Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

TURİST REHBERLERİ ODALARINDA KURUMSAL SOSYAL SORUMLULUK UYGULAMALARI

2018, SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLER'DE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR -VI

Today, Corporate Social Responsibility is an important concept in which businesses observe their interests and the interests of the society they live in as well as the interests of stakeholders. Corporate social responsibility activities can be evaluated as a way of expressing themselves for the tourism enterprises and an essential factor in their image formation. Corporate Social Responsibility involves taking account of ethical values in the activities of institutions and acting responsibly for the environment in social, cultural and economic terms. Civil Society Organizations (CSOs) are important actors in carrying out the activities with a sense of responsibility and provide the connection between the state and the individual. Today, CSOs involve federations, trade unions, associations, foundations, unions, chambers, cooperatives, etc. This study adresses the Chamber of Tourist Guides which are under the supervision of the Ministry of Culture and Tourism and carry out activities in accordance with the Union of Tourist Guides.

SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLER'DE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Yayın Koordinatörü • Yaşar HIZ Genel Yayın Yönetmeni • Aydın ŞİMŞEK Baş Editörler • Prof. Dr. Hasan BABACAN Prof. Dr. Tanja SOLDATOVIĆ Doç. Dr. Nihada DELOBEGOVIĆ DZANIĆ Editörler • Prof. Dr. Türkan ERDOĞAN Prof. Dr. Yıldırım ATAYETER Doç. Dr. Sevcan YILDIZ Kapak Tasarım • Begüm Pelin TEMANA İç Tasarım • Begüm Pelin TEMANA Sosyal Medya • Betül AKYAR Birinci Basım • © NİSAN 2018 / ANKARA ISBN • 978-605-288-398-3 © copyright Bu kitabın yayın hakkı Gece Kitaplığı’na aittir. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz, izin almadan hiçbir yolla çoğaltılamaz. Gece Kitaplığı Adres: Kızılay Mah. Fevzi Çakmak 1. Sokak Ümit Apt No: 22/A Çankaya/ANKARA Tel: 0312 384 80 40 web: www.gecekitapligi.com e-posta: gecekitapligi@gmail.com Baskı & Cilt Bizim Büro Matbaa Sanayi 1. Cadde Sedef Sk. No: 6/1 İskitler - Ankara Sertifika No: 26649 Tel: 0312 229 99 28 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLER'DE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI İÇİNDEKİLER Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları .............................................. .7 EKONOMİK COĞRAFYADA MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER VE ŞEHİRLERE ETKİLERİ: GENEL BİR DEĞERLENDİRME............................................................................. ... 9 KÜLTÜRÜN MEKÂN ÜZERİNDEKİ YANSIMASI OLARAK GÜNÜMÜZ ŞEHİRLERİ ................................................. .27 ANALİTİK HİYERARŞİ SÜRECİYLE ŞEHİRSEL ALAN VE SANAYİ ODAKLI YER SEÇİMİ ÖNERİSİ: NEVŞEHİR ÖRNEĞİ .......................................................................... .45 OBOR SÜRECİNDE TÜRKİYE; BEKLENTİLER VE SORUNLAR.......................................................... .67 BİLECİK İLİNDE TOPOGRAFİK FAKTÖRLERE GÖRE (YÜKSELTİ, EĞİM, BAKI) NÜFUSUN VE YERLEŞMELERİN DAĞILIŞI............................................................................................... .89 Psikoloji Çalışmaları ............................................................................. 107 ÇOCUK CİNSEL İSTİSMARINI ÖNLEMEDE OKUL TEMELLİ CİNSEL EĞİTİMİN ROLÜ ve ÖNEMİ ............................................ 109 DENEYSEL BİR ŞİZOFRENİ MODELİ OLARAK SUBKRONİK KETAMİN UYGULAMASININ EMOSYONEL VE BİLİŞSEL DAVRANIŞLAR ÜZERİNE ETKİLERİ ............................................ 123 Sosyoloji Çalışmaları ............................................................................. 155 GENÇ DİNDARLIĞININ İNŞASINDA AİLESEL ETKİLER ....... 157 EKONOMİK KÜRESELLEŞME VE EĞİTİM .................................. 175 ÇAĞDAŞ İRAN EDEBİYATINDA GİZEMLİ BİR ADA: HAKİKAT MÜPTELASI OLARAK SADIK HİDAYET ................. 197 “7’SİNDE NEYSE 70’İNDE DE O!” KADININ MAKUS TALİHİNE BİR ÖRNEK: YAŞLI KADINLARIN TOPLUMSAL SORUNLARI................................... 211 DEVRİM VE ÇOCUKLUK ................................................................ 227 BÜROKRATİKLEŞME, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI VE İMSAK VAKTİNİN TESPİTİ MESELESİ......................................... 241 Turizm Çalışmaları ................................................................................ 263 TURİST REHBERLERİ ODALARINDA KURUMSAL SOSYAL SORUMLULUK UYGULAMALARI................................................. 265 TURİZMİN SOSYO-KÜLTÜREL ETKİLERİ: KIRGIZİSTAN ARAŞTIRMASI .................................................................................... 277 BOŞ ZAMAN VE YAŞAM TATMİNİ .............................................. 295 KIRSAL TURİZMİN KAVRAMSAL AÇIDAN İNCELENMESİ .................................................................................... 311 TURİZM İŞLETMELERİNDE REKREASYON VE ANİMASYON FAALİYETLERİNİN İNTERNET SİTELERİ ÜZERİNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ: TATİL KÖYLERİ ÖRNEĞİ ................... 327 Tematik ..................................................................................................... 343 AŞAĞI SALAT ve TATARLI HÖYÜK FAUNASININ ZOOARKEOLOJİK ANALİZİ .......................................................... 345 KEMALİZM’DEN ERDOĞAN LİDERLİĞİNİN YENİ OSMANLICILIĞINA OSMANLI GEÇMİŞİYLE KURULAN İLİŞKİDE MEDENİYET OLGUSU ................................................... 365 MOTİVASYON PARAMETRELERİ YENİDEN YAPILANMA SÜRECİNDEN ETKİLENİR Mİ? : BİR ALAN ARAŞTIRMASI .................................................................................... 385 TÜRKİYENİN COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ TABANLI İNSANİ GELİŞİM ENDEKS HARİTASI .......................................... 407 KIDEM TAZMİNATI FONU TARTIŞMALARINA YÖNELİK BİR DEĞERLENDİRME ..................................................................... 423 Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 9 EKONOMİK COĞRAFYADA MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER VE ŞEHİRLERE ETKİLERİ: GENEL BİR DEĞERLENDİRME THE CHANGING ECONOMIC GEOGRAPHY AND ITS IMPLICATION UPON URBAN CITIES: AN OVERVIEW Beycan HOCAOĞLU1 ÖZET Günümüzde yaşadığımız dönem önceki yüzyılın ilk yarısındakinden belirgin bir şekilde farklılaştığı ekonomik bir değişim ile karakterize olmaktadır. Bu değişimin belirgin karakteristiği sanayisizleşme ile enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki artışla ilişkili olarak yeni sanayi ve yeni üretici hizmet sektörünün ortaya çıkmasıdır. Küresel ekonomideki bu değişimin mekânsal ve coğrafi yansımasının en belirgin gözlemlendiği alan da şehirlerin hiyerarşik ilişkileri ve kendi içsel mekânsal örgütlenmeleri ve bunlardaki değişimdir. Sanayisizleşmenin sonucu olarak eski geleneksel sanayi şehirleri eski önemini yitirmiş sanayinin toplandığı şehir merkezleri bir çöküntü içerisine girmiştir. Yeni ekonominin mekânsal odakları tarihsel olarak birer yönetim merkezi olan New York, Tokyo ve Londra gibi küresel şehirler ile klimatik ve teknolojik çekiciliği yüksek olan Los Angeles ve San Francisco gibi “güneş kuşağı” olarak adlandırılan yeni merkezler olmuştur. Ekonomik dönüşümden olumsuz olarak etkilenen eski sanayi şehirleri ve bunların şehir merkezleri ise dönüşümün yıkıcı etkisinden kurtulmak için bir yandan şirketlerin yönetim merkezlerini kendilerine çekmek için teknolojik iletişim altyapılarını geliştirirken bir yandan da tarihsel çekiciliklerini ön plana sürerek kültürel bir sanayinin ve turizmin geliştirmesi için bir çaba içerisine girmektedir. Bu nedenle günümüzde şehirler şehirlerarası hiyerarşide bir üst basamağa çıkabilmek için amansız bir rekabete girmişlerdir. Son derece zor koşullar altında gerçekleşen bu rekabette başarılı olmak küresel yönetim merkezleri konumunda bulunan şehirler konumlarını daha da sağlamlaştırırken zor olmakla birlikte bunu başarabilen şehirler de yeni ekonomik dönüşümün sosyal yapıdaki dönüşümün zararlı etkilerini bertaraf edebilmiş değildir. Anahtar Kelimeler: şehirleşme, üretici hizmet ekonomisi, sanayisizleşme, küreselleşme, küresel şehirler ABSTRACT The period we are lived is characterized with the sharp distinction from the previous one by rapid and strong economic change. The main characteristic of this change is de-industrialization and the emergence of new industries and producer service economies mediated by the advance of information and telecommunication 1 Dr. Öğr. Üyesi, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Coğrafya Bölümü, beycan.hocaoglu@ikc.edu.tr 10 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI technologies. Hierarchical position of cities and their inner structures are one of the main geographical and spatial responses of that change in global economy. As a result of de-industrialization former manufacture cities has lost their former importance and city centres has experienced sharp decline. The cities which are historically management location such as New York, Tokyo and London and the attractive “sun-belt” cities such as Los Angeles and San Francisco have emerged as new global cities. The former manufacture cities which negatively affected by the new economic changes has struggled to defend their position by stressing their traditional attractiveness for newly emerged cultural industries and tourism activities. Thus they competed with each other to get to the upper hierarchical step by attracting headquarters of big multinational companies. Keywords: urbanization, productive service economy, de-industrialization, globalization, global cities GİRİŞ Açıktır ki kentsel gelişim temel olarak dünya ekonomisindeki gelişmelerden etkilenmektedir. Bu durum söz konusu süreci nasıl anladığımız ile ilgili önemli soruları ortaya koymaktadır. Öncelikle bu sürecin şehri nasıl oluşturduğunu ve şekillendirdiğini sadece şehirlerin kendilerine bakarak anlayamayız. Daha geniş bir bakış açısını kabullenmek durumundayız; Şehirlerin kendi içlerindeki faktörlerden etkilendiği gibi kendi sınırlarının çok ötesindeki süreçler tarafından da şekillendirildiğini kabul etmeliyiz. Buna rağmen yine de şehirlerin bu süreçlerin çaresiz birer kuklası olmadığını bilmek gerekmektedir. Söz konusu küresel süreçler kentsel yönetimler, ekonomiler ve kültürler gibi faktörler tarafından yerelde yeniden düzenlenmektedir. Şehirler yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası güçlerin arasındaki karşılıklı etkileşim ile şekillenmektedir (Healey & Ilbery, 1990). İkinci olarak, dünya ekonomisi çokuluslu veya sınıraşırı şirketlerin operasyonları ile gittikçe birbiriyle daha sıkı ilişkili hale gelse de kentleşmenin uluslararası boyutu yeni bir olgu değildir. Şehirler uzun süreden beri uluslararası işlevler üstlenmişlerdir ve pek çoğu da bu işlevler tarafından hatırı sayılır ölçüde şekillenmişlerdir. Birleşik Krallığın eski sanayi şehirleri dünyanın her bir tarafındaki ülkeler ile uzun süredir ticari faaliyetler yürütmektedir. Londra küresel bir imparatorluğun yönetim merkeziydi. Londra’nın bu uluslararası işlevlerinin mirası şehrin peyzajında, ekonomisinde ve kurumlarında olduğu gibi şehirler arasındaki ilişkilerde de hala belirgindir. Kentlerin uluslararası işlevlerinin uzun tarihine rağmen kentleşmenin uluslararası bağlamına yönelik atfedilen önemin yeniden canlanmasının pek çok sebebi vardır. Önceki çalışmalar kentleşmenin uluslararası boyutu üzerinde çok fazla durmamıştır. Özellikle uluslararası rekabetin olumsuz Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 11 etkilerinin Avrupa ve Kuzey Amerika’nın sanayileşmiş şehirlerinde hissedilmeye başlamasıyla yerelin kaderinde önemli şekillendiriciler olarak ortaya çıkması üzerine kentlerin uluslararası bağlamına yapılan vurgu artmaya başlamış ve üzerinde daha çok durulmuştur (Knox & Agnew, 1994). Bu çalışmada dört nokta üzerinden kentleşmenin uluslararası boyutları üzerinde durulacaktır. • Son otuz yılda dünya ekonomisindeki genel eğilim ne olmuştur? • Avrupa ve Kuzey Amerika’daki şehirler üzerinde bu eğilimlerin etkisi ne olmuştur? Bu şehirlerin içsel yapılarının ve işleyişlerinin şehirler arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerinin de değerlendirilmesini gerektirmektedir. • Farklı tiplerdeki şehirler arasında bu etkiler nasıl değişmektedir? • Şehirler bu değişikliklere nasıl cevap vermekte ve ayak uydurmaktadır? Şehirlerin Sanayisizleşmesi ve Etkileri Kuzey Amerika ve Avrupa’daki pek çok büyük şehir 1850’lerden sonra sanayi sermayesinin yayılması ile yakından ilişkilidir. Sanayinin şehirler içinde ortaya çıkması ve gelişmesi şehir tarihinin temel aşamalarından birini temsil etmektedir. Bununla birlikte 1980’lerde bu şehirlerin büyük bir çoğunluğunun ekonomileri ciddi sorunlar ile karşılaşmıştır. Üretim sektöründeki düşüşe bağlı olarak işsizlik Kuzey Amerika ve Avrupa’nın eski sanayi şehirlerinde ciddi bir problem olarak ortaya çıkmıştır. Bu problemin yayılmasında ve büyümesindeki hız korkutucudur. Üretim sektörünün şehir alanlarındaki gerilemesine dair çarpıcı rakamlar incelendiğinde bu gerilemenin farklı beş boyutunun olduğu görülür: • Zamansal: İşsizliğin uzun süreli bir problem olarak ortaya çıkması. İşsiz kalan insanların büyük bir çoğunluğu bir yıldan uzun sürelerle işsiz kalmaktadır. • Sektörel: İşsizlik eskiden ulusal ekonominin hakim sektörü olan üretim sektöründe yoğunlaşmaktadır. • Bölgesel: Önemli bölgeler arası ilişkiler ortaya çıkmaktadır. Kuzey İngiltere ve Amerika’nın orta batısı gibi sanayi kuşakları ciddi ekonomik sorunlar yaşamaktadır. • Kentsel: Üretim sektörünün odağındaki şehirler sektördeki gerilemenin asıl yükünü çekmektedir. Özellikle şehirlerde sanayinin odaklandığı merkezi kesimlerde bu durum daha belirgindir. 12 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI • Sosyal: İşsizliğin en kötü etkileri gençler, orta ve üzeri yaştakiler, erkekler ve etnik azınlıklar gibi belirli sosyal gruplar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Kuzey Amerika ve Avrupa’nın sanayi şehirlerinde yaşanan sanayisizleşme süreci üç etken ile ilişkilidir: fabrika ve üretim mekânlarının kapanması, istihdamın ülkenin başka bölgelerine ve yurtdışına taşınması ve emeğin teknoloji ile yer değiştirmesi. Sanayisizleşme sürecinden Kuzey Amerika ve Avrupa’nın bütün şehirleri aynı ölçüde etkilenmemişlerdir. Farklı ekonomilere sahip ve üretim sektörünün ekonomilerinde daha az katkısı bulunan şehirler sanayisizleşme döneminde farklı bir ekonomik gelişmeye maruz kalmışlardır. Aynı zamanda farklı sanayi şehirlerinde bu etkiyi genelleştirmek de zordur. Sanayisizleşme farklı sanayi kollarında değişiklik göstermekte ve aynı zamanda tekil kent ekonomilerinin kompozisyonu ile birlikte ulusal ve yerel yönetimlerin faaliyetlerine göre değişmektedir. Bununla birlikte bütün bu niteliklere rağmen 1960’lardan bu yana sanayisizleşme Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük şehirlerini etkileyen en önemli ekonomik süreçtir. Kentsel alanlardaki sanayi sektöründe tecrübe edilen ekonomik dinamizmde yaşanan gerilemenin en dramatik kanıtlarından birisi de Birleşik Krallığın büyük şehirlerinde toplam kent nüfusunda yaşanan düşüştür. Bu esas olarak nüfusun kentsel sınırların dışına göçünü ifade eden kentten uzaklaşma veya banliyöleşme sürecinin bir soncudur. Bu süreç 1970’ler ve 1980’lerin şehirlerini karakterize eden en belirgin özelliktir. 1980’lerin sonlarında şehirlerin daha önce kaybetmiş oldukları nüfusu geri kazanmaya başladıklarına dair izler gözlemlenmiştir. Bir yandan orta sınıfa ait nüfus banliyölere ve ötesine taşınırken daha dezavantajlı gruplar nispeten daha az mobil olmalarından dolayı şehir merkezinde kalmışlardır. Bu nedenle söz konusu sürecin ciddi bir sosyal boyutu da bulunmaktadır. Sanayinin şehir merkezlerinin dışına taşınması veya kapanması sürecin bu sosyal boyutunun etkisini arttırmıştır. Böylece süreç şehirde gelir farklılığı, yaşam tarzları ve olanaklara bağlı mekânsal bir sosyal kutuplaşmaya neden olarak şehir merkezlerinde bir vakuma yol açmıştır. Artan bir şekilde şehrin iç kesimleri kendilerini formel ekonominin dinamiklerinden kopmuş bir halde bulmuşlardır. Küresel Ekonomik Değişim İstihdamın yeni sanayileşmekte olan ülkelere yönelmesi sanayisizleşmenin en tartışılan nedenlerinden birisidir. Bunun şehirlerin iç kesimlerindeki eski sanayi odaklarını geride bırakarak istihdamın yeni uluslararası dağılı- Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 13 mının ortaya çıkmasını temsil ettiği ifade edilmektedir. Bu teori, Batı şehirlerindeki sanayisizleşmeyi, yeni sanayileşmekte olan ülkelerdeki şehirlerin büyümesini ve karşılıklı bağlılığın olduğu dünya ekonomisinde kontrol ve yönetim merkezi olarak küresel şehirlerin büyümesi gibi dünya ölçeğindeki temel ekonomik gelişmeleri dikkate almaktadır. Bununla birlikte her ne kadar yanlış olmasa da bu teorinin açıklama kapasitesi sınırlı kalmaktadır (Savage & Warde, 1993). Ekonomik süreçlere bu denli yaslanarak açık bir şekilde ekonomideki değişimle ilintili olan şehirlerin sosyal coğrafyası ile ilgili pek az şey söylemek mümkündür. Söz konusu teori ekonomik değişim ve şehirleşme arasında tek yönlü açıklamalar sunmaktadır. Bu bakış açısı makro ekonomik değişimin şehirler üzerindeki etkilerini ortaya koyma becerisine sahiptir. Ancak, şehirlerin tekil özelliklerinin, siyasi liderlerinin veya yerel iş topluluklarının makro ekonomik süreçleri nasıl etkileyebildikleri ile ilgili pek az şey söyler. Şehri dışarıdan görmeye yarar fakat şehri içeriden görmeyi beceremez. Şehirlerin emeğin uluslararası dağılımındaki pozisyonları otomatik olarak kendi coğrafi konumları veya ekonomik tarihleri tarafından belirlenmez. Bu faktörler tarafından sınırlandırılabilirler fakat kendilerini etkileyen ekonomik süreçleri yönlendirebilme imkânları da bulunmaktadır. Yeni uluslararası istihdam dağılımı bakış açısı ekonomik değişim ve kentleşme ile ilgili bu önemli ilişkiler hakkında pek az şey açıklar (Savage & Warde, 1993). İstihdamın yeni uluslararası dağılımını açıklayan makro ekonomik teoriden çok daha kapsamlı bir açıklama sunan teori “yeniden yapılandırma” teorisidir. “Yeniden yapılandırma” teorisi değişen ekonomik koşullara göre organizasyonların kendilerini yeniden yapılandırmalarına atıf yapmaktadır. Bu yaklaşım öncelikle Doreen Massey ve Richard Meegan isimli iki coğrafyacı tarafından 1970’lerin sonlarında geliştirilmiş ve daha sonra 1980’lerin başlarında “The Anatomy of Job Loss: The How, Why and Where of Employment Decline (Massey & Meegan, 1982) ve Spatial Division of Labour (Massey, 1984) gibi yayınlar ile ayrıntılandırılmıştır. Massey ve Meegan istihdamdaki mekânsal eşitsizliğin Birleşik Krallıktaki ekonomiyi karakterize ettiğini belirlemişlerdir. Bu durumun da şirketler ve organizasyonların aldığı mekânsal yeniden yapılanma kararlarının sonuçları tarafından şekillendirildiğini ortaya atmışlardır. Şirketler emek maliyetlerinin mekânsal farklılığı gibi unsurlar üzerinden mekânı kendi avantajlarına göre kullanabilme becerisine sahiptirler. Yeniden yapılanma rekabetin gittikçe arttığı dünya ekonomisinde kârlılıkların devam ettirilmesi amacıyla bunun gibi mekânsal farklılıkları kullanma üzerinden organize edilmektedir. Ulusal ve uluslararası eşitsiz gelişmenin dokusu organizasyonların sadece emek maliyeti üzerinden değil aynı zamanda sendikalaşma tarihi gibi sosyo-kültürel özelliklerde de mekânsal farklılıkları kullanabilme becerisini yansıtmaktadır. 14 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Eski sanayi şehirlerinin iç kesimlerindeki sanayisizleşme makro ekonomik gelişmelere şirketlerinin yeniden yapılanma cevabı olarak yorumlanabilir. Bu alanlar banliyö ve kırsal kesimlere kıyasla yüksek emek maliyeti ile karakterize olmaktadır. Massey ve Meegan bölgesel uzmanlaşmayı üretim sürecinin parçalara bölünerek mekânsal dağılımının bir sonucu olarak tanımlamaktadır. Bu Birleşik Krallığın güneydoğu bölgesinin yönetim ve kontrol işlevleri ile bir idare merkezi olarak ortaya çıkarken eski sanayi bölgelerinin başka alanlarda yönetilen fabrikalarda rutin üretim mekânları haline gelmesini açıklamaktadır. Massey ve Meegan sermayenin gittikçe artan hareketliliğini ve alanların doğal özelliklerinden ziyade gittikçe artan sosyal çarpıklığa dikkat çekmektedir (Massey & Meegan, 1982). Bu yaklaşım şehirlerin ekonomik değişime tepkisini anlamada oldukça faydalı bir bakış açısı sunmuş ve doğrudan bir takım katkılar yapmıştır. Birleşik Krallığın değişen kentsel ve bölgesel yapısı içerisinde pek çok araştırma programına güç vermiş ve ekonomik yeniden yapılanmanın sosyal ve kültürel özellikleri nasıl içerdiğini göstererek ekonomik tabanlı açıklamanın ötesine gitme imkânı vermiştir. Buradan kaynağını alan en önemli anlayış ekonomik yeniden yapılanma ve mekânların spesifik coğrafi düzenlemeleri arasındaki ilişkinin tek yönlü bir ilişki olmaktan ziyade iki yönlü bir ilişki olduğudur. Ekonomik yeniden yapılanma sadece mekânların coğrafyaları üzerinde etki yapmadığı gibi bu tekil ve kendine has coğrafyaların ekonomik yeniden yapılanma süreci üzerinde de etkileri bulunmaktadır. Yeniden yapılanma yaklaşımı mekânların ekonomik değişimin basit edilgen alıcıları olmayıp aynı zamanda bu değişikliklerin sonuçlarını da etkileyebildiklerini göstermektedir (Savage & Warde, 1993). Buna rağmen, yeniden yapılandırmacı yaklaşım 1980’lerin sonlarında ve 1990’larda gittikçe artan oranda eleştiriye maruz kalmıştır. Diğer yaklaşımların aksine yeniden yapılandırmacı yaklaşım spesifik mekânlar üzerinde ekonomik yeniden yapılandırmanın etkilerini ortaya koymada son derece zayıf kalmaktadır. Yeninden yapılandırmacı yaklaşım ile yapılan araştırmalar mekânların olduklarından çok daha fazla bağdaşık ve heterojen olduğunu ileri sürme eğilimindedir. Söz konusu yaklaşımda adlandırıldığı üzere “yerellikler” nispeten küçük ve oldukça uzak alanları ifade etmektedir. Bu durumda bile büyük oranda içsel, mekânsal, ekonomik ve sosyal farklılıklar göstermektedirler. Ekonomik yeniden yapılanmanın bu yerellikler üzerindeki etkisi bu nedenle yerelin sosyal ve ekonomik yapısı içerisinde dağılmıştır. Bir dereceye kadar içsel homojenliğin varlığını kabul ettiğimiz mekânsal birimleri araştırma birimi olarak kabul etmek anlamlı olmaz. Yeniden yapılandırmacı yaklaşım ekonomik yeniden yapılanmanın aracılığı ile mekânın rolüne aşırı vurgu yapma eğiliminde iken yerelin içsel yapısının önemini göz ardı etme eğilimindedir. Yeniden yapılandırmacı Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 15 yaklaşım ekonomik yeniden yapılanmanın aracılığı ile sosyal ve kültürel faktörlerin önemini göstermede hırslı fakat sınırlı bir çaba olarak ele alınmalıdır (Savage & Warde, 1993). Şehirler ve Hizmet Ekonomisinin Büyümesi 1980’lerin başlarında hizmet sektörünün büyümesi yeni bir iyimserliğin doğmasına yol açtı. Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’da sanayi sektöründe yaşanan kayıpların hizmet sektöründeki büyüme ile telafi edileceği düşünüldü. Bununla birlikte hizmet sektörünün büyümesi sektörel, sosyal ve coğrafi olarak spesifik bazı karakterler arz ediyordu. Hizmet sektörünün büyümesi üretim sektöründeki işsizliği tamamen telâfi etmediği gibi bu büyümeden yararlanan mekânlar ve kişiler sanayisizleşmenin asıl yükünü çekenlerden çok daha farklıydı (Allen, 1988; Hudson & Williams, 1986). 1980’lerin başlarında hizmet sektöründeki istihdam bir dizi sebepten dolayı artış gösterdi. Bunlar iş sektörünün şirket içinde mekânsal olarak dağılmış bulunun ekonomik faaliyetlerin koordinasyon halinde çalışma gerekliliği ve finans ve hukuk alanında uzmanlaşmış eleman ihtiyacıydı. 1945 ve 1990 yılları arasında hizmet sektörü istihdamı yaklaşık % 75 oranında büyüdü. Bu büyüme sektörel olarak eşitsiz olduğu gibi en büyük büyüme bankacılık ve sigortacılık hizmetlerinde yaşandı (Allen, 1988; Cameron, 1980). Hizmet sektöründeki işlerin mutlak büyüme rakamları üretim sektöründeki iş kayıplarının mutlak rakamlarından önemli derecede düşüktü. Bunun yansımaları Birleşik Krallıktaki istihdam dışı kişi sayısındaki artışta görülmekteydi. Bu açık bir şekilde Birleşik Krallığın ekonomisinde toplam işsiz sayısının 1981 ve 1991 yılları arasındaki büyümede de kendini göstermektedir. Mutlak rakamların göstermekte yetersiz kaldığı husus ise istihdam kompozisyonunda yaşanan değişimin sosyal ve mekânsal boyutlarıdır. Birleşik Krallık ekonomisindeki üretim sektöründen hizmet sektörüne kaymanın geniş ölçekli bölgesel ve kentsel etkileri sosyal, ekonomik, dönemsel ve cinsiyet boyutlarının karşılıklı etkileşimi ile açıklanabilir. Temel etkileri işsizlik oranlarındaki artış, yerel istihdam piyasasının dönüşümü ve hizmet sektörünün mekânsal olarak merkezden uzaklaşmasıdır. Her şeyden önce üretim sektöründeki iş kayıpları hizmet sektöründeki büyüme tarafından tam olarak telâfi edilebilmiş değildir. Bu geniş ölçekli değişim bölgesel boyutta dengesiz bir dağılım sergilemektedir. İşsizliğin artmasından en kötü etkilenen bölgeler Midlands (Spencer et al., 1986), Kuzey İngiltere ve Keltik çeper olarak adlandırılan eski üretim merkezlerinin bulunduğu kentsel alanlardır. Benzer şekilde Güney Galler, 16 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Batı Midlands, Kuzey Doğu, İskoçya’da Slydeside ve Kuzey İrlanda’da bu durumdan en kötü şekilde etkilenen bölgelerdir (Champion & Townsend, 1990). Benzer örüntü Kuzey Amerika ve Avustralya’da da ortaya çıkmıştır. Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey doğusundaki pas kuşağı olarak adlandırılan bölge ağır sanayide işsizliğin artış gösterdiği bölgeler olmuştur. Bu kuşaktaki şehirler Baltimore, Pittsburgh, Cleveland, Detroit ve Chicago’dur. Amerika Birleşik Devletlerindeki ekonomik büyümenin yaşandığı alan ekonomik çöküntünün tecrübe edildiği bu kuşaktan oldukça farklı bir yerde ortaya çıkmıştır. Güneş kuşağı olarak adlandırılan alanda yer alan California animasyon, biyoteknoloji ve uzay araştırmaları gibi yeni teknolojilerin hayata geçtiği bölgeler ekonomik canlanmanın Amerika Birleşik Devletlerinde gerçekleştiği bölgelerdir (Knox & Agnew, 1994). Avustralya’nın pas kuşağını ise Victoria eyaleti, Tazmanya ve Güney Avustralya oluştururken güneş kuşağını Queensland ve Batı Avustralya oluşturmaktadır (Stimson, 1995). Sektörel ekonomik dönüşüm kaçınılmaz olarak “mekân ekonomisinde” dönüşümü de içermektedir. Güneş kuşağı gibi klimatik bir metaforu kullanmak mekân ekonomisindeki dönüşümü açıklamak ve tanımlamak için uygundur. Genellikle olumlu iklim koşullarına sahip olmak yeni sanayilerin gelişmesinde birkaç doğal avantajdan birisi durumundadır. Örneğin California’nın iklimi yeni sanayinin buraya yönelmesindeki çekici faktörlerden birisidir. Pas kuşakları ağır ilerleyen hizmet sektörü büyümesi ile eş zamanlı gelişen erkek nüfusun istihdam piyasasından uzaklaşmasından niceliksel olarak en ağır etkilenen bölgeler olmakla kalmaz fakat aynı zamanda da niteliksel bazı dönüşümlere maruz kalır. Hizmet sektöründeki işler üretim sektöründeki işlerden niteliksel olarak önemli ölçüde farklı olma eğilimindedir. İstihdam piyasasındaki bu etki part time çalışma, geçici süreli kontratlar ve kadınların istihdam edilme oranlarında bir artış şeklinde kendini göstermektedir. Bu değişimlerin dolaylı sonuçları da istihdam piyasasında orta gelir grubunun erozyonu ile gelir imkânlarının kutuplaşması ve kadının gittikçe artan bir oranda istihdam piyasasında hane halkının gelir getirici üyesi olarak erkeğin yerini alması ile sosyal ilişkilerdeki değişimdir. Hizmet sektörünün coğrafyası da benzer şekilde karmaşıktır. Bununla birlikte, Birleşik Krallıkta ofis istihdamında seçici bir merkezden uzaklaşma olarak özetlenebilir. Birleşik Krallıkta ofis sektörü 1960’larda hızlı bir şekilde gelişmiştir ve özellikle Londra ve onu çevreleyen güney doğu bölgesinde toplanmıştır. Ofislerin belirli bir alanda yoğunlaşması ulusal ve çok uluslu şirketlerin ana merkezlerinin Londra şehrinin finansal bölgesine, yeni millileştirilmiş sanayileri ve sivil kamu hizmetlerine yakınlık arayışını içermektedir. İlk başlarda ofislerin merkezden uzaklaştırılması büyük oranda merkezi hükümetin faaliyetleri ile desteklenmiştir. Ofis Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 17 Gelişim Ruhsatnamesi ofislerin Güneydoğu’nun dışına yönelmesini cesaretlendirmiş, Ofis Büro Lokasyonları Bürosu (1964-1979) alternatif ofis lokasyonları önermiş ve bazı kamu hizmetleri Londra dışına taşınmıştır (Hudson & Williams, 1986). Tüm bunlar ofislerin Londra merkezinden uzaklaştırılmasına yönelik kasti çabalardır. Özel şirketler 1960’lar ve 1970’lerde merkezden uzaklaşmaya başlamışlardır. Bununla birlikte Birleşik Krallığın Güneydoğu bölgesinde kalma eğilimi içerisinde olmuşlardır. Sigorta şirketi Eagle Star Cheltenham’a IBM Bristol’a taşınmıştır. Bu bölgenin dışına taşınan pek az şirket olmuştur. Telekomünikasyondaki gelişmeler mekânsal olarak uzak fakat elektronik olarak bağlantılı şirket ofis ağlarının kurulmasına ve “sanal ofis”lerin oluşmasına olanak sağlamış ve şirketler fonksiyonlarına göre ofislerini mekânsal olarak ayrıştırmaya başlamıştır (Bleeker, 1994; Graham & Marvin, 1996). Bu durum rutin ofis işlerinin ve orta sınıf yönetim işlevlerinin Keltik çeperde yer alan eski üretim şehirleri ve lokasyonlarının periferisine taşınmasına yol açmıştır. Bu yer değiştirmeler daha ucuz ve esnek işgücü avantajını da beraberinde getirmiştir. Yüksek seviyeli yönetim işleri rutin ofis işlevleri ile aynı ölçüde bir yer değiştirmeye maruz kalmamıştır. Hizmet sektöründeki istihdamın artışı ile yaratılan işlerin niteliği nispeten yüksek gelirli ve niceliksel olarak az olan işler ile daha rutin, düşük gelirli, düşük iş becerisi, fazla eğitim gerektirmeyen, sendikasız ve geçici işler olmak üzere bir kutuplaşma oluşturma eğilimindedir. İş imkânlarındaki bu kutuplaşma sanayisizleşme süreci ile yıkıma uğramış istihdam piyasasındaki nispeten iyi gelirli, tam zamanlı ve görece eğitim ve beceri gerektiren orta gelir grubunu telâfi etmekte başarısız olmuştur. Sosyal olarak yeni iş imkânları sanayisizleşme ile gereklilikleri ortadan kalkmış olan kesimi yeniden istihdam piyasasına dahil etmekte yetersiz kalmıştır. Batı ekonomilerinin istihdam piyasası eski sanayi bölgelerinde olduğu gibi genel olarak ulusal ekonomilerinde de erkek istihdamından kadın istihdamına bir geçiş ile karakterize olmaktadır. Merkezden uzaklaşma ile karaktarize edilen hizmet sektörü öncelikle telekomünikasyon teknolojilerindeki ilerleme ile başlamıştır. Bununla birlikte telekomünikasyondaki yeni ilerlemeler Batı uluslarının periferisinde bulunan alanlardaki avantajları merkezden uzaklaşma eğilimini daha da uzaklara taşıyarak ortadan kaldırma tehlikesini de getirmiştir. Bu avantajların arkasındaki temel motivasyon bu alanlardaki ucuz işgücü arzında yatmaktadır (Graham & Marvin, 1996). Şehirlerin Yeniden Şekillenen Ekonomik Coğrafyası Kent ekonomisi makroekonomik düzlemde meydana gelen değişikliklerden etkilenirken bu etkilenme yeni gelişmekte olan sektörler etrafında şekillenmekte ve kentlerin içsel coğrafyalarını şekillendirmektedir. 18 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Bu değişiklikler çok uluslu şirketlerin ana yönetim merkezleri, yeni üretim hizmet sektörü, şirketlerin araştırma ve geliştirme birimleri, kültürel sanayinin oluşumu ve telekomünikasyon teknolojilerindeki gelişmeler ile yakından ilişkilidir. Şirket ana merkezlerinin lokasyonlarında her zaman kentsel bir yanlılık vardık. Bu durum banliyö ve daha küçük şehirlere taşınan ulusal ve daha küçük ölçekli şirketler bir kenara bırakıldığında ulusal ekonomilerin ekonomik coğrafyasındaki değişimler şeklinde kendini göstermektedir. Sanayi üretimi yapılan şehir ve bölgeler şirket ana merkezlerinin toplandığı alanlar olma özelliklerini kaybetme eğilimindedir. Bu durumun en bariz şekilde görüldüğü alanlar Kuzey Amerika’nın Midwest bölgesindeki şehirlerdir. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki şirket ana merkezlerinin eski sanayi şehirlerinden hizmet ekonomilerinin bulunduğu alanlara yönelen genel bir değişim söz konusudur (Knox & Agnew, 1994). Çok uluslu şirketlerin ana merkezleri büyük şehirlerde ve özellikle Londra, Tokyo ve New York gibi sayıları son derece az fakat yüksek oranda etkin olan “dünya şehirleri” veya “küresel şehirlerde” toplanma eğilimindedir (Knox, 1995; Sassen, 1991, 1994). Şirket ana merkezlerinin büyük kent merkezlerindeki konsolidasyonları bölgesel, ulusal ve uluslararası pazarlara erişim, yüksek nitelikli işgücü ve belirli sofistike uzmanlaşmış hizmet girdilerine olan ihtiyaçlarını yansıtmaktadır. Sadece en büyük ve iyi bağlantıları olan şehirler bu ihtiyaçları karşılayabilme yeterliliğine sahiptir. Bu şekilde şirket ana merkezleri şehrin merkezi kesimlerini ve şehirlerin ekonomilerini iş hizmet sektörünün büyümesine bağlı olarak şekillendirme becerisine sahip yeni dinamik odaklar haline gelmişlerdir (Sassen, 1991, 1994). Üretim hizmetleri şirketlere yasal, finansal, pazarlama, danışmanlık ve muhasebe hizmetleri sunmaktadır. Değişen pazar koşullarına hızlı bir şekilde ayak uydurmak zorunda olan şirketler için üretim hizmetleri gittikçe daha önemli hale gelmektedir. Bu hizmetler Avrupa ve Kuzey Amerika’daki büyük şehirlerin ve devletlerin önemli derecedeki uluslararası bağlantıları ile en hızlı büyüyen sektörü haline gelmişlerdir (Hamnett, 1995; Knox, 1995; Sassen, 1991, 1994; Thrift, 1987). Üretim hizmetleri ezici bir şekilde dünyanın belli başlı büyük finans merkezlerinde toplanmaktadırlar. Bu şehirlerin yüksek oranda yenilikçi ortamlarından ve sundukları diğer sanayi ve uzmanlıklarından geniş ölçekte ve anlık yararlanmaktadırlar. Bu şehirlerin elektronik ve fiziksel alt yapıları ile birlikte bar, restoran ve sağlık kulüplerinin sosyal ortamları da iş dünyasının yararlandığı sosyal networkler açısından ayrı bir öneme sahiptir. Büyük çok uluslu şirketlerin aradığı sosyal çevrenin bu sıkı kümelenmenin dışında son derece gelişmiş telekomünikasyon bağlantılarının bulunmadığı Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 19 başka alanlarda üretilmesi imkânsızdır (Graham & Marvin, 1996; Sassen, 1994). Üretim hizmeti sektörünün temel müşterileri çok uluslu şirketlerin ana merkezleridir. Bu şirketlerin mekânsal kapsam ve karmaşıklığı arttıkça etkin bir yönetim, kontrol ve koordinasyon daha elzem hale gelmektedir. Bu etkinlik büyük ölçüde uzmanlaşmış üretim hizmetlerine bağımlıdır. Üretim hizmetleri uluslararası ölçekte yayılan ve parçalara ayrılan fakat gittikçe birbirine bağlanan küresel bir ekonomide daha hayati bir rol oynamaktadır. Şirket iş merkezlerinin küresel şehirlerdeki kümelenmesi şirketlere daha kazançlı ve sınırlandırılmış bir pazar sağlamaktadır. Üretim hizmetleri parçası bulundukları kentsel ekonomilere önemli etkilerde bulunurlar. Üretim hizmetleri, yatırım ve finansal hizmetlerle birlikte, yüksek kârlar elde etmeleri dolayısıyla içinde bulundukları kent ekonomilerinde ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Yüksek kârlar yatırılan sermaye ve süre ile orantısız yüksek gelirler elde edildiğinde ortaya çıkar. Bu nedenle hizmet sektörü büyük şehirlerin merkezlerinde arazi, kaynak ve yatırım rekabetinde çok daha avantajlı bir pozisyondadır. Diğer sektörler hem mekânsal olarak hem de daha kazançlı ekonomilerden şehrin merkezinden dışarıya itilirken değersizleşir ve marjinalleşirler. Bu durumun çok ciddi sosyal etkileri vardır zira üretim hizmetleri tarafından yaratılan kazançlı iş olanaklarına yüksek beceriye sahip kişiler dışında çok az kişi tarafından ulaşılabilmektedir. Bu sektörde geriye kalan işlerin pek çoğu temizlik ve güvenlik gibi düşük vasıflı ve düşük gelirli işlerdir. İş imkânlarına ulaşma konusundaki bu kutuplaşma şehrin iç kesimlerinde yaşayanların dezavantajlı pozisyonlarını hafifletecek çok az katkı yapmaktadır. Gerçekte yerel nitelikli hizmetler butik ve restoranlar gibi üretim hizmeti sektöründe çalışanlara yönelik olduğundan etki olumsuz dahi olmaktadır (Sassen, 1994). Şirketlerin araştırma ve geliştirme birimlerinin lokasyonları iki gereklilik tarafından belirlenmektedir: yüksek nitelikli işgücüne erişim ve şirket ana merkezlerine veya üretim birimlerine yakınlık. Birinci gereklilik araştırma ve geliştirme birimlerinin şirketlerin istikrarsız ekonomik ortamlarda işlem yapabilmelerinde ve gelişmelerinde daha merkezi bir rol oynamalarından dolayı daha belirgin bir çekim gücü oluşturmaktadır (Knox & Agnew, 1994; Malecki, 1991). Bu gereklilikler şu üç lokasyondan biri tarafından karşılanma eğilimindedir: şirket ana merkezlerinin bulunduğu büyük şehirler, üniversite veya diğer araştırma kurumlarının yakınları (yüksek nitelikli işgücü için daha çekici hale getiren hoş bir çevrenin bulunduğu alanlar) veya doğrudan üretimin yapıldığı alanlar. Bunların sonuncusu araştırma ve geliştirmenin üretim ile sıkı bir entegrasyona olan ihtiyacın bulunduğu durumlar için geçerlidir. Üretim merkezden uzaklaştıkça araştırma ve geliştirme birimlerinin de buna eşlik ettiğine dair bir takım 20 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI kanıtlar bulunmaktadır (Knox & Agnew, 1994). Bu durumun devamı söz konusu olursa üretim şubeleri ile yerel ekonomiler arasındaki çoğalan ve genişleyen ilişki tipleri ile “şube” sanayileşmesinin coğrafyasını yeniden yazmak muhtemel gözükmektedir. Bununla birlikte muhtemelen bu tip merkezden uzaklaşma eğilimi oldukça seçicidir. Periferi ülkelerindeki şubeler muhtemelen yeterli eğitim ve araştırma alt yapısından yoksun bir halde sadece üretim birimleri olarak kalacaklardır. Araştırma ve geliştirme şubelerinin coğrafyası kentsel ve bölgesel kalkınmada son derece büyük bir öneme sahiptir. Araştırma ve geliştirme kompleksleri ürünlerin modifiye edildiği ve yenilerinin geliştirildiği inovasyon alanlarıdır. Bu alanlar ekonomik gelişmenin potansiyel gerçekleşme alanlarıdır (Healey & Ilbery, 1990). Yerel otoriteler tarafından bu durumun önemi anlaşıldığından bilim ve teknoloji parkları oluşturma çabaları ile birlikte üniversiteler ve iş dünyası arasında bağlantı sağlamaya çalışarak inovatif bir ortam yaratma çabası içerisine girmişlerdir. Burada karşılaşılan sorun şirket şubelerine bağlı olanlar dışında araştırma ve geliştirme birimleri büyük ölçüde merkezden uzaklaşma eğilimi göstermemeleridir. Bu nedenle gelecekte araştırma ve geliştirme birimleri halihazırda sahip oldukları avantajları sağlamlaştırarak mevcut merkezlerinde kalacaklardır. E-teknoloji ve biyoteknoloji gibi yeni teknolojilere bağlı olan ve onların vasıtasıyla gelişen pek çok yeni ekonomik aktivite ortaya çıkmaya başlamıştır. Özellikle son yıllarda konvansiyonel pazarlama tekniklerine bir başka önemli pazarlama tekniği olarak sosyal medya da ortaya çıkmıştır. Esen v.d. (2018), sosyal medyanın pazarlama ve reklâm çerçevesinde özellikle gençler üzerindeki etkilerinin önemine yapmış olduğu ampirik çalışma ile göstermektedir. Bu aktivitelerin doğası, organizasyonu ve pazarları daha önceki dönemlerin ekonomik aktivitelerinden büyük farklılıklar gösterdiğinden bunları “yeni sanayi” olarak adlandırmak yerinde olacaktır. Yeni sanayi ile birlikte sanayi lokasyonlarının yeni coğrafyası da bir öncekinden yeterince farklı olacağından “yeni sanayi mekânları”ndan bahsedilebilir (Graham & Marvin, 1996; Knox & Agnew, 1994). Söz konusu yeni sanayiler üç alansal gereklilik tarafından domine edilmektedir: yüksek nitelikli ve işlevsel olarak esnek işgücüne erişim ihtiyacı, istikrarlı inovasyon ile birlikte şirketler ve sanayiler arasında işbirliğini sağlayan bir ortam, şirket ana merkezleri, üniversiteler ve diğer araştırma kurumlarının birbirleriyle ve ulusal ve uluslararası pazarlara bağlayan iyi bir alt yapı ve telekomünikasyon bağlantısı (Graham & Marvin, 1996). Mekânın doğal niteliklerinden ziyade sosyal nitelikleri bu sanayiler için bir çekim gücü oluşturmaktadır. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 21 Eski sanayi şehirlerindeki sorunlu alanların yeniden sanayileşmesine yönelik bir umut sunmaktan öte bu sanayilerin ekonomik ve mekânsal nitelikleri bazı yeni imkânlar getirmekle birlikte yeni problemlerin de habercisi olduğu gözlenmektedir. Yeni sanayi alanları eski sanayi alanlarından çok farklı lokasyonlarda açılmaktadır. Bu gelişmelerden kaynağını alan ekonomik yenilenme sanayisizleşmeden yakınan bu alanların sorunlarına doğrudan veya dolaylı olarak faydalı gibi gözükmemektedir. Sanayi ve ekonomik coğrafyada yeni ortaya çıkan eğilimler sanayileşme ile ilişkili dinamik ekonomik mekanizmaların şehrin merkezi kesimlerine döneceğine ait çok az işaret vermektedir. Kentsel ekonomilerin yeni ortaya çıkan diğer sektörleri gibi, yeni sanayi az sayıda yüksek gelirli uzmanlar ve çok sayıda düşük gelirli işçilerin ihtiyaç duyulduğu kutuplaşmış gelir dağılımı tarafından domine edilmektedir. Bu gelişme dalgasıyla ortaya çıkan iş imkânları şehir merkezlerindeki dezavantajlı grupların niteliklerine uygun değildir. Geçmişte meslek hayatında yükselme imkânları sunulurken günümüzde yüksek gelirli ve düşük gelirli gruplar arasında bir bağlantı bulunmamaktadır (Knox & Agnew, 1994; Markusen, 1983). Bu sanayilerdeki çalışma tecrübesi esnek olma gerekliliği tarafından domine edilmektedir. Aynı şekilde part-time, kısa süreli ve dönemlik kontratlar ile çalışma koşulunu dayatmaktadır. Bu yeni sanayilerin dezavantajlı gruptakilerin sosyo-ekonomik refahına olan katkıları göz ardı edilebilecek seviyede olduğu gibi yer yer olumsuzdur. Son olarak bu sanayilerin bağlı bulundukları yerelin ekonomisine olumlu katkı yaratma potansiyelleri ile ilgili ciddi soru işaretleri de bulunmaktadır. Bu sanayiler yerel ve bölgesel ekonomilerden ziyade şirketlerin kendi içlerinde ve ulusal ve uluslararası ekonomiler arasında daha fazla bağlantı yaratmakta ve bu bağlantıları kullanmaktadır (Turok, 1993). Merkezi hükümet ve şehir yönetimlerinin sanayisizleşme sürecine verdikleri en önemli cevap gerilemekte olan şehrin iç kesimlerine yeni sanayileri çekmek olmuştur. Kültürel ve yaratıcı sanayiler şehrin iç kesimlerinin yeniden canlandırılmasında özellikle belirgin bir etkiye sahip olmuştur (O’Connor & Wynne, 1996). Bunlar moda, medya, sinema, tasarım, teknoloji temelli aktiviteler ve müzik sanayileridir. Bu sanayiler sadece gerilemekte olan şehrin iç kısımlarını ekonomik kültürel olarak yeniden canlandırmakla kalmaz aynı zamanda yeni medya, internet veya müzik gibi yaratıcı sanatlar etrafında toplumsal tabanlı projelerin de yeniden canlandırılma projeleri ile bütünleştirilmesine imkân tanımaktadır. Bu tür sanayilerin gelişmesine adanan kültürel mahalleler veya mekânlar Avrupa ve Amerika’daki pek çok şehrin temel niteliklerinden biri haline gelmiştir. Kendi içerisinde büyük derecede farklılıklar içerdiğinden kültürel sanayi sektörünün gelişimini genelleştirecek eğilimlerden bahsetmek 22 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI oldukça zordur. Örneğin bazı alanlar sanatçı ve küçük medya şirketlerinin terkedilmiş sanayi bölgelerindeki boş ve düşük kira maliyetlerinden yararlanmak amacıyla buraya taşınmalarından dolayı organik olarak gelişmiştir. Bu durum New York ve San Fransisco gibi şehirlerin eski sanayi bölgelerinde toplanan internet şirketlerinin rakamlarındaki artışta gözlenebilir. Diğer taraftan ise kültürel sanayi mahallelerinin gelişimi yerel, bölgesel veya ulusal yönetimlerin kentsel yenilenme programları tarafından dikkatli bir planlama ve yönetimi ile de sağlanabilmektedir. Dünya ekonomisi gittikçe artan oranda karşılıklı bağımlılık esasına göre şekillenmektedir. Tekil mekânların kaderi diğer mekânlardan bağımsız değildir. Mekânlar artan bir şekilde daha geniş coğrafi ölçeklerde işleyen süreçler ve diğer mekânların kaderleri ile bağlantılı hale gelmişlerdir. Dünya ekonomisi içerisindeki bu artan karşılıklı bağlılık birbirleriyle ilişkili birçok sürecin bir sonucudur. Çok uluslu şirketlerin uluslararası ekonomik akışın temel şekillendirici gücü olarak ortaya çıkması, ulusal finansal pazarlarda düzenlemelerin ortadan kalkması ve mekânları birbirine bağlayan ve dünya ekonomisi içerisinde şehirler ve mekânlar arasında “akışlar mekânı” yaratan telekomünikasyondaki gelişmeler bu süreçlerin önde gelenleridir. Bunun en belirgin etkisi belirli bazı mekânların birbirine daha da yaklaşırken aralarındaki etkileşimlerin gittikçe daha anlık ve “gerçek” bir hale gelmesidir (Hamnett, 1995; Knox, 1995; Leyshon, 1995). Telekomünikasyondaki gelişmeler birbirinden uzak mekânlar arasındaki iletişim sürelerinde meydana gelen gecikmeleri ortadan kaldırmış ve çok daha karmaşık değiş-tokuş işlemlerinin yapılmasını mümkün hale getirmiştir. Bununla birlikte, “elektronik ekonomi” bu teknolojilerin yoğunlaştığı ve bir diğeri ile yüksek oranda ilişki içerisinde olan az sayıdaki büyük şehirlerde toplanmaktadır. Bunlar Londra, New York, Tokyo ve Paris gibi şehirlerdir. Küresel olarak kentsel hiyerarşinin alt basamaklarına indikçe gelişmiş iletişim teknolojilerinde ve dünya ekonomisi ile bağlantıda niteliksel ve niceliksel olarak bir azalma gözlenir. Bu örüntü kentler arasında belirgin bir hiyerarşinin varlığına işaret eder. Ulusal sınırlar içinde büyük şehirler orantısız olarak ülkenin diğer şehirlerine oranla ülkenin uluslararası iletişim altyapısını kendilerinde toplamaktadır (Knox, 1995; Sassen, 1991, 1994). Uluslararası iletişim altyapısının belirgin birkaç yerde yüksek derecedeki konsantrasyonu sadece birkaç seçilmiş alanın birbirlerine daha da yaklaştığını buna karşılık bu iletişim altyapısından yoksun olan yerlerin ise bu iletişimin getirdiği avantajlara ulaşmada başarısız olduklarını ima etmektedir. Bu durum eski sanayi şehirlerinin, gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerin şehir ve köylerinin küresel ekonominin merkezleri ile aralarının gittikçe açılmasına neden olmaktadır (Leyshon, 1995; Sassen, 1994). Bu şekilde az sayıda birbirleriyle yüksek oranda Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 23 bağlanmış “enformasyon-zengin” sınır-aşırı küresel şehirler ve onları çevreleyen birbirleriyle ve diğer bölgelerle kısıtlı bağları bulunan geniş bir “enformasyon-yoksun” hinterlandın bulunduğu bir küresel örüntü ortaya çıkmaktadır. Sassen (Sassen, 1994), sınır-aşırı kentsel network içerisinde iletişim gittikçe artarken bu şehirlerin bölgesel ve yerel ulusal hinterland ve kentsel sistemi ile aralarındaki ilişkinin azalacağını öne sürmüştür. Ortaya çıkan bu yeni küresel örüntü çok büyük bir önem arz etse de henüz bu şehirlerin kendi bölgesel ve ulusal hinterlandlarından ziyade sınır-aşırı yeni networkleri ile daha sıkı bir ilişki içerisinde olduklarını söylemek için erkendir. Bu şehirler ile kendi bölgesel hinterlandları arasındaki geleneksel iç ilişkileri küresel şehirlerden gelen para, enformasyon, iktidar ve insan akışı ile tamamlanmaktadır (Hamnett, 1995; Knox, 1995). Küresel şehirlerin arasındaki ilişkinin şehirlerin geleneksel şehirleri ile aralarındaki ilişkilerin önüne geçip geçmeyeceğini zaman gösterecektir. Uluslararası elektronik komünikasyon ekonomisinin coğrafyası mekânsal, kentsel, sosyal ve cinsiyete dayalı ayrımlar göstermektedir. Bu ekonomi belirgin bir şekilde Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya ile ilişkilendirilmektedir. Gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerdeki etkisi sınırlıdır. Söz konusu ülkelerdeki sınır aşan ilişkiler ve bunlara imkân tanıyan iletişim altyapısı başkentlerinde bulunabilir fakat bağlantıları genellikle oldukça zayıf ve sınırlıdır. Çoğunlukla da küresel ekonominin etken birer şekillendiricisi olmaktan ziyade edilgen birer uygulayıcısıdırlar. Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya’da bu ekonomi özellikle hizmet ekonomisinin bulunduğu şehirlerde lokalize olmaktadır. Eski sanayi şehirleri küresel ekonomi şehirleri ile son derece zayıf bir ilişki içerisindedir ve genellikle bu ekonomiden kaynaklanan akışın kaynağı ve şekillendiricisi olmakta ziyade sadece alıcısıdırlar veya tamamen dışında kalmaktadırlar. Gelişmiş telekomünikasyon teknolojilerine erişim toplumsal olarak da yüksek oranda kısıtlanmış durumdadır. Erişim sıklıkla az sayıdaki profesyonel ve yönetim ile ilgili işlerle sınırlı kalmaktadır. Sonuç olarak nüfusun büyük bir oranı bu teknolojilere ulaşamaz. Bu durumun mekânsal yansıması eski sanayi şehirlerinin iç kesimlerinin enformasyon teknolojilerine ulaşımının yetersiz olduğu birer “elektronik getto” haline gelmesi şeklinde olmaktadır. Ekonomik dinamizm ve ekonomik bunalımın mekânsal örüntüsü coğrafi olarak gittikçe daha da kutuplaştığı görünümündedir. Şehir merkezleri oldukça karmaşık bir gelişme yaşamaktadır. Az sayıdaki küresel şehrin merkezi finansal ve üretim hizmetleri sektörlerindeki yüksek kârlar ve hızlı büyüme ile desteklenerek ekonomik bir büyüme tecrübe ederken eski bazı sanayi şehirlerinin merkezleri konferans merkezleri, ofisler, oteller ve eğlence sektörü yatırımları ile inanılmaz bir fiziksel değişim geçirmektedir (Sassen, 1994). Bu durum şehirlerin ekonomik yeniden canlanması açısında ne kadar sürdürülebilir olduğu ticari emlâk piyasasındaki periyodik 24 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI çöküntüler göz önünde bulundurulduğunda oldukça şüphelidir. Diğer merkezler ise ekonomik dinamizm mekanizmalarına ulaşmada başarısız olarak bir gerileme içerisindedirler. Tarihi şehirler canlılıklarını korumak için geleneksel olarak güçlü oldukları turizm sektörüne daha bağımlı hale gelmektedirler (Page, 1995). Bununla birlikte “soylulaştırma”ya maruz kalan şehirler dışındaki hemen tüm şehirlerin iç kesimleri bir gerileme içerisindedir. Şehrin iç kesimlerindeki problemler aynı zamanda Liverpool ve Glasgow gibi çevre belediyelerin emlâk piyasası tarafından da yeniden üretilmektedir. Gelecekteki büyüme alanları Los Angeles örneğinden de fark edilebileceği üzere şehrin dışındaki alanlar olacak gibidir. Şehirlerin gelecekteki ekonomi coğrafyası ulaşım ve iletişimdeki teknolojiler aracılığı ile merkezden uzaklaşma ve şehir merkezlerinin formel ekonomiden artan bir şekilde uzaklaşması şeklinde gerçekleşecek gibi gözükmektedir. Bu durum “kentsel halka” terimi ile ifade edilmektedir. SONUÇ Dünya ekonomisindeki yeni gelişmeler, hizmet sektöründeki büyüme, küreselleşme ve yeni telekomünikasyon sistemlerinin birbirleriyle yakından ilişkili olduğu aşikârdır. Bu bakış açılarından hiç birinin birbirinden bağımsız olarak ele alınması şehir gelişiminin değişen ekonomik bağlamını açıklamaya yönelik kapsayıcı bir bakış açısı sunmaz. Fakat hepsi birlikte son yıllarda değişen şehir yapılarındaki radikal değişimlerini anlamlandırılmasına ışık tutmaktadır. Şehirler artık üretim ve tüketim etrafında birleşmiş ve ayrıntılı ulusal hiyerarşiler ile sıkı bir ilişki halinde olan tekil varlıklar değildirler. Aksine şehirler gittikçe artan oranda üretim ve tüketim hizmetleri etrafında temellenmiş ve yeni telekomünikasyon teknolojileri ile bir araya getirilmiş küresel networkler ile ilişkili çok merkezli birer fenomendir. Bu gelişmeler şehirlerin kültürleri ile çift taraflı bir etkileşim içerisindedirler. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 25 KAYNAKÇA Allen, J. (1988). Towards a post-industrial society. In J. Allen & D. Massey (Eds.), The Economy in Question. London: SAGE. Bleeker, S. (1994). Towards the virtual corporation. The Futurist, March-Apri, 11–14. Cameron, G. C. (1980). The economies of the conurbations. In G. C. Cameron (Ed.), The Future of the British Conubrations. London: Longman. Champion, A. G., & Townsend, A. R. (1990). Contemporary Britain: A Geographical Perspective. London: Edword Arnold. Esen, M., Şentürk, T., & Çetinoğlan, N. (2018). Sosyal medya reklamlarının tüketici satın alma davranışlarına etkisi: üniversite öğrencileri üzerinde bir uygulama. Journal of Entrepreneurship of Innovation Management, 7(1). Graham, S., & Marvin, S. (1996). Telecommunications and the City: Electronic Spaces, Urban Places. London: Routledge. Hamnett, C. (1995). Controlling space: global cities. In J. Allen & C. Hamnett (Eds.), A Shrinking World: Global Unevenness and Inequality. Oxford: Oxford University Press. Healey, M., & Ilbery, B. (1990). Location and Change: Perspectives on Economic Geography. Oxford: Oxford University Press. Hudson, R., & Williams, A. (1986). The United Kingdom. London: Harper & Row. Knox, P. L. (1995). World cities and the organisation of global space. In R. J. Johnston, P. J. Taylor, & M. J. Watts (Eds.), Geographies of Global Change: Remapping the World in the Late Twentieth Century. Oxford: Blackwell. Knox, P. L., & Agnew, J. (1994). The Geography of the World Economy. London: Edward Arnold. Leyshon, A. (1995). Annihilating space? The speed-up of communications. In J. Allen & C. Hamnet (Eds.), A Shrinking World? Global Unevenness and Inequality. Oxford: Oxford University Press. Malecki, E. (1991). Technology and Economic Development: The Dynamics of Local, Regional and National Change. London: Longman. Markusen, A. (1983). High tech jobs,markets and economic development prospects. Built Environment, 9(1), 18–28. Massey, D. (1984). Spatial Division of Labour. London: Macmillan. Massey, D., & Meegan, R. (1982). The Anatomy of Job Loss: The How, Why and Where of Employment Decline. London: Macmillan. 26 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI O’Connor, J., & Wynne, D. (1996). From the Margins to the Centre. In J. O’Connor & D. Wynne (Eds.), From the Marginst to the Centre. Aldershot: Arena. Page, S. (1995). Urban Tourism. London: Routledge. Sassen, S. (1991). The Global City: New York, London, Tokyo. Princeton: Princeton University Press. Sassen, S. (1994). Cities in a World Economy. Thousand Oaks, CA: Pine Forge Press. Savage, M., & Warde, A. (1993). Urban Sociology, Capitalism and Modernity. London: Macmillan / British Sociological Association. Spencer, K., Taylor, A., Smith, B., Mawson, J., Flynn, N., & Batley, R. (1986). Crisis in the ındustrial Heartland: A Study of the West Midlands. Oxford: Clarendon Press. Stimson, R. J. (1995). Processes of globalisation, economic restructuring and the emergence of a new space economy of cities and regions in Australia. In J. Brotchie, M. Batty, E. Blakely, P. Hall, & P. Newton (Eds.), Cities in Competition: Productive and Competitive Cities for the Twenty-First Century. Melbourne: Longman Australia. Thrift, N. (1987). The fixers: the urban geography of international commercial capital. In H. J. & M. Castells (Eds.), Global Restructuring and Territorial Development. London: SAGE. Turok, I. (1993). Inward investment and local linkages: how deeply embedded is Silicon Glen? Regional Studies, 27(5), 401–417. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 27 KÜLTÜRÜN MEKÂN ÜZERİNDEKİ YANSIMASI OLARAK GÜNÜMÜZ ŞEHİRLERİ CONTEMPORARY CITIES AS A REFLECTION OF CULTURE UPON SPACE Beycan HOCAOĞLU1 ÖZET Kültürlerin şekillenmesinde şehirlerin hayati bir önemi vardır. Kültürler “hayat tarzlarını” ifade etmektedir ve insanların taşıdığı değerler, takip ettikleri normlar ve kullandıkları maddi nesneleri içermektedir. Tüm kültürler zaman içerisinde değişen farklı etkilerin melez bir karışımıdır. Bu nedenle saf ve otantik bir kültürün varlığı bir mittir. Mekân kültürel değerlerin şekillenmesinde hayati bir öneme sahiptir. Çünkü tıpkı kültürde olduğu gibi şehirler de iktidar ve otorite ile sıkı ilişki halindeki sosyal yapılardır. Her ne kadar post modernizm hala üzerinde tartışılan bir kavram olsa da tüketimin üzerine yapılan vurgunun artması, çeşitlilik ve ayrışmanın büyümesi gibi şehirlerde yaşanan son gelişmeler post modern koşulların yorumlanması ile açıklanabilmektedir. Anahtar Kelimeler: Şehir Kültürü, Post-kolonyal teori, Post modernizm, tüketim toplumu, tüketim kültürü ABSTRACT Cultures have crucial impacts upon formation of cities. Cultures as “style of living” involves values hold by peoples, norms they follow and material objects they have used. All cultures are mixed complex of various effects that have changed by time. Thus the pure and authentic cultures is a myth. Since space is intimately bound to the power and authority such as culture it has crucial impact on formation of culture itself. Although the concept of postmodernism is still a disputed concept the recent changes in cities such as increased focus on consumption, growing fragmentation and diversity in cities can be explained only by interpretation of postmodern conditions. Keywords: Culture of cities, Postcolonial theory, Postmodernism, Consumption Society, Consumption Culture GİRİŞ Hiç şüphesiz son yıllarda şehir çalışmalarındaki en önemli değişim “kültür” kavramına gittikçe artan vurgu ve önem olmuştur. Bu gelişme sosyal bilimlerde “kültürel dönüşüm” olarak bilinen daha geniş kapsamlı bir 1 Dr. Öğr. Üyesi., İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi, Coğrafya Bölümü, beycan.hocaoglu@ikc.edu.tr 28 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI eğilimin yansımasıdır. Son 20 yılda sosyal bilimlerdeki “kültürel dönüşüm”, neyin çalışıldığını ve bunun nasıl incelendiğini etkileyerek radikal biçimde şehir kültürleri ile ilgili çalışmaları dönüştürmüştür. Sosyo-mekânsal diyalektik gereği şehirler bir yandan kültürleri etkilerken bir yandan da kültürel dinamikler tarafından şekillendirilmektedirler. Çağdaş bağlam içerisinde şehirleri daha da ilginç kılan husus ise nispeten daha dar alanlarda pek çok farklı kültürleri bir araya getirmesi olmuştur. Appadurai (1996), göçmen, turist, mülteci, sürgün, “misafir” işçiler ve diğer göç etmiş grupların bulunduğu çeşitlilik arz eden ve pek çok çağdaş şehirde bulunan şehir peyzajını “ethnospace” olarak adlandırmaktadır. İnsanların bu hep bir arada bulunma durumu sıklıkla kültürler birbirleriyle karşılıklı etkileşim içerisinde olduklarından yeni kültürel formların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bununla birlikte özellikle farklı grupların şehrin belirli kısımlarına itildikleri durumlarda gerilim ve çatışmalara da yol açabilmektedir. Bu çalışma da sosyal bilimlerdeki “kültürel dönüşümü” anlamaya ve bunun neden araştırmacıların şehirlere bakışını bu denli radikal biçimde değişime yol açtığını anlamayı sağlamayı amaçlamaktadır. Kültür Nedir? Popüler biçimiyle kültür resim, heykel, drama ve tiyatro gibi müzeler, sanat galerileri, konser salonları ve tiyatrolarda kendini gösteren “yüksek sanatlar” biçiminde algılanmaktadır. Bununla birlikte sosyal bilimlerde kültür genellikle çok daha geniş bir anlam ifade etmektedir. Kültür karmaşık bir fenomendir ve bu nedenle net bir şekilde özetlenebilmesi oldukça zordur. Fakat yine de en yalın haliyle “yaşam tarzları” şeklinde düşünülebilir. Söz konusu “yaşam tarzları” üç önemli unsuru içermektedir: 1. Kişilerin taşıdığı değerler. Kişilerin sahip oldukları ideal ve motivasyonları ifade eder. Bu değerler maddi zenginlik elde etme arzusu, risk alma ve tehlikeye atılabilme kapasitesi, aileye atfedilen önem, akraba ve yakınlarla dayanışma veya siyasal değişim için kampanyalara katılma gibi şekillerde kendini gösterir. 2. Kişilerin takip ettikleri normlar. Kişilerin hayatlarını yöneten kural ve prensipleri ifade eder. Bunlar kendilerini trafikteki kurallara uyup uymama veya vergi kaçırmak için yasadışı yollar arama gibi şekillerde kendini gösterir. Normlar aynı zamanda kişisel hususları da içerebilir. Eşine sadakat gösterip göstermemek veya kendi şahsı çıkarları için başkalarına zarar verip vermemeyi göze almak gibi. 3. Kişilerin kullandığı maddi nesneler. Refah içindeki Batı toplumlarında yer alan pek çok kişi için bu günlük tüketim maddelerinden toplu ulaşım sistemlerine, binalara ve kentsel tesislere kadar uzanan muazzam bir kategoridir. