat tutarı, kanuni mirasçılarına ödenmektedir. Ancak bu hüküm
çerçevesinde sadece işçinin ölümü nedeni yer almış, ölüm olayının
meydana gelişinde işçinin kusurunun olup olmadığı konusuna bir açıklık
getirilmemiştir. Buna göre, işçinin mirasçılarına kıdem tazminatının
ödenmesi için işçinin ölmüş olması yeterli olduğu (Aktay, Arıcı & KaplanSenyen, 2013:231) belirtilmektedir.
1.2.2.2. İş Sözleşmesinin İşveren Tarafından Haksız Feshi
İş K. md.25 İşverene iş sözleşmesini haklı nedenle derhal feshedebileceği
hallere yer vermiştir. Bu hallerin İş K.md.24 sistematiğinde düzenlendiğini
görüyoruz; bu sağlık sebepleri (md.25/I) , ahlak ve iyi niyet kurallarına
uymayan vb. haller (md.25/II) ile zorlayıcı sebepler (md.25/III) ve farklı
olarak işçinin gözaltına alınması veya tutuklanması halinde devamsızlığın
17nci maddedeki bildirim süresini aşması (md.25/IV) ) Sayılan bu
hallerden sadece ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan vb. haller söz
konusuysa (md.25/II) işveren kıdem tazminatı ödemek zorunluluğundan
kurtulabilecektir.
Öte yandan haklı nedenin varlığı haklı nedenle derhal fesih için şart olsa
da yeterli değildir. Haklı nedenin varlığı haklı nedenle derhal fesih için şart
olsa da yeterli değildir. Haklı nedenin ortaya çıkışıyla doğan fesih hakkının
taraflarca mutlaka kullanılması da gerekmektedir (Savaş; 2015:171). Bu
hakkın kullanımı için İş Kanunu 26.maddesinde bazı süreler belirlenmiştir.
430
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Haklı nedenin varlığına rağmen tabi olduğu usul kurallarına (İK.md.26)
uyulmadan yapılan fesih de haksız fesih olarak kabul edilir.
1.2.3. İş İlişkisinin En Az Bir Yıl Sürmüş Olması
Kıdem tazminatı hakkının doğması için iş sözleşmesinin en az
bir yıl sürmesi gerekmektedir. İşçinin işe başladığı tarihten itibaren iş
sözleşmesinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30
günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödeneceği hükme bağlanmıştır
(1475/ md.14). Kanunda açıkça ifade edilen, her geçen tam yıl için belirtilen
ücret üzerinden kıdem tazminatı ödeneceği hükmü çerçevesinde kıdem
tazminatı kazanabilmek için asgari sürenin bir yıl olduğu anlaşılmaktadır.
Bir yıllık sürenin hesaplanmasında esas alınan süre, takvim yılı olmaktadır.
Fiilen çalışılan süre değil, işçinin işe başlamasından itibaren iş sözleşmesinin
süresi dikkate alınmaktadır. Ancak genel kural bu olmakla birlikte, grevde
geçen süreler, tutukluluk süreleri ve makulü aşan rapor süreleri çalışılmış gün
kavramına dahil edilmemekte ve kıdem süresinden düşülmektedir (Başbuğ,
2016:223). Ancak altını çizmek gerekir ki hukuku dolanmak adına işçinin
sigorta kaydı çıkışı ve kısa süre sonra yeniden girişi yapılmak suretiyle kıdem
süresinin sıfırlanmasına müsaade edilmemektedir7. 1 Örneğin işçi beş ay
çalışıp işten çıkarılıp daha sonra yeniden sigorta girişi yaptırılarak yedi ay
daha çalıştığı takdirde dahi kesintisiz çalışma olarak kabul edilip toplam bir
yıllık süre şartı sağlanmış olur.
2. Kıdem Tazminatı Fonu
Kıdem tazminatı, 1936 yılında 3008 sayılı İş Kanunu ile çalışma hayatına
girdiği günden beri sürekli tartışılan bir konu olmuştur ve henüz sosyal
taraflarca anlaşma noktasına varılamamıştır. İş mahkemelerinde işçi ve
işveren uyuşmazlıklarının büyük bir çoğunluğunun kıdem tazminatına
yönelik olması, mevcut sistemde her yüz çalışandan sadece %14’ünün kıdem
tazminatı alabiliyor olması, kıdem tazminatı yükünün aylara bölünerek
işverene kolaylık sağlama düşüncesi, fon oluşturularak yurtiçi tasarruf
oranlarını artırma isteği, işçi için kıdem tazminatı hakkının güvenceye
alınması, sitemin etkinleştirilerek sürdürülebilir hale getirmek düşüncesi
gibi nedenlerle kıdem tazminatı yerine bir fon kurulması istenmektedir.