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 29 Kültürün söz konusu üç unsuru (değerler, normlar ve nesneler) birbirleriyle yüksek derecede ilişkilidir. Kültür sadece soyut bir fikir değildir. Kullandığımız maddi nesneler de insanların değer sistemleri hakkında önemli ipuçları sunmaktadır. Otomobillerin geniş ölçekli kullanımı kişisel hareketliliğe verilen önem ile ilgili değerleri açığa çıkarmaktadır. Aynı durum şehir peyzajı için de uygulanabilir. Şehirlerin geniş otoban ağaları ile veya birbirleriyle entegre toplu ulaşım sistemleri ile donatılmış olup olmadığı şehirlerde yaşayan kişilerin toplumsal değerler hakkında bazı ipuçları sağlamaktadır. İnsanların yaşadığı ve yerleşik olduğu peyzaj üzerinden onların değerleri anlaşılmaya çalışıldığından, şehir peyzajı içsel anlamların incelendiği birer “tekst” olarak mütalaa edilebilir. Maddi nesneler ve kültür arasındaki ilişki “amaçlılık” kavramı ile özetlenebilir. Bu kavram nesnelerin tek başlarına kendi anlamlarının olmadığı fakat ancak insanların onları kullanması sayesinde ve bu kullanım amacı ile bir anlama kavuştuklarına dikkati çekmektedir. Özet olarak kültürler yüksek sanatlardan çok daha fazlasını içermektedir. Gerçekte kültürel çalışmalar açısından bir tekst, anlamın ortaya konduğu herhangi bir sunumu kapsamaktadır ve reklam, popüler televizyon programları, filimler, popüler müzik ve hatta tüketilen gıdayı da içerebilmektedir. Kültür açısından sıklıkla “söylem” veya anlatı olarak ifade edilen anlamanın ortak biçimleri merkezi bir yer kapsar. Bu anlamlar hakkında ipuçları veren göstergeler ile ilgili çalışmalara “semiyoloji” veya “semiyotik” adı verilir. Bu daha geniş anlamları işaret eden şeyler, “gösteren” ve kültürel sembolizm ile yüklü olan aktiviteler, “gösteren uygulamaları” olarak adlandırılır. Daha genel olarak ise şehir peyzajının arkasındaki anlamlar ile ilgili çalışmalar “ikonografi” olarak bilinmektedir. Şirket ana merkezlerinin bulunduğu şehir merkezleri ikonografi için en güzel örneklerden birisidir. Şirket merkezlerinin pahalı ve etkileyici mimari yapıları şirketlerin güç söyleminin bir “göstereni” olarak görülebilir. Benzer sembolizm ile dolu olan devasa mimari projeler anıtsal mimari olarak adlandırılır. Anıtsal mimari belirli değerleri sembolize etme çabasıyla yapılan etkileyici binalar ve anıtları içermektedir. Söz konusu binalara ulaşımın sıklıkla kısıtlanması anıtsal statülerini ve etkileyicilikleri açısından temel bileşendir. Jacobs (1996) Londra’nın finansal merkezinin yeniden kalkınmasına yönelik pek çok önerinin dayandığı emperyalist özlemleri ortaya koymuştur. Britanya İmparatorluğunun en güçlü olduğu döneme ait mimari formları ve mirasını korumak Londra şehir merkezinin küresel statüsünü yeniden güçlendirmenin bir yolu olarak görülmüştür. Topluluklar hakim değerler sistemine sahip iken bu duruma sıklıkla pek çok grup direnç göstermektedir. Şehir merkezlerindeki büyük ofis binaları finansal gücün ve etkinin bir sembolü iken bu pek çok kişi tarafından adil 30 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI olmayan çalışma koşulları ve şirketlerin aç gözlülüğünün sembolü olarak da görülmektedir. En göze çarpan ve en iyi belgelenmiş şehir kültürü çatışmalarına örnek Londra’nın merkezinde daha önce bir çöküntü alanı olarak ifade edilen Docklands’ın özel sektör yatırımlarını çekmek amacıyla altyapı yatırımları yapan bir kentsel gelişme şirketi tarafından dönüştürülmesi sürecinde yaşanmıştır. Londra Docklands’da bulunan anıtsal Canary Wharf binaları özel sermayenin kentsel yenilemedeki etkilerinin en önemli sembollerindendir. Bununla birlikte Docklands ofis binalarının gelişimi yüksek gelirli profesyonel yöneticilerin bölge yakınlarına taşınmasıyla zenginlik ve görece fakirliği aynı alanda buluşturmuştur. Bununla birlikte Docklands’ın gelişmesi demokratik sorumluluğun geleneksel formlarını da baypas etmiştir. Geniş halk topluluklarına danışma ve onları sürece dahil etme görüntüsü veren halk toplantıları yapılırken bu toplantılar sıklıkla sadece halihazırda kapalı kapılar ardında alınan kararları meşrulaştırmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Sonuç yerel işçi sınıfı toplulukları açısından köklü bir düşmanlığın ortaya çıkması olmuştur. Docklands’da tecrübe edilen sosyal gerginlik pek çok şehrin kent tarihi yazımını yerel halkın bakış açısıyla yazma çabalarını teşvik etmiştir. Bu çalışmalar da şehrin iç kısımlarını yüksek kârlarla satmak isteyen şirketlerin sterilize edilmiş yerel tarih versiyonu ile tamamen zıttır. Buradan da anlaşılacağı üzere şehrin peyzajının ortaya koyduğu değerler ve diğer maddi nesneler doğal ve zorunlu olmadıkları gibi yaratılmışlardır ve birbirleriyle rekabet halindeki gruplar bunun için birbirleriyle aktif olarak mücadele etmektedir. Hakim değerler pazarlama, siyaset, medya, eğitim sistemi v.b. araçlar ile toplum içerisindeki en güçlü grubun değerlerini yansıtma eğilimindedir. Şehir peyzajının içinde bulunan mekân ve kişilerin kodlaması siyasal etki ve kültürel olarak oldukça etkili olan doğrudan bir varsayım ile anlamadan ve üzerinde düşünmeden gizli ve bazen halüsinojenik bir normallik ile şehrin peyzajında gömülü değerleri kabul etmektedir. Bu değerlerin varsayılan olarak kabulü bunları daha da kuvvetlendirmektedir. Pierre Bourdieu’nun (1977) belirttiği üzere “En başarılı ideolojik etkiler sözcükleri bulunmayan ve suça iştirak eden bir sessizlikten fazlasını talep etmeyenlerdir.” Kültürel çalışmalardaki anahtar konular çeşitlilik ve farklılıktır. Toplum içerisindeki hakim değerler içerisinde kendi ayırt edici kültürleri ile alt kültür olarak adlandırılan küçük pek çok alt grup da vardır (bazen çoğunluktaki grup ile aralarındaki değerlerin önemli ölçüde farklılaşmasından dolayı “sapkın” alt kültür olarak da adlandırılır). Bununla birlikte sıklıkla bu alt kültür grupları içerisinde de önemli farklılıklar bulunmaktadır. Birleşik Krallıkta sıklıkla “Müslüman Toplumu” olarak adlandırılan grup kendi içerisinde alt gruplara bölünmüştür. Şehir peyzajında olduğu gibi bu grupların tanımlanması ve gruplandırılması da toplum içerisindeki en güçlü grup tarafından belirlenmektedir. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 31 Toplum içerisinde kültürel değerlerde görülen çeşitlilik kişilerin kendilerini nasıl gördüklerini ve tanımladıklarını ifade eden “kimlik” sorununu da gündeme getirmiştir. Kişilerin kimliklerinin tekil, rasyonel ve durağan olduğuna yönelik Descartes’a uzanan bir bakış açısı bulunmaktadır. Ancak bu bakış açısı ve varsayım kültürel çalışmalar perspektifinden oldukça tartışmalıdır. Kimlikler sınıf, yaş, meslek, cinsiyet, milliyet, din, ve coğrafi referans gibi pek çok faktör tarafından şekillendirilmektedir. Bu faktörlerin etrafında ise “öznel pozisyon” olarak adlandırılan ve davranış biçimlerimizi etkileyen nitelik ve beceriler bulunmaktadır. Bu öznel pozisyonlar Dowling (1993) tarafından şöyle tanımlanmıştır: “hareket etme, düşünme ve var olmanın mutlak biçimleri belirgin bir söylem içinde örtüktür ve kendini bu söylem içinde kavraması ile kişi belirgin nitelikler edinir ve bu da spesifik özellikleri ve becerileri olan bir kişi yaratır.” Dolayısıyla kimliğin pek çok öznel pozisyonun bir araya gelmesiyle şekillendiği düşünülür. Hiç şüphesiz büyük ölçüde bu görüşler insanların tekil kişilikleri ve yaşam tecrübeleriyle de şekillenmektedir. Tüm bu unsurlar da “öznelliği” veya sürekli bir değişim içerisinde olması dolayısıyla “öznellikleri” meydana getirmektedir. Bunun sonucunda denilebilir ki kimliklerimiz sabit değildir ve zaman ve mekâna bağlı olarak bir değişim içerisindedir. Durağan olmayan bu kimlikler konusunda kritik olan husus öznelliklerimizin kendimizi kim veya kimlerle kıyasladığımıza bağlı olmasıdır. Kentsel ortamların da pek çok farklı tip ve grupta insanı bir araya getirmelerinden dolayı öznellikler üzerinde kritik etkileri bulunmaktadır. Bir araya gelme ve karışma durumu şehir sakinlerinde ilgisizlik, korku, tiksinme, anlayışsızlık, hayranlık veya imrenme gibi farklı duyguların ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bazen bu karşılaştırmalar söz konusu gruptakilerin yaratılmış stereotiplerine bağlıdır. Gerçekte stereotipleştirmenin kadın-erkek, sağlıklı-hasta, akıllı-deli, yerli-yabancı gibi ikili doğası, sıklıkla bu farklılıkların yaratılmasında merkezi rol oynamaktadır. Güç ve iktidar konusu da esas olarak bu karşılaştırma üzerinden ortaya çıkmaktadır. Zira kendimizi karşılaştırdığımız grup üzerinden kendimizi daha üstün veya daha düşük bir pozisyonda görürüz. Bir grubun kendini diğer bir gruptan üstün görmesi süreci “yabancılaşma” olarak ifade edilmektedir. Kimlikler ve kültürel değerler bu nedenle izole bir halde oluşmazlar. Aksine değerler hiyerarşisi içerisinde alt sınıfta bulunan veya tamamen dışlanmış bulunan farklı kimlik ve değerlere ihtiyaç duyarlar. Kimlik oluşumuna yol açan bu süreçler şehirlerin sosyal coğrafyası üzerinde de kritik etkiler yapmaktadır. Bu süreçler sosyal dışlanma ve meskûn alanların ayrışmasına yol açar. Kimlik oluşumu süreçleri çoklu ve istikrarsız olabilirler fakat yine de güç ilişkileri ve şehirlerde bulunan maddi, siyasal ve psikolojik kaynaklar ile sıkı sıkıya bağlıdır. 32 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Post-kolonyal Teori ve Şehir Kimlik oluşumu süreçleri ile ilgili en önemli anlayış “post-kolonyal teori”den kaynağını almaktadır. Bu teorinin odağında Batılı olmayan toplumların Batılı toplumların ifade biçimlerinde kendini gösteren emperyalist söylemin incelenmesi yer almaktadır. Böylece Batılı düşüncenin üstün olduğu fikrini ifade eden “etnosentrizm” ile mücadele edilmektedir. Böylesine hegemonik ve dominant söylemin öznelerine sıklıkla alt (madun) sınıflar adı verilir. Edward Said (1978), Avrupalıların Doğu insanı ile ilgili görüşlerini hangi biçimlerde inşa ettiklerini pek çok çalışmaya ilham veren Orientalism kitabında anlatmaktadır. Said, Doğu kavramında içkin olan egzotik ve şehvetli insanlar fikrinin Batılı bir icat olduğunu ileri sürmüştür. Buradaki kritik nokta Doğu’nun kavramlaştırılmasının Doğu’nun zıttı olarak akılcı, medeni ve güvenli bir alan olmak üzerinden Batı kavramı ile ilişkilendirilmesidir. Diğer bir anlatımla Doğu Batı’nın kendisini tanımlamasına hizmet etmektedir. Bununla birlikte Said’in çalışması sömürgeleşen ve sömürgeleştirilen arasında ikili bir ayrım yapması ve kolonyal söylemin sömürgeleştirenin birincil ürünü olduğunu varsayması üzerinden eleştirilmektedir. Said’i eleştirenler sömürgeleşen ve sömürgeleştirilen arasında karşılıklı bir etkileşim olduğunu ifade etmektedir. Post-kolonyal teoriden kaynağını alan bu görüşler Batıya ait şehirler üzerindeki çalışmalarda kendini gösterir. Batıdaki gelişmiş ülkelere gelen pek çok göçmen daha önce Batı’nın sömürgesi olmuş ülkelerden kaynağını almaktadır. Gerçekte, pek çok kişi Batı ve Doğu arasındaki bu ayrımın göçmenlerin Batı’nın belli başlı büyük şehirlerine gelmesiyle ortadan kalktığını ifade etmektedir. Bir kültürün başka bir kültür tarafından daha iyi olduğu düşüncesi post-kolonyal teorideki başka bir terim olan ve kültürlerin bir çeşit karışım olduğunu ifade eden “melezlilik” kavramı ile çürütülmektedir. Bu nedenle post-kolonyal çalışmalar saf ve temel bir kültürün varlığı fikrini ifade eden kültürlerin otantik olduğu düşüncesine şüphe ile bakmaktadır. Kültürler kaçınılmaz olarak melez karışımlardır ve kültürlerin otantik olduğu yönündeki hatalı düşünce pek çok “milliyetçi” hareketi ortaya çıkartmaya devam etmektedir. Özellikle kolonyal bağlamda sıklıkla kültürlerin melez doğası sömürgeleştirilen ve sömürgeleştiren açısından çekicilik ve tiksinti ile karışık bir duygu ikilemine yol açmaktadır. Sömürgeleştirenin gururu sömürgeleştirilenin kendi kültürünü kopyalamasından dolayı okşanırken diğer yandan da üstünlük duygusunun altını oyacağından kendi kültürlerinin tamamen diğer kültürün yerini almasını istemez. Sömürgeleştirilen sıklıkla sömürgeleştirenin kültürüne hayranlık duyar ve onu kopyalar fakat aynı zamanda yine sıklıkla kendi tabi kılınmış pozisyonundan da hoşnutsuz olur. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 33 Bhabha (1994), melezliliğin artması ile kolonyal kültürün tamamen hiçbir zaman kopyalanamayacağını ileri sürmektedir. Gerçekte sömürgeleştirilenin sömürgeleştirenin kültürünü “benimseme” süreci sadece bir taklide yol açar. Bununla ilgili en klâsik örnek İngiliz efendisinin hal ve tavrını taklit eden Hintli hizmetçi örneğidir. Bu sömürgeleştiren için potansiyel bir tehlikedir çünkü taklit esasında alay ve istihzadan çok uzakta değildir ki bu alay etme durumu sömürgeleştirenin otoritesinin zayıflamasına ve hatta tamamen ortadan kalkmasına yol açar. Burada önemli olan husus söz konusu durumun post-kolonyal dönemde de devam etmesi ve tüm kültürlerin esasında bir benimsemenin ürünü olduğudur. Bu nedenle melezlilik sadece kültürlerin bir karışımı değildir aynı zamanda hakim olan kültürün otoritesine ait olan pek çok sembolleri de istikrarsızlaştırmaktadır. Hem kültürel çalışmalar hem post-kolonyal teori kültürlerin her şeyden önce birer “sosyal yapı” olduklarını vurgulamaktadır. Anderson (1983), ulusal kimliklerin sosyal bir yapı olmaları üzerine dikkat çekmek maksadıyla “hayali cemaatler” terimini kullanmaktadır. Anderson, ulusal kimliklerin oluşumunda büyük oranda hayal gücüne ihtiyaç duyulduğunu ileri sürmektedir. Ulusal sınırlar içinde yaşayan herkesi tanımak mümkün olmadığından yüksek sayıdaki insanlar arasında vatansever bağlar kurabilmek için her şeyden önce kitaplar, gazeteler, televizyonlar ve diğer medyalar vasıtası ile hayali bir projeksiyonun insanlara kabul ettirilmesi gerekmektedir. Nitekim Avrupa’nın daha önceki dönemlerinde ulusal kimlikler çok daha zayıf bir bağ oluşturmaktaydı. İnsanlar ancak Fransız ve Amerikan devrimlerinin ardından kendilerini ulus üzerinden tanımlamaya başlamışlardır. Ulusal kimlikler bu süreçlerin ardından kendilerini “ötekiler” üzerinden, özellikle de sömürgeleştirilenler üzerinden inşa etmişlerdir. Britanyalı kimliği “akılcılık”, “demokrasi” ve “medeniyet” üzerinden Britanya İmparatorluğundaki “medeni olmayan” kültürlere kıyasla inşa edilmiştir. Günümüz çağdaş kentlerinde bulunan topluluklarda da sosyal olarak inşa edilmiş ve hayali olma niteliği bulunmaktadır. Diğer mahalle, kasaba ve şehirlerde yaşayan insanlar ile ilgili algılar kitlesel medya ve popüler kültürün diğer unsurları tarafından şekillendirilen hayali unsurlar içermektedir. Alan, Güç ve Kültür Kültürel çalışmalar ile ilgili gelişmelerden ortaya çıkan başka bir düşünce de kültürlerin şekillenmesinde “alan”ın kritik rolüdür. Bu ilişkinin arkasında yatan düşünce “alan”ın tıpkı kültür gibi sosyal bir yapı olduğu ve dolayısıyla iktidar ve otorite ile sıkı bir ilişki içerisinde olduğudur. Çağdaş kültürel çalışmaların temel referanslarından Michel Foucault, alan, güç ve kültür arasındaki ilişkilere yaptığı vurgu ile çağımızın en ilham verici isimlerindendir. Foucault toplum içerisinde uyumun, insanların 34 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI kendi yaşamlarının diğerleri tarafından belirlenmesine rıza gösterme sürecini, nasıl sağlandığını anlama çabasına odaklanmıştır. Foucault, bu razı olma durumunun her şeyi açıklayan tek bir teori tarafından açıklanabileceği fikrine karşı çıkmıştır. Bunun yerine “rıza”nın farklı biçimlerdeki söylem üzerinden gerçekleştirilebildiğini öne sürmüştür. Bu söylem iktidarın uygulanabilmesi için kritik bir öneme sahiptir. Çünkü ancak bu söylem insanların kendilerini görme ve anlama biçimlerini oluşturmaktadır. Foucault, insanların olağan günlük hareketlerini oluşturmalarını sağlayan günlük hayatları açısından iktidarın kritik bir önemi olduğunu ifade etmektedir. Foucault’a göre iktidar ve güç bazı kişilerin sahip olduğu bazılarının da sahip olmadığı bir şey değildir. İnsanları güçlü kılan husus bireysel karakterler ve toplum içerisindeki pozisyonları değildir; insanları güçlü kılan husus onların iktidarı uygulayabilme kapasitesinin diğer insanlar tarafından kabulüdür. Dolayısıyla güç, uygulanan bir nesne olmaktan ziyade bir süreçtir. Foucault aynı zamanda gücün gerginlik anındaki ilişki ağları gibi olduğunu ifade etmektedir. “Micropower” kavramı bu süreci kapsamak için kullanılmaktadır. Foucault aynı zamanda “hapishane şehirler” kavramını da güç ve iktidarın toplandığı şehirleri ve bu şehirlerde yaşayan insanların kontrol edilme sürecini tanımlamak için kullanmıştır. Bu bağlamda insanlar kendi hâkimiyetlerinin birer unsuru olarak öngörülmektedirler. Foucault “disiplin toplumları” olarak kavramlaştırdığı bu süreci tanımlamak için Panopticon metaforunu kullanmaktadır. Panoptikon 19. yüzyıl düşünürlerinden Jeremy Bentham tarafından planlanmış mahpusların tek bir merkezi noktadan gözlenmesine imkân tanıyan model bir hapishanedir. Her ne kadar bu tasarım hiçbir zaman hayata geçirilmemiş olsa da Panopticon metaforu günümüz çağdaş şehirlerinin pek çok alanında gerçekleşen özel güvenlik korumaları ve kapalı devre televizyon izlemeleri gibi gözetleme uygulamalarının tanımlamak için kullanılmaktadır. Foucault’un güç anlayışının oldukça pasif olduğu ve insanların kendilerini disiplin altına almaya çalışan güçlere karşı direnç gösterme kapasiteleri hakkında pek az şey söyleyebildiği hususunda eleştirilmektedir. Warren (1996), dünyanın en sıkı kontrol edilen mekânlarından biri olan Disneyland’da insanların gözetleme ve kontrol sistemlerini bozmak ve bu sistemlerden kaçmak için uyguladığı yöntemlere örnekler vermektedir. Kontrol amaçlı önlemler hem çalışanları hem ziyaretçileri izlemek amacıyla “turist” olarak veya Disney figürleri şeklinde kıyafet değiştirme uygulamalarını da içermektedir. Ancak yine de bu önlemler bazı turist ve çalışanların içeriye uyuşturucu ve alkollü içkiler sokmalarına engel olamamıştır. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 35 “Alan” insanların üzerinde hareket ettiği ve varsayılan olarak kabul edilen bir unsurdur. Bu nedenle genel kanıya ters olduğundan alanın boş bir kaptan daha fazlası olduğuna yönelik şüpheler bulunmaktadır. Bununla birlikte alanın “sosyal bir yapı” olduğu düşüncesini açıklığa kavuşturmaya yarayacak şekilde şehirler kültür, alan ve güç arasındaki ilişkilere pek çok örnek sunmaktadır. Kamusal alanların bazı insanlara kısıtlanması bunun en belirgin örneklerinden biridir. Çağdaş şehirlerde gençlerin oluşturduğu çeteler, alkolikler, evsizler, “sapkınlar” ve akıl sağlığını kaybetmiş olanlar gibi belirli gruptaki insanların kamusal alanlardan dışlanmasına yönelik önlemler alınmaktadır. Lees (1997), kamusal bir alan olarak Vancouver’ın yeni halk kütüphanesinin hijyen standartlarını korumak ve kadın ve çocuklar için güvenli bir ortam hissi sağlamak için güvenlik görevlileri tarafından uygulanan kurallara örnek vermektedir. Bu gruptaki insanların dışlanmasının arkasında yatan mantık onların temizlik, ciddiyet v.s. gibi belirli davranış kodlarını ihlal ettikleri düşüncesidir. Pek çok durumda onların bu kodları ihlal ettikleri düşüncesi ise sadece düşüncede kalmaktadır. Dolayısıyla belirli bir alanda belirli bazı kültürel değerlere uyumlu davranışlar beklendiğinden alanın kendisi de (hakim) kültürü güçlendirmektedir. Mekânsal ayrışma bu nedenle “dışlanma mekânları” yarattığından peyzaj ve alanın oluşumunda kritik öneme sahiptir. Güç ve iktidar bazı grupların alan üzerinde tekel haline gelerek daha zayıf gruptakileri diğer alanlara sürmesi şeklinde vuku bulmaktadır. Bununla birlikte bu güç ilişkileri günlük rutin hayatın “doğal” bir süreci olarak kabul edilmektedir. Bu durum zayıf toplumsal grupların “öteki” olarak damgalanıp dışlanması ve başka alanlara sürülürken toplum içerisindeki hakim güç ilişkilerinin “görünmez” olduğu kültürel emperyalizme yol açar. Kültürel emperyalizm etnik kimlik tartışmalarında oldukça yaygın bir tartışma konusudur. Bu tartışmaların odağında sıklıkla etnik azınlık gruplarının ayırıcı nitelikleri bulunurken “beyaz” olma gibi daha geniş toplumların ve çoğunlukların üzerinde durulmaz. “Alan” kimlik oluşumu, stereotip inşası ve yabancılaşma süreçlerinin tamamında hayati bir öneme sahiptir. Alansal öznellikler kavramı sıklıkla kimlik oluşumuna yol açan bu süreçleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Şehirler bu kimliklerin oluşumunda hayati bir rol oynamaktadır. Özellikle işçi sınıfının, pis, hastalık kaynağı ve tehlikeli olduğu algısı Sanayi Devriminin erken şehirlerinde ortaya çıkan sınıfların alansal ayrışması ile gelişmiştir. Richard Sennet’in ilham verici kitabı, The Uses of Disorder (Sennett, 1971), dikkati bu konu üzerine çekerek diğer grupları dışarıda bırakacak şekilde farklı sosyal grupların kendileri etrafında nasıl duvar ördüklerine açıklamaktadır. Burada bir kez daha sosyo-mekânsal diyalektiğin çalıştığını görebiliriz. Bir yandan şehir alanı belirli kültürel değerlerin ifade edildiği sosyal bir 36 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI unsur olarak hizmet ederken diğer yandan mahalleler farklı kültürel değerlerin şekillenmesine hizmet etmektedir. Bununla birlikte şehre ait kültürlerin bu alanlarda izolasyon içinde ortaya çıkmadıklarını hatırlamak önemlidir. Kültürler sadece kendilerini diğer alanlardaki kültürlerle ilişkili olarak tanımlamadıkları gibi aynı zamanda başka alanlardaki değişik unsurların melez karışımlarını da ihtiva ederler. Dolayısıyla belirli bir alanın tarihi kendi alanı dışındaki gelişmelerle yakından ilgilidir. Massey’in ifade ettiği üzere (1992); “En lokalden en küresele tüm alansal ölçeklerde sosyal karşılıklı ilişki ve etkileşimlerin eşanlı birlikte varoluşu olarak alanın karşılıklı ilişkilerin inşa edildiğini ifade eden bir kavramlaştırmaya muhtacız.” Alanların sosyal olarak inşa edilmiş olması şehirlerin zaman içerisinde tekrar tekrar yazılan birer tekst olduğunu ima etmektedir. Şehirler zihnimizdeki temsillerin ürettiği veya inşa ettiği birer yapıdır. Ancak bu onların bizim olmasını istediğimiz herhangi bir şey olabilecekleri anlamına da gelmez. Şehirler onların nasıl ifade edilebileceğini kısıtlayan belirgin fiziksel özelliklere sahiptir bu nedenle zihnimizdeki şehir algıları oldukça değişkendir. Zaman içerisinde eski zenginliğini kaybederek fakirleşen Doğu Londra’nın değişen tasviri bunun en güzel örneklerindendir. 19. yüzyılda Doğu Londra tehlikeli bir yer olarak görülürken 1890’dan itibaren kentsel reform hareketleri ile zenginleşmiş ve tasviri tamamen değişmiştir. 1980’lerde göç eden etnik azınlıklar ile algısı bir kez daha değişerek 19. yüzyıldaki haline geri dönmüştür. Şehirlerin değişen görüntüsü ve tasviri ile ilgili diğer örnekler kamu kurumlarının şehirleri markalaştırarak onları yatırımcılar için çekici hale getirme çabalarında görülebilir. Özellikle Birleşik devletlerde “mekân pazarlaması” şehirlerin pazarlanması ve satışında gittikçe uzmanlaşarak milyar dolarlık bir endüstri haline gelmiştir. Küreselleşme süreci kültür ve alan üzerindeki bu bağlantılardan bazılarını aşındırmıştır. Bunun temel nedeni medya ve telekomünikasyondaki yeni teknolojilerin sınır-aşırı şirketler tarafından daha önce mevcut kültürel formların üzerine Robins’in (1991) “soyut elektronik alanları” empoze etmesine imkân tanımasıdır. Bu duruma en iyi örnek bütün dünyada aynı anda görülen yıldızların bulunduğu film ve müzik endüstrisidir. Seyirciler küresel ölçekteki aynı tecrübe etrafında oluşturulurken kültür bilginin yerel formlarına gittikçe daha az bağımlı kalmaktadır. Yerel kültürlerin küreselleşme süreci ile erozyona uğraması sürecine “delokalizasyon” adı verilmektedir. Bununla birlikte kültürün homojenleşmesi sürecine olan vurgunun büyütülmesinin yersiz olduğu da öne sürülmektedir. Nitekim farklı milliyetçi hareketler üzerinden ve şehir içerisindeki alanların ayırt edici temsilleriyle kimliğin yerel formlarının yeniden ortaya çıktığı ile ilgili pek çok kanıt da bulunmaktadır. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 37 Post modernizm Şehirlerde yaşanan güncel kültürel değişimleri özetlemeye yarayan en kullanışlı kavramlardan birisi de modernizm ve post modernizmdir. Fordizm – Neo Fordizm arasındaki ikilemde olduğu gibi modernizm ve post modernizm de belirgin bir kültür tarzı, analiz yöntemi veya tarihin bir dönemi olarak pek çok farklı şekillerde ifade edilmektedir (Dear, 1999). Harvey (1989) ve Jameson (1984) post modernizmin esnek birikim rejiminin doğal kültürel karşılığı olduğunu ileri sürmektedirler. Post modern kültür sadece pek çok farklı niş market yaratmakla kalmaz aynı zamanda tüketim ile büyülenmiş efsunlu ve parçalı bir nüfus oluşturma eğilimindedir ve toplumun hakim gücü ile mücadele edecek kurumlardan yoksundur. Bu kavramların nasıl kullanıldığını anlamak için öncelikle modernizm kavramını incelemek gerekmektedir. Modernizm genel olarak Rönesans ile ortaya çıkmaya başlayan ve doruğuna 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında ulaşan kültürel ve felsefi bir hareket olarak ele alınmakta ve rasyonel düşünce ve bilimsel analizlerin üniversal bir ilerlemeye yol açacağı inancı ile karakterize olmaktadır. Bu durum nihayetinde toplumun rasyonel ve kapsayıcı planlamalar ve bilimsel prensiplerin uygulanması ile geliştirilebileceği düşüncesini ifade eden “sosyal mühendislik” kavramının doğmasına yol açmıştır. Söz konusu düşünce tarzı kapsamlı kentsel yenileme planlamaları ve 1960’ların şehirlerindeki trafik yönetim şemalarında görmek mümkündür. Modernizm benzer şekilde niceliksel ve davranışsal yaklaşımların temel kaynağı olarak da ele alınabilir. Bununla birlikte 20. yüzyılda yaşanan savaşlar, açlıklar, siyasal başlıklar, gelişmiş teknolojilerin sosyal ve ekolojik maliyetlerinin yarattığı hayal kırıklıkları ve kapsamlı planlama çabaları modernizm konseptine yönelik ciddi bir hoşnutsuzluğun doğmasına neden olmuştur. Post modernizmin temel unsuru hazır ve saf bir deneyimin olmadığı, tüm deneyimlerimiz ve tecrübelerimizin dil ve temsilin diğer formlarında gömülü bulunan kültürel değerler vasıtasıyla yaşandığıdır. Buradaki kritik husus dünyayı anlama biçimi her zaman için belirli teorik bakış açıları tarafından filtrelendiğidir. Dünyayı anlamada daha iyi olduğu iddiası sıklıkla bir grubun kendi dünya anlayışının diğer gruplara kabul ettirme çabasıdır. Bu nedenden dolayı, postmodernizm gerçeğin kendisinden ziyade temsil ve tasvirin yöntem ve sistemlerine odaklanmaktadır. Postmodernizm teorilerin güç ve iktidar ile sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu dolayısıyla başkalarının görüşlerini empoze etme çabalarını temsil ettiğini ileri sürmektedir. Post modernizme göre dünyayı analiz etmenin tek etkin bir yöntemi veya üstanlatısı yoktur. Bunun aksine içerilen güç ilişkilerine bağlı olarak gerçeği tasvir etmede pek çok farklı yol bulunmaktadır. 38 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Burada belirtmek gerekir ki post modernizmin geçerliliği sıklıkla sorgulanmaktadır. Pek çokları içerdiği ahlaki görecelilik nedeniyle post modernizme karşı çıkmaktadır. Giddens (1989), bu nedenle post modern olmaktan ziyade günümüz toplumlarının bireysel reflekslerin yoğunluğu ile karakterize olan geç modernizmi yansıttığını ileri sürmektedir. Giddens’a göre insanlar günlük hayatlarında yaptıkları seçimlerin ve benimsedikleri tutumların gittikçe daha farkına varmaktadırlar. Kültürel çalışmalar ile ilişki içerisindeki post modernizmin anahtar özelliği toplum içerisindeki farklı grupların çeşitliliğini tanımasıdır. Bu grupların ve özlemlerinin çeşitliliği sadece akademik alanda değil aynı zamanda müzik, reklam ve edebiyat gibi temsilin popüler formlarında da yansımasını bulmaktadır. Şehirlerin peyzajı açısından bakıldığında post modernizm modernist tarzın dikdörtgen ve köşeli mimari tarzından çok çeşitli mimari tarzların ortaya çıkmasında kendini göstermektedir. Post modern tarzlar “yüksek teknoloji”den neoklasiğe uzanan bir spektrumda görülürken sıklıkla farklı motifler içeren eklektik bir karışım içermektedir. Post modern dizayn sıklıkla oynak olma çabasındadır veya anlamın farklı katmanlarını ima etmektedir. Modernist şehirlerin kentsel planlaması ve mimarisi ilerlemeye dönük bir çabanın yansıması iken çağdaş binalar sosyal sonuçlarını çok da düşünmeyen tüketim, hedonizm ve kâr arayışını yansıtmaktadır. Şehrin post modernist yorumunun bir başka önemli teması da günlük hayatın tasvir ve işaretlerinin artan önemidir. Önde gelen post modernist yazarlardan Baudrillard (1989) post modern kültürün gerçek dünyanın kopya veya imajlarına dayandığını ileri sürmektedir. Bu kopya ve imajlar hayatı kendi üzerlerine alırken bunları taklit ettikleri gerçekten ayırmak imkânsız olmasa da oldukça güçleşmiştir. Post modern kültürün bir başka önemli özelliği de pazarlama ve kitlesel medyanın “hiper gerçeklik” olarak adlandırılan kendi içsel anlamları olan tasvir ve işaretleri üretmesidir. “Hiper gerçeklik”ler tarafından domine edilmiş ortamlara “hyperspace – hiper alan” adı verilmektedir. Vatanseverlik, geleneksel aile değerleri ve hür teşebbüsü methederek şiddet, istismar ve çatışmaları göz ardı edip dünyanın tehdit içermeyen ve sterilize bir tasvirini temsil eden Disneyland bu “hiper gerçekliğin” en ekstrem örneklerinden birisidir. Çevrenin bilinçli bir şekilde yaratılması imaj mühendisliği kavramı ile tanımlanmaktadır. Disney felsefesinin en uç örneklerinden birisi Orlando’da bulunan Celebration City’nin oluşturulmasıdır. Celebration City sosyal kutuplaşmanın ortadan kaldırılabildiği özelleşmiş ve bütünleşmiş bir meskun mahalle olarak yaratılmıştır. Celebration City 8000’in üzerinde ikamet birimi, farklı kullanıma amacına yönelik perakende satış mağazaları Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 39 ve zemin katlarında dükkânlar, okul, kolej kampüsü ve hotellerle birlikte ofis alanlarıyla bir merkezi de bulunan bir kasaba olarak planlanmıştır. Devasa kapısıyla 28 sütunlu etkileyici bir belediye sarayı bulunmasına rağmen kasaba yönetimi bulunmamaktadır. Kasaba yöneticisi bir Disney yetkilisidir. Celebration City’nin mimari uyumu 70 sayfalık bir ev tasarım kitabıyla güvenceye alınmıştır. Sokağa bakan pencerelerin perdeleri beyaz veya beyaza yakın renklerde olmalı. Evlerin renkleri beyaz olmadığı takdirde aynı renk sokağın aynı cephesindeki en az üç ev tarafından da kullanılmalı. Ön bahçe ve yan bahçelerin en az dörtte birinde çimlerin yanında sebzeler de yetiştirilmeli. Kasabadaki pek çok “gelenek” Disney şirketi tarafından gerçek Disney tarzında tasarlanmıştır. Sorkin (1992), post modern dönemde bir bütün olarak şehrin dünyanın yüksek oranda tahrip edilmiş görüntüsünün farklı simülasyonlarının bulunduğu büyük bir “eğlence parkı”na dönüştüğünü iddia etmektedir. Bunun sonucunda kültürün sığ bir yüzünü temsil eden çağdaş şehirlerde farklı post modern binaların çeşitliliği ortaya çıkmaktadır. Tüketicinin üstünlüğünü gösteren “prestij ürünleri” kavramı üzerinde pek çok çalışmalar yapılarak açıklığa kavuşturulmuştur. Bununla birlikte post modern toplumlarda tüketim fiilinin çok daha büyük öneme sahip olduğu kabul edilmektedir. Bir kişinin sosyal konumu artık doğumdan gelen verili bir özellik değildir. İnsanlar tükettikleri mallar üzerinden kendi kimliklerini ve konumlarını seçebilmektedirler. Bu süreç tüketimin estetikleştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. “Günümüzde üretilen şey bir ürün değil bir işaret bir sinyaldir… bu sadece temel estetik bileşeni içeren (pop müzik, sinema, video v.s. gibi) maddi olmayan nesnelerin çoğalması ile değil fakat aynı zamanda maddi nesnelerde imaj ve değer işaretlerine ait bileşenlerin artması ile de meydana gelmektedir. Maddi nesnelerin estetikleştirilmesi üretim veya sirkülasyonunda olduğu gibi bu ürünlerin tüketiminde de yer alabilir” (Lash & Urry, 1994). Bir ürünün markalı moda ikonu haline gelmesine dair en iyi bilinen örneklerden birisi Nike spor ayakkabılarıdır. Başlangıçta sadece spor yaparken giyilen bir unsur olarak tasarlanmasına rağmen Bronx’ta ana akıma karşı çıkan gençler tarafından kabullenmesi ile bir sembol haline gelmiştir. Nike şirketinin pazarlamacıları bu sembolik kültürel değeri kullanmada çekingen davranmamışlardır. Ürüne farklı ek özellikler ekleyerek bunu bir pazarlama unsuru haline getirmişlerdir. Yüksek profilli pazarlama kampanyaları ile birlikte yüksek kârlarla satılan bu ayakkabıları satın almak için çabalayan düşük gelirli aileler için de ekonomik zorluklara yol açmıştır. Hiç şüphesiz bir ürün toplumda yaygınlık kazanınca ürün sembolik önemini kaybetmeye başlar. Şehirlerin post modern teorileştirilmesi ile ilgili güncel temel unsurlardan birisi kimliklerin şekillenmesinde tüketimin kritik rolüdür. Jackson ve Thrift’in (1995) belirttiği üzere “kimlikler belirli tüketim tarzları 40 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ile tasdik edilip onaylanmaktadır”. Belirli bir ürünü satın almakla insanlar sadece kendilerini diğerlerinden ayırmakla kalmaz aynı zamanda kendi öznel konumuyla deneyimleyip benimseyebildikleri kendilerini ifade edebilmenin bir aracına da sahip olurlar. Dolayısıyla insanlar gittikçe artan bir şekilde kendilerini gelir, sınıf veya etnik köken gibi geleneksel faktörlerden ziyade tükettikleri üzerinden tanımlamaktadırlar. Tüketilen unsurun “bilişsel ve duygusal imajı” da tüketim üzerinden doğrudan etki yapmaktadır. Tüketim ve kimlik arasındaki etkileşim tek yönlü bir süreç değildir. Tüketilen mal kimliğin belirlenmesinde yardımcı olurken aynı zamanda kimlik de tüketilecek malın niteliği üzerinden seçilebilmektedir. Çinlilerin Japon ürünlerini ve İsraillilerin Alman ürünlerini tercih etmemesi bu durumun en belirgin örnekleridir (Şentürk, 2017; Şentürk & Kartal, 2016). Campbell’in (1987) kapitalizm ve Protestan ahlâk arasındaki ilişkiye dair yeni yorumu bu durumu anlamada oldukça kullanışlıdır. Max Weber’in 19. yüzyıl kapitalizmi ile ilgili çalışmasından kaynağını alan konvansiyonel görüş kapitalizmin münzevi ve duygusallıktan uzak Kalvinist dünya görüşü ile başarıya ulaştığı yönündedir. Campbell 20. yüzyıldan geriye bakarak nesnel akılcılıktan “çağdaş tüketimciliğin ruhu”na geçişi ortaya koyarak bu değişimin kaynağını insanların iyi zevk almanın sosyal ölçütler kurma çabasından aldığını ifade etmiştir. Campbell zariflik ve iyi karaktelerin başlangıçta güzellik ve iyiliği arayan ve bunlardan zevk alan insanlara atfedildiğini ileri sürmüştür. Daha sonra zevk arayışı güzellik ve lüks malların tüketimi ile ilişkilendirilmeye başlanmıştır. İnsanların hayatlarına tüketim nesneleri ile ilgili illüzyonlar, gündüz hayalleri ve fantaziler girmeye başlamıştır. Bu Campbell tarafından “kendi kendini aldatıcı hedonizm” ile karakterize olan modern tüketim ruhunun oluşmasına vesile olmuştur. Kendi kendini aldatıcı hedonizm büyüsü altında insanlar nesne ve fikirlerin başarısı tarafından büyülenerek bir sonraki ürünün bir öncekinden çok daha tatmin edici olduğu inancıyla sürekli bir zevk arayışına girmişlerdir. Bu Protestan çalışma etiğinden ziyade hayal ve fantaziler tarafından hayata geçirilen “romantik kapitalizm”in temelidir. Romantik kapitalizm 1950’lerde savaş sonrası ekonomik canlanma ve kredi kartlarının geniş kitlelere yayılması ile ayyuka çıkmıştır. Sınıf, etnisite ve yaşa dayalı geleneksel kimlik grupları kendi kimliklerini ve hayat tarzlarını tüketim tarzları ile inşa etmede insanlar kendilerini daha özgür hissettikçe daha belirsiz hale gelmiştir. Prestij mallarının tüketimi ile ilgili geleneksel işlere ek olarak yeni sınıf fraksiyonları kendi ayrıcalıklarını bireysel tüketim kalıpları üzerinden sağlama arayışına girmişlerdir. Sosyal, kültürel, siyasal çatışma ve rekabetin en önemli alanlarında tüketim üretimin önüne geçmiştir. Fordizm sayesinde tüketicilerin hayalleri hızlı ve kolay bir şekilde yerine getirilmeye başlanmıştır. “Büyülenme” kitlesel Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 41 üretim ile birlikte rasyonalizason sonucunda daha da artmıştır. Ancak bu durum da kaçınılmaz olarak ve diyalektik bir biçimde ürünlerin romantik çekiciliği ve özgünlüğünün kitlesel üretim ile ortadan kalkması sebebiyle hoşnutsuzluğa neden olmuştur. Bu eğilime karşı koyabilmek için ürün tasarımı ve niş marketler ürünlere bir büyü kazandırmak veya kaybolan büyülerini yenilemek için merkezi bir konuma gelmiştir. Ritzer’in (2005) işaret ettiği üzere tüketim büyüsünün alışveriş merkezleri, zincir marketler kataloglar, fast food restoranlar, internet ve televizyon alış verişi, kruvaziyer gemiler ve gazinolar gibi tüketimi teşvik eden farklı uzmanlaşmış bağlamlar üzerinden de sağlandığını ifade etmektedir. Çağdaş şehirlerdeki tüketimin artan öneminin en dikkat çeken unsuru tüketime adanmış mekânlardaki artıştır. Bu artış sadece büyük alış veriş merkezlerinin ortaya çıkması şeklinde değil fakat aynı zamanda şehir merkezlerinin ve festival pazarlarının yeniden canlandırılması şeklinde olmaktadır. Yeni tüketim mekânlarının içsel mimarisi dikkatli bir şekilde insanların paralarını harcamalarını sağlamak üzerine şekillendirilmiştir. Yeni alış veriş merkezlerinde insanların paralarını harcamasını çekici hale getirmek için özel uygulamalar, sokak tiyatroları ve hatta çok daha dramatik mimari formlar kullanılmaktadır. SONUÇ Bu çalışmada özellikle Batı şehirlerinin kültürlerinde son yıllarda yaşanan çok sayıdaki karmaşık değişiklik üzerinde durulmuştur. Bu değişikliklerin karmaşıklığı nedeniyle pek çok araştırmacı şehri tek bir kültürel peyzaj üzerinden “okumanın” gittikçe çok daha zor hale geldiğini ileri sürmektedir. Artık tek bir kentsel coğrafya yoktur bunun yerine farklı coğrafyaların oluşturduğu bağlamlar vardır. Şehirler sadece alansal ve yapısal olarak merkezden uzaklaşma eğiliminde değildirler. Merkezden uzaklaşma sosyal ve bağlam üzerinde de meydana gelmektedir. Bununla birlikte şehir kültürünü bilgi üretme ve kimliklerinin yerelliği üzerine yapılan çalışmalara yönelik temel eleştiriler bu kültürlerin üzerinde hayat buldukları çok daha geniş kapsamdaki siyasal ekonominin etkilerini gözden kaçırması üzerinden gelmektedir. Temelleştirme, yabancılaştırma ve ikili ayrımlar yaratmaya yönelik endişelerin önemli bir sonucu kentsel sosyal coğrafyanın geleneksel unsurlarından olan haritalara yönelik şüphe ve sıklıkla düşmanlığın ortaya çıkması olmuştur. Şehirlerin bu geleneksel gösteri biçimlerine güven kaybı güç ilişkilerini maskelemesi ve kültürel coğrafyacıların özellikle kaçındığı ve üstesinden gelmek istediği stereotipleştirmeyi kuvvetlendirmesi nedeniyle meydana gelmiştir. Gerçekte “yeni” kültürel coğrafya insanların dünya görüşlerindeki farklılıkları ve karmaşıklığı yansıtması için etnografik 42 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI yöntemlere çok daha fazla önem vermektedir. Dünyanın önde gelen sosyal araştırmacılarından Giddens konuyla ilgili şöyle demektedir: “Ne kadar matematik veya niceliksel olmalarına bakılmaksızın benim nazarımda bütün sosyal araştırmalar etnografiyi varsaymaktadır” (Giddens, 1991). Bu doğrultuda kentsel sosyal coğrafya araştırmalarında niteliksel ve niceliksel yöntemlerin her ikisini akıllıca bir karışımının kullanımı önerilmektedir. Niteliksel yöntemler şehirlerde farklı seslerin ortaya çıkarırken haritalar, grafikler ve tablolar sınırlılıkları bilindiği taktirde çok daha geniş resmi ortaya çıkarma konusunda hayatidir. Niteliksel yöntemlerin ortaya koyduğu şehrin içsel yönleri ile birlikte niceliksel yöntemler ve geniş bakış açısı sosyal gelişmeye yönelik koordineli, kolektif ve etkin politikaların üretilmesini sağlar. KAYNAKÇA Anderson, B. (1983). Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism. London: Verso. Appadurai, A. (1996). Moternity at Large: Cultural Dimensions of Globalization. Mineapolis: University of Minnesota Press. Baudrillard, J. (1989). America. London: Verso. Bhabha, H. K. (1994). The Location of Culture. London: Routledge. Bourdieu, P. (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge: Cambridge University Press. Campbell, C. (1987). The Romantic Ethic and the Spirit of Modern Consumerism. Oxford: Blackwell. Dear, M. (1999). The Postmodern Urban Condition. Oxford: Blackwell. Dowling, R. (1993). Feminity, place and commodities: a retail case study. Antipode, 25, 295–318. Giddens, A. (1989). Sociology. Cambridge: Polity Press. Giddens, A. (1991). Structuration theroy: past, present and future. In Giddens’ Theory of Structuration: A critical appreciation. London: Routledge. Harvey, D. (1989). The Condition of Postmodernity. Londra: Blackwell. Jackson, P., & Thrift, N. (1995). Geographies of consumption. In D. Miller (Ed.), Acknowledging Consumption. London: Routledge. Jacobs, J. M. (1996). Edge of Empire: Postcolonialism and the City. London: Routledge. Jameson, F. (1984). Post-odernism or the Cultural Logic of Late Capitalism. Durham: Duke University Press. Lash, S., & Urry, J. (1994). Economies of Signs and Space. London: SAGE. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 43 Lees, L. (1997). Ageographia, heterotopia, and Vancover’s new public library. Environment an Planning D: Society and Space, 15, 321–337. Massey, D. (1992). Politics and space/time. New Left Review, 196, 65–84. Ritzer, G. (2005). Enchanting a Disenchanted World. Thousand Oaks: Pine Forge Press. Robins, K. (1991). Traditionand translation:national culture in its global context. In Enterprise and Heritage. London: Routledge. Said, E. (1978). Orientalism: Western Conception of the Orient. London: Routledge. Sennett, R. (1971). The Uses of Disorder: Personal Identity and City Life. London: Allen Lane. Sorkin, M. (1992). Variations on a Theme Park. (M. Sorkin, Ed.). New York: Noonday Press. Şentürk, T. (2017). Ülke orijini etkisi konsepti ve açıklayıcı modelleri. Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi, 6(2), 1–22. Şentürk, T., & Kartal, B. (2016). Tüketicilerin sosyo-ekonomik ve demografik değişkenlerinin ülke imajı değerlendirmeleri üzerine etkisi. CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 14(2), 325–356. Warren, S. (1996). Popular cultural practices in the “postmodern city.” Urban Geography, 17, 545–567. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 45 ANALİTİK HİYERARŞİ SÜRECİYLE ŞEHİRSEL ALAN VE SANAYİ ODAKLI YER SEÇİMİ ÖNERİSİ: NEVŞEHİR ÖRNEĞİ LOCATION CHOICE WITH THE ANALYTIC HIERARCHY PROCESS FOR URBAN AREA AND INDUSTRIAL FACILITIES: THE CASE OF NEVŞEHİR Emrah ŞIKOĞLU1, 2Handan ARSLAN2 1 ÖZET Nevşehir, şehirsel büyüme kapsamında kabaca kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda lineer bir biçimde gelişme göstermektedir. Gelişime yönündeki bu biçimsel evrimin temelinde fiziki coğrafya etmenleri yatarken (yerleşme etrafındaki vadiler ve tepeler), aynı ölçüde beşeri coğrafya nitelikleri (yerleşme içinde ve etrafındaki sit alanları, karayolu gelişim güzergahları) de etkilemiştir. Şehirlerde meydana gelen bu lineer büyüme, şehirsel saçaklanmalara yol açarken, saçaklanmalar da şehirlerin gelişimlerini olumsuz yönde etkilemektedirler. Yöneticiler şehri bu olumsuzluktan kurtarmak için yeni yerleşim alanlarını dikkatle seçmeli ve planlı bir şekilde imar etmelidir. Şehir lineer büyüme biçiminden kollektif büyüme biçimine ulaştırılmalıdır. Bu kapsamda yapılan çalışma doğrultusunda, çalışma sahasında 21 mahalle içerisinden büyüme potansiyeline sahip 10 mahalle tespit edilmiştir. Diğer 11 mahalle ise zaten şehrin merkezinde kaldıkları ve hali hazırda yerleşme sahası oldukları için büyüme süreçlerini tamamlamış durumdadır. Nevşehir şehirleşme sürecini sağlarken, benzer şekilde sanayileşme süreci de yaşamıştır. Sanayi sürecinde kurulmuş olan sanayi siteleri bazı dönemlerde yer değiştirmiştir. İlk sanayi yerleşkesi olan ve günümüzde sadece birkaç soba imalatçısının bulunduğu eski sanayi, günümüzde yerini konutlara bırakmıştır. Devamında inşa edilen yeni sanayi ve Lale sanayi sitesi de günümüzde şehir sit alanı içerisinde kalmıştır. Yerel yönetimler tarafından Lale sanayi sitesi bulunduğu yerden taşınarak yeni bir sanayi sitesi yapılması planlanmaktadır. Fakat yapımı planlanan saha, şehrin hemen devamı olan güneybatısında olması düşünülmektedir. Bu sebeple sanayi sitesi zaman içinde yine şehrin sınırları içinde kalarak çeşitli sorunlara yol açabilir. Yapılan değerlendirmeler sonucunda Nevşehir’de sanayiye birinci ve ikinci dereceden uygun alanlar neredeyse hiç olmadığı fakat üçüncü dereceden uygun olan alanların geniş bir yer kapladığı sonucuna ulaşılmıştır. Şehrin yeni sanayi alanının, tekrar taşınmamak için bahsedilen uygun alanlarda inşa edilmesi, kentleşme için geleceğine yönelik en uygun adımlardan biri olabilir. Anahtar Kelimeler: Şehir Coğrafyası, Nevşehir, Kapadokya, Analitik Hiyerarşi Prosesi, Yer Seçimi. 1 Araştırma Görevlisi Doktor, Fırat Üniversitesi İSBF, Coğrafya Bölümü, emrahskoglu@ firat.edu.tr 2 Dr. Öğr. Üyesi, Fırat Üniversitesi İSBF, Coğrafya Bölümü, hcaglayan@firat.edu.tr 46 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ABSTRACT Nevşehir develops linearly in the northeast-southwest direction in the context of urban growth. While the physical geographical factors lay at the basis of this formal evolutionary development, human geographical qualities have also affected the same extent. While linear growth in cities leads to urban fringes, fringes also affect the development of cities in the negative direction. Managers should carefully select and plan new residential areas carefully in order to save the city from this negativity. The city have to be brought from linear growth to collective growth. 10 districts with growth potential within 21 districts were identified in the study area. The other 11 districts are already in the center of the city and have already completed the growth process because they are already in the settlement area. While Nevşehir provides the urbanization process, it is also a process of industrialization. industrial sites have changed in some periods that established in the process of industrialization. The old industry, which is the first industrial settlement and where only a few stove makers are present today, has now left its place in the dwellings. the new industrial and lale industrial site built today is still in the city site area. It is planned by the local administrations to construct a new industrial site for the Lale industrial site. However, the planned site is planned to be in the southwest, which is the continuation of the city. For this reason, the industrial site may remain within the boundaries of the city over time and lead to various problems. As a result of the evaluations made in Nevşehir, there is hardly any suitable area for industrial first and second class facilities, but suitable areas for third class occupies a wide space. The construction of the new industrial area of the city in the appropriate areas to avoid relocation can be one of the most appropriate steps towards the future for urbanization. Keywords: Urban Geography, Nevşehir, Cappadocia, Analytic Hierarchy Process, Location Selection. GİRİŞ Bugün şehir coğrafyası araştırmalarında üzerinde en çok durulan konulardan biri şehir yerleşmelerinin nerede kurulduğu, yani lokasyonudur. Çünkü yer seçiminde isabetli olan, fiziki mekanla sağlıklı ilişkiler kurabilen yerleşmelerin seçimidir (Karadoğan, 1999;75). Doğada mevcut olan toprakların onların doğasına zarar vermeden, sürdürülebilir ve en yüksek fayda sağlayacak şekilde planlama arazi kullanım çalışmalarının altlığını oluşturmalıdır. Tunçdilek (1985)’in ifadesiyle arazi kullanım çalışmalarının amacı, eski bozulmuş düzeni yeniden düzeltmek, eskisinden çok daha farklı bir şekilde kullanmaktır. Farklı arazi kullanımı şekilleri meydana getirmek ve eskisinden daha farklı bir şekilde kullanmak için arazinin toprak, su gibi arazi kabiliyetlerinin Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 47 belirlenmesi ve geleceğe yönelik olarak planlanması gerekmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de doğal kaynaklar aşırı nüfus artışı, bu nüfusun mekâna yönelik aşırı talepleri, hızlı şehirleşme ve endüstrileşme, bilinçsiz mekân tüketimi gibi nedenlerle baskı altında tutulmaktadır. Bütün bunlar yanlış arazi kullanımına neden olmaktadır. Yanlış arazi kullanımı sonucu erozyon ve yüzeysel akış, tarım arazilerinin dolması, kırsal fakirlik ve şehirlere göç, kirlilik gibi pek çok fiziki, beşeri ve ekonomik sorunlara sebep olmaktadır (Dağlı, Çağlıyan, 2016: 83). Bu tür olumsuzlukların önüne geçilebilmesi için, araziden faydalanan ormancılık, tarım, mera, yerleşim, sanayi, ulaşım vb. sektörlerin mevcut çalışma alanlarının biyofiziksel, sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel değişkenlere bağlı olarak kesin bir şekilde belirlenip bir arazi kullanım planına ve haritasına bağlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bilimsel esaslara göre gerçekleştirilecek bu planlamanın artan nüfusun talep, ihtiyaç ve beklentilerinin karşılanması ile ekosistemlerin bugünkü ve gelecekteki verimliliğinin korunması arasında bir denge kurması ve böylece sürdürülebilir arazi kullanımını gerçekleştirmesi gerekmektedir (Yılmaz, 2009: 3). Amaç ve Yöntem Planlama çalışmalarının en temel amacı daha kollektif, sürdürülebilir ve daha fazla yaşanılması mümkün şehirler ortaya çıkarılması olmalıdır. Bu kapsamda farklı bilim dalları bir araya gelerek ortak bir çalışmayla bu hedefe ulaşabilirler. Planlama yapabilmek için öncelikle uygun bir mekanın olması gerekmektedir. Mekana ve insan ilişkilerini inceleyen coğrafya tam da bu noktada devreye girer. Bu çalışmada gelişmekte olan bir şehir için gelecek yerleşim ve sanayi alanı belirlenmeye çalışılmıştır. Yer seçimiyle ilgili birçok analiz ve teknikler (Risk Analizi, Eşik Analizi, Elek Analizi, SWOT Analizi vs.) bulunmaktadır. Fakat günümüzde bu teknikler içerisinden öne çıkanı Analitik Hiyerarşi Süreci (Prosesi) (AHSAHP) olmuştur. Yöntemin kullanılabilirliği ve kendi içinde tutarlılığının denetlenebilir olması, diğer yöntemlerden daha öne çıkmasına sebep olmuştur. Bu sebeple de çalışmaya konu olan yer seçimi analizleri de AHS kullanılmıştır. Yapılan çalışmayla Nevşehir’in lineer görünümden kurtulup, kollektif bir görünüm kazandırılması amaçlanmıştır. Böylece şehirsel saçaklanmanın da önüne geçilebileceği düşünülmektedir. Benzer şekilde, şehir büyürken yerleşme siti içinde kalan sanayi alanlarının gelecekte şehre olumsuz bir etki yapmaması için şimdiden önlem alınması amaçlanmaktadır. Ayrıca geçmişte yapılan hataların yinelenmemesi, sanayi alanlarının üçüncü bir defa daha yer değiştirmemesi, aynı zamanda şehre ekonomik bir kazanç 48 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI sağlayacağı da düşünülerek hedefler arasına alınmıştır. Son olarak planlama yapılırken coğrafyacıların süreç içerisindeki önemini vurgulamak ve kullanılan yöntemle gelecekte yapılması düşünülen bu tür çalışmalara altlık oluşturmak çalışmanın bir diğer hedeflerini oluşturmaktadır. Yöntemsel Ayrıntılar ve Nevşehir’de Şehirleşmeye Yönelik Yer Seçimi Şehir planlamada kullanılan yöntemlerin tümü, kendi içerisinde pozitif ve negatif özellikler barındırmaktadırlar. Çalışmanın bu bölümünde gerek karmaşık verilerin değerlendirilmesi gerekse bu değerlendirmeler sonucunda ağırlıklarının oluşturularak en doğru sonuca varılmasını sağlaması bakımından, Analitik Hiyerarşi Süreci yöntemi tercih edilmiştir. Karşılaştırmalı karar verme ve tercih matrisinin oluşturulması aşamasında ilk önce tespit edilen parametreler birbiriyle karşılaştırılmıştır. Bu kıyasta karşılaştırma yapılacak hiyerarşi düzeyinde “n” sayıda eleman bulunduğunda “n (n–1)/2” adet karşılaştırma yapılmış ve her bir karşılaştırma matris şeklinde düzenlenmiştir Daha sonra ölçek katsayıları belirlenen kriterlerin ve alternatiflerin yüzde önem ağırlıklarının tutarlılığı geçerli olacak şekilde (Saaty ve Vargas, 2001:9) elde edilmiştir. Tutarlılığın geçerliliği, tutarlılık indeksi ve oranı hesaplanarak kontrol edilmiştir. A matrisinin tutarlılık oranının hesaplanmasında CR= CI / RI formülü kullanılmıştır. CR =Tutarlılık Oranı (Consistency Ratio) CI = Tutarlılık İndeksi (Consistency Index), CI= (λmax-n) / (n-1) RI = Rastgele İndeks (Random Index) Tutarlılık indeksi hesaplandıktan sonra bu değer her bir matris boyutu için tamamen tesadüfi sayılardan hesaplanmış tesadüfi tutarlılık indeksine bölünerek tutarlılık oranı hesaplanır. Tutarlılık oranının (CR) (Consistency Ratio) formülü şöyledir: CI: Tutarlılık İndeksi (Consistency Index) RI: Tesadüfi Tutarlılık İndeksi (Random Consistency Index) CR: Tutarlılık Oran’ını göstermek üzere; λmax: Matrisin nisbi ağırlığını göstermektedir. RI: 1,98*(n-2) formülünden hesaplanmaktadır. CR: CI / RI formülü kullanılarak elde edilmektedir. Tutarlılık oranı 0,10’dan küçük çıkarsa ikili karşılaştırmalar matrisinin tutarlı olduğu söylenebilmektedir. Yani tutarsızlık ihmal edilebilir seviyededir. Tutarlılık oranı 0 ise karar verici yargılarının hepsinde tam tutarlıdır. Oran 1’e yaklaştıkça karar vericinin yargılarında mantıklı ve tutarlı olmadığı sonucuna varılır (Saaty, 1980: 179). Kriterler karar vericiler için farklı ağırlıklarda olabilir. Bu nedenle kriterlerin bağıl önemi hakkında bilgilerin elde edilmesi gerekmektedir. Kriter ağırlıkları, karar vericilerin tercihlerine bağlı olarak oluşturulur. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 49 Ağırlık verme işlemi, genelde kriterlere göre bağıl önemini gösteren bir ağırlığın atanmasıyla gerçekleştirilir (Öztürk ve Batuk, 2007: 86). Alt kriter ve ana kriter puanları coğrafi konum ve özelliklere göre değişkenlik göstermektedir. Ayrıca, etki eden coğrafi kriterlerin sayısının tespiti ve uzman görüşlerine dayanan tartışmalı grup çalışması, uygunluk analizlerini daha güçlü kılmaktadır. Grup kararlarından iki önemli konu vardır. Bireysel kararların grupta nasıl toplanacağı ve bireysel seçimden grup seçiminin nasıl yapılandırılacağıdır. Karşılıklı senteze dayanan yargılar eşit olacak şekilde kararlar birleştirilmelidir. Herkesin sıklıkla kullandığı aritmetik ortalama ile değil, sadece geometrik ortalama ile yapılmaktadır (Saaty, 1980: 95). Analitik Hiyerarşi Süreci’nin uygulamasında öncelikli amaç doğrultusunda seçimi etkileyen kriterler ve alternatifler sıralanır ve hiyerarşik bir yapı oluşturulur (Ying vd., 2007: 98). Bir karar probleminde belirlenen kriterlere verilecek ağırlıklar, sonuçlar üzerinde çok etkilidir. Bir kriterin diğerlerine göre daha fazla ya da daha az önemli olmasının belirlenmesinin yanı sıra, her bir kriterin diğerine göre bağıl önemi sayısal olarak ifade edilmelidir. Ağırlık değerlerindeki küçük değişimler bile birçok zaman sonucu önemli ölçüde değiştirmektedir. Bu nedenle kriter ağırlıklarının belirlenmesi, karar analizinin en önemli aşamalarından biridir (Öztürk ve Batuk, 2007:87). Karşılaştırmalı karar verme ve tercih matrisinin belirlenmesi safhasında, ilk aşamada tespit edilen parametreler Saaty tarafından ortaya konan önem ölçeğine göre kıyaslanmış (Tablo 1) ve bu ölçek yardımıyla 1 ile 9 arasında derecelendirilmiştir. Tablo 1. Önem Ölçeği Önem Derecesi Tanım 1 Eşit önem 3 Orta derecede önemli olması 5 Kuvvetli düzeyde önemli 7 Çok kuvvetli düzeyde önemli 9 Son derece önemli 2, 4, 6, 8 İki faaliyet arasında kalan ara değerler Kaynak: Özşahin,2015:53. İkili karşılaştırma terimi iki faktörün ya da kriterin birbirleriyle karşılaştırılması anlamına gelir ve karar vericinin yargılarına dayanır. İkili karşılaştırmalar karar kriterlerinin ve alternatiflerin öncelik dağılımlarının 50 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI kurulması için tasarlanmıştır. Karşılaştırmalı yargılar veya ikili karşılaştırmalar Analitik Hiyerarşi Süreci (AHS)’nin ikinci temel adımını oluşturmaktadır. İkili karşılaştırma terimi iki faktörün/kriterin birbirleriyle karşılaştırılması anlamına gelir ve karar vericinin yargısına dayanır. İkili karşılaştırmalar karar kriterlerinin ve alternatiflerin öncelik dağılımlarının kurulması için tasarlanmıştır. Daha açık bir ifade ile hiyerarşideki elemanlar bir üst kademedeki elemana göre göreli önemlerinin belirlenmesi için ikili olarak karşılaştırılır (Rangone, 1996:108). Bu karşılaştırmalar matrisler şeklinde düzenlenir. İkili karşılaştırma yargılarının oluşturulmasında, başka bir ifade ile karar verici tarafından A kriterinin B kriterine göre ne kadar önemli olduğuna karar verilmesi için üstteki çizelgede gösterilen (1-9) puanlı tercih ölçeğinden faydalanılmaktadır. Bu ölçeğin etkinliği çeşitli alanlardaki uygulamalar ve başka ölçeklerle yapılan teorik karşılaştırmalar sonucunda saptanmıştır. İkili karşılaştırma yönteminin bir avantajı bir seferde sadece 2 kriterin düşünülmesidir. n adet kriter için yöntem, n(n −1)/2 adet karşılaştırmadan oluşur (Öztürk, Batuk:2007:90). Saaty, AHS’nin kullanılmasında doğrudan doğruya ilgili kişilerle yüz yüze anket yapıp, onların ikili karşılaştırmalara ilişkin görüşlerinin alınmasını önermektedir. Söz konusu ilgili kişi veya kişiler mutlaka konunun uzmanı olmasalar bile en azından konuyu bilen, konuya aşina olan kişiler olmalıdır (Evren, Ülengin, 1992:53). İkili karşılaştırma matrisleri geliştirildikten sonra karşılaştırılan her elemanın önceliğinin (göreli öneminin) hesaplanmasına geçilmektedir. AHS’nin bu bölümü “sentezleme” adıyla anılır. Öncelik vektörlerinin kurulmasında lineer cebir tekniklerinden faydalanılmaktadır. Sentez aşaması, en büyük özdeğer ve bu özdeğere karşılık gelen özvektörün hesaplanmasını ve normalize edilmesini içermektedir. Bu amaçla kullanılan çeşitli yöntemler mevcuttur. Ancak literatürde en yaygın olarak kullanılan normalizasyon yönteminde her sütunun elemanları o sütunun toplamına bölünür. Elde edilen değerlerin satır toplamı alınıp, bu toplam satırdaki eleman sayısına bölünür (Saaty, 1980:19: Evren ve Ülengin, 1992:59). Bu şekilde her kriter için öncelik vektörleri bulunur (Kuruüzüm, Atsan,2001:87). Bu yöntemin en önemli hesaplamalarından biri ise tutarlılık oranıdır. Daha önce de belirtildiği gibi yargılar için hesaplanan tutarlılık oranı 0.10’un altında ise yargıların yeterli bir tutarlılık sergilediği ve değerlendirmenin devam edebileceği kabul edilmektedir. Eğer yargıların tutarlılık oranı 0.10’un üstünde ise yargılar tutarsız kabul edilmektedir. Bu durumda yargıların kalitesinin iyileştirilmesi gerekir. Tutarlılık oranı yargıların yeniden gözden geçirilmesiyle düşürülebilir. Ancak bu işlemde başarısız 51 Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları olunursa, problemin daha doğru bir biçimde tekrar kurulması ve sürecin en baştan ele alınması gerekir (Armacost vd., 1994:73). AHS tekniği ile elde edilen ana kriter puanları, yargıların tutarlılığı sağlandıktan sonra kullanılabilmektedir. Analiz sonuçları şu denklem ile sağlanmıştır; U, toplam arazi uygunluk puanı; W i , i arazi uygunluk kriterinin ağırlık değeri; X i , i arazi uygunluk kriterine ait alt kriter puanı; n, arazi uygunluk kriterinin toplam sayısıdır (Cengiz vd., 2013:154). Bu kapsamda oluşturulan Nevşehir’in ikili karşılaştırma matrisi sonuçları şöyledir: Tablo 2. Şehirleşme İçin İkili Karşılaştırma Matrisi ŞEHİR AKK AKAS TG Eğim Erozyon Jeoloji AS Arazi Kullanım Kabiliyeti 1 5 3 3 5 3 1/3 Arazi Kullanım Alt Sınıfı 1/5 1 1/5 1/3 3 3 1/5 Toprak Grupları 1/3 5 1 1/3 5 5 1/5 Eğim 1/3 3 3 1 3 3 1/3 Erozyon 1/5 1/3 1/5 1/3 1 1/3 1/7 Jeoloji 1/3 1/3 1/5 1/3 3 1 1/3 Arazi Sınıfı 3 5 5 3 7 3 1 Cr: 0,095 Üretilen matris sonucunda tutarlılık oranının 0,10’un altında olması matrisin tutarlı olduğunu göstermektedir (Tablo 2). Kriterlerin ağırlıkları yani sonuç haritası üretilirken hangi kriterin daha yüksek oranda veya ağırlıkta olduğunun belirlenmesi sonucu ise şöyledir; 52 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tablo 3. Şehirleşme İçin Ağırlık Oranları Değişkenler % Arazi Kullanımı 36 Arazi Kullanım Kabiliyeti 23 Eğim 15 Toprak Grupları 10 Arazi Kabiliyet Alt Sınıfı 7 Jeoloji 6 Erozyon 3 Mekânsal uygunluk analizleri çalışmalarında, çok kriterli kararlar verme sistemi yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Çalışmanın bu bölümünde Çok Kriterli Kararlar Verme Sistemi, Analitik Hiyerarşi Prosesi tekniği ile birlikte Nevşehir’e uygulanmıştır. Yerleşmeyi etkileyen başlıca coğrafi unsurlar olarak, eğim, jeolojik yapı, arazi kullanım durumu, erozyon, toprak özellikleri, arazi kabiliyeti ve arazi kabiliyet alt sınıfları olmak üzere toplam yedi farklı değişken kullanılmıştır (Harita 1). Bu değişkenlere 1 ile 10 arasında değerler verilerek sınıflandırılmıştır. Elde edilen bütün değişkenler sınıflandırıldıktan sonra, aynı piksel boyutunda raster (grid) formatına dönüştürülmüştür. Dönüştürülen bu veriler daha sonra Analitik Hiyerarşi yöntemine göre ağırlıklı çakıştırma yapılarak sonuca ulaşılmıştır. Elde edilen ağırlık oranlarından da anlaşıldığı üzere “arazi sınıfları” en yüksek düzeyde çıkmıştır. Yani Nevşehir’deki arazi kullanım durumu şehirleşme için yer önerisi haritasının oluşturulmasında birinci derece öneme sahip bir değişkendir. Netice itibariyle şehirdeki tarım, orman ve mera alanlarının korunması bu niteliğin önemine bağlıdır. Arazi kullanım kabiliyeti ise ikinci dereceden öneme sahiptir. Yani tarıma uygun olmayan alanların şehirleşmeye uygunluğu bakımından arazi kullanım kabiliyeti değişkeni de büyük önem taşımaktadır (Tablo 3). Dikkate alınan temel harita sınıflandırmaları için “10 puan” şu anda üzerinde şehrin kurulu olduğu araziler için kullanılmıştır. 9 ise henüz yerleşilmemiş fakat yerleşmeye en uygun olan alanları ifade etmektedir. 8 ve 7 de yerleşmeye ikinci ve üçüncü derecede uygun olan yerleri temsil etmektedir. 6-5 ve 4 şehir yerleşmelerine orta derecede uygunluğu 3-2 ve 1 ise uygun olmayan yerleri ifade etmekte kullanılmıştır. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 53 Harita 1. Analizde Kullanılan Temel Haritalar. Sınıflandırılması yapılan haritalar (Harita 1) daha sonra üst üste çakıştırılmış ve ağırlık değerlerine göre hesaplandırılarak, optimal yerleşme alanları haritası üretilmiştir (Harita 2). Çalışma alanında büyüme potansiyeline sahip 10 mahalle bulunmaktadır (Tablo 4). Diğer 11 mahalle zaten şehrin merkezinde kaldıkları ve hali hazırda yerleşme sahası oldukları için büyüme süreçlerini tamamlamış durumdadır. 54 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tablo 4. Nevşehir’de Mahallelere Göre Şehirsel Gelişime Uygun Alanların Tasnifi (km²) Uygun alanlar Az Uygun alanlar Uygun Olmayan Alanlar Sümer 11.57 9.38 0.03 Kıratlıoğlu 7.52 9.98 0.01 Cevher Dudayev 5.82 2.47 0.01 M. Akif Ersoy 4.93 2.41 - Esentepe 3.89 2.40 0.01 2000 Evler 3.34 1.84 0.11 Güzelyurt 2.39 1.70 0.28 15 Temmuz 1.37 2.13 0.01 F. Sultan Mehmet 1.23 0.53 0.02 Raşitbey Toplam 0.48 42.54 0.48 33.32 0.37 0.85 Mahalleler Sümer Mahallesi Nevşehir’de yerleşmeye uygun arazi bakımından en geniş alana sahip olan mahalle konumundadır. 22,75 km²’lik alana sahip olan Sümer mahallesinin 11,57 km²’si haritada yeşil renginin tonlarıyla temsil edilen yerleşmeye uygun sahalardan oluşmaktadır (Tablo 59-Harita 22). Sümer Mahallesi aynı zamanda alansal olarak da Nevşehir’in en büyük mahallesidir. Böyle olmasına rağmen günümüzde mahalledeki hali hazır yerleşme alanı 1,77 km²’dir. Yani mahallenin 20,98 km²’si boştur. Yerleşmeye uygun arazilerin fazlalığı bakımından ikinci sırada bulunan mahalle ise 7,52 km²’lik alanıyla Kıratlıoğlu mahallesidir. Bu mahalle yerleşmeye az uygun olarak belirlenen ve haritada sarı renkle temsil edilen alanın en fazla olduğu (9,98 km²) mahalledir. Yukarda bahsedilen durum değerlendirildiğinde, her ne kadar Sümer mahallesinde yerleşmeye uygun alanların varlığı yüksek olsa da sahip olduğu arazilerin çoğu az uygun alanlar olarak çıkmıştır. Bunun sonucunda yerleşmeye uygun olan alanlar bakımından en zengini Cevher Dudayev Mahallesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü mahallenin toplam alanının %67’si yerleşmeye uygun alanlardan oluşmaktadır. Çalışma kapsamında tablo 59’da Nevşehir’in yerleşmeye uygun olmayan alanı neredeyse hiç yok gibi görülmektedir. Fakat yapılan haritada uygunluk dereceleri de sınıflandırılmıştır. Bu kapsamda sarı renkle gösterilen alanlar her ne kadar az uygun olarak nitelendirilmiş olsa da yerleşme önceliği yeşil renk tonlarıyla gösterilen alanların olmalıdır. Sarı rengin temsil ettiği az uygun alanların, yerleşmeden ziyade farklı amaçlar için (tarım, rekreasyon, mera, orman vs.) kullanılması tercih edilmelidir. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 55 Haritaya göre çalışma alanındaki yerleşmeye birinci dereceden uygun yerler, bölümler halinde üç farklı alanda görülmektedir. Bunlardan ilki en kuzeydeki 2000 evler mahallesi civarındadır. İkincisi ise Cevher Dudayev mahallesinde ince bir hat halindedir. Sonuncusu ise Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahalleleri içerisinde kalan alandır (Harita 2). Bu alanlar içerisinden 2000 evler mahallesi sınırlarında kalan saha 10,76 km²’lik bir alana sahiptir. Fakat bu alan içinde Nevşehir Taşı olarak bilinen sarı taş ocağı bulunmaktadır. Bu sebeple haritada en uygun yerleşim alanlarından biri olsa da bu alana yerleşme kurulması mümkün değildir. Cevher Dudayev mahallesinde bulunan saha ise daha önce de belirtildiği üzere ince bir hat şeklindedir. Kepez Tepe’nin hemen doğusunda bulunan, 8,4 km²’lik bu alan şehre uzak olması bakımından ilk etapta değerlendirilebilecek bir yer değildir. Hem arazi gözlemlerimizden hem de yapılan analizden yola çıkarak, Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahalleleri içerisinde kalan, yaklaşık 14 km²’lik sahanın yerleşmeye en uygun sahalar içerisinden tercih edilebilirliği en yüksek alan olarak belirlenmesi mümkündür. Çünkü bu alan, hem büyüklüğü akımından diğerlerine göre daha geniş hem de şehir yerleşmesinin doğuya doğru devamı niteliğindedir (Harita 2). Çalışma alanı ve yakın çevresinde yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahalar, toplam 79,9 km²’lik bir alana sahiptir. Şehrin belediye yönetsel alan sınırları içerisinde kalan yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahaların toplamı ise 23,2 km²’dir. Yapılan hesaplamalar sonucu yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahalar çalışma sahasının muhtelif yerlerinde dağılım göstermektedir. Bu alanlar daha çok şehrin batısında toplanmıştır. Sümer Mahallesi yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahalar bakımından 9,6 km²’lik alanıyla şehrin en yoğun olduğu mahalledir. Sümer mahallesini Kıratlıoğlu Mahallesi (4.5km²) takip etmektedir. Üçüncü sırada ise 3,74 km²’lik alanıyla Cevher Dudayev mahallesi yer almaktadır. Geriye kalan 5,4 km²’lik alan ise 2000 evler, 15 Temmuz, Güzelyurt, Esentepe, Fatih sultan Mehmet, Raşitbey ve Mehmet Akif Ersoy mahalleleri sınırları içerisine dağılmıştır. Çalışma alanı ve yakın çevresindeki üçüncü derece yerleşme sahası toplam alanı 83,02 km²’dir. Bu alanın sadece 16,7 km²’si Nevşehir belediye yönetsel alan sınırları içerisinde kalmaktadır. Üçüncü derece yerleşme sahası çalışma alanında bir yığılma göstermemiş, hemen hemen bütün mahallelerde bu alanın varlığı gözlenmiştir (Harita 2). Buna rağmen yine de yoğunluk olarak şehrin doğusunda bulunan 15 Temmuz (1,14 km²), Güzel Yurt (2,05 km²) ve Esentepe (2,43 km²) mahallelerini örnek göstermek mümkündür. Ayrıca Cevher Dudayev mahallesinde bulunan Kulaklı Kepezin üst kısımları hesaplama sonucu her ne kadar üçüncü derece yerleşme sahası olarak gösterilmiş olsa da bu alan aslında konumu ve keskin yamaçlı bir “mesa” olması dolayısıyla aslında yerleşmeye uygun bir alan olarak görülmemelidir. 56 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Harita 2. Nevşehir’in Yerleşmeye Uygunluk Analiz Haritası Nevşehir’de Sanayiye Yönelik Yer Seçimi Çalışma alanı için sanayi alanlarının yeri sürekli bir sorun teşkil etmiştir. Eski sanayinin inşası ve daha sonra buranın şehrin merkezinde kalması 57 Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları ve şehre yetmemesi nedeniyle yeni sanayi alanının kurulması. Daha sonra yeni sanayi alanının hemen güneybatısına Lale Sanayi’nin kurulması. Günümüzde yine bahsi geçen sanayi alanlarının şehrin içinde kalması sebebiyle bulundukları yerden kaldırılmasının planlanması, bu sorunları özetlemektedir. Nevşehir’de sanayi alanı için yer seçimi önerisinde, arazi kullanım kabiliyeti, toprak grupları, eğim, arazi sınıfları ve jeoloji haritaları kullanılmıştır (Tablo 5). Tablo 5. Sanayi İçin İkili Karşılaştırma Matrisi SANAYİ DEĞİŞKENLERİ AKK TG Eğim AS Jeoloji Arazi Kullanım Kabiliyeti 1 1/3 1/7 1/7 1/5 Toprak Grupları 3 1 1/7 1/5 1/2 Eğim 7 7 1 5 7 Arazi Sınıfı 7 5 1/5 1 5 Jeoloji 5 2 1/7 1/5 1 Cr: 0,07 Kriterlerin ağırlıkları yani sonuç haritası üretilirken hangi kriterin daha yüksek olduğunun belirlenmesi sonucu ise şöyledir; Tablo 6. Sanayi Yer Seçimi İçin Ağırlık Oranları DEĞİŞKENLER % Eğim 56 Arazi Sınıfı 24 Jeoloji 9 Toprak Grupları 7 Arazi Kullanım Kabiliyeti 4 Sanayide yer seçimini etkileyen başlıca coğrafi unsurlar olarak, eğim, jeolojik yapı, arazi kullanım durumu, arazi sınıfları ve toprak özellikleri olmak üzere toplam beş farklı değişken kullanılmıştır (Harita 3). Bu değişkenlere 1 ile 10 arasında değerler verilerek sınıflandırılmıştır. Elde edilen bütün değişkenler sınıflandırıldıktan sonra, aynı piksel boyutunda raster (grid) formatına dönüştürülmüştür. Dönüştürülen bu veriler daha sonra Analitik Hiyerarşi yöntemine göre ağırlıklı çakıştırma yapılarak sonuca ulaşılmıştır. 58 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Elde edilen ağırlık oranlarından da anlaşıldığı üzere “eğim” en yüksek düzeyde çıkmıştır. Yani Nevşehir’deki arazinin eğim durumu, sanayi için yer önerisi konusunda üretilen haritanın oluşturulmasında birinci derece öneme sahip bir değişkendir. Çünkü sanayi alanları için fazla eğimli alanlar elverişli alanlar değildir. Bu sebeple eğim durumu, ağırlığı en yüksek değişken olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca “arazi sınıfları” da ikinci dereceden öneme sahip olup sanayi için önerilen yer için temel kriterler içerisindedir (Tablo 6). Nevşehir’de sanayiye birinci ve ikinci dereceden uygun alanlar neredeyse hiç yoktur. Birinci ve ikinci dereceden uygun yerler genelde haritada alan boyutunda değil, sadece piksel boyutunda kalmış ve görülmesi de oldukça güçtür. Fakat üçüncü dereceden uygun olan alanlar geniş bir yer kaplamaktadır. Özellikle şehrin doğusundaki Mehmet Akif Ersoy, Raşitbey, Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahallelerinde sanayileşmeye üçüncü dereceden uygun alanların varlığı açıkça görülmektedir (Harita 3). Sanayiye uygun alanların mahalle ölçeğindeki durumu ise şöyledir; Mehmet Akif Ersoy 1,67 km², Raşitbey 0,47 km², Fatih Sultan Mehmet 1,38 km², Esentepe 2,04 km². Adı geçen mahallelerden Fatih Sultan Mehmet, Raşitbey ve Esentepe mahalleleri birbirine komşu yerleşmeler olduğu için bu alanda sanayiye uygun alanların geniş yer kapladığını söylememiz mümkündür. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları Harita 3. Nevşehir’in Sanayi Yer Seçimi Uygunluk Analiz Haritası 59 60 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Nevşehir’de Şehirleşmeye ve Sanayiye Yönelik Yer Seçiminin Sonuçlandırılması Yapılan analizler sonucunda Nevşehir’in yerleşmeye ve sanayiye uygun alanları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda üretilen haritalarda da görüldüğü üzere şehrin muhtelif yerlerinde gerek sanayiye gerekse yerleşmeye uygun yerler gruplar halinde görülmektedir. Bu kapsamda uygun alanlar içerisinden tercih edilebilirliği yüksek olanların belirlenmesi gerekmektedir. Aksi taktirde yapılmış olan analizler genel bir bilgi derlemesinden ve sayısal niteliklerden öteye gitmemiş olur. Bu kapsamda öncelikle sanayiye uygun olan alanlar içerisinden tercih edilebilirliği yüksek olan yerlerin tespitini coğrafi olarak değerlendirecek olursak; Şehrin belediye yönetsel alan sınırları içerisinde kalan ve Mehmet Akif Ersoy mahallesinin güneyinde bulunan alan sanayiye uygun alanlardan ilki olarak değerlendirile bilir. Başta yapılan analizler sonucunda uygun yer olarak tespit edilmesi, şehre uzak olması ve D300 karayoluna (Aksaray-Nevşehir yolu) yakınlığı bakımından tercih edilebilirliği yüksek görünmektedir. Bu alan aynı zamanda şehirde bulunan özel organize sanayi bölgesine de yakındır. Fakat bu alan şehirleşmeye de uygun alanlar içerisinde olup daha da önemlisi Nevşehir’in hakim rüzgar yönü (KKB-GGD) üzerinde kalan bir sahadır. Bu sebeple farklı tercihlerin değerlendirilmeye alınması daha doğru bir sonuç verebilir. Yukarda bahsedilen ilk alanın hemen doğusunda, Kahvecidağı Tepenin sırtları sanayi için uygun alanlar olarak görülmektedir. Hatta bu alan sanayiye uygun alanlar içinden en geniş alana sahip yerlerden biridir. Fakat çalışmanın turizm bölümünde de belirtildiği gibi yapılan arazi gözlemlerinden, bu alanda elde edilen bulgular sonucunda tarihi bir yerleşme olabileceği kanısı güçlenmiştir. Bu alan Nevşehir’de bulunan yeraltı şehrinin hemen güneyinde bulunmaktadır. Aynı zamanda bahsedilen alan, yine Nevşehir’in hakim rüzgar yönü üzerindedir. Bahsedilen handikaplar sebebiyle Kahvecidağı Tepenin sırtları sanayileşme için tercih edilmemelidir (Harita 4). Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları Harita 4. Nevşehir’de Şehirleşmeye ve Sanayileşmeye Uygun Alanların Sonuç Haritası 61 62 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Çalışma sahasında sanayiye uygun olan bir diğer alan ise şehrin güneyindeki Esentepe Mahallesi ve bu mahallenin doğusunda kalan Fatih Sultan Mehmet mahallelerinin kesiştiği noktada bulunan alandır. Bu alan Oylu Dağı’nın da hemen batısında yer almaktadır. Bahsedilen saha doğusundaki dağın varlığı sebebiyle de duldada kalmakta ve rüzgar esme frekansının en az olduğu yerlerden biri durumundadır. Ayrıca bu alan D765 Nevşehir-Göre yolu üzerinde bulunan bir sahadır. Yani ulaşım bakımından da elverişli bir konuma sahiptir. Fakat bahsedilen alan şehir yerleşmelerinin hemen doğusunda yer almaktadır. Yani bu sahanın tümü sanayi alanı olarak değerlendirilirse şehirde sanayi yeri bakımından günümüzde yaşanan sorunlar ilerde yine tekrar edebilir (Harita 4). Nevşehir’de yerleşmeyi ve sanayi alanlarını etkileyen en önemli beşeri unsur, Çevre Düzen Planıdır. Plana göre Nevşehir’in batısındaki Çat, kuzeyindeki Sulusaray ve doğusundaki Uçhisar ve Göreme gibi ilçeler Kültür Turizm Koruma ve Geliştirme bölgesi olarak ilan edilmiştir. Şehrin kuzeyindeki 2000 Evler, 15 Temmuz ve Güzelyurt mahallelerinin doğu ve batı istikametinde genişleyerek büyümeleri söz konusu değildir. Bu sebeple yer tercihleri yapılırken daha çok çalışma alanının orta ve güney kesimleri üzerinde durulmuştur. Ayrıca yerleşmeye uygun alanların gösterildiği haritaya bakılırsa, şehirde yerleşmeye 1. Dereceden uygun olan sahayla, sanayiye uygun olduğunu düşündüğümüz bu alanın çakıştığı bir yerin mevcut olduğunu görebiliriz. Bu sebeple Oylu Dağının hemen batısında bulunan haritada mor renkle gösterilen yüksek ve düzlük sahanın (1,61 km²), sanayi için kullanılabilir bir yer olabileceği düşünülmektedir. Şehirleşme için 1. Dereceden uygun olan ve haritada turuncu renkle temsil edilen 1,2 km²’lik bu ortak alan ise şehirleşme için kullanılabilir. Şehirleşme için uygun olan alanla, sanayi için uygun olan saha arasında küçük bir yamaç bulunmaktadır. Şehir yerleşmesiyle sanayi alanı arasında kalan, haritada yeşil renkle gösterilen bu yamacın ise şehir ve sanayi alanı arasında bir tampon bölge oluşturması düşünülebilir. Bahsi geçen bu alanın ağaçlandırılması ve ormanlık bir sahaya dönüştürülmesi de mümkündür. Böylece hem şehre daha doğal bir görünüm kazandırılır hem de sanayi alanıyla yerleşmeler arasında bir geçiş sahası oluşturulmuş olur (Harita 4). Şehrin doğusunda, Sümer, Kıratlıoğlu ve Cevher Dudayev mahallelerinde ise yine yerleşmeye elverişli alternatif sahalar belirlenmiştir. Bu alanlar yerleşmeye ikinci dereceden uygun alanlardır. Özellikle Sümer mahallesindeki yerleşmeye uygun olan saha oldukça geniş bir alana sahip ve ulaşım aksının da üstünde yer almaktadır. Bahsi geçen sahanın yerleşme olarak kullanılması Nevşehir’in lineer büyümesinin de önüne geçebilecek bir alan olma niteliği sergilemektedir. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 63 SONUÇ VE ÖNERİLER Nevşehir’de büyüme potansiyeline sahip 10 mahalle tespit edilmiştir. Diğer 11 mahalle ise zaten şehrin merkezinde kaldıkları ve hali hazırda yerleşme sahası oldukları için büyüme süreçlerini tamamlamış durumdadır. Sümer Mahallesi Nevşehir’de yerleşmeye uygun arazi bakımından en geniş alana sahip olan mahalle konumundadır. Yerleşmeye uygun arazilerin fazlalığı bakımından ikinci sırada bulunan mahalle ise Kıratlıoğlu mahallesidir. Çalışma alanındaki yerleşmeye birinci dereceden uygun yerler, bölümler halinde üç farklı alanda görülmektedir. Bunlardan ilki en kuzeydeki 2000 evler mahallesi civarındadır. İkincisi ise Cevher Dudayev mahallesinde ince bir hat halindedir. Sonuncusu ise Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahalleleri içerisinde kalan alandır. Hem arazi gözlemlerimizden hem de yapılan analizler sonucunda, Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahalleleri içerisinde kalan, yaklaşık 14 km²’lik sahanın yerleşmeye en uygun sahalar içerisinden tercih edilebilirliği en yüksek alan olduğu belirlenmiştir. Yerleşmeye İkinci dereceden uygun sahalar çalışma sahasının muhtelif yerlerinde dağılım göstermektedir. Bu alanlar daha çok şehrin batısında toplanmıştır. Sanayiye ait yer seçiminde, eğim, jeolojik yapı, arazi kullanım durumu, arazi sınıfları ve toprak özellikleri olmak üzere toplam beş farklı değişken kullanılmıştır. Nevşehir’de sanayiye birinci ve ikinci dereceden uygun alanlar neredeyse hiç yoktur. Birinci ve ikinci dereceden uygun yerler genelde haritada alan boyutunda değil, sadece piksel boyutunda kalmış ve görülmesi de oldukça güçtür. Fakat üçüncü dereceden uygun olan alanlar geniş bir yer kaplamaktadır. Özellikle şehrin doğusundaki Mehmet Akif Ersoy, Raşitbey, Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahallelerinde sanayileşmeye üçüncü dereceden uygun alanların varlığı açıkça görülmektedir. Öneriler; • Nevşehir’de şehrin kuzeyindeki mahalleler (Güzelyurt, 15 Temmuz, 2000 Evler) hızlı bir şekilde yapılaşmaktadır. Fakat bilinmelidir ki bu üç mahallenin batısı vadiyle, doğusu ise sit alanıyla sınırlandırılmıştır. Bu sebeple şehrin gelişmesi gereken yeni bir alan belirlenmeli ve bu alan modern bir şekilde planlanmalıdır. • Çalışma alanının şehirleşme yönü ilk etapta Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahalleleri içerisinde kalan, yaklaşık 14 km²’lik sahaya doğru olmalıdır. Bu alan modern bir şekilde planlanarak yerleşmeye açılmalıdır. İlerleyen dönemlerde ise gelişim şehrin batısına doğru yani ikinci derecen uygun olan yerlere doğru ilerleyebilir. 64 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI • Şehrin gelişimi düşünülürken yeni sanayi alanının belirlenmesi de unutulmaması gereken en önemli konulardan biridir. Nevşehir’de günümüzde hazırlığı devam eden ve şehrin güney batısında D300 karayoluna bitişik nizamlı bir sanayi tesis planı bulunmaktadır. Bu alan her ne kadar şehirlerarası karayolu üzerinde ve yapılması planlanan hızlı tren hattı güzergahında olsa da, bu tercihten vazgeçilmelidir. Çünkü yapılan ilk sanayi sitesi daha sonra inşa edilen Yeni Sanayi ve Lale Sanayi sitelesi zamanla şehirle iç içe geçmiştir. Nevşehir’de bu hata üçüncü defa yapılmamalıdır. Çünkü yeni sanayi için düşünülen bu alan yerleşmeye daha uygundur. Zamanla bahsi geçen bu alan da tıpkı şehirde geçmişte kurulmuş diğer sanayi alanları gibi, yerleşme içinde kalabilir. Aynı zamanda yeni sanayi için planlanan saha, şehrin hakim rüzgar yönü üstündedir. • Şehrin doğusundaki Mehmet Akif Ersoy, Raşitbey, Fatih Sultan Mehmet ve Esentepe mahallelerinde sanayileşmeye üçüncü dereceden uygun alanların varlığı yapılan analizler sonucu değerlendirilmiştir. Değerlendirmesi yapılan bu alanlar içinden sanayileşme için en uygun alan, Esentepe mahallesi ve bu mahallenin doğusunda kalan Fatih Sultan Mehmet mahallelerinin kesiştiği noktada bulunan alandır. Bu alan Oylu Dağı’nın da hemen batısında yer almaktadır. Bahsedilen saha doğusundaki dağın varlığı sebebiyle de duldada kalmakta ve rüzgar esme frekansının en az olduğu yerlerden biridir. Ayrıca bu alan D765 Nevşehir-Göre yoluna oldukça yakındır. Yani ulaşım bakımından da elverişli bir konuma sahiptir. Fakat bahsedilen alan şehir yerleşmelerinin hemen doğusunda yer almaktadır. Şehirleşme için birinci dereceden uygun olan alanla, sanayi için uygun olan saha arasında küçük bir yamaç bulunmaktadır. Şehir yerleşmesiyle sanayi alanı arasında kalan bu yamacın ise şehir ve sanayi alanı arasında bir tampon bölge oluşturması düşünülebilir. Bahsi geçen bu alanın ağaçlandırılması ve ormanlık bir sahaya dönüştürülmesi de mümkündür. Böylece hem şehre daha doğal bir görünüm kazandırılır hem de sanayi alanıyla yerleşmeler arasında bir geçiş sahası oluşturulmuş olur. KAYNAKÇA Armacost L. R., Componation P. J., Mullens M., A., Start W., 1994, “ An AHY framework for prioritizing customer requirements in QFD : an industrialized housing application “ , IIE Transactions, V: 26, N:4, p:72-79. Cengiz T., Akbulak C., Özcan H., Baytekin H., 2013, “Gökçeada’da Optimal Arazi Kullanımının Belirlenmesi” Tarım Bilimleri Dergisi, S:19, s;148-162, Ankara. Dağlı D., Çağlıyan A., 2016, “Analitik Hiyerarşi Süreci İle Optimal Arazi Kullanımının Belirlenmesi: Melendiz Çayı Havzası Örneği” Türk Coğrafya Dergisi, S: 66, s. 83-92. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 65 Evren, R., Ülengin F., 1992, Yönetimde Karar Verme, İstanbul Teknik Üniversitesi Yayını, Sayı: 1478, İstanbul. Karadoğan S., 1999, Kuruluş Yeri Açısından Malatya Şehri ve Yakın Çevresinin Jeomorfolojisi, (Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Coğrafya Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ. Kuruüzüm A., Atsan N., 2001, “Analitik Hiyerarşi Yöntemi ve İşletmecilik Alanındaki Uygulamaları” Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi, C:1, Antalya. Özşahin E., 2015, “Coğrafi Bilgi Sistemleri Yardımıyla Heyelan Duyarlılık Analizi: Ganos Dağı Örneği (Tekirdağ)”, Harita Teknolojileri Elektronik Dergisi, Cilt: 7, No: 1. Öztürk, D., Batuk, F., 2007, “Çok Sayıda Kriter ile Karar Vermede Kriter Ağırlıkları”, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sigma Mühendislik ve Fen Bilimleri Dergisi, Cilt: 25 Sayı: 1, İstanbul. Rangone, A., 1996, “An Analytic Hierarchy Process framework for comparing the overall performance of manufacturing departments “, International Journal of Operation and Production Management, V:16, N:8, p:104-119, United Kingdom. Saaty, T. L. & Vargas, L. G., 2001, Models, Methods, Conceptsand Applications of the Analytic Hierarchy Process, Boston: Kluwer Academic Publishers. Saaty, L. T., 1980, The Analytic Hierarchy Process, McGraw-Hill Comp., U.S.A. Yılmaz, E., 2009, Bir Arazi Kullanım Planlaması Modeli: Cehennemdere Vadisi Örneği, Çevre ve Orman Bakanlığı, Doğu Akdeniz Ormancılık Araştırma Enstitüsü, Yayın No: 3, Mersin. Ying, X., Zeng, G. M., Chen, G. Q., Tang, L., Wang, K. L., Huang, D. Y., 2007, “Combining AHP with GIS in synthetic evaluation of eco-environment quality-A case study of Hunan Province, China”, Ecological Modelling, Cilt: 209, Sayı:2-4, USA. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 67 OBOR SÜRECİNDE TÜRKİYE; BEKLENTİLER VE SORUNLAR TURKEY IN OBOR; EXPECTATIONS AND PROBLEMS Bülent GÜNER1 ÖZET OBOR Girişim’i 2013 yılında Çin’in öncülüğünde hayata geçirilmiştir. Girişim, üye ülkelerle ticari ve siyasi işbirliğinin geliştirilmesini hedeflemektedir. Günümüzde çoğunluğu Asya ve Doğu Avrupa’da yer alan 71 ülke OBOR üyesidir. Türkiye, sürece 2016 yılında resmi katılım göstermiştir. Ülkemiz, OBOR Girişimi’nin Çin-Avrupa demiryolu bağlantısını sağlayan üç koridorundan biri olan “Çin-Orta ve Asya-Batı Asya Ekonomik Koridoru” (Orta Koridor) içerisinde yer almaktadır. Orta Koridor projesinin tamamlanmasıyla birlikte, Çin-İngiltere demiryolu bağlantısı gerçekleştirilmiş olacaktır. Projenin ulaşım altyapısının 150 milyar dolara mal olması ve 2025 yılına kadar tamamlanması beklenmektedir. Bakü-Tiflis-Kars demiryolu, planlanan Edirne-Kars demiryolu ile Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Marmaray ve Avrasya Tüneli Orta Koridor projesinin önemli bileşenleridir. 2015 yılında İstanbul Ambarlı’daki Kumport Limanı’nın Çinli denizcilik şirketlerince satın alınmasıyla birlikte, Türkiye, OBOR Girişimi’nin deniz yolu ağına da dahil olmuştur. Türkiye-Çin resmi ilişkileri 1971 yılında başlamıştır. Uzun süre istikrarsız ilerleyen ilişkiler, Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmasıyla birlikte, hızla gelişen ticari ilişkilere dönüşmüştür. Türkiye’nin OBOR üyeliği ile birlikte, Çin ile siyasal ilişkiler de gelişmeye başlamıştır. Türkiye-Çin siyasi ilişkileri tamamen sorunsuz olmamakla birlikte, yakın tarihle kıyaslandığında, en dostane döneminden geçmektedir. Çin, Türkiye’nin ikinci büyük ticaret ortağıdır. İki ülkenin ticaret hacmi 2017 yılında 24 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye-Çin ekonomik ilişkilerinde en önemli sorun, Türkiye aleyhine gelişen ticaret açığıdır. Türkiye bu açığı yakın vadede Çin’den alacağı doğrudan yatırımlarla ve turizm gelirleriyle makul düzeylere indirmeyi hedeflemektedir. Çin, 1.34 trilyon dolarlık uluslararası yatırımla önde gelen dış yatırımcı ülkelerinden biridir. Türkiye’nin Çin’den aldığı dış yatırım miktarı, 2 milyar doları aşmaktadır. Ancak Çin’in Türkiye yatırımları henüz istenilen düzeyde değildir. Anahtar Kelimeler: Türkiye, Çin, OBOR Girişimi, Orta Koridor ABSTRACT OBOR was made real in 2013 under the leadership of China. This enterprise aims to develop the commercial and political collaboration with member states. Turkey participated in the process in 2016. Our country is on “China-Central Asia-West Asia Economic Corridor” (Middle Corridor) that is one of three corridors that establish the railway connection between China and Europe. Chine1 Dr. Öğr., Munzur Üniversitesi, Pertek Sakine Genç MYO, Harita ve Kadastro Bölümü, bguner@munzur.edu.tr, bulgun@yahoo.com 68 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI England railway connection will be constituted by completing Middle Corridor project. It is expected that the transportation infrastructure will be cost 150 billion dollars and completed till 2025. Significant components of the Middle Corridor project are Baku-Tbilisi-Kars railway, Edirne-Kars railway, Yavuz Sultan Selim Bridge, Marmaray and Eurasia Tunnel. Turkey has included in seaway network of OBOR by being purchased of Kumport in Istanbul by Chinese in 2015. Relations between Turkey and China has started in 1971. Those relations that continued as inconsistent turned into increasing commercial relations by becoming a member of China to World Trade Organization in 2001. OBOR membership of Turkey caused improvement of political relationships of Turkey&China. Relations between Turkey and China are not completely free of problems, but these two countries experience the most friendly period nowadays. China is the second largest trade partner of Turkey. Trading volume of these two countries reached 24 billion dollars in 2017. The biggest problem in economic relations between Turkey and China is the trade deficit of Turkey. Turkey aims to minimize this deficit via the direct investments of China and tourism revenues. China is one of the leading investor countries with 1.34 trillion dollars international investment. The amount of outward investment that Turkey will receive from China exceeds 2 billion dollars. However, the investments of Chine for Turkey has not at the desired level as of yet. Keywords: Turkey, China, OBOR Attempt, Middle Corridor GİRİŞ Özellikle Roma Döneminde altın çağını yaşayan tarihi İpek Yolu, dünya tarihine yön veren tarihsel bir olgudur. Anadolu o dönem, İpek Yolu’nun kara ve denizyolu bağlantısını sağlayan bir kavşak konumundaydı. Bakırcı’ya göre; Anadolu, İpek Yolu sisteminin en önemli mekânsal parçalarından biridir. Doğudan gelen karayolu ve batıdan gelen deniz yolu ulaşımı için son durak niteliğinde olması onu ayrıcalıklı kılmış, bu durum ticaret sistemine dayalı çok sayıda yeni unsurun (kervansaraylar, yollar ve köprüler gibi) yanı sıra, limanların ve bunlara bağlı olarak gelişen kentlerin de ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Bakırcı, 2014: 66) İpek Yolu, doğu ile batı etkileşimini uzun yüzyıllar boyunca sağlamış, modern anlamda “doğu-batı” kavramlarının oluşmasına yol açmıştır. İpek Yolu aynı zamanda Avrupa-Asya arasında canlı bir ticaret ilişkisi sağlamış, uzak mesafeler arasında kültürel bağlar kurmuş, romanlara, efsanelere ilham kaynağı olmuştur. Haçlı Seferlerinin ana motivasyonlarından biri olan “doğunun zenginlikleri” düşüncesini oluşturan esas faktör de İpek Yolu’dur (Vodinalı, 2018: 151). Adını Çin’in en fazla ticaretini yaptığı emtiadan alan İpek Yolu’nun bin yıldan fazla üzerinde ipek, porselen, kağıt, baharatın yanı sıra orduları, fikirleri, hastalıkları, dinleri, kültürleri de taşıyan, deniz ticaretinin gelişmesiyle popülerliğini yitiren rota, bugün küllerinden yeniden doğmaktadır (BusinessHT, 2017). Tarihte oynadığı rol tartışılmaz olan İpek Yolu, yeni bir perspektif ile Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 69 21. yüzyılda “OBOR (One Belt One Road-Bir Kuşak Bir Yol) Girişimi”yle yeniden canlandırılmıştır. Çin’in öncülüğünde gelişen OBOR süreci; kapsamı ve içeriğiyle küresel ölçekte; ticari, kültürel ve siyasal dönüşüme zemin oluşturan tarihsel önemde bir olgudur. Çin, özellikle son 40 yılda tutturduğu yüksek büyüme oranını sürdürülebilir kılmak, bölgesel ve küresel etkinliğini artırmak, ticaret ve enerji yollarının güvenliğini sağlamak amacıyla OBOR Girişimi’ne ihtiyaç duymuştur. Başlangıcınden beri “kazan-kazan girişimi” olarak da adlandırılan OBOR süreci, üye ülkelerin çoğunluğunu oluşturan “gelişmekte olan ülkeler”e altyapı, finansal ve sanayi yatırım imkânları sunmaktadır. OBOR Girişimi, Çin Devlet başkanı Xi Jinping tarafından 2013 yılında ilan edilmiştir. 2017 yılında çoğu Asya ve Doğu Avrupa ülkesi 71 üye ülkeyi, dünya nüfusunun % 65’ini, dünya GSYH’nın % 42’sini, bilinen enerji rezervlerinin % 75’ini, dünya kara yüzölçümünün % 40‘tan fazlasını kapsamaktadır (Güner, 2018: 112), (Tablo 1), (Harita 1). OBOR Girişimi, bir boyutuyla Çin-Avrupa arasında gerçekleştirilen bir ulaşım altyapısı ve ticaret projesi, diğer boyutuyla değişmekte olan küresel ekonomik güç dengesinin doğal bir sonucudur. Doğu Asya Çin, Moğolistan, Güney Kore Güneydoğu Asya Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler, Singapur, Tayland, Doğu Timor, Vietnam Güney Asya Bangladeş, Butan, Hindistan, Maldivler, Nepal, Pakistan, Sri Lanka Orta Asya ve Batı Asya Afganistan, Ermenistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Gürcistan, İran, Türkiye, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Ukrayna, Belarus, Litvanya Orta Doğu ve Afrika Bahreyn, Mısır, Irak, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Umman, Filistin, Katar, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Güney Afrika, Fas, Etiyopya Orta Avrupa ve Doğu Avrupa Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Makedonya, Moldovya, Karadağ, Polonya, Romanya, Sırbistan, Slovakya, Slovenya, Güneybatı Pasifik Yeni Zelanda Tablo 1: OBOR Üyesi Ülkeler Kaynak: HKTDC, (2018) 70 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Türkiye 2015 yılında OBOR Girişimi’nin başlıca finansal kurumu AIIB (Asia Investing and Insfracture Bank - Asya Yatırım ve Altyapı Bankası) kurucu üyesi olmuş ve yine 2016 yılında “İpek Yolu Girişimi Mutabakat Zaptı Tasarısı ve Anlaşma Tasarısı”nın TBMM Dış ilişkiler Komisyonu’ndan geçirilmesiyle OBOR sürecine resmi olarak dahil olmuştur (AIIB, 2018), (TBMM,2016). OBOR sürecinin politik/ekonomik çerçevesi, Çin’in ortaya koyduğu “beş büyük hedef ” ile belirlenmiştir. Bu hedefler; OBOR ülkeleri arasında politik eşgüdüm, ulaşım ve iletişim imkanlarını geliştirmek, altyapıyı güçlendirmek, insan seyehatlerini kolaylaştırmak ve toplumlar arasında yakınlık kurmak, “engelsiz ticaret” için bürokratik engelleri kaldırmak ve ticarette yerel para birimlerini kullanmaktır (EP Briefing, 2016: 4). Harita1: OBOR Ülkeleri Haritası Kaynak: Güner, (2018’den Güncelleştirilerek) Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 71 1. Türkiye’nin OBOR Ulaşımındaki Yeri OBOR Girişimi’nin kara ulaşımı, “Demir İpekyolu” olarak da adlandırılan altı “ekonomik koridor” ile gerçekleşecektir (Harita 2)21. Bu koridorların bazıları inşa halinde, bazıları işlerlik kazanmış durumdadır. Koridorların üçü Çin-Avrupa bağlantısını, diğer üçü ise Çin-Güney Asya bağlantısını sağlamaktadır; 1- Çin-Moğolistan-Rusya Ekonomik Koridoru; Çin’den Baltık Denizi’ne uzanmaktadır. 2- Yeni Avrasya Kara Köprüsü Ekonomik Koridoru; Çin’in Jiangsu eyaleti ile Hollanda’nın Rotterdam kentine uzanan uluslararası demiryolu hattıdır. 3- Çin-Orta ve Asya-Batı Asya Ekonomik Koridoru; Çin, Orta ve Batı Asya demiryolu ağlarıyla birleşerek Akdeniz’e ve Arap Yarımadası’na açılmayı hedeflemektedir. Bu koridorun nihai hedefi Londra olarak belirlenmiştir. 4- Çin-Hindiçin Yarımadası Ekonomik Koridoru; Çin ve Hindiçin yarımadasında yer alan Kamboçya, Singapur, Myanmar, Vietnam, Tayland, Laos arasında bağlantı amaçlanmaktadır. 5- Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru; Çin’in Sincan eyaletinden, Pakistan’ın liman kenti Gwadar’a uzanmaktadır. 6- Bangladeş-Çin-Hindistan-Myanmar Ekonomik Koridoru; koridora ismini veren ülkeler arasında ulaşım bağlantısını gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır (NDRC, 2015). Harita 2: İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’nın Kara ve Deniz Yolu Ağı Kaynak: Güner, (2018) 2 Harita 2, Çin resmi verileriyle oluşturulmuştur. Çin, OBOR ulaşım koridorları planlamasında oldukça esnek davranmaktadır. Çin’in, Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan İran üzerinden, Türkiye bağlantısı planlaması muhtemeldir. Ancak Çin-Türkiye bağlantısı güncel projeye göre Kazakistan, Hazar Denizi, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu güzergâhı ile gerçekleştirilecektir. 72 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Türkiye, “Orta Koridor” olarak da adlandırılan “Çin-Orta ve Asya-Batı Asya Ekonomik Koridoru”nda yer almaktadır. Çin, Orta Koridor ile Orta Asya üzerinden demiryolu ulaşımıyla Türkiye’ye bağlanmaktadır. Orta Koridor’un nihai varış noktası ise Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Avusturya, Almanya, Belçika ve Fransa güzergâhından İngiltere (Londra) olarak planlanmaktadır. 150 milyar dolara mal olması hesaplanan projenin 2025 yılına kadar tamamlanması beklenmektedir (Milliyet Gazetesi, 2016). 2010 yılında Türkiye ile Çin arasında imzalanan ‘Demiryolu İşbirliği Anlaşması’ kapsamında 7 bin kilometre hızlı tren hattı yapılması kararına varılmıştır. Projenin finansmanı için Çin hükümeti 30 milyar dolar kredi sağlamayı taahhüt etmiştir. Planlanan yatırımla demiryolu ağı, Edirne’den Kars’a, Diyarbakır’dan İzmir’e, Trabzon’dan Antalya’ya kadar uzanmaktadır. Proje tamamlandığında hızı saatte 450 kilometreye ulaşan trenlerle ulaşım sağlanacaktır (T.C. Ekonomi Bakanlığı, 2013: 20). 2017 yılında tamamlanan Bakü-Tiflis-Kars demiryolu, planlanan Edirne-Kars demiryolu ve Avrupa-Asya bağlantısını gerçekleştirecek Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Marmaray ve Avrasya Tüneli, Orta Koridor’un Türkiye ayağının tamamlayıcısı projelerdir. Türkiye’nin sisteme entegrasyonu için Türkiye-Çin arasında imzalanan anlaşma ile ilk aşamada 40 milyar dolarlık bütçe öngörülmüştür. Orta Koridor’un, bütünüyle tamamlanması için 8 trilyon dolarlık yatırım gerektirmektedir (Esmer, 2016). Ayrıca Orta Koridor’un işlev kazanması, tarihi İpek Yolu’nun canlandırılması anlamına da gelmektedir. Havaalanları, demiryolları, limanlar, köprüler, internet bağlantısı, telekomünikasyon gibi ulaşım ve iletişim altyapısı yatırımları, OBOR ülkelerinin uluslararası ekonomik ilişkilerinin gelişebilmesi için zorunlu ve ilk koşul olan yatırımlardır. Ancak ulaşım koridorlarında bulunan ülkelerin OBOR Girişimi’nden beklediği asıl ekonomik fayda, sanayi tesisleri, lojistik üsler, enerji santralleri, akıllı şehirler, sanayi-teknoloji parkları ile koridorların yerel niteliklerinin gerektirdiği yatırımlarla gerçekleştirilecektir. Bu nedenle her ulaşım koridoru, “ekonomik koridor” olarak adlandırılmaktadır. Bu çerçeve içerisinde “ekonomik koridor”ların tüm yönleriyle işlerlik kazanması, 30-35 yıllık süre içerisinde ve yüksek maliyetlerle mümkündür. Bu bağlamda Türkiye, planlanan yatırımların gerçekleşmesiyle birlikte, ulaşım altyapısını tüm bileşenleriyle modernleştirmiş ve ekonomik kalkınmasına ivme kazandırmış olacaktır. Her ekonomik koridorun OBOR içerisinde ayrı bir önemi bulunmaktadır. Ancak Orta Koridor, Girişim içerisinde yer alan “herhangi bir koridor” olarak değerlendirilmemelidir. Pek çok veri Orta Koridor’un ve Türkiye’nin öneminin Çin tarafından kavrandığını göstermektedir. Orta Koridor ve Türkiye dört nedenle Çin ve OBOR Girişimi için çok önemlidir; ilk olarak, kuzey koridorlarından biri olan ve Çin-Avrupa bağlantısını sağlayan “Yeni Avrupa Kara Köprüsü”nün geleceği, Ukrayna’da yaşanan siyasi be- Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 73 lirsizlikler nedeniyle endişeye neden olmaktadır. Bu belirsizlik “Orta Koridor”un önemini artırmaktadır. İkinci olarak; Çin süreç içerisinde, enerji ve ticaret yollarını oluştururken, yüksek ihtiyatla çok alternatifli projelerle ilerlemektedir. Özellikle Çin-Avrupa kara ulaşımında halihazırda kullanılan iki kuzey koridoru Rusya’dan geçmektedir. Bu koridorların alternatifini yine “Orta Koridor” oluşturmaktadır. Üçüncü olarak; Orta Koridor, kuzey koridorlarına göre Çin-Avrupa ulaşımını 7 bin km kadar kısaltmaktadır. Dördüncü olarak; Orta Koridor, kuzey koridorlarına göre daha fazla ülkeden geçmekte ve Çin’den Akdeniz’e, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya kara ulaşımı imkânı sunmaktadır. Çin, yıllar boyunca Avrupa’nın pek çok ülkesinde liman yatırımları yapmıştır. Çinli denizcilik şirketleri 2008 yılında Yunanistan’ın Pire Limanı’nı uzun vadeli olarak kiralamıştır. Pire Limanı Avrupa, Ortadoğu, Kuzey Afrika ürün dağıtımında, özellikle Asyalı elektronik şirketlerince, ana lojistik üs olarak kullanılmaktadır (The Diplomat, 2016). Ayrıca Çinli denizcilik şirketleri 2015 yılında, Türkiye’nin üçüncü büyük limanı olan İstanbul Ambarlı’daki Kumport Limanı’nın % 65 hissesini satın almıştır (Dünya Gazetesi, 2015). Böylece Türkiye, OBOR Girişimi’nin deniz ulaşım ağına da dahil olmuştur. İstanbul Kumport Limanı, Pire Limanı’nın Çin-Avrupa denizyolu bağlantısında alternatifi / tamamlayıcısı durumundadır. Dolayısıyla bugün için Kumport Limanı, Pire Limanı kadar etkin kullanılmamaktadır. Çin, Kumport Limanı’nı, Pire Limanı’nın kapasitesinin aşılması halinde kullanmayı planlamaktadır. Bu bağlamda Kumport Limanı, Çin’in gelecek planlamasında yer almaktadır (Yaqing, 2016: 45). Çin’in Türkiye eski büyükelçisi Xiahoseng, Pire Limanı’nın ana lojistik üs olarak seçilmesini, “Çin’in Avrupa’da olmayı, Avrupa’ya yakın olmaya tercih etmesi” olarak değerlendirmiştir (Wandi, 2015: 27). Bu tercih, Çin’in OBOR Girişimi’yle ticari hedefinin Avrupa pazarı olduğu düşünüldüğünde makul görünmektedir. Ancak Gürdeniz’e göre, Çin’in batı merkezli karşılaşacağı muhtemel bir siyasal sorun, AB üyesi olan Yunanistan’ın Pire Limanı’nın işleyişinde sorun yaratacaktır. Bu nedenle Çin, Türkiye limanlarını etkin olarak kullanmalıdır (Gürdeniz, 2017: 31). Diğer taraftan Kumport Limanı, Mersin Limanı ve inşası süren Zonguldak Filyos, İzmir Çandarlı limanları birlikte düşünüldüğünde, Türkiye limanları çok yönlü ulaşım avantajları ile Çin’in bölgesel ihtiyaçlarını karşılayacak niteliktedir. 2. OBOR Sürecinde Türkiye – Çin Siyasal İlişkileri Türk-Çin ilişkisi antik döneme iz bırakacak kadar köklü ve tarihi olsa da, Türkiye ve Çin’in uzak ülkeler olması, yüzyıllar boyunca ilişkilerin gelişmesinin önündeki en önemli engeli oluşturmuştur. 1923 yılında 74 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte iki ülke ilişkilerinin tesisinde ilk adımlar atılmış, 1934 yılında “Türkiye-Çin Dostluk Protokolü” imzalanmıştır. 1949 yılında Çin Komünist Partisi’nin iktidara gelişiyle birlikte Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuş ve iki ülke ilişkisi genellikle Soğuk Savaş dengeleri içerisinde seyretmiştir. Bu dönemde Türkiye-Çin ilişkilerinde kayda değer bir gelişme görülmemiştir. 1950-1953 yılları arasında yaşanan Kore Savaşı, ardından Türkiye’nin NATO üyeliği ve yine Türkiye’nin, Çin’in resmi temsilcisi olarak Çin Halk Cumhuriyeti yerine Tayvan’ı tanıması, Türkiye-Çin ilişkilerinin kesintiye uğramasına yol açmıştır. 1970 yılından itibaren Soğuk Savaş blokları arasında yumuşamaya bağlı olarak, Türkiye, 1971 yılında Çin’i resmi olarak tanımış ve ilişkiler yeniden başlamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte 1990’lardan itibaren Türkiye-Çin yakınlaşması hız kazanmıştır. 2000’li yıllarda ise ilişkiler “stratejik ortaklık” olarak tanımlanmıştır. OBOR Girişimi’ne Türkiye’nin de dahil olmasıyla ilişkiler yeni bir evreye girmiş, iki ülke arasında ticari anlaşmaların sayısı artmıştır. Son dönemde finansal, kültürel ve askeri işbirliğinde gelişmeler görülmektedir (Keyvan, 2016: 162-163), (Çolakoğlu, 2014: 62-67) 2017 yılında Pekin’de düzenlenen “Kuşak ve Yol Forumu”, OBOR Girişimi açısından tarihi önemdedir. Pek çok ülkenin üst düzey yöneticisiyle katıldığı Forum’da, Türkiye, Cumhurbaşkanı düzeyinde temsil edilmiştir. Forum süresince öneriler değerlendirilmiş, sürecin yol haritası tartışılmıştır. Türkiye’nin de dahil olduğu katılımcı ülkeler, Çin ile çok sayıda ikili anlaşma imzalamıştır. Forumda Çin, OBOR ülkelerine özellikle altyapı alanında mali yardımda bulunacağını ve OBOR ülkelerinden her yıl Çin’de eğitim görecek 10 bin öğrenciye burs vereceğini duyurmuştur (AA, 2017). Çin devlet başkanı Jinping, Forum’un açılış konuşmasında, Çin’in OBOR sürecindeki politik yaklaşımını; OBOR Girişimi’nde yer alan tüm ülkelerle dostluk ve işbirliğini geliştirmek, bu bağlamda diğer ülkelerin içişlerine müdahale etmemek ve kendi sosyal sistemini ve gelişim modelini ihraç etmemek olarak ifade etmiştir. Çin’in ulaşmayı umduğu şey, kazan-kazan işbirliğinin yeni bir modelidir (Jinping, 2017). 2001 yılında kurulan Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ); Çin, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan, Pakistan ve Hindistan olmak üzere 8 üye ülkesi bulunmaktadır. Türkiye’nin de “diyalog ortağı ülkeler” içerisinde yer aldığı ŞİÖ, güvenlik ve istikrarın korunması için ortak çaba sarf edilmesini, terörizm, köktencilik, ayrılıkçılık, örgütlü suçlar ve yasadışı göçle ortak mücadeleyi amaçlamaktadır (T.C. Dış İşleri Bakanlığı). ŞİÖ’nün kuruluş amaçları, başta Çin olmak üzere, diğer üye ülkelerin ve Türkiye’nin hassasiyetleri arasındadır. Bu ortak hassasiyetler, Türkiye-Asya-Çin arasında siyasal ilişkilerin gelişmesine uygun bir siyasal zemin oluşturmaktadır. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 75 Çin için OBOR Girişimi’nin üç önemli bölgesi; enerji güvenliği açısından Ortadoğu, yine enerji güvenliği ve ulaşım açısından Orta Asya ve Kafkaslar, Avrupa’yla ticari ilişkisi açısından ulaşım ağlarının bağlantı noktası olarak Doğu Avrupa (Balkanlar)’dan oluşmaktadır. Türkiye, OBOR Girişimi’nin ana gövdesini oluşturan ve tarihi-kültürel yakınlık içerisinde bulunduğu bu üç ayrı coğrafi-politik bölgenin birleşim noktasında bulunmaktadır. Bu nedenle jeopolitik ve tarihi gereklilikler OBOR içerisinde Türkiye’yi öne çıkarmaktadır. OBOR Girişimi, özellikle bugün yaşanan Ortadoğu kaynaklı bölgesel krize karşın, Türkiye’ye yeni işbirliği alanları sunmakta, Türkiye’nin öteden beri geliştirmeyi hedeflediği Orta Asya ilişkileri için tarihsel bir fırsat yaratmaktadır. Türkiye ve Çin, Orta Asya ve Ortadoğu’da jeopolitik ve güvenlik alanlarında ortak çıkarlara sahiptir. Enerji güvenliği ve gittikçe artan terör faaliyetleri göz önüne alındığında, bu bölgelerde barış ve güvenliğin sağlanması her iki ülkenin çıkarları için gereklidir. Çin için Türkiye, Balkanlar ve Avrupa’ya bir çıkış kapısı, Ortadoğu ve Orta Asya’da iyi bir ekonomik ortaktır. Türkiye ise Çin’i siyasi, ekonomik ve güvenlik ile ilgili alanlarda karşılıklı ilişkilerin güçlendirilmesi gereken bir ortak olarak görmektedir (TASAM, 2012). Her ne kadar son yıllarda Türkiye-Çin siyasal ilişkileri dikkate değer biçimde gelişse de, iki ülke arasında zaman zaman yaşanan Uygur bölgesi sorunu ve iki ülkenin farklılaşan Ortadoğu politikaları, TürkiyeÇin ilişkilerinde aksamaların yaşanmasına neden olmaktadır. Uygur sorunu, yanlış algılamalarla ilişkileri zedelemektedir. Soruna Türkiye’nin bakışı, Çin’in toprak bütünlüğüne ve iç meselelerine saygı bağlamında değerlendirilmektedir. Her iki ülke de ilişkilerini Uygur sorununun ötesine taşımayı hedeflemektedir. Çin’in batıya doğru gelişmesinin (Go West) Türkiye’nin de çok boyutlu politikası ile uyumlu olması, Türkiye açısından Çin ile ilişkileri zaruri hale getirmektedir (Keyvan, 2017), (Temiz, 2017: 156). Türkiye-Çin arasında siyasal gerilime yol açan Uygur bölgesi sorunu ve Ortadoğu’da farklı politik yaklaşımlar, son dönemde sorun noktaları olmaktan uzaklaşmıştır. Çin’in gelişmekte olan batı kesiminde yer alan Uygur bölgesine, OBOR süreciyle birlikte yatırımlar artmış ve bölge OBOR’un kara güzergâhı içerisinde önemli bir konuma gelmiştir. Ayrıca Uygur Türklerinin kültürel sorunları çözülmeye başlamış ve Uygur bölgesinde aşırı akımlara karşı Türkiye ve Çin ortak tavır almıştır. Bu gelişmelerle birlikte Uygur bölgesi sorunu aşılmaya başlanmıştır. Diğer yandan Türkiye ve Çin’in Ortadoğu politikalarındaki farklılıkların son süreçte azalmasıyla, siyasal ilişkilerin olumlu bir düzlemde ilerlemesi sağlanmıştır. 76 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 3. OBOR Sürecinde Türkiye-Çin Ekonomik İlişkileri Çin ile Türkiye resmi ilişkilerinin başladığı 1971 yılından, OBOR Girişimi’nin başladığı 2013 yılına kadar geçen 40 yılı aşkın sürede, iki ülke arasında yalnızca 20 adet ticaret ve işbirliği anlaşması yapılmıştır. Yıllar boyunca Türkiye ile Çin arasında özel ticaret anlaşmalarının bulunmaması, karşılıklı yatırım ilişkilerinin yeterince gelişememiş olması ve ihracatçılarımızın Çin ve Asya-Pasifik bölgesine yönelik sistematik çalışmalar yürütmemiş olması, dönemin büyük bölümünün ekonomik açıdan verimsiz geçmesine neden olmuştur (T.C. Ekonomi Bakanlığı, 2013: 15,21,22). OBOR süreci ise iki ülke arasında ticaret ve yatırım anlaşmalarının yapıldığı, sağlıklı bir ekonomik ilişki zemini oluşturmaktadır. Türkiye ve Çin arasında başlayan / başlayacak işbirliği projeleri yeni dönemin sağladığı gelişmelerdir. OBOR Girişimi, Çin’in ekonomik-jeopolitik gereksinimlerinden ortaya çıkmış bir proje olsa da, 2008 yılı küresel ekonomik krizinin ertesinde, Çin’in dış yatırımlarla öne çıkmasıyla, özellikle gelişmekte olan ülkelerce büyük ilgi görmüştür. Nitekim OBOR süreci, katılımcı ülkeler arasında ilk faydalarını göstermeye başlamıştır. 2014-2016 yılları arasında Çin ile diğer OBOR ülkeleri arasındaki toplam ticaret hacmi 3 trilyon doları aşmıştır. Çin’in üye ülkelerdeki doğrudan yatırımları 50 milyar doların üzerine çıkmıştır. Çinli şirketler 20 ülkede 56 ekonomik işbirliği bölgesi kurarak, 1.1 milyar dolar vergi geliri ve 180.000 kişilik istihdam yaratmıştır (Jinping, 2017). 2017 yılının ilk on ayında ise Çin ve OBOR ülkeleri arasındaki ticaret hacmi, yıllık % 15.4 artışla 983 milyar dolara ulaşmıştır (Yue, 2018). Çin, 2001 yılında DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) üyesi olmuş ve küresel pazarlarda daha etkin olarak yer bulmaya başlamıştır. Çin-Türkiye ticari ilişkileri de 2001 yılından sonra hız kazanmıştır. 1995 yılında 600 milyon dolar olan Türkiye-Çin ticaret hacmi, 2002 yılında 1,6 milyar dolara ulaşmıştır. İki ülkenin ticaret hacmi 2011 yılından sonra 20 milyar doları aşmış ve 2017 yılında 24 milyar dolara ulaşmıştır (TÜİKa). Çin, günümüzde Türkiye’nin Almanya’dan sonra ikinci büyük ticari ortağı ve en fazla ithalat yaptığı ülkedir. Rusya, ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye’nin diğer önemli ticari ortaklardır (Trademap, 2016), (Tablo 2). Türkiye, Çin’e maden cevherleri, tuz, kükürt, doğal taşlar, çimento ve inorganik kimyasallar ihraç etmektedir. İthal ettiği başlıca ürünler ise elektrikli makineler ve teçhizat ile plastik ürünlerden oluşmaktadır (Trademap, 2016). Çin, Türkiye için önde gelen bir ticari ortak olmasına karşın, Türkiye’nin Çin’in ticaret ortakları içinde ilk 15’te olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye-Çin ilişkileri asimetriktir ve potansiyelinin çok küçük bir bölümü kullanılmaktadır; geliştirilmesi hem mümkün, hem de arzulanan bir durumdur. (Bilener, 2017: 3). Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları Ülkeler İthalat(000) İhracat(000) 77 Ticaret Hacmi(000) Almanya Çin 21.302.031 23.370.793 15.121.264 2.936.389 36.423.295 26.307.182 Rusya 19.514.098 2.735.065 22.249.163 ABD 11.945.449 8.654.797 20.600.246 İngiltere 6.548.619 9.605.013 16.153.632 Fransa 8.070.980 6.585.147 14.656.127 Diğer Ülkeler 143.047.648 111.382.090 254.429.738 TOPLAM 233.799.618 157.019.765 390.819.383 Tablo 2: Türkiye’nin İthalat-İhracat Verileri (Dolar), (2017) Kaynak: TÜİKa Türkiye-Çin ekonomik ilişkilerinde en önemli sorun, Türkiye’nin verdiği ticaret açığıdır. İthalat ve ihracat dengesizliğinden kaynaklanan bu açığın kısa vadede kapanması mümkün görünmemektedir. Fark yıllar itibariyle daha fazla artmıştır (Tablo 3). Türkiye 2017 yılında 2.9 milyar dolarlık ihracatına karşın 23,4 milyar dolarlık ithalat yapmıştır. Bu verilere göre ithalat-ihracat dengesizliği 8 katı bulmaktadır (Grafik 1), (Grafik 2). Bir başka anlatımla, Türkiye 1 dolarlık ihracatına karşın Çin’den 8 dolarlık ithalat yapmaktadır. Önceki yıllarda bu fark 10 kata kadar çıkmıştır (TÜİKa). Türkiye açısından bu ticari açık sürdürülebilir değildir. İki ülke görüşmelerinde konu sürekli olarak gündeme gelmekte ve Türkiye rahatsızlığını Çin tarafına ifade etmektedir. Türkiye’nin beklentisi, 1/8 oranındaki ticari dengesizliğin yakın vadede 1/2 oranına inmesidir (NTV, 2017). Çin ile ticari ilişkilerde oluşan bu büyük ticari açığın, Türkiye ve Çin’den kaynaklanan yapısal ekonomik nedenleri bulunmaktadır. Türkiye, yıllık 391 milyar dolarlık dış ticaret hacmine sahiptir (2017). Dış ticaret miktarının 234 milyar dolarlık kısmı ithalattan, 157 milyar dolarlık kısmı ihracattan oluşmaktadır. Bu bağlamda Türkiye dış ticarette genel olarak açık veren bir ülkedir. Türkiye, örneğin Avrupa Birliği ile ticari ilişkilerinde de açık vermektedir. Ancak bu açık 74 milyar dolarlık ihracat, 85 milyar dolarlık ithalat ile daha kabul edilebilir bir düzeydedir (2017), (TÜİKa). Türkiye’nin ticari ilişkilerde bulunduğu diğer ülkelerle de genellikle benzer bir ithalatihracat dengesi bulunmaktadır. Özelikle son 200 yılda Çin ile ticari ilişkiler, Avrupa ülkeleri açısından da pek kolay olmamıştır. 19. yüzyılda gerçekleşen ve Çin tarihinde önemli bir yer tutan “afyon savaşları”nın nedenlerinden biri de, İngiltere’ye ravent, ipek, çay, porselen gibi ürünler satan Çin’in, özellikle Sanayi Devrimi sonrasında pazar arayışlarına giren İngiltere’den aynı düzeyde ithalat yapmamasıdır. Kissinger (2015: 68-76) ve Studwell (2007: 49-54), Çin’in o dönemde uyguladığı düşük 78 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ithalat rejimini “doğuya özgü gurur”la izah etseler de, dönemin “sömürge çağı” olması, Çin’in o dönem batı ile ilişkilerinde yüksek temkinle hareket ettiğini göstermektedir. 2016 yılı itibariyle Çin, yıllık 1,6 trilyon dolarlık ithalat, 2.1 trilyon dolar ihracat gerçekleştirmiştir. Toplam ticaret hacmi 3.6 trilyon dolardır (Trademap). Çin’in yıllık 500 milyar dolar ticaret fazlası bulunmaktadır. Ayrıca Çin, önemli bir petrol ithalatçısı ülke olmasına rağmen, petrol ithal ettiği ülkelere dahi dış ticaret fazlası vermektedir. Çin ile ticari ilişkilerde yaşanan dış ticaret açığı, günümüzde küresel bir boyut kazanmıştır. Çin, başta ABD olmak üzere Almanya, İngiltere, Fransa gibi G8 ülkelerine de yüksek ticaret fazlası vermektedir. 2017 yılında ABD’nin Çin’e verdiği dış ticaret açığı 276 milyar dolara ulaşmıştır. Bu durum iki ülke arasında krize yol açmaktadır (Para Analiz, 2018). Çin ise az sayıda ülkeye ticaret açığı vermektedir. Bu ülkeler Japonya, Güney Kore gibi yüksek teknoloji üreten ülkelerdir. Çin pek çok alanda üretim yapmasına rağmen özellikle ileri teknoloji gerektiren çeşitli makineleri ithal etmektedir. Çin, Japonya ve Güney Kore’den elektrikli makineler, nükleer enerji donanımı ve tıbbi ekipmanlar satın almaktadır (Trademap, 2016). Tablo 3: Yıllara Göre Türkiye’nin Çin’e İthalat-İhracat Dengesi ve Toplam Hacmi (1995-2017), (Dolar) Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 2016 2017 İthalat (000) 539.019 556.491 787.457 846.133 894.812 1.344.731 925.619 1.368.316 2.610.298 4.476.077 6.885.399 9.669.110 13.234.091 15.658.210 12.676.572 17.180.806 21.693.335 21.295.241 24.685.885 24.918.223 24.873.456 25.441.432 23.370.793 İhracat (000) 66.961 65.114 44.375 38.446 36.648 96.010 199.372 268.229 504.625 391.585 549.763 693.037 1.039.523 1.437.203 1.600.296 2.269.175 2.466.316 2.833.255 3.600.865 2.861.052 2.414.790 2.328.044 2.936.389 Denge (000) -472.058 -491.377 -743.082 -807.687 -858.164 -1.248.721 -726.247 -1.100.817 -2.105.673 -4.084.492 -6.335.636 -8.976.073 -12.194.568 -14.221.007 -11.076.276 -14.911.631 -19.227.019 -18.461.986 -21.085.020 -22.057.171 -22.458.666 -23.113.338 -20.434.494 Kaynak:TÜİKa, (2017) Hacim (000) 605.980 621.605 831.832 884.579 931.460 1.440.741 1.044.991 1.636.545 3.114.923 4.867.662 7.435.192 10.362.147 14.273.614 17.095.413 14.276.868 19.449.981 24.159.651 24.128.496 28.286.750 27.779.275 27.288.246 27.769.476 26.307.182 Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 79 Grafik 1: Yıllar İtibariyle Çin’in Türkiye’ye İhracatı (1995-2017) Kaynak: TÜİKa Grafik 2: Yıllar İtibariyle Türkiye’nin Çin’e İhracatı (1995-2017) Kaynak: TÜİKa Çin her yıl Avrupa Birliği ülkelerine mobilya, oyuncak, bilişim ürünleri, mekanize ekipman, motosiklet gibi ürünlerden oluşan 300 milyon ton ürün ihraç etmektedir. AB ülkelerinden ise tıbbi ekipman, otomobil ve taşıt parçaları, işlenmiş metal ürünler, hassas aletler, çeşitli makinalar ithal etmektedir (Hong, 2015: 42-43). Çin’den Avrupa’ya tam yüklü olarak hareket eden trenler, Avrupa’dan Çin’e % 10 kapasite ile dönmektedir (Esmer, 2016). 80 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 2016 yılında Avrupa Birliği, Çin’e 187 milyar dolarlık ihracat, 420 milyar dolarlık ithalat gerçekleşmiştir (Trademap). Çin’in dış ticaretinde fazla vermesinin başlıca nedeni, “iğneden ipliğe” hemen her şeyi ticari rakiplerine göre daha düşük maliyetlerle üretebilmesidir. Çin, geçmişten bugüne belki de en önemli dezavantajı olan “aşırı nüfusluluğu”nu, “ucuz işgücü”ne dönüştürerek avantaja çevirmeyi başarmıştır. Böylece Çin, ucuz işgücü, yabancı sermaye katkısıyla yeni bir ekonomik model inşa etmiştir. Ancak Çin’in son 40 yılda zenginleşmesi, yoksul ve kır nüfus yoğunluklu bir ülkeden, orta sınıfı ve kentli nüfusu artmış bir ülkeye dönüşmesine yol açmış ve ucuz iş gücü potansiyeli azalmıştır. Almanya’nın öncülüğünde ortaya çıkan ve “Endüstri 4.0” olarak adlandırılan, üretimde artık bilişim teknolojilerinin, yapay zekânın ve robotların etkin olduğu bir süreçte, Çin de yüksek teknolojik üretime yönelmiştir. Nitekim Çin, yüksek teknolojiye en fazla yatırım yapan ülkedir. İthalatının % 26’sını yüksek teknolojili makineler, elektrikli-elektronik ekipmanlar oluşturmaktadır (Trademap, 2016). Ayrıca Çin, endüstriyel robotlar, optoelektronik cihazlar, entegre devre ve güneş enerjisiyle çalışan hücrelerin üretiminde de yüksek oranda büyümüştür. Diğer yandan Çin’in yazılım ve bilgi teknolojileri hizmetlerinin katma değeri % 20 artış göstermiştir (Parlak, 2017). Buna karşın Çin’in üretiminde tekstil, demirçelik gibi emek-yoğun sektörlerde yatırımlarında azalış görülmektedir (Xinyu, 2016: 38). Çin sanayinde gerçekleşen ileri teknolojik dönüşüm, Türkiye’ye, uluslararası alanda iddialı olduğu tekstil, demir-çelik gibi ürünlerde, hem Çin pazarında hem de dünya pazarında yeni fırsatlar sunmaktadır. Ayrıca çeşitli tahminlere göre, Asya’nın gelişmekte olan ülkelerinin ve Çin’in Türkiye’den özellikle makine ekipman talepleri önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde artış gösterecek, Asya ülkeleri Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülkeler haline gelecektir. 2030 yılında Çin, Türkiye’nin ihracatında birinci sırada yer alacaktır (HSBC Raporu, 2018: 2-4). Türkiye, Çin ile ekonomik ilişkisini uzun vadeli bir perspektif çerçevesinde ele almış; bu bağlamda ilişkilerin odağı ticaretten yatırımlara yönelmiştir. Türkiye, ticaret açığını mümkün olduğunca kontrol altında tutarak, bunu Çin’den çekilecek doğrudan sermaye yatırımları ile finanse etmeyi amaçlamaktadır (Atlı&Ünay 2014: 21-23). OBOR Girişimi’nin ilan edildiği 2013 yılından itibaren Çin dış yatırımlarını 4 yılda yaklaşık 3 kat artırmıştır. Çin’in dış yatırımları 2007 yılında 98 milyar dolar, 2013 yılında 541 milyar dolar, 2017 yılında ise 1.34 trilyon dolardır. Çin dış yatırımlarını son yıllarda yüksek oranlarda artırmış olsa da Hollanda, Almanya, İngiltere, Japonya, ABD gibi ülkelerin gerisinde kalarak, henüz 11. sırada yer almaktadır. Çin, dış yatırım almada ise 1.51 trilyon dolar ile dünyada 5. sıradadır. Türkiye ise dış yatırım almada 36. sırada, yatırım yapmada ise 43. sırada bulunmaktadır (CIA, 2017), (Indexmundi, 2017). Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 81 Türkiye’nin Çin’den yönelecek yatırımlarda beklentisi, emek yoğun sektörlerden ziyade, Türkiye’de istihdam ve katma değer yaratan, teknoloji transferi sağlayan ve Türkiye’nin üretim sürecine katkıda bulunan sektörlerde yoğunlaşmasıdır (T.C Ekonomi Bakanlığı, 2014: 21). Yatırım konusunda öncelikli alanlar 2012 yılında yürürlüğe giren “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İkili Ticari ve Ekonomik İşbirliğinin Geliştirilmesi ve Derinleştirilmesine İlişkin Çerçeve Anlaşması” ile belirlenmiştir. Buna göre demiryolları, elektrik, havaalanları, limanlar, yollar ve otoyollar, köprüler ile telekomünikasyonu içeren kamu hizmetleri ve altyapı inşaatı, tekstil, turizm, madencilik, enerji, metalürji, makine, ulaşım ekipmanları ile araç ve parçaları, elektronik, ekipman takımları ve hafif sanayi öncelikli yatırım alanlarıdır (Atlı&Ünay 2014: 16, 25). Çin firmaları son yıllarda madencilik ve doğal taşlar başta olmak üzere, Türkiye’nin farklı bölgelerinde küçük ölçekli yatırımlarda bulunmuşlardır. Ayrıca bazı Çin firmaları, enerji, otomotiv, madencilik, mühendislik, elektrikli teçhizat, çeşitli makine, inşaat işleri, beyaz eşya, çelik, ilaç ve kimyasallar alanlarında yatırıma ilgi göstermektedirler (T.C. Ekonomi Bakanlığı, 2014: 20). Türkiye-Çin ortaklığıyla ülkemizde yapılan önemli yatırımlar arasında; Ankara’da metro ve hızlı tren vagonları fabrikası, İstanbul’da güneş enerjisi paneli ve parça fabrikası, Ankara Polatlı’da çimento fabrikası ve Çin bankalarının Türkiye yatırımları bulunmaktadır (Wandi, 2015: 26). Türkiye ile Çin arasında sermaye yatırımları OBOR süreciyle birlikte artış göstermiş olsa da henüz istenen düzeyde değildir. Çin’in 2017 yılı itibariyle ülkemize yapmış olduğu toplam yatırım miktarı 2 milyar doları aşmıştır. Bu yatırımların sektörel dağılımı; enerji, altyapı, lojistik, finans, madencilik, telekomünikasyon ve hayvancılık alanlarındadır (T.C. Dış İşleri Bakanlığı, 2017). Türkiye’de yatırım yapan Çin şirketlerinin sayısı 750 civarındadır. Çin’de faaliyet gösteren Türk şirketi sayısı ise 100 kadardır (Bilener, 2017: 19). Markalaşmış bazı Türk firmaları Çin’de ayakkabı, kozmetik, giyim sektöründe şubeler açmıştır (Uçar, 2015: 20-21). TürkiyeÇin resmi görüşmeleri sonucunda yakın dönemde Çin’in, Türk sermaye ve finans piyasaları başta olmak üzere, internet teknolojisi, enerji, tarım ve turizm gibi sektörlerde 40 milyar doları aşacak yatırım yapacağı beklentisi oluşmuştur (Parlak, 2017). Türkiye, ekonomik gelişimi için dış yatırımlara ve yabancı sermayeye gereksinim duymaktadır. Bu bakımdan Çin’in artan dış yatırımları, Türkiye için fırsat oluşturmaktadır. Unutulmamalıdır ki Çin, 3 trilyon doları aşan döviz rezervi ile dünyanın en güçlü yatırımcı ülkelerinden biridir. Çin halihazırda 60’dan fazla ülkeye yayılmış altyapı yatırım projelerine, 1 trilyon doları aşan kaynak sağlamaktadır (Perlez &Huang, 2017). Diğer yandan 82 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Çin, siyasal ilişkilere en az ekonomik ilişkiler kadar önem vermektedir. Çin’in Türkiye Büyükelçisi Hongyang’ın, “Çin sizinle iş yaptığı için dostunuz olmaz; dostunuz olduğu için sizinle iş yapar” sözü bu bakımdan oldukça anlamlıdır (Bilener, 2017: 4). Bu bağlamda Türkiye ve Çin’in siyasal ilişkileri ortak çabayla sıcak tutmasının, oluşabilecek sorunlara soğukkanlı ve temkinli politik yaklaşımların taraflara yararı tartışılmazdır. Nitekim Türkiye’nin önde gelen sanayicileri de OBOR sürecinin sağlayacağı faydadan umutludur (Sputnik, 2018). OBOR süreciyle birlikte Türkiye-Çin arasında gelişme imkânı doğan diğer bir sektör de turizmdir. Çinliler dış turizme son 10 yılda ilgi göstermeye başlamıştır. Çin, 180-520 kuzey paralellerinde yer alan, topografyasında çeşitlilik gösteren, denizel ve karasal iklim özelliklerine sahip bir ülkedir. Ülkenin çöl bölgeleri olduğu gibi, nemli-sıcak iklim bölgeleri ve karasallığın şiddetlendiği yüksek dağlık alanları da bulunmaktadır. Dolayısıyla farklı iklim bölgelerinde yaşayan Çinlilerin, dış turizm tercihlerinde de farklılık görülmektedir. Örneğin ülkenin kuzeyinde daha soğuk bölgelerde yaşayanlar ılıman-sıcak iklim bölgelerini tercih ederken, nemli-sıcak güneydoğu kesiminde yaşayanlar soğuk ve karlı yerlere ilgi göstermektedir (Wandi, 2018: 14). Çinli turistler yurtdışı seyahatlerinde yakın zamana kadar daha çok Tayland, Japonya, Endonezya, Singapur, Kamboçya gibi yakın mesafeli destinasyonları tercih ederken, son yıllarda uzak mesafeli turizm bölgelerine de ilgi göstermeye başlamışlardır. Uzak mesafelerde ABD, Kanada, Avustralya, Fransa, Mısır ilk sıralarda tercih edilen ülkelerdir. Türkiye ise bu tercihte 9. sırada yer almaktadır. Ancak Çin’de, OBOR ülkelerini her geçen gün seyahat programlarına dahil eden acentelerin sayısı artmaktadır (Wandi, 2018: 16-17). Çin, 2018 yılını “Türkiye Yılı” ilan etmiştir. Bu bağlamda Çin’de Türkiye tanıtımları hız kazanmıştır. Türkiye, Çin’den 2018 yılında 2 milyon turist beklemektedir. Ancak bu hedefin gerçekleşmesi, Çin’in 3 kentine haftada 21 THY seferiyle pek mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ilgili tarafların görüşmelerle ivedi olarak THY ve Çin havayollarının uçak sefer sayılarını artırmaları ve ayrıca özel hava yolu şirketlerinin Türkiye-Çin seferlerine başlamaları gerekmektedir. Mevcut ulaşım şartlarıyla 2018 yılında Türkiye’ye gelecek Çinli turist sayısının 500-550 binde kalacağı görülmektedir (Bayburs, 2017: 26-28), (Wandi, 2018: 18). Türkiye turizm sektörü, 2007 yılından itibaren Çin’e açılmıştır. Son 10 yıllık dönemde Çin’den Türkiye’ye gelen turist sayısı yıllar itibariyle genellikle artış göstermiştir. Ancak özellikle Ortadoğu’da yaşanan huzursuzluğun ve terör sorununun bir dönem Türkiye’ye yansıması, Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 83 Çinli turistlerin Türkiye tercihini olumsuz etkilemiştir. 2015 yılında 330 bin Çinli turist ülkemizi ziyaret etmişken, bu rakam 2016 yılında 170 bine gerilemiş, 2017 yılında ise 250 bine ulaşmıştır (Tablo 4). Türkiye’yi yılda 30 milyon civarında yabancı turist ziyaret etmektedir. Bu bağlamda Çin’den alınan turist sayısı, Türkiye’yi ziyaret eden yabancı turist sayısının yalnızca % 1’ini oluşturmaktadır (TÜİKb). Çin’in 120 milyondan fazla vatandaşının potansiyel dış turizm katılımcısı olduğu düşünüldüğünde, bu oran oldukça düşük kalmaktadır. Sektörel verilere göre bir Çinli turist, bir Avrupalı turistten 3 kat fazla para harcamaktadır (Bayburs, 2017: 26-27). Çin, Türkiye’nin mutlaka kazanması gereken bir turizm pazarıdır. Tablo 4: Yıllar İtibariyle Türkiye’yi Ziyaret Eden Çinli Turist Sayıları (2006-2017) Yıllar Ziyaretçi Sayısı 2006 53.194 2007 63.884 2008 61.882 2009 69.336 2010 77.142 2011 96.701 2012 114.582 2013 138.876 2014 199.746 2015 313.704 2016 167.570 2017 247.277 Kaynak: (TÜİKb) Çinli turistlerin dış turizm ilgileri, beklentileri Avrupalı turistlerden çeşitli farklılıklar göstermektedir. Çinliler deniz-güneş-kum yerine, daha çok inanç-tarih-kültür merkezlerini tercih etmektedirler. Nitekim Çinli turistlerin Türkiye destinasyonlarında bu durum belirgin olarak görülmektedir. Çinli turistlerin İstanbul’a indikten sonra güzergâhlarını Kapadokya, Konya, Antalya, Pamukkale, İzmir ve Çanakkale oluşturmaktadır. Türkiye’de ortalama konaklama süreleri ise 10 gün kadardır (Bayburs, 2017: 26-28). 84 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI SONUÇ Çin’in, OBOR sürecinde bugüne kadar sergilemiş olduğu “yumuşak güç” yaklaşımı, uluslararası ilişkilerde dayatmacı-hegemonik tavırdan uzak durması, üye ülkelerle ilişkilerde siyasal ilişkilerden çok ekonomik ilişkileri öne çıkarması, ortak karar mekanizmalarını işletmesi, proje yatırımcısı olması, önerilere açıklığı, diğer ülkelerin içişlerine müdahaleden özenle kaçınması ve OBOR sürecinde söylem ve eylem tutarlılığı ile olumlu ve dengeli bir politika izlediği görülmektedir. Çin, OBOR sürecinde göstermiş olduğu yapıcı tutumla OBOR Girişim’nin önünü açmaktadır. 