Kıdem tazminatı fonu kurulması düşüncesi ise ilk kez İkinci Çalışma
Meclisinde (1954) gündeme gelmiştir. Buna göre kıdem tazminatının
7 1475 Sayılı Kanun 14/II: “İşçilerin kıdemleri, hizmet akdinin devam etmiş veya
fasılalarla yeniden akdedilmiş olmasına bakılmaksızın aynı işverenin bir veya değişik
işyerlerinde çalıştıkları süreler göz önüne alınarak hesaplanır. İşyerlerinin devir veya intikali
yahut herhangi bir suretle bir işverenden başka bir işverene geçmesi veya başka bir yere
nakli halinde işçinin kıdemi, işyeri veya İşyerlerindeki hizmet akitleri sürelerinin toplamı
üzerinden hesaplanır.”
Tematik
431
iş yerlerinde kurulacak bir fonda ya da umumi bir fonda toplanması
imkanlarının Çalışma Bakanlığınca araştırılması kararlaştırılmıştır
(Baydere, 1966:219).
1962 yılında Üçüncü Çalışma Meclisinde basın işverenleri gündeme
getirmiş, gazetecilerin kıdem tazminatlarının, işverenlerin ödeyecekleri
primler karşılığında kıdem tazminatının Sosyal Sigortalar Kurumu
tarafından karşılanmasını istemişlerdir (Limon, 2015:160). Belirtmek
gerekir ki gazete işverenleri bu suretle 1961 yılında artırılan kıdem
tazminatını dengelemeyi amaçlamıştır (Karasu, 2011:41).
1975 yılına gelindiğinde ise o tarihte yürürlükte olan 1475 sayılı İş
Kanununda bazı değişiklikler yapılmıştır8. 1Buna göre 1475 Sayılı Kanunun
14.maddesine “İşveren sorumluluğu altında ve sadece yaşlılık, emeklilik,
malullük, ölüm ve toptan ödeme hallerine mahsus olmak kaydıyla devlet
veya kanunla kurulu kurumlarda veya % 50 hisseden fazlası devlete ait bir
bankada veya bir kurumda işveren tarafından kıdem tazminatı ile ilgili bir
fon tesis edilir. Fon tesisi ile ilgili hususlar kanunla düzenlenir” hükümleri
eklenmiştir. Bu düzenlemeye bakıldığında iki unsur ön plana çıkmaktadır.
İlk olarak kanun koyucu bu hükümle kıdem tazminatı fonunu kıdem
tazminatı doğuran tüm haller için değil yalnızca yaşlılık, emeklilik, ölüm
ve toptan ödeme hallerinden kaynaklı olarak doğması halinde fondan
ödenmesini öngörmüştür. Bu duruma, işverenin her ay kıdem tazminat
fonuna ödeme yaparken bir yandan fon kapsamı dışında bir sebepten
ötürü işçiye kıdem tazminatı ödemesi halinde kıdem tazminatına ilişkin
mükerrer bir maliyete maruz kalması gibi sonuç doğurması nedeniyle haklı
eleştiriler getirilmiştir (Erol, 2012:107). Söz konusu düzenlemede dikkat
çeken ikinci unsursa fonun ne şekilde kurulacağı yönünde genel çerçeve
çizmesidir. Kanun koyucu henüz karar vermemiş olmakla birlikte getirdiği
kriterlerle fonun devlet garantisi ve yönetiminde olması gerektiğini
hüküm altına almıştır (Uyar, 2011:14). Görüleceği üzere bu kanunla fon
kurulmamış, fon kurulması buna ilişkin sonradan çıkarılacak kanuna
bırakılmıştır. Keza yine yapılan değişiklikle 1475 Sayılı Kanun’a bir de
geçici madde eklenmiştir. Buna göre fon tesisi ile ilgili kanun çıkarılıncaya
dek kıdem tazminatı işverence ödenmeye devam edileceği belirtilmiştir.
Ancak sonrada fon tesisine ilişkin bir kanun çıkarılmamıştır.
Bu nedenledir ki bu kapsamda şu ana kadar yapılmış en ciddi çalışma,
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının bir Bilim Kuruluna hazırlattığı
Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı (2002) olup değerlendirmeler
8
1927 Sayılı 1475 Sayılı İş Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi ve 26 nci
Maddesinin İkinci Fıkrasının Yürürlükten Kaldırılması, 193 Sayılı Gelir Vergisi Kanununun
25 inci Maddesinin 7 nci Fıkrasının Değiştirilmesi ve Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkında
Kanun, R.G. 12.07.1975 Tarih ve 15293 Sayı.
432
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
büyük oranda bu taslak üzerinden yapılmaktadır9.1Hemen belirtmek
gerekir ki çalışmada da ele alınan bu tasarı bu konudaki tek tasarı değildir.
Daha önce 1976 yılında “Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı”
hazırlanmış hatta, taslak 1978, 1980 ve 1982 yıllarında iş güvencesi kanun
tasarısı ile birlikte gündeme gelmiş ancak kanunlaşamamıştır. (Özveri,
2005:19).