21. yüzyılda “batı”dan “doğu”ya kayan ekonomik güç, Çin tarafından OBOR süreciyle birlikte devasa bir küresel ekonomik-politik vizyona dönüştürülmüştür. Çeşitli ekonomik göstergelerde tahterevallinin ağır basan tarafı artık Asya’dır. Bu ekonomik ağırlık, küresel politik belirleyiciliğe doğru ilerlemektedir. OBOR süreciyle, Türkiye’nin yoğun olarak batı yönlü sürdürdüğü ticari ve siyasi ilişkilerin yanında, yeni bir işbirliği ve siyasal ilişki alanı oluşmaktadır. Bu durum Türkiye için Asya’ya açılma, yeni bağlantılar kurma, yeni ticari, siyasi ilişkiler yaratma fırsatı vermekte ve uluslararası ilişkilerde Türkiye’ye yeni imkânlar sunmaktadır. Ortadoğu sorununun sıkışan politik atmosferinde, Türkiye için yeni ve geniş bir siyasal hinterland oluşmaktadır. Özellikle ŞİÖ’nün benimsediği; terörizm, ayrılıkçılık ve aşırıcı akımlara karşıtlık, Türkiye’nin makro siyasetiyle son derece uyumludur. Asya ile örtüşen ana siyasi ilkeler, Türkiye için güvenli bir dış politika alanı oluşturmaktadır. Çin, ticari ilişkilerde ekonomik rasyonaliteye dayalı, “tek karar verici” tavırdan uzak, yapıcı bir yaklaşım içindedir. Bu süreçte Türkiye’nin Çin’e sunacağı yatırım önerileri yanında, Çin’in yatırım öncelikleri de dikkate alınmalı ve Çin sermayesini ülkemize daha fazla çekebilmek için Çinli yatırımcılara yönelik özel teşvik uygulamaları da değerlendirilmelidir. Güncel siyasal süreç iki ülkenin ekonomik ilişkilerini geliştirmesi için son derece uygun görünmektedir. Günümüzde Türkiye-Çin siyasal ilişkileri yakın tarihteki en uyumlu dönemini geçirmektedir. Son dönemde iki ülkenin politik farklılıkları en aza inmiştir. Dünyanın bugün geldiği siyasiekonomik koşullar, Türkiye’nin Çin ile “ortak fayda”sını daha önce olmadığı kadar artırmıştır. Bu bağlamda Çin, Türkiye’nin OBOR Girişimi’nde paydaşı, uzun dönemli “stratejik ortağı” olarak Türkiye tarafından siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan iyi analiz edilmelidir. Türkiye’nin, OBOR Girişimi içerisinde ekonomik beklentileri henüz karşılanmış değildir. Türkiye, OBOR içerisinde sadece transit bir ülke değil, lojistik üs ve üretim merkezi olmayı da hedeflemektedir. Ülkemizin süreçten beklentisi; kalkınmasına katkı ve altyapı eksiklerini tamamlamaktır. Çin, Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 85 Türk iş çevrelerince önemi anlaşılmış bir ülkedir. Ancak Türkiye’nin girişimci sınıfı, Çin pazarını analizde gecikmiştir. Oysa Çin, 1.4 milyarlık nüfusu, büyüyen ve gelişen kentli-orta sınıfıyla önemli bir ithalatçı ve dış turizm katılımcısı ülkedir. İhracatçıların Çin pazarının beğenisine göre üretim yapmaları, e-ticareti etkin kullanmaları gerekmektedir. Özellikle turizm sektörü, personel eğitiminden yemek zevkine kadar Çinli turistler de dikkate alınarak tasarlanmalıdır. Turizm bölgelerinde Çince tabelalara mutlaka yer verilmeli ve Çince bilen turizm rehberleri yetiştirmelidir. Ayrıca Türkiye’nin Çince bilen, Çin’i tanıyan insan gücüne ihtiyacı artmaktadır. Bu bakımdan ülkemiz üniversitelerinde Çince eğitiminin yaygınlaştırılması, öğrenci değişim programlarının desteklenmesi öncelik taşımaktadır. Tarihi İpek Yolu’nun özellikle Çin-Roma dönemindeki canlılığı, bugün Çin-Avrupa arasında gerçekleşmektedir. İpek Yolu’nda kara ve deniz ulaşımının bağlantı noktası olan Türkiye, OBOR Girişimi’nde de tarihsel önemini sürdürmektedir. Ancak OBOR Girişimi’nin kara ulaşımı, demiryoluna dayanmaktadır. Türkiye’de ise ulaşım büyük ölçüde karayoluyla sağlanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin tüm bölgelerinin OBOR ulaşım sistemine entegrasyonu için, demiryolu ağı genişletmeli, diğer ulaşım altyapılarıyla bağlantıları gerçekleştirmelidir. BİBLİYOGRAFYA AA, (2017), “Kuşak ve Yol Forumu’nun Ardından”, http://aa.com.tr/tr/info/ infografik/6004 . AIIB, (2018). “Members And Prospective Members Of The Bank”, https://www. aiib.org/en/about-aiib/governance/members-of-bank/index.html . ATLI, Altay, ÜNAY, Sadık, (2014), Küreselleşme Sürecinde Türkiye-Çin Ekonomik İlişkileri, Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş, İstanbul. BAKIRCI, Muzaffer, (2014), “Coğrafi Açıdan Anadolu’nun Tarihi Ulaşım Ağı ve İpek Yolu”, http://www.tika.gov.tr/upload/2015/Prestij/avrsy%2045.pdf. BAYBURS, Ö. Kapar, (2017), “Herkesin Gözü Çinli Turistte”, China Today Türkiye Dergisi, Ekim-Kasım, Sayı: 31, s.26-28. BİLENER, Tolga, (2017), “Çin’i Anlamak Çin ile İş Yapmak / 4 - 2025’e Doğru Çin - Konferans Sonuç Raporu”, TÜSİAD, http://tusiad.org/tr/yayinlar/ raporlar/item/9636-cin-i-anlamak-cin-ile-is-yapmak-4-2025-e-dogru-cinkonferans-sonuc-raporu BloombergHT, (2017), “Çin’in Döviz Rezervi 9. Ayda da Yükseldi”, http://www. bloomberght.com/haberler/haber/2067543-cin-in-doviz-rezervi-9-aydada-yukseldi BusinessHT, (2017), “Modern İpek Yolu Nereye Çıkar ?”, http://www.businessht. com.tr/piyasalar/haber/1495794-modern-ipek-yolu-nereye-cikar 86 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI CIA, (2017), “The World Factbook”, https://www.cia.gov/library/publications/ resources/the-world-factbook/geos/ch.html ÇOLAKOĞLU, Selçuk, (2014), “Soğuk Savaş’tan Günümüze Türkiye’nin Doğu Asya Politikası”, “Doğu Asya’nın Politik Ekonomisi” içinde, Boğaziçi Ünv. Yayınevi, İstanbul. Dünya Gazetesi, (2015), “Kumport Limanı, Cosco Pacific’e Satıldı”, https:// www.dunya.com/sirketler/kumport-limani-cosco-pacific039e-satildihaberi-292370 EP (European Parlieament) Briefing, (2016), “One Belt, One Road (OBOR): China’s Regional Integration Initiative”, http://www.europarl.europa.eu/ RegData/etudes/BRIE/2016/586608/EPRS_BRI(2016)586608_EN.pdf ESMER, Soner, (2016), “Bir Kuşak Bir Yol (One Belt, One Road ) Projesi”, www. denizhaber.com.tr/yazi/bir-kusak-bir-yol-one-belt-one-road-projesi-456.htm GÜNER, Bülent, (2018), “OBOR Girişimi’nin Coğrafyası”, Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı:37, s.112-123, http://dergipark.gov.tr/marucog/ issue/34834/386165 GÜRDENİZ, Cem, (2017), “Deniz İpek Yolu’nda Türkiye”, Modern İpek Yolu Dergisi, Sayı:1, s.28-32. HKTDC, (2018). “The Belt and Road Initiative: Country Profiles”, http:// china-trade-research.hktdc.com/business-news/article/The-Belt-andRoad-Initiative/The-Belt-and-Road-Initiative-Country-Profiles/obor/ en/1/1X000000/1X0A36I0.htm HONG, Zhang, (2015), “Çin ve Avrupa Demiryolu ile Bağlandı”, China Today Türkiye Dergisi, Haziran-Temmuz, Sayı:17 s.42-43. HSBC Raporu, (2018), “Turkey Trade Report”, http://www.business.hsbc.com.tr/ tr-tr/tr/campaign/isinizi-destekliyoruz Indexmundi, “Country Comparsion”, aspx?t=0&v=2198&l=en https://www.indexmundi.com/g/r. JİNPİNG, Xi, (2017), “Full Text of President Xi’s Speech at Opening of Belt and Road Forum”, http://www.xinhuanet.com/english/2017-05/14/c_136282982.htm KEYVAN, Ö. Zerrin, (2016), “Yeni Dünya Düzeninde Türkiye – Çin Stratejik Ortaklığı”, Gazi Üniversitesi Bölgesel Çalışmalar Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, s:157175 KEYVAN, Ö. Zerrin, (2017), “Türkiye Çin İlişkilerinde Yeni Dönem”, https:// ankasam.org/turkiye-cin-iliskilerinde-yeni-donem/ KISSINGER, Henry, (2015), Dünden Bugüne Yeni Çin, Kaknüs Yay., İstanbul. Milliyet Gazetesi, (2016), ”Türkiye ve Çin’den Orta Koridor Hamlesi”, http://www. milliyet.com.tr/turkiye-ve-cin-den-orta-koridor/ekonomi/detay/2250498/ default.htm Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 87 NDRC (2015), “Vision and Actions on Jointly Building Silk Road Economic Belt and 21st-Century Maritime Silk Road”, http://en.ndrc.gov.cn/newsrelease/201503/t20150330_669367.html NTV, (2017), “Zeybekci: Çin ile Dış Ticaret İlişkimiz Sürdürülebilir Değil”, https://www.ntv.com.tr/ekonomi/zeybekci-cin-ile-dis-ticaret-iliskimizsurdurulebilir-degil,5NwKVialDkix8Yd1cBV1dw . PERLEZ, Jane, HUANG, Yufan, (2017), “Behind China’s $1 Trillion Plan to Shake Up the Economic Order”, https://www.nytimes.com/2017/05/13/business/ china-railway-one-belt-one-road-1-trillion-plan.html Sputnik, (2018), “Liberalizmin Barış ve Refah Getireceği Beklentisi Boş Çıktı”, https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201801181031865444-tusiad-tuncayozilhan-liberal-piyasa/ STUDWELL, Joe, (2007), Çin Rüyası, Ledo Yayıncılık, İstanbul. Para Analiz, (2018), “ABD ve Çin Arasında Titanların Savaşı”, http://www. paraanaliz.com/2018/guncel/abd-ve-cin-arasinda-titanlarin-savasi-20033/ PARLAK, F. Barış, (2017), “Çin’den Türkiye’ye 40 Milyar Dolar”, https://www.dunya.com/kose-yazisi/cinden-turkiyeye-40-milyar-dolar/360214 TASAM, (2012), “Türkiye Çin Forumu, Yeni Dönem Türkiye - Çin İlişkileri: Fırsatlar ve Riskler”, http://www.tasam.org/Files/Etkinlik/File/VizyonBelgesi/ turkiye_-_cin_forumu_2ba55546-e048-4d54-b0a1-34793018931e.pdf TBMM, (2016), “Kanun Tasarısı Bilgileri”, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/ tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=195855 T.C. Dış İşleri Bakanlığı, “Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)”, www.mfa.gov.tr/ sanghay-isbirligi-orgutu.tr.mfa T.C. Dış İşleri Bakanlığı, (2017), http://www.mfa.gov.tr/turkiye-cin-halkcumhuriyeti-ekonomik-iliskileri.tr.mfa T.C. Ekonomi Bakanlığı, (2013), “Çin Halk Cumhuriyeti Ülke Raporu”, http://www. chinainstituteturkey.com/download/Cin_Ulke_Raporu_2012_2013.pdf The Diplomat, (2016), “How a Greek Port Became a Chinese ‘Dragon Head”, https://thediplomat.com/2016/04/how-a-greek-port-became-a-chinesedragon-head/ TÜİKa, “Dış Ticaret İstatistikleri”, https://biruni.tuik.gov.tr/disticaretapp/menu.zul TÜİKb, “Turizm İstatistikleri”, http://tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1072 Trademap, (2016), https://www.trademap.org/Product_SelProductCountry. aspx?nvpm=1|156||||TOTAL|||2|1|1|1|1|1|1|1|1 TEMİZ, Kadir, (2017), “İpek Yolu Projesi ve Türkiye’nin Muhtemel Konumu”, Türkiye’de Sinolojinin 80. Yılı 1. Çin Araştırmaları Konferansı, İstanbul, Türkiye, 26-27 Mart 2017, Konferans Kitapçığı pp.152-159. 88 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI UÇAR, R. Baş, (2015), “Dev Ülkeye İhracat Zamanı”, China Today Türkiye Dergisi, Ağustos-Eylül, Sayı.18, s.20-21. VODİNALI, Hüseyin, (2018), “Bir Türk Koridoru: Kuşak ve Yol”, Modern İpek Yolu Dergisi, Sayı.2, s.150-153. WANDİ, Jiang, (2015), “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ziyaretinin Ardından”, China Today Türkiye Dergisi, Ekim-Kasım, Sayı.19, s.24-27. WANDİ, Jiang, (2018), “Çinli Turistlerin Yeni Gözdesi Türkiye”, China Today Türkiye Dergisi, Aralık-Ocak, Sayı.32, s.14-20. YAQİNG, Deng, (2016), “Tam Yol İleri”, China Today Türkiye Dergisi, AğustosEylül, Sayı.24, s.44-47. YUE, Liu, (2018), “Yearender: Belt and Road Gains Momentum in 2017”, https:// eng.yidaiyilu.gov.cn/qwyw/rdxw/44264.htm XİNYU, Meı, (2016), s:38, “Made in China” İflas mı Etti ?”, China Today Türkiye Dergisi, Nisan-Mayıs, Sayı.22, s.38-40. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 89 BİLECİK İLİ'NDE TOPOGRAFİK FAKTÖRLERE GÖRE (YÜKSELTİ, EĞİM, BAKI) NÜFUSUN VE YERLEŞMELERİN DAĞILIŞI ACCORDING TO TOPOGRAFHIC FACTOR (ELEVATION, SLOPE, ASPECT) DISTRIBUTION OF POPULATION AND SETTLEMENTS IN BİLECİK PROVINCE Zafer BAŞKAYA1 ÖZET Bilecik İli’nde güneyden kuzeye doğru gidildikçe fiziki coğrafya özellikleri ve ona bağlı olarak da beşeri coğrafya özellikleri değişiklik göstermektedir. Bu çalışmada Bilecik İli'nde nüfus ve yerleşmelerin, topografik faktörlere (yükselti, eğim ve bakı) göre dağılışı ele alınmıştır. Çalışmanın amacı, ilde nüfus ve yerleşmelerin dağılışında topografik faktörlerin etkisini tespit etmektir. Bu bağlamda Bilecik İli'ne ait nüfus verileri Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) veri tabanından Microsoft Excel ortamında indirilmiş, topoğrafya haritaları üzerinden sayısallaştırılan yerleşmelerin veri tabanına işlenmiştir. Sonra CBS ortamında nüfus ve yerleşme verilerinin topografik faktörler ile korelasyonu değerlendirilmiştir. Çalışma sahasında topografik faktörler kısa mesafelerde değişiklik gösterdiğinden nüfus ve yerleşmelerin dağılışında da farklılıklar oluşmaktadır. Bu nedenle 500750 m arasındaki yükseltiler, sunduğu olumlu fiziki coğrafya koşullarından dolayı nüfusun %43,9’unu barındırmaktadır. Yerleşmelerin en fazla yoğunlaştığı yükselti basamağı ise 750-1000 m (%37,9) yükselti kuşağıdır. Eğim grupları içerisinde orta eğimli yamaçlar (%10-20) geniş yayılışa sahip olup, yerleşmelerin de en yoğun olduğu (%42,2) eğim grubunu meydana getirmektedir. İlde hakim bakı yönü (%53,1) kuzey yönüdür ve yerleşmelerin %47,7’sini barındırmaktadır. Güney bakı yönü %31,1 alanına sahip olmasına rağmen yerleşmelerin %37,5’i güneşlenme süresinden yararlanmak ve olumsuz hava şartlarından korunabilmek için güney yönünü tercih etmişlerdir. Anahtar Kelimeler: Topografik Faktörler, Yerleşme, Nüfus, Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS), Bilecik İli. ABSTRACT The physical geographical characteristics and thus human geographical characteristics vary from the south to north direction in Bilecik Province. This study examines distribution of population and settlements considering the topographic factors (elevation, slope and aspect) in Bilecik. The aim of the study is to determine the effect of topographic factors on distribution of population and settlements in the province. For this purpose, population data for Bilecik province 1 Dr. Öğr. Üyesi, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü. zafer.baskaya@bilecik.edu.tr 90 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI were retrieved from the Turkish Statistical Institute (TÜİK) database in Microsoft Excel environment and processed into the database of digitized settlements via topography maps. Then, correlation of the population and settlement data with topographic factors was examined by using the GIS. Since the topographic factors vary in short distances in the study area, distribution of population and settlements are also seen to vary. It can be concluded that places at an elevation of 500 to 750 m shelter 43,9% of the city population due to the favourable physical geographical conditions. The most intensified elevation belt of settlements is seen between 750 and 1000 m (37,9% ). In relation with the factor of slope, cliffs with a medium angle of slope (10-20%) expand on a wide area, representing the slope group which shelters the most intensive settlements (42,2%). Bilecik province predominantly aspect the north (53,1%) and places facing that direction host 47,7% of the settlements. Although 31,1% of the land is aspect the south, as much as 37,5% of the settlements are located on this side with the aim of benefiting from the and avoiding adverse weather conditions. Keywords: Topographic Factors, Settlement, Population, Geographic Information System (GIS), Bilecik Province 1. GİRİŞ Yerleşmeler ve buralarda ikamet eden nüfus, lokal iklim şartları, uygun doğal kaynaklar ve müspet topoğrafik özelliklerin birleşiminden meydana gelen çeşitli doğal çevre koşullarıyla etkileşim halindedir (Savvides vd., 2016). Yeryüzünün değişik kesimlerinde doğal ve beşeri faktörlerin gösterdiği farklı özellikler nüfusun dağılışını etkilemektedir (Sergün, 1977; Balcı ve Akova, 2009; Özçağlar, 2011; Güngör ve Bozyiğit, 2011; Atasoy ve Özşahin, 2013; Avcı, 2017). Yerleşmelerin kuruluş ve gelişmesinde topoğrafya, kayaç, bitki örtüsü, akarsu gibi doğal unsurların yanı sıra tarihi ve sosyal şartlar önemli rol oynar (Yalçınlar, 1967). Fakat, yerleşmeleri etkileyen en temel unsur ise topoğrafyadır (Erinç, 1973). İnsanın mekan üzerindeki davranışlarını topografik faktörler organize ederek şekillendirmektedir (Tunçdilek, 1985: 48). Yerleşim alanlarının planlanması, yol eğimi ile birlikte ulaşım hatlarının şekillenmesi, altyapının inşaa edilmesi, sosyal bölgelerin oluşma kalıpları, binaların konumu ve görsel şekil topoğrafyadan fazla etkilenmektedir (Uğur ve Aliağaoğlu, 2010: 99-100). Marmara Bölgesi’nin güneydoğu kesiminde; Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesiştiği bir alan üzerinde yer alan Bilecik İli, farklı yükselti kademelerinde uzanışa sahip dağlık alanları, tektonik ovaları ve plato alanları ile engebeli bir topografik görünümdedir. Bu görünüm ilde, doğal ve beşeri coğrafya unsurlarının şekillenmesinde önemli bir role sahiptir. Yerleşme ve nüfusun dağılış düzeni üzerinde topografik şartların yansıması açıkça görülmektedir. İlde topografik şartlara göre yerleşmelerin konumları ve tipleri değişmekte, nüfusun dağılışı farklılaşmaktadır. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 91 Bu çalışmada Bilecik İli'nde yerleşmelerin ve nüfusun topografik faktörlere göre dağılışının açıklanması amaçlanmıştır. Yerleşme ve nüfus dağılışının yükselti, eğim ve bakı koşulları ile ilişkisi sorgulanmış, bu korelasyonun mekansal dağılışı ile nedenleri üzerinde durulmuştur. Topografik şartların yerleşme ile nüfusun nitelik ve niceliğinde oluşturduğu değişimin tespit edilmesi, ilde nüfusa yönelik eğilimlerde bilgi sağlayacaktır. Ayrıca, alanda insana yönelik yapılacak arazi yönetimi ve ekonomik kalkınma gibi plan ve projelerin uygulanabilirliğine katkı yapacaktır. 2. Araştırma Sahası’nın Yeri, Sınırları ve Başlıca Coğrafi Özellikleri Bilecik İli, Marmara Bölgesi’nin güneydoğu kesiminde; Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesiştiği bir alan üzerinde yer almaktadır. Bu özelliği ile Türkiye’de dört bölgede toprakları olan tek il durumundadır. Bilecik ili genel olarak 39° 39' ve 40° 31' kuzey enlemleri ile 29° 42' ve 30° 39' doğu boylamları arasında bulunmaktadır. Doğuda Bolu ve Eskişehir illeri, batıda Bursa, güneyde Kütahya, kuzeyde ise Sakarya illeri ile çevrilidir. Bilecik İli genelinde topografyanın ana doğrultusu doğu-batı ve kuzeydoğu-güneybatı yönlü uzanmakta olup, bu uzanış jeolojik yapıya da uygunluk göstermektedir. Bu durum, kuzeyden güneye doğru yüksek ve alçak sahalar şeklinde morfolojik ünitelerin sıralandığı morfolojik birimlerle, tektonik birimler arasında sıkı ilişkiyi açıkça göstermektedir (Özgür, 1990: 4). Bilecik’in kuzeyinde Samanlı Dağları yer almaktadır. Samanlı dağlarının güneyinde İznik-Pamukova depresyonu ve Avdan Dağı-Karagöl Platosu bulunmaktadır. Avdan dağı güneyinden itibaren ise Bilecik Plato sahasına geçilmektedir. Karagöl platosunun güneyinde ise Göynük Çayı Vadisi yer almaktadır. Göynük Çayı Vadisi’nin güneyinde ise Aktaş-Alıç Platoları, Karaağaç ve Gölpazarı Ovaları, Meryem Dağı-Göl Dağı ve Dokuz Platosu21 uzanmaktadır. Bu yüksek morfolojik ünitelerin güneyinde ise Sürüm Çayı Vadisi, Sipahi Dağlık Sahası, Yenipazar Havzası, Akköy Platosu32 ve Orta Sakarya Vadisi uzanır. İl topraklarını ikiye ayırarak güneyden kuzeye doğru akan Sakarya Nehri’nin batısında; Bilecik ve Söğüt Platoları, doğu kısmında ise Sündiken platoları yer almaktadır (Harita 1). Sakarya Nehri; batıdan Göksu Çayı, kuzeydoğudan Göynük Çayı, doğudan Erbis Çayı, güneyden Karasu Çayı gibi önemli kolları ve güneyden kuzeye akan ana gövdesiyle derin vadiler oluşturarak il genelinde topografyanın şekillenmesinde en büyük etkenlerden biri olmuştur (Kılıç & Başkaya, 2016: 120; Başkaya, 2017: 266-267). 2 E. Murat Özgür’ün Bilecik Coğrafyası adlı doktora çalışmasında buradaki platoluk alan Dokuz Platosu olarak adlandırılmıştır (Özgür, 1990: 12). 3 E. Murat Özgür’ün Bilecik Coğrafyası adlı doktora çalışmasında buradaki platoluk alan Akköy Platosu olarak adlandırılmıştır (Özgür, 1990: 16). 92 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Harita 1. Bilecik İli’nin lokasyonu ve morfolojik birimleri Yüksek ve alçak sahaların kuzeyden güneye doğru sıralanması, iklim elemanlarının bazı değişiklikler göstermesine de sebep olmaktadır. İlde ortalama sıcaklıklar kuzeyden-güneye ve batıdan-doğuya gidildikçe azalmaktadır. Sıcaklık dağılışındaki bu farklılığın en önemli sebebi karasallığa geçiştir. Karasallığın etkilerinin yanı sıra; topografyanın uzanış doğrultusu, yükselti ve bakı faktörleri de sıcaklık dağılışında etkili olmaktadır. Vadilerin güneye bakan yamaçlarının ortalama sıcaklık değerlerinin kuzeye bakan yamaçlardan daha fazla olması da bakı faktörünün sıcaklık dağılışında önemli bir etken olduğunu göstermektedir. 3. Materyal ve Yöntem Bu çalışmada Bilecik İli'nin 2016 yılına ait nüfus verileri ile topoğrafya haritaları altlık veriler olarak kullanılmıştır. Nüfus verisi, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) veri tabanından indirilmiş, topoğrafya haritaları üzerinden sayısallaştırılan yerleşmeler veri tabanına işlenmiştir. Çalışma alanına ait sayısal topoğrafya haritalarından Sayısal Yükseklik Modeli (SYM) oluşturulmuştur. SYM kullanılarak 250 m aralıklarla yükselti basamakları haritası, eğim ve bakı haritaları oluşturulmuş, daha sonra da bu haritalar yeniden sınıflandırılmıştır. Yerleşme katmanı ile yükselti, eğim ve bakı katmanları çakıştırılmış, tüm katmanların alt sınıflarında yer alan yerleşme sayısı ve nüfus miktarı tespit edilmiştir. Bu işlemler için ArcGIS Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 93 10.1 yazılımı 3D Analiz Modülü kullanılmıştır. Yerleşmelerin yükselti değerleri SYM kullanılarak veri tabanına otomatik olarak işlenmiştir. 4.Bulgular Marmara Bölgesi’nde nüfus daha ziyade çukur sahalarda, depresyon tabanlarında ve kıyı kesimlerde toplanmıştır (Darkot&Tuncel, 1981: 59-60). Bu durumun nedeni çukur sahalarda ve kıyı kesimlerde insanların kendi hayatları ve ziraatleri için daha uygun şartların bulunmasıdır. Ayrıca çukur alanlar ve depresyon tabanlarının ulaşım yolları üzerinde bulunmaları ve verimli topraklara sahip olmaları bu sahaların nüfuslanmasına neden olmuştur. Çalışma alanında bulunan il ve ilçe statüsündeki yoğun nüfuslu yerleşmeler de çoğunlukla bu duruma uyum göstererek depresyon tabanlarında, akarsu vadilerinde veya ulaşım yolları üzerinde kurulmuştur. 2016 yılı verilerine göre Bilecik İli'nin toplam nüfusu 218.297 kişidir. Bu nüfusun %35,7’si (77.976 kişi) merkez ilçede yaşamaktadır. İldeki diğer yoğun nüfuslu yerler ise 72.471 kişilik nüfusu (%33,2) ile Bozüyük, 21.071 kişi (%9,7) ile Osmaneli ve 19.285 kişi (%8,8) ile Söğüt ilçeleridir (Tablo 1). Bulundukları ilçelerin merkezleri olan Bozüyük, Bilecik ve Osmaneli şehirleri geçmişten günümüze Eskişehir – İstanbul karayolu güzergahında yer aldıklarından, avantajlı konumları sebebiyle yakın çevredeki sanayi tesislerini de üzerlerine çektiklerinden aynı zamanda ulaşım gibi sanayileşmeye bağlı olarak da yoğun olarak nüfuslanmış yerleşmelerdir. Gölpazarı, Pazaryeri ve özellikle Yenipazar ile İnhisar ilçe merkezleri ise çukur alanlar ya da depresyon tabanlarında yer almalarına rağmen, İstanbul-Eskişehir gibi ana ulaşım yollarından uzak olmaları nedeniyle Bozüyük, Bilecik ve Osmaneli ilçe merkezleri gibi yoğun nüfuslanamamışlardır. Yenipazar ve İnhisar yerleşmeleri ana ulaşım yollarına en uzak ilçe merkezleri ve ilçeler olmaları nedeniyle bu ilçeler il toplam nüfusunun ancak %2,5’ini barındırmaktadırlar (Tablo 1). Tablo 1. Bilecik İli’nde Nüfusun İlçelere Göre Oransal Dağılımı 94 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Bilecik İli’nde 1997 Köy Envanter Etüdüne göre Bilecik Merkez ilçe dahil olmak üzere 8 ilçe, 249 köy yerleşmesi bulunmaktadır. İldeki 249 köyün 105’i yamaçta, 102’si orman kenarında, 61’i orman içinde, 31’i vadide, 26’sı ovada, 18’i dağlık arazide, 16’sı nehir kenarında, 11’i şehirlerarası yol kenarında, 2’si baraj gölü kenarında kurulmuştur (Bilecik Köy Envanter Etüdü, 1997). İlde köylerin konumları dikkate alındığında toplam köy sayısının % 42,2’si yamaçlarda bulunmaktadır. Vadilerde toplam köy sayısının % 12,4’ü, ovalık alanlarda % 10,4’ü, dağlık alanlarda da % 7,2’si yer almaktadır. Günümüzde ilde bulunan 248 köy yerleşmesi de aynı köyler olup aynı kuruluş yerlerinde mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Dolayısıyla ilde morfolojik ünitelerin dağılışı, yerleşmelerin kuruluş ve gelişimine de etki ettiği gibi yerleşmelerin sayısı, tipi ve şekline de etki etmektedir. Bilecik İli'nde yerleşmelerin ilçelere göre dağılımına bakıldığında en fazla yerleşme sayısının Bilecik Merkez İlçe (50), Gölpazarı (49) ve Bozüyük (54) ilçelerinde; en az yerleşme sayısının ise Söğüt (24), Yenipazar (24) ve İnhisar (10) ilçelerinde bulunduğu görülmektedir (Tablo 2). Tablo 2. Bilecik İli’nde Yerleşmelerin İlçelere Göre Oransal Dağılımı 4.1. Yükselti Coğrafi şartların şekillenmesinde en önemli topografik faktörlerden biri olan yükselti (Taş ve Yakar, 2009: 146), başta kırsal yerleşmelerde yaşayan nüfusun temel faaliyetleri olmak üzere, beşeri faaliyetler üzerinde etkili olan iklim, toprak ve bitki örtüsü gibi faktörleri doğrudan etkileyerek bu faktörlerin kısa mesafelerde değişiklik göstermesine neden olduğundan nüfusun dağılışında da önemli bir yere sahiptir (Sergün, 1994: 7). Yükseltinin yerleşme ve nüfus dağılışı üzerindeki etkisini ortaya koymak, hem planlama, hem doğal kaynakların daha sürdürülebilir bir Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 95 şekilde kullanımı ve hem de beşeri faaliyetlerin kendi içindeki dağılımının saptanması bakımından birçok avantaj oluşturmaktadır (Atasoy ve Özşahin, 2013: 94). Nitekim Dünya’da genellikle yükseltinin artması ile birlikte nüfusun azaldığı görülmektedir. Hatta belli bir yükseklikten sonra nüfus bulunmamaktadır (Güner, 2010). Genel olarak, ilde en düşük yükselti değerleri Sakarya Nehri ve kolları çevresindedir. İlde en yüksek yükselti değerleri güney ve özellikle güneybatı kesimlerdedir. Ova, havza ve vadi tabanlarında yükselti azalırken, plato ve dağlık alanlarda yükseltinin arttığı görülmektedir. Bilecik İli sahip olduğu ortalama yükselti değeri (745 m) ile Türkiye ortalamasının (1132 m.) altında bir değere sahiptir. Dağlar il topraklarının %32’sine yakın bir bölümünü kaplar. Bu yükseltiler daha çok tepe görünümündedir. İlin en yüksek noktası Bozüyük ilçesinin batı ve güneybatısında yer alan yükseltiler üzerindeki Kala Dağı’dır. Diğer önemli yükseltiler Yirce Dağı (1790 m.), Metristepe (1300 m.), Göldağı (1284 m.), Kızılcaviran (1250 m.), Osmaniye (1210 m.), Ahi Dağı (1100 m.), Dokuz Öküz Tepesi (1150 m.), Ballıkaya (1050 m.), Kızıltepe (990 m.), Avdan Dağları (926 m.), Paşa Dağları (922 m.), Kurudağ (805 m.)’dır. Harita 2. Bilecik İli'nde yerleşmelerin yükselti basamaklarına göre dağılışı 96 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Yükselti ile nüfuslanma arasındaki ilişkilerin takip edilebilmesi ve doğru sonuçlar alınabilmesi için ayırt edilen her yükselti kademesinin yüzölçümünün bilinmesi gerekmektedir (Sergün, 1994). Buna göre Bilecik İli’nde 59-250 m. yükselti basamağı %7,8; 250-500 m. %17,6; 500-750 m. %22,6; 750-1000 m. %30,3; 1000-1250 m. %15,6; 1250-1500 m. %4,7; 1500-1750 m. %1,2; 1750-1869 m. arasındaki yükseltiler %0,2’lik alan kaplamaktadır. Yükselti basamakları ve alanları ARCGİS 10.1 programı 3D analiz modülü kullanılarak tespit edilmiştir. Araştırma sahasında güneyden kuzeye doğru gidildikçe yükselti kademeli olarak azalış göstermektedir. Bu bakımdan en düşük yükselti değerine sahip yükselti basamakları ilin orta ve kuzey kesimlerinde Sakarya Nehri Vadisi ve kolları kıyılarında uzanış gösterirken, 1750 m.’nin üstündeki yükseltiler güneyde Kala Dağı dağlık sahalarında görülmektedir. İlde en geniş alan kaplayan yükselti basamağı 750-1000 m.’dir. Bununla birlikte bu basamaktan itibaren yükselti değerleri arttıkça ve azaldıkça kapladıkları alanların sayısal değeri düzenli bir biçimde azalış göstermektedir. En az alan kaplayan basamak ise 1750-1869 m. yükselti basamağıdır (Harita 2, Tablo 3, Şekil 1). Tablo 3. Bilecik İli’nde yükselti basamaklarının alansal dağılımı Şekil 1. Bilecik İli’nde Yükselti Basamaklarının Oransal Dağılışı Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 97 Yükseltinin nüfus ve yerleşme ile korelasyonunu açıklayabilmek için Sayısal Yükseklik Modeli (59-1869 m.) 250 m. aralıklarla 8 sınıfa ayrılmış, her bir yükselti basamağına konumlanmış olan yerleşmeler ile bu yerleşmelere ait nüfus değerleri eklenerek yükseltinin nüfus ve yerleşme üzerindeki etkisi saptanmıştır. İlde yerleşme ve nüfus 59-1750 m. yükselti değerleri arasında dağılış göstermektedir. Yerleşmelerin en fazla olduğu yükselti basamağı 97 yerleşmeyle 750-1000 m. yükselti basamağı iken, nüfusun en fazla bulunduğu yükselti kuşağı 95.875 kişilik nüfusla 500-750 m. yükselti basamağıdır (Tablo 4, Şekil 2, Şekil 3). En az yerleşme ve nüfusun bulunduğu yükselti kuşağı ise sadece bir yerleşme ve 28 nüfusla 1500-1750 m. yükselti basamağı iken 1750 m.’den yüksek alanlarda yerleşme ve nüfus bulunmamaktadır (Tablo 4). Tablo 4. Bilecik İli’nde nüfus ve yerleşmelerin yükselti basamaklarına göre dağılışı (2016). Şekil 2. Bilecik İli’nde nüfusun yükselti basamaklarına göre dağılışı (2016). 98 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Şekil 3. Bilecik İli’nde yerleşmelerin yükselti basamaklarına göre dağılışı (2016). 4.2. Eğim Yerleşmelerin kurulması ve gelişmesi bakımından olumsuz coğrafi şartlara sahip olan dağlık ve platoluk alanlar Bilecik il genelinde fazla yer kaplamaktadır. Ova alanları ise çok kısıtlı bir alana sahiptir. İlde eğimli alanlar hakim topografik unsurdur. Yüksek eğim değerine sahip alanlar hem yerleşme ve nüfuslanmayı sınırlandırması hem de ekonomik aktivitelerin sürdürülebilirliğini kısıtlaması açısından olumsuz ortam koşullarını oluşturduğundan, daha çok tenha alanlar olarak görülmektedir (Esen & Avcı, 2017: 384). Eğim değerleri yüksek orman kenarı bazı yerlerde saya yerleşmeleri gibi hayvancılık aktivitesinin yapıldığı bazı yerleşmelere rastlanmaktadır. Harita 3. Bilecik İli’nde yerleşmelerin eğim gruplarına göre dağılışı Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 99 Bilecik il genelinde farklı morfolojik üniteler iç içe bulunduğundan eğim değerleri de değişkenlik göstermektedir. Eğim değerinin son derece düşük olduğu %0-2 arasında eğim değerine sahip alanlar, araştırma sahasında; Gölpazarı Ovası, Karaağaç Ovası, Osmaneli Düzlüğü, Yenipazar Havzası, Sakarya Nehri Vadisi ve kollarının geniş taban yüzeyleri ve Bilecik platolarının bazı kısımlarında görülmektedir. Bu alanlar 685,8 km²’lik alan ile toplam il arazisinin %16,4’ünü oluşturmaktadır. Yine dalgalı düzlük alanlar olarak kabul edilen %2-5 arasındaki eğimli alanlar 719 km²’lik alan ile toplam alan içerisinde %17,2’lik orana sahiptir. Bu alanlar genel olarak %0-2 eğimli alanları çevreler nitelikte bir uzanışa sahiptir. Hakim eğim gurubunu oluşturan %5-10 eğim grubu 746,4 km²’lik alanı ile toplam alanın %17,9’luk kısmına karşılık gelmektedir. Bu eğim grubunu 719 km²’lik alan ve %17,2’lik oran ile %10-20 eğim grubu olan orta eğimli yamaç alanları takip etmektedir (Şekil 4). Bilecik ilinde yerleşim alanlarının yerleşmeye uygunluğunu değerlendirebilmek için düzlük ve yamaç olarak 2 ana gruba ayrılan sınıflandırma esas alınmıştır. Eğim değerleri kendi içerisinde 0-2 (Düzlük), 2-5 (Dalgalı Düzlük), 5-10 (Az Eğimli Yamaç), 10-20 (Orta Eğimli Yamaç) 20-40 (Çok Eğimli Yamaç), 40 ve üzeri (Çok Eğimli Dik Yamaç) olmak üzere 6 alt birime ayrılmaktadır (Tablo 5). Tablo 5. Bilecik İli'nde eğim gruplarının alansal dağılımı Eğim Grupları (%) Düzlük Yamaç Alan (km²) Oran (%) 0-2 (Düzlük) 685,8 16,4 2-5 (Dalgalı Düzlük) 719,0 17,2 5-10 (Az Eğimli Yamaç) 746,4 17,9 10-20 (Orta Eğimli Yamaç) 719,0 17,2 20-40 (Çok Eğimli Yamaç) 668,4 16,0 40 ve Üzeri (Çok Eğimli Dik Yamaç) 638,4 15,3 Toplam 4177 100 Şekil 4. Bilecik İli'nde eğim gruplarının oransal dağılımı 100 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Yerleşim yerlerinin kurulmasında ve gelişmesinde, kuruldukları sahaların eğim özellikleri büyük öneme sahiptir. Türkiye için araziden faydalanma açısından en uygun arazi, orta eğimli ve hafif dalgalı araziler olup, eğim değerleri %5-15 arasındadır. Bu sahalar yerleşmelerin büyük kısmının yer aldığı, genel olarak tarımsal faaliyetlerin egemen olduğu ve ulaşımın gelişme gösterdiği alanlar olarak ekonomik değeri yüksek sahalardır (Tunçdilek, 1985: 172). Eğim değerinin % 10’un altında olduğu alanlar ise yerleşmeler için en uygun alanlardır. Buna karşın eğimin % 41’den fazla olduğu alanlar ekonomik anlamda yerleşmeler için uygun olmayan alanlar olarak karşımıza çıkmaktadır (Aliağaoğlu & Uğur, 2010: 100). Eğim değeri arttıkça yerleşmelerde yapılaşma masraflarının yanı sıra altyapı hizmetleri maliyetinin de arttığı görülmektedir. Bunun yanı sıra eğimli sahalar çeşitli doğal afetlerin oluşumu açısından riskli alanlar (Beer, 1996: 41) olduğu için yerleşme açısından uygun şartlara sahip değildir. Yerleşmeler için en uygun eğim sınıfını oluşturan ve düzlük olarak ifade edilen ve %0-10 eğim grubu, il genelinde sadece %51,5’lik orana sahiptir. İl genelinde yarıdan fazla bir alan kaplayan %0-10 eğim grubu, ildeki toplam yerleşme sayısının da %39,4’’ünü barındırmaktadır. Az eğimli yamaçlarda altyapı masrafları artmasına rağmen, bu alanların yerleşmeye açılmasıyla birlikte verimli tarım arazileri üzerindeki yapılaşma baskısı azalacağından tercih edilmelidir (Özdemir, 1996: 219). Az eğimli yamaçlar Bilecik İli’nde %17,9’luk oranla en yüksek alansal dağılışa sahiptir. Yerleşmelerin de %24,6’sı bu eğim grubunda yer almaktadır (Tablo 6). Eğim değeri 10-20 arasında bulunan alanlar ise ilde %17,2’lik bir alan oluşturmasına rağmen, bu eğim grubunda yerleşme sayısı en yüksek değerle ildeki yerleşme sayısının %42,2’sini oluşturmaktadır. Dolayısıyla ilde eğim değeri %5-20 arasında olan alanlarda toplam yerleşmelerin %66,8’i barınmaktadır (Tablo 6, Şekil 5). Tablo 6. Bilecik İli’nde Yerleşmelerin Eğim Gruplarına Göre Oransal Dağılımı Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 101 Şekil 5. Bilecik İli’nde Yerleşmelerin Eğim Gruplarına Göre Oransal Dağılımı Bilecik ilinde çok eğimli ve dik yamaçlar %31,3’lük bir orana sahiptir. Bu sahalar ildeki toplam yerleşmelerin %18,4’ünü barındırmaktadır. Yerleşme bakımından olumsuz şartlara sahip bu alanlarda yerleşme sayısı il geneline göre düşük düzeydedir. Bu durum yerleşmelerin daha çok % 5-20 arasında eğim değerine sahip alanlarda toplanmasıyla ilgilidir. Yüksek eğim derecesine sahip bu alanlar Tunceli ilinde de olduğu gibi (Esen & Avcı,2017:386) aynı zamanda yarılmış ve parçalanmış arazi yapısına sahip olduğundan yerleşmeler de dağınık dokulu, az nüfuslu ve küçük alanlıdır. 4.3. Bakı Karasallığın etkilerinin yanı sıra; topografyanın uzanış doğrultusu, yükselti ve bakı faktörleri de sıcaklık dağılışında etkili olmaktadır. Vadilerin güneye bakan yamaçlarının ortalama sıcaklık değerlerinin kuzeye bakan yamaçlardan daha fazla olması da bakı faktörünün sıcaklık dağılışında önemli bir etken olduğunu göstermektedir. Kuzey Yarımküre’de yer alan ülkemizde dağların güney yamaçları bakı etkisiyle daha fazla ısındığı için diğer yamaçlara göre daha sık nüfusludur. Bakı, güneş ışınlarının geliş açısını etkileyerek (Atalay, 2010: 61) yakıt tasarrufu sağlamakta, daha az kirlilik ortaya çıkarmakta ve güneş enerjisinden uzun süre faydalanma imkanı ortaya koymaktadır (Özdemir, 1996:211). Kuzey Yarım Kürede kuzey yönlerde cisimlerin gölge boyları düz araziye göre daha uzun, güney yönlere göre de daha kısadır. Bu sebepten dolayı da yerleşme yeri seçiminde kuzey yönler, düz ve güney yönlere göre daha az tercih edilmektedir ((Aliağaoğlu & Uğur, 2010; Özşahin, 2014: 114). Bilecik ilinde topografyanın ana uzanış doğrultusu doğu-batı yönlüdür. Kuzey ve güney yönlerinin ilde geniş alanlı yayılış göstermesi ve yerleşmelerin genellikle kuzey ve güney yönünde kurulmuş olması, morfolojik birimlerin genel uzanış doğrultusunun doğu-batı yönlü olması ile ilgilidir. Bilecik 102 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ilinde hakim bakı yönü % 53,1’lik oranla kuzey yönüdür. Bunu % 31,1’lik bir oranla güney bakı yönü takip etmektedir (Tablo 7, Şekil 6). Güneşlenme süresinin güneye ve kuzeye bakan yamaçlarda farklı olması; toprak, bitki örtüsü, yağış ve sıcaklık gibi koşulların (Yalçınlar, 1967: 56) aynı alandaki farklı yamaçlarda birbirinden farklı özellikler göstermesine neden olmaktadır. Bu nedenle kuzey yöne oranla daha olumlu koşullara sahip olan güney yönler yerleşmeler için daha fazla uygundur. Harita 4. Bilecik İli'nde yerleşmelerin bakıya göre dağılışı Tablo 7. Bilecik İli'nde bakı gruplarının alansal ve oransal dağılımı Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 103 Şekil 6. Bilecik İli'nde bakı gruplarının oransal dağılımı Bilecik İli'nde de toplam yerleşmelerin yarıya yakını (%47,7) kuzey yönünde bulunmaktadır. Bunu %37,5’lik oranla güney yönlü alanlar izlemektedir. İlde yerleşmelerin en fazla tercih ettiği yön olarak kuzey yönünün olması bu yöndeki arazilerin ilin %53,1’ini kaplamasından ileri gelmektedir. Güney yönünün kuzey yönünden bazı avantajları sebebiyle il genelinde güney yönlü alanların %31,1 olmasına rağmen güney yönünde kurulan yerleşmelerin oranı %37,5 ile güney yönlü alanlardan fazladır. Kuzey yönünü, güney yönünün takip etmesi bu kategorideki arazinin geniş alanlarda yayılış göstermesi ile alakalıdır. Düz alanlarda yerleşmelerin görülmüyor olması ise bu nitelikteki arazilerin il genelinde %0,1 ile yok denecek kadar az miktarda bulunmasından ileri gelmektedir. Batı (21 yerleşme) ve doğu (17 yerleşme) yönlerinde ise yaklaşık değerlerde yerleşme sayısı bulunmaktadır. Batı yönünde yerleşme oranı %8,2 iken, doğu yönü ise %6,6’lık oranla en az yerleşilmiş yöndür (Tablo 8, Şekil 7). Tunceli İli’nde olduğu gibi (Esen & Avcı; 2017: 387) Bilecik İli’nde de kuzey ve doğu yönlerinden gelen kuzey sektörlü rüzgarların etkisinden dolayı, ilde yerleşmeye uygunluk bakımından batı yönü doğu yönüne göre daha fazla tercih edilmektedir. Tablo 8. Bilecik İli'nde Yerleşmelerin Bakı Gruplarına Göre Dağılımı (2016) 104 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Şekil 7. Bilecik İli’nde yerleşmelerin bakı gruplarına göre oransal dağılımı SONUÇ Bilecik ili morfolojik görünüm bakımından farklı üniteleri barındırdığından kısa mesafelerde yükselti, eğim ve bakı şartlarında değişiklikler gözlenmektedir. Bu değişimin etkisi en çok yerleşmeler üzerinde olmuştur. Bilecik İli'nde, topografik faktörlerin etkisiyle yerleşmelerin dokusu, tipi ve sayısında farklılıklar görülmektedir. Bilecik İli'nde 59-250 m yükselti basamağı %7,8; 250-500 m % 17,6; 500750 m %22,6; 750-1000 m %30,3; 1000-1250 m %15,6; 1250-1500 m %4,7; 1500-1750 m %1,2; 1750-1869 m arasındaki yükseltiler % 0,2’lik alan kaplamaktadır. Yerleşmelerin en fazla olduğu yükselti basamağı 97 yerleşmeyle 750-1000 m yükselti basamağı iken, nüfusun en fazla bulunduğu yükselti kuşağı 95.875 kişilik nüfusla 500-750 m yükselti basamağıdır. En az yerleşme ve nüfusun bulunduğu yükselti kuşağı ise sadece bir yerleşme ve 28 nüfusla 1500-1750 m yükselti basamağı iken 1750 m’den yüksek alanlarda yerleşme ve nüfus bulunmamaktadır Yerleşmeler için en uygun eğim sınıfını oluşturan %0-10 arasındaki eğim grubu, il genelinde % 51,5’lik orana sahip olup, ildeki toplam yerleşme sayısının da %39,4’’ü bu eğim sınıfında yer almaktadır. Araştırma sahasında yerleşmeler % 42,2’lik oranla en fazla %10-20 arasında eğim değerleri olan sahalarda yer almaktadır. Bunun en önemli sebebi il genelinde ova alanlarının az olmasına karşılık, mevcut ovaların ya da düze yakın eğim değerlerine sahip alanların genel olarak tarımsal faaliyetler için kullanılmasıdır. Dolayısıyla yerleşmeler genel olarak tarım alanları dışında eğimi daha fazla alanlarda kurulmuştur. 1997 Köy Envanter Etüdüne göre Bilecik 249 köy yerleşmesinin bulunduğu ilde 249 köy yerleşmesinden 105’inin yamaçta kurulmuş olması ve günümüzde de bu köylerin mevcut kuruluş yerlerinde varlığını devam ettiriyor olması bunun önemli bir kanıtıdır. Beşeri ve İktisadi Coğrafya Çalışmaları 105 Bilecik İli’nde hakim bakı yönü (%53,1) kuzey yönüdür ve yerleşmelerin %47,7’si bu yönde bulunmaktadır. Fakat, güney yönü %31,1 alanına sahip olmasına rağmen yerleşmelerin %37,5’i güney yönlü alanların yerleşme yeri seçiminde avantajlara sahip olmasından dolayı (güneşlenme süresinden yararlanmak ve olumsuz hava şartlarından korunabilmek için) güney bakı yönünde kurulmuştur. Bu çalışmada Bilecik İli'nde topografik faktörlerin nüfus ve yerleşmelerin dağılışı üzerindeki etkisi tespit edilmiştir. Yerleşme ve nüfusun dağılış düzeni üzerinde topografik şartların yansıması açıkça görülmektedir. İlde topografik şartlara göre yerleşmelerin konumları ve tipleri değişmekte, nüfusun dağılışı farklılaşmaktadır. Topografik şartların yerleşme ile nüfusun nitelik ve niceliğinde oluşturduğu değişimin tespit edilmesi, ilde nüfusa yönelik eğilimlerde bilgi sağlayacaktır. Ayrıca, alanda insana yönelik yapılacak arazi yönetimi ve ekonomik kalkınma gibi plan ve projelerin uygulanabilirliğine katkı yapacaktır. KAYNAKÇA ALİAĞAOĞLU, A. & UĞUR, A. (2010). Şehir Coğrafyası, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. ANONİM, (2002). Bilecik 1997 Köy Envanteri, Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Yayın No: 2677, Ankara. ATALAY, İ. (2010). Uygulamalı Klimatoloji, İzmir: Meta Basım Matbaacılık Hizmetleri. ATASOY, A.& ÖZŞAHİN, E. (2013). Yükseltiye Bağlı Olarak Nüfus Değişir mi? Hatay Örneği, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 6 (26), s. 92-108. AVCI, V. (2017). Bingöl İli'nde Nüfus ve Yerleşmelerin Yükselti Basamaklarına Göre Dağılışı, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 7 (13), s. 201-222. BALCI AKOVA, S. (2009). Doğu Akdeniz Kıyılarında Nüfus, Çantay Kitabevi. İstanbul. BEER, ANNE R. (1996). Yerleşim Düzenlemesinde Çevre Planlaması, Çeviren: Yeşim Yüzüak, Bilimsel ve Teknik Yayınları Çeviri Vakfı. İstanbul. KILIÇ, T., & BAŞKAYA, Z. (2016). Bilecik İlinde Saya Yerleşmeleri. Electronic Turkish Studies, S. 11(18), s.113-134. BAŞKAYA, Z. (2017). Bilecik İlinin Rüzgar Enerjisi Potansiyeli ve Metristepe Rüzgar Enerjisi Santrali, The Journal of Akademic Social Science, S. 23, s. 253-276. DARKOT, B. & TUNCEL, M. (1981). Marmara Bölgesi Coğrafyası, İstanbul Üniversitesi Yayınları No:2510, Coğrafya Enstitüsü Yayınları No: 118, İstanbul. ESEN, F. & AVCI, V.(2017). Tunceli İli'nde Topoğrafik Faktörlere Göre (Yükselti, Eğim, Bakı) Yerleşmelerin ve Nüfusun Dağılışı Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10 (51), s. 376-389. GÜNER, İ. (2010). Nüfus Coğrafyası. Genel Beşerî ve Ekonomik Coğrafya, Editör: Cemalettin Şahin, Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayıncılık. 106 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI GÜNGÖR, Ş. & BOZYİĞİT, R. (2011). Gazipaşa İlçesi’nde (Antalya) Köy Yerleşmeleri, Marmara Coğrafya Dergisi, S. 23, s. 267-292. SAVVİDES, A., MİCHAEL, A., MALAKTOU, E. & PHİLOKYPROU, M. (2016). Examination and Assessment of Insolation Conditions of Streetscapes of Traditional Settlements in the Eastern Mediterranean Area, Habitat International, S. 53, s. 442-452. SERGÜN, Ü. (1977). Kocaeli Yarımadası Kır Sahasının Beşeri Coğrafya Açısından İncelenmesi, Doçentlik Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Beşeri ve İktisadi Coğrafya Kürsüsü, İstanbul. ÖZÇAĞLAR, A. (2011). Coğrafyaya Giriş, Gözden Geçirilmiş 6. Baskı. Ümit Ofset Matbaacılık. ÖZDEMİR, M. A. (1996). Türkiye’de Büyük Yerleşme Alanlarının Seçiminde Jeomorfolojik Esaslar, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 8 (2) s. 209-222. ÖZGÜR, E. M., (1990), Bilecik İli Coğrafyası, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Ankara. ÖZŞAHİN E. (2014). CBS Kullanılarak Şehir ve Jeomorfoloji Arasındaki İlişkinin İncelenmesi: Tekirdağ Şehri Örneği, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 6, s. 93-122. TAŞ, B. & YAKAR, M. (2009). Afyonkarahisar İlinde Yerleşmelerin Yükselti Basamaklarına Göre Dağılışı, Coğrafi Bilimler Dergisi, S. 7 (2), s. 145-161. TUNÇDİLEK, N. (1985). Türkiye’de Relief Şekilleri ve Arazi Kullanımı. İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü, Yayın No:3. İstanbul. YALÇINLAR, İ. (1967). Türkiye’deki Bazı Şehirlerin Kuruluş ve Gelişmelerinde Jeomorfolojik Temeller, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, S.8 (17), s. 53-66. Psikoloji Çalışmaları Psikoloji Çalışmaları 109 ÇOCUK CİNSEL İSTİSMARINI ÖNLEMEDE OKUL TEMELLİ CİNSEL EĞİTİMİN ROLÜ VE ÖNEMİ THE ROLE AND IMPORTANCE OF SCHOOL BASED SEXUAL EDUCATION IN PREVENTING CHILD SEXUAL ABUSE Eda ERMAĞAN ÇAĞLAR1 ÖZET Çocuğa yönelik cinsel istismar, yarattığı bireysel ve toplumsal sonuçlar bağlamında önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısa ve uzun vadeli sonuçları bağlamında çocuğun zarar görmesine neden olan çocuk cinsel istismarında, ön görülen sonuçlar sadece çocuğu değil, aileyi ve toplumdaki diğer sistemleri de olumsuz etkilemektedir. Bunun beraberinde, çocuk cinsel istismarını uygulayan grup için belirli ve net bir şey söylemek de mümkün değildir. Genellikle çocuğun yakın çevresinden olabildiği gibi tanımadığı bir yetişkin de çocuğu istismar edebilir. Ayrıca, cinsel istismarın uygulanışı her zaman fiziksel bulguların elde edilmesine olanak tanımamaktadır. Teşhircilik, pornografik görüntülere maruz bırakma gibi fiziksel temas içermeyen yaklaşımlar da çocuğa yönelik cinsel istismar olarak kabul edilmektedir. Bütün bu etkenler sonucunda ise, çocuk cinsel istismarını belirlemek ve tanılamak zorlaşabilmektedir. Bu nedenle, çocuk cinsel istismarını önlemeye ilişkin bilimsel çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Cinsel istismar ortaya çıkmadan önce engellemek ya da istismar uygulandıktan sonra çocuğun uğradığı zararı en az indirmek amacıyla neler yapılabileceğini konu alan önleme programları oluşturulmaya başlanmıştır. Çocuğun farkındalık kazanmasını, ailenin ve toplumun bilinçlenmesini amaçlayan önleme çalışmaları arasında en sistematik uygulamaların ise okul temelli önleme programları olduğu anlaşılmıştır. Söz konusu bağlamda, bu çalışmayla çocuk cinsel istismarını önlemede okul temelli cinsel eğitimin önemine dikkat çekilmesi amaçlanmaktadır. Anahtar Kelimeler: çocuk cinsel istismarı, önleme programları, cinsel eğitim ABSTRACT Sexual abuse towards the child presents itself as an important problem in the context of the individual and social consequences that it creates. Child sexual abuse, which causes the child to be harmed in the context of its short and longterm consequences, the anticipated outcomes not only affect the child, but also the family and other systems in society. Along with this, it is not possible to say anything definite and clear about the group that abuses children sexually. While it is usually an adult from the close circle of the child, an adult who is unknown to the child can also sexually abuse a child. Furthermore, the application of sexual abuse does not always allow the physical evidence to be obtained. Approaches that do not involve physical contact, such as exhibitionism, and exposure to pornographic 1 Dr, Milli Eğitim Bakanlığı Beşiktaş Bilim ve Sanat Merkezi, ermagan.eda@gmail.com images are also considered sexual abuse against the child.As a result of all factors, it can be difficult to identify and recognize child sexual abuse. For this reason, scientific studies on preventing child sexual abuse gainsin importance. Prevention programme have begun to be established to prevent sexual abuse before it occurs, or about what can be done to minimize the amount of harm the child has suffered after exploitation. Among the prevention studies aimed at raising awareness of the child, consciousness of the family and the society, it has become evident that the most systematic applications are school-based prevention programme. In this context, this study is aimed at emphasizing the importance of school based sexual education in preventing child sexual abuse. Keywords: child sexual abuse, prevention programme, sexual education GİRİŞ Çocukluk çağı travmaları içinde çocuk istismarı yinelenebilirliği ve çocuğa genellikle en yakınları tarafından yapılıyor olması nedeniyle tanımlanması ve tedavi edilmesi en zor olan travma şeklidir (Johnson, 2000). Bunun beraberinde, çocuk cinsel istismarı çocuk istismarı türleri arasında saptanması en zor olan ve çoğunlukla bildirilme oranı en düşük olan istismar türüdür. Kısa ve uzun dönemli sonuçları açısından bakıldığında ise ciddiyet arz eden bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar karşılaştırılması zor olsa da çocuk cinsel istismarının gerek fiziksel hırpalanmayı gerek psikoduygusal zararı barındırması nedeniyle diğer istismar türlerine göre daha ciddi bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca tek bir durum ya da kesime bağlanamayan, karmaşık nedenleri olan ve travmatik sonuçlar doğuran; tıbbi, hukuki, gelişimsel ve psiko-sosyal olmak üzere farklı alanların da işbirliğine ihtiyaç duyulan kapsamlı bir sorundur (Kara ve ark., 2004). Cinsel istismarın tanımlarına baktığımızda ise, göze çarpan kavram “cinsel doyum” olmaktadır. Çocuk cinsel istismarı, bir erişkinin bir çocuğu, kendi cinsel uyarılması için kullanması olarak nitelendirilebilir. Cinsel doygunluğa ulaşmak amacıyla çocuğun amaç ve araç olarak kullanılması çocuğun cinsel olarak istismar edildiği anlamına gelmektedir. Geniş tanımda ise, çocuk cinsel istismarı, çocuğun bir yetişkin tarafından cinsel uyarı ve doyum için kullanılması, fuhuşa zorlanması, pornografi ve benzeri diğer suçlarda cinsel obje olarak kullanılmasıdır (Polat, 2000, Nurcombe, 2000; Akt.:Ovayolu ve ark., 2007). İstismarın söz konusu olabilmesi için sadece dokunma, genital bölgelerin doğrudan veya giysi üzerinden okşanması, genital organlarına herhangi bir cismin sokulması, cinsel birleşme, tecavüz gibi fiziksel bir davranış olması Psikoloji Çalışmaları 111 gerekmemektedir ve mutlaka şiddet olmak zorunda değildir. Teşhircilik, çocuğun erişkin cinsel aktivitesine veya pornografik görüntülere maruz bırakılması, röntgencilik, cinsel içerikli konuşmalar gibi cinsel uyarıyı ve doyumu hedef alan her türlü eylem; çocuğun fuhuş ya da pornografik görüntüler sağlamak amacıyla cinsel sömürüsü de çocuk cinsel istismarı olarak nitelendirilmektedir. Bu durumlarda çocuğun rızasının olup olmadığına bakılmaz, çünkü eylemin sorumluluğu yetişkine aittir. Bunun beraberinde, çalışma sonuçlarına göre cinsel istismara uğrayanların sadece %15’inin bildirildiği görülmektedir (İşeri, 2008). İstismarın fiziksel sonuçlarının olmadığı olgularda (dokunma, pornografik görüntü izletme, teşhircilik gibi) cinsel istismarın fark edilmemesi, istismarı uygulayan kişinin çocuğun yakın çevresinden birinin olması durumlarında olgunun bildirilmemesi nedenleriyle gerçek oranlara tam olarak ulaşılamamaktadır. Bu da, çocuk cinsel istismar olgularına dair gerçek istatistiksel verilere ulaşmayı engellemektedir. Buna karşın, konuya ilişkin yapılmış diğer çalışmalara baktığımızda çocuklara yönelik cinsel istismarın yaygınlığının %10-40 arasında olduğu göze çarpmaktadır (Gorey, 1997; Renteria, 2005; Akt.:Öztop, Özcan, 2010). Ülkemizde ise, yeterli kaynaklara ulaşılamamakla birlikte, 2000 yılında Polat’ın yapmış olduğu çalışmaya göre bu oran %9-18 olarak tahmin edilmektedir. Türkiye Adli Sicil ve Genel İstatistik Müdürlüğü’nün istatistiklerine göre 2006 yılı içerisinde çocuk cinsel istismarına ilişkin olarak 2414 dava dosyası açılmıştır (Öztop, Özcan, 2010). Çocuk Cinsel İstismarının Sonuçları Çocuklarda cinsel istismar önemli bir halk sağlığı sorunudur ve gerek kısa dönemde gerekse uzun dönemde birçok olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Uzun dönemde gözlenen olumsuz sonuçlar için ise tek bir sendromdan söz etmek olası değildir ve cinsel istismar bir grup bozukluk için risk etmeni olarak kabul edilmektedir. Kaygı bozuklukları cinsel istismara uğrayan çocuklarda kısa süre içinde ortaya çıkabilmektedir. Uyku bozuklukları, kabuslar, fobiler, psikosomatik yakınmalar ve korku tepkileri, yüksek kaygı düzeyi, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ikincil enürezis ve enkoprezis cinsel istismar kurbanlarında sıklıkla gözlenen durumlardır (Eliot, Peterson, 1993). Ayrıca, cinsel istismara uğramış çocuklarda davranışsal olarak öfke tepkileri, zayıf dürtü kontrolü, karşı olma, karşı gelme bozukluğu da gözlenebilmektedir. Cinsel istismar geçmişi olan çocuklarda özellikle yüksek oranda depresyon gözlenmekte ve çocuğun benlik saygısında ciddi hasarlar meydana gelebilmektedir. İntihar düşünceleri ve girişimlerine de sıkça rastlanmaktadır. Ayrıca, disosiyasyon, ruhsal travmaya karşı ilkel bir 112 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI savunma olarak kabul edilmektedir. İstismarın erken döneminde, amnezi ve benzeri durumlar gözlenebilmektedir.” Yapılan çalışmalar erişkin yaşta başlayan majör depresyonun çocuklukta meydana gelen cinsel istismarla ilişkisini ortaya koymaktadır (Weiss ve ark., 1999). Bunun beraberinde cinsel taciz öyküsü olan kadınlarda daha erken başlangıçlı cinsel yaşam, ergenlik çağında gebe kalma oranında artış, korunmasız cinsel ilişki ve cinsel yolla bulaşan hastalıkların görülme sıklığında artış olduğu saptanmıştır (Fergusson ve ark., 1997). Çocuk Cinsel İstismarını Önleme Çocuk cinsel istismarı toplumca kabul edilmesi zor olan bir konudur ve ne yazık ki bundan ötürü ortaya çıkarılması da oldukça zordur. Bunun beraberinde istismarcı grup için belirli ve net bir şey söylemek de mümkün değildir. Çocuklara yönelik cinsel istismar birçok kişi tarafından uygulanabilir; anne, baba, üvey anne veya üvey baba, kardeş, akraba gibi çocuğun yakınlarından olabileceği gibi yabancı kişiler de olabilmektedir (Topçu, 2009). Diğer bir zorlayıcı nokta ise tanılamadır. Cinsel istismarın tanılanmasında fizik muayene önemli bir rol oynamaktadır. Ancak, istismar olgusu her zaman şiddetli fiziksel temas içermeyebilir; olay okşama veya oral temas şeklinde olabilir veya herhangi bir fiziksel temas uygulanmadan gerçekleşmiş olabilir (Karan, 2001). Bu noktada fizik muayene de tek başına nadiren tanı koydurucu olabilmektedir (Giardino ve Finkel, 2005). Ayrıca, vakanın bildirilmesi ve gerekli yerlere başvurulması kadar, vaka gerçekleştikten sonraki müdahale sürecinde tanı koymanın dahi sancılı olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, çocuk cinsel istismarının ehemmiyeti karşısında en önemli hareket noktasının önleme çalışmaları olduğu görülmektedir. Önleme çalışmalarındaki temel amaç, olayın gerçekleşmesini ve zararın ortaya çıkmasını engellemek veya bireyin göreceği zararı minimum düzeyde tutmaktır. Bu amaç doğrultusunda yapılan çalışmalar bilgilendirme, tutum ve davranış değişikliği yaratma ve/veya sosyal becerilerin gelişimini sağlamak yönünde olmaktadır. Çocuk cinsel istismarına yönelik olarak yapılan önleme çalışmalarına baktığımızda ise çalışmaların birincil, ikincil ve üçüncül düzeyde çalışmalar olarak ayrıldığını görmekteyiz. Birincil düzey önleme çalışmaları özellikle okullarda yürütülmektedir. Çocukların istismara maruz kalma olasılıklarına karşın bilgilendirilmelerini; Psikoloji Çalışmaları 113 konu hakkında bilgi ve beceri açısından yeterlilik kazanmalarını içermektedir (Çeçen, 2007). İkincil düzey çalışmalar toplumsal bazda yapılan çalışmalardır. Cinsel istismar açısından risk faktörlerinin ve risk altındaki grupların belirlenmesi, cinsel olarak istismar edilen çocuğun sistem içerisinde yaşadığı güçlük ve stres kaynaklarının giderilmesi, güvenliğinin sağlanması, çocuğun korunması ve güçlendirilmesi için gereksinim duyulan yasal ve sosyal düzenlemeleri kapsayan çalışmalar ikincil düzey çalışmalar kapsamında yer almaktadır (Çeçen, 2007). Bu düzeydeki çalışmalar bir bakıma kamuoyu oluşturmaya, toplumsal farkındalık yaratmaya yönelik çalışmalardır. Üçüncül düzey çalışmalar ise istismar olgusunun gerçekleşmesinden sonraki çalışmalardır. Cinsel olarak istismar edilen çocukta ortaya çıkabilecek kısa ve uzun süreli etkilerin azaltılmasına yöneliktir (Çeçen, 2007). Daha çok klinik düzeyde iyileştirici çalışmaları içermektedir. Çocuğun yaşadığı mağduriyetten minimum zararla kurtulmasını amaçlamaktadır. Diğer birçok risk olgusunda olduğu gibi çocuk cinsel istismarı alanında da birincil düzey önleme çalışmaları önem arz etmektedir. Cinsel istismar vakalarında, gerek kısa dönemli gerek uzun dönemli sonuçları bağlamında çocuk hemen hemen bütün gelişim alanlarında ciddi anlamda zarar görmektedir. Konuya sistemsel olarak baktığımızda istismarın sonucu olarak çocuğun cinsel ve beraberinde fiziksel, ruhsal ya da sosyal açıdan zarar görmesi, sağlık güvenliğinin tehlikeye girmesi nedeniyle yalnız çocuğu değil, aileleri, toplumu, sosyal kuruluşları, yasal sistemleri, eğitim sistemini ve iş alanlarını da etkilediğini görebilmekteyiz (Taner ve Bahar, 2004; Akduman ve ark., 2005; Ovayolu ve ark., 2007). Bu gerçeklik bile çocuğa yönelik cinsel istismarın bireysel ve aynı zamanda toplumsal bir sorun olarak ele alınmasını; bu alanda en uygun ve etkili birincil önleme çalışmalarına ağırlık verilmesini gerekli kılmaktadır. Yurt dışında yürütülen birçok birincil önleme programı, okul temelli önleme programı olarak tercih edilmektedir. Okul temelli önleme programları çocuğun yanı sıra aile ve öğretmenleri çalışmalara katabilme olanağı vermekte; bu gruplara ulaşabilmenin en kısa ve kolay yolunu sunmaktadır (Linney, 1989, Rispens ve ark., 1997, Faggiano ve ark., 2008). Geniş kitlelere ulaşabilme imkanı tanımasının beraberinde hedef kitleye yönelik yapılacak çalışmaların sistematik olmasına da olanak tanımaktadır. Önleme çalışmalarında süreklilik sağlanamadığı taktirde başarısızlık kaçınılmaz olmaktadır. Anlık etkinlikler ve kampanyalar başarılı olamamaktadır. Kültürel faktörlerin göz önünde bulundurulması ve 114 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI kültüre uygun mesajların seçilmesi de önleme çalışmalarında önemlidir. Bu açıdan ele aldığımızda da okul sistemi en uygun destek mekanizması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şekilde, okullar kültürel şekillenmeyi sağlayabilecek; aileler ve okullarda öğretmenlerin eğitim programlarına dahil edilmesiyle süreklilik korunabilecektir. Ayrıca, yapılan çalışmalar erken çocukluk döneminde alınan cinsel eğitimin cinsel istismara uğrama olasılığını eğitim almayan kesimle karşılaştırıldığında yarı oranında düşürdüğüne dikkat çekerek (Gibson, Leitenberg, 2000) okul temelli çalışmaların işlerliğine dair düşünceyi desteklemektedir. Genel olarak, çocuklara yönelik hazırlanan önleme programları incelendiğinde ise şu belirgin temalara yer verilmektedir ve programlar bu temalar üzerinden şekillenmektedir (Taal, Edelaar, 1997). • İstismar riski içeren durumların belirlenmesi • Durum karşısında uygun, koruyucu tepkilerin verilmesi • İstismara maruz kalındıysa güvenilir bir yetişkine durumun anlatılması Bu özellikleri içeren ve çocuklara yönelik olarak hazırlanmış programlara “Feeling Yes Feeling No” (Hazzard, Kleemeier&Webb, 1990) ve “Child Assault Prevention Project” (Binder, McNiel, 1987) örnek olarak gösterilebilir. Bu iki programdan yola çıkarak cinsel istismara dair riskli durumlarda çocuğun kullanabileceği kendini koruma becerilerini geliştirmek amacıyla oluşturulmuş olan “Right to Security” adlı önleme programı da benzer özellikleri taşıyan diğer bir programdır (Taal, Edelaar, 1997). “Child Assault Prevention Program”ın değerlendirme sonuçlarına bakıldığında, çalışmanın çocukların konuya ilişkin bilgilerinde 8-9 yaş grubunda %48’ten %59’a; 11-12 yaş grubunda %55’ten %68’e artış olduğu görülmüştür (Krivascka, 1992). Önleme programlarındaki diğer önemli nokta ise koruyucu becerilerdir. Bu beceriler kapsamında kişinin durumun onun kontrolü altında olduğu duygusunu içeren koruyucu belirtilere yer verilir (Taal, Edelaar, 1997). Bu, karşıdaki kişinin cinsel menfaatlerinden kendisini koruyabilmesi ve kişinin davranışı karşısında karşıya tepki gösterebilmesi açısından önem arz etmektedir. Belirtilen temalar üzerinden şekillenen ve kazandırılacak becerilerin bu doğrultuda belirlendiği önleme programlarının etkili olduğu söylenebilmektedir (Hazzard, Kleemeier&Webb, 1990, Krivascka, 1992, Van Ham, Vos, 1993). Psikoloji Çalışmaları Okul Temelli Cinsel Önlenmesindeki Rolü Eğitim ve Cinsel 115 İstismarın Sağlıkla ilgili davranışlar ve tutumlar yaşamın ilk yıllarında oluştuğu için çocukluk dönemlerinde verilecek eğitmler kritik bir öneme sahiptir (Faggiano ve ark., 2008). Çocuk cinsel istismarındaki artış ve halen belirgin önleme ve müdahale stratejilerinin olmayışı okullarda verilmesi gerekli olan cinsel eğitimi daha da önemli kılmaktadır. Öğretmenlerin okul ortamında çocukları gözlemleme, mevcut davranışları ile geçmiş davranışlarını karşılaştırma ve davranışlarda meydana gelen değişimleri akranlarıyla karşılaştırma imkanları bulunmaktadır. Bunun beraberinde, çocukların gün içindeki zamanlarının büyük bir kısmını okulda geçirdiği göz önünde bulunulursa öğretmenlerin çocuk istismarının fark edilmesi ve önlenmesinde önemli bir konuma sahip olduğu kaçınılmaz olmaktadır (Baginsky, 2003). Çocuk cinsel istismarı konusunda artan toplumsal farkındalık ise özellikle Kuzey Amerika ülkelerinde cinsel istismarın önlenmesine yönelik programların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır (Boles, 2003). Küçük yaşlardan başlayarak uygulanan programlarda bireylerin cinsel istismara karşı uyanık, bilinçli ve donanımlı olmalarının sağlanması hedeflenmektedir. Özellikle gelişmiş ülkelerde cinsel istismardan korunabilmeleri ile ilgili olarak farklı isimler altında (örn; kişisel güvenlik ya da iyi dokunuş kötü dokunuş gibi eğitim programları) okul temelli beceri eğitimi programları uygulanmaktadır (Çeçen, 2007). Özellikle cinsiyet ve cinsel kimlik hakkında yeterli bilgiye sahip olmama, cinsel yaklaşımların anlamlarını doğru şekilde algılayamama, farklı tipte dokunmalar arasında ayırım yapamama gibi nedenler ve istismarı ifade etme becerilerinden yoksun olma çocukların cinsel istismara maruz kalmalarına neden olmaktadır (Topçu, 2009). Bu nedenlerden ötürü, okul temelli cinsel istismardan korunma programları ve cinsel eğitimler pek çok farklı şekilde düzenlenmesine ve uygulanmasına karşın hemen hemen tamamında ortak olan temalar bu yöndedir. Bu temalar; uygun olmayan yetişkin davranışı, yetişkin tarafından herhangi bir şey vaat edildiğinde ya da hediye verilmek istediğinde direnç gösterme, ortamdan çabucak ayrılabilme ve olayı güven duyduğu birine söyleme, olayı gizlememe ya da saklamamaktır (Conte, Rosen ve Saperstein, 1986, Akt:Çeçen, 2007). Okul Temelli Cinsel İstismarı Önleme Programları Cinsel istismar vakalarında dört temel tepki söz konusudur. Problem çözme, durumdan/çatışmadan kaçınma, durumla mücadele etme, karşı koymaya çalışma ve soruna boyun eğme görülen tepkilerdir (Taal, Edelaar, 1997). Durumdan kaçınma, çocuğun istismarcıdan hızla ya da gizlice 116 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI kaçması anlamına gelmektedir. İstismarcıyla mücadelede, çocuğun vurma, ısırma, tekmeleme, yumruklama gibi fiziksel olarak verdiği tepkiler söz konusudur. Duruma boyun eğme ise çocuğun karşıdaki kişiye müsamaha göstermesi ve ayn zamanda cinsel isteklerini karşılamasıdır. Bunlar arasında boyun eğme stratejisi dışındakiler doğrudan ya da dolaylı olarak çocuğun durumu reddetmesi, karşı koyması vardır. Ancak çocuğun karşı koyabilmesinin beraberinde güvenliğinin sağlanmış olması da önemli bir noktadır. Örneğin, karşı koymak doğrudan bir reddetme davranışıdır, buna karşın istismarcının fiziksel olarak çocuğa üstünlük kurması ve zarar vermesi de olasıdır. Önleme eğitim ve programları tek bir amaçtan daha geniş kapsamlı programlara kadar çeşitlilik göstermektedir. Programlarda özellikle öğrencilerin sosyal becerilerinin zenginleştirilmesi amaçlanmaktadır. Fakat pek çok program bilgi alışverişi üzerine yoğunlaşırken cinsel yaşam konusunda olumlu davranış geliştirmeyi gözardı etmektedir (Whitehouse ve McCabe, 1997). Genel çerçeveden baktığımızda ise amaçları şu şekilde belirtebiliriz (Krivacska, 1992): 1. Herhangi bir cinsel çatışmada çocuğun kontrol duygusunu güçlendirmek. 2. Çocuğun bağımlı olduğu veya karşısındakiyle bir bağının olduğu durumlarda dahi problem çözme ve kaçınma gibi ret etme becerilerini geliştirmek. 3. Güvenli korumanın mümkün olduğu konusunda çocuğun inancını korumak. Programların amaçlarına ulaşılmasında ve işlerlik kazanabilmesindeki diğer etken nokta ise anne ve babalardır. Cinsel eğitime, önleme programlarına ve etkilerine yönelik olarak da tartışmaların birçoğu cinsel eğitimdeki birincil sorumluluğun anne ve babaya ait olduğuna dikkat çekmektedir (Acer, 2005). Anne ve babanın konu hakkındaki farkındalığı ve cinsel eğitim sürecinin temel bir parçası olmaları cinsellikle ilgili konuları çocuklarıyla daha gerçekçi ve rahatsızlık hissedilmeden tartışmalarına olanak sağlayacaktır (Acer, 2005). Böylelikle olası bir istismar olgusuna karşı çocuğun ve ailenin farkındalığını arttıracak ve/veya istismar gerçekleşmişse çocuğun gizlemesine engel olacak, paylaşımına olanak tanıyacak; çocuk ifadelendiremeyecek olsa da ailenin işaretleri yakalamasına yardımcı olacaktır. Anne ve babanın okul bünyesinde gerçekleştirilen cinsel eğitim ve önleme programlarını desteklemesi de ayrıca önem taşımaktadır. Anne ve babaların okullarda uygulanan cinsel eğitim programlarını desteklemeleri neticesinde okul ve aile arasında işbirliği kurulabilecek ve bu da programın niteliğini daha da arttıracaktır. Psikoloji Çalışmaları 117 Okul Temelli Cinsel Eğitimin Yararları21 Cinsel eğitimin bireysel ve toplumsal pek çok yararı olduğu göz ardı edilmemelidir (Çalışandemir, Bencik ve Artan 2008). Bunlardan bazıları: • Cinsel eğitim sayesinde çocuk kendi bedenine ve karşı cinsin bedenine saygı duymayı öğrenir. Bu durum çocuğun ileriki yaşantısında kendi cinsiyetindekilerle ve karşı cinsten kişilerle sağlıklı, düzeyli ilişkiler kurmasına neden olur. • Çocuğun kendi bedenini ve özelliklerini tanıması, kendine güvenini arttıran bir özelliktir. • Cinsel gelişim ile ilgili bilgileri erken yaştan itibaren alan ve bu anlamda sağlam temeller oluşturan kişi, bedenine karşı sorumluluklarını bilir. • Cinsel eğitimi aşama aşama ve yaşına uygun olarak alan birey sonraki yaşamında karşı cinsle kurduğu ilişkilerde dengeli olur (Tuzcuoğlu, Tuzcuoğlu, 2004). • Çocuğa verilen doğru bilgiler sayesinde çocuklar kendilerine güven konusunda daha başarılıdırlar. Bu duygu sayesinde girişkenlikleri artar, daha kolay ilişkiler kurabilirler ve daha başarılı olabilirler. • Ergenlik döneminde bedensel değişiklikler konusunda bilgilendirilen çocuklar farklılaşmalarını daha çabuk kabullenirler, değişim karşısındaki endişeleri ve kontrolsüzlük duyguları azalır. • Doğru bilgilerle donanmış kişi, cinsellik hakkında duyduğu yanlış bilgileri kolaylıkla reddeder. • Bilgili kişiler arkadaşlarının uygunsuz teklif ve baskılarına direnmekte daha başarılıdırlar (Taşçı, 2003). Ayrıca çocuklar cinsel istismara karşı koyabilme konusunda da bilgilendirildiklerinde birçok istismar olayı önlenecektir (Çokar ve Ortaylı, 2003). Her ne kadar erken dönem cinsel eğitim ve önleme programlarının uygun olup olmadığında dair şüpheler söz konusu olsa da yapılan birçok araştırma çalışmaların olumlu sonuçlar verdiği yönündedir. “Child Assault Prevention Program”ın değerlendirme sonuçlarına bakıldığında, çalışmanın çocukların konuya ilişkin bilgilerinde 8-9 yaş grubunda %48’ten %59’a; 1112 yaş grubunda %55’ten %68’e artış olduğu görülmüştür (Krivascka, 1992). Bunun beraberinde, Rispens ve arkadaşlarının 1997’de yapmış oldukları 2 Bu bölüm Çalışandemir, Bencik ve Artan (2008)’ın çalışmasından alınmıştır. 118 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI çalışmanın sonuçlarına göre eğitimlerin etkililik düzeylerinin çocuğun yaşıyla ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır. 6 yaş öncesinde eğitim alan çocukların daha sonraki yaşlarda eğitim alan çocuklara oranla eğitim ve programlardan daha çok yararlandıkları tespit edilmiştir (Rispens ve ark., 1997). Cinsel eğitimlerde ve önleme programlarında cinsel istismara ilişkin kavramlara dair bilgilendirme ve kendini koruma becerilerinin geliştirilmesine yer verilmesinin bu çalışmaların amacına ulaşmasında uygunluk sağladığı belirtilmektedir (Rispens ve ark., 1997). Yapılan araştırmalar ve incelemeler sonucunda ülkemizde cinsel eğitimin hak ettiği yere kavuştuğu söylenemez. Oysa çocuğun kendisini, kişiliğini, duygularını, bedenini, karşısındaki insanları tanıması, sevmesi ve saygı duymasından başlayarak sayısız yararları olacağı göz ardı edilmemelidir. Bu noktada, cinsel eğitimin sağlanması sonucunda elde edilecek kazanımlar hem bireysel hemde toplumsal bazda olacaktır. SONUÇ Çocuk cinsel istismarının önemli bir halk sağlığı sorunu olduğu göz ardı edilmemeli ve uzun dönemde bir grup psikiyatrik bozukluk için risk etmeni olduğunun altı çizilmelidir. Bu noktada cinsel istismarı ortadan kaldırmanın en etkin yolu oluşmasını önlemektir. Bu nedenle, önlemeye yönelik programların geliştirilmesini sağlamak önemlidir. Çocuklara yönelik bu programlar, olası istismar durumlarını tanımalarını, uygun bir yolla tepki göstermelerini ve böyle bir durumda güvendikleri bir erişkine olayı anlatmalarını hedeflemelidir. Konuya ilişkin gerekli bilgilerin elde edilmesi ve koruyucu etmenlerin belirlenmesi sonrasında önleme çalışmalarına ağırlık vermek her zaman için çok daha büyük önem taşımaktadır. Özellikle birincil önleme çalışmaları olmak üzere birincil ve ikincil önleme düzeyinde yer alan çalışma ve programlara yaygınlık ve işlerlik kazandırılması önemli görülmektedir. Erken çocukluk dönemindeki çocuklara ve ailelerine ulaşım imkanı veren okullarda yürütülecek programların ayrıca bir önem taşıdığı düşünülmektedir. Okullar yoluyla daha geniş kitlelere, daha kısa sürelerde ve sistematik bir biçimde ulaşılabilmektedir. Bu nedenlerden ötürü, konunun ehemmiyeti karşısında gelişmiş ülkelerde önleme çalışmaları kapsamında yer alan cinsel eğitim derslerine müfredatlarda yer verilmektedir. Ancak göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. Çocuğa sağlanacak olan eğitimin amacı farkındalık kazanmasına yönelik olarak bilgi ve beceri kazandırmak olmalıdır. Çocukta kaygı ve korku oluşturacak, yanlış ve olumsuz bir cinsellik algısına sebebiyet verecek şekilde olmamalıdır. Psikoloji Çalışmaları 119 Toplumsal açıdan bakıldığında ise istismar olgularının gizli kalmaması, uygun kuruluşlara bildirimi, tedavi ve rehabilitasyonu çok önemlidir. İstismar olgularının bildirimine imkan sağlayacak toplumsal farkındalığın sağlanması, yasal düzenlemelerin yapılmış olması ve bunlara işlerlik kazandıracak sosyal servislerin kurulması da ayrıca önem kazanmaktadır. Çünkü bu imkanlar sağlandığında; 1. Bireyler etiketlenme, dışlanma korkusu yaşamadan yasal ve sosyal yardım talep edebileceklerdir. 2. Yasal düzenlemelerin netlemiş olması hukuki yollara başvurmalarında cesaretlendirici olacaktır. 3. Sosyal servislerin varlığı hem olgunun bildirilmesi ve hukuki süreçte hem de rehabilite sürecinde bireylere destek olacak, yalnız olmadıklarını görmelerine imkan sağlayacaktır. 4. Olguların bildirilmesindeki artışın sağlanması, istismar vakalarını gerçekleştiren kişiler için bir nevi denetim mekanizması, eylemlerine dair bir dış kontrol gücü olabilecektir. Sonuç olarak, cinsel istismarı önleme programlarının programların ortak bir amacı olmasına karşılık, en uygun yaklaşıma dair tek bir anlayış yoktur. Buna karşılık, konunun ehemmiyeti noktasında okullarda erken yaş döneminde başlayan cinsel eğitim uygulamaları, hatta bu eğitimlere müfredatlarda yer vererek sistematikleştirilmesi gerekli görülmektedir. Okullardaki eğitim ve önleme programlarına ailelerin dahil edilmesi çalışmaların niteliğini arttırmada olmazsa olmaz bir unsurken eğitimcilere ve çocuk bakım elemanlarına yönelik eğitimlerin de olması; diğer kurum ve kuruluşlarla iş birliğinin kurulması programların işlerliği açısından uygun olacaktır. KAYNAKLAR Acer, D. (2005). Okulda cinsel eğitim. Türk HIV AIDS Dergisi, 8(4): 130-134. Akduman, G.G., Ruban, C., Akduman, B. ve Korkusuz, İ. (2005). Çocuk ve cinsel istismar. Adli Psikiyatri Dergisi, 3(1):9–14. Baginsky, M. (2003). Newly qualified teachers and child protection: A survey of their views, training and experiences. Child Abuse Review, 12, 119–127. Bangert-Drowns, R.L. (1988). The effect of school-based substance abuse education-a meta analysis. Journal of Drug Education, 18(3):243-263. Binder, R.L., & McNiel, D.E. (1987). Evaluation of a school-based sexual abuse prevention program: Cognitive and emotional effects. Child Abuse & Neglect, 11:497-506. Bolen, R.M. (2003). Child sexual abuse: Prevention or promotion? Social Work, 48(2), 174-185. 120 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Conte,J., Rosen, C., Saperstein L., ve Shermack (1985). An evaluation of a program to prevent the sexual victimization of young children. Child Abuse & Neglect, 9,319-328. Çalışandemir, F., Bencik, S., Artan, İ. (2008). Çocukların cinsel eğitimi: Geçmişten günümüze bir bakış. Eğitim ve Bilim, 33(150): 14-27. Çeçen, A.R. (2007). Çocuk cinsel istismarı: Sıklığı, etkileri ve okul temelli önleme yolları. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 4(1):1-17. Eliot, A.J., Peterson, L.W. (1993). Maternal sexual abuse of male children. When to suspect and how to uncover it. Postgrad Med., 94:169-172. Faggiano, F., Vigna-Taglianti, F.D., Versino, E. ve ark. (2008). School-based prevention for illicit drug use: A systematic review. Preventive Medicine, 46:385-396. Fergusson, D.M., Horwood, L.J., Lynskey, M.T. (1997). Childhood sexual abuse, adolescent sexual behaviors and sexual revictimization. Child Abuse&Neglect, 21:789-803. Gibson, L. ve Leitenberg, H. (2000). Child sexual abuse prevention programs: Do they decrease the occurance of child sexual abuse? Child Abuse and Neglect, 24, (9), 1115-1125. Hafner, D. (2007). Çocuğunuzun Gelişen Cinselliği (Çev.: B. Küçükbakkal). İstanbul: Optimist Yayınları .” Hazzard, A.P., Kleemeier, C.P., & Webb, C. (1990). Teacher versus expert presentations of sexual abuse prevention programs. Joumul of Interpersonal Violence, 5:23-36. İşeri, E. (2008). Cinsel istismar. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Temel Kitabı. Ankara: Hekimler Yayın Birliği, 470–477. Johnson, C.F. (2000). Abuse and neglect of children. In: Behrman RE, Kliegman RM, Arvin AM (eds). Nelson Textbook of Pediatrics (16th ed). Philadelphia: WB Saunders, 110-114. Kara, B., Biçer, Ü. ve Gökalp, A. (2004). Çocuk İstismarı. Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Dergisi, 47(2): 140-151. Krivacska, J.J. (1992). Evaluation of the project “prevention sexual child abuse.” In B. Rossen & J. Schuijer (Eds.), The sexual danger for children. Myths and facts (pp. 304-322) Amsterdam: Swets & Zeitlinger. Linney, J.A. (1989). Optimizing research strategies in the schools. In L. A. Bond & B. E. Compass (Eds.). Primary prevention and promotion in the schools (pp. 50-70). Newbury Park, CA: Sage. Nurcombe, B. (2000). Child sexual abuse I: Psychopathology. J Psychiatry, 34(1): 85-91. Ovayolu, N., Uçan, Ö. ve Serindağ, S. (2007). Çocuklarda cinsel istismar ve etkileri. Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, 2(4): 13-22. Psikoloji Çalışmaları 121 Öztop, D.B., Özcan, Ö.Ö. (2010). Cinsel istismar vakalarının sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi. Yeni Symposium, 48(4):270-276. Polat, O. (2000). Çocuk istismarı. İstanbul: Adlî Tıp Dergisi Yayınevi, Yayın No: 290(2): 207–231. Renteria, S.C. (2005). Sexual abuse of female children and adolescents-detection, examination and primary-care. Ther Umsch; 62: 230–237. Rispens, J., Aleman, A., Goudena, P.P. (1997). Prevention of child sexual abuse victimization: A meta-analysis of school programs. Child Abuse&Neglect, 21(10):975-987. Sürücü, S.M. (2009). 11-17 yaş orta düzeyde zihin engelli kız ergenlerin temel cinsel bilgi ve cinsel istismarı algılamalarının belirlenmesi. Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Özel Eğitim Anabilim Dalı Zihinsel Engelliler Öğretmenliği Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi. Taal, M., Edelaar, M. (1997). Positive and negative effects of a child sexual abuse prevention program. Child Abuse&Neglect, 21(4):399-410. Taner, Y. ve Bahar, G. (2004). Çocuk istismarı ve ihmali, psikiyatrik yönleri. Hacettepe Tıp Dergisi, 35: 82-85. Topçu, S. (2009). Cinsel İstismar. Ankara: Phoenix Yayınevi. Weiss, E.L., Longhurst, J.G., Mazure, C.M. (1999). Childhood sexual abuse as a risk factor for depression in women: psychosocial and neurobiological correlates. American Journal of Psychiatry, 156:816-828. Yohalem, L.M.A., (1995). Why Do People With Mental Retardation Need Sexuality Education? Associate Director Education, Planned Parenthood Of Greater Northern New Jersey. SIECUS REPORT. 23 (4) Psikoloji Çalışmaları 123 DENEYSEL BİR ŞİZOFRENİ MODELİ OLARAK SUBKRONİK KETAMİN UYGULAMASININ EMOSYONEL VE BİLİŞSEL DAVRANIŞLAR ÜZERİNE ETKİLERİ THE EFFECTS OF SUBCHRONIC KETAMINE APPLICATION ON EMOTIONAL AND COGNITIVE BEHAVIORS AS AN EXPERIMENTAL SCHIZOPHRENIC MODEL Temel Alper KARSLI1 ÖZET Şizofreni birtakım bilişsel ve emosyonel işlev kayıplarıyla kendini gösteren ve kötü prognozlu bir psikopatoloji tablosu olarak betimlenebilir (Reed & Squire; 1997, Salamé v.d.; 1998). Son yıllarda yapılan araştırmalar şizofrenide görülen bazı bilişsel sorunların hastalığın bir sonucu değil nedeni olabileceği yönünde kanıtlar sunmuşlardır. Günümüze kadar bir şizofreni hastasında endotipik olarak görülen nöropsikolojik profilin altında yatan mekanizmayı açıklamak için çeşitli hipotezler ortaya atılmıştır. Bu bağlamda kullanıldığı insan ve hayvan çalışmalarında çeşitli şizofreni-benzeri semptomlara yol açtığı gösterilmiş bir NMDA antagonisti olan ketaminin sistemik olarak uygulanmasının kapsamlı bir şizofreni modeli oluşturmak için uygun bir zemin oluşturduğu öne sürülmektedir. Zira, son yıllarda yapılan çalışmalar şizofreni hastalarının mekansal ve mekansal çalışma hafızası işlevlerinde görülen çeşitli bozuklukların da şizofreni etyolojisi bağlamında oldukça önemli, hatta endotipik, özellikler olduğu yönünde bulgular sunmuştur (Goldman-Rakic; 1994, Glahn v.d.; 2003). Bu yöndeki bulgular göz önünde alındığında şizofreniyi modellediğini iddia eden herhangi bir deneysel uygulamanın seçici dikkat işlevlerinin yanı sıra şizofrenide mekansal ve mekansal çalışma hafızasında görülen bozulmaları da demonstre etmesinin gerekli olduğu görülmektedir. Anahtar Kelimeler: Şizofreni, çalışma hafızası, yüzme testi, Morris Su Labirenti ABSTRACT Schizophrenia can be described as a psychopathology with bad prognostic chart that manifests itself in a number of cognitive and emotional dysfunctions (Reed & Squire, 1997, Salamé et al., 1998). Recent research has provided evidence that some cognitive problems seen in schizophrenia may not be a result of the disease. Several hypotheses have been put forward to explain the underlying mechanism of the neuropsychological profile endotemically seen in a schizophrenic patient as well as the sun. In this context, it is suggested that the systemic administration of ketamine, an NMDA antagonist that has been shown to cause various schizophrenia-like symptoms in human and animal studies used, provides a suitable basis for a 1 Dr. Öğr. Üyesi, Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü, alperkarsli@ bartin.edu.tr 124 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI comprehensive model of schizophrenia. Recent studies have shown that various disorders of schizophrenia’s spatial and spatial memory functions are important, even endotypical, features in the context of schizophrenia etiology (GoldmanRakic, 1994, Glahn et al., 2003). In view of these findings, it is seen that any experimental application that claims to model schizophrenia should demonstrate the disturbances seen in the spatial and spatial memory of schizophrenia, as well as selective attention functions Keywords: Schizophrenia, working memory, swimming test, Morris Water Maze GİRİŞ Şizofreni birtakım bilişsel ve emosyonel işlev kayıplarıyla kendini gösteren ve kötü prognozlu bir psikopatoloji tablosu olarak betimlenebilir (Reed & Squire; 1997, Salamé v.d.; 1998). Son yıllarda yapılan araştırmalar şizofrenide görülen bazı bilişsel sorunların hastalığın bir sonucu değil nedeni olabileceği yönünde kanıtlar sunmuşlardır. Günümüze kadar bir şizofreni hastasında endotipik olarak görülen nöropsikolojik profilin altında yatan mekanizmayı açıklamak için çeşitli hipotezler ortaya atılmıştır. Bu hipotezler arasında 1950’li yıllarda ortaya atılan ve 1980’li yıllardan itibaren kabul görmeye başlayan psikotik bozuklukların altında NMDAglutamerjik hipofonksiyonun yattığı görüşü en kapsamlı açıklamayı getiren yaklaşım olmuştur (Olney & Farber; 1995, Gouchan v.d; 1998, Newcomer v.d.; 1999, Becker v.d.; 2003). Bu bağlamda kullanıldığı insan ve hayvan çalışmalarında çeşitli şizofreni-benzeri semptomlara yol açtığı gösterilmiş bir NMDA antagonisti olan ketaminin sistemik olarak uygulanmasının kapsamlı bir şizofreni modeli oluşturmak için uygun bir zemin oluşturduğu öne sürülmektedir. Literatüre baktığımızda şizofreni araştırmalarında en sık biçimde kullanılmış olan iki davranış modelinin latent ihhibisyon ve pre-puls ihhibisyon olduğunu görüyoruz, ki bu modellerin başlıca amacı bir insan ya da hayvanın sensori-motor kapılama işlevindeki olası bozulmaları yansıtmak olarak nitelendirilebilir (Vaitl v.d. ;2002 ,Becker v.d.; 2003). Başka bir ifadeyle uzunca bir süredir kullanılmakta olan şizofreni modelleri şizofreni hastalarında görülen seçici dikkat ve uyaran filtrelemesi ile ilgili sorunlara odaklanmıştır. Ancak, son yıllarda yapılan çalışmalar şizofreni hastalarının mekansal ve mekansal çalışma hafızası işlevlerinde görülen çeşitli bozuklukların da şizofreni etyolojisi bağlamında oldukça önemli, hatta endotipik, özellikler olduğu yönünde bulgular sunmuştur (Goldman-Rakic; 1994, Glahn v.d.; 2003). Bu yöndeki bulgular göz önünde alındığında şizofreniyi modellediğini iddia eden herhangi bir deneysel uygulamanın seçici dikkat işlevlerinin yanı sıra şizofrenide mekansal ve mekansal çalışma hafızasında görülen bozulmaları da demonstre etmesinin gerekli olduğu görülmektedir. Psikoloji Çalışmaları 125 Şizofreni ve Şizofreninin Etyolojisi Şizofreni, genel olarak, giderek ağırlaşan sanrılar, düşünce bozuklukları ve dezorganize davranışlar gibi çeşitli semptomlar ile kendini belli eden bir hastalık tablosu olarak tarif edilebilmektedir (Carter, vd.; 1994, Adler v.d.; 1999). Literatürde, şizofreni ilk kez bir hastalık olarak 1865’te Morel tarafından genel anlamda tanımlanmış ve 1870’lerde ise Kahlbaum tarafından katotoni ve heberfreni tabloları olmak üzere iki ayrı hastalık olarak ele alınmıştır. Kraeplin ise bu tanıma paranoid demans ve “erken bunama” (dementia preacox) olarak adlandırdığı iki ayrı sınıflandırma biçimi eklemiştir. Bu dönemde “şizofreni” spesifik ölçütlere dayalı bir ayrım veya genel bir etyolojik model(ler) gözetilmeden tüm akıl hastalıklarını kapsayan genel bir tabiri olarak kullanılmıştır. “Şizofreni” kelimesini yukarıda belirtilen semptomlar bütününü tanımlamak için ilk defa Bleuler 1911 yılında kullanmıştır. Bleuler’e göre psikoz bireyin toplum içindeki varlığının/işlevinin bozulmaya başlamasıyla karakterize olan bir hastalık iken Freud şizofreniyi, veya genel olarak psikozu, ego ile dış dünya arasındaki şiddetli bir çatışma hali olarak ele almıştır. Günümüzde şizofreni kavramını, etyolojik anlamda, diğer psikozlardan ayıran çok net bir sınır sözkonusu değildir. Pozitif semptomlar sanrılar, halüsinasyonlar, düşünce ve muhakeme bozuklukları ve dikkat problemleri biçiminde karakterizedirler ve dopamin reseptörleri üzerinden işlediği kabul edilen tipik antipsikotiklerle yapılan tedaviye olumlu yanıt verirler (Gouchan v.d.; 1998, Olney, Newcomer & Farber; 1999). Buna karşılık negatif semptomlar ise duygusal küntlük, motivasyonel problemler, emosyonelsosyal geri çekilme, aloji ve anhedoni ile karakterize olurlar ve pozitif semptomların aksine tipik antipsikotiklerle yapılan tedaviye direnç gösterirler (Krystal v.d; 1994, Lahti v.d.; 1995, Bakshi & Geyer; 1995, Shiigi ve Casey; 1999). Literatürde negatif semptomların frontal korteks ile ilgili işlevsel bozukluklarla bağıntılı olduğu ifade edilmektedir (Vollenweider v.d.; 1997, Jentsch v.d.; 1997, Duncan v.d.; 1998, Ahn v.d.; 2003). Son yıllarda yapılan çalışmalar bu görüşü destekler mahiyettedir; çalışmaların sonuçları negatif semptomlar ile hipofrontalite ve göreve özgü/duyarlı (task-sensitive) bazı frontal lob problemlerinin bağlantılı olduğuna işaret etmektedir (Park ve Holzman; 1995, Spindler v.d.; 1997, Glahh v.d.; 2003). Şizofreninin, kültürden bağımsız olarak, tüm toplumlarda özellikle 1630 yaşları arasında başladığı bilinmektedir. Yetişkinlik döneminde de görülmekle birlikte şizofreninin 35 yaştan sonra nadir olarak görülmekte, 40’lı yaşlardan sonra ise bu oran iyice azalmaktadır. Yine çok nadir olarak görülmekle birlikte çocukluk döneminde de başlayabilmektedir. Şizofreni araştırmaları hastaların yaklaşık %30’luk bir kısmının yaşamları boyunca tek bir şizofreni dönemi geçirdiğini, diğer bir %30’luk dilimin ise şizofreni dönemleri arasında normal yaşamlarına devam edebildiklerini fakat 126 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI yine yaklaşık %30’luk bir dilimin ise yaşamlarının tamamını hastalığın belirtileriyle geçirmek zorunda olduğunu ortaya koymuştur (Krystal v.d.; 1994). Hepsi için ortak olan iki nokta ise hastalık dönemlerinde sağlıklı oldukları döneme göre belirgin işlevsel sorunlar yaşamaları ve içinde bulundukları yaşam koşulları daha stresli bir hale geldikçe belirtilerin daha da şiddetlenmesidir(Glahn, 2003). Şizofrenide spesifik nöropatolojik ve etyolojik süreçlerin saptanmasının ne denli karmaşık bir iş olduğu son zamanlarda anlaşılmaya başlamıştır. Bu hastalığın heterojen yapısının kendini hayli değişik biçimlerde göstermesi (tedaviye verilen yanıt ve hastalığın seyri vb.) şizofreniye dair teorik modellerin oluşturulmasını oldukça güçleştirmektedir (Olney & Farber; 1995, Newcomer v.d.; 1999, Adler v.d.; 1999). Şizofren bireylerde gözlemlenen bu çeşitliliğin farklı patofizyolojik mekanizmaların oluşumuna yol açan çoklu etyolojik faktörlere bağlı olabileceği öne sürülmekte olduğu gibi tüm bunların kendini bireylerin doğuştan gelen bünye farklılıklarına bağlı olarak belirginleşen genel bir etyopatolojik sürecin sonucu 8 olabileceği de düşünülmektedir (Olney & Farber; 1995, Farber v.d.; 1995, Karayiorgou & Gogos; 1997). Şizofreniye özgü çeşitli patofizyolojik süreçleri belirlemekteki birtakım zorluklara ve belirsizliklere karşın bazı tutarlı klinik gözlemler ampirik yöntemlerle test edilebilecek modelleri kurmanın yollarına işaret etmektedir (Newcomer v.d; 1999). Öncelikle sağlıklı bireylere devamlı biçimde psikostimülan verilmesi ile psikotik semptomlar elde edilebilmektedir (Gouchan v.d.; 1998). İkinci olarak ise şizofreni hastalarının önemli bir kısmı normal bireylerde psikotik semptomlara yol açmayacak dozda bir psikostimulan verilmesine, dopaminerjik sistemde bir aşırı duyarlılık haline işaret eder bir biçimde, semptomların şiddetlenmesi ile yanıt vermektedir (Malhotra v.d.; 1997). Üçüncü bir gözlem ise NMDA reseptör antagonistlerinin sağlıklı bireylerde de şizofreni benzeri semptomlara yol açması ve hastalığı kontrol altına alınmış olan şizofrenik bireylerde ise semptomların yeniden canlanmasına neden olmasıdır (Ahn v.d.; 2003). Dördüncü gözlem ise bu şekilde elde edilen şizofreni semptomlarının ortaya çıkışının predispozisyonel bireylerde yaşamlarının doğal seyri içinde ortaya çıkabilen şizofreni hastalığı gibi belirli gelişimsel dönemlere denk gelmesidir (Farber v.d.; 1995, Glahn v.d.; 2003). Bu bağlamdaki beşinci bir gözlem ise, şizofreni hastalarında hastalığın boylamsal düzlemde zamansal sınırlamaları olmakla birlikte kendini pozitif ve negatif semptomlar ve çeşitli bilişsel bozulmalarla belli eden ilerleyici karakterdeki bozulmaların ortaya çıkışıdır (Salame v.d.; 1997). Belirtilen çerçevedeki altıncı bir gözlem ise stres faktörünün hastalığı başlatıcı veya semptomları geri getirici bir rol oynayabileceğidir (Olney, vd.; 1997). Psikoloji Çalışmaları 127 Şizofreninin Etyolojisine İlişkin Başlıca Hipotezler Nörogelişimsel Hipotez Şizofreninin patogenetiğinin altında çeşitli nörogelişimsel faktörler yattığı kabul edilmektedir. Bu kabul ile hastalığa özgü çevresel ya da genetik çeşitli patojenik süreçlerin hastalığın dışarıdan gözlenebilen bir biçimde kendini göstermesinden önce var olduğu ve hatta doğum öncesi ya da doğumdan hemen 9 sonraki dönemlerde ortaya çıkabileceklerine işaret edilmektedir (Cannon v.d.; 1998). Psikiyatri literatüründeki evlat edinme vak’aları ve ikizlerle yapılan çalışmalara bakıldığında hastalığın genetik bir bileşeninin olduğu yönünde kuvvetli bulgular olduğu görülmektedir, yine de tek yumurta ikizlerinden birinin şizofren olduğu durumda dahi diğer ikizin aynı hastalığa yakalanma riskinin ancak %30-50 arasında değiştiği göz önünde bulundurmalıdır (Karayiorgou & Gogos; 1997). Bu durum bariz bir biçimde hastalığın ortaya çıkışını etkileyen çeşitli epigenetik ve/veya çevresel etkenler olabileceğine dikkat çekmektedir. Doğum öncesideki çeşitli viral enfeksiyonlar veya oto-immün sistemden kaynaklanan çeşitli etkiler, beslenme yetersizliği, pre-natal dönemdeki komplikasyonlar birbirinden bağımsız ya da birarada olarak genetik yatkınlığı etkileyebilecek çevresel ve epigenetik etkenler arasında sayılabilirler. Literatürde nörogelişimsel hipotezi destekleyen pek çok veri mevcuttur. Şizofren bireyler üzerinde yapılan otopsi çalışmalarında beynin hamilelik dönemi boyuna gelişmeye devam eden çeşitli bölgelerindeki hücrelerde belirgin yapısal anormaliler saptanmıştır (Gouchan v.d.; 1998). Ayrıca, pek çok hastanın premorbid raporları hastalık öncesi dönemde de bu bireylerde çeşitli sosyal, motor ve bilişsel işlev bozuklukları olduğuna işaret etmektedir (Glahn v.d.; 2003). Hastalığın ortaya çıkışını izleyen dönemde, bu döneme spesifik olduğu saptanan, herhangi bir nörodejenerasyona rastlanılmaması da sinir sisteminin gelişim sürecinde oluşmuş olan patofizyolojik süreçlerin şizofreni semptomlarının öncülü olduğunun bir kanıtıdır. Dopamin Hipotezi ve Sınırlamaları Her ne kadar sinir sisteminin gelişimini etkileyen ilgili çeşitli süreçler bireyleri şizofreniye predispozisyonel bir hale getirse de hastalığın “asıl” başlangıcının ve seyrinin dopamin ile bağıntılı spesifik bazı nörokimyasal süreçlerin bozulmasıyla karakterize olduğu gösterilmiştir (Williams & Goldman-Rakic; 1995). İlk bakışta bu çok doğru bir ifade gibi görünse de dopamin (DA) hipotezi hastalık sürecini bütünüyle açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu hipotezin ilk defa ortaya 10 atıldığı dönemlerde tipik antipsikotik ilaçların terapötik dozları ile D2 reseptörlerine bağlanma sıklığı arasında gözlemlenen yüksek korelasyon önemli empirik dayanak idi. Güncellenmiş versiyonunda ise DA hipotezi ortabeyindeki ventral tegmental alanda yer alan (VTA) dopaminerjik hücrelerdeki aşırı 128 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI faaliyetin psikotik semptomların oluşumunda birincil rolü oynadığını öne sürmektedir (Kegeles v.d.; 2000). Öte yandan, mezokortikal DA nöronlarının frontokortikal bölgelerdeki sonlanmalarında aşırı faaliyetin ise umarsızlık, apati, mantık yürütmede güçlük (aloji) ve asosyallik gibi “negatif ” semptomlardan sorumlu olduğu öne sürülmektedir (Joyce; 1993, Lubow & De La; 2002). DA hipotezinin öne sürdüğü DA ile bağıntılı tüm bu nörokimyasal dinamiklere karşın bu hipotezin yanıtlamakta yetersiz kaldığı bazı belirgin noktalar vardır. Öncelikle, iddia edildiği tarzda bir dopaminerjik faaliyet artışı tutarlı bir biçimde gösterilmiş değildir (Olney,vd.; 1999). Ayrıca, fMRI gibi fonksiyonel görüntüleme çalışmalarında antipsikotiklere yanıt veren ve vermeyen hastaların D2 reseptör yoğunlukları arasında bir fark da saptanamamıştır, örneğin klozapin gibi son derece etkili olan bazı atipik antipsikotiklerin D2 reseptörlerine bağlanma düzeyi oldukça düşüktür (Tsai; 1995, Vollenweider v.d.; 1997, Breier v.d.; 1998). Glutamaterjik Sistemin Hipofonksiyonu Teorisi NMDA reseptör antagonistlerinin insanlarda şizofreni benzeri bir psikoz hali yarattığı 1950’lerde fenisiklidin (PCP) verilen denekler üzerinde yapılan ilk gözlemlerden bu yana biliniyor olmasına ve bu yöndeki gözlemlerin PCP psikozunu şizofreni araştırmaları için ilginç bir model olarak literatüre kazandırmış olmasına rağmen NMDA-glutamat reseptörlerinin şizofreninin altında yatan temel mekanizmalardan biri olabileceği ancak 30 yıl sonra Lodge ve arkadaşlarının NMDAglutamat reseptörlerinin blokajının PCP’nin bozucu etkilerinin altında yatan 11 neden olduğunu gösteren güçlü kanıtlar sunmasından sonra düşünülmüştür (Olney & Farber; 1995). NMDA reseptörlerinin bloke edilmesinin en belirgin sonuçlarından biri glutamat ve asetilkolinin fazla miktarda salgılanmaya başlamasıdır (Farber,vd.;1997, Ikonomidou; 1999). Bu uyarıcı nörotransmiterlerin aşırı salgılanmasının bir sonucu olarak da post-sinaptik nöronlarda meydana gelen aşırı uyarılmanın NMDA-reseptörlerinin hipofonksiyonu sonucunda ortaya çıkan bilişsel ve davranışsal problemlerin altında yatan süreç olduğu iddia edilmektedir (Krystal v.d.; 1994). NMDA reseptörlerinin hipofonksiyonu gerek genetik ve gerekse çevresel etkenlerle yaşamın erken yıllarında oluşabilir ve daha sonraki yıllarda, özellikle yetişkinlik ve genç yetişkinlik dönemlerinde, psikozu başlatacak gerekli şartların uyarmasıyla yerleşmiş olan bu mekanizma harekete geçebilir (Olney & Farber; 1995, Newcomer v.d.; 1999). NMDA reseptör antagonistlerinin yol açtığı psikoz halinin şizofreni hastalığının yarattığı psikoz tablosuna ne ölçüde benzediği tartışılagelmiş ise de NMDA reseptör antagonistlerinin yarattığı psikoz halinin teşhis koymak anlamında “gerçek” şizofreni halinden ayırt edilmesinin oldukça zor olduğu konusunda pek çok araştırmacı hemfikirdir (Gouchan v.d.; 1998, Psikoloji Çalışmaları 129 Northoff v.d.; 2004). NMDA reseptör antagonistlerinin bazıları mk-801 gibi yarışmacı (competative) bir mekanizma yoluyla NMDA reseptörlerini iyon kanalının dışındaki glutamat tanıma bölgesinde bloke ederken ketamin gibi diğerleri ise yarışmacı olmayan (noncompetative) bir mekanizma yoluyla iyon kanalının içinde aynı işlevi görerek hipoglutamaterjik bir duruma yol açmaktadırlar (Sakimura v.d.; 1995, Shiigi & Casey; 1999). Şizofrenide, DA sistemindeki bozulmaya ilaveten NMDA reseptörlerindeki bir faaliyet azalmasına, yani glutamerjik hipofonksiyona, işaret eden kuvvetli deliller mevcuttur (Moghaddam v.d.; 1997). Bu konudaki ilk klinik çalışmalarda PCP gibi NMDA antagonistlerinin şizofreni benzeri çeşitli davranışsal ve bilişsel problemlere yol açtığı gözlemlenmiştir; bu yöndeki bulgular şizofreninin altında yatan önemli faktörlerden birinin de NMDA hipofonksiyonu olabileceği yönünde ilk ışığı 12 yakmıştır (Olney &Farber; 1998). Nitekim, PCP ve, daha sonra, ketamin gibi NMDA antagonistleri kullanılarak yapılan çalışmalar subanestetik dozda verilen ketaminin sağlıklı bireylerde şizofreniye özgü pozitif ve negatif semptomların yanı sıra psikotiklerde görülen bilişsel bozulmalara da yol açtığını göstermişlerdir (Lahti; 1995, Breier v.d.; 1998, Northoff v.d.; 2004). Ayrıca, ketaminin şizofreni hastalarının semptomlarını şiddetlendirdiği ve hastalığın aktif olduğu dönemlerde yaşananlara çok benzeyen halüsinasyon ve delüzyonlara yol açtığı bilinmektedir (Krystal v.d.; 1994, Malhotra v.d..; 1996). Farmakolojik açıdan ele alındığında, NMDA antagonistlerinin yukarıda anahatlarıyla belirtilen psikomimetik etkilerinin NMDA reseptörlerine bağlanma oranlarıyla açıklanabileceği görülmektedir. Örneğin yapılan bir çalışmada ketaminin NMDA reseptörlerine σ-opiat reseptörlerine bağlandığından 10 kat daha kuvvetli bağlandığı gösterilmiştir, bu oran µ-opiat reseptörleriyle karşılaştırıldığında ise 5 misli olmaktadır (Duncan v.d.; 1999). Ayrıca, özellikle ketaminin monoamin taşıyıcı moleküllerinin zayıf bir inhibitörü olduğu ve asetilkolinestrazı da zayıf bir biçimde inhibe ettiği bilinmektedir (Duncan v.d.; 1997). Ketaminin psikomimetik etkileri nörogelişimsel süreçle birarada ele alındığı ve şizofreninin ortaya çıktığı kritik gelişimsel dönemler hatırlandığı zaman ortaya ilginç bir kesişim çıkmaktadır; ketaminin psikomimetik etkileri çocuklarda elde edilememektedir, yalnızca şizofreni semptomlarının ilk defa görülmeye başladığı geçergenlik ve yetişkinlik döneminden itibaren elde edilebilmektedir (Olney &Farber; 1995). Ayrıca, ilginç bir biçimde, temel dinamikleri bilinmemekle birlikte, ketamin başta olmak üzere NMDA antagonistlerinin nörotoksik etkileri için de benzer bir durum söz konusudur (Elison; 1994). Tüm bu bulgular dikkate alındığında şizofreni etyolojisine dair çeşitli açıklama girişimleri içinde en kapsamlısının hipoglutamaterjik fonksiyon teorisi olduğu görülmektedir. 130 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI NMDA- DA Etkileşimi NMDA ve dopamin sistemlerinin birbirleriyle yakından bağlantılı olduğu ve etkileşim içersinde çalıştıkları yönünde kuvvetli bulgular vardır. Dopaminerjik işleyişe yapılan antagonistik müdaheleler NMDA antagonistlerine bağlı olarak ortaya çıkan davranışsal faaliyetleri azaltmaktadır (Hamamura v.d.; 1993). NMDA antagonistlerinin sistemik olarak verilmesinden sonra nukleus akumbens ve medyal prefrontal kortekste dopamin üretimi ve salıverilmesi artmaktadır (Moghaddam v.d.; 1997, Williams ve Goldman-Rakic; 1998). NMDA antagonistleri verildikten sonra mezolimbik ve mezokortikal dopaminerjik sistemlerde dopamin salgılanmasında artış görülmekle birlikte aynı sıçanların kaudat ve putamen bölgelerinde herhangi bir katekolamin değişimi meydana gelmemektedir (Kegeles v.d.; 2000). İnsanlarda intraperitional (i.p) olarak ketamin verildikten sonra striatumdaki dopamin salgılanmasında artış olduğu gözlemlenmiştir (Jentsch v.d.; 1997, Duncan v.d.; 1998). In vivo mikrodiyaliz ve PET çalışmalarıyla paralel bir biçimde sistemik olarak verilen NMDA antogonistlerinin ortabeyindeki dopaminerjik ateşlemeyi arttırdığı da bilinmektedir (Vollenweider v.d.; 1997). Ketaminle elde edilen bu sonuçları destekleyici bulgular PCP’nin sistemik olarak enjekte edildiği 7-14 gün boyunca NMDA-DA etkişileşimi üzerine çalışmalardan gelmektedir; 7-14 gün boyunca sistemik olarak verilen PCP’nin hayvanların prefrontal kortektslerindekli dopamin miktarını azalttığı bulunmuştur (Shiigi &Casey; 1999). Maymunlarda bu etki, özellikle NMDA antagonistlerinin yol açtığı bilişsel sorunlarla bağıntılı olduğu düşünülen, dorsolateral prefrontal korteks ve prelimbik kortekse spesifiktir (Jentsch; 1997). Tüm bu bulgular birlikte ele alındığında NMDA hipofonksiyonunun, şizofrenide yaygın bir biçimde görüldüğü üzere, prefrontal dopaminerjik aktivitede değişimlere yol açabileceği görülmektedir. NMDA Antagonistleri ve Görüntüleme Çalışmaları Ketamin ve diğer NMDA antagonistlerinin fonksiyonel etkileri nispeten iyi anlaşılmış olmasına rağmen beyin fonksiyonları üzerine olan etkileri, özellikle de subanestetik dozlarda nasıl bir etkiye yol açtıkları, hakkında çok az şey bilinmektedir. Bu konuda yapılan çalışmalar oldukça karmaşık bir takım etkilere dikkat çekmektedir; sistemik olarak enjekte edilen ketamin neokorteks ve talamustaki nöral ateşlemeleri bastırmaktadır, öte yandan hipokampusteki nöronların ateşleme düzeyinde ise artışa yol açmaktadır (Duncan v.d.; 1999). Diğer bazı çalışmalarda ise bu bölgelerin yanı sıra amigdala ve hipokampuste ketamin verilmesinden sonra ortaya çıkan epileptik nöbet benzeri tepkiler gözlemlenmiştir (Liu & Moghaddam; 1995, Tso v.d.; 2004). 14 c-2-deoksiglukoz yöntemiyle yapılan ölçümler anestetik dozdaki ketamin uygulamalarının hipokampus Psikoloji Çalışmaları 131 ve entorinal korteksteki alım miktarını arttırırken medyal genikulat, inferyör kolikulus ve frontokortikal alanlarda azalttığını göstermektedir (Lahti; 1995, Duncan,vd.; 1998). Bu açıdan ele alınca sistemik ketamin uygulamalarının hem uyarıcı hem de ketleyici faaliyetlere yol açabildiğini görülmektedir. Psikomimetik etkilere yol açtığı bilinen subanestetik dozda verilen ketaminin ise medyal frontal, ventrolateral/ orbital singulat ve retrosplanyel korteks gibi limbik korteks alanlarında belirgin bir biçimde etkili olduğu gözlemlenmiştir (Duncan v.d.; 1999, Tamminga v.d.; 2000). Ayrıca, subanestetik miktarda verilen ketaminin hipokampal formasyonun dentat girus, stratum lakunosum molekülare ve presubikulum kısımlarında, talamik çekirdekler ve bazolateral amigdaladaki benzer bir, faaliyet artışına yol açtığı gösterilmiştir (Duncan v.d.; 1998). Hayvan çalışmalarından elde edilen bu verilerle insanlardan elde edilen bulgular paralellik göstermektedirler; subanestetik dozda verilen ketamin anteryor singulat korteksteki kan akışını hızlandırmakta ve şizofreni semptomları ile bağıntılı bir biçimde prefrontal korteks ve anteryor singulat kortekste 18F-flurodeoksiglukoz alımı artmaktadır (Breier; 1997, Northoff v.d.; 2004). Bu bulgular bize aynı zamanda 15 ketamine bağlı olarak ortaya çıkan ve/veya kuvvetlenen şizofreni belirtilerinin nöroanatomik temeli hakkında da fikir vermektedir. 1.4. NMDA Antagonizmi ve Psikoz: İnhibisyon ve Nörodejenerasyon Artmış olan glutamat ve asetilkolin (ACH) senteziyle karakterize olan hipoNMDA halinin bu artışın süresinin uzunluğuna bağlı olarak belirli postsinaptik nöronlarda geçici veya kalıcı bazı morfolojik değişimlere yol açtığı gözlemlenmiştir (İkonomidou v.d.; 1999). Bulgular NMDA reseptörünün hipofonksiyonu halinin uzamasının pek çok limbik korteks bölgesinde kalıcı hasarlara yol açtığını göstermektedir. Kısa süren hipo-NMDA hali özellikle posteryor singulat ve retrosplanyel korteks bölgesindeki nöronların sitoplazmik organellerinde geri dönüşü olan bir “iç boşalması” hali başlatırken bu hipo-NMDA halinin uzun sürmesi durumunda ise kalıcı hasarlar ve nöron kayıpları meydana gelmektedir (Horvath v.d.; 1998, İkonomidou v.d.; 1999). Aşırı uyarılma sonucu zarar gören bu nöronların bir süre sonra hasara uğrayan nöronun konumuna bağlı olarak psikoz semptomlarının başlamasına yol açtıkları düşünülebilir. Deneyler, antipsikotiklerin yanı sıra GABA agonistleri, muskarinik asetilkolin agonistleri, NMDA üzerinden işlemeyen glutamat agonistleri, α-2 adrenerjik agonistler, 5-HT2a agonistleri de NMDA reseptör antagonistlerinin yol açtığı hipofonksiyon halinin beyine verdiği hasara neden olan mekanizmanın işleyişini durdurabildiğini göstermektedir (Hodges v.d.; 1995, Farber v.d.; 1998). Bu yöndeki bulgular, nörotoksik süreci idare eden nörokimyasal devre hakkında fikir vermektedir. NMDA reseptör hipofonksiyonuna bağlı olarak oluşan psikozun farmakolojisi üzerine yapılan çalışmalar önemli bir noktaya işaret etmektedir; glutamat yalnızca bir uyarıcı transmiter olarak değil fakat aynı zamanda inhibisyon 132 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI düzeyinin önemli bir düzenleyicisi olarak da işlev görmektedir (Tso v.d.; 2004). Glutamat bu işlevini serebrokortikal ve limbik bölgelerdeki primer nöronlara, bu bölgede biraraya gelerek inerve eden ana uyarıcı yolların (hem glutamerjik hem de kolinerjik) faaliyetini inhibe etmek üzere gabaerjik, serotonerjik ve noradrenerjik nöronlar üzerindeki NMDA reseptörlerini tonik olarak aktive etmek suretiyle görmektedir (Duncan v.d.; 1999). Kendine geribildirimde bulunan bir gabaerjik nöronun üzerinde bulunan NMDA reseptörüne inhibitör bir kollateral göndererek kendi ateşlemelerini düzenlemektedirler ve tüm şebekeyi kapsayacak bir biçimde NMDA reseptörleri bloke olduğunda ya da hasarlandığında bu durum inhibisyondan kurtulan ana uyarıcı yolların primer limbik korteks nöronlarını aşırı uyarmasına neden olan bir disinhibisyon sendromuyla sonuçlanmaktadır (Duncan v.d.; 1998, Olney; 1999). Yapısı ve sonuçları bakımından “tükenmişlik sendromu” olarak da değerlendirilebilecek bu durumun uzun bir süre boyunca devam etmesi ise şizofreni etyolojisi açısından kritik bölgelerde bulunan nöronların ağır hasar alması ve/ veya ölümüyle sonuçlanmaktadır. Bir bakıma kortikolimbik devrelerdeki düzensiz faaliyetlerin sonucu olarak zihinsel işlevlerde bozulmanın ortaya çıkması biçiminde özetlenebilecek bu süreç şizofrenide gittikçe daha da ağırlaşan negatif belirtilerin altında yatan dinamiği açıklamak adına verimli bir model teşkil etmektedir. NMDA reseptörlerinin hipofonksiyonunun hem NMDA reseptörlerinin hem de muskarinik kolinerjik reseptörlerin, çoğu kez birlikte, işlev kaybına uğraması ve bu her iki sistemin de hafıza işlevinin yürütülmesiyle ilişkili olmasından dolayı (Coyle v.d.; 1996) şizofreninin ilk safhalarında ortaya çıkan bilişsel bozuklukları olduğu kadar NMDA antagonistlerinin yol açtığı hafıza problemlerinin mekanizmasını da anlamaya başlayabiliriz: Primer nöronlara sürekli olarak gelmekte 17 olan uyarıcı girdiler yeterince uzun bir süre boyunca devam ederse bu durum primer nöronların önce hasar görmesi ve daha sonra da ölmesiyle sonuçlanabilir, ki bunun bir sonucu da primer nöronların diğer nöronlara uyarım göndermesinin kesilmesidir. Son aşamada ortaya çıkan tablo ise şizofreni hastalarında görüldüğü biçimde gittikçe kötüleşen bir dağılma durumu, tedaviye direnç gösteren negatif semptomlar ve ilerleme gösteren bilişsel bozukluklardır. Şizofrenide Bilişsel ve Emosyonel Sorunlar Modern deneysel ve klinik psikoloji yaklaşımlarında birey bir bilgiişleme sistemi olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşıma göre birey içsel ya da dışsal çevreden gelen bilginin işlendiği, depolandığı ve gerektiğinde geri getirilmesi gibi işlevleri yerine getiren bir tür sistemdir (Gold & Weinberger; 1995, Frith; 1996). Bu sistemin olağan işleyişi çerçevesinde sisteme ulaşan uyaranlar duyusal bir iz bırakırlar; bu duyusal iz kısa süreli Psikoloji Çalışmaları 133 hafızada filtrelenerek gerekli bilgiler seçildikten sonra hafıza izi biçiminde saklanmak üzere uzun süreli hafızaya gönderilir (Bowen,vd.; 1995). İşleyişi ana hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan bilgi-işleme sistemine dayanan bilgi-işleme yaklaşımı depresyon ve şizofreni gibi çeşitli psikopatolojilerin daha kapsamlı bir biçimde anlaşılması ve yeni sağaltım yöntemlerinin geliştirilmesi adına verimli bir paradigma teşkil etmektedir. Şizofreninin temelde bir bilgi-işleme sorunu olduğu yönündeki görüşler ise aslında 20yy. başlarında, Bleuler ve Kreapelin’in bu yöndeki düşünceleri gibi, mevcutsa da güvenilir nitelik ve nicelikte nöropsikolojk ve nöro-görüntüleme çalışmalarının biriktiği 1980’li yıllara kadar geri planda kalmıştır (Morice & Delahunty; 1996). Son yıllarda yoğunlaşan araştırmalarla birlikte şizofreni hastalarında belirgin bir biçimde gözlemlenebilen bilişsel sorunların aslında hastalığın bir sonucu değil nedeni olabileceği yönündeki görüşler güçlenmiştir. 2.2. Şizofrenide Dikkat Sorunu Dikkat uyaranların filtrelenmesi süreci olarak tarif edilebilir (Brenner, Hodel ve Roder; 1992). Bir uyaran algı sistemine ulaştıktan sonra 150ms-2sn arasında değişebilen bir süre boyunca duyusal kayıt sistemince uyarının tipine ve ilgili reseptöre göre gerekli fiziksel özellikleri değerlendirilerek duyusal iz olarak saklanır ancak uyaranın fiziksel özelliklerinden bir adım öteye geçip ne olduğunun 19 algılanması uzun süreli hafıza ve duyusal kayıt sistemleri arasındaki eşgüdüme bağlıdır (Morice ve Delahunty; 1996, Guillerman v.d; 2001; Oranje v.d.; 2002). Bilgi-işleme sürecinde önemli bir işlev olan seçici dikkat ise hali hazırda duyusal kayıt sisteminde paralel işlemeye tabi tutulan uyaranlardan organizma için önemli olanlarının seçilip kısa süreli hafızaya aktarılmasını sağlar. Eğer uyaran ani ve şiddetli ise pasif dikkat, görevle ilgili ve belirli bir anlam taşıyor ise aktif dikkat yoluyla bu seçilme işlemi tamamlanır (Oranje v.d.; 2002). Şizofreni hastalarında belirgin dikkat sorunları olduğu daha 1913 yılında Kreapelin tarafından bildirilmiştir. Literatüre baktığımızda şizofreni hastalarının sayı dizilerini tekrarlama veya odaklanmış dikkati ölçtüğü kabul edilen dikotik dinleme testi gibi görevlerde normal bireylere kıyasla düşük bir performans sergiledikleri görülmektedir (Silverstein, Matteson ve Knight; 1996). Aynı şekilde sürekli dikkat gerektiren görevlerde ise normal bireylere göre çok daha fazla uyaranı kaçırmaktadırlar. Şizofreni hastalarında nesneleri olduğundan daha büyük ya da daha küçük algılamak gibi algısal sorunlar olduğu da göz önünde bulundurulduğunda şizofrenideki dikkat sorunlarının dikkat sürecinin duyusal kayıt ve filtreleme gibi erken safhalarından kaynaklandığı düşünülmektedir (Silbersweig v.d.; 1995, Gold ve Weinberger; 1995, Vaitl v.d.; 2002). Sonuç olarak ise mevcut filtreleme sorunu neticesinde gereksiz veya ilgisiz çok fazla miktarda uyaran daha sonraki aşamalara geçerek kısıtlı kapasiteli bilinçli dikkat ve kontrol sistemlerini meşgul etmektedir. 134 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Şizofrenide Çalışma Hafızası Problemleri Yeni bilgi edinme ve onu zaman içinde tutabilme yeteneği öğrenme ve hafıza kavramlarını tanımlar. Kısa süreli hafıza veya çalışma hafızası ise yeni ya da uzun süreli hafıza deposundan çağrılan gerekli bilginin lazım olduğu sürece “hatta tutulmasını” sağlar (Baddeley;1992). Yapılan araştırmalar kısa süreli hafıza ve çalışma hafızası ile ilgili en önemli alanların pariyetal korteks ve dorsolateral prefrontal korteks olduğunu göstermektedir (Gold & Weinberger; 1995, Frith; 1996). Şizofrenide Hafıza Sorunu Hafıza sorunlarının şizofreni hastalarının nörospikolojik profillerindeki en belirgin unsurlardan biri olduğu artık kesin bir biçimde bilinmektedir. Başta bu sorunun yalnızca şizofrenlerin öğrenme sürecindeki yaklaşımlarının verimsizliğinden kaynaklandığı düşünülmekteydi, nitekim bazı araştırmacılar şizofreni hastalarına öğrenilmesi gereken malzemeye uygun bir öğrenme tekniği kazandırıldığında bu hastaların test aşamasındaki tanıma performanslarının da düzeldiğini öne sürmüşlerdir (Brenner, Hodel ve Roder; 1992, Bowen, Wallace ve Glynn; 1995). Daha kontrollü şartlar altında yapılan sonraki bazı çalışmalar ise şizofrenideki hafıza sorunlarının yalnızca yanlış öğrenme tekniklerini benimsemelerinden ibaret olmadığını, aynı zamanda şizofreni hastalarının bazı basit algısal yargıları içeren hatırlama görevlerini ve geri getirme süreçlerini de kapsayacak biçimde geniş bir alana yayıldığını göstermiştir (Schroeder v.d.; 1996). Çalışmalardan elde edilen bulgular şizofreni hastalarında çalışma hafızası, mekansal hafıza ve emosyonel hafızada belirgin bozulmalar olduğuna işaret etmektedir. Çalışma hafızası Baddeley’e göre (1992) bilgiyi belirli bir süre boyunca geçici bir hafıza deposunda erişilebilir halde tutarak işlem yapma becerisi olarak tanımlanabilir. Wisconsin kart ayırma testi gibi çalışma hafızasını ölçmeye yönelik testlerde ortaya konduğu biçimde şizofreni hastalarında çalışma hafızasında bozulma olduğu uzunca bir süreden bu yana bilinmektedir (Brenner, Hodel ve Roder; 1992, Goldman-Rakic; 1994, Vollema, Geursten &Van Voost; 1995, Okada; 2001). Bu yöndeki bulgulara göre çalışma hafızası ile ilgili sorunların aynıları tedavi görmeyen şizofreni hastalarında da görüldüğü gibi bu hastaların hiçbir psikotik belirti göstermeyen yakınlarında da görülmektedir (Park & Holzman; 1995, Carter, Robertson & Nordahl; 1996). Nörogörüntüleme çalışmaları da şizofreni hastalarında hipofrontalite ve dorsolateral prefrontal sistemde işlevsel anomalilerin yanı sıra bu hastaların prefrontal korteksinde hücre gelişimi ve yoğunluğunda da anomaliler olduğunu göstermektedir (Vollenweider v.d.; 1997, Tamminga v.d.; 2000, Northoff v.d.; 2004). Şizofrenide Mekansal Hafıza Sorunu İçinde yaşadığımız mekana dair bilginin kodlanması ve gerektiğinde geri getirilebilmesi olarak tanımlayabileceğimiz mekansal hafıza günlük Psikoloji Çalışmaları 135 yaşantımızı sorunsuz bir biçimde sürdürebilmemizi sağlayan temel hafıza işlevlerinden biridir. Klinik ve deneysel çalışmaların gösterdiği kadarıyla şizofreni hastalarında mekansal hafıza işlevleri de mekansal çalışma hafızası gibi problemli bir yapıya sahiptir. Bu konuda yapılan insan çalışmaları şizofreni hastalarının mekansal görevler içeren testlerde normal bireylere kıyasla oldukça düşük bir performans gösterdiğine işaret etmektedir. Örneğin şizofrenler kendilerine bir ekran aracılığı ile gösterilen çeşitli kelimelerin yerlerini daha sonra bulmakta güçlük çekmektediler (Rizzo v.d; 1995, Danion v.d.; 1996). Benzer bir şekilde mekansal kontekste dair bilgilere göre hareket etmeleri gereken görevlerde normal bireylere göre daha düşük bir performans sergilemektedirler (Dreher v.d.; 2000). Mekansal çalışma hafızasında görülene benzer bir biçimde şizofreni hastalarının hastalığın görülmediği yakınları da benzer mekansal hafıza sorunları yaşamaktadır (Karayiorgou ve Gogos; 1997, Dreher v.d.; 2000). Literatürde mekana dair bilginin içsel bir harita biçiminde kodlandığını ve canlıların gerektiğinde bu içsel haritaya göre hareket ettiği yönünde bulgular bulunmaktadır. Buna göre, bir içsel harita üç bileşenden oluşmaktadır; ortamdaki nesnelerin yapısı, birbiriyle olan uzamsal ilişkileri ve bu çerçeveye göre canlının bulunduğu konum (Kitchin; 1994, Bellezza; 1999). İçsel bir haritanın oluşturulabilmesi için farklı yapıların eşgüdüm halinde çalışmaları gerekmektedir. Mekandaki nesnelerin ne olduğunu ve konumlarını bildirerek tanıdık olanları saptamamız perirhinal korteks tarafından yürütülen bir işlevdir, bu nesnelerin birbirine göre konumlanışı ise hipokampus tarafından saptanmaktadır (Wilson & Tongegawa; 1997). Canlının kendi konumunu saptamasının ise hipokampal yer hücreleri tarafından sağlandığı düşünülmektedir (Bunsey & Eichenbaum; 1995, Cain & Saucier; 1996). Buna göre, canlı herhangi bir mekanda hareket halinde olduğunda bir yer hücresi faaliyete geçerek aksiyon potansiyeli yaratmaya başlamaktadır. Canlı içinde dolaştığı mekanın merkez noktasına yaklaştıkça hücrenin ateşleme hızı artmaktadır ve bu sayede kendisinin ya da mekandaki herhangi bir nesnenin merkez noktaya göre konumu saptayabilmektedir. Morris Su Labirenti ve Mekansal Hafıza-Öğrenme Süreçleri Morris su labirenti (Morris v.d., 1986) 20 yıldan fazla bir süreden beri mekansal öğrenme ve hafıza araştırmalarında en yaygın olarak kullanılan modeldir. Hipokampus, striatum, bazal önbeyin, serebral korteks gibi çeşitli bölgelerin haraplanmasının MSL performansını olumsuz yönde etkilediği bilinmektedir. Bu bağlamda MSL’ye çeşitli nörokognitif bozuklukların ve olası tedavi yöntemlerinin değerlendirilmesinde oldukça sık başvurulmaktadır. Standart bir MSL uygulaması hayvanın yüzdüğü esnada kullanabileceği ipuçlarının olduğu bir odada renksiz ve kokusuz suyla 136 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI doldurulmuş ortalama 180cm çapında pleksiglas bir tank içinde yapılır. Hayvan önceden belirlenmiş olan noktalardan sırasıyla suya bırakılır ve su seviyesi altında kalan bir platformu bularak üstüne tırmanması beklenir. Temel olarak deneğin üç farklı strateji kullanabileceği düşünülmektedir; onu platforma ulaştıracağını bildiği bir takım hareketleri gerçekleştirebilir, yakınlığa dayalı ipuçlarını kullarak platforma yaklaşabilir (yaklaşma stratejisi) ya da dışsal bazı ipuçlarını kullanabilir (haritalama veya mekansal strateji). Deneklerin bazı durumlarda bu stratejilerin ikisini veya hepsini birden kullandığı bilinmektedir. Temel eğitim prosedürü gizli platformun bulunması ve platform olmadan yapılan denemeden oluşur. Standart gizli platformu bulma eğitimi her blokta başka bir noktadan başlanan 4 bloğu içerir. Her başarılı denemeden sonra denek platform üzerinde ortalama 15 saniye kadar kalır ve süre dolmadan suya atladığı takdirde nazik bir biçimde kuyruklarından yönlendirilerek tekrar platformun üstüne çıkması sağlanır. Eğer denek 60 saniye içersinde platformu bulamazsa deneyci tarafından platformun üstüne konulur. Çalışma hafızasına yönelik diğer bir uygulamada ise platformun yeri her oturumda veya günlük olarak değiştirilir. Tüm bu uygulamalarda dikkate alınan ana parametre deneğin suya bırakılmasıyla platformu bulması arasında geçen zamandır. Morris Su Labirenti (MSL) ve İlgili Beyin Yapıları Yapılan çalışmalar hipokampus, striatum, neokorteks, bazal önbeyin ve serebellum gibi yapıların MSL performansı ile doğrudan bağlantılı olduğunu göstermektedir. Özellikle hipokampal formasyonun bütünlüğünün mekansal öğrenmenin gerçekleşmesi için gerekli olduğu bilinmektedir, diğer taraftan 26 navigasyonun ise daha fazla sayıda bölge ile ilgili olduğu düşünülmektedir (Cain & Saucier; 1996). Genel olarak ifade etmek gerekirse mekansal öğrenme birbiriyle bağlantılı çeşitli yapıların eşgüdüm içersinde çalışmasına bağlı olarak cereyan etmektedir. Örneğin, talamik lateral medullar laminanın haraplanması gizli ve açık platform bulma görevlerinde performans kaybına yol açmıştır. Ayrıca mamiler cisimciğin veya bazı durumlarda amigdala ya da rafe çekirdeğinin haraplanması da benzer sonuçlar doğurmaktadır (Compton v.d.; 1995, Riekkinen, Sirvio ve Riekkinen.; 1990, Santin v.d.; 1999). Diğer taraftan, mesela, rafe dorsalisin haraplanması tek başına MSL performansını bozmaz fakat bazal çekirdek lezyonlarının etkisinin artmasına neden olur. Yine benzer bir biçimde, nukleus akumbensin haraplanması MSL performansını bozmaz fakat mekansal bilginin konsolidasyon sürecini olumsuz yönde etkiler (Setlow & McGaugh; 1998). Morris Su Labirenti ve Hipokampus MSL’nin özellikle hipokampal işlevlere karşı duyarlı bir test olduğu bilinmektedir. Mekansal öğrenme-hafıza süreçlerinin altında yatan “navigasyon becerisi”nin başlıca nöral temeli olarak hipokampal yer hücreleri öne sürülmüştür. Öte yandan, Psikoloji Çalışmaları 137 öğrenme fazında hipokampusu inaktivasyona uğratılan denekler ise hedefin çevresinde rastgele bir biçimde yüzmüş ve herhangi bir “ bölgeye odaklanmış arama” davranışı göstermemişlerdir. Bazı araştırmacılar hipokampusun asıl işlevinin yeni ipuçlarının elde edilmesine ilaveten gerekli bilgilerin hafıza depolarından geri getirilerek birarada kullanılması gereken (bir bakıma “hatta” tutulması gereken) çalışma hafızası ile ilgili görevleri yerine getirmek olduğunu ifade etmektedirler. Whishaw’a göre ise hipokampus ideotetik ipuçları kullanan yol bütünleşim süreci (path integration) ile de bağlantılıdır. Bu süreç, MSL gibi mekansal çalışma hafızası ile ilgili testlerde, hayvana kendi hareketlerinden doğru saptadığı bir başlangıç bölgesine göre değişen konumunu hesaplamada yardımcı olmaktadır. Bu bilgi vestibüler sistem, kas ve eklemlerdeki reseptörler, motor merkezler ve hareket esnasında dışsal uyaranların geliş biçimi gibi kaynaklardan elde edilebilir. Bazı diğer araştırmacılara göre ise hipokampusun mekansal hafıza testlerindeki talepler bağlamında iki işlevi söz konusudur; kendi konumunu saptama ve güzergahın tekrar edilmesi (route replay). Kendi konumunu saptama işlevi herhangi bir hedefe göreceli olarak kendi konumunu belirleyebilmeye işaret ederken güzergahın tekrar edilmesi işlevi ise içinde bulunduğu çevrede daha önceden izlemiş olduğu bir yolu-güzergahı saptayarak yeniden izlemesi imkanını veren bir hafıza sürecine işaret etmektedir (Bunsey & Eichenbaum; 1995, Cain,vd.; 1997, Eichenbaum v.d.; 1999). Bu iki işlevin de hipokampusun bütünlüğüne (space fields) ve uzun süreli kuvvetlenme (Long Term Potentiation-LTP) sürecine bağlı olduğu düşünülmektedir. 28 Literatüre baktığımızda, Whishaw’ın görüşleriyle tutarlı olarak, hipokampal formasyonu haraplanmış deneklerin özellikle platformun gizli olduğu koşulda öğrenme sorunu yaşadığı görülmektedir; hipokampal hasarlı denekler, platformun yerinin sabit ve başlangıç noktasına aynı mesafede olduğu koşullarda, platformun yerini öğrenebilmektedirler (Pearce,vd.; 1998), ki bu durum hayvanların düz bir rota üzerinde yüzmesinin hala mümkün olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir zira hipokampusta “kütle halinde çalışma kanunun” geçerli olduğu ve dorsal hipokampal zararların ventral hipokampal hasarlardan daha etkili olduğu bilinmektedir. Morris Su Labirenti ve NMDA Antagonistleri Kompetetif bir NMDA antagonisti olan AP-5 ile başlayan çalışmalar MSL öğrenmesinde NMDA-tipi glutamerjik reseptörlerin önemli bir rolü olduğunu göstermiştir (McNamara & Skelton; 1993). Ketamin, ve dizosilpin gibi bazı diğer yarışmacı olmayan NMDA antagonistleri, doza bağlı olarak gizli-platformun yerinin öğrenilmesi görevinde bozulmaya yol açmaktadır (Mondaroni ve Weiskrantz; 1993); örneğin bir çalışmada (Wesierska & Macias-Gonzales; 1990) i.p olarak enjekte edilmiş ketamin gizli platformun yerinin öğrenilmesini engellemiştir, mekansal bilginin latent olarak edinilmesi ihtimali de ketamin ile ortadan kalkmaktadır. 138 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Platformun görünür olduğu durumda ketaminin bu tip bir öğrenme problemine yol açması söz konusu değildir. Diğer bir ilginç nokta ise söz konusu çalışmada ketamin verilmiş deneklerin ısrarla MSL’nin duvarları boyunca kaçmaya çalışmalarıdır. Bazı araştırmacılara göre, daha önceden mekansal olmayan bir ön-eğitim aşamasından geçen deneklerde NMDA antagonistlerinin bozucu bir etki yaratmaması yönündeki bulguların ışığında (Saucier v.d.; 1996, Cain ve Saucier; 1997) platformun gizli olduğu durumdaki performans kaybına karşın görünür konumda iken bir bozulma meydana gelmemesine ketamin gibi NMDA antagonistlerinin sensorimotor arızalara ve hiperaktiveye yol açması neden olmaktadır. Diğer taraftan başka bir çalışmada ise (Mondadori & Weiskrantz; 1993) kompetetif olmayan bir NMDA antagonisti olan memantin enjekte edilmiş deneklerin gizli platformu bulma görevinde kontrol grubundan daha başarısız olmadığı gibi boş (platformun çıkarıldığı) konumda ise platformun yer almış olduğu çeyrekte kontrol grubuna göre daha uzun bir zaman geçirdiği görülmüştür. NMDA antagonistlerinden elde edilen MSL sonuçları ilk bakışta birbirleriyle tutarsız gibi görünseler de şu iki gözlem ışığında tablonun çok daha netleştiği ve verilerin tutarlı hale geldiği söylenebilir; ilk olarak bir NMDA antagonistinin MSL performansını bozma oranının görevin zorluğu ile doğru orantılı olduğu unutulmamalıdır, başka bir deyişle deneğe sunulan ipuçları azaldıkça NMDA antagonistlerinin bozucu etkisi artmaktadır. İkinci olarak ise, NMDA antagonistlerinin reseptöre tutunma oranları arasında büyük farklar mevcuttur; ketamin gibi tutunma oranı yüksek bir NMDA antagonistinin performans 31 üzerindeki etkisi düşük tutunma oranına sahip başka bir antagoniste göre çok daha bozucu olmaktadır. Morris Su Labirenti ve Hipokampal Uzun Süreli Kuvvetlenme (Long Term Potentiation-LTP) Her ne kadar daha kesinleşmemiş olsa da hipokampal LTP süreci mekansal öğrenme ve hafıza oluşumunu sağlayan ana süreç olarak görülmektedir. Bazı araştırmalar LTP süreci ketlendiğinde dahi MSL performansında bozulma meydana gelmeyebileceğini hatta LTP’nin kolaylaştırıldığı durumlarda bile MSL performansının bozulabileceğini gösterse de literatürdeki çalışmalardan elde edilen sonuçların çoğu LTP sürecinin engellenmesinin MSL performansını olumsuz etkilediği yönündedir. Örneğin ilk kez Morris’in çalışması (Morris v.d.; 1986) dentat girustaki LTP’nin AP-5 ile ketlenmesinin MSL’deki gizli-platform durumunda öğrenmeyi engellediğini göstermiştir, literatürdeki daha yeni çalışmalar da CA1 alanındaki LTP’nin engellemesinin MSL öğrenmesine engel olduğunu göstermektedir (Grant & Silva; 1994, Wilson ve Tonegawa; Psikoloji Çalışmaları 139 1997). Bir diğer çalışma ise NMDA reseptör ε-1 alt-birimlerinden yoksun transjenik farelerin MSL’de oldukça kötü bir performans sergilediklerini göstermektedir (Bourtchuladze v.d.; 1994, Sakimura v.d.; 1995). Ayrıca, LTP’nin ayarlanması ile ilgili bir enzim olan alfakalsiyum kalmudilin kinaz II enziminden yoksun olan fareler LTP sürecindeki bozulmaya ek olarak MSL testinde de performans kaybına uğradıkları gösterilmiştir (Cain & Saucier; 1996, Cain; 1997). Dentat girusun perforant yoldaki sinapslarında, alıştırma aşamasında, yüksek frekanslı uyarım ile yoğun bir LTP oluşumu meydana gelmesi de gizlenmiş platformu bulma gibi mekansal çalışma hafızası ile ilgili bir görev üzerinde bozucu etki yapmaktadır. Uzun süreli sinaptik değişimler mekansal öğrenme işlevinin altında yatan nöral süreç gibi görünmektedir. Hipokampal LTP bu anlamda üzerinde en detaylı çalışılmış olan uzun süreli sinaptik değişim olgusu olsa da kalıcı ya da en azından çok uzun süreli bir değişime tekabül edip etmediği hala tartışmalıdır. Görünüşe bakılırsa LTP süreci ile başlayan ve muhtemelen çok uzun süreler boyunca devam 32 eden değişim sürecinin altında sinaps oluşumu ve protein sentezi ile ilgili değişiklikler bulunmaktadır. Örneğin bir çalışmada, protein sentezi inhibitörü olan anisomisin adlı maddenin intraventriküler enjeksiyonunun doza bağlı olarak değişen bir biçimde gizlenmiş platformu bulma performansını bozarken önceki öğrenmeler veya kısa süreli hafıza üzerinde bozucu bir etkiye yol açmamıştır (Wilson & Tonegawa; 1997). Diğer yandan, LTP süreci ile ilgili üç adet gen saptanmışken MSL testi bağlamındaki öğrenmeler bu genlerin yalnızca birini, transkripsiyonel aktivatör raf B’yi, harekete geçirmektedir (Sakimura v.d.; 1995). Protein sentezi ile ilgili süreçler hakkında bilgimiz arttıkça bu tip “çetrefilli” bulguları açıklama şansımız da artacaktır. 