Tasarının genel gerekçesinde; işsizlik sigortasının yürürlüğe girmesi ve
iş güvencesinin 158 sayılı sözleşmeye uygun olarak yeniden düzenlenmesi,
bu hususta bir kanun tasarısının hazırlanması kıdem tazminatına yeni bir
biçim verilmesini ve bu hususta bir fon kurulmasını gerekli hale getirdiği
(Aybıyık & Koç, 2010:127) belirtilmektedir. Ancak 4857 sayılı iş kanunun
“iş güvencesi”ne ilişkin hükümleri olumlu bir adım olmakla birlikte
kanun kapsamına giren tüm çalışanları kapsamaktan uzaktır. Getirilen
bu düzenleme ile iş sözleşmesi fesihlerinin yaklaşık yüzde onunda ancak
uygulama alanı bulmaktadır. Ayrıca işsizlik sigortasından yaralanma
sınırlılıkları ve kısa süreli bir uygulama olması nedeni ile işsizlik sigortası
bir çare olmayacağı (Uzun, 2005) açıktır.
2.1. Fon Tasarısının Genel Esasları
2.1.1. Fonun Amacı ve Kapsamı
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2002 yılında hazırlattığı
Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı’nın birinci maddesinde,
kapsamına giren işçilere ve hak sahiplerine belirtilen esaslara göre
kurulacak Kıdem Tazminatı Fonundan hak edecekleri kıdem tazminatının
ödenmesi ve bu tazminatın güvence altına alınması şeklinde amacı
belirtilmiştir. Bu kanun 2. maddesinde, 1475 sayılı İş Kanunu, 854 sayılı
Deniz İş Kanunu, 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar
Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanuna göre hizmet akdine
dayalı olarak çalışan işçilerle bunları çalıştıran işverenleri ve ölen işçilerin
hak sahiplerini kapsayacağı belirtilmektedir.
Fon ilişkisinin başlaması bu kanunun 2. maddesine göre kanunun
kapsamına girenler bu kanunun yürürlük tarihinden itibaren, yeni işe
alınanlar ise işe başladıkları tarihten itibaren kendiliğinden Kıdem
Tazminatı Fonuna tabi olurlar (Taslak md.5). Böylece tasarıda işçinin
geçmiş hak edişleri ile ilgili haklarının da fonda değerlendirilmesi yönünde
bir tercihi olmuş olmakla birlikte hem önceki hak edişi hem de yürürlükten
sonraki hak edişleri kıdem tazminatı fonunda birikecek düzenlemeye
9 Türkiye’de kıdem tazminatı konusunda 2002 yılında 4857 sayılı Kanun Çalışmaları
ve IX. Çalışma Meclisi’ne Sunulan Fon Taslağından önce de çeşitli çalışmalar yapılmıştır:
1927 Sayılı Kanunda Öngörülen Kıdem Tazminatı Fonu ve İlk Taslak, 7. Çalışma Meclisi’ne
(1984) Sunulan Kıdem Tazminatı Fon Taslağı.
Tematik
433
gidilmiştir. Fonun kurulmasıyla birlikte çalışmaya devam eden ya da yeni
çalışmaya başlayan kişiler kıdem tazminatı fonu sistemine dahil olacakları
görülmektedir.
2.1.2. Fonun Hukuki Yapısı
Kıdem tazminatı fonun hukuki alt yapısı ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı’na bağlı, özel hukuk hükümlerine tabi, mali ve idari yönden
özerk, özel bütçeli ve tüzel kişiliğe sahip bir kamu kuruluşu olduğu
şeklindedir ve bu fon bütçe kapsamı dışındadır, gelirlerinden hiçbir şekilde
kesinti yapılamaz ve genel bütçeye gelir kaydedilemeyeceği hükmüne yer
verilmiştir (Taslak md.3/2).
2.1.3. Fonun Yönetimi
Taslakta fonun yönetimi konusuna yer verilmiştir. Buna göre Kıdem
Tazminatı Fonu, Yönetim Kurulu tarafından işletilir ve yönetilir. Fon
Yönetim Kurulu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının önerisi üzerine
müşterek kararname ile atanacak bir temsilci ile en fazla işvereni temsil
eden işveren konfederasyonu tarafından seçilen iki ve en fazla işçiyi temsil
eden işçi konfederasyonunca seçilen bir üyeden oluşmakta ve üyelerin görev
süresi dört yıl olarak belirlenmiştir. Burada işveren konfederasyonunca
iki üye seçilirken işveren konfederasyonunca bir üye seçilecek şekilde üye
dağılımının adil olmadığını belirtmek gerekir. (Taslak md.4)
2.1.4. Fonun Denetimi
Fon, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu tarafından denetlenir.