2.5. Şizofrenide Epizodik ve Emosyonel Hafıza Sorunu Şiddetli emosyonel uyarıma yol açan uyaranların daha iyi öğrenildiği ve hatırlandığı bilinmektedir. Emosyonel öğrenme ve hafıza süreçlerinin amigdala ve hipokampus ile bağlantılı olduğu kabul edilmektedir (LeDoux; 1998). Her ne kadar bir uyaranın başarılı bir biçimde uzun süreli hafızada depolanması ve daha sonra bilinçli bir biçimde hatırlanabilmesi için prefrontal korteks, parahipokampal girus ve hipokampus gerekliyse de uyaranın “emosyonel tınısının” hatırlanabilmesi ve buna dair bir örtük hafıza oluşturulabilmesi için amigdalar çekirdeklerin katılımı şarttır (Hamann; 2001). Amigdalanın da bir parçası olduğu limbik sistemin emosyonel bilgilerin kazanılması ve ifadesi üzerindeki etkisine dair ilk bulgular, önce Brown ve Schaffer’in rapor ettiği ve daha sonra Kluver ile Bucy adlı araştırmacıların daha detaylı olarak karakterize ettiği geniş temporal lob lezyonlarının yol açtığı apati ve korku duygusunun kaybolması gibi belirtilerle karakterize olan emosyonel değişimlerdir (Fendt & Fanselow; 1999). Daha sonraları sistemik lezyonlarla devam eden çalışmalar emosyonel yaşantının azalması ya da yokolmasının amigdalar çekirdeklerin ortadan kalkması ile oluştuğunu göstermiştir (LeDoux v.d., 140 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 1988). Emosyonel hafıza bağlamında amigdalar çekirdekler ve diğer medyal temporal lob (MTL) yapıları arasındaki etkileşim son derece önemlidir. MTL yapıları 33 içinde amigdalar çekirdekler ile en yoğun resiprokal bağlantıya sahip alanalar anterior hipokampus ve entorhinal kortekstir (LeDoux; 1995, Fendt & Fanselow; 1999). Entorhinal korteks ise hipokampal bölgeye olan projeksiyonların temel kaynağıdır. Entorhinal kortekse gelen kortikal girdilerin yaklaşık üçte ikisi bitişik parahipokampal korteks ve perirhinal kortekslerden gelir. Perirhinal korteks ve parahipokampal korteksler de bu girdileri frontal, temporal ve pariyetal kortekslerdeki unimodal ve multimodal asosiyasyon alanlarından alırlar. Entorhinal korteks ayrıca orbitofrontal korteksten, insular korteksten, singular korteksten ve superior temporal girustan girdiler de alır. Bu projeksiyonların tümü resiprokaldir. BLA ve entorhinal korteks arasındaki bağlantı anıların yalnızca nesnel içerikleri değil fakat emosyonel içerikleri ile de hatırlanabilmesi açısından gereklidir (Richards & Gross; 2000). Amigdala ve MTL ilişkisinin hafıza ve emosyona etkisi şöyle belirlenmiştir: Amigdala MTL faaliyetini arttırarak emosyonel içeriği olan olayların, daha iyi hatırlanmasını sağlamaktadırn (Squire & Zola-Morgan; 1991, Hamann; 2001). Modülasyon hipotezi olarak da bilinen bu hipoteze göre MTL’de işlevsel bir ayrışma söz konusudur; hipokampusun anteryor bölgesindeki ve entorhinal korteksteki faaliyet emosyonel içerik için hafıza, posteryor bölge aktivitesi ise emosyonel olarak nötr olan içerik için hafıza ile ilgilidir. Modülasyon hipotezine göre, emosyonun hafıza üzerindeki kuvvetlendirici etkisi bazolateral (BLA) amigdalanın MTL’deki kodlama ve pekiştirme işlevlerine bağlıdır. Nitekim,hayvan çalışmaları BLA’daki bilateral hasarların şartlı uyaran ile şartsız uyaran arasında asosisyasyon kurulmasını engellediğini ve Pavlov tipi korku şartlanmasını yerleştirmenin mümkün olmadığını göstermektedir (LeDoux; 1995, Fendt ve Fanselow; 1999). Amigdalanın frontotemporal neokorteks ve şartsız korku ile ilgili olan stria terminalisin yatak çekirdeği gibi alanlarla en yoğun bağlantısı olan çekirdeğinin BLA olduğu düşünüldüğünde emosyonel hafıza oluşumunda BLA faaliyetinin önemi ortaya çıkmaktadır (Veinate & Freund-Mercier; 1998, Anderson & Phelps; 2001). Diğer bir açıdan ise amigdala, korteks ve talamustaki tüm duyusal modalitelerle olan doğrudan ve geniş ölçekli resiprokal bağlantılarına bağlı olarak bir 34 tür emosyonel hafıza ve öğrenme kavşağı olarak nitelenebilir (LeDoux; 1998). Bu özel konumuyla amigdala çeşitli modalitelerden gelen bilgileri biraraya getirerek ve emosyonla zenginleştirerek hafıza sürecini bir bakıma kişiselleştirir. Nitekim, şizofreni hastalarının otobiyografik hafızalarında bozulma olduğunu gösteren bulgular mevcuttur (Dolcos, LaBar ve Cabeza; 2004, Neumann ve Phillipot 2006). Ayrıca, nörogörüntüleme çalışmaları da şizofreni hastalarında normal bireylere Psikoloji Çalışmaları 141 kıyasla düşük olan epizodik hafıza performansına amigdalada ve genel olarak MTL’de azalmış faaliyet düzeyinin eşlik ettiğini göstermektedir (LaBar & Cabeza; 2006). Şizofrenide MTL’nin küçüldüğü ve amigdalar çekirdeklerdeki faaliyet düzeyinin düştüğü yönündeki bulgular ile şizofreni hastalarının emosyonel içerikli malzemeleri hatırlamakta nötr malzemelere kıyasla güçlük çektiğini gösteren bulgular bütünlük içindedir (Baumann v.d; 1999, Matthews & Barch; 2004). Ayrıca, şizofreni hastaları uyaranların emosyonel niteliklerine kayıtsız kalmakta ve emosyonel yüz ifadelerini birbirinden ayırt edememektedirler (Kee,vd.; 1998). Şizofreni hastalarının kendi duygularını tanımlamakta başarısız olduğu ve bir negatif semptom olarak apati geliştirdikleri de bilinmektedir (Kohler v.d.; 2000). Emosyonel hafıza ve öğrenme süreçlerinin normal işleyişi açısından glutamaterjik sistem büyük önem taşımaktadır. Son dönemlerde yapılan araştırmalar amigdalada nöral faaliyetin “uzun süreli güçlenmesi” (Long Term Potentiation/LTP) sürecinin bulunduğunu göstermiştir. Amigdalada gözlemlenen LTP’nin de hipokampuste olduğu gibi NMDA reseptörleri üzerinden olduğu düşünülmektedir ve korku şartlaması sürecinde amigdaladaki glutamaterjik faaliyetin arttığı bilinmektedir (Fendt ve Fanselow; 1999, Walker ve Davis; 2002). BLA’ya, şartlama sürecinde AP5 gibi NMDA reseptör antagonistlerinin enjeksiyonunun işitsel veya görsel bir şartlı uyaranla şartsız uyaran arasında asosiyasyon kurulmasını engellediğini ve dolayısıyla daha sonraki test aşamasında irkilme tepkisinde şartlı korkuya bağlı olarak bir yükselme olmadığını göstermiştir (Sananes &Davis, 1992). Amigdalar çekirdeklerdeki yoğun glutamaterjik ve monoaminerjik yük hipo-glutamataterjik faaliyet hipotezi bağlamında göz önünde bulunduruluğunda bu yapılarda NMDA antagonistlerinin yol açtığı hipoglutamaterjik halin uzun süre devam etmesinin kısa vadede LTP sürecini ketleyerek emosyonel öğrenmeyi engelliyor olması, uzun vadede ise artan monoaminerjik faaliyete bağlı olarak, postmortem çalışmaların da gösterdiği üzere, yoğun hücre kayıplarına ve atrofiye yol açıyor olması muhtemeldir. Şizofreni hastalarında işlevsel ve yapısal anomali gösterdiği bilinen yapıların hasarlanmasının hayvanlarda benzer emosyonel öğrenme ve hafıza sorunlarına yol açmasına bağlı olarak Porsolt Yüzme Testi gibi çeşitli şartsız emosyonel öğrenme paradigmalarının negatif semptomlardan biri olarak kabul edilen olan emosyonel küntleşmeyi modellemek üzere kullanabileceği düşünülmüştür (Corbett v.d.; 1999, Overall; 2000). Porsolt Yüzme Testinin nörofizyolojik dinamikleri bağlamında merkezi sinir sisteminin geniş bir bölgesini ilgilendirmesi ve pratik kullanımı onu ideal bir test haline getirmektedir (Willner; 1990). 142 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Porsolt Yüzme Testi Herhangi bir uygulamanın antidepresan veyahut depresan etkinliğini araştıran hayvan araştırmalarında, stres tepkisini bütün temel bileşenleriyle pratik bir biçimde modellemesi dolayısıyla uygun bir hayvan modeli olan Porsolt Yüzme Testi (Porsolt Swimming Test-PYT) uzun bir süreden bu yana yoğun olarak kullanılmaktadır . PYT modelinde hayvanları yüzmek zorunda oldukları bir ortama sokmak şartsız korku-akut strese özgü olan çeşitli davranışsal, sirkadyen ve fizyolojik değişimlere neden olur (Porsolt v.d., 1978). PYT’nin önemli bir avantajı ise hem şartsız bir stresör olarak işlev görmesi hem de etkinliği araştırılmak istenen uygulamanın kapasitesini aynı model üzerinde gözlemlemeye olanak sağlamasıdır (Connor, Kelliher ve Leonard; 2000). Diğer bir önemli avantajı ise PYT sonrasında deneklerin merkezi sinir sisteminde meydana gelen nörokimyasal değişimlerin, depresyon ve post-travmatik stres bozukluğu hastalarının merkezi sinir sistemlerinde meydana gelmiş olan değişimlerle aynı olmasıdır. PYT kortikal serotonin miktarını azaltırken amygdaloidal serotonin miktarını arttırmakta, hipotalamo-adrenal yolu aktive etmekte ve serum kortikosteron oranını yükseltirken serum glukoz ve adrenal askorbik asid oranını düşürmektedir (Connor; 1997, Reneric,vd.; 2001). PYT iki basamaklı bir testtir (Porsolt; 1977). Organizma ilk aşamada (PYT 1) şeffaf bir pleksiglas silindir içersinde 10 dakika boyunca yüzdürülür ve bu durum organizmanın “davranışsal umutsuzluk-çökkünlük” (behavioral despair) olarak nitelendirilen hareketsiz bir postür almasına neden olur ve birinci aşamanın bitiminden 24 saat sonra organizmanın yine 10 dakika boyunca yüzdürüldüğü ikinci aşama (PYT 2) başlar (Willner; 1990). Literatürde, davranışsal umutsuzluk-çökkünlük hali olarak nitelendirilen hareketsizlik durumunun hayvanın acı verici test ortamından kaçma ümidinin kaybolmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığı kabul edilmektedir, başka bir ifadeyle hayvan kurtulma çabaları sonuca ulaşmadığı için tepki vermemeyi-çabalamamayı öğrenmektedir (Porsolt v.d.;1978). PYT’de değerlendirmeye alınan başlıca parametre ise deneğin 10 dakika boyunca yüzdüğü PYT 2’deki hareketsiz geçirdiği süre ile PYT 1’de hareketsiz geçirdiği süre arasındaki farktır (Abel; 1993). Herhangi bir antidepresan ajan verilmeden yüzme testine tabi tutulan bir deneğin PYT 2’deki hareketsizlik süresi PYT 1’deki hareketsizlik süresinden daha uzundur ve aradaki bu fark davranışsal umutsuzluk olgusunun “alamet-i farikası” (sine qua non) olarak kabul edilmektedir (Porsolt v.d.; 1977, Willner; 1990). 37 Noradrenerjik ve serotonerjik sistemlerdeki değişimlere karşı duyarlı olduğu bilinen PYT’de her iki sistemin etkinliği de farklı parametreler üzerinden gözlemlenebilir; serotonin üretimindeki artış, dalma ve zıplama gibi, kaçmaya yönelik çabalama davranışlarının miktarını arttırırken noradrenalin üretimindeki artış ise hareketsizlik süresini azaltmaktadır (Detke, vd.; 1995). Serotonin Psikoloji Çalışmaları 143 ve noradrenalin’nin geri alımının ketlenmesi hareketsiz geçen süreyi azaltırken çabalama süresini uzatır, örneğin bir trisiklik antidepresan olan desipramine presinaptik nörona noradrenalin geri-alımını ketleyerek PYT’de hareketsiz geçirilen süreyi azaltmaktadır (Espejo & Minano, 1999; Reneric,vd:2001). Tüm bu özellikler PYT paradigmasını çeşitli etkenlerin emosyonel öğrenme-hafıza süreçleri üzerindeki etkisini gözlemlemek adına değerli bir araç haline getirmektedir. Morris Su Labirenti ve Subkronik Ketamin Uygulaması Üzerinden Kendi Verilerimiz Literatüre baktığımızda şizofreni araştırmalarında en sık biçimde kullanılmış olan iki davranış modelinin latent ihhibisyon ve pre-puls ihhibisyon olduğunu görüyoruz. Bu modellerin başlıca amacı bir insan ya da hayvanın sensorimotor kapılama işlevindeki olası bozulmaları yansıtmak olarak nitelendirilebilir. Başka bir ifadeyle uzunca bir süredir kullanılmakta olan şizofreni modelleri şizofrenik bireylerde görülen seçici dikkat ve uyaran filtrelemesi ile ilgili sorunlara odaklanmıştır. Diğer taraftan son yıllarda yapılan çalışmalar şizofrenideki kapılama ve duyusal hafıza işlevlerindeki sorunların bilgi-işlem sorunları ile ilgili genel tablonun yalnızca bir kısmını teşkil ettiğini göstermektedir; şizofreni hastalarında çalışma hafızası, mekansal hafıza ve emosyonel hafıza gibi daha makro ölçekli süreçlerde de endotipik olarak nitelendirilebilecek bozukluklar bulunmaktadır. Doktora tez çalışmalarımız bağlamında kendimizin yaptığımız deneylerin amacı son yıllarda literatürde etkin bir şizofreni modeli olarak öne sürülen beş günlük subanestezik dozda sistemik ketamin uygulaması modelinin (Becker v.d.; 2003) mekansal bellek üzerindeki deneysel manada olası uzun vadeli etkilerini MSL üzerinden incelemek idi. Nitekim, MSL verilerimiz 5 gün boyunca sistemik olarak uygulanan 35mg/ kg ketaminin günlük öğrenme hızını kontrol grubuna kıyasla anlamlı düzeyde yavaşlatarak MSL öğrenmesi üzerinde ketleyici etki yarattığını göstemektedir. Bu bağlamda, birinci deneyimizden elde etmiş olduğumuz sonuçlar Becker ve arkadaşlarının (2003) şizofreni modellerinde kullandıkları dozun mekansal öğrenme ve hafıza süreçlerinde şizofrenide görülene benzer bir problem yaratmak için yeterli bir doz olabileceğini düşündürmektedir. Porsollt Yüzme Testinden elde ettiğimiz sonuçlar Becker ve arkadaşlarının (2003) 5 günlük sistemik sub-anestezik ketamin uygulaması modelinin şizofrenide görülen mekansal öğrenme-hafıza süreçlerindeki bozulmaların yanı sıra emosyonel öğrenme ve hafıza sorunlarını da modelleyen yeni ve kapsamlı bir farmakolojik paradigma teşkil edebileceği yönündedir: Kontrol grubu ikinci yüzme testinde birinci teste göre hem anlamlı düzeyde daha az hareketli olmasına hem de 144 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI anlamlı düzeyde daha az bir süreyi çabalayarak geçirmesine karşın deney grubunun birinci ve ikinci yüzme testleri arasında ne hareketsizlik süresi açısından ne de mücadele süresi açısından anlamlı düzeyde bir farklılaşma olmuştur. İkinci deneyimizden elde etmiş olduğumuz bulgular psikoza yol açan bir uygulamanın aynı zamanda dolaylı olarak antidepresan ilaçların hedeflediği yolları aktive ederek denekleri öğrenilmiş umutsuzluk halinden koruduğunu göstermektedirİkinci deneyde kontrol grubunun PYT 2’de PYT 1’e göre anlamlı derecede daha uzun bir hareketsizlik süresi sergilemiş olmasına rağmen deney grubunun PYT 2’deki hareketsizlik süresi ile PYT 1’deki hareketsizlik süresi arasında böyle bir fark bulunmaması dikkate alındığında ise her iki deneyden elde edilen sonuçların deneklerin değişen lokomosyon düzeyinden ziyade anksiyete düzeyi ve tehlike algısı ile bağlantılı olduğuna işaret etmektedir. Şizofrenide içsel ve dışsal emosyonel ipuçlarının anlamlandırılmasında problem olduğu ve emosyonel yaşantıda, bir negatif belirti olarak, küntleşme meydana geldiği bilinmektedir. Deney grubumuzda böyle bir etkinin ortaya çıkmış olması muhtemeldir; buna göre, deney grubunda yer alan denekler denemeler boyunca ketaminin emosyonel hafıza üzerindeki bu etkisine bağlı olarak ortamı bir stresör olarak algılamadan ve öğrenilmiş ümitsizlik geliştirmeden PYT’de rahatça yüzmüş ve holeboard ile açık alan testlerinde ise kontrol grubuna kıyasla istatistiksel anlamlılık düzeyinde daha az donma davranışı sergilemiştir. İkinci deneyde PYT 2 ile son enjeksiyon günü arasında 18 gün geçmiş olmasına rağmen birinci deneyde son enjeksiyon günü ile deneklerin MSL’de yüzdürüldüğü 4.gün arasında 22 gün geçmiştir. Her iki testin doğası itibariyle oluşan bu zamansal fark birinci ve ikinci deneylerimizde aslında ketaminin yol açtığı hipoglutamerjik duruma bağlı disinhibisiyon sürecinin farklı noktalarında gözlem yapmış olduğumuz ve ketaminin yol açtığı hipoglutamaterjik durumun 22 gün sonra dahi MSL performansı üzerinde bozucu etki gösterdiği anlamına da geliyor olabilir. SONUÇ Kendi çalışmamızın sonuçları tüm antidepresan ve antipsikotik tedavilerin nihai anlamda glutamaterjik sistem ile etkileşim içerisinde etkinlik gösterdiği yönündeki mevcut görüşleri desteklemektedir. Glutamaterjik sistemin işleyişinin ve merkezi sinir sisteminde ketamin gibi genel bir hipoglutamaterjik durum yaratan ajanların etki mekanizmalarının daha iyi anlaşılması psikozların ve anksiyete bozukluklarının tedavisinde mevcut uygulamalardan- direkt olarak işlevsel bozulmalara neden olan nihai mekanizmaya müdahale etmesi itibariyle- daha etkin olan yeni tedavi yaklaşımlarının doğmasına olanak sağlayabilir. Nitekim, glutamaterjik sistem üzerinden etki ettiği düşünülen atipik antipsikotiklerin hastaların günlük yaşama uyumlarını zorlaştıran negatif belirtileri ortadan Psikoloji Çalışmaları 145 kaldırmakta dopaminerjik sistem üzerinden etki gösteren konvansiyonel antipsikotiklere kıyasla daha başarılı olması bu yöndeki düşüncemizi desteklemektedir. Becker ve arkadaşlarının (2003) ortaya koyduğu modelin geçerliliği-güvenilirliği ve de kapsamı hakkında net bir sonuca ulaşabilmek için işaret ettiğimiz noktaların daha sonraki araştırmalarda spesifik olarak ele alınması gereklidir. Öte yandan, MSL ve PYT’den elde edilen sonuçları hipoglutamaterjik duruma bağlı disinhibisyon süreci modeli çerçevesinde ele aldığımızda, glutamaterjik sistemin klasik farmakolojik müdahelelerin yol açtığı antidepresan ve antipsikotik etkinliği düzenleyici nihai ve genel bir modülatör mekanizma olması ihtimalinin elde ettiğimiz mevcut bulgular bağlamında kuvvetlendiği görülmektedir. BİBLİYOGRAFYA ABEL, E.L., (1993) “ Physiological correlates of the forced swim test in rats”, Physiology and Behavior , 54, 309-317. ADLER CM, MALHOTRA A.K., ELMAN I., GOLGBERG T., EGAN M., PİCKAR D., BREİER A., (1999), “Comparison of ketamine-induced thought disorder in healthy volunteers and thought disorder in schizophrenia”, American Journal of Psychiatry, 135, 1081-1084. AHN K.H., YOUN T., CHO S.S., HA T.H, HA K.S, KİM M.S, KWON J.S., (2003), “N-methyl D-aspartate receptor in working memory impairments in schizophrenia: eventrelated potential study of late stage of working memory process”, Progress in Neuropsychopharmacology & Biological Psychiatry, 27, 993-999. ANDERSON, A.K., PHELPS, E.A., (2001) “Lesions of the human amygdala impair enhanced perception of emotionally salient events”, Nature, 411, 305-309. ARVANOV V.L., LİANG X., SCHWARTZ J., GROSSMAN S. VE WANG R.Y., (1997) “Clozapine and haloperidol modulate N-methyl-- aspartateand non-N-methyl--aspartate receptormediated neurotransmission in rat prefrontal cortical neurons in vitro”, Journal of Pharmacology and Experimental Theraputics, 283, 226–234. BADDELEY A.D., (1992) ”Working Memory”, Science, 255, 556- 559. BAKSHİ V., GEYER M.A., (1995) “Antagonism of phencyclidine-induced deficits in prepulse inhibition by the putative atypical antipsychotic olanzapine” Psychopharmacology, 122, 198–201. BECKER A., BRIGITTE P., SCHROEDER H., MANN T., HUETHER G., GREKSCH G., (2003), “Ketamin-induced chages in rat behaviour: A possible animal model of schizophrenia”, Progress in Neuropsychopharmacology and Biological Psychiatry, 27, 687-700. BELLACK A.S, BLANCHARD J.J, MUESER K.T., (1996), “Cue availability and affect perception in schizophrenia”, Schizophrenia Bulletin, 22, 535-544. 146 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI BENES F.M., ( 1995), “Development of the glutamate, GABA and dopamine systems in relation to NRHinduced neurotoxicity”, Biological Psychiatry, 38, 783–787. BOURTCHULADZER., FRENGUELLİ B., BLENDY J., CİOFFİ D., SCHUTZ G., SİLVA A.J., (1994) “Deficient long-term memory in mice with a targeted mutation of the cAMP-responsive element-binding protein”, Cell, 59–68 BOWEN L, WALLACE C.J., GLYNN S.M., (1995) “Schizophrenic individuals’ cognitive functioning and performance in interpersonal interactions and skills training procedures” Journal of Psychiatric Research, 28(3), 289-301. BUNSEY M., EİCHENBAUM H., (1995), “Selective damage to the hippocampal region blocks long term retention of a natural and nonspatial stimulus– stimulus association” Hippocampus, 5, 546–556. BRENNER H.D., HODEL B., RODER V., (1992) “Treatment of cognitive dysfunctions and behavioral deficits in schizophrenia”, Schizophrenia Bulletin, 18(1), 21-26. BREİER A., ADLER C.M, WEİSENFELD N., SU T.P, ELMAN.I, PİCKEN L., MALHORTRA A.K, PİCKAR D., (1998), “Effects of NMDA antagonism on striatal dopamine release in healthy subjects— application of a novel PET approach”, Synapse, 29,142–147. CAİN D.P, SAUCİER D., (1996) “The neuroscience of spatial navigation: focus on behavior yields advances”, Reviews in Neuroscience, 7, 215–231. CAİN D.P., SAUCİER D., BOON F., (1997) “Testing hypotheses of spatial learning: the role of NMDA receptors and NMDAmediated long-term potentiation”, Behavioral Brain Research, 84, 1997, p.179–193. CARTER C.S, ROBERTSON L.C, NORDAHL, T., (1996) “Spatial working memory deficits in their relation to negative symptoms in unmedicated schizophrenia patients”, Biological Psychiatry, 40, 930-932. CHOİ D.C., FURAY A.R., EVANSONN.K., OSTRANDER M.M., ULRİCH-LAİ Y.M., HERMAN J.P., (2006) “Subnuclei of the bed nucleus of the stria terminalis differentially regulate PVN activation in response to restraint stress”, Frontiers in Neuroendocrinology, 27(1),51-52. COMPTON D.M., DİETRİCH K.L., SMİTH J.S., DAVİS B.K., (1995) “Spatial and non-spatial learning in the rat following lesions to the nucleus locus coeruleus”, Neuroreport ,7, 177–182. CONNOR T.J, KELLİHER P., SHEN Y., KELLY J.P, LEONARD B.E., (2000) “Effect of subchronic antidepressant treatments on behavioral, neurochemical, and endocrine changes in the forced swim test”, Pharmacology, Biochemistry and Behavior, 58, 961-967. CONNOR T.J, KELLİHER P., LEONARD B.E., (1997) “Forced swim test-induced neurochemical, endocrine and immune changes in the rat” Pharmacology, Biochemistry and Behavior, 58, 961-967. Psikoloji Çalışmaları 147 CORBETT R., CAMACHO F, WOODS A.T, KERMAN L.L, FİSHKİN R.K, BROOKS K., DUNN R.W., (1996), “Antipsychotic agents antagonize noncompetitive N-methyl--aspartate antagonistinduced behaviors”, Psychopharmacology, 120, 67–74. CROWN E.D., KİNG T.E., MEAGHER M.W., GRAU J.W., (2000) “Shock-induced hyperalgesia: III. Role of the bed nucleus of the stria terminalis and amygdaloid nuclei”, Behavioral Neuroscience, 114(3), 561-573. DANİON J.M, RİZZO L., VAN DER LİNDEN M., ROHMER J.G, GRANGÉ D., (1996) “Impairment of spatial context memory in schizophrenia”,European Neuropsychopharmacology, 6(3), 67-74. D’ARGEMBEAU, A., COMBLAİN, C., VAN DER LİNDEN, M., (2002), “Phenomenal characteristics of autobiographical memories for positive, negative, and neutral events”, Applied Cognitive Psychology, 17(3), 281-94. DECKER M.W., MCGAUGH J.L., (1989) “Effects of concurrent manipulations of cholinergic and noradrenergic function on learning and retention in mice”, Brain Research, 477, 29–37. DETKE M.J., RİCKLES M., LUCKİ I., (1995) “Active behaviors in the rat swimming test differentially produced by serotonergic and noradrenergic antidepressants”, Psychopharmacology, 121, 66-72. DOLCOS F., LABAR K.S., CABEZA R., (2004), “Interaction Between The Amygdala And The Medial Temporal Lobe memory System PredictsBetter Memory For Emotional Events”, Neuron, 42, 855-863. DUNCAN G.E , LEIPZIG J.N , LIEBERMAN J.A., (1998) “Effects of ketamine and MK-801 on regional 2-deoxyglucose uptake”, Society of Neuroscience Abstracts, 291, 5. DUNCAN G.E, LEİPZİG J.N, MAİLMAN R.B AND LİEBERMAN J.A., (1998), “Differential effects of clozapine and haloperidol on ketamine-induced brain metabolic activation”, Brain Research , 812, 65–75. DUNCAN G.E, MOY S.S., KNAPP D.J., MUELLER R.A., BREESE G.R., (1999), “Metabolic mapping of the rat brain after subanesthetic doses fo ketamine: potential relevance to schizophrenia”, Brain Research, 787, 181-190. DREHER J.C, BANQUET J.P, ALLİLAİRE J.F., PAİLLÉREMARTİNOT M.L., DUBOİS B., BURNOD Y., (2000,) “Temporal order and spatial memory in schizophrenia: A parametric study”, Schizophrenia Research, 51(2-3), 137- 147. EİCHENBAUM H., DUDCHENKO P., WOOD E., SHAPİRO M., TANİLA H., (1999), “The hippocampus, memory, and place cells: is it spatial memory or a memory space?” Neuron, 23, 209–226. ELLİSON G., (1994), “Competetive and noncompetitive NMDA antagonists induce similar limbic denegeration”, Neuroreport, 5, 2688-2692. ESPEJO E. F., MİÑANO F. J., (1999), “Prefrontocortical dopamine depletion induces antidepressant-like effects in rats and alters the profile of desipramine during Porsolt’s test”, Neuroscience, 88(2), 609- 615. 148 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI FARBER N.B, WOZNİAK D.F, PRİCE M.T, LABRUYERE J., HUSS J., ST. PETER H., OLNEY J.W., (1995), “Age-specific neurotoxicity in the rat associated with NMDA receptor blockade, potential relevance to schizophrenia”, Biological Psychiatry, 38, 788–796. FARBER N.B., HANSLİCK J., KİRBY C., MCWİLLİAMS L. OLNEY J.W., (1998), “Serotonergic agents that activate 5HT2A receptors prevent NMDA antagonist neurotoxicity”, Neuropsychopharmacology, 18, 57–62. FARBER N.B., KİM S.H. AND OLNEY J.W., (1997), “Costimulation of muscarinic and nonNMDA glutamate receptors reproduces NMDA antagonist neurotoxicity”, Society for Neuroscience Abstracts, 23, 2308. FARBER N.B., WOZNİAK D.F., PRİCE M.T., LABRUYERE J., HUSS J., ST PETER H. AND OLNEY J.W., (1995), “Age specific neurotoxicity in the rat associated with NMDA receptor blockade: potential relevance to schizophrenia?”, Biological Psychiatry, 38, 788–796. FARBER N.B., KİM S.H., OLNEY J.W., (1997) “Costimulation of muscarinic and nonNMDA glutamate receptors reproduces NMDA antagonist neurotocixity”, Neuroscience Abstracts, 23, 2308. FENDT M., FANSELOW MS., (1999), “The neuroanatomical and neurochemical basis of conditioned fear”, Neuroscience Biobehavioral Reviews, 23, 743–760. FONTANA D.J., DANİELS S.E., WONG E.H., CLARK R.D., EGLEN R.M., (1997), “The effects of novel, selective 5- hydroxytryptamine (5-HT)4 receptor ligands in rat spatial navigation”, Neuropharmacology, 36, 689–696. FRİTH C.D.,(1996), “Neuropsychology of schizophrenia, what are the implications of intellectual and experiential abnormalities for the neurobiology of schizophrenia?” British Medical Bulletin, 52(3), 618-626. GOLD J.M., WEİNBERGER D.R., (1995), “Cognitive deficits and the neurobiology of schizophrenia”, Current Opinions in Neurobiology, 5(2), 225-230. 60 GOLDMAN-RAKİC P.S., (1994), “Working memory dysfunction inschizophrenia”, Journal of Neuropsychiatry and Clinical Neuroscience, 6, 348-357. GOUCHAN T., VAN KAMMEN D.P., SHAO C., KELLEY M.E., GRİER A., COYLE J.T., (1998), “Glutamatergic neurotransmission involves structural and clinical deficits of schizophrenia”, Biological Psychiatry, 44, 667-674. GUİLLERMAN Y., MİCALLEF J., POSSAMAİ C., BLİN O., HASBROUCQ T., (2001) “N-methyl-d-aspartate receptor and information processing: Human choice reaction time under a subaenesthetic dose of ketamine”, Neuroscience Letters, 303, 29- 32. GRANT S.G.N., SİLVA A.J., (1994), “Targeting learning”, Trends in Neuroscience, 17, 71–75. HAMANN, S., (2001), “Cognitive and neural mechanisms of emotional memory”, Trends in Cognitive Sciences, 5 (9), 394-400. Psikoloji Çalışmaları 149 HERMAN J.P., OSTRANDER M.M., N.K. MUELLER N.K.,FİGUEİREDO H., (2005), “Limbic system mechanisms of stress regulation: Hypothalamopituitaryadrenocortical axis”, Progress in NeuroPsychopharmacology and Biological Psychiatry, 29(8), 1201-1213. HEİMER L., (2000), “Basal forebrain in the context of schizophrenia”, Brain Research Reviews,31, 205-235. HODGES H., SOWİNSKİ P.,. SİNDEN J.D, NETTO C.A., FLETCHER A., (1995), “The selective 5-HT3 receptor antagonist, WAY100289, enhances spatial memory in rats with ibotenate lesions of the forebrain cholinergic projection system”, Psychopharmacology, 117, 318– 332. IKONOMİDOU C., BOSCH F., MİKSA M., BİTTİGAU P. VOCKLER J., DİKRANİAN K., STEFOVSKA V., TURSKİ, L. AND OLNEY, J.W., (1999), “Blockade of NMDA receptors and apoptotic neurodegeneration in the developing brain”, Science, 283, 70–74. ISHİMARU M.,FUKAMAUCHİ F., OLNEY J.W., (1995), “Halothane prevents MK801 neurotoxicity in the rat cingulate cortex”, Neuroscience Letters, 193, 1–4. JENTSCH J.D, REDMOND D.E.J , ELSWORTH J.D, TAYLOR J.R, YOUNGREN K.D, ROTH R.D.,(1997), “Enduring cognitive deficits and cortical dopamine dysfunction in monkeys after long-term administration of phencyclidine”, Science, 277, 953–95. KARAYİORGOU M., GOGOS J.A., (1997), “A turning point in schizophrenia genetics”, Neuron, 19, 967-979. KEE K.S, KERN R., GREEN M.F., (1998), “Perception of emotion and neurocognitive functioning in schizophrenia: what’s the link?”, Psychiatry Research, 81, 57-65. KOHLER C.G., BİLKER W., HAGENDOORN M., GUR R.E., GUR R.C., (2000), “Emotion recognition deficit in schizophrenia: Association with symptamotology and cognition”, Biological Psychiatry, 48, 127-136. KRYSTAL J.H.., KARPER L.P, SEİBYL J.P, FREEMAN G.K., DELANEY R., HENİNGER G.R., (1994), “Subanesthetic effects of the noncompetitive NMDA antagonist, ketamine, in humans: psychomimetic, perceptual, cognitive and neuroendocrine response”, Archives of General Psychiatry, 51, 199-214. LABAR K.S., CABEZA R., (2006), “Cognitive neuroscience of emotional memory”, Nature Reviews Neuroscience, 7, 54-64. LAHTİ A.C, KOFFEL B., LAPORTE D., TAMMİNGA C.A., (1995), “Subanesthetic doses of ketamine stimulate psychosis in schizophrenia”, Neuropsychopharmacology, 13, 9-19. LAHTİ A.C., HOLCOMB H.H., MEDOFF D.R., TAMMİNGA C.A., (1995), “Ketamine activates psychosis and alters limbic blood flow in schizophrenia”, Neuroreport, 6, 869–872. 150 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI LE DOUX J. E., (1998), “Fear and the brain: Where have we been, and where are we going?”, Biological Psychiatry, 44, 1229–1238. LEE D.W, MİYASATO L. CLAYTON N.S., (1998), “Neurobiological basis of spatial learning in the natural environment: neurogenesis and growth in the avian and mammalian hippocampus”, Neuroreport, 9, 15–27. LİU J., MOGHADDAM B., (1995), “Regulation of glutamate efflux by excitatory amino acid receptors: evidence for tonic inhibitory and phasic excitatory regulation”, Journal of Pharmacology and Experimental Therapeutics, 274, 1209– 1215. LEWİS D.A., (2000), “GABAergic local circuit neurons and prefrontal cortical dysfunction in schizophrenia”, Brain Research Reviews, 31, 270–276. LİNDNER M.D., (1997), “Reliability, distribution, and validity of age-related cognitive deficits in the Morris water maze”, Neurobiology of Learning and Memory, 68, 203–220. LUBOW R.E, DE LA C.G., (2002), “Latent inhibition as a function of schizotypality and gender: implications for schizophrenia”, Biological Psychology, 59, 69-86. MALHOTRA A.K., PİNALS D.A., WEİNGARTNER H., SİROCCO K., MİSSAR C.D., BREİER A., (1996), “NMDA receptor function and human cognition: the effects of ketamine in healty volunteers”, Brain Research, 17, 301-307. MATHEWS J., BARCH D., (2004) “Episodic memory for emotional and nonemotional words in schizophrenia”, Cognition and Emotion, 18, 721-740. MENON V., BOYETTANDERSON J.M., SCHATZBERG A.F., REİS A.L., (2002), “Relating Semantic and Episodic Memory System”, Cognitive Brain Research, 261- 265. MCNAMARA R.K., SKELTON R.W., (1993), “The neuropharmacological and neurochemical basis of place learning in the Morris water maze”, Brain Research Reviews,18, 33–49. MOGHADDAM B., ADAMS B., VERMA A., DALY D., (1997) “Activation of glutamatergic neurotransmission by ketamine: a novel step in the pathway from NMDA receptor blockade to dopaminergic and cognitive disruptions associated with the prefrontal cortex”, Journal of Neuroscience, 17, 2921-2927. MONDADORİ C., WEİSKRANTZ L., (1993) NMDA receptor blockers facilitate and impair learning via different mechanisms. Behavioral Neural Biology, 60, 205–210. MORİCE R., DELAHUNTY A., (1996), “Frontal/executive impairments in schizophrenia”, Schizophrenia Bulletin, 22(1), 125-137. MORRİS R.G.M., ANDERSON E., LYNCH G.S., BAUDRY M., (1986), “Selective impairment of learning and blockade of long-term potentiation by an Nmethyl-D-aspartate receptor antagonist, AP5”, Nature, 319, 774–776. Neumann A., Philippot P.,(2006), “Recollection of Emotional Memories in Schizophrenia: Autonoetic awareness and specificity deficits”, Psychologica Belgica, 46(1-2), 143-162. Psikoloji Çalışmaları 151 NEWCOMER J.W, FARBER N.B, JEVTOVİC-TODOROVİC V, SELKE G, CRAFT S., OLNEY J.W., (1999), “Ketamine- induced NMDA receptor hypofunction as a model of memory impairment in schizophrenia”, Neuropsychopharmcology, 20, 106-118. NORTHOFF G., RİCHTER A., BERMPOHL F., GRİMM S.,MARTİN E., MARCAR V.L., WAHL C., HELL D., BOEKER H., (2004), “NMDA hypofunction in the posterior cingulate as a model for schizophrenia: an exploratory ketamine administration study in fMRI”, Schizophrenia Research, 56, 13-22. NYBERG L., MARKLUND P., PERSSON J., CABEZA R., FORKSTAM C., PETERSSON K.M, INGVAR M., (2003), “Common Prefrontal Activations During Working Memory, Episodic Memory and Semantic Memory”, Neuropsychologia, 371-377. OKADA A., (2001), “Deficits of spatial working memory in chronic schizophrenia”, Schizophrenia Research, 53, 75-82. OLNEY J.W AND FARBER N.B., (1995), “Glutamate receptor dysfunction and schizophrenia”, Archives of Genetic Psychiatry, 52, 998-1007. ORANJE B., CHRİSTİNE C., WİED G., VERBATEN M.N., KAHN R., (2002), “Modulating sensory gating in healthy volunteers: The effects of ketamine and haloperidol”, Biological Psychiatry, 52, 887-895. PARK S., HOLZMAN P.S., (1995), “Spatial working memory deficits in the relatives of schizophrenic patients”, Archives of Genetic Psychiatry, 49, 975- 982. PEARCE J.M., ROBERT A.D., GOOD M., (1998), “Hippocampal lesions disrupt navigation based on cognitive maps but not heading vectors”, Nature, 396, 75–77. PİTSİKAS N., BORSİNİ F., (1997) “Different effects of tropisetron and ondansetron in learning and memory paradigms”, Pharmacology Biochemistry and Behavior, 56, 571–576. PİTSİKAS N., BRAMBİLLA A., BORSİNİ F.,(1994), “Effect of DAU 6215, a novel 5-HT3 receptor antagonist, on scopolamineinduced amnesia in the rat in a spatial 65 learning task”, Pharmacology, Biochemistry and Behavior, 47, 95–99. PORSOLT R.D., ANTON G., BLAVET N., JALFRE M., (1978), “Behavioral despair in rats: A new model based sensitive to antidepressant treatments”, European Journal of Pharmacology, 47, 79-381. POUCET B., SAVE E., LENCKSANTİNİ P., (2000), “Sensory and memory properties of hippocampal place cells”, Reviews in Neuroscience, 11, 95–111. REED J.M VE SQUİRE L.R., (1997), “Impaired recognition memory in patients with lesions limited to the hippocampal formation”, Behavioural Neuroscience, 111, 667–675. RİCHARDS, J.M., GROSS, J.J., (2000) “Emotion Regulation and Memory: The Cognitive Costs of Keeping One’s Cool”, Journal of Personality and Social Psychology, 79 (3), 410-424. 152 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI RİEDEL G., PLATT B., MİCHEAU J., (2002), “Glutamate receptor functioning in learning and memory”, Behavioural Brain Research,140, 1-47. RİEKKİNEN P. JR., SİRVİO J., RİEKKİNEN P., (1990), “Interaction between raphe dorsalis and nucleus basalis magnocellularis in spatial learning”, Brain Research, 527, 342–345. RİZZO R., DANİON J.M., LİNDEN M., GRANGÉ D., ROHMER J.G., (1995), “Impairment of memory for spatial context in schizophrenia”, Neuropsychopharmacology, 10(3), 376- 384. SAKİMURA K., KUTSUWADA T., ITO I., MANABE T., TAKAYAMA C., KUSHİYA E., YAGİ T., AİZAWA S., INOUE Y., SUGİYAMA H., MİSHİNA M., (1995), “Reduced hippocampal LTP and spatial learning in mice lacking NMDA receptor e1 subunit”, Nature, 373, 151–155. SALAMÉ P., DANİON J., PERETTİ S., CUERVO C., ( 1998) “The state of working memory in schizophrenia”, Schizophrenia Research, 30 (1), 11-29. SANTİN L.J., RUBİO S., BEGEGA A.,. ARİAS J.L., (1999), “Effects of mammillary body lesisions on spatial reference and working memory tasks”, Behavioural Brain Research, 102, 137–150. SAUCİER D., HARGREAVES E.L., BOON F., VANDERWOLF C.H., CAİN D.P., (1996) “Detailed behavioral analysis of water maze acquisition under systemic NMDA or muscarinic antagonism: nonspatial pretraining eliminates spatial learning deficits”, Behavioral Neuroscience, 110, 103–116. SCHRODER J., TİTTEL A., STOCKERT A., (1996), “Memorydeficits in subsyndromes of chronic schizophrenia”, Schizophrenia Research, 21(1), 19-26. SETLOW B., MCGAUGH J.L., (1998), “Sulpiride infused into the nucleus accumbens posttraining impairs memory of spatial water maze training”, Behavioral Neuroscience, 112, 603–610. SHAMMAHLAGNADO S.J., BELTRAMİNO C.A, MCDONALD A.J., MİSELİS R.R., YANG. M., DE OLMOS, HEİMER L, ALHEİD G.F., (2000), “Supracapsular bed nucleus of the stria terminalis contains central and medial extended amygdala elements: Evidence from anterograde and retrograde tracing experiments in the rat”, Journal of Comparative Neurology, 111 (5), 1105-1113. SHORS T., (2001) “Acute stress rapidly and persistently enhances memory formation in the male rat”, Neurobiology of Learning and Memory, 75, 10-29. SHİİGİ Y. AND CASEY D.E., (1999), “Behavioral effects of ketamine, an NMDA glutamatergic antagonist, in non human primates.”, Psychopharmacology, 146, 67-72. SMİTH D.R., STRİPLİN C.D., GELLER A.M., MAİLMAN R.B., DRAGO J., LAWLER C.P., GALLAGHER M., (1998), “Behavioural assessment of mice lacking D1A dopamine receptors”, Neuroscience, 86, 135–146. Psikoloji Çalışmaları 153 SPİNDLER K.A, SULLİVAN E.V, MENON V., (1997), “Deficits in multiple systems of working memory in schizophrenia.”, Schizophrenia Research, 27, 1-10. TAMMİNGA C.A., VOGEL M., GAO X.M., LAHTİ A.C., HOLCOMB H.H., (2000), “The limbic cortex in schizophrenia: focus on the anterior cingulate”, Brain Research Reviews, 31, 364-370. THAYER J.F, LANE R.D., (2000), “A model of neurovisceral integration in emotion regulation and dysregulation”, Journal of Affective Disorders, 61, 201–216. TSO M.M., BLATCHFORD K.L., CALLADO L.F., MCLAUGHLİN D.P., STAMFORD J.A., (2004), “Stereoselective effects of ketamine on dopamine, serotonin and noradrenaline release and uptake in rat brain slices”, Neurochemistry International, 44(1), 1-7. TULVİNG E. MARKOWİTSCH H.J., (1998), “Episodic and declarative memory: role of the hippocampus”, Hippocampus, 8, 198–204. YAGI K., ONAKA T., YOSHIDA A., (1998), “Role of NMDA receptors in the emotional memory associated with neuroendocrine responses to conditioned fear stimuli in the rat”, Neuroscience Research, 30, 279-286. YILMAZ A., SCHULZ D., AKSOY A., CANBEYLİ R., (2001), “Prolonged effects of an anaesthetic dose of ketamine on behavioral despair”, Pharmacology Biochemistry and Behavior, 71, 349-352. VAITL D., LIPP O., BAUER U., SCHULER G., STARK R., ZIMMERMAN M., KIRSCH P., (2002), ”Latent inhibition and schizophrenia: Pavlovian conditioning of autonomic responses”, Schizophrenia Research, 55, 147-158. VEINATE P., FREUNDMERCIER M.J., (1998), “Intrinsic and extrinsic connections of the rat extended amygdala in vivo electrophysiological study of the central amygdalaoid nucleus”, Brain Research, 794, 184-198. VOLLENWEİDER F.X., LEENDERS K.L., SCHARFETTER C., ANTONİNİ A., MAGUİRE P., MİSSİMER J., ANGST J., (1997), “Metabolic hyperfrontality and psychopathology in the ketamine model of psychosis using positron emission tomography”,European Journal of Neuropsychopharmacology, 7, 9-24. VOLLEMA M.G, GEURTSEN G.J., VAN VOORST A.J., (1995), “Durable improvements in Wisconsin Card Sorting Test performance in schizophrenic patients”, Schizophrenia Research, 16(3), 209-215. WALKER D.L., DAVİS M., (2002), “The role of amygdala glutamate receptors in fear learning, fear-potentiated startle, and extinction”, Pharmacology Biochemistry and Behavior, 71, 379–392. WELLMAN C. L., CULLEN J. C., PELLEYMOUNTER M. A., (1998), “Effects of controllability of stress on hippocampalpharmacology”,Psychobiology,26(1), 65-72. WESİERSKA M., MACİAS-GONZALEZ R., BURES J., (1990), “Differential effect of ketamine on the reference and working memory versions of the Morris water maze task”, Behavioral Neuroscience, 10474–83. 154 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI WİLHELMUS J.A.J., SNEAT A., WJAJ B., (2000), “Catecholamine systems in the brain of vertabrates: new perspectives through a comparative approach”, Brain Research Reviews,33, 308-329. WİLLİAMS S.M, GOLDMAN-RAKİC, P.S., (1998) “Widespread origin of the primate mesofrontal dopamine system”, Cerebral Cortex, 8, 321345. WİLLNER P., (1990) “Animal models of depression: an overview” Pharmacological Therapeutics, 45, 425-455. WİLSON M.A., TONEGAWA S., ( 1997) “Synaptic plasticity, place cells and spatial memory: study with second generation knockouts”, Trends in Neuroscience, 20, 102–106. Sosyoloji Çalışmaları Sosyoloji Çalışmaları 157 GENÇ DİNDARLIĞININ İNŞASINDA AİLESEL ETKİLER THE EFFECTS OF FAMILY ON BUILDING RELIGIOUSNESS IN YOUTH Fatma Zehra FİDAN 1 ÖZET Bu çalışmanın amacı, İslâm ideolojisini savunan ailelerin dindar nesil yetiştirme ideali bağlamında sürdürdükleri ebeveynlik rollerinin gençlerin dindarlık algısındaki etkilerini anlamaktır. Araştırma sorunsalı bir vaka örneği üzerinden çözümlenmiştir. Gerekli verilere, ilk dindarlık yönelimini ailesinden aldığı etkilerle inşa eden ve eyleme geçiren, ergenlik döneminde ise din dışı eylemselliğe yönelen bir genç kızla derinlemesine görüşme yapılarak ulaşılmıştır. Veriler söylem analiziyle incelenmiştir. Araştırmada şu sonuçlara ulaşılmıştır: Aile, gençlerin din ve dindarlık algısı üzerinde önemli ölçüde etkilidir. Bu etki ergenlik döneminde sosyal çevresel faktörler nedeniyle yapı söküme uğrayabilmekte; genç, din dışı bir yaşantıyı tercih edebilmektedir. Gencin din dışı yaşam tercihinde, sosyal çevrenin cazibesinin yanında, aile ilişkilerinin sağlıksız olması ve mutsuz bir ev ortamı etkilidir. Ailede kazandığı dindarlık algısını farklılaştırmadan din dışı bir hayatı tercih eden kişilerde, inanç/ eylem farklılığı nedeniyle çelişkili bir kimlik inşası görülmektedir. Anahtar kelimler: Gençlik dindarlığı, aile, sosyal çevre, kimlik inşası, söylem analizi. ABSTRACT This study aims to describe the effects of parenting by parents who defend Islamic ideology in adolescents’ religiousness perception. Its problem was solved with a case example. The data were obtained by interviewing a young female who was non-religious during her adolescence period, but became religious due the effect of her parents and behaved accordingly. The data were assessed using discourse analysis. The study shows that family plays a key role in religion and religiousness perception. However, this can be destroyed. Adolescents may choose a non-religious life. Alongside the lure of the social environment, unhealthy family relationships and an unhappy home environment affect the choice of a nonreligious life. A contradictory identity construction can be seen in people who prefer a non-religious life without comprehending religion. Keywords: Religiousness in youth, family, social environment, identity construction, discourse analysis. 1 Doç.Dr. Fatma Zehra Fidan. Celal Bayar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. fatmazehrafidan@ gmail.com. 158 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI GİRİŞ İslâmcılığın en temel argümanlarından biri olan dindar nesil yetiştirme ideali, İslâmi hareketlerin sistematiğini belirleyen temel referans noktası olmuştur. 80’lerden günümüze farklı aşamalardan geçerek kendisini gerçekleştiren İslam ideolojisinin değişmeyen ilkesi, inşa edilen yeni toplumun harcı olacak ve emaneti devralacak ideal nesli yetiştirmektir. 80’lerde ve 90’larda tesettür mücadelesi veren İslâmcı kadınları kamusal alana girmekten ve kariyerleri için çalışmaktan alıkoyan en önemli gerekçelerden biri, altın nesil yetiştirme sorumluluğu olmuştur21. Bu sorumluluğun doğrudan kadına verilmesi ve dindar kadınların bunu kabullenmesi toplumsal cinsiyet rollerinin paylaşımına ilişkin feminist teolojik bir sorundur; dolayısıyla elimizdeki çalışmanın kapsamı dışındadır. Bu çalışma, İslâm ideolojisine sahip olan ailelerin dindar nesil yetiştirme ideali bağlamında sürdürdükleri ebeveynlik rollerinin gençlik dindarlığını nasıl etkilediği üzerine odaklanmaktadır. Başka bir deyişle, dindarlık algısını ve yönelimini ailesinin etkisiyle geliştiren gençlerin dini anlama, algılama ve yaşama biçimlerinde bu etkinin nasıl tezahür ettiğini anlamaktır. Beşeri eylemin doğal bir tezahürü olan din, kendisine tabi olan insan toplulukları adedince farklı özellikler taşıyan bir olgudur ve her din insan doğasını anlamada bize rehberlik eder. Dinler kendi içinde farklılıklar gösterse de, ilkelden günümüze değin insanların dine bağlanma nedenleri insan doğasal özellikler taşır. Durkheim’e göre, kendisini güvende hissetmek için Aşkın’a bağlanan ilkel insandaki yönelimle modern toplumun dindar bireyinin Tanrı’ya yönelimi arasında inanma dayanağı bakımından fark yoktur (Durkheim, 2005). İnsanların dine ve dindarlık eylemlerine yönelmesinin pek çok sebebi vardır. Hayatın anlamına ilişkin arayışlar gündelik yaşamdaki acı ve sıkıntılara çözüm arayışıyla bir araya geldiğinde dinsel yönelimlerin daha sıklıkla ortaya çıktığı görülmüştür. Durkheim’in işaret ettiği gibi, modern toplumda da din insana güven veren, acılara katlanmayı kolaylaştıran (teodise) ve bu nedenle insanı güçlendiren işlevleriyle bir dayanak noktası olmuştur. Dine inanma sonrasında ortaya çıkan dindarlık, somut olarak ölçülebilen bir olgu olmamasına karşın, duygu ve düşüncede dine taraf olduktan sonra dinsel ritüelleri yerine getirmeyle 2 İslâmcı kadınların konuyla ilgili savları bilimsel olmayan pek çok metinde farklı şekillerde ifade edilmiştir. Konunun bilimsel çalışmalar bağlamında ele alındığı örnekler için şu çalışmalar incelenebilir: Özdalga, E. (2006). İslâmcılığın Türkiye Seyri. İstanbul: İletişim Yayınları. Acar, F. (2010). Türkiye’de İslâmcı Hareket ve Kadın. 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar. (ss. 73- 91). Yay. Haz. Şirin Tekeli. İstanbul: İletişim Yayınları. Arat, Y. (2010). Feminizm ve İslâm: Kadın ve Aile Dergisinin Düşündürdükleri. 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar. (ss. 91- 103). Yay. Haz. Şirin Tekeli. İstanbul: İletişim Yayınları. Göle, N. (1998). Modern Mahrem. İstanbul: Metis Yayınları. Fidan, F.Z. (2015). Modernlik ve Dindarlık Arasında Kadın. İstanbul: Opsiyon. Sosyoloji Çalışmaları 159 ilişkili bir kavramdır (Fidan, 2015). Araştırma sorunsalı bağlamında analiz edeceğimiz gençlik dindarlığı, bireyin gelişimsel süreçleriyle ilişkili olması bakımından daha özel bir alanda değerlendirilebilir. Cinsiyet güdüsünün doğurduğu çatışmaların en üst düzeyde yaşandığı ergenlik dönemi, bağımsız bir kişiliğe sahip olma arzu ve yöneliminin yanında, bireyin toplumdaki yerini ve rolünü öğrendiği çalkantılı bir süreçtir. Bir dünya görüşü geliştirme, kendine yön verecek değerleri araştırma, hayatın anlamı, hayattaki yeri ve rolü konusunda tatmin edici cevaplar bulma gibi arayışlar gençlik döneminin en önemli özellikleridir (Hökelekli, 2013). Hayatın farklı alanlarını keşfetme ve yaşamdaki farklı rolleri deneyimleme yöneliminin baskın çıktığı bu süreç, farklı ideolojik ilgi alanlarının deneyimlenmesiyle yetişkinliğe geçişin işaretlerini yansıtır (Negru, et al. 2013). Gerek kendi içinde gerçekleşen iniş çıkışlar gerekse toplumda sürekli değişen değer yargıları, ergenin dinsel bocalamalar, bunalımlar ve çelişkiler yaşamasını kaçınılmaz hale getirir. Dini ilginin şuurlu uyanışının ve gelişiminin açıkça gözlemlenebildiği bu süreç (Hökelekli, 2013), bireyin yaşamın anlamını sorgulayarak kutsallıktaki pozisyonunu belirlediği ve varoluşsal anlam arayışlarını derinleştirdiği bir dönemdir. Dindarlık ve maneviyat, gelişim sürecindeki gençlerin kendi inanç ve değerlerine ilişkin artan bir öz-keşif deneyimledikleri bu dönemdeki en önemli ilgi odaklarıdır (Barry, et al. 2010; Negru, et al. 2013). Dindarlık ve davranış ilişkisi son dönemlerde sosyal bilimlerin üstünde durduğu konulardan biridir (Salas-Wright et al. 2013); yapılan araştırmalar gençlik dindarlığının inşasında ve sürdürülmesinde ailenin büyük etkisi olduğunu ortaya koymuştur. Bilindiği gibi, toplumsal birliğin ve bütünlüğün sağlanmasında toplumun temel taşı olarak görülen aile (Alptekin, 2012), üyelerine hizmet veren bir kurum olarak aile fertlerine çeşitli avantajlar sağlar (Strach, 2006). Ailenin, aileyi meydana getiren bireyleri kısıtladığına ilişkin savlar varsa da, genelde üyelerine huzur ve mutluluk sağladığı varsayılmıştır (Herlihy, 1991)31. Bütün araştırma ve gözlemler, dini inanç ve tutumların teşekkülünde ilk çocukluk dönemindeki aile ilişkilerinin en etkili faktör olduğu konusunda birleşmektedir (Hökelekli, 2013; Pickering&Vazsonyi, 2010; Barry, et al. 2010; Fidan, 2015a). Aile, kimlik gelişim sürecindeki en önemli faktör ve sosyal etkileşimin gerçekleştiği ilk kurum olması bakımından, gençlerin dini kimlik gelişiminde, sosyalleşmesinde ve yöneliminde etkilidir. Bu bağlamda anne babanın dini tutumları42 gençlerin dindar kimlik inşasında önemli rol oynamaktadır. 3 En ilkel kabilelerden günümüze kadar, birlikte yaşayan ve işbölümü nedeniyle birbirine bağlı kimselerden oluşan bir birlik olarak aile, dinsel törenlerin yapıldığı doğal çevrede olmuştur. Bu, aileye olduğu kadar eve de dinsel bir anlam ve önem kazandırmıştır (Freyer, 2013). 4 Ebeveynlik rollerinin paylaşımında ve çocuğun dinsel kurallara göre yetiştirilmesinde, dindarlık yöneliminin etkili olduğu bilinmektedir (Fidan, 2017; 2017a). 160 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Yapılan araştırmalar, sevgi kültürünün hakim olduğu ailelerin, sevgi kültürünün hakim olmadığı ailelere göre daha fazla rol model olduğunu ortaya çıkarmıştır. Buna göre birey, sosyalleşme sürecinde ailesinin dini tutum ve eylem modellerini gözlemlemekte ve özdeşleşme yoluyla kimliğinin bir parçası haline getirmektedir (Pakdemirli, 2015; Hökelekli, 2013; Fidan, 2015a). Birey, dinsel ilgi ve yönelimine ilişkin etkilerle öncelikle ailesinde karşılaşsa da, hayatın süregiden dinamiklerinde bu etki başladığı gibi devam etmeyebilmektedir. Yetişkin olma sürecinde toplumsal yaşamın farklı alanlarında yer alan birey, içine katıldığı yeni sosyal çevrelerde dinsel ve ruhsal hayatını yeniden gözden geçirme, sorgulama ve dönüştürme imkanlarıyla karşılaşmaktadır. Gelişmekte olan yetişkinlerin bilişsel gelişimi dinsel anlamların daha derinlemesine işlenmesine izin vermekte, onların bilişsel muhakemesi soyut akıl yürütme ve yasaklayıcı kontrolün artmasıyla soyut ve pragmatik bilgiye odaklanmaktadır. Nihai anlamda dinsel biliş, davranış ve duyguların bir araya gelişi, sözü edilen faktörlerin etkisiyle gelişmekte olan yetişkinlikteki değişmeyi ortaya çıkarmaktadır (Negru, et al. 2013)51. Pakdemirli (2015), üniversite gençlik dindarlığıyla ilgili araştırmasında, dinî tutum ve eylem ayrımına dikkati çekerek gençlerin tutum ve eylemleri arasındaki tutarlılığın nasıl olduğunu ve dinsel değişme nedenlerini sorunsallaştırmıştır. Buna göre dini tutum, bireyin dine yönelik duygu, düşünce ve davranışlarını belirleme tarzıdır. Bireyin dinle ilgili bilişsel ve duyuşsal ön kabulleri, dinin bütününden ya da herhangi bir esasından hoşlanıp hoşlanmaması, dini bir davranışa eğilimli olup olmaması onun dini tutumunu oluşturmaktadır. Dindarlık eylemi ise dini tutumun davranışa dönüşmesiyle ortaya çıkmaktadır. Güçlü dini tutumların dindarlık eylemine dönüşme oranı daha yüksektir. Gençlerin dini eylem ve tutumlarında aile etkisini irdeleyen Pakdemirli, ailede içselleştirilmemiş dini tutum ve eylemlerin yeni sosyal ortamlarda önemli ölçüde değişime ve dönüşüme uğradığını, başka bir deyişle dinsel yönelimden sapma davranışına evrildiğini tespit etmiştir (Pakdemirli, 2015)6.2 5 Yapılan araştırmalarda, gelişmekte olan yetişkinlerde dinsel inanç artarken dinsel davranışın azaldığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, dini kurumlara olan güvenin giderek azalması ve toplumun laikleşmesiyle ilgili olduğu gibi, gençlerin üniversite eğitimi veya başka nedenlerle ortam değiştirmesi ve farklı aktivitelere yönelmesiyle ilişkili bulunmuştur (Negru, et al. 2013). 6 Pakdemirli’nin yaptığı araştırmada, dini tutumların bireyi aynı düzeyde dinsel eyleme yöneltmediği ortaya çıkmıştır. Araştırmacının sosyal dindarlık olarak adlandırdığı “doğru sözlü olmak, kimseyi aldatmamak, sözünde durmak, anne-babaya iyi davranmak, rüşvet alıp vermemek, insanlara iyi davranmak, doğal çevreyi korumak, çevreyi temiz tutmak, herhangi bir şeyi izinsiz almamak, dedikodu yapmamak, zinadan uzak durmak” gibi toplumsal ahlaki eylemler bahse konu başlıklarla ilgili tutumlarla belli ölçüde tutarlıdır. Araştırmacının geleneksel dindarlık olarak betimlediği “zekat, kurban, hac, oruç, dua, şükür, dini nikah” gibi seyrek olarak yapılan dini eylemlerin ise konuyla ilgili tutumlarla en fazla tutarlı alan olduğu tespit edilmiştir (Pakdemirli, 2015: 179). Sosyoloji Çalışmaları 161 Bireyin dinsel duygu, düşünce ve davranışlarında belirgin biçimde görülen farklılıklar olarak anlaşılabilen dinsel değişimin çeşitli tezahürleri vardır. Dinsel değişim, inançsızlıktan inanca, bir inanç sistemine bağlılıktan başka bir inanç sistemine bağlanmaya işaret ettiği gibi herhangi bir inanç sistemi içinde bir eğilimden diğerine yönelmeyi de gösterebilir. Gündelik hayatın rutininde alışılmış ibadetlere bel bağlamaktan Tanrı’nın varlığına derin bir inanca bel bağlamaya, tehdit edici, cezalandırıcı ve yargılayıcı bir Tanrı inancından sevgi, destek ve maksimum güzellikler sunan bir Tanrı inancına geçmek de dinsel değişim kategorilerinde yer alabilecek durumlardır (Kayıklık, 2014:108). Gençlik dindarlığı üstünde ailesel faktörlerin nasıl etkili olduğunu anlamak istediğimiz bu çalışma, ailesel etkilerle dindar bir kimliğe sahip olan ancak zaman içinde dinsel duygu ve yönelimlerinde önemli değişiklikler meydana gelen bir genç kızın deneyimlerine odaklanacaktır. Bir vaka örneği çalışmasının gençlik dindarlığı gibi kapsamlı bir konuya ilişkin genel geçer söz söyleme hakkının olmadığı açıktır. Ancak nitel araştırma tekniklerinin, az sayıda katılımcıyla da olsa, yapmaya çalıştığı şey, çalışılan alana ilişkin tümel sonuçlar ortaya koymak değil, elde ettiği özgün verilerle alana katkı sağlamaktır (Balcı, 2013; Gürbüz ve Şahin,2015)7.1 Objektif bir anlamanın ancak sübjektif deneyimler aracılığıyla oluşabileceğine (Creswll’den 1998: 98 aktaran: Kümbetoğlu, 2011:478) duyulan inanç, anlamanın feminist epistemolojideki öneminin işaretçilerindendir. Buna bağlı olarak, araştırma sorunsalı, anlamın sosyal aktörün zihnindeki tezahürüne (Çiftçi, 2004) odaklanarak, söylem analizinin verdiği imkanlarla irdelenecektir. Söylem hayatımızın merkezi bir parçasıdır (Potter ve Wetherell, 2004) ve bir yöntemden daha çok teorik bir bakış açısı ve metodoloji (Nikander, 2008) olarak tanımlanır. Dil, vasıtasıyla içinde kendimizi ve şeyleri ifade ettiğimiz şeydir. Konuşan bizler için dil bir obje değil, ilişki kurucudur (Ricoeur, 2009: 95), dinamik bir süreç olan dili ileriye götüren düşüncelerdir. Söylem analizinin temel argümanı da düşüncelerin akışına yön veren gücü tanımlamaktır (Chafe, 2001). Araştırma sorunsalı bir vaka örneği üzerinden çözümlenecektir. Dindar bir ailede yetişen, ergenlik dönemi ve sonrasında dinsel yaşamında önemli değişiklikler meydana gelen 25 yaşındaki bir genç kızla yaklaşık iki saat süren derinlemesine görüşme yapılmış, ses kaydı alınmıştır. Katılımcıya psikoloğu aracılığıyla ulaşılmıştır. Görüşme, katılımcının isteği doğrultusunda, psikoloğu eşliğinde gerçekleşmiştir. 7 Nitel araştırmanın bu özelliğini Gürbüz ve Şahin (2015: 375) “yapboz” örneğiyle açıklamaktadırlar. Buna göre, yapbozdaki her bir parça nitel araştırmadaki verileri temsil etmektedir. Bu veri parçaları ve bunlar arasındaki ilişkiler araştırmacıya gerçek resmin bulunmasında ve resmin tamamının ne söylediğinin anlaşılmasında rehberlik eder. 162 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Dindar Kimlik İnşasındaki karmaşık Süreçler ve Arafta Kalan Genç Vaka Sunumu Ceyda81 İslâm ideolojisine sahip bir aile ortamında doğup büyümüştür, dört kardeşin üçüncüsüdür. Aile, kendi içinde farklı sorunlar yaşayan, nihai anlamda sorunlarına kalıcı çözüm üretemeyen bir özelliğe sahiptir. Görüşmecinin anne babası resmen boşanmış, bir süre ayrı yaşamayı denemiş ancak sonrasında yeniden bir araya gelmiştir. Resmen evli olmayan karı kocanın ev içindeki davranış örüntüleri de evlilik yaşamının normal seyrine uygun değildir9.2Ancak ailenin dıştan görünümü içerdeki sorunların anlaşılmasına imkan vermeyecek şekildedir; aile, dine adanmış bireylerin eylemselliklerini yansıtan bir tablo sergilemektedir. Aile yaşantısındaki en dikkat çekici şeyin evdeki mutsuzluk olduğunu söyleyen görüşmeci, on beş yaşına gelinceye kadar ailesinde edindiği bilme, düşünme ve inanma süreçleri hakkında şüphe duymamıştır; o yaşa kadar uygulaması gereken bütün dini ritüelleri uygulamıştır. Katılımcı hangi yaşta örtündüğünü hatırlamamakta, ‘kendini bildi bileli örtülü olduğunu’ ifade etmektedir. Ergenliğe gelinceye kadar namaz kılmak nefsine zor gelse de, namaz kılmaya özen göstermiştir. İlköğretimden sonra ailesinin isteğiyle İmam Hatip Lisesine gönderilen Ceyda okulunu sevmemiş, lise birinci sınıfta iki yıl üst üste başarısız olmasının ardından okuldan atılmıştır. Katılımcı, İmam Hatip Lisesi’ni sevmese de İslâmi faaliyetleri sevdiğini ve dine hizmet nosyonunu tam kabul ettiğini ifade etmektedir. Ceyda on beş- on altı yaşlarına geldiğinde güzelliğiyle dikkat çekmeye başlamıştır. Görüşme sürecinde kendisi için çok önemli olduğunu söylediği özellikle erkeklerin dikkatini çekme, sosyal aktörün o güne kadar ilgilenmediği farklılıklara yönelmesinde etkili olmuş görünmektedir. Okuldan atıldıktan bir süre sonra bir anaokulunda çalışmaya başlayan103 katılımcı, çalışma hayatında ev dışındaki sosyal çevreyi kısmen tanımaya başlamıştır. Dışarıdaki hayatın nasıl olduğuna ilişkin merakını yenemeyerek, ailesinden gizli, başörtüsünü çıkararak barlara gitmeye başlayan Ceyda, kendisini tamamen yabancısı olduğu bir sosyal ortamda bulmuştur. Birbirine karşıt dünyaları aynı anda deneyimlemeye başlayan genç kız, erkeklerle de arkadaşlık yapmaya başlamıştır. Bu yeni yaşam biçimini uzunca bir süre ailesinden gizleyen katılımcı, nihayetinde yaşam tercihini ortaya koymuş ve tesettürlü giyimden çıkmıştır. Çelişik duygu ve eylemsellikler içinde geçirdiği birkaç sene içinde erkeklerle dinsel olarak kabul edilemeyecek deneyimler yaşayan Ceyda, ailesi tarafından örtünmeye ikna edilmek üzere psikoloğa getirilmiştir. 8 Çalışmada katılımcının gerçek adı kullanılmamıştır. 9 Görüşmecinin ifadelerine göre, resmen evli olmadığı halde birlikte yaşayan karı koca aynı odayı paylaşmamakta, gündelik hayat rutininde birbirlerine karşı evli bir çiftten beklenecek asgari uyum ve anlayışı sergilememektedir. 10 Ceyda çalışma hayatına girdiğinde 18-19 yaşlarındadır. Sosyoloji Çalışmaları 163 Söylemsel Analiz Dinî ortamlarda yaşanan çocukluk ve araçsallaşan dinsellik Araştırmanın temel sorunsalı, gençlerin dinsel yönelim ve eylemselliklerinde aile etkisinin nasıl olduğunu anlamaktı. Görüşmecinin ifadeleri, dinsel ideolojiyi benimseyen ailelerin dinsel gündelik yaşamlarını nasıl sürdürdüklerine ve çocuklarını hangi ortamlarda yetiştirdiklerine dair fikir vermektedir. “O zamana kadar (okul) hayatım sürekli sohbetlerde geçti. Günde üç tane sohbete gidip geliyodum. Okula gidiyodum geliyodum akşam sohbete gidiyodum. Yani bende inanılmaz dini bişey vardı çünkü ben kendimi bildim bileli annem diyo ‘Seni kucağımda sallıyodum öyle sohbet dinliyoduk.’ Biz büyüdük büyüdük hep dinin içindeydik rabbim kabul ederse… Bi tarafından tutmaya yapmaya çalışıyoduk. Sonra işte bi sıkıntı yok, on beş (yaş) işte lise bir… Arkadaşlara biraz uyma falan… Ama annem benim çok dik yapıda biri olduğu için arkadaşlarla hiç bi yere izin vermez, arkadaşlar dalga geçiyodu. Ben bu sefer sürekli yalan söylemeye başladım çünkü biliyorum (arkadaşlarla gezmeye) annem izin vermicek.” Ceyda’nın dinsel yönelimindeki değişimsel süreç dinsellik ve ergenlikle ilgili bilimsel sonuçlarla tutarlı görünmektedir. Bebeklik çağından itibaren dinsel anlam dünyasını zenginleştirmeyi hedefleyen ortamlarda bulun(durul)an katılımcının, içinde var olduğu dinsel anlayışı tam kabul ettiğini gösteren şahıs zamiri (biz), dinsel inancın ve ideolojinin aile fertlerinin tamamınca içselleştirildiğini göstermektedir. Bütünsel olarak kabul edilmiş bir anlam dünyasında büyüyen sosyal aktör, ergenlik çağına girdiği dönemde sosyal çevresinin (arkadaşlar) etkisinde kalmaya başlamış, o güne kadar inşa edilen dinsel yapının argümanlarına ters davranmaya yönelmiştir11. Mevcut dinsel yapının argümanlarına uygun olmayan davranış örüntülerinin, o güne kadar kabul edilen din anlayışını sorgulama sürecinden sonra ortaya çıkması beklenebilir. Ancak görüşmenin tamamında dinsel inanç ve algı üzerine geliştirilen herhangi bir sorgulamanın olmayışı, dinselliği kabulün derinlemesine yapılan bir analiz neticesinde değil, dinsel olanın sorgusuz kabulüne dayalı bir bilgi temelinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Ergenlik çağına geldiğinde fark ettiği farklılıklara yönelme, “yeni bir hakikate uyanma” veya “şu ana kadar tutunduğu yolun yanlış olduğunu görme” şeklinde tezahür etmemiştir. 11 Yapılan araştırmalarda, huzurlu ve mutlu ailelerde, aile bireylerinin toplu olarak yaptığı dinsel ritüellere katılımın yoğun olduğu, bu ailelerde çocuklara daha yakından davranıldığı ve desteklendiği bulunmuş (Li, 2014), bu bağlamda aile bireylerindeki dinsel etkinin kalıcılığını sürdürdüğü savunulmuştur. Ceyda’nın dinî argümanlarla inşa edilmiş çocukluk geçmişine rağmen, ev dışındaki din dışı yaşam tarzına yönelmesinin temelinde ailesel etkilerin bulunması mümkündür. 