Fonun gelir ve giderleri üçer aylık dönemler halinde 3568 sayılı Kanuna
göre ruhsat almış, denetim yetkisine sahip meslek mensubu yeminli
mali müşavirlere denetlettirilerek denetim raporlarının sonuçları Resmi
Gazetede ilân edilir. (Taslak md.3/3)
2.1.5. Kıdem tazminatı fonundan hak kazanma koşulları
Bu kanunun kapsamına giren işçiler için hak kazanma koşulları;
a) Bağlı oldukları kurum veya sandıklardan yaşlılık, emeklilik, malullük
aylığı bağlanması yahut toptan ödeme almak amacıyla hizmet akitlerini
feshetmeleri halinde,
b) İşverence hizmet akdinin feshedilmesi durumunda işçinin hak
kazandığı yaşlılık, emeklilik, malullük aylığı veya toptan ödeme almak
amacıyla ilgili kuruma veya sandığa başvurması halinde,
c) Adına en az 10 yıl Fona prim ödenen işçinin isteği halinde,
d) İşçinin ölümü halinde kanuni mirasçıları, kıdem tazminatına hak
kazanırlar. (Taslak md.7)
434
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
Tasarıda yer alan kıdem tazminatı hak kazanma koşullarına bakıldığında
eskiye göre hakların daraldığı görülmektedir. Bu durumun 3008 sayılı
Kanundan itibaren işçi lehine gelişen kıdem tazminatına yönelik kazanımların
önemli ölçüde yitirilmesine yol açacağı açıktır. Şu haliyle iki koşul dışında
hak kazanma koşulları uzun vadeli sigortalardan hak kazanma halleri üzerine
inşa edilmiştir. (Kutal, 2009:11) Bir başka ifadeyle kıdem tazminatı bir tür
emekli ikramiyesine dönüşmüştür. (Özveri, 2005:20) Örneğin fon sisteminde
kadın işçi evlilik nedeniyle iş akdini sonlandırdığında kıdem tazminatı
alamayacaktır. Ancak Taslakta tam olarak yer verilmeyen diğer husus ise tüm
bu haller dışında işçinin bildirimli ya da bildirimsiz feshi durumunda yahut
10 yıl prim ödeme koşulunu dolduran işçinin iş akdinin işveren tarafından
İş Kanunu m.25/2 çerçevesinde sonlandırılması halinde kıdem tazminatı
doğup doğmayacağıdır (Kaya, 2005:187).
2.1.6. Fona Göre Kıdem Tazminatının Miktarı ve Primler
İşçilere veya hak sahiplerine Fona prim ödenmiş olan her tam yıl için
prim hesabına esas olan ücretinin otuz günü tutarında kıdem tazminatı
ödenecek; bir yıldan artan süreler için veya toplam prim ödeme süresi bir
yılın altında kalanlar için de aynı oran üzerinden ödeme yapılacaktır. Kıdem
tazminatı fonu taslağında; “Kıdem tazminatına esas alınacak ücret, işçinin
çalıştığı ve adına prim yatırılan son takvim yılının ortalamasıdır” şeklinde
ibare bulunmaktadır (Taslak m.8/2). Ancak, çalışanların büyük bir kısmı
gerçek ücret üzerinden değil, asgari ücret üzerinden sigortalı olması hak
kaybı anlamına gelmektedir. Bir diğer husus son takvim yılının ortalamasının
alınmasının mevcut duruma nazaran kıdem tazminatının daha düşük
hesaplanmasına yol açacak olmasıdır (Karabulut, 2008:80). Zira mevcut
durumda kıdem tazminatı hesaplaması işçinin aldığı son ücreti üzerinden
yapılmaktadır. Ancak Fon öncesine ait tazminatın hesaplanmasında, son
aylık ücretlerin mi yoksa fon kuruluş tarihindeki ücretlerin mi dikkate
alınacak olacağı hususuna taslakta bir açıklık getirilmemiştir. ()
Hesaplanacak kıdem tazminatı tutarına tavan ücret uygulaması taslakta
da korunmuştur. Taslakta taban tutar asgari ücret iken tavan tutar Devlet
Memurları Kanununa tabi en yüksek devlet memuruna 5434 sayılı T.C.
Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre ödenecek azami emeklilik
ikramiyesi miktarıdır (Taslak md.8/3). Ayrıca, fon taslağına göre kıdem
tazminatı fonu, tazminata hak kazanacakların işverenlerince taslakta
belirtilen “prime esas kazançları”nın %3’ünü geçmemek üzere ödenecek
tutarlardan oluşacaktır ibaresine yer verilmiştir.
2.1.7. Kıdem Tazminatı Zamanaşımı
Fon tasarısında kıdem tazminatı zamanaşımı, tazminatlara uygulanan
genel zamanaşımı süresi olan on yıl olarak belirlenmiştir. (Taslak md.9). Bu
Tematik
435
zaman zarfı içinde işçi ne zaman başvurursa başvursun kıdem tazminatına
hak ettiği tarihteki tutar kendisine ödenecek olup tazminata herhangi bir
faiz uygulanmayacaktır (Taslak md.9). Ancak işçi kıdem tazminatını hak
ettiğini gösterir belgeleriyle birlikte yazılı başvuru yapmak suretiyle Fona
başvurmasına rağmen otuz gün içinde ödeme yapılmaması halinde kıdem
tazminatı tutarına kanuni faiz işletilecektir (Taslak md.11).
3. Taraflar Açısından
Değerlendirilmesi
Kıdem
Tazminatı
Fonunun
Kıdem tazminatı fonu tasarısı taslağında belirtilen hususlara ilişkin
sosyal tarafların yaklaşımlarının farklı olduğu görülmekte, işçiler ve
işverenler açısından olumlu ve olumsuz yanları söz konusu olmaktadır. Bu
nedenle hem işverenler hem de işçiler açısından kıdem tazminatı fonunun
değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
3.1. İşveren Açısından Kıdem Tazminatı Fonu
İşverenler açısından kıdem tazminatına genel yaklaşım, iş güvencesi
ve işsizlik sigortasıyla ilişkilendirmek yönündedir. Bu kapsamda Türkiye
İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) kıdem tazminatı konusunda;
Türkiye’nin zaman içinde işsizlik sigortasını benimsediği, iş güvencesini
kabul ettiği fakat bunlara ilaveten mevcut kıdem tazminatının işletmeler
üzerinde ağır yükü bulunduğuna dair açıklamaları olmuştur (Ataman,
2014:95). Bu nedenle işveren kesimi açısından artık kıdem tazminatına
gerek kalmadığı yönünde bir eğilimin olduğu görülmekte ve kaldırılması
ya da yükün hafifletilmesi istenmektedir.
Taslağın genel gerekçesinde ifade edildiği üzere, zamanla işletmeler
için ağır bir yük haline gelen kıdem tazminatı, özellikle ekonomik kriz
dönemlerinde işverenlerin ödeme güçlüğü içine düşmesine neden
olmuştur. Bir kısım işveren işçi devrini artırmak gibi yollara başvurarak
bu tazminatı ödememe çarelerine başvurmuştur. Böylece yılların emeği ile
hak kazanılan bu tazminattan, zaman zaman işçilerin yararlanamadıkları
bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Kıdem tazminatı alacağının Türk
mevzuatında öncelikli alacaklar arasında yer almamasının da bu hususta
etkili olduğu bilinmektedir (ÇSGB, Yayın No:118 s.13). ??
Kıdem tazminatı fonu düzenlemesinin işverenlere çeşitli fırsatlar
sunmaktadır. Şöyle ki, işverenler kıdem tazminatı fonuna aylık ödeme
yapacağı için kıdem tazminatı yükü oluşmayacak ve işverenin işçinin iş
sözleşmesini feshederken kıdem tazminatı yükünü düşünmeyecektir. Ayrıca
kıdem tazminatı ödemelerine ilişkin işçisi ile mahkemelik de olmayacaktır
(Nurdoğan vd., 2016:1166-1167). Bir diğer avantaj ise primlerin prime
esas kazancın yüzde 3’üyle sınırlandırılmasıdır. Böylece mevcut duruma
436
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
göre daha az bir kıdem tazminatı yükü oluşacaktır. Kıdem tazminatı fonu
düzenlemesinin işveren için olası dezavantajı ise; daha önce kıdeminin
düşünüp işyerinden ayrılmayan nitelikli işçileri işyerinde tutmakta
zorlanması (Nurdoğan vd., 2016:1167) şeklinde olacaktır. Taslağın işveren
açısından bir diğer önemli dezavantajı kıdem tazminatına hak kazanılan
haller dışında işçinin fon ile ilişkisinin herhangi bir nedenle sona ermesi
halinde o ana kadar işverenden kesilen Kıdem Tazminatı Fonu primleri
iade edilmeyecek olmasıdır (Taslak md.13/3). Madde gerekçesine göre bu
düzenlemeyle Fonun finansal dengesi korunmaya çalışılmıştır.
3.2. İşçi Açısından Kıdem Tazminatı Fonu
Özellikle ülkemizde işçi ücretlerinin düşük olması ve belirlenen asgari
ücretin yoksulluk sınırının bile altında olması, bu ücret düzeylerinde
çalışanların birikim yapması ve işsiz kaldığı günleri karşılama olanağı
bulunmamaktadır. Bu nedenle işçi tarafı kıdem tazminatını, işçinin 13.
aylık ücreti olarak görmekte ve bu kazanılmış haklarına dokunulmasını
(Uzun 2013:1) kabul etmemektedir. Bu nedenle işçi kesimi kurulacak olan
kıdem tazminatı fonunun, kazanılmış haklarına dokunulmayacak şekilde
düzenlenmesini istemektedir.