164 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Konuşma metninden anlaşılabileceği gibi, içine doğulan dinsel ortamdaki eylemsellikler anlamsal arka plandan mahrum olsa da sosyal aktörün dinsel ideolojiye aidiyeti açıktır. Bu aidiyetin dinsel misyona ters düşen eyleme yönelmede (yalan) engelleyici etkisinin olmayışı anlamsal arka planla ilgili savımızı desteklemektedir. Ergenlik dönemindeki gençlerin genelinde görülebilen akran gücü ve etkisi, o güne kadar inşa edilen anlam dünyasına baskın çıkmış görünmektedir. Konuşma metninden, annenin hoşgörüden uzak tavrının (dik yapıda) gelişim sürecindeki bireyi yalan söylemeye yönelttiği ve ergenin engelleyici kurallara, hatta dinsel aidiyet duygusuna rağmen yapmak istediği şeyi yapmaya yöneldiği anlaşılmaktadır. Farklılığın dayanılmaz cazibesi Ergenlik çağındaki gençler için, kendilerini keşfettikleri ve kimlik inşasına giriştikleri bu gelişimsel dönemde, farklı dünyaların keşfinin birincil önem taşıdığı söylenebilir. “İmam hatip lisesine gittim iki yıl kaldım. Çünkü o sıra benim gözümün açıldığı, etrafı keşfetmeye başladığım zamana denk geliyodu… Şimdi şöyle etrafımdaki insanlar artık çoğalmaya başladı lisede farklı ilçelerden gelen insanlar farklı yapıda olan insanlar… İmam hatip ama arkadaşım Hristiyan bi çocuk hani esirgeme yurdundan geliyodu. O zamanlar bi yandan da onları kurtarma çabasındaydık, fakat bi yandan da gözlemliyodum ben onları. İşte zaman içinde on yedi on sekize kadar böyle geçti. Annem sohbet dışında bi yere göndermiyodu, ben de doğal olarak sohbet yalanını… Sohbeti kullanmaya başladım. Vicdanım sızlamıyo değildi ama dışarısı bana cazip geliyodu açıkçası.” Dinsel ideolojiye uygun bir eğitim ortamında da olsa, görüşmecinin yeni katıldığı sosyal ortam o zamana kadar deneyimlediklerinden farklıdır. Ceyda, farklı dinden olan ve dinsel kurallara uymayan Müslüman arkadaşlarını kendisinden farklı bir kategoride konumlasa da, onların farklılığının arka planını anlama merakındadır. Dine uygun hayat sürmeyenleri kurtarma, katılımcının, ailesinin etkisiyle sahip olduğu dinsel ideoloji bağlamında geliştirilen dine hizmet misyonunun bir uzantısıdır (Fidan, 2015). Sosyal aktörün bu misyona aidiyetini ifade ederken kullandığı şahıs zamiri (biz), kurtarma misyonunu üstlenen bütünsel bir yapıya aidiyetini göstermektedir. Katılımcı kendisini kurtarıcı, kendisi gibi olmayanları kurtarılmaya muhtaç özne konumunda, hiyerarşik olarak inşa etmektedir. Burada dikkat çeken asıl konu, sosyal aktörün kendisini ve ötekileri konumlandırış şekli değil, kendisinden aşağıda konumladığı bir dünya görüşünü ve yaşam tarzını engelleyemediği bir merak duygusuyla mercek altına almasıdır. Tam da bu noktada, bir önceki başlıkta ulaştığımız “derinlemesine bir analiz sonucu dine bağlanmama” tespiti bir kez daha sağlamlaşmaktadır. Çünkü sosyal aktör mensup Sosyoloji Çalışmaları 165 olduğu dine bağlanırken, ona alternatif olan bütün inanma ve yaşama biçimlerini incelemiş ve bu yaşam tarzını tercih etmiş değildir. O sadece mensup olduğu dinin ve önerdiği yaşam tarzının diğer bütün dinlerden üstün olduğunu kabul etmiştir. Bireysel merak ve analiz sonucunda inşa edilen dindar kimliğin, bu kabulden çok daha sağlam zemine oturduğu, dolayısıyla ötekinin farklılıklarından katılımcıda olduğundan daha düşük düzeyde etkileneceği açıktır. Görüşme gerçekleştiğinde yirmi beş yaşında olan sosyal aktörün, sahip olduğu dinsel ideolojinin ilkelerine ters olan, gençlik arzu ve heveslerine uygun davranışını meşrulaştırma biçimini bu bağlamda anlamak zorunludur. Sohbetler dışında hiçbir etkinliğe izin vermeyen annesinin tavrını yanlış bulan görüşmeci, arkadaşlarıyla gezmek için dinsel ideolojide iyi/ doğru kabul edilen bir eylemselliği (sohbete gitme) araçsallaştırmayı normalleştirmiştir. Hem yalan söyleyerek hem de dinsel ideoloji tarafından kabul gören bir ritüeli (sohbete gitme) araçsallaştırarak kendisine cazip gelen bir eylemselliğe yönelme, görüşmecinin içsel süreçlerini (vicdan) harekete geçirse de, merak duygusu bunun önüne geçmiştir. Ceyda din dışı eylemleri nedeniyle suçluluk duysa da, dış dünyayı anlamaya yönelik merakının bu duyguya galebe çaldığını tereddütsüz ifadelerle ortaya koymaktadır. Farklı dünyaların dayanılmaz cazibesine karşı koy(a)mayarak geçirdiği iki- üç yıl, katılımcıdaki dinsel değişimi tetiklemeye yetmiş görünmektedir. “Anaokulunda çalışmaya başladım, bu arada dışarıyı yeniden keşfetmeye başladım… İşten çıkışta kapının önünden barın önünden falan geçiyorum, dikkatimi çekiyo ister istemez. Bir iki bir iki gidiyorum geliyorum, şey… İçerde bişey var!... Bi kere girmekten bişey olmaz… Açıkça söyleyim giyinme süslenme beni cazip kılıyo. Benim kendi yapım gereği böyle… Dışardan dikkat çekilmek falan hoşuma gidiyo yani. (vurgu)” Okul dönemindeki merak duygusunun kapsamı, çalışma hayatında genişlemiştir. Bar gibi hayat felsefesine uygun olmayan bir ortama katılma sürecindeki içsel sorgulamalar, gencin ailesinden aldığı dinsel etkilerin tezahürüdür. Geleneksel dinsel aile eğitiminde dinsel olanın sunumu, insan zihninin, çeşitli uyaran ve olguları bizatihi kendi özelliklerinden kavramaktan ziyade karşıtlarıyla değerlendirerek daha kolay anlama özelliğine (Bilgin, 2007) uygun şekilde yapılmış olmalıdır. İçeride var olan şeyin dine uygun olmadığı ön kabulü açıktır; “bi kere girmekten bişey olmaz” telkini, doğru ile yanlış mekanların ayırımının karşıtlık ilişkisi içindeki sunumuyla ilişkilidir. Nihai anlamda, gencin küçüklükten itibaren içinde var olduğu dinselliğin etkilerinden çok çabuk sıyrıldığı ve ona cazip gelen yeni toplumsallıklara dahil olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak ailesel etkiler genç üzerindeki varlığını sürdürse de, son tahlilde, farklı olanı anlama ve deneyimleme arzusu baskın gelmiştir. 166 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Yapılan yanlışlıkların cezası çekilecektir Aile yaşantısında kazandığı dindarlık anlayışıyla uzlaşması mümkün görünmeyen bir dünyaya savrulan katılımcı, dinsel bilgi birikimi ve din dışı yönelimleri arasında çelişkide kalmıştır. “İçimde sürekli bi mücadele var, kendimle inanılmaz bi muhasebe yapıyorum. Yaptığım her şeyin farkındayım nelerin doğru nelerin yanlış her şeyin farkındayım. Diyorum ki, hani ben nasıl affedilicem yani her şeyi bilerek yaptım. Hata yaptım desem tamam yine affolur ama bilerek, bilerek gittim her yere (vurgu). Orda otururken ben kendim… Hala böyle bi çaydanlık gördüm mü içimden cehennemde yanıcam hissi… Hala o his bende devam ediyo.” Şimdiki zaman kipinde kurulan cümleler, din dışı yaşam tercihi nedeniyle, sosyal aktörün suçluluk duygusunun devam ettiğini göstermektedir.12 Görüşmeci, dinsel bilgiye galebe çalan haz odaklı davranış örüntüleri yüzünden çelişkili duygular içindedir. Ceyda’nın kullandığı muhasebe kavramı, ilk anda dinsel literatürdeki nefs muhasebesini çağrıştırsa da, konuşmanın devamı daha çok “kâr-zarar” ilişkisine odaklanıldığını ima etmektedir. Gündelik hayatta kullanılan objelerin (çaydanlık) sosyal aktörün zihninde uyandırdığı kavram (cehennem), ailede ödül-ceza sistemine dayalı bir din eğitimi verildiğinin göstergesidir. Aşkın tarafından affedilmenin dayanaklarını işaretleyen ifadeler, geleneksel dinsel eğitimle öğrenilen bilgilere duyulan güveni ortaya koymaktadır. Dinsel olandan saptığı için suçluluk hisseden, ancak din dışı yaşantısından vazgeçme eğilimi göstermeyen sosyal aktörün, bu çelişkili durumdan kurtulmak için, zaman içinde dinin emirleriyle ilgili farklı yorumlar geliştirmesi mümkündür. Ancak katılımcının görüşme sırasındaki genel tavrı, dini öteleme veya dinin farklı yorumlarıyla kendisini meşrulaştırma değil, günahlarının cezasını çekmeyi kabullenme şeklindedir. Son tahlilde, sosyal aktörün yeniden inşa ettiği kimlik, ailesinde içselleştirdiği dinsellikle, çevresel etkiler nedeniyle yöneldiği din dışı davranış örüntülerinin birlikteliğinden doğan karma ve çelişkili bir yapıdır. Bir dine aidiyet hisseden bireyin davranışlarının, o dinin etkisi altında şekillendiği bilinmektedir (Alptekin, 2012). Ceyda’nın dinî inançları nedeniyle hissettiği korkunun iki boyutundan söz edilebilir. Bilindiği gibi korku, dine bağlanmaya neden olan temel duygulardan biridir; ilkel dönemlerden günümüze, inananı kaygı, endişe ve korkularından emin kılması dinin en önemli işlevlerinden biridir. Dine inanan insan, gündelik hayatta ve ölüm ötesinde öngöremediği tehlikelerin uyandırdığı korku duygusundan, Aşkın’ın gücüne sığınarak kurtulmakta ve huzur bulmaktadır (Durkheim, 2005; Kayıklık, 2014). Dünya hayatının sonunda, aynı Aşkın’ın karşısına çıkarak işlenilen günahların hesabını verme ve 12 Görüşmecinin dinsel değişimi zaman içinde gerçekleşmiştir. Görüşme yaptığımız tarihte 25 yaşında olan Ceyda, din dışı yaşam tercihinde en az beş yılı doldurmuştur. Sosyoloji Çalışmaları 167 bedelini ödeyecek olma inancı ise, korku duygusunu tetikleyen başka bir konudur. Önümüzdeki sosyal metinde, din dışı olanın verdiği haz duygusu, dine dahil olmanın verdiği emniyet duygusuna ve korkuya galebe çalmış, bu durum sosyal aktörü düşünsel ve duygusal olarak çelişkili bir kimlik inşasına yöneltmiştir. Özne konumları Açıklayıcı repertuvarlarda yer alan söylemler, özne konumlarını inşa ederken bu özne konumlarının karşıtlarını da inşa eder. Birbirinden bağımsız gerçekleşmeyen bu inşada, özne konumu kendi karşıtıyla güçlendirilir (Arkonaç, 2012). Kurtuluşa eren kurtarıcı Yeni sosyal ortamlarda karşılaştığı farklı kişilere ilişkin ifadeleri, sosyal aktörü anlamada anahtar işleve sahiptir. Hristiyanların ve dindar olmayan müslümanların kurtarılması gereken kişi özne konumundaki inşasıyla, dindar müslümanların kurtuluşa eren ve kurtarıcı özne konumundaki inşası, hiyerarşiktir. Kendisini, dini bilme ve dinsel kuralları uygulama bakımından din dışındaki ötekilerden üstte konumlandıran sosyal aktör, bu konumlamada dine hizmet misyonunu yerine getiren faildir. Merak duygusunu tatmin etmek için her yolu deneyen Merak duygusunu, hayatındaki değişim ve dönüşümlerin dayanağı olarak imleyen Ceyda, görüşme boyunca bu özelliğine vurgu yapmıştır. Dinî duygu ve düşüncelerini dindar bir ailede geliştiren katılımcı, içine doğduğu dünyanın doğrularında derinleşmek yerine din dışı bir dünyanın nasıllığının peşine düşmüş, nihai anlamda dinsel olmayanı tercih etmiştir. Merak duygusunu tatmin etmek için her yolu deneyen özne konumunun inşası, kendisine öğretilenleri sorgusuzca kabullenen özne konumunun karşısında gerçekleşmiştir. Sosyal aktör, tercih ettiği din dışı hayat tarzıyla ilişkili suçluluk duysa da, merak duygusunu tatmine yönelik eylemlerinin arkasındadır. Güzelliği ve cazibesiyle çevresindekilerin dikkatini çekmekten hoşlanan ve bu duygunun peşinde sürüklenen Görüşme boyunca güzelliğinin ve cazibesinin erkeklerde uyandırdığı etkiye vurgu yapan (Benim kendi yapım gereği böyle.) sosyal aktör, sıra, erkeklerle arasındaki ilişki düzeyine geldiğinde içsel bir sorgulamaya girmektedir. Erkeklerle, dinin izin vermediği ilişkisel boyutları deneyimlediğini ifade eden görüşmeci, bu eylemselliğinden dolayı kendisini suçlamaktadır. Görüşmenin genel işleyişinden, kendisini cehennem gibi bir cezayla ilişkilendirmesinin temelinde söz konusu cinsel deneyimler olduğu 168 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI çıkarsanabilir. Katılımcı, başta ailesindeki kadınlar (anne, abla, kız kardeş) olmak üzere, bu tür deneyimlerden uzak kalma başarısını gösteren dindar arkadaşlarını kendi sağlamlıkları içinde takdir hisleriyle anmaktadır. Bu bağlamda, güzelliği ve cazibesiyle çevresindekilerin dikkatini çekmekten hoşlanan ve bu duygunun peşinde sürüklenen özne konumunu kendisini haramdan korumayı başaran dindar kadın özne konumunun tam karşısına inşa etmektedir. Yaptığı yanlışlıkların cezasını ödemesi gereken Sosyal aktörün hayatındaki değişim ve dönüşüm, dinseli öteleme veya dinsel olmayanı içselleştirme şeklinde ortaya çıkmamıştır. Dinî inançlarına rağmen dinsellikten uzak yaşamak katılımcının zihninde meşrulaşmamıştır. Bu bakımdan, din dışı yaşam tercihinin ceza gerektirdiğine inanan ve dinin kendisi için ön gördüğü cezayı kabullenme yoluna giden katılımcı, kendisini yaptığı yanlışlıkların cezasını ödemesi gereken özne konumunda inşa etmiştir. Ailesinin ödül ve ceza yörüngeli dinsel anlayışı bağlamında, “bireysel istek ve irade” temelli eylem yönelimleri, sosyal aktörün zihninde dinsel meşrulaştırım yolunu kapatmaktadır. Çelişkili Repetuvarlar Görüşmecinin söylemsel inşasındaki çelişkili izlekler, dinsel değişim paralelinde ortaya çıkan karmaşık kimlik inşasının arka planına ayna tutmaktadır. İnsanları ateşten kurtarırken ateşin cazibesine kapılmak Ailesi tarafından empoze edilen dinsel ideolojinin doğruluğuyla ilgili şüphe izhar etmeyen, ancak buna karşıt hayat tarzından kendisini al(a) mayan katılımcının eylem yönelimleri iki uç arasında gelip gitmektedir. “Sonra yılbaşlarında… Durum aslında o kadar vahimdi ki... Yılbaşlarında arkadaşlarım gece kulübüne, atıyorum bilmem nereye gitmesin diye evi arıyodum, ‘Anne çabuk evi boşalt kızları getirmem lazım…’ (diyodum) diyodu ‘nereye getiriyosun?’ Eee bunlar gitcekler bi yerlere… Getiriyodum, sabaha kadar 20-25 kişi yeter ki aynı ortamda bulunalım, yeter ki bişey yapmasınlar diye…” Haz odaklı duygularla barlara gitme ile Yılbaşı günahından insanları kurtarma çabası arasındaki uzlaşmaz mesafe, sosyal aktörün ergenlik dönemindeki çelişkili kimlik inşasının sacayaklarıdır. Yaşam tercihini din dışı olarak kodlasa da, inanç boyutundaki bağlılık katılımcıdaki içsel çelişkiyi beslemektedir. Yasak meyvedeki haz “(Bara) ilk gittiğimde kafamı kaldırıp bakamıyorum bile etrafımda kim var diye. İnanılmaz utanıyorum ya… Yaptığımın farkındayım, Sosyoloji Çalışmaları 169 ne yaptığımın bilincindeyim, bakıyorum etrafıma bu insanların hepsi yanıcak… Ben dahil… Buraya girdiysem bildiğimden geri (kalmıyorum) tamamdır yani… Bi yandan da keyifli geliyo. Erkeklerle oturup işte konuşmak bana çok keyif veriyodu. Bu zamana kadar benim hiç erkek arkadaşım olmadı çünkü. Onların iki sözleri bile benim hoşuma gidiyodu yani. Dikkat çekmek, birileri tarafından ilgi görmek insanın hoşuna gidiyo. Bende ekstra ekstra bi durum(du) bu.” Katılımcıda dikkati çeken önemli özelliklerden biri, din dışı eylemselliklerindeki bilinçliliğe yaptığı vurgudur. O yaşa kadar yapılan dinsel inşa, karşıt argümanlarla yapı söküme uğramakta, ancak iç içe geçmiş çelişkiler bireyin bilişsel, düşünsel ve duygusal süreçlerini derinden etkilemektedir. Bar müdavimi olma eylemi nedeniyle cehennem ehli ötekilerin arasına konumlanan sosyal aktör, bir kere daha, arafta kalan bir insan portresi çizmektedir. O zamana kadar, aile dışındaki erkeklerle arkadaşlık etme imkanı bulamayan katılımcı, erkeklerle ilişkisindeki hazzın kaynağını genelleştirmekte (ilgi görmek insanın hoşuna gidiyo), bir bakıma durumunu normalleştirmektedir. Tesettürün uç seviyesinde sivrilen cinsiyetli beden Dinsel ideolojiye sahip olan bir ailede yetişen çocuğun küçük yaşlardaki dinsel yönelimleri, özellikle tesettür, ailesel etkilerden bağımsız düşünülemez. Benzer şekilde, dindar bir ailede büyüyen bireyin gençlik dönemindeki dinsel değişimleri de çevresel faktörlerden bağımsız düşünülmemelidir. “Ben kendimi bildim bileli örtülüydüm. Kimse bana baskı falan yapmıyodu ama ben… Çocukken balkona falan başörtüsüz çıkmıyodum.” “Açıkça söyleyim giyinme süslenme beni cazip kılıyo. Benim kendi yapım gereği böyle… Dışardan dikkat çekilmek falan hoşuma gidiyo yani. (vurgu)” Bireyin kendilik keşfine içkin olan bedensel keşfi ve bu keşfin ortaya çıkardığı cinsiyete dayalı haz duygusu, geçmiş dönemdeki dinsel algı ve anlayışı yapı söküme uğratmıştır. Katılımcının ailesel baskılardan bağımsız olduğunu savunduğu tesettür, çocukluk dönemlerindeki davranış örüntülerine damga vuran bir etkiye sahiptir. Aile içindeki kabul mekanizmasının dinsel odaklı olduğu düşünüldüğünde, sosyal aktörün “baskı” olarak kodlamaktan kaçındığı ailesel etkinin13 boyutlarını anlamak mümkündür. 13 Ceyda’nın, karmaşık söylemlerine rağmen, “baskıcı” bir ailede büyümüş olduğu kuvvetle muhtemeldir. Annenin ergenlik çağındaki kızın talepleriyle ilgili dik tavrının yanında, ailenin psikoloğa başvurma gerekçeleri bu savımızın dayanaklarından yalnızca ikisidir. Ceyda’nın psikoloğu, ailenin kendisine kızlarını örtünmeye ikna etmek için başvurduğunu söylemiştir. Ailenin temel amacı, Ceyda’nın duygu ve düşünce dünyasındaki olası travmatik süreçleri öğrenmek veya onarmak değildir. 170 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Kaderin adaletine inancın farklı tezahürleri Haz duygusunun korkuya galebe çaldığı yaşam tercihinde, kaderin adaletine duyulan inanç, sosyal aktöre “geri adım atmayı” düşündüren bir etken olmuştur. “Yani şöyle bişey var. Yaptığım bi suçu tekrar işlemeden öbür tarafa yani cennete de giremicem. Atıyorum, konuştuğum insan mesela evli bi insanla konuştum, ben evlendikten sonra da beni aldatıcak belki de. Bence sağlıklı bi evlilik yapamıcam. Yani bişey yaşadıysam ilerisinde muhakkak onu yaşıcam ve onu yaşamadan ölmicem. Geri adım atışımın nedeni tam olarak bu değil ama bu benim için ciddi bir detaydı. Aslında evlenmeyi düşünüyorum, çok ciddi anlamda düşünüyorum çünkü artık bi düzene oturucamı hissediyorum, kendimi toparlıcamı düşünüyorum ama nasıl yapıcamı da bilmiyorum.” Yaptığı yanlışlıkların bu dünyadaki bedelini (de) ödemeden kendisi için ilahi ödül mekanizmasının işlemeyeceğine inanan sosyal aktör, bir kez daha çelişkili güzergahlarda kararsızca dolanmaktadır. Katılımcı, erkeklerle yaşadığı deneyimlerden hareketle, evlendiğinde aldatılacağına kesin olarak inanmakta, bu yüzden evlilikle ilgili net bir yönelimden kaçınmaktadır. Bir yandan evlilik ilişkisi vesilesiyle hayatının düzene kavuşacağına ve toparlanacağına inanan, diğer yandan tezahür edeceğine inandığı kaderin adaletinin beraberinde getireceği duygusal yıkımı göze alamayan sosyal aktör, bundan sonraki hayatını düzenleme konusunda kararlı ve istikrarlı değildir. Değerlendirme ve sonuç Tanrı’ya inanma veya bir dine yönelme ihtiyacının temeli nasıl betimlenirse betimlensin, insanın iç dünyasına ait olan bu olgular bireyin sosyal çevresinden bağımsız düşünülemez ve ele alınamaz. Sosyal çevre ve onun en önemli bileşeni olan aile, özellikle gençlik dindarlığının nasıllığıyla ilgili sonuca ulaşmaya çalışan bir araştırmacının dikkat kesileceği öncelikli alandır. Gençlik dindarlığının şekillenmesinde ailesel etkilerin nasıl olduğunu anlamaya çalıştığımız bu girişimimiz, konuyla ilgili çalışmaları destekleyen bilgilere ulaşmayı mümkün kılmıştır. Bir vaka örneğine odaklandığımız çalışmada, ailenin, gençlerin dindarlık yönelimlerinde etkili olduğuna ilişkin araştırma sonuçları (Hökelekli, 2013; Pickering&Vazsonyi, 2010; Barry, et al. 2010; Pakdemirli, 2015; Fidan, 2015a) doğrulanmıştır. Kendi örneğimizde de, ergenlik çağında dinsele ait sorgulamaların ivme kazandığı, ailesinden aldığı dindarlık eğitimini içselleştirmeyen bireylerin, karşılaştıkları yeni ortamlarda din dışı davranış örüntülerine yönelebilecekleri (Pakdemirli, 2015) görülmüştür. Sosyoloji Çalışmaları 171 Çalışmada dikkati çeken öncelikli konu, ergenlik döneminde yeni bir kimlik arayışına giren bireyin, sosyal çevrenin etkisiyle ortaya çıkan dinsel değişim sürecinde inşa ettiği çelişkili kimliktir. Birey, geleneksel dinsel eğitim yoluyla eklemlendiği dindar kimliğini kişisel keşfini gerçekleştirdiği ergenlik döneminde tam olarak reddetmese de, dine uygun olmayan bir hayat tarzına yönelmiştir. Söz konusu hayat tarzının arka planında düşünce ve inanç düzleminde gerçekleşen bir değişimden ziyade, gençlik heveslerinin ve hazlarının tatmini doğrultusunda belirginleşen bir eylem yönelimi vardır. Bu bağlamda ortaya çıkan düşünce/ eylem farklılığı mevcut kimlik kargaşasını doğurmuştur. Elde ettiğimiz veriler, bireysel ilgi ve merak paralelinde derinlikli bir analiz sonucunda dinsel hayata eklemlenmeyen bireylerin, bu şekilde eklemlenen bireylere göre, dinsel yaşamı içselleştirmediklerini göstermiştir. Kadın dindarlığıyla ilgili yaptığımız çalışmalar14, içsel bir arayış ve felsefi sorgulamalar neticesinde tercih edilen dinsel yaşamın, dinî literatürde pejoratif anlamlar yüklü olan dünyevi haz ve hevesler karşısında çok da sarsılmadığını göstermiştir. Ancak elimizdeki çalışmada, zihinsel bir arayıştan çok ailesel etkiler bağlamında tercih edilen dindarlığın söz konusu unsurlar nedeniyle sarsıldığı ve dinsel olmayanın tercih edil(ebil) diği ortaya çıkmıştır. Tercih edilen din dışı yaşam tarzında ailede kazanılan dinsel düşünce ve algının etkisini sürdürmesi nedeniyle ortaya çıkan çelişkili güzergahlar, bireyin içsel süreçlerinde dinselliğin veya din dışılığın net olarak oturmamasıyla ilgili olmalıdır. Ailenin taşıdığı dinsel misyona rağmen, aile bireylerinin, özellikle annenin sevgi, saygı, hoşgörü ve kendisini gerçekleştirme özgürlüğünü sağlama bakımından yetersiz oluşu, gencin, din dışı, bir bakıma aile dışı bir yaşam alanını tercih etmesinde etkin olmuştur. Ergenlik dönemindeki kimlik arayışının baskıcı tavırlarla sınırlandırılması, gençte mevcut ideolojiye karşıt tepkinin ortaya çıkması sonucunu doğurabilmektedir. Son tahlilde, gençlik dindarlığının inşasında ve sürdürülmesinde ailesel ve çevresel etkilerin hayati önem taşıdığı açıktır. Sağlıklı ilişkilerin yürütülemediği mutlu ve huzurlu bir aile ortamından mahrumiyet, ailenin gençler üzerindeki dinsel etkisinin önemini azaltmamaktadır. Din dışı bir yaşam tercihinde bile, aileden aldığı geleneksel dinsel eğitimin etkileri kendisini gence dayatmakta, iki farklı ideolojinin arasında sürdürülen hayat bireyi mutsuzluğa ve karmaşaya sürüklemektedir. Birey nezdinde, dine uygun olmayan deneyimler nedeniyle öte dünyada cezalandırılma fikri, din dışı eylemleri sürdürmekte tam caydırıcı olmamakla birlikte, ceza, din dışı eylemsellikler nedeniyle birey için vicdan mekanizmasını işleten etkilere haizdir. Bunun yanında, yapılan yanlışlıkların dünya hayatında kendi 14 Fidan, Fatma Zehra, (2015), Modernlik ve Dindarlık Arasında Kadın, İstanbul, Opsiyon. Fidan, Fatma Zehra, Çarşaflı Dindarlık. (Yayına hazırlanıyor) 172 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI misliyle karşısına çıkacağı inancına dayanan kaderin adaleti söyleminin, bireyi din dışı eylemselliklerden caydırmada etkin olduğu söylenebilir. KAYNAKÇA ACAR, Feride, (2010). “Türkiye’de İslâmcı Hareket ve Kadın”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Yayına Hazırlayan, Şirin Tekeli, İstanbul, İletişim Yayınları, ss., 73- 91. ALPTEKİN, Duygu, (2012), Toplumsal Aidiyet ve Gençlik, Ankara, Nobel Yayıncılık. ARAT, Yeşim, (2010), “Feminizm ve İslâm: Kadın ve Aile Dergisinin Düşündürdükleri”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Yayına Hazırlayan, Şirin Tekeli, İstanbul, İletişim Yayınları, ss., 91- 103. ARKONAÇ, Sibel, (Ed.), (2012), Söylem çalışmaları, Ankara, Nobel Yayınları. BALCI, Ali, (2013), Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem Teknik ve İlkeleri, 10. Baskı, Ankara, Pegem Akademi. BARRY, Carolyn McNamara, et al.,(2010), “Religiosity and spirituality during the transition to adulthood”, International journal of behavioral development, 34(4), pp., 311–324. BİLGİN, Nuri, (2007), Kimlik İnşası, İzmir, Aşina Kitaplar. CHAFE, Wallace, (2001), “The analysis of discourse flow”, The handbook of discourse analysis, pp., 671-687. ÇİFTÇİ, Adil, (2004), Anlayıcı Yaklaşım ve Din Sosyolojisi İçin Uzanımlar, Ankara, Kitâbiyat Yayınları. DURKHEİM, Emile, (2005), Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Çev. Fuat Aydın, İstanbul, Ataç Yayınları. FİDAN, Fatma Zehra, (2015), Modernlik ve Dindarlık Arasında Kadın, İstanbul, Opsiyon. FİDAN, Fatma Zehra, (2015a), “Gündelik Yaşamın İnşasında Ailevi Tezahürler: Kadın Yaşamında Anne Etkisi”, UHBAB Uluslararası Hakemli Beşeri ve Akademik Bilimler Dergisi, Cilt. 4, Sayı. 11, ss., 62-76. FİDAN, Fatma Zehra, (2017), “The Effect of Religiousness on Sharing Parental Roles”, pp.,165-181, Current Debates in Labour Economics, Demography & Gender Studies, Volume: 7,(Edited by: Derya Demirdizen Çevik, Gülçin Taşkıran), London, IJOPEC Publication Limited. FİDAN, Fatma Zehra, (2017a), “The Islamic Veil, the Domestic Environment, and Femininity The Islamic Veil, the Domestic Environment, and Femininity”, Beauty of Perception, Ed. Martha Peaslee Levine, By INTECH. pp., 189-204. FREYER, Hans, (2013), Din Sosyolojisi, Çev. Turgut Kalpsüz, Yayına Hazırlayan, M. Rami Ayas, Ankara, DoğuBatı. GÖLE, Nilüfer, (1998), Modern Mahrem, İstanbul, Metis Yayınları. Sosyoloji Çalışmaları 173 GÜRBÜZ, Sait &Şahin, Faruk, (2015), Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, 2. Baskı, Ankara, Seçkin. HERLİHY, David, (1991), “Family Source”, The American Historical Review, Vol. 96, No. 1, pp., 1-16. HÖKELEKLİ, Hayati, (2013), Din Psikolojisi, 10. Baskı, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. KAYIKLIK, Hasan, (2014), Din Psikolojisi, 2. Baskı, Adana, Karahan Kitabevi. KÜMBETOĞLU, Belkıs, (2011), “Feminist Yöntem ve Kadın Çalışmalarına İlişkin Bazı sorular, sorunlar”, Birkaç arpa Boyu. 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar, İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınları. Lİ, Spencer D, (2014), “Familial religiosity, family processes, and juvenile delinquency in a national sample of early adolescents”, The Journal of Early Adolescence, 34(4), pp., 436-462. NEGRU, Oana, Cosmina Haragâş, and Anca, Mustea (2013) “How private is the relation with God? Religiosity and family religious socialization in Romanian emerging adults”, Journal of Adolescent Research. Volume, 29, No. 3, pp., 380-406. NİKANDER, Pirjo, (2008), “Constructionism and discourse analysis”, Handbook of constructionist research, pp., 413-428. PAKDEMİRLİ, Nur, (2015), Genç Dindarlığı Ve Din Eğitimi, Konya, Çizgi Kitabevi. PİCKERİNG, Lloyd E.,and Alexander T. Vazsonyi, (2010), “Does family process mediate the effect of religiosity on adolescent deviance? Revisiting the notion of spuriousness”, Criminal Justice and Behavior, Volume.37, No.1,pp., 97-118. POTTER, Jonathan&Wetherell, Margaret, (2004), “Discourse analysis”, Handbook of data analysis, pp.,607-624. RİCOEUR, Paul, (2009),Yorumların Çatışması, 1. Cilt, Çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayınları. SALAS-WRİGHT, Christopher P., Michael G. Vaughn, and Brandy R. Maynard, (2013), “Religiosity and violence among adolescents in the United States: Findings from the National Survey on Drug Use and Health 20062010”, Journal of interpersonal violence. Volume. 29, No. 7, pp., 1178-1200. STRACH, Patricia, (2006), “The Politics of Family”, Polity, Volume. 38, No. 2, pp., 151-173. ÖZDALGA, Elizabeth, (2006), İslâmcılığın Türkiye Seyri, İstanbul, İletişim Yayınlar Sosyoloji Çalışmaları 175 EKONOMİK KÜRESELLEŞME VE EĞİTİM Economic Globalization and Education Ejder ÇELİK1 ÖZET Küreselleşmeyle birlikte gelişen teknoloji, dünya toplumlarının yaşam biçimini dönüştürürken, eğitim uygulamaları da gelişmelerden etkilenmiştir. Elektronik imkânların eğitimde kullanım oranı artmış ve yaygınlaşmıştır. Uzaktan eğitim, eğitime yönelik bilgisayar programları ve dijital kitaplar ve kütüphaneler öğrenme sürecini değiştirmiştir. Daha fazla bilgiye daha kolay biçimde ulaşmak, yeni sentezler çıkarma sürecini hızlandırmıştır Eğitimin küreselleşmesi, vatandaşlar için daha geniş eğitim olanakları sunuyor gibidir. Eğitimde sunulan çeşitlilik ve öğrenci merkezli programlar, oldukça insani görünmektedir. Eğitimde teknolojinin kullanımı, eğitimin gelişmesi konusunda umut verici olarak algılanmaktadır. Oysa tüm değişiklikler, eğitim sistemini ekonomik piyasalara uyarlama politikalarını gerçekleştirmek için “eğitim sektörüne” yapılan yatırımlardan başka bir şey değildir. Eğitimin tamamen teknik bilgi ve eğitime yönelik hale gelmesi bilginin aslında ekonomik piyasanın bir argümanına dönüştüğünü göstermektedir. Sanayileşme sürecinde bilgi, üretime destek anlamı taşırken, küreselleşme süreciyle birlikte, bilginin bizzat kendisi başlıca üretim gücü ve sermaye birikim hızını belirleyen faktörlerden birisi haline dönüşmüştür. Küreselleşme ve eğitim ilişkisinden söz ederken, eğitim ile bilgi ve iletişim teknolojileri arasındaki bağı iyi anlamak gerekir. Sözlü eğitimden yazılı eğitime geçiş, eğitim sisteminde nasıl köklü değişimleri zorunlu hale getirdiyse, günümüzdeki teknolojik gelişmeler de yeni müfredat programlarını, pedagojik düzenlemeler, okur-yazarlık tipleri ve nihai hedefler bağlamında eğitimin yeniden yapılandırılmasını zorunlu hale getirmiştir. Son gelinen noktada eğitim sistemi içindeki eğitim yöneticilerinden beklenen performansın yapısı da değişmiştir. Eğitim yöneticilerinden beklenenler bir şirket üst düzey yöneticisinden beklenenlerle benzer hale gelmiştir. Anahtar sözcükler: küreselleşme, eğitim, iletişim teknolojisi, eğitim yönetimi ABSTRACT Technology and globalization were developing together and when they transformed the lifestyles of the World societies, their educational practices were 1 Bozok Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, ejder.celik@bozok.edu.tr 176 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI also influenced by the development of them. The rate of using electronic facilities in education has increased and widespread. Learning process has changed by the distance education, educational computer programs, digital books and libraries. The process of extracting new syntheses is gain speed through reaching more information more easily. The globalization of education seems to offer greater education opportunities for citizens. The diversity and student-centered programs offered in the training seem humanistic. The use of technology in education is perceived as promising in the development of education. However, all the changes are nothing more than investments made in the “education sector” to implement policies for adapting the education system to the economic marketplace. Making the training completely as technical knowledge and training (training) shows that the information actually turns into an argument of the economic market. In the process of industrialization, knowledge means production support, but with the globalization process, knowledge itself has become one of the factors that determine the main production power and the rate of capital stock. When talking about globalization-education relation, it is important to understand the link between education and information and communication technologies. The transition from verbal education to written education makes it necessary to make radical changes in the education system and also today’s technological developments have made it necessary to restructure new curriculum programs in the context of pedagogy, literacy types and goals. At the last point, the performance expected from the education managers in the education system has also changed. The expectations of the education managers have become similar to what is expected of (from) a company senior manager. Keywords: globalization, education, communication technology, education management GİRİŞ Küreselleşme (globalizasyon), çok boyutlu bir niteliğe sahiptir. Temelde dünya ölçeğinde bir değişimi ifade eden küreselleşme, devletleri ve toplumları ekonomik, siyasal, kültürel ve teknolojik açıdan etkiler ve kapsar. Tarihsel dönemlerde din ve kavim idealleri dolayısıyla belirli bir anlayış, inanç veya yönetim sistemini küresel ölçekte etkin kılma mücadeleleri olmuştur. Ancak, günümüzde dünyayı saran teknoloji ve küresel ölçekte varlık gösteren ticari, siyasal ve askeri yapılanmalar, küreselleşmenin tarihte görülmemiş bir örneğini ortaya koymaktadırlar. Küreselleşme, son yirmi yıl içerisinde, gerek uluslararası politika ve diplomasi alanında gerek bu alana ait akademik çalışmalarda en çok kullanılan terimlerin başında gelmektedir. Bu özelliğine rağmen, küreselleşmenin genel kabul gören bir tanımı bulunmamakta, bu kavram birbirinden farklı anlamlara gelebilecek şekilde kullanılmaktadır. Örneğin, literatürde küreselleşme- Sosyoloji Çalışmaları 177 nin, uluslararasılaşma, evrenselleşme, liberalizasyon, Batılılaşma, karşılıklı bağımlılık, modernizasyon gibi çeşitli terimlerle eşanlamlı olarak kullanıldığı görülebilmektedir (Bayar, 2008, s. 25). Toulmin’e (1999, s. 906) göre insanlar ve toplumlar, gittikçe üst üste binişen hatta ülkelerin sınırlarını bile aşan faaliyetlere girmiştir. Seyahat, iletişim, finansman, ticaret, spor müsabakaları, meslekler ve hatta popüler müzik artık tek bir ülkenin sınırları içine sığdırılamaz olmuştur. Buna benzer birçok ilişki ve faaliyet, uluslararası bir niteliğe kavuşmuştur. Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin, tarihsel bir olgu ve süreç olarak, insan ve toplumlar arasındaki ilişkileri daha çok zenginleştirdiği söylenebilir. Değişik ülkelerden insanlar bir araya gelmekte, mal, hizmet ve fikir alışverişinde bulunmakta ve birbirlerinin deneyimlerinden yararlanmaktadırlar. Bütün bu yaşananlar, insanların, ulusal düzeydeki düşünce ve ilişki biçimlerinden, uluslararası ölçekte yeni bir ilişki ve düşünme biçimlerine geçtiklerini göstermektedir. Buna göre küreselleşme, dünya ölçeğinde ekonomik, siyasal ve kültürel bütünleşme, fikirlerin, görüşlerin, pratiklerin, teknolojilerin küresel düzeyde kullanılması, sermaye dolaşımının evrenselleşmesi, ulus-devlet sınırlarını aşan yeni ilişki ve etkileşim biçimlerinin ortaya çıkması, mekanların yakınlaşması, dünyanın küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest dolaşım, pazarın dünya ölçeğinde büyümesi ve ulusal sınırların dışına çıkması, kısaca dünyanın tek pazar haline gelmesidir. Toulmin’e göre (1999, s. 906) diğer yandan küreselleşme, “rekabet edebilirlik” kavramı ile de yakından ilişkilidir. Küreselleşme ile ortaya çıkan bu kavram, bir ülkenin, “ulusal politikasını” küresel pazarın gereklerini, rakiplerine göre daha etkili karşılayabilme yeteneğinde olacak şekilde sürdürebilmesini ifade etmektedir Küreselleşme, ulusal hükümetlerin ekonomik rollerini azaltmış, küresel rekabetin ülkelerden çok, uluslararası şirketler arasında olmasına yol açan bir süreci hızlandırmıştır. Bu süreç aynı zamanda iş dünyası ile ulus devletler arasında giderek artan bir amaç çakışmasının varlığını da haber vermektedir. Uluslararası şirketlerin en ucuz emeği, en düşük vergileri ve en az çevre koruma yasalarını talep etmeleri daha şimdiden bu sürecin yoğun bir çıkar ve amaç çatışması doğuracağını göstermektedir (Toulmin, 1999, s. 905). Ekonomik tanımlamaların ön plana çıkmasına karşın küreselleşme kavramı; sosyoloji, politika, antropoloji gibi sosyal bilimler bağlamında ele alınmaktadır. Bundan dolayı tanımlar bazı farklılıklar gösterebilmektedir. Ancak toparlayıcı, kapsamlı bir tanım şöyle verilebilir; Küreselleşme; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırlar dışına taşarak dünya geneline yayılmasıdır (Erdem, 2009). 178 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Küreselleşme ve eğitim ilişkisine baktığımızda, eğitimin küreselleşmesinin yeni bir olgu olmadığını görürüz. Sömürge döneminde eğitim, sömürgeci düşüncenin devlet görüşünü yansıtıyordu. Her ülkedeki eğitim sistemi, sömürgecilerin verdiği yetkileri elinde bulunduranlar tarafından dönüştürülmüş ve dünya düzenine bağlanmıştır. Böylece, Batı değerleri ve global ekonomik kuvvetler, dünyanın tüm uluslarını etkilemiştir. Sonuç olarak, 1945 öncesinde var olan tüm ulus devletlerin hedefleri, yapıları ve içerikleri birbirine benzer hale gelmiştir. Sömürge altındaki uluslar, bağımsızlıklarına kavuştular, ancak sömürgeci devletlerin politikalarına göre planlanmış eğitim sistemi, üçüncü dünya ülkelerinde bazı ufak değişikliklerle devam etmiştir. Küreselleşmeyle birlikte gelişen teknoloji, dünya toplumlarının yaşam biçimini dönüştürürken, eğitim uygulamaları da gelişmelerden etkilenmiştir. Elektronik imkânların eğitimde kullanım oranı artmış ve yaygınlaşmıştır. Uzaktan eğitim, eğitime yönelik bilgisayar programları ve dijital kitaplar ve kütüphaneler öğrenme sürecini değiştirmiştir. Daha fazla bilgiye daha kolay biçimde ulaşmak, yeni sentezler çıkarma sürecini hızlandırmıştır (Chinnammai, 2005). Sürece daha yakından baktığımızda ekonomik sermaye yetersizliğine rağmen refah toplumu gibi yaşama arzusunun, toplumlarda hayatı ekonomik olmayan değerlerle tanımlama düzeyini düşürdüğü görülür. Kuralsız boyutlara varan rekabet, bireysel çıkarların aşırı derecede önem kazanması, gelir düzeyine uygun olmayan harcamalarla ortaya çıkan tüketim enflasyonu, bankacılık sektörünün kredileriyle ayakta duran yerel piyasalar ve dar gelirliler, bunalım toplumunu ortaya çıkarmışlardır. Küçük ve orta ölçekli üretici çevrelerin fakirleşmesi ve iflası, lüks ürünlerin arzı karşısında beklenti ve gerçeklik arasında bocalayan dar gelirli sosyal kesimlerin kendi gerçekliklerine ve ekonomilerine uyum sağlayamaması ekonominin yabancılaştırıcı etkileridir (Çelik, 2016, s. 182). Eğitimin küreselleşmesi, vatandaşlar için daha geniş eğitim olanakları sunuyor gibidir. Eğitimde sunulan çeşitlilik ve öğrenci merkezli programlar, oldukça insani görünmektedir. Eğitimde teknolojinin kullanımı, eğitimin gelişmesi konusunda umut verici olarak algılanmaktadır. Oysa tüm değişiklikler, eğitim sistemini ekonomik piyasalara uyarlama politikalarını gerçekleştirmek için “eğitim sektörüne” yapılan yatırımlardan başka bir şey değildir. Ekonomik Küreselleşme ve Bilgi Toplumunun Oluşumu Günümüzde, bir yandan yaygın teknoloji uygulaması ve sermayenin olgunlaşması, diğer yandan da üretim tekniklerindeki değişim, kapitalizmin ulus-devlet aşamasından küreselleşme aşamasına geçmesini hem zorlamakta hem de olanaklı kılmaktadır. Sosyoloji Çalışmaları 179 İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllardan itibaren 1970’lere doğru ulus-devletler ekonomik etkinliklerini kaybetmeye başlamışlardır. Dünya ekonomisi küreselleşmeye yönelmiştir. Değişen ekonomik yapı 1970’lerden itibaren hızlı bir biçimde makineleşme, işsizlik, yoksulluk sorunlarını ortaya çıkarmaya başlamıştır. Ulusal ekonomilerin büyüme hızları yavaşlamış, etkinlik ve denetimleri zayıflamıştır. Buna karşılık uluslararası firmaların dünya ekonomisindeki güçleri ve etkileri artmaya başlamıştır. Ulusların birbirleri arasındaki mal ve hizmet değişimlerinin yerini, ulusal ekonomileri kullanan uluslararası firmaların sektörler arası ürün akışı almıştır. Ekonomik anlamda küreselleşme, üretim ve hizmet olanaklarının yerküreye yayılmasına karşılık, uygulanan teknoloji boyutuna bağlı olarak oluşturulan değerlerin büyük bölümünün merkeze, işsizliğin ise çevreye transferi anlamına gelmektedir (Önder, 2002, s. 25). Bir başka deyişle ekonomik küreselleşme, üretim ve bölüşümün yeni bir dönüşüm içine girmesinin sonucudur. Küreselleşme, ekonomik anlamda kapitalist sistemin piyasa işleyişine dayalı olarak gelişmiştir. Bir ekonomik değerin dünya çapında dolaşımını ifade eder. Temelinde ekonomik mal ve değerlerin serbest dolaşımı ilkesi yatar. Küreselleşme, gelişmiş batı ülkelerinin ekonomik beklentilerini karşılamak amacıyla dünyanın diğer bölgelerindeki daha az gelişmiş veya gelişmemiş ülkeleri kapsayacak biçimde kurdukları piyasa ve finans ağını ifade eder. Söz konusu ekonomik ağ, malların ucuza üretilmesi ve yaygın satışı noktasından hareketle ortaya çıkmıştır. Gelişmemiş ülkelerin ucuz iş gücü, vergi kolaylıkları ve satış için geniş bir tüketici kitle sağlaması, küreselleşmede kullanılan ortamı hazırlamıştır (Bravo, 2010). Gelinen son noktada üretim ve tüketim ilişkilerinde yerel pazarlar yabancı pazarlara bağlanmış, yani küresel bir sisteme dâhil olmuşlardır. Günümüzde küreselleşme giderek farklı bir boyut kazanmış, batı ekonomik sahası dışında yeni coğrafyalarda yeni gelişme merkezleri kendini göstermeye başlamıştır. Artık küreselleşme dendiği zaman ekonomik ve teknolojik rekabetin sürdüğü dünya piyasalarındaki firma ve finansal etkinliklerin küresel düzeyde oluşturdukları tablo anlaşılmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, pazarın mutlak egemenliği, devletin küçülmesi ve özelleştirmenin tamamlanması, uluslararası hale gelmiş sermayenin sınırsız hareketi olarak tanımlanabilir (Şaylan, 2016, s. 208). Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkeler ve uluslararası iktisadi yapılanmalar, iktisadi ve siyasal güçlerini kullanarak çevre ülkelerin stratejik doğal kaynaklarını işleme ayrıcalıkları elde etmiştir. Üstelik bunu yaparken yerel iş gücü kaynaklarını az ücretle çalıştırmışlardır. İlgili ülkenin yerel hukukundan bağımsız olarak küresel şirketin kendi hukukunu iş yaptığı alanlarda kullanması, ülke halklarında zamanla güvensizliğe yol açmıştır. 180 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Küresel ekonomide ortaya çıkan sektörel tekelleşme karşısında yeterli sermaye birikimine sahip olmadan özel mülkiyet ve piyasa sürecine yönelen ülkeler, sermaye yokluğu sebebiyle uluslararası ekonomik güçlere bağımlı kalmışlardır. Yetersiz sermaye ve ekonomik bağımlılık içinde olan ülkeler, bu durumlarına rağmen tüketim toplumu olma yolunda hızla ilerlemişlerdir (Baudrillard, 2002, s. 44-46). Küreselleşmeyle ortaya çıkan durumun merkezinde, teknolojik gelişmelerin ekonomik hayatta yarattığı değişikler vardır. Sermaye sahiplerinin hiçbir koşula bağlı olmadan hareket edebilmeleri, dünyanın herhangi bir yerindeki insanlara ekonomik anlamda ulaşmalarını, onların yoksulluk sebebiyle işleyemedikleri doğal kaynaklarını işlemelerini, böylelikle oradaki insanlara iş olanakları yaratmalarını ve dünyanın başka taraflarında olan değişimlerden haberdar edip, onlardan yararlanmalarını sağlamıştır. Bu sayede yerellik, yerini küreselin etkisine bırakmıştır (Bauman, 1999, s. 17). Küreselleşme öncesi tüm teorilerde; kalkınma, refah ve gelişme gibi olguların sağlanabilmesi için eğitim sistemi, ana hareket noktası olarak kabul edilmekteydi. Dolayısıyla özellikle teknolojiyi üreten ve bu temeldeki ideolojileri belirleyen merkez ülkeler, kültürlerini yaygınlaştırabilmek için çevre ve yarı çevre ülkelerdeki eğitim sistemlerini modernleştirmeyi amaç edinmişlerdir. Bununla birlikte, bilginin nasıl kullanılması gerektiğini belirleyen ülkeler, yükseköğrenimi şekillendiren ülkeler olmuşlardır (Oktik, 2002, s. 197). Bu anlamda ülkelerin eğitim sistemlerindeki yapısal değişimleri ve böylece eğitimi küresel politikalarla evrensele taşıma çabaları, oldukça önem taşımaktadır. Bunun içindir ki küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan bilgi toplumunun standartlarına ulaşmaya çalışan ülkeler, kalkınma stratejisi olarak eğitime yatırım yapmakta ve bu konuyla ilgili olarak özellikle “beşeri sermaye” faktörüne önem vermektedirler. Tam da küreselleşmenin “insan hakları” vurgusuna paralel olarak gelişen bu yeni yapısal değişim süreci, “özne” olarak kendisine insanı seçerken, onu küreselleşmenin mantığıyla yeniden şekillendirmektedir. Küreselleşme sürecinde meydana gelen sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerle orantılı olarak, hatta dinamik yapısı gereği onları da aşan bir hızda gelişme gösteren teknolojik gelişmeler, eğitimi en öncelikli konu haline getirmiştir. Çünkü yaşanan gelişmeleri doğru okumak ve algılamak için eğitimli ve tam donanımlı bireylere ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın karşılanması, küresel rekabette ülkeleri daha güçlü kılmakta ve onların bilgi toplumu olma yolunda hızla ilerlemelerini sağlamaktadır. Dolayısıyla hem küreselleşmeye dinamizm kazandırmak hem de sürecin mantığına uygun olarak yeni bir insan tipinin ortaya çıkarılması, süreç Sosyoloji Çalışmaları 181 itibariyle toplumsal bir zorunluluktur. Bu anlamda küresel gelişmelerle donanmış bireyler, ancak ve ancak eğitim yoluyla oluşturulabilir. Çünkü bilgi toplumunda odak nokta kişilerdir ve bu yüzden eğitimli kişiler, doğrudan doğruya toplumun birer sembolüdürler ve onlar toplumun gelişme sürecinde en temel misyonu yüklenen kişilerdir. Drucker’a göre bu kişiler aynı zamanda toplumun değerlerini, inançlarını ve taahhütlerini de temsil etmektedirler (Drucker, 1992, s. 293). Gelinen noktada eğitimli insan veya “okur-yazar kişi” gibi klasik kavramlar, süreç içerisinde yapısal bir değişim geçirmişlerdir. Dolayısıyla, eğimli birey artık okuma yazma ve aritmetik bilen kişi olmayıp, temel bilgisayar becerilerini bilen kişidir. Bilgi çağının bireyleri, kendileriyle ilgili gelişmeler ve tartışmaların dışında kalmamak ve katılımcı vatandaşlar olabilmek için yeni teknolojileri etkin kullanmak zorundadırlar. Bilgi networkları üzerinde eğitimini gerçekleştiren birey, zengin bir içerikle karşı karşıyadır; sadece öğretmenine bağlı/edilgen değildir. Bu gerçeklikten hareketle bilgi toplumuna ulaşabilmek bilgi insanı ve bilgi organizasyonlarını, bu ise öğrenen birey ve öğrenen organizasyonları gerektirir. Böylece bilgi toplumunun temel karakteristiği de “öğrenen toplum” olarak şekillenmektedir. Sürekli öğrenme ve kendini geliştirme, 21. yüzyıl insan modelinin başlıca özelliğidir. Ayrıca bilgisayar destekli otomasyon süreci içinde üretimde robotların kullanılmaya başlanmasıyla birlikte geleneksel fabrika işçisinin istihdam alanı yok edilmiştir. Böylece küreselleşmeyle birlikte dünyada yaşanan hızlı yapısal değişimler, beraberinde yeni meslekler getirmiştir ve bu yeni mesleklerle birlikte istihdam açısından yeni bir işgücü modeline ihtiyaç duyulmuştur. Nitekim bu yeni istihdam alanlarında artık sürece uygun olarak teknolojinin yoğun olarak kullanıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla bu dönemin veya toplumun “işgücü” veya çalışanı bu gerçeklik doğrultusunda hareket edip kendini geliştirmelidir. Çünkü günümüzde geleneksel emek yoğun işlerin bile en önemli girdisi bilgi olmuştur. İçinde yaşadığımız dönemde bile bir malın bilgisinin üretimi, kendisinin üretiminden çok daha önemli hale gelmiştir. Son tahlilde enformasyon toplumunda “bilgi”, toplumun stratejik kaynağını oluşturmaktadır. Bilgiyi üreten de kullanan da insan olduğu için, insan kaynakları; dolayısıyla eğitim, bu toplumun varlığını sürdürebilmesinin olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir. Küreselleşmenin ürettiği bilgi çağının stratejik kaynağı bilgi, endüstriyel toplumun stratejik kaynağını oluşturan sermayeden farklı olarak, dünyanın bir yerinden başka bir yerine saniyelerle aktarılabilmektedir. Bu durum, mevcut süreçte eğitime yönelik yapılan katkıları göstermesi açısından hayli anlamlıdır. Özellikle teknoloji alanındaki muazzam gelişmeler, bilgi akışını hızlandırmakta ve insanlar, bilgisayarları aracılığıyla hiçbir sınırlama olmaksızın kolayca iletişim kurma imkânı elde etmektedirler. 182 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Küreselleşme süreci ile bilgi ve iletişim teknolojileri arasında sıkı bir ilişki vardır. Küreselleşme, özellikle, bilgi teknolojileriyle ilişkili olmak üzere, modern bilimin ve yeni teknolojilerin bir sonucu olarak görülmektedir. Bilgi ve iletişim teknolojileri, toplumları ekonomik, siyasi ve kültürel alanda olduğu gibi tarım, sağlık, eğitim gibi diğer toplumsal alanlarda da etkilemekte; ağ toplumu, bilgi toplumu, enformasyon toplumu gibi yeni toplum modellerini gözler önüne sermektedir. Küreselleşme-eğitim ilişkisinden söz ederken, eğitim ile bilgi ve iletişim teknolojileri arasındaki bağı iyi anlamak gerekir. Sözlü eğitimden yazılı eğitime geçiş, eğitim sisteminde nasıl köklü değişimleri zorunlu hale getirdiyse, günümüzdeki teknolojik gelişmeler de yeni müfredat programlarını, pedagoji, okur-yazarlık tipleri ve hedefler bağlamında eğitimin yeniden yapılandırılmasını zorunlu hale getirmiştir (Kellner, 2002, s. 108). Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler eğitim açısından, sonuçları itibariyle, olumlu olarak görülse de esasen bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmektedir. Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında ve aynı toplum içerisindeki insanların, bilgi ve iletişim teknolojilerine sahip olma veya ulaşabilme imkânları eşit değildir. Söz konusu teknolojilere sahip olanlar bilgiye, eskiye oranla çok daha hızlı ulaşırken; diğerleriyle aralarındaki eşitsizlik daha da artmaktadır. Bu durum, “dijital bölünme” olarak kavramlaştırılmaktadır. Bir diğer problem de teknoloji temelli eğitim sistemlerinin getirdiği ek maliyetlerdir. Ulusal ekonomilerden eğitime ayrılan miktarın artırılması gerekmektedir. Bu gereklilik ekonomik olarak güçlü olan ülkeler için mümkün görülürken, diğerlerinin işini daha da güçleştirmektedir. Teknolojik gelişmelerin insanlar üzerindeki olumsuz etkilerine de dikkat çekilmektedir. Buna göre, teknoloji insanlara bir takım hizmetler sunmakla birlikte insanı köleleştirmekte, esir almaktadır. Böylece teknoloji araç olmaktan çıkıp amaç haline dönüşmektedir. Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki değişim, sektörlerin ihtiyaç duyduğu iş gücünün niteliklerini de değiştirmiş; yeni iş alanlarının oluşmasını sağlamıştır. İhtiyaç duyulan nitelikli iş gücünü yetiştirmek ve ortaya çıkan yeni iş kollarındaki açığı kapatmak için eğitim sistemlerinin geliştirilmesi ve teknoloji destekli eğitime olan ihtiyaç ise bir zorunluluk haline gelmiştir. Ekonomik Küreselleşmenin Etkisinde Bilginin Pazar Unsuruna Dönüşmesi Bilgi ve eğitimin ekonomik pazar ile olan ilişkisine bakıldığında dikkat edilmesi gereken konu, eğitimin piyasa çevresine eleman yetiştiriyor olmasıyla, eğitimin özüne ilişkin özerk, ilerletici niteliğini birbirinden Sosyoloji Çalışmaları 183 ayırmaktır. Elbette eğitim bir topluma yetişmiş insan kazandırır ve bunlar toplumsal yapının piyasa koşulları içinde ihtiyaçları karşılayacak alanlarda çalışırlar. Burası bilgi ve eğitimin piyasalaşması bağlamında problematik bir alan değildir. Asıl sorun, insanın kendini aşmasını sağlayan, kendisinin ve varlığın özünü tanıtan, bilinci yükselten, özerkleştiren bilgi ve buna dayalı eğitimin sadece piyasa için gerekli bir bilgiyle sadece piyasaya uygun geçerli insan yetiştirmeye indirgenmesidir. Dolayısıyla bilgi ve eğitim konusuna yaklaşırken piyasacı ve piyasa karşıtı görüşlere eşit mesafede durmak ve bu şekilde bilginin ve eğitimin piyasaya yönelik döşümüdür. Bir olgunun pazar unsuruna dönüşmesi, onun pazarda geçerli özellikler kazanması anlamına gelir. Olguya pazara ilişkin nitelikler kazandıran temel durumlar “metalaşma” (commofidication/marchandisation) ile “ticarileşme” (commercialisation) veya piyasalaşma (marchéisation) olarak kavramlaştırılmıştır. Bunlar birbirleriyle ilişkili ama farklı kavramlardır. Piyasalaştırma veya ticarileştirme, üretilen mal ve hizmetlerin piyasa kurallarına açılması; kurumların ve bireylerin eylem ve stratejilerini piyasa güdümüne sokması anlamına gelir. Buna karşılık “meta” kavramı, kullanım değeri için değil, piyasada mübadele edilmek amacıyla yapılan üretim; “metalaşma” kavramı da, geçmişte yalnızca kullanım amacıyla yapılan üretimin, pazarda satmak ve kar elde etmek amacıyla yapılmaya başlanması anlamında kullanılmaktadır (Marshall, 1999, s. 498). Başka bir anlatımla, meta olma hali mal ve hizmetler üretildikten sonra piyasada dolaşıma çıktıklarında onlara atfedilen bir özellik değil, onların nasıl üretildiğiyle ilgili bir konudur. Meta, basit tanımıyla, dışımızda var olan ve insan gereksinimlerini gideren bir nesnedir. Bilginin alınıp satılmak üzere üretilen ticari bir mal olması, kapitalist piyasaya özgü bir durumdu (Wallerstein, 1992, s. 13). İnsanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkilerle karıştırılması meta üretiminin temel çelişkisidir. Meta fetişizmi veya metalaşma, kapitalizmin iktisadi biçimlerinin, bunların altında yatan toplumsal ilişkileri gizlemesinin en basit ve genel örneğidir. Metalaşma, bütün toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, özneler arası bir ilişki biçimi olarak eğitsel ilişkilerde de söz konusudur. Ivan İllich’e göre “pedagojik anlamda modern toplumun yabancılaşması, insanoğlunun yabancılaşmasına nazaran daha kötüdür” (2013, s. 15). Bilginin metalaşması, bilginin kullanım değerini yitirerek, doğrudan piyasada değişim için üretilmesi, yani değişim değeri olan bir ürüne dönüşmesidir. Kapitalizm metalar arası ilişkilerin egemen olduğu genelleşmiş bir meta değişim sistemidir. Kapitalist üretim biçiminde her nesne gibi bilgi de, sahip olduğu herhangi bir özel kullanım değeri veya 184 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI bireysel/toplumsal yararlılığı için değil, değişim değerleri için üretilir; nesnelerin kullanım değerleri de özel bir şey değil, bir üretim biçiminin yarattığı toplumsal bir üründür. Bilginin metalaşması, bilginin kendinde bir amaç olmaktan çıkarak araçsallaşması, yani bilginin öznesine bütünüyle dışsallaşması anlamına gelmektedir. Rekabetçi bir piyasada yer alan nesnelerin meta formuna dönüşmesi köklü bir değişimi ifade eder. Dolaşıma giren nesne, bu amaçla tasarlanmış bir nesne haline dönüşmekte ve böylece maddi olarak o niteliğin damgasını taşımaktadır. Metalaşan nesnenin özüne ilişkin varlığı da değişmektedir. Eğitim alanında meta formuna dönüşmüş bilgi henüz piyasada dolaşıma çıkmadan özü itibariyle bir değişime uğramıştır. Bilginin meta formuna bürünmesi onun ticarileşmesinin ve piyasalaşmasının önkoşuludur. Eğitimin tamamen teknik bilgi ve eğitime yönelik hale gelmesi bilginin aslında ekonomik piyasanın bir argümanına dönüştüğünü göstermektedir. Bilgiye hızlı ulaşma, eşitlikçi ve yaygın eğitim aslında toplumları insan kaynağı olarak gören anlayışın bir tezahürüdür. Böylece toplumlar üzerinde eğitim açısından eşitlikçi politikalar sürdürülüyor izlenimi bırakılmakta ama aslında geniş kitlelerden mental kapasitesi yüksek olanlar seçilerek ekonomik küresel sistem için kullanılmaktadır. Buna karşın insanın özsel ve çevresel farkındalığının, sempati ve empati kontrolünün gelişimini sağlayacak bireysel ve toplumsal stresi en düzeye indirecek, üretimde çevreye ve bedene saygılı insanı yetiştirme yönünde büyük bir zayıflık dikkati çekmektedir. Toplumsal bilincin yükselmesine ilişkin bilgi akışı popüler kültür ve tüketim toplumu yapılanması içinde kendine yayılacak ve yerleşik hâle gelecek alan bulamamaktadır. Zygmunt Bauman, modern toplumda insanoğlunun giderek doğadan uzak bir yaşantı içine girdiğini ve insanların birbiriyle iç içe vaziyette sadece kendi toplumsal yapıları içine gömüldüklerini belirtir. Böyle olunca insanların doğada kalmaya yönelik teknik becerilerden daha çok yoğun biçimde ahlaki bilgi ve becerilere ihtiyaç duymaya başlamıştır. Ancak ihtiyacı olan bu bilgilerin kaynağına ve güvenirliğine vakıf değildir. İnsanoğlu bu süreçte aslında bütün görünenlerin ardında piyasaya yönelik biçimde yetiştirilmeye başlanmıştır (Bauman, 2010). Kısacası pazara yönelik eğitimde ortaya çıkan sadece bir meslek bilgisi ve erdemlilik bilgisi arasındaki fark yanında toplumsal ilişkilerde yol açtığı değişimdir. Eylemlerimiz ve sonuçları arasında anlayamadığımız bir mesafe vardır. Uzmanlaşma ve iş bölümünün getirdiği işlerin sadece küçük bir parçasından mesuliyet duyuyoruzdur. Dolayısıyla nihai sonuçların sorumluluğunu üstlenmeyiz, çünkü bu akla yatkın bir hareket değildir. Avuntumuz ise bu iş bölümünün bütünüyle benliğimizi yansıtmaması ve yerinin biz olmasak dahi doldurulabilir olmasıdır. Rollerin getirdiği Sosyoloji Çalışmaları 185 kurallardan kaçındığımızda ise bir “çıplaklık” hissederiz. Seçimlerimizin uygunluğunu teyit eden ve sorumluluğumuzun bir kısmını paylaşan otoritelerin varlığına güvenemeyiz. Çok daha önemlisi seçimlerimizin kuralları ihlal etmek ya da onlara uymak arasında olmadığı, sadece farklı kuralları vaaz eden otoriteler arasında olduğunu görürüz. Bu çoğul kurallar arasında bir seçim yapmanın özgürlüğünü sahiplenir, beraberinde getirdiği tereddüt duygusundan kendimizi kurtaramayız. Sanayileşme sürecinde bilgi, üretime destek anlamı taşırken, küreselleşme süreciyle birlikte, bilginin bizzat kendisi başlıca üretim gücü ve sermaye birikim hızını belirleyen faktörlerden birisi haline dönüşmüştür. Dolayısıyla artık günümüzde bir bilgi üretimi endüstrisinden söz edilir olmuştur. Böylesine yoğun teknolojik bombardıman karşısında mevcut bilgilerin önemini hızla kaybetmesi ve yenilerinin yeniden üretiminin bir ihtiyaç olarak ortaya çıkması, bilgi üretimini önemli bir sektör durumuna getirmiştir. Bilgi akışının bilişim ve iletişim teknolojileriyle zaman ve mekân boyutundaki mesafeleri oldukça kısaltması, yalnızca bilgi transferiyle sınırlı kalmamış aynı zamanda bilgiye sahip ve üreten insanların hareketliliğini de artırmıştır. Üniversiteler ve eğitime yatırım yapan şirketler, bilgi gücünü ellerinde tutabilmek adına rekabete girmişlerdir (Scott, 2000). Teknolojik gelişme hızı ve sürekli artan bilgi birikimi, bilginin bir güç olduğu küreselleşme sürecinde, bireylerin kendilerini sürekli yenilemelerini gerektirmektedir. Belli dönemlerle edinilen bilgilerin, sürekli yenilenen ve yeniden üretilen bilgiler karşısında yetersiz kalması ve hatta geçerliliğini yitirmesi, insanları sürekli öğrenen olmaya yöneltmiştir. Bu yeni süreç “yaşam boyu eğitim” olarak kavramlaştırılmaktadır. Eğitimin ve bilginin piyasalaşması karşısında tartışma eksenini eğitimin devletleştirilmesi ile özelleştirilmesi ekseninde bulmaya çalışmak çözümün geliştirilebileceği bir yaklaşım değildir. Çünkü devlet ve piyasa bireylerin nesneleştirdiği ve dolayısıyla insanın özlem ve beklentilerine yanıt vermesi gereken yapılardır. Eğitim ise bir özneleştirme biçimi veya sürecidir; insanın daha fazla insan olma arayışının bir anlatımıdır. Dolayısıyla eğitim alanındaki başat aktörün devlet mi yoksa piyasa mı olacağı yönündeki bir tartışma verimli bir sonuç doğurmaz. Eğitim-piyasa ilişkisiyle kastedilen, genellikle eğitimin ticarileşmesi veya piyasalaştırılmasıdır. Bu durum, eğitim ve bilim kurumlarının, kamu fonlarının kısıtlanmasıyla zorunlu olarak benimsedikleri girişimci eğilimler ve izledikleri piyasaya yönelik politika ve uygulamalar yüzünden içine düştükleri bir “kurumsal sürüklenme” veya “amaç kayması” durumu olarak betimlenmektedir. Oysa bir mal veya hizmetin ticarileşmesinin önkoşulu, o mal veya hizmetin önceden meta formuna bürünmesi, yani 186 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI piyasada mübadele konusu olmak üzere üretilmesidir. Başka bir deyişle bilginin metalaşması, onun ticarileşmesinin sonucu değil, varlık koşuludur. Küreselleşmeyle Birlikte Eğitim-Sermaye İlişkisinde Yaşanan Değişimler Küreselleşme, ulusal hükümetlerin ekonomik rollerini azaltmış, küresel rekabetin ülkelerden çok, uluslararası şirketler arasında olmasına yol açan bir süreci hızlandırmıştır. Artık rekabet ülkeler arasında değil şirketler arasında olmaktadır. Bu süreçte iş dünyasıyla ulus devletler arasında giderek artan amaç çatışmasına ancak daha sonra amaç birliğine yol açmıştır. Modern dönemde üniversiteler ulus-devletin en önemli savunucuları olmuşlardır. Ancak küreselleşmeyle beraber ulus-devletin statüsü de tartışılır hale gelmiştir. Bu durum üniversiteleri de tartışılır kılmıştır. Küreselleşmenin doğrudan etkilediği kurumların başında eğitim kurumları gelmektedir. Bunun temel nedeni küreselleşmenin modern üniversitenin var oluş sebebi sayılan ulus-devlet ve refah devleti desteğini zayıflatmasıdır (Kwiek, 2002, s. 27). Scott, küreselleşmeyi üniversite kurumunun sınırlarını zorlayan en büyük meydan okuma olarak görmektedir. Bu meydan okuma üç önemli konuda ön plana çıkmaktadır. Birincisi; üniversiteler ulusal karakterlidir. Ulusal çıkarları ve vatanseverlik düşüncelerini aşılayan, ulusal kültürün oluşmasında ve yayılmasında önemli işlevi olan kurumlardır. Bu durum küreselleşme süreciyle uyumsuzluk oluşturmaktadır. İkincisi; iletişim ve bilişim teknolojilerinin ve küresel araştırma kültürü ve ağlarının etkisiyle öğretimin homojenleşen yapısı ile ulusal kültür farklılıklarının erimesidir. Üçüncüsü ise üniversitelerin ekonomik ve siyasi olarak bağımlı oldukları ulus-devletlerin zayıflamasıdır (Scott, 2000). Carnoy, küreselleşmenin eğitim üzerindeki etkilerini üç ana noktadan ele alır. Eğitime yapılan kamu desteğinin azalması ve eğitim kurumlarının yeni kaynak arayışına girmeleri; bilgi ekonomisi için bilgiye sahip ve üreten gerekli eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla yükseköğretimin yaygınlaşması ve ulusal eğitim sistemlerinin uluslararası standartlara kavuşması için yapılan baskılar (Carnoy, 2005). Üniversitelerin devlet kaynaklarına ulaşmasındaki zorluklar ya da devletin üniversitelere kaynak aktarımında yetersiz kalması üniversiteleri yeni kaynak arayışlarına sürüklemiştir. Üniversitelerin uluslararası öğrenci kayıt etme çabaları, bir yönüyle ekonomik olmakla beraber, esasen diğer üniversitelerle olan rekabetler de önemli bir etkendir (Scott, 2000). Piyasalar ve bilgi teknolojileri, toplumsal yaşamın birçok yönünde Sosyoloji Çalışmaları 187 olduğu gibi, eğitimdeki değişmeler üzerinde de etkili olmuştur. Eğitimin ticarileşmesi, pazarlanması ve okulların ticari kurumlar olarak yeniden yapılandırılması bir olgu haline gelmiştir. Daha önce okulla, eğitimle ilgisi olmayan birçok firma, eğitim odaklı faaliyetlere başlamışlardır (Giddens, 2001, s. 456). Dünyada halen global yüksek öğretim sektörünün (piyasanın) rakamsal büyüklüğü yaklaşık 2.5 trilyon dolardır. Bunun yüzde 15’i sadece ABD’de gerçekleşmiştir. Yüksek öğretim sektöründe istihdam edilen akademik personel, global işgücü piyasasının yüzde 5’ini oluşturmaktadır. Yükseköğretim sektöründe okuyan öğrenci sayısı 100 milyona yaklaşmıştır. Sınır ötesi yükseköğrenim giderek yaygınlaşmakta, sınır ötesi yükseköğretim harcamaları sürekli artmaktadır. Günümüzde 3 milyona yakın öğrenci dünyanın çeşitli ülkelerinde okumaktadır. Özel sektörün yükseköğrenim harcamalarının 2000’li yılların başları itibariyle 350 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir (Aktan, 2007, s.5). Son yıllarda şirket üniversiteleri (corporate universities) adı verilen kar amaçlı eğitim ve araştırma kurumları da hızlı bir gelişme eğilimi içerisindedir. Özel teşebbüs, eğitimin hedeflerini şirket stratejileri ile uyumlaştırmaya çalışmaktadır. Üst ve orta kademe yöneticilerini öğrenciler ve öğreticiler olarak işin içine dahil edilmeye çalışılması, bu hedefin bir parçasıdır. Şirket üniversiteleri, öğrenimi ölçmek, izlemek ve hızlandırmakta yüksek teknolojiyle yüksek temasın sağlanmasına çalışmaktadırlar. Açıkça görülen şirket üniversitesinin markalı bir rekabet üstünlüğü ve kar merkezi olarak kullanılmaya çalışıldığı görülmektedir. Günümüzde yükseköğretim kurumları bilginin üretilmesi, aktarılması, yayılması gibi fonksiyonlar yönünden büyük bir değişim ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Üniversiteler, bilinçli yurttaş oluşturma işlevlerini hızla kaybetmektedirler. Yakın zamana kadar üniversiteler genç insanların sadece belirli bilgi alanlarında eğitilmekle kalmayıp, onları müşfik ve etkili liderler haline getiren mekânlar olarak görülmekteydi. Bu fonksiyonun yokluğunda üniversitelerin odak noktası da belirli bazı meslek kategorilerine girişi sağlayan profesyonel bilgi ve belgeleri vermekten ibaret hale gelerek gittikçe daralmaktadır. Üniversiteler maalesef birçok öğrenci için ileri meslek okulları haline dönüşmektedir. Günümüzde pek çok kesim, ihtiyaç duyduğu bilgiye erişmek için artık üniversiteleri tek kapı olarak görmemektedirler. Başta iş dünyası olmak üzere pek çok kesim, üniversitelerde üretilen bilgiyi yararlı ve günün koşulları için geçerli bulmamakta ve bu bilginin fiyatının da makul olmadığını düşünmektedir. Üniversiteler, önceliklerini yitirirlerken, yönetim danışmanlık firmaları ve şirket okulları iş dünyası için bilgi üretmekte çok büyük roller üstlenmektedirler (Greenwood ve Levin, 2003, s. 75-76). 