Kıdem tazminatının işveren kesimi tarafından işsizlik sigortası ve
iş güvencesi çerçevesinde değerlendirilmesi görüşü eleştirilerek kıdem
tazminatının ücret geliriyle, işsizlik sigortasıyla, iş güvencesiyle ve
emeklilik ikramiyesi ile ilişki olduğu ancak hiçbirisiyle aynı şey olmadığı
vurgulanmaktadır. Bu nedenle işçiler ve sendikalar için sınıfsal bir
mücadele içinde bir hak olarak elde ettikten sonra kanuni düzenlemeleri
konu olması nedeni ile diğer tüm ödemelerin yerine geçirilemeyeceği
(Ataman, 2014:96-97) açıktır. Öncelikle belirtmek gerekir ki kıdem
tazminatı fonunun işsizlik sigortası ve iş güvencesi hükümlerine dayanarak
kurulmak istenmesi gerçekçi görünmemektedir. Çünkü Ünsal’ın (2007:37)
belirttiği gibi; işsizlere ödenmesi öngörülen en yüksek işsizlik ödeneği
asgari ücretin netini geçemediği için, işsizlik ödeneğinin bir işçinin
ailesi ile birlikte geçimini sağlamaktan çok uzak kalacağı açıktır. Öyleyse
işsizlik sigortasının varlığının kıdem tazminatının kaydırılması için bir
gerekçe olamamakta ve ancak kıdem tazminatı ile birlikte düşünülmesin
durumunda çalışanların işsizlik dönemlerinde bir ekonomik güvenceye
sahip olabilecekleri düşünülebilir.
4857 sayılı kanunda düzenlenen “iş güvencesi” ne ilişkin hükümler
çalışan kesim bakımından olumlu ve ileri bir adım olmakla birlikte tüm
çalışanları kapsamaktan ve mutlak bir güvence sağlamaktan uzaktır.
Örneğin iş güvencesi kapsamında olabilmek için şartlardan biri “en
az 30 işçi çalıştıran işyeri olmasıdır” ancak ülkemizdeki işletmelerin
%80’i (Özveri, 2005:20) otuzdan az işçi çalıştıran işyerleridir. Yine haklı
Tematik
437
sebeplerin varlığı halinde işinden ayrılmak zorunda kalan işçiler ile belirli
süreli sözleşmelerle çalışanlar, mevsimlik çalışanlar ve işveren vekili sıfatını
taşıyanlar feshe karşı korumanın kapsamı dışındadır.
Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı, görüldüğü gibi, işçinin
kıdem tazminatı alabilmesini sadece emeklilik ya da adına en az on yıl prim
ödenmiş olması koşuluna bağlayarak bu tazminatı devlet memurlarında
olduğu gibi bir emeklilik ikramiyesine dönüştürmek istemektedir (Ünsal,
2007:36; Uzun, 2013:2).
Ayrıca mevcut çalışanların yeni sisteme geçişle birlikte geçmiş
kıdemlerinin nasıl bir uygulamaya tabi olacağı da oldukça karmaşık bir
konu olarak görülmektedir. Fon tarihinden önce çalışmaya başlamış
olanların fona geçiş aşamasında işverenle anlaşması beklenmektedir. Ancak,
işverenler işçilerin kıdem tazminatına hak eder şekilde iş sözleşmesinin
sona erip ermeyeceğini kestiremediği için çalışana çok az oranda kıdem
tazminatı ödemek isteyecektir. Çalışanlar ise daha yüksek bir ödeme talep
edeceklerdir. Ayrıca yeni sisteme geçiş ile birlikte belirlenecek olan kıdem
tazminatı oranını ödeyecek mali gücü olmayan işletmeler açısından da nasıl
çözüleceği ayrı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çözüm için en kolay
yol ise yeni sisteme geçenlerin eski tazminatlarının eski sistemin kurallarına
tabi kılmaktır (Nurdoğan vd., 2016:1164) şeklinde öneri sunulmaktadır.
Kıdem tazminatı fon çalışması konusunda en önemli sorularından biri
prim ödemelerinin ne kadar olacağına ilişkindir. Bugün ödenmekte olan
oran %8,3’lük bir orandır ve işverenlerin işgücü maliyetlerini azaltmak
için aylık fona yatıracağı oran %8,3’ten az olması durumunda işçiler için
mevcut haklarının daraltılması durumu söz konusu olacaktır (Nurdoğan
vd., 2016:1161).Aynı şekilde kıdem tazminatına hak kazanma koşullarının
daraltılması da kıdem tazminatına ilişkin kazanımlarda geriye gidiş olarak
görülmektedir.
İşçi tarafının bir diğer haklı eleştiri gerekçesi de geçmiş fon
uygulamalarından edinilen olumsuz tecrübelerdir. Tasarrufu Teşvik Fonu
(NEMA) ve Konut Edindirme Yardımı (KEY) gibi fon uygulamaları kötü
örnek olarak hafızalarda yer almasıdır (Uğur, 2009:10).
Kıdem tazminatı fonunun işçiler için bir takım avantaj sağlayacağı
durumlar da belirtilmektedir. Kıdem tazminatı kriz dönemlerinde
ya da işverenin iflası durumunda da ödenebilir hale gelecektir.
İşçiler her halükârda kıdem tazminatına hak kazanabilecektir, kıdem
tazminatı fonunda ikramiyesi biriken işçinin kıdem tazminatı almama
baskısı üzerinden kalkacağından daha rahat hareket edebilecektir,
mevcut uygulamada kıdem tazminatı işçiler için genellikle tüketime
harcanmaktadır. Fon düzenlemesinde uzun süre sistemde kalınması ile hak
kazanılacağından işçiler için daha büyük bir birikim oluşması söz konusu
438
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
olabilecektir (Akbıyık & Koç, 2011:274-275). Yine işverenin iflası yahut
isteğe bağlı olarak ödemeyip işçinin mahkemeye başvurması gibi durumlar
nedeniyle ortaya çıkan tazminatın işverenden tahsilatı sorunları ortadan
kalkmış olacaktır.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Tartışmaları eskiye dayanmasına rağmen kıdem tazminatı fonu üzerinde
hala sosyal taraflar arasında bir anlaşmaya varılamamıştır. Özellikle iş
kanunda yapılan değişiklikler ile “iş güvencesi” ve “işsizlik sigortası” gibi
uygulamaların getirilmesi ile kıdem tazminatının kaldırılması ve sınırlarının
daraltılması istenmekte ve tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.
İşveren tarafı kıdem tazminatını büyük bir yük olarak görürken işçi tarafı
ise kazanılmış hakların kaybedilmesi ya da sınırlandırılması anlamında
endişe duymaktadır. İşveren tarafı açısından düşünülen fon sisteminin en
olumsuz yansıması nitelikli işgücünün kıdem tazminatı kaybı yaşamama
düşüncesiyle işverene bağlı çalışmasının artık gerek kalmayacağı ve işçinin
farklı bir işe şimdiye nazaran daha kolay yönelebileceğidir. Diğer önemli
husus da hatalı tahsilat dışında herhangi bir şekilde işverene prim iadesi
yapılmayacak olmasıdır.
Kıdem tazminatı fonu kapsamında en önemli sorunlardan biri de prim
oranına ilişkindir. Mevcut sistemde %8,3 olan oranın, 2002 tarihli tasarı
taslağında düşünülen fon ile düşürülmesi planlamaktadır. Bu durum işveren
için maliyet unsuru görülmekle birlikte işçi açısından da hak kaybına
yol açması bakımından önemlidir. Bu nedenle her iki taraf içinde kabul
edilebilir bir oranın belirlenmesi ile uzlaşı sağlanması gerekliliği ortaya
çıkmaktadır. Ayrıca mevcut uygulamada işçilerin büyük bir kesimi bu
haktan yararlanamamaktadır ve getirilen fon düzenlemesi iyi yönetilebilir
ise yararlanamayan bu kesim için de olumlu olabileceği düşünülmelidir.
İşçiler açısından mevcut haklarını daralttığı ve bazı hak kayıplarına
neden olduğu yönünde haklı eleştiriler olduğu gibi, diğer yandan
mukayeseli hukukla birlikte değerlendirildiğinde kıdem tazminatının kötü
niyet tazminatı, ihbar tazminatı, iş güvencesi tazminatı tazminatlarının
gündemde olduğu bir hukuk sisteminde eski fonksiyonunu yitirdiği ve
işveren aleyhine oldukça ağır yükümlülükler doğurduğu yönünde eleştiriler
de bulunmaktadır. Ancak yukarıda değinildiği üzere ülkemizdeki gerek
işsizlik sigortası gerekse iş güvencesinin kapsam ve boyutu henüz tüm işçileri
koruyacak ve kıdem tazminatının adeta yerini alacak düzeyde değildir.
Bu nedenle kıdem tazminatının iş güvencesi anlamında da bir sigorta
gibi işlev görmektedir. Aksi takdirde kayıt dışılık oranının yüksek olduğu
ülkemizde fona ödenecek işveren primleri sadece işverenin bildirimde
bulunduğu resmi ücret üzerinden yapılacağından işçinin yine ücret tespiti
Tematik
439
açısından ve fark kıdem tazminatı alacağının tahsili açısından mahkemeye
gitmesi gerekecektir. Bu durumda fon sisteminin yargı yükünü işçi işveren
arasındaki uyuşmazlıklardan arındırma amacı gerçekleşmeyecektir. Bu
durumda kıdem tazminatında fon sistemini işgücü piyasasında çalışma
barışını destekleyecek bir düzenleme olarak değerlendirmek mümkün
olmayacaktır.
KAYNAKÇA
AKTAY A. Nizamettin, ARICI Kadir, SENYEN/KAPLAN E. Tuncay, (2013) İş
Hukuku, Gazi Kitabevi Yenilenmiş 6.baskı, Ankara.
AKYİĞİT, Ercan, (2014), İş Hukuku, Seçkin Yayınları. 10.Basım, Ankara.