188 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Küreselleşmenin üniversiteleri ekonomik temelli kurumlar olarak dönüştürmesi “şirket üniversite” kavramının gelişmesini beraberinde getirmiştir. Özellikle ABD’de şirket üniversitelerinin hızlı bir şekilde artışı, yükseköğretimin ticarileşmesinin en büyük kanıtlarından birisidir. Şirket üniversitelerinin “sanal üniversite” kavramıyla da ilişkili bir anlam taşıması, yükseköğretim–ticaret ya da pazar ilişkisini destekleyen bir başka göstergedir (Scott, 2000). Öğrencilerin müşteri kabul edildiği bu yeni sistemde, akademisyenler de müteşebbisler (akademik kapitalistler) olarak nitelenmektedir (Kwiek, 2001, s. 37). Artık üniversiteler de büyük şirketler gibi yönetilmeye başlamıştır. Bir değer olarak bilgi, üretilen ve aktarılan olmaktan çıkıp, pazara sunulabilen ve satılabilen bir meta haline gelmiştir. Küreselleşmeyle birlikte uluslararası bilimsel temasların artması, özellikle üniversite aşamasında uluslararası öğrenci hareketliliğinin gelişmiş ülkelere doğru olduğu görülmektedir. Bu durum merkez-çevre ilişkileri bağlamında değerlendirildiğinde, gelişmiş merkez ülkeler veya uluslararası kuruluşlar lehine ekonomik girdi sağlandığı görülür. Gelişmekte olan ülkeler açısından zaten kıt olan kaynakların gelişmiş ülkelere akışı hızlanmıştır. Asya ve Afrika’dan özel ya da burslu binlerce öğrenci yükseköğretim için gelişmiş ülkelere yönelmişlerdir. Son gelinen noktada eğitim sistemi içindeki eğitim yöneticilerinden beklenen performansın yapısı da değişmiştir. Eğitim yöneticilerinden beklenenler bir şirket üst düzey yöneticisinden beklenenlerle benzer hale gelmiştir. Eğitim yöneticisinin yüksek düzeyde stratejik planlama kapasitesine sahip olması ve ayrıca yüksek düzeyde pazarlama yeteneklerine sahip olması beklenmektedir. Yöneticiler, okullara yeni pazarlama ilgileri yaratmalı ve yeniden yapılaşmış kamu fon kaynağı sağlamalıdır. Okul yöneticilerinin değişimi anlayabilmeleri ve yönetebilmeleri gerekmektedir. Etkili değişimi yakalayabilmeleri için de dönüşümcü liderliğin aktif rolüne uyum sağlamaları gerekmektedir (Smith ve Piele, 1997, s. 1-15). Girişimci üniversite veya okul modeli, üniversitenin/okulun eski amaç ve işlevlerini farklı bir tarzda yerine getirdiği bir model olmaktan çok, bu amaç ve işlevlerin küreselleşmiş meta mübadelesinin gerekleri doğrultusunda yeniden tanımlandığı bir model görülebilir. Yeni modelin aslında metalaşan bilgi ile ilişkili bir dönüşümü ifade ettiğini belirten Noble (2002), eğitim sisteminin doğasının bozulduğunu ve yapısının mutant hale geldiğini belirtir. Ona göre gümümüzde müfredat programları gerçek eğitim sürecinin kendisinden ve üretici olan öğretmenlerden sökülüp alınmıştır. Sonuçta ortaya çıkan yabancılaşma, dersleri, müfredatı oluşturan ve düzenleyenlerden ayrı, bağımsız bir varlık haline getirilmiştir. Bu, belki de meta oluşumunun en vahim noktasıdır. Sosyoloji Çalışmaları 189 Ders malzemelerinin üretimi aşamasında telif esaslarına dayalı yayınevi ilişkileri, malzemeyi tam anlamıyla eğitim bilimsel bir tasarım ve sunum noktasından bir ölçüde kar amaçlı çizgiye çekmiştir. Burada eğitim malzemesinin piyasa metasına dönüştüğü görülür. Ders malzemesi üzerindeki kontrol ve mülkiyetin yayınevlerinde olması kar içinde değişime sokulmuş bir piyasa ürünü olmuştur. Gerçek oluşturucularıyla bağı kopan ders malzemeleri eğitimsel işlevinin yanında bir kar aracına dönüşmüştür. Bu dönüşüm sürecinde olan, piyasanın belirlenmiş koşulları içerisinde öğretmenlerin ürün üretici ve dağıtıcıları, öğrencilerin de birer müşteri haline gelmesidir. Ortada eğitim görüntüsüne bürünmüş bir piyasa vardır. Gerçekte olan ise eğitimsel bir bütünlük oluşturmayan bilgi parçalarının dağınık yapısı ve bunun aktarımıdır (Noble, 2002). Sanayileşmeyle birlikte tüm sanayi dallarındaki çalışanların durumuna benzer biçimde eğitimcilerde üretim sisteminin bir parçası haline gelmişlerdir. Ekonomik sistemin artan hızı yaşamın tüm uzamlarındaki ilişki süreçlerini hızlandırmıştır. Eğitimci öncelikle belirlenmiş bir hız içerisinde yine belirlenmiş paket bilgileri öğrencilere aktarmak zorundadır. Bu durum öğrencinin analizi, öğreten öğrenen iletişiminin olgunlaşması süreçlerini büyük oranda zayıflatmıştır. Eğitimin bir tür üretime dönüşmesi yapılan işin rutinleşmesine yol açmıştır. Eğitimin esasına ilişkin nitelik kaybına karşılık iş disiplininin artması, idari gözetim eğitimde özerkliğin giderek azalmasına yol açmıştır. Öğreticinin inisiyatifi giderek azalmış, mesleki özelliklerini yitirmiştir. Eğitimden karlılık beklentisi pedagojik taahhütlerin önüne geçmiştir. (Noble, 2002). Sürecin niteliğinden çok eğitim “bandının” dönüyor olması önemli hale gelmiştir. Küreselleşmeyle Birlikte Ortaya Çıkan Eğitimde Kalite Standardı Anlayışı Küreselleşme eğitimde kalite standartlarının oluşturulması ve uygulanması anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bu noktada “kalite” kavramının ekonomik anlamını ve amacını çok iyi değerlendirmeden insani ve manevi nitelikler taşıyan her alana uygulanmasının ileride insani nitelikler anlamında büyük kayıplara sebep olacağını vurgulamak gerekmektedir. Kalite standartları ve kalite yönetimi kavramlarının ortaya çıkışı hatasız ürün (Masaaki İmai, 1994), rekabet ve müşteri memnuniyeti (Chapman, ve Adams 2002) kavramlarıyla kendini göstermiştir. Kalitenin uygulanacağı alanlar ise karar ve önlemler yanında, ürünler ve hizmetler (Bozkurt, 1995). olarak belirlenmiştir. Ülkelerin eğitim politikalarında ve reformlarda göz önüne aldıkları en önemli kriter 1970’li yıllara kadar sanayileşme gelmekteydi . (Aytaç 1970). Daha sonraki yıllarda ise bunun yerini kalite ve küreselleşme almıştır 190 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Görüldüğü gibi eğitimde kalite anlayışı, ekonomi eksenli bir reform çizgisine aittir. Yapılan tüm değişimler belirli bir kalite standardı temeline dayandırılmaktadır. Uygulamanın esası çağdaş yönetim anlayışı olarak ilk önce büyük özel teşebbüslerde denenmiş “toplam kalite” oluşturma yönetimine dayanmaktadır. Günümüzde dünyanın en gelişmiş ve prestiji sahibi üniversiteleri toplam kalite yönetimini uygulama çabası içindedirler. Toplam kalite yönetimi, tüm organizasyonlarda, mal ve hizmetlerin sürekli olarak iyileştirilmesini ve böylece “müşteri memnuniyeti”nin gerçekleştirilmesini hedefleyen bir yönetim anlayışıdır. Toplam kalite yönetiminde nihai amaç, “ürün” ve hizmet kalitesini” ni, “süreç kalitesi”, “iş kalitesi” benzeri unsurların bütünsel olarak gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Toplam kalite yönetimi, kamu, özel ve üçüncü sektör organizasyonlarında uygulanabilen bir yeni yönetim tekniğidir. Eğitim kurumlarında toplam kalite yönetimi, eğitim-öğretim ve bilimsel araştırmanın her aşamasında uygulanmaya başlanmıştır. Toplam kalite yönetiminin, okulların fiziki altyapısına (bina, spor tesisleri, açık alanlar vb.), akademik altyapısına (laboratuvar, kütüphane, bilgi işlem vb.), ders programlarına, sınav değerlendirme sistemlerine, araştırma ve yayınlarına bir disiplin ve düzen getirme yönünde politikalar tasarlanmaktadır. Böylece ders programlarının oluşturulması, derslerde okutulacak olan materyallerin, öğrencilerin okullara kabul ve öğretim elemanlarının mesleğe giriş ve performans ölçme ve değerlendirme ve okullar arası rekabeti sağlayacak kriterlerin belirlenmesinin eğitime kalite kazandıracağı kabuller arasındadır. Eğitimde kalite standartları konusunda Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ülkelerinde önemli kurum ve kuruluşlar çalışmalarını sürdürmektedir. Eğitimde standarda kavuşturulması planlanan alanlar; belirli bir vizyonun ve hedefin olması, programların sistemli olması ve uygunluğu, insan kaynaklarının doğru tespiti ve kalibrasyonu, mali ve finansal kaynakların tanımlanması ve iş akışının düzenlenmesi, eğitim ve öğretim sürecinin planlı ve sistemli bir duruma getirilmesi, mekânsal ve çevresel koşulların ıslahı ve uygunluğu gibi alanlardadır (Brittingham 1999). Dünya Bankası ülkelerin ortak bir kalite standardına kavuşması için öncülük yapan kuruluşların başında gelmektedir. İşgücü, üretim ve refah ekseninde yapılan araştırmaların istatistiki verileri gelişmiş ve gelişmemiş ülkelerin üretim ve hizmet sektöründeki kalite standartları uygulamaları yönünden profilini ortaya koymuştur (Öztürk, 1996, s.65). Firmaların insan kaynağı kalibrasyonu, ürün ve hizmetin üretim ve sunumunu, firma performanslarını kapsayan kalite standartlarına ilişkin plan ve Sosyoloji Çalışmaları 191 programlar hızla eğitim gibi başka alanlara da yayılmıştır. Eğitimde değer alını ekonomik değerden farklı olguları işaret eder. Eşitlik, davranışsal düzey ve anlamsal içerik gibi alanların kendi içsel nitelikleri, tarihi, dokusu, kavramsal farklılıkları ve bölgesel özgünlükleri düşünülmeden uygulama alanı içerisine dâhil edilmiştir. Örneğin eğitim sadece bir hizmet olarak düşünülmüş, öğrenci de ürün olarak değerlendirilmiştir. Sorun bu noktadan itibaren başlamaktadır. Sorunun temelinde kalite kavramlarıyla eğitime özgü politika alanlarının özdeşleştirilmesi noktasında kendini gösterir. Ekonomik üretim ve piyasasına ilişkin kalite alt kavramlarının eğitim alanına uyarlanması zorunludur. Eğitimde kaliteyle ilgili kavramlar farklı anlamları içermektedir. Bunların içinde en önemlileri; girdi, değer, süreç, ürün ve çıktı kavramlarıdır. Ürün, öğrencinin başarı oranlarıyla ilgilidir ve öğrencinin kendisini ifade etmemelidir. Değer kavramı, öğrencinin tutum, davranış ve değer algısına işaret eder (Chapman, ve Adams 2002). Dolayısıyla ekonomik bir değeri ifade etmez. Girdi kavramı, araçgereç, eğitim materyali ve teknolojik donanımı ifade etmelidir; öğrenci veya öğretmeni değil. Çıktı kavramı, uygulamaların başarı oranını ifade etmelidir; öğrenciyi değil. Bu anlamda eğitim politikaları, eğitim yatırımı politikaları, eğitim uygulamaları politikaları ve eğitimde değer politikaları olarak ayrıştırılmalı kalite tanımlaması bu ayrıntılar üzerinden yapılmalıdır. Örneğin eğitim yatırımı politikalarının kapsamı tesisler ve mali teşebbüsleri kapsayabilir. Buna karşılık eğitim değer politikaları, eğitimde eşitlik, eğitim sisteminin başarısı ve epistemik bilgi aktarım düzeyine bağlı başarıdır Tüm bu değişimler merkezinde konuya baktığımızda “bilgi”nin, bir üretim girdisi olarak düşünülmesi yönünde bir anlayışın yerleşmesi muhtemeldir. Öğrencinin bir üretim çıktısı olarak değerlendirildiği anlayışa yönelme riski söz konusudur. Böyle bir anlayışa dayalı olarak şirket modeli bir uygulama düzenliliği oluşturulabilir. Böyle olması durumunda uygulamalar düzenli olabilir, ülkeler arasında kolay paylaşılabilir nitelikler kazanabilir. Ancak tüm bunlar sermaye piyasasına yönelik eğitim sistemine evrilmeyi ifade eder. Küreselleşmeye tabi hale gelen eğitim sistemi içerisinde her geçen gün bilgi kendine özgü temel niteliklerini yitirmeye devam edebilir. Toplumun bilinç ve erdem vasıflarıyla ilişkisi kesilen bilgi ve eğitim, hem öğrenci hem de öğretmen açısından tamamen piyasa koşullarına endekslenmiş duruma gelebilir. Öğretmenlerin ve öğrencilerin iradeleri dışında biçimlenen pazar koşulları mal ve hizmetlerin fiyatlarını belirlediği gibi üniversite bölümlerinin tercih edilme koşullarını da belirlemektedir. Bu durum toplumsal ve etik amaçları geçersiz ve önemsiz duruma getirmektedir. 192 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Küreselleşmenin, ekonomik temelli bir oluşumdur. Ekonominin teknoloji sayesinde dönüşümü, sermaye çevrelerinde dünyanın tamamının ortak bir pazara dönüşmesi hedefini ortaya çıkarmıştır. Bu hedefin gerçekleşmesi için ortaya konan siyaset ise siyasal küreselleşme anlamına gelmektedir. Söz konusu önemli değişimler kültürleri etkileyerek kültürel küreselleşmeyi doğurmuştur. Tüm bu süreçlerle eş zamanlı olarak gelişen bir diğer küreselleşme biçimi de eğitimsel küreselleşme olmuştur. Küreselleşmenin temel belirleyicisi ekonomi olduğu için eğitimin küreselleşmesinde ekonomik küreselleşmenin izlerini aramak gerekmektedir. Dünya sermaye piyasasının karlılık oranlarını artırmak için ortaya koyduğu standartlar ve yapısal iyileşme formülleri tamamen kalite odaklı Pazar çözümlemeleridir. Kalite kavramı; dayanıklı, sağlam, kullanışlı, çözüme yüksek katkı sunma gibi nitelik unsurlarının bir bileşenini ifade etmektedir. Doğal olarak böyle ürünler ortaya koymak için üretim sektörünün kurumsal yapılanmasının da aynı biçimde kaliteli olması gerekmektedir. Küreselleşme ile eğitim ilişkisindeki temel sorunsal, kavram noktasında kendini göstermektedir. Bir ürünün kaliteli olması anlaşılır bir durumdur ve ekonomiyle ilgilidir. Bir kurumsal yapının kaliteli olması hedefiyle ve çalışma sahasına uygun düzenlemeleriyle ilgilidir. Bu noktadan baktığımızda eğitim unsurlarının kaliteli olmasından bahsedildiğinde doğru bir kavramla yola çıkılmamış olur. Çünkü eğitimin hizmet verdiği öğrenci bir ham madde veya ürün değildir. Eğitim kurumu da bir fabrika değildir. Ancak, öğrenciyi bir üretim çıktısı, okulu da ham maddeyi şekillendiren ve kalıplarla çalışan bir imalathane olarak gören anlayış giderek yaygınlaşmaktadır. Eğitimin yöntem, süreç ve yönetimine ilişkin entegrasyon temelli yenileşme hedefleri bu açıdan tekrar gözden geçirilmelidir. Küreselleşmenin birçok olumsuz yönü tartışılırken, eğitimin küreselleştirilmeye çalışılması büyük bir sorundur. Çünkü küreselleşmenin doğuracağı olası sorunlara karşı önlem alabilecek ve sorunları toplum yararına dönüştürebilecek bağımsız ve objektif düşünen insanlar yetiştirecek olan eğitim kurumlarıdır. Onların sermaye piyasasına entegre olmuş, yüksek kalite standartları adı altında firmaya dönüştürülmüş yapısı küreselleşmenin olumsuz yanlarını ortaya koyacak insanı yetiştiremeyecektir. Çünkü kendisi küreselin bir parçası olacaktır. Sosyoloji Çalışmaları 193 Günümüz okullarında küreselleşmenin gereksindiği insan tipi üretilmeye çalışılmaktadır. Bilgiyi biriktirmek yerine kullanan insan ön plana çıkmıştır. Buradaki kullanma varlığın doğasını anlama, evrensel ve olgusal farkındalığı artırma anlamına gelmemektedir. Amaçlanan pratikte bir mesleğe ve üretime indirgenmiş bilgidir. Tek Pazar haline gelmiş dünyanın yönetsel ve eğitimsel anlamda standartlaşması hem kullanışlı insan kaynağı hem de kolay entegre edilebilir unsurlar anlamına gelmektedir. Eğitimde kalite standartlarının evrenselleşmesi ve tüm dünyadaki öğrenci donanımının benzeşmesi dünya pazarının kullanacağı insan kaynaklarına ilişkin düzenleme hedefidir. Küreselleşme sürecindeki eğitimin ideal insan modeli, bağımsız birey olarak sunulmaktadır. Geleceğin toplum yapılarında sorun çözen güçlü birey yetiştirmek hedeflenmektedir. Tarif edilen birey buluşlarıyla ekonomiye patent oluşturacak, girişimciliğiyle pazarı güçlendirecek, farkındalığıyla piyasa spekülasyonlarını önceden sezecek bir ekonomik bireydir. Küreselleşme sürecinin eğitim politikaları sadece yeni kuşaklar üzerinde manipülasyon yapmakla kalmamaktadır. Küreselleşme öncesinin birikim ve alışkanlıklarını taşıyan eski kuşak insanların, küresel eğitim sistemi vasıtasıyla piyasa sistemine uygun hale getirilme planları yapılmıştır. Bu planların ürünü “yaşam boyu eğitim” adıyla sunulmuştur. Amaç, her yaştan insanı, sistem için verimli olmaya çalışan bir üretim unsuruna dönüştürmektir. Ancak yaşam boyu eğitimin asıl hedefi gençler, çocuklar ve gelecek kuşaklardır. İnsanları çocukluklarından itibaren küresel piyasa sistemine bağlayan eğitim, hayatın her aşamasında bireyleri “verimli olmak” adına bu sisteme bağlı tutmak için kullanılacaktır. Küreselleşmenin değerler sistemini dönüştürdüğü açıktır. Epistemik bilginin yerini teknik bilginin aldığı böylece insanın içsel değerler açısından giderek zayıfladığı, uysal bir üretici ve tüketiciye dönüştüğü vurgulanmaktadır. Teknik düşünen, teknik yaşayan, teknik planlayan bir insan zihninin epistemik ve normatif soruşturma kaygısının olması mümkün değildir. Manevi alan bir dış uzay gibi ötelenmekte, hızlı ve verimli çözümler üretebilmek en önemli meziyet sayılmaktadır. Yerel ve evrenselin bir arada olduğu bir dünya, sadece bir geçiş süreci tanımlamasıdır. Bir süre sonra “aynılaşma” baskın gelecek ve duygular dahi küreselleşecektir. Üstelik bu küreselleşme epistemik ve manevi duyguların etrafında değil üretim ve kalite etrafında olacaktır. Bu sonucun ortaya çıkmasında ne yazık ki en büyük işlevi eğitim görecektir. 194 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI KAYNAKÇA Chapman D. ve Adams. D. (2002). The quality of edication: dimensions and strategies. Hong Kong: Asian Development Bank. Aktan, C. C. (2007). Yüksek öğretimde değişim: global trendler ve yeni paradigmalar, İzmir: Yaşar Üniversitesi Yayını. Aytaç, K. (1970). İngiltere, isveç, fransa ile federal almanya’da okul reformları ve okul kuruluş sistemlerinde demokratlaşma temayülleri, İstanbul: MEB Yayınları. Baudrillard, J. (2002). Çılgınlığı globalizm üretiyor. Röportaj: Romain Leick, (Çev. Dilek Zaptçıoğlu). Erişim Tarihi: 01/01/2018 http://arsiv.nv.com.tr/ news/130583.asp Bauman, Z. (2010). Küreselleşme: Toplumsal sonuçları. (Çev.: Abdullah Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Bayar, F. (2008). Küreselleşme kavramı ve küreselleşme sürecinde Türkiye. Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, 32, 25-34. Bozkurt, R. (1995). Hizmet endüstrilerinde kalite, Verimlilik Dergisi, 1995, S. 175. Bravo, D. (2010). Effects of school reform on education and labor market performance: Evidence from Chile’s universal voucher system. Quantitative Economics Journal, 1(1), p. 47-95. Brittingham, B. (1999). Türkiye’de Öğretmen Eğitiminde Standartlar ve Akreditasyon, YÖK/Dünya Bankası Milli Eğitimi Geliştirme Projesi, Ankara. Carnoy, M. (2005). Globalization, educational trends and the open society. Open Society Institute Education Conference 2005. Chinnammai, S. (2005). Effects of globalization on education and culture. ICDE International Conference, New Delhi, 19-23 November 2005. Çelik, E. (2016). Küreselleşme ve yabancılaşma, günlük yaşamı anlamak, Ed.: Ali Arslan, Mustafa Çağlayandereli, s. 179-196. Mersin: Paradigma Akademi Yayınları. Drucker, P. F. (1992). Managing for the future. Truman Talley Books E.P. Dutton, NY. Erdem, O. (2009). Küreselleşme ve ulus devletlere etkileri. e-Journal of New World Sciences Academy, 4(3), 241-255. Giddens, A. (2001). Sociology. Oxford: Blackwell Publishing. Greenwood, D. J. ve Levin, M. (2003). Reconstructing the relationships between universities and society through action research. UK: SAGE. http://www.mfa.gov.tr/data/Kutuphane/yayinlar/EkonomikSorunlarDergisi/ sayi32/firatbayar.pdf Illich, D. I. (2013). Okulsuz toplum. (Çev.: M. Özay). İstanbul: Şule Yayınları. Sosyoloji Çalışmaları 195 Kellner, D. (2002). Yeni teknolojiler/yeni okur-yazarlıklar: Yeni bin yılda eğitimin yeniden yapılandırılması. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 2(1), 105-132. Kwiek, M. (2001). Globalization and higher education. Higher Education in Europe, 26(1), 27-38. Kwiek, M. (2002). Yüksek öğretimi yeniden düşünürken yeni bir paradigma olarak küreselleşme: Gelecek için göstergeler. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 2(1), 133-154. Marshall, G. (1999). Sosyoloji sözlüğü. (Çev.: O. Akınhay – D. Kömürcü). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınevi. Masaaki İmai, (2014). Kaizen, Çev: BRİSA, İstanbul: Kalder Yayınevi. Noble, D. (2002). Technology and the Commodification of Higher Education, Montly Review, 53(10). Oktik, N. (2002). Globalleşme ve yüksek öğrenim. Doğu Batı, 5(18), s. 193–204. Önder, İ. (2002). Küreselleşme, kriz ve istikrar programı nasıl aldatılıyoruz? İstanbul: Nazım Kültürevi Kitaplığı, Öztürk, S. A. (1996). Hizmet işletmelerinde kalite boyutları ve kalitenin artırılması”, Verimlilik Dergisi, s. 65-79. Scott, P. (2000). Globalisation and Higher Education: Challenges for the 21st Century, Sage Journals, 4(1). Smith, S. C. and Piele, P. K. (1997). School leadership: Handbook for Excellence, University of Oregon: ERIC Clearinghouse. Şaylan, G. (2016). Değişim, küreselleşme ve devletin yeni işlevi. Ankara: İmge Yayınevi. Toulmin, S. (1999). The ambiguities of globalization. Futures 31, 905-912. Wallerstein, I. (1992). Tarihsel kapitalizm. (Çev.: N. Alpay). İstanbul: Metis Yayınları. Sosyoloji Çalışmaları 197 ÇAĞDAŞ İRAN EDEBİYATINDA GİZEMLİ BİR ADA: HAKİKAT MÜPTELASI OLARAK SADIK HİDAYET1 A MYSTERIOUS ISLAND IN CONTEMPORARY IRANIAN LITERATURE: SADIK HIDAYET AS TRUTHFUL ADDICT Arif AYTEKİN2 ÖZET Sâdık Hidâyet için “Modern İran edebiyatının önemli simalarından biridir” tanımlaması, onu tanıtmada eksik bir cümle olarak kabul edilmektedir. En büyük korkusu, daha kendini tam tanımadan yarın öbür gün ölürüm olan Sadık Hidayet, soylu bir ailenin çocuğu olarak 17 Şubat 1903’te Tahran’da İ’tizadulmulûk ailesinde dünyaya gelmiştir. Farsça ve Fransızca üzerinden genelde modern insanı, özelde kendini anlama yolculuğuna çıkmaktadır. Dünyanın her tarafından sahici bir anlam, hakikat arayışına çıkan herkesin dikkat çektiği bir yazardır. Özgün, sahici, bir entelektüel olarak bir taraftan İslam’ın gelenekselleşmiş hurafe inançlarının İran toplumundaki izdüşümünü, yansımasını eleştirmektedir. Öbür taraftan modern insanın krizini, gittikçe anlamsızlaşan hayatını eleştirmektedir. Olağan bir dil kullanarak olağanüstü, aşkın dünyayla okuyucuyu buluşturmaktadır. Bulduğu yeni dil ile modern dünya edebiyatının önemli simalarından biri sayılmaktadır. Yazdığı eserler bakımından İran edebiyatında birçok akımın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Başta natüralizm, realizm ve sürrealizm olmak üzere farklı akımlarla anılan eserler kaleme almıştır. Herkesin yaşadığı olağan dünyaya bir türlü alışamamaktadır. İsmet Özel’in şiirinde geçen “Uyruklar arasında uygunsuz biriyim…” ifadesi onun içinde bulunduğu durumu yansıtmaktadır. Kendisini ocağa düşen bir oduna benzetmektedir. Başka odunların ateşinde yanmış bir odun. Ne tam yanıp kül olmuş ne de olduğu gibi kalabilmiş. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş bir odun. İki arada bir derede kalan Hidayet daha önce de yaptığı intihar girişimini tekrar dener. 1951’de 48 yaşında giriştiği bu intihar teşebbüsünde başarılı olur ve dünyaya gözlerini kapatır. Anahtar Kavramlar: Sadık Hidayet, Realizm, Sürrealizm, Hakikat ABSTRACT The definition which has been used for Sadık Hidayet as “One of the greatest figure in Modern Iranian literature” has been accepted a missing sentence 1 Bu makalenin bir kısmı aynı balık altında 5. ASM İnternational Congress of Social Science Kongresinde bildiri olarak sunulmuştur. 2 Dr. Öğr. Üyesi Arif AYTEKİN, Akdeniz Üniversitesi, Manavgat MYO, Antalya, Türkiye, plihoa1@gmail.com. 198 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI to describe him. Sadık Hidayet, whose greatest fear is to die before knowing himself fully, was born in Tehran in 17th February 1903 as a Nobel member of I’tizadulmulûk family. He aims to understand modern man through Persian and French. However, he actually wants to understand himself. He catches attention of every person who tries to understand himself on this earth. On the other hand, he criticizes the effects of traditional superstitions in Islam on Persian culture as an intellectual. Also, he criticizes the meaningless life of the modern man. He brings the reader and the exceptional world via using an unexceptional language. He has been accepted as one of the greatest figure in the modern World literature because of the language he used. He has been accepted as the founder of most of the literary movements in Iranian literature due to the literary works he has written. He has written his works by using Naturalism, Realism, and Surrealism mostly. He couldn’t get used to live in the World people lived. “I am a divergent person in the nations.” By İsmet Özel describes him. He describes himself as a wood in the fireplace. Neither was he fully burnt nor stayed as a wood. But he smothered because of the smoke of the other woods. He tried to commit suicide once again in 1951 and he became successful. He died at the age of 48. Keywords: Sadık Hidayet, Realizm, Sürrealizm, Truth GİRİŞ Sâdık Hidâyet, Modern İran edebiyatının önemli simalarından biri olarak kabul edilmektedir. Başlangıçta dünyanın şiir dili olarak kabul edilen Farsça içinden dünyayı, hayatı, olup bitenleri anlamaya çalışan Hidayet, daha sonra yaşadığı dönem bakımından dünya edebiyatının kalbinin attığı modern edebiyat dili olan Fransızca ile arayışını daha da genişletmiştir. Metinlerini felsefi bir düşünceyi, duruşu da esas alarak kaleme alan Hidayet’in sanat kuramları veya estetik kaygılar bakımından da döneminin edebi standartlarının üzerinde eserler verdiği genel kabuller arasındadır. Farsça ve Fransızca ile başlayan anlam arayışına zamanla İngilizce, Sanskritçe, Pehlevice’yi de eklemiştir. Bahse konu dilleri, konuşuldukları toplumda yaşayarak öğrenen Hidayet, aynı zamanda kültürel gözlemleri bakımından da dikkat çekmektedir. Yazdığı eserler elbette irtibat kurduğu dil ve toplumlarda alımladıklarının yansıtılması bakımından önemli bilgiler sunmaktadır. Ancak Hidayet’in yaşantı ve gözlemlerinin kaynaklık ettiği eserler; bir bakıma prizmaya giren sade bir ışığın prizmanın çıkışında farklılaşıp renkler harikası olarak dışarı yansıması gibi görülebilmektedir. Bu durum onun kavrayış düzeyi ve dile olan hâkimiyeti ile irtibatlı olsa gerek. Bu sebeple Sadık Hidayet üzerine çalışanların gözlemlerinde farklı Hidayetler ortaya çıkmaktadır. Birçok araştırmacı onu İran edebiyatında natüralizm, realizm, sürrealizm veya Sosyoloji Çalışmaları 199 romantizmin kurucusu olarak kabul etmektedir. Her tezin iddialarını haklı çıkarabilecek kanıtlar, özellikler Hidayet’in metinlerinde bulunabilir. Hidayet’in metinlerinde bir sosyoloğun sosyolojik bakış açısını andıran; dış dünyanın, toplumsal kesitlerin, grupların, farklı hayatların, geleneklerin, toplumda tortu olarak kalmış adetlerin tipolojik özelliklerini gözlemlemek mümkündür. Öte yandan en az bu sosyolojik gözlemler kadar farklı kişiliklerin, bireylerin kendi yaşantılarının derin izlerini, ustalıkla ifade edilmiş psikolojik tahlilleri de görmek mümkündür. Hidayte’in dünyada tanınmasına sebep en önemli eserlerinde de kendi yaşantısı, hayat hikâyesi veya macerası üzerinden modern insanın krizini, gittikçe anlamsızlaşan hayatını konu almaktadır. Birçok metninde kendi gerçek hayatı ile hikâyelerinde anlatılan karakterler içi içe geçmekte bir bakıma real olan ile sürreal birbirine karışmaktadır. Hikâyelerinde çokça işlediği ölüm, cinsellik, karamsarlık, kötücülük, çıkmaz gibi kavramlar aynı zamanda kendi gerçek hayatının da esas özelliklerini yansıtmaktadır. Neredeyse yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan bir yazar görüntüsü vermektedir. Bu bakımdan modern dünya edebiyatında özgün, sahici, bir entelektüel olarak görülmektedir. …Acaba hayat denilen şey tümüyle komik bir hikâye, inanılmaz, ahmakça bir masal değil mi? Ben kendi masalımı, kendi öykümü yazmıyor muyum acaba? Öykü, yerine gelmemiş arzular için bir kaçış yolu değil mi? Ulaşılmayan arzular (Hidayet, Kör Baykuş, 2014, s. 204). Bir taraftan içinde biçim aldığı Şii İran İslam toplumunun gelenekselleşmiş (hurafe inançlarının) toplumdaki izdüşümünü, yansımasını; öbür taraftan olağan bir dil kullanarak olağanüstü, aşkın/tresendental dünyayla okuyucuyu, yeni bir dil üzerinden buluşturan Sadık Hidayet modern dünya edebiyatının önemli simalarından sayılmaktadır. Sadık Hidayet’in Hayatı En büyük korkusu: Daha kendini tam tanımadan yarın öbür gün ölürüm olan Sadık Hidayet, soylu bir ailenin çocuğu olarak 17 Şubat 1903’te Tahran’da İ’tizadulmulûk ailesinde doğmuştur (Erdebili, 1993, s. 15). Babası Hidâyet Kulî Han, annesi Zîverulmulûk’tur. Büyükbabası Rıza Kulî Han Hidâyet, Nâsırüddin Şah döneminin ileri gelen soylu ailelerinden biridir. 200 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tahran’da 6 yaşında Medrese-i İlmiye’de ilköğrenimine başlayan (1908) Hidâyet, Ortaöğrenimini Darülfünun Lisesi’nde devam eder. Daha sonra Fransızların Sen Lui Lisesine kaydını yapar. İlmiye Okulu’nda 1914’te “Nidâ-yi emvât” (Ölülerin Sesi) adlı duvar gazetesini çıkararak yazarlığa ilk adımını atmaktadır. “Ölüm” (Merg) üzerine çok genç yaşta yazmaya başlar. Erken yaşta Tahranda, “Ömer Hayyam Rubaileri” ve “İnsan ve Hayvan” kitaplarını yayımlar (Erdebili, 1993, s. 16). Tahran’da Fransız Lisesi’nde Fransızcayla kurduğu irtibat, onun erken yaşta Fransız edebiyatına ilgi duymasına sebep olur. Yeni terlemiş bıyıklarına âşık olan genç gibi onun da Fransızca üzerinden Fransız edebiyatı ve Fransa ile olan ilişkisi, hikâyelerindeki mekân ve Karakter isimlerinden öldüğü ve gömüldüğü yere kadar devam etmiştir. Asya ile Avrupa, Farsça ile Fransızca arasında gidip gelmeleri veya med-cezirler, ruhundaki bunalımlar, gölgesi gibi onu hep takip etmiştir. Gözkapaklarım düşünce silik bir dünya beliriyordu gözümün önünde; Kendi yarattığım, düşüncelerimle, gözlemlerimle örtüşen bir dünya. Her halükarda uyanıkken gördüğüm dünyamdan daha gerçek, daha doğal bir dünya. Düşüncelerimin, tasavvurlarımın önünde hiç bir engel yoktu sanki. Zaman ve mekân etkisini yitiriyordu. Rüyalarımı doğuran, bastırılmış bu şehvet hissi gizli ihtiyaçlarımın sonucuydu. İnanılmaz ama doğal şekiller, olaylar canlanıyordu gözümde. Uyandıktan sonra da o dakikada kendi varlığım hakkında kuşkuya kapılıyordum. Kendi zamanımdan, mekânımdan habersizdim (Hidayet, Kör Baykuş, 2014, s. 299). 1925’te eğitim maksadıyla Belçika üzerinden Avrupa’ya gitti. Paris’te İlk hikâyelerini yazmaya başlayan Hidayet, Fransa ve Belçika’da dört yıl kaldıktan sonra İran’a döndü, Kültür Bakanlığı(Vezâret-i Ferheng), Bank-i Millî’de muhasebe bölümü dâhil çeşitli işlerde çalıştı, bir kaç meşguliyet bulsa da tutunamaz (Hidayet, Diri Gömülen, 2016). Kör baykuş kitabını yazarken, satır aralarında belirginleşen, gittikçe ilerleyen uyumsuzluğu, İsmet Özel’in şiirinde geçen… “Uyruklar arasında uygunsuz biriyim…” (Özel, Erbain, 2011, s. 222) ya da kendi tasviri ile - “Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi, orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu. Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? “Ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş ama, ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş...” (Hidayet, Kör Baykuş, 2014, s. 150) - hali onun daha önce de yaptığı Sosyoloji Çalışmaları 201 intihar girişimini bu sefer başarıyla gerçekleşmesine sebep olur. İntihar etme vakalarının yaş itibariyle neredeyse görülmediği, dünya ortalaması açısından, 50’li yaşlar, herkesin bir şekilde dünyaya alıştığı! Yıllarda, o bir türlü bunu beceremeden! 48 yaşında 9 Nisan 1951’de Paris’te havagazını açık tutmak suretiyle intihar etmiş ve Pére Lachaise mezarlığına gömülmüştür (Hidayet, 2017). Metinlerinde geçen “Başarabildiğim tek şey ölmek olacak...” cümlesinin hakkını hayatı ile ödeyecektir. Bir dönem Budizm mistisizmine kapılan Hidayet 1936’da Hindistan’a giderek Sanskritçe öğrenir ve Buda’nın kimi metinlerini Farsça’ya çevirir. Fransızca ve Farsça üzerinden gelişen hayat yolculuğuna Sanskritçe’yi ekler. Bazı araştırmacılara göre, Hidayet’in İngilizce’si de Fransızcası seviyesindedir. Böylece Hint gizemciliği, Klasik İran edebiyatı ve çağdaş Fransız edebiyatı arasında kendini bulmaya çalışır. Hidayet dünyayı dolaşsa da - “…Kendi(si)nin bile ücrasında yaşayan benim için gidecek yer ne kadar uzak olabilir?...” (Özel, Erbain, 2011, s. 223) - derin bir yalnızlık, yerini, dünyayı yadırgama hali onu hiç terk etmez. Hayat bana tek ve değişmez bir mevsim oldu hep. Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti adeta, öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve beni bir mum gibi eritti...” Bu hal, belki psikanalisttik bir çözümlemeyle onun sanatının, yaratıcılığının temeli olarak da düşünülebilir. Freud’un sanatçının yaratma eylemi ile nevroz arasında kurduğu işlevsel ilişki, bilinçaltının sanatsal yaratıcılıktaki rolü; Sadık Hidayet’in yarı baygın, gerçek-üstü, hayal kurma, ruh hastası, vecd halini, Kör Baykuş’taki gölgeler ile gerçek arasındaki gidip gelmelerini açıklamada anlamlı görülebilir (Moran, 1994, s. 134). Bu tasvirleri onun psikanalisttik çözümlemeye ne kadar yakın durduğunu açıklamaktadır: …Şimdi bütün hayatımı, üzüm salkımı gibi ellerimle sıkmak, usaresini, hayır, şarabını gölgemin kuru boğazına, okunmuş su gibi damla damla damlatmak istiyorum. Ama gitmeden önce beni şu odanın köşesinde kanser gibi, ur gibi parça parça yiyen dertleri kâğıda dökmek istiyorum. … Muhtacım buna; eskisinden de çok. Düşüncelerimi kendi hayali varlığım, kendi gölgemle ilişkilendirmek ihtiyacındayım. Kandil ışığında duvara düşen şu yamuk gölgem yok mu; şu uğursuz gölge! Yazdıklarımı dikkatle okuyup yutuyor adeta. Kuşkum yok; şu gölge benden iyi anlıyor. Sadece kendi gölgemle güzel güzel konuşabilirim. Beni konuşmaya zorlayan da o zaten. Sadece o tanıyabilir beni; mutlaka anlıyor (Hidayet, Kör Baykuş, 2014, s. 138-142). Metinlerinin bunalımlı, melankolik, sisli özellikleriyle Doğunun Kafka’sı” olarak da anılan Sâdık Hidâyet, modern İran edebiyatında hikâyeciliğin ve romancılığın kurucusu sayılmaktadır. İnsani ve toplumsal 202 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI hayata dair çok ciddi gözlemleri olan, bir taraftan psikolojik öbür taraftan sosyolojik alana aynı anda nüfuz eden çok yönlü bir yazardır. İran edebiyatında Ömer Hayyam gibi zamanında çok ciddi eleştirilere tabi tutulmuştur. Her ikisi de kendisini Atina’nın “At sineği” olarak tanıtan Sokrates’i çağrıştırmaktadırlar. Hepsinin hikâyesi, yani kendilerini bulma hikâyeleri verili olana itiraz ile başlar. Farklı dönemlerde olsalar da aynı coğrafyayı paylaşan Hidâyet ile Hayyam birçok yönden birbirlerine benzemektedirler. Sadık hidayet, yaşadığı 48 yıllık ömründe erken yaşlarda başlayarak çok farklı alanlarda ve çok sayıda metne imza atar. “İran’da Büyücülük” (Câdûgerî der İran), Vejetaryenliğin Yararları (Fevâyid-i Giyâhhârî), Diri Gömülen (Zinde be Gûr), Kör Baykuş’u (Bûf-i Kûr), Üç Damla Kan (Se Katre Hûn) gibi birçok edebi eserin yanında oyun yazarlığı ve tercümeler faaliyetinde de bulundu. Kafka’ya özel ilgisi olan Hidayet, onun fikirlerinin İran’da yayılması için birçok kitabını Farça’ya çevirdi. Aynı zamanda öykü, roman, piyes, seyahatname, inceleme türlerinde çok sayıda eserlerin de yazarıdır. Öte yandan, Onun İran hikâyeciliğine asıl katkısının derin ruh tahlillerine yer vermesi olduğu söylenebilir. Eski İran tarihinin şaşaalı devirlerine özlem duyar, İran’ın Araplar başta olmak üzere yabancılar tarafından fethedilmesini hazmedemez. Kimi eserlerinde Arapları tasvir etmek için küçümseyici, aşağılayıcı ifadelere yer verir. Osmanlı Türkiye toplumunda Mehmet Akif, Pakistan’da Muhammet İkbal, Mısır’da Cemalleddini Afgani gibi İslam toplumlarının geri kalmışlığı üzerine düşünen, halkın yanlış İslam algısı ve hurafelere olan bağlılığını sert bir şekilde eleştiren Sadık Hidayet; bahse konu yazarlardan farklı olarak İslam dinin kendisine de mesafeli durur. Akif ’in şiirine yansıyan bu manzaranın benzerini Sadık Hidayet’in hikâyelerinde, Talebi Amurzeş gibi, sıkça karşılaşılabilen bir tasvirdir. Bunun yanında Pervin Duhter-i Sasan ve isfahan Nisfi Cihan gibi metinlerde de Arap İslam fetihleri sonrasında İran toplumunda yaygınlaşan İslami ritüelleri ciddi eleştirilere tabi tutmaktadır. Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına İnmemiştir hele Kuran şunu hakkıyla bilin Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için (Düzdağ, 2016, s. 158). Sonraki yıllarda zamanın sosyo-politik problemlerinin de etkisiyle İran’ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına Sosyoloji Çalışmaları 203 yoğun eleştiriler yöneltmeye başlar. Eserleri aracılığıyla bu iki kurumun suiistimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme çabasına girer. İran toplumunun hurafeler batağına saplanmış olması, cahil mollaların halk üzerindeki etkisi, çıkar düşkünlerinin hedefe ulaşmak için her yolu denemeleri, kadınların cahillik, yoksulluk, tatminsizlik gibi sebeplerle sorunlar yumağı içinde bulunmaları, insanların toplumdan dışlanmaları ve kimlik sorunları Hidâyet’in üzerinde sık sık durduğu konulardandır. Sadık Hidayet Düşüncesinin Temel Kodları Toplum ile sanat veya sanatçı arasındaki ilişki birçok kuram tarafından inceleme konusu yapıldığı bilinmektedir. Sanatçının anlaşılmasında, onu içinde doğduğu, yaşadığı toplumdan bağımsız düşünmek olanaksızdır. Özellikle Marksist sanat yaklaşımlarının öne sürdüğü gibi, sanatçı da içinde biçim aldığı toplumun ürünüdür tarzındaki yaklaşımların, Sadık Hidayet gibi kendi iç dünyasına gömülü olan birçok büyük ruhların anlaşılmasında eksik kalacağı düşünülmektedir. Sadık Hidayet üzerinde edebiyat sosyolojisi incelemelerinde bulunan Musa El-Rıza Tayifi Erdebili’nin (Sâdık Hidâyet der Âyine-i Âsâreş) tezinin temel argümanı, temellendirme iddiası bu zemindedir (Erdebili, 1993, s. 11). Bu tür temellendirmelerin tek taraflı ve meselenin bir yarısını açıkladığı, daha önce de değinildiği gibi Sadık Hidayet özelinde psikanalisttik çözümleme veya yorumların etkisini göz ardı ettiği görülmektedir. Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi “Büyük ruhlar, büyük tezatların barındığı yerdir” toplum, sosyo ekonomik, sosyo siyasal koşullar da büyük yazarların tezatlarından sadece bir kısmını izah etmede işlevseldir. Erdebili, Sadık Hidayeti İran edebiyatında realist hikâyeciliğinin kurucusu olarak görmektedir (Erdebili, 1993, s. 13). Başka çalışmalarda Sadık Hidayet’in edebi yaklaşımları, hikâyelerinin özellikleri bakımından Natüralist akıma yakın olduğu iddia edilmektedir. Sürrealist yaklaşıma tabi bir sanatçıdır, yargısı da Hidayet için yanlış sayılmaz. Anlaşıldığı kadarıyla Hidayet’in değindiği sorunlar, eser verdiği alanlar, yazı tekniği ve yaklaşım tarzı itibariyle onu bir kuramla sınırlandırmak pek mümkün görünmemektedir. Hidayet’i kuramlardan birine bağlı tanıtmak, tanımlamak felsefedeki meşhur “fil metaforunu” hatırlatmaktadır. Fil nedir? Sorusuna karşılık; fili farklı yerlerinden yoklayan âmâ insanların farklı tanımları gibi. Örneğin ayağından fili yoklayan âmâ fili: dümdüz bir sütun, yan böğrüne dokunan düz bir tepsi, hortumundan yakalayan göreli kalın bir boru şeklinde tanımlaması gibi. Hidayet üzerine çalışan uzmanlar da onu, odaklandıkları metinleri itibari ile bir kurama yakın olarak görme 204 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI eğilimine girmektedirler. Bu sebeple Hidayet’i bir kurama dayandırarak açıklamak, onu sınırlı olarak görmenin ötesine bir işe yarayamayacaktır. Hidayet’i bir kuramla sınırlı açıklamak, bir bakıma metonomik anlama denilebilen, parçanın bütünün yerine geçmesi, bütünü kaplaması olarak düşünülebilir. Çünkü o nevi şahsına münhasır özgün bir yazardır. Hidayet’i herhangi bir kuramla anmak, sınırlı görmek onu etiketlemekten öte bir anlam ifade etmez. Sadık Hidayet eserlerinde Marksist Kuramdan beslenen ve 1930’larda Rusya’da M. Gorki gibi yazarlar başlatılan “toplumcu gerçekçilik” yaklaşımının izlerini görmek de mümkündür. Elbette toplumsal gerçeklik kuramının temel kavramı da “yansıtma” dır. Yansıtma kavramı ile temellenen sanat kuramlarının çeşitliliği ortadır ancak sanatın neyi yansıttığı veya yansıtması gerektiği meselesinde, toplumcu gerçekçilik kuramı sanatçının aynayı toplumun gerçek yaşantısına tutması gerektiği ilkesini temel almaktadır (Moran, 1994, s. 47). Bu yönüyle Sadık Hidayet’in eserlerinin büyük bir bölümünün bu ilkeye uygun olarak hazırlandığına bakarak onu Realist olarak görmek mümkündür. Fakat eserlerini bundan ibaret saymak doğru bir değerlendirme olmaz. Sadık Hidayet’in birçok hikâyesinde kahramanlar olağan zamanlarından önce ölmekte veya intihar etmektedirler. Hidayet, kendisi de gerçek yaşamında, 48 yaşında bir intihar girişimi ile hayatına son verdiğinden onun üzerine çalışan uzmanlarda şöyle bir kanaat uyanmaktadır: Sadık hidayet gerçek hayatta yaşadıklarını yazmakta veya yazdıklarını yaşamaktadır. Kendi toplumsal tabakasına aidiyet konusunda da sorunlar yaşayan Sadık Hidayet, ömrü boyunca kavanoza düşmüş arı gibi hep çama çarpıp durmuştur. Ataları göreli uzun süre İran Şahlarına yakın durmuş, yönetime yakın soylu bir aile profili çizmektedir. Ailesi İran’da soylu göreli üst toplumsal tabakaya ait olmasına rağmen, o kendisini daha çok orta toplumsal sınıfa yakın hissetmiştir. Bu sebeple ücretli çalışan olarak İran Milli Bankası’nda bir müddet çalıştığı görülmektedir. Kaçar Hanı ailesine yakın duran Hidayet, Hicri 1355 tarihinde Ahmet Şah döneminde tekrar Fransa’ya gider. Rıza Şah döneminde 1359 da tekrar İran’a geri gelir (Erdebili, 1993, s. 20). Hidayet’in kararsız, ârafta olma hali ülkeler arasında gidip gelmeleri, –İran, Fransa, Hindistan – edebiyat kuramları arasında, realizm, sürrealizm, psikanalizim, toplumcu yaklaşım- aynı şekilde mesleki tercihlerinde de kendini göstermektedir. Elbette en büyük karasızlığının yaşam-ölüm, dünya-öte dünya arasında olduğunun altı çizilmelidir. Hidayet’in bir dönem kadim İran medeniyetine, bu sebeple Pehlevi diline yöneldiği, Sasani dönemi edebiyatına ilgi gösterdiği bilinmektedir. Bu da onun İran’ın milli ve milliyetçi temellerini önemsediği, bu sebeple hikâyelerinde Arapları çok aşağılayan bir dil ya da söylem kullandığı Sosyoloji Çalışmaları 205 görülmektedir. Özellikle “Üç Damla Kan” kitabında geçen hikâyelerden biri olan “Af Dileme/Tövbe” hikâyesinde “baldırı çıplak Arap” tiplemesi, ya da aynı hikâyede çocuğuna süt veren bir Arap annenin tasviri bu argümanları haklı çıkarmaktadır. İsfahan Nısfi Cihan ve Pervin Duhter-i Sasan gibi metinlerde de Sadık Hidayet’in milli (İrani) duygu ve düşünceleri belirgin bir biçimde öne çıkmaktadır. İkinci dünya savaşının oluşturduğu olumsuz ortam o dönemin birçok yazarı üzerinde etkisi olduğu bilinmektedir. Aynı sebebin Hidayet üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir. Avrupa’ya sık sık gidip gelmeleri, Hristiyanlığı ve Avrupa kültürünü yakından tanımanın yanında dolaylı olarak Budizm’e, Hint ve Çin medeniyetlerine ilgi duymasında da etkili olduğu metinlerinden çıkarılabilecek bir sonuçtur. Sadık Hidayet’in bütün dünya da tanınmasına sebep olan eserleri olan Kör Baykuş, Üç Damla Kan, Diri Gömülen veya Kabirde Yaşamak olarak tercüme edilen kitaplarında en çok en çok işlenen kavram kuşkusuz ölümdür. Yaşam ile ölüm arasında gidip gelmelerinin arttığı dönemlerde, belki de mani- depresif hallerinde Hidayet’in ölüm ile boğuştuğu bu eserlerde bütün çıplaklığı ile hissedilmektedir. Bir dişi aslanın ağzında sağa sola vurulan yavru ceylan gibi Hidayet bu metinlerde kendisini ölümün pençesine bırakmaktadır. Bu bakımdan kötümserlik, bunalım Hidayet’in eserlerinin genel bir karakteristiği olarak göze çarpmaktadır. Sadık hidayet metinlerine ilgi duyanların ilk gözüne çarpan ve okuyucuyu etki altına alıp metne bağlayan şey, onun okuyucuyu şaşkına çeviren gözlemleri, tasvirleridir. Bu yeteneğinin gerisinde onun nev-i şahsına münhasır yazarlık tekniklerinin yanında, çok sayıda dili iyi düzeyde bilmesi, bahse konu dillerin konuşulduğu yerleri bizzat gidip toplumları ile birlikte yaşaması, onların kültürlerini yakından gözlemleyip öğrenmesinin de etkili olduğu düşünülmektedir. Kısaca farklı ülkeleri gezip görmesi, gözlem yeteneğini, çok sayıda dili öğrenmesi de ifade gücünü güçlendirdiği görülmektedir. Hikâyelerinde öne çıkardığı karakterlerde, genellikle doğal ihtiyaçlar, şehvet, ölüm gibi duyguları yoğun işleyerek, hikâye kahramanını çıkmaza sürüklemektedir. Kör Baykuş, kuşkusuz Sadık Hidayet’in tanınmasında en çok katkısı olan eserdir. Sürrealizm öğelerin en çok işlendiği en karmaşık metinlerinden sayılmaktadır. Ölüm, insanın bunalımı, Aşk, mevcut toplum üzerinden İslam ve Arap eleştirisi, gibi olgular felsefi bir zeminde edebi bir dille anlatılmaktadır. Bir bakıma İran toplumunun başka toplumların etkisinde kalarak kendi özünü yitirdiği tezi işlenmektedir. Aşırı bir yorum olarak “yalnızlık ve yabancılaşma” gibi Marksist sosyologlarca çokça tartışılan kavramların da bu zeminde işlendiği söylenebilir. 206 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Sadık Hidayet üzerinde Budizm’in etkisinin hissedildiği metinlerin başında Vejetaryenliğin Yararları gelmektedir. Bu etkide onun Hindistan seferi sırasında karşılaştığı farklı dinlerin olduğu düşünülmektedir. Bu sefer sonucunda Hidayet’in et yemeyi bırakıp vejetaryenliğe geçtiği görülmektedir. Yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki uyum veya sahiciliği burada da kendisini ele vermektedir. (Hidayet, Vejetaryenliğin Yararları, 2016) Freud’dan, Kafka’dan, Budist felsefeden, Zerdüştlükten de yararlanmış, anılan konuları roman ve öykülerinde akıcı ama bir o kadar da çarpıcı bir dille işlemiştir. Romanı ve hikâyelerinin konularını yoksul halk kesimlerinden alan, gerçekleri sosyal devrimci bir yaklaşımla ve korku yüklü fantstik bir hava içinde değerlendiren Hidayet, bir yandan da yalnız adamın varlık nedenlerini araştırır Behçet Necatigil, Kör Baykuş kitabının çevirisinde yazdığı önsözde Hidayet için şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Hidayet benim için, devletlerin, rejimlerin sınırları içinde edebiyatın bağımsız ve yıkılmaz cumhuriyetler olduğunu bir kez daha hatırlatmış, mutsuzluğunda ölümsüz mutluluğa erişmiş sayılı yazarlardan biri oldu” Sadık Hidayet Eserlerinin Genel Özellikleri Sadık Hidayet’in eserleri konu ve edebi kuramların tezlerine yakınlaşması bakımından farklı biçimlerde değerlendirilebilir. Bu yaklaşımların başında “gerçekçi hikâyeler” diyebileceğimiz doğrudan toplumda gözlemlenen olaylardan seçilerek oluşturulan hikâyeler gelmektedir. Buna örnek: Abacı Hanım, Lale, Af dileme/Tövbe, Girdap gibi hikâyeler gelmektedir. Genelde mevcut toplumun gerçek yaşantısında göze çarpan geleneksel, dini, ahlaki ve kültürel aleladeliği yansıtan metinler bu çerçevede değerlendirilmektedir. İkinci olarak ironi diyebileceğimiz, eleştiri dozu yüksek olan hikâyeleri bulunmaktadır. Hâkim edebiyat ve siyasi çevrelere yönelik sert ve kırıcı eleştirilerle işlenen bu eserleler, gerçekçe hikâyelere nazaran daha yazarın nazari fikirlerini ve şahsi görüşleri daha belirgin göze çarpmaktadır. Hacı Ağa, Hayat suyu, Vatan Sever gibi hikâyeler bu başlıkta değerlendirilebilir. Üçüncü olarak insanın derin psikolojik durumunu konu alan metinleri söylenebilir. Genelde Sadık Hidayet’in başarısının kanıtlandığı metinler bu bölümde değerlendirilebilir. Üç Damla Kan, Kör Baykuş, Diri Gömülen gibi eserleri bu bağlamda düşünülmektedir. Son olarak milli, kadim İran’ı konu alan; Sasan Kızı Pervin, Moğol Gölgesi, Son Gülüş gibi hikâyeler ve Hidayet’in az sayıda yazılan bilimsel tahliller başlığında değerlendirilebilen metinleri sıralanabilir (Şerifiyan, Ş. 1389). Sosyoloji Çalışmaları 207 Sadık Hidayet’in eserlerinde göze çarpan belirgin özelliklerin başında “zıtlık” veya çelişki gelmektedir. Türkçe ’de arâfta kalma kavramı ile ifade edilebilen bu özellik Hidayet’in bütün hikâyelerinde kendini belli etmektedir. Doğu-batı, hayat-ölüm, yaşlı-genç arasında gidip gelmeler birçok eserde hikâye karakterlerinin içine düştüğü çıkmaz/girdap olarak görülmektedir. Bu durum bir bakıma “kötümserlik” olarak Sadık Hidayet’in kendi hayatını, yaşam öyküsünün de genel bunalımlı havasını yansıtmakta elverişli bir yöntem olarak görülmektedir. Bu yüzden eserlerinin çoğunda karakterler toplumda hastalıklı, sakat ve sorunlu kişilerden, tiplemelerden oluşmakta ve bunalım, karamsarlığın dozuna bağlı olarak intihara sürüklenmektedir. Çağdaş İran edebiyatında kurucu olarak nitelenen Hidayet’in eserlerinde, felsefi bir derinlik, duruş ve bakış açısı göze çarpmaktadır. Aynı zamanda kötümserlikle temellenen bu bakış açısı, ironi ve toplumsal eleştiriyle desteklenmektedir. Birincil özne olarak kendi üzerinden meseleleri açıklamaktadır. Özellikle Kör Baykuş kitabında hikâyenin temel karakteri birinci tekil şahıs olarak Sadık Hidayet kendisini merkeze almaktadır. Dahası hikâyede geçen başka şahıslar bile hikâyenin temel karakteri olan birinci tekil şahsa rücu etmektedir. Sanki diğer kişi ve şahıslar da temel karakterin farklı hallerini tasvir ediyorlar gibi kurgulanmış görünmektedir. Hidayet eserlerinin önemli özelliklerinden biri de hem psikolojik hem de sosyolojik gözlemlerle aynı anda eserin zenginleştirilmesi ve her iki bilim alanı ile ilgili derin gözlem ve tahlillerin sıkça yapılıyor olması olarak düşünülebilir. Psikolojik ve sosyolojik sorunlar metinde aynı anda güçlü bir şekilde işlenebilmektedir. Bu bakımdan Hidayet’in hikâyeleri içerik ve biçim bakımından Kafka, Thomas Man, E. Hemingway, H. Müller, A. Camus, M. Proust ile benzerlik göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın oluşturduğu karamsarlık havası dönemin birçok yazarında olduğu gibi Hidayet’in eserlerinde de büyük bir belirsizlik ve kötümserlik olarak yansımaktadır. Hidayet bir bakıma kendi özelinde dönemin gençlerinin içine düştüğü bunalımı eserlerinde dile getirdiği söylenebilir. Bu bakımdan toplumda zaten mevcut olan sorunları yansıttığı için Realist bir yazar olarak nitelenebilmektedir (Erdebili, 1993, s. 64). Hidayet bir aktivist olarak nitelenemese de toplumsal sınıf olarak ailesi seçkin olmasına rağmen, o hep orta sınıf halka veya fakir toplum kesimine yakın görünmektedir. Bir bakıma eylemlerde görünmese de yazar olarak bir “partizan” gibi tarafını belli etmektedir. Çoğu eserinde karakterlerde örtük de olsa doğrudan kendisini yazmakta, yaşatmaktadır. Elbette bu durum bütün yazarlar, sanatçılar için de az çok geçerlidir. Her eser belli düzeyde sanatçının özelliklerini taşır. Ancak Sadık Hidayet için bu durum, gerçek hayat ile eserde anlatılan karakter iç içe geçmekte, bazen karakter Sadık Hidayet’in gerçek hayatını yaşıyor gibi kurgulanmaktadır. 208 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Birey içinde bulunduğu toplumda biçim alır. Toplumun maddi ve manevi unsurları her bireye belli düzeyde biçim verir. Sadık Hidayet de içinde bulunduğu insanlarla birlikte oluşmuş bir kişiliktir yargısı onun özgünlüğünü gölgelemez. Eserlerinin büyük bir bölümünde toplumsal sorunları gözlemlemekte ve bu sorunları yansıtmaktadır. Öte yandan kendi ruh halinden kaynaklanan endişe, korku ve ölüm gibi konular da bu toplumsal yansımalara eşlik etmektedir. Hidayet kendinden önceki yazarlardan farklı olarak hastalıklı toplumun hasta bireylerini sorunlaştırarak kendi meramını dile getirmektedir. Mevcut toplumda insanların “Aşk”ı deri ve hayvani ihtiyaçla sınırlı görmelerine tahammül edemediğini, çoğunlukta görülen bu irtifa kaybının onu, ümitsizliğe, karamsarlığa ve sonu gelmez bir endişeye sürüklediği metinlerinden anlaşılmaktadır. Üremesi aşka bağlanan insanoğlundan habersiz toplumun çoğunluğu yarasının kabuk bağlamasına engel olmaktadır. Türkiye’de modernleşme hareketlerinde, cumhuriyet ile birlikte görülen ya batı veya İslam öncesi döneme dair vurgular; olduğu gibi İran’da da benzer bir biçimde görülmektedir. Birçok İranlı yazar Meşrutiyet döneminden sonra ya batılı edebi akımlara yönelmiş ya da kadim İran, İslam öncesi İran medeniyetine yönelmiştir. Sadık Hidayet’in bazı metinlerinde de bu durum çok belirgin bir biçimde görülmektedir. Sonuç olarak Sadık Hidayet’in Avrupa edebiyatında Kafka gibi yazarlardan miras olarak aldığı bunalım, hüzün, kötümserlik temaları üzerine yoğunlaşan edebi tarzı kendinden sonra gelen hikâye ve roman yazarları üzerinde önemli bir etki yapmıştır. SONUÇ Sadık Hidayet görece zengin bir ailede doğmasına rağmen toplumsal aidiyet olarak kendisini orta sınıfa ait olarak görmekte ve onların şartlarının iyileşmesi yönünde politik, sosyal bir duruş sergilemiştir. Ataları uzun yıllar boyunca İran hanlarına yakın, yönetimde görev almalarına karşın Hidayet okulu bitirip iş hayatına atıldığında birkaç farklı memuriyette işe başlamasına rağmen uzun süre çalışmaya tahammül gösterememiş. Sonra da istifa etmek zorunda kalmıştır. Bu işler arasında, İran Milli/merkez Bankası, Musiki Cemiyetinde Yönetici ve Dış İşler Bakanlığına bağlı ajanslar da vardır. Farklı ülkelere yaptığı seyahatler, gittiği ülkelerin kültürlerini başta dil olmak üzere edinmesi, o ülkelerde toplum içinde yaşayarak gözlemlerde bulunması edebiyatında ciddi tesirler oluşturduğu düşünülmektedir. Başta Avrupa, Hindistan, Gürcistan, Tacikistan seyahatleri hikâyelerinde Sosyoloji Çalışmaları 209 karakter ve konu seçiminden, hikâyelerin geçtiği mekâna kadar etkilendiği görülmektedir. Farklı kültür ve dillere olan ilgisi, onu sürekli dışarı ile irtibatlı olmasını sağlamıştır. Zamanla bu durum Sadık Hidayet’te zaten mevcut olan çatışmalara kültür çatışmasını da eklediği söylenebilir. Avrupa kültürünün etkisinde kalma sebebiyle İran Toplumunun nispeten üst tabakasına karşı eleştirel tutumunu hep korumuştur. Buna karşılık öte taraftaki halkın aleladeliği, sıradanlığı Hidayet’in ümitsizliğini, karamsarlığını, bunalımlarını arttırdığı da söylenebilir. İçinde bulunduğu gerilimli ruh hali Hidayet’in eserlerine felsefi bir kötümserlik şeklinde yansımaktadır. Öbür taraftan toplumun aleladeliğini, birbirlerini aldatmalarını ve bilhassa yanlış din algısını da iğneleyici eleştirel bir dil ile sorgulamaktadır. Zamanla mevcut toplumun sıradanlığından kaçarak kadim İran’ın zengin kültürüne sığındığı da eserlerinde göze çarpmaktadır. Sadık Hidayet’in eserleri genel özellikleri bakımından realist bir tarzı temsil etse de farklı edebi akımların yansımalarını da görmek mümkündür. Realizmin yanında sürrealizm, romantizm hatta Rus Formalistlerin sanatı bir tür toplumsal sorunları yansıtma görevi yüklemeleri gibi özellikler Hidayet’in metinlerinde görmek mümkündür. Hikâye kahramanları Hidayet’in gerçek yaşantısını dışa vurur gibi, toplumun gerçek hayatından seçilmektedir. Seçilen bu karakterler o kadar gerçeğe yakındır ki, okuyucuda bir tür deja vu duygusu yaşatmaktadır. Diğer taraftan toplumsal sorunların ağır baskısında kalan karakterler, genelde çıkmaza girmekte, intiharla burun buruna gelmekte veya en hafif biçimde ortadan kaybolmaktadır. Başka seçenek, çıkış yolu bulamayan karakterler için tek çıkış yolu olarak intihar kalmaktadır. Bu bunalım ve çıkmazların dönemin yazarlarının çoğunda ortaya çıkması, birinci ve ikinci dünya savaşlarının çevre ülkelerin toplumsal yaşamlarında oluşturduğu karamsarlıktan ayrı düşünülemez. Savaşların ortasında patlak veren makroekonomik krizler de insanların günlük yaşamlarındaki baskı, sıkıntı ve tahribatları daha da pekiştirmiştir. Sonuçta Sadık Hidayet gerek içinde bulunduğu şartların zorlaması ve gerekse kendi el yordamı ile veya hayatını vererek bulduğu yazı türü ile kendinden sonra gelen İranlı hikâye yazarları üzerinde ciddi etkisi bulunmaktadır. Bu etki elbette sadece yazarlarla sınırlı olmamış; hem İran içinde hem de bilhassa diasporadaki İran topluluklar üzerinde etkisinin söz konusu olduğu görülmektedir. Kitaplarının birçok dünya diline çevrilip en çok okunanlar listesinde yer alması bu etkinin boyutunu ortaya sermektedir. 210 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Sadık Hidayet, bir prizma gibi farklı açılardan değerlendirme konusu yapılabilen çok renkli bir yazar ve düşünür olarak görünmektedir. Bu sebeple araştırmacılar tarafından, Realist, natüralist, sürrealist ve bazen romantik bir yazar olarak nitelenebilmektedir. KAYNAKÇA Düzdağ, M. E. (2016). Mehmet Akif Ersoy Safahat (4. Baskı b.). İstanbul: İz Yayıncılık. Erdebili, M. E.-R. (1993). Sâdık Hidâyet der Âyine-i Âsâre. Tahran: Eyman. Hidayet, S. (2014). Kör Baykuş. (M. Kanar, Çev.) İstanbul: Say Yayınları. Hidayet, S. (2016). Diri Gömülen (6. Baskı b.). (M. Kanar, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Hidayet, S. (2016). Vejetaryenliğin Yararları (5. Baskı b.). (M. Kanar, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Hidayet, S. (2017). Hacı Ağa (5. Baskı b.). (M. Kanar, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Moran, B. (1994). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (Genişletilmiş 8. Baskı b.). İstanbul: Cem Yayınevi. Özel, İ. (2011). Erbain (23. Baskı b.). İstanbul: Şule Yayınları. Şerifiyan, M. (Ş. 1389). Sadık Hidayte Hikayelerinin Ekol İncelemesi. Beşeri Ve Toplumsal Bilimler Dergisi / Bustan Adab Dergisi, 2(2), 59/1. Sosyoloji Çalışmaları 211 “7’SİNDE NEYSE 70’İNDE DE O!” KADININ MAKUS TALİHİNE BİR ÖRNEK: YAŞLI KADINLARIN TOPLUMSAL SORUNLARI “THE CHILD IS FATHER OF THE MAN!” A SAMPLE TO WOMEN’S ILL FATE SOCIAL PROBLEMS OF THE OLD WOMEN Işıl KALAYCI1, Metin ÖZKUL2 ÖZET Yaşlı kadınların sosyal sorunlarını tanımlamak, sosyal politikalar oluşturmak açısından önemlidir. Bu nedenle çalışmada yaşlı kadınların sosyal sorunlarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Araştırma, tanımlayıcı ve kesitsel türde planlanmıştır. Isparta’da yaşayan 65 yaş üzeri kadınlara odaklanmaktadır. Örneklem %99 güven aralığında basit tesadüfî örnekleme tekniğiyle belirlenmiştir. Bu çalışmaya işitsel ve sözel yeteneklere sahip ve soruları cevaplayabilecek durumda olan, 428 gönüllü dâhil edilmiştir. Soru formu ilgili literatür taranarak oluşturulmuş ve daha sonra veri toplamak için kullanılmıştır. Veriler istatistiksel analiz programı kullanılarak değerlendirilmiş; frekans ve chi-kare testi uygulanmıştır. Elde edilen sonuçlara göre,%50,7’si evli,% 28,3’ü okur yazar değildir. Yaşlı kadınların% 74’ü yalnız yaşamakta, %38,1’i gelirinin yetersiz olduğunu düşünmektedir. Yaşlı kadınların toplumsal sorunları yaşlanmaya bağlı olarak arttığı görülmektedir. Yaşlı kadınların sosyal sorunları hakkındaki farkındalığını artırmak gerekmektedir. Yaşlı kadın yaşlanmaya ilişkin eğitim süreçlerine katılmalıdır. Toplumsal sorunların tespiti ve önlenmesi ile ulusal politikaların oluşturulmasına yönelik araştırmalara da ihtiyaç duyulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Yaşlanma, Yaşlılık, Sosyal Problemler ABSTRACT Defining social problems of old women is significant to create social policies. So determining social problems of elderly women is aimed in this study.The study is a descriptive and cross-sectional design. It focuses on the female population in Isparta who are 65 years or older. In determining this selection, the sample was determined at 99% confidence level by simple random sampling technique. The study included 428 volunteers who had sound aural and verbal faculties and were 1 Dr. Öğr. Üyesi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü, isilkalayci@sdu.edu.tr 2 Prof. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, metinozkul@sdu.edu.tr 212 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI suitable enough to answer the survey questions. A questionnaire was created based on the relevant literature and was subsequently used to collect data. The data was evaluated using a statistical analysis program; and the Frequencies and the Chi-Square Tests were applied. The results showed that 50,7% were married, 28,3% were illiterate. %74 of old women live alone, 38,1% of them think their income inadequate. It is noticed that social problems of old women increases by aging duration. It is necessary to improve the elderly woman’s awareness of social problems. The elderly woman must participate in educational processes on aging. Research to detect and prevent social problems and creation of national policies are also needed. Keywords: Aging, Elderly, Social Problems GİRİŞ Günümüz toplumlarında nüfusun yaşlanması ve yaşlı bireylerin toplam nüfus içindeki sayısının ve oranının artması, yaşlılığın, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmasına da neden olmaktadır (Varışlı, 2017: 29). Ülkemizde son yıllarda yaşlı nüfusun arttığı görülmektedir. TÜİK’in sunduğu verilere göre, yaşam süresi, 2016 yılında 78 yıldır. 65 yaş ve üzerinde olanların yaşam süresi ise, 17,8 yıla yükselmiştir. Bu süreler kadınlar için 19,4, erkekler için 16,1 olarak tahmin edilmektedir. 65 yaş ve üzerinde bulunan kadınların erkeklere göre yaklaşık 5,4 yıl daha fazla yaşaması beklenmektedir. Yaşam süresinin daha da uzayacağı öngörülmekte olup; geçmişte de olduğu gibi kadınların yaşam süresinin erkeklere göre daha uzun olacağı tahmin edilmektedir (TÜİK, 2017a; TUİK, 2018). Son yüzyılda yaşam süresinin uzaması, toplumsal gelişmenin en önemli sonuçlarından birini oluşturmasına karşın (Tufan, 2012: 3) yaşlı nüfusun artışıyla birlikte demografik koşullarda ortaya çıkan değişim, yaşlı bireylerin yaşadığı sorunların artmasına neden olmaktadır (Tuna & Tenlik 2017: 22). Zaten dezavantajlı konumda bulunan yaşlı kadın sayısının artması ise toplumsal, ekonomik ve politik sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Özkul, Kalaycı & Aslan 2017: 372). Ülkemizde de kadına yönelik sorunlar TÜİK verileri dikkate alındığında; eğitim, istihdam, gelir düzeyi gibi alanlarda öne çıkmaktadır. Örneğin 2016 yılında, 25 yaş ve üzerinde bulunan ve okuma yazma bilmeyenlerin oranı erkeklerde %1,6, kadınlarda %8,5’dir. Kadınların %14,2’si ve erkeklerin %18,8’üniversite mezunudur (TÜİK, 2018). Bu verilere göre, kadın nüfusun eğitim fırsatından yararlanma oranının erkeklere göre oldukça düşüktür. Türkiye’de 2016 yılında, istihdama katılanların oranı erkeklerde %65,1, kadınlarda ise %28’dir. Erkeklerin %72’si ve kadınların %32,5’i iş gücüne katılmaktadır. Bu oranlar istihdam edilme ve iş gücüne katılmada kadınların dezavantajlı konumda olduğunu göstermektedir (TÜİK, 2018). Kadınların istihdam edilmesi konusunda hukuksal açıdan cinsiyete Sosyoloji Çalışmaları 213 dayalı ayrımcılık söz konusu olmamasına rağmen sosyal ve kültürel yapı içerisinde belirli işler ve meslekler kadınlara uygun görülmemesi, kadınlara görev dağılımında adil davranılmaması, kayıt dışı sektörde düşük ücret verilmesi gibi çeşitli ayrımcılık örnekleriyle karşılaşabilmektedir. Bu nedenle kadınlar öncelikli olarak kadın meslekleri olarak nitelendirilen alanlarda yoğunlaşması, statüsü düşük ve ücreti az olan işlerde çalışmaya yönelmesinin sonucunda kısa süreli ve geçici çalışmakta, sosyal güvenceden yoksun kalmakta ve yoksulluk yaşayabilmektedir (Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı “ASPB”, 2011; Özkul vd., 2017: 372). Beşeri ve sosyal sermaye özellikleri açısından görece daha yoksun kalmış kadınlar için bu durum, yaşlılık günlerinin, potansiyel olarak daha sorunlu geçeceğinin bir işareti olarak kabul edilebilir. Çocukların ayrı şehirlerde ya da mekânlarda yaşaması, kurumsal desteğin yetersizliği, eşin ölümüyle oluşan yalnızlıkla birlikte kadınların daha çok mağduriyeti söz konusu olabilmektedir (Özkul vd., 2017: 372; Kalaycı