AYBIYIK Nihat & KOÇ Muzaffer, (2010), “Kıdem Tazminatı Fon Tasarısı Üzerine
Düşünceler” Akademik Yaklaşım Dergisi, C.1, Sayı1, (122-154).
AKTUĞ, Semih, (2009) , İş Güvencesinin Uluslararası Dayanakları, EÜHFD, C.
XIII, S. 1–2
ATAMAN, Üzeyir, (2014) Kıdem Tazminatı Tartışmaları Üzerine, DİSK-AR,
http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2014/02/DiSKAR_11.pdf (94-107).
BAŞBUĞ Aydın (2016), İş Hukuku Çalışanların Hakları ve Sorunları, Binyıl
Yayınevi, Ankara.
BAYDERE, Fuat (1966), İş Mevzuunda Tesirleri Bakımından Çalışma Meclisleri,
Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Cilt 0, Sayı 17, (212-222)
ÇELİK Nuri, (2000) İş Hukuku Dersleri, Bata Yayıncılık, İstanbul.
ÇELİK, Nuri & CANİKLİOĞLU Nurşen & CANBOLAT Talat (2014) İş Hukuku
Dersleri, Yenilenmiş 27.bası Beta Yayıncılık, İstanbul
ÇSGB, Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı- Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı
Taslağı, Yayın No:118.
EROL, Abdullah, (2012), Kıdem Tazminatı Fonunun İşgücü Piyasasının
Esnekliğinin Sağlanması Yönündeki Etkileri, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
IŞIKLI, Alpaslan (2013), İş Hukuku, Gözden Geçirilmiş 8.Baskı, İmaj Yayınevi,
Ankara
KARABULUT, Özlem, (2008), Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı, Hukuk
Gündemi Dergisi, 2008-9, , Ankara, (77-81)
KARASU, Zafer (2011), Kıdem Tazminatı Fonu, Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum.
KAYA, Pir Ali, (2005) “İş,Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi,
Cilt:7 Sayı:1 , (179-193)
440
SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI
KUTAL, Metin, (2009), Türk İş Hukukunda Kıdem Tazminatı Sorunu ve Çözüm
Önerileri, Sicil Dergisi, Yıl 4 Sayı 16, (5-15)
LİMON, Resul (2015) “Türkiye’de Kıdem Tazminatının Tarihi Gelişimi ve Kıdem
Tazminatı Fonu, İş ve Hayat Dergisi, Sayı:1. (147-170)
NARMANLIOĞLU, Ünal, (2014) Ferdi İş İlişkileri I, 5. Baskı, Beta Yayınları,
İstanbul
NARTER, Sami, (2013) İş ve Borçlar Hukuku’nda İş Güvencesi ve Akdin Sona
Ermesinden Doğan Tazminatlar, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş
2.Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara.
NURDOĞAN Ali Kemal & DUR Ali İhsan Burak & ÖZTÜRK Mustafa, “Türkiye’de
ve Dünya’da Kıdem Tazminatı Fonu” Süleyman Demirel Üniversitesi,
İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi C.21, S. 4 (1153-1171)
OĞUZMAN, Kemal, (1967), 931 Sayılı Yeni İş Kanunu’nun Özellikleri, İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt 33, Sayı 3-4, (215-227)
ÖZVERİ, Murat, (2005), Kıdem Tazminatı ve Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı,
Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Cilt 6 Sayı 22, (16-20)
SAVAŞ, Burcu, (2015) İş Sözleşmesinin İşveren Tarafından Haklı Nedenle Feshi,
Beta Yayınları. 1. Baskı Aralık, İstanbul
SÜZEK, Sarper, (2014) İş Hukuku, Yenilenmiş 10. Baskı Beta Yayıncılık, İstanbul
TUNÇOMAĞ, Kenan, CENTEL Tankut, (2013) İş Hukukuk Esasları Beta yay. 6.
Baskı, İstanbul.
TÜRK-İŞ 6.Genel Kurul İcra Kurulu Çalışma Raporu, (1966) Türk-İş Yayını,
Ankara.
UĞUR, Suat, (2009), Kıdem Tazminatında Fon Sistemi, Çimento İşveren Dergisi,
Sayı 6 Cilt 23, (1-18)
UYAR, Umut, (2011), Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Çerçevesinde
Kıdem Tazminatı Ve Muhasebesi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli
UZUN Bekir, (2005) Kıdem Tazminatı ve Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı,
http://dosya.toprakisveren.org.tr/makale/2005-68-bekiruzun.pdf.
UZUN Bekir, (2013), “Kıdem Tazminatı Fonu Yerine Kıdem Tazminatı Garanti
Fonu Oluşturulmalıdır”, http://dosya.toprakisveren.org.tr/makale/2013100-bekiruzun.pdf
ÜNSAL Engin (2007) “Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarı Taslağı Konusunda
Bazı Düşünceler”, TUHİS İŞ Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt 21 Sayı:2-3,
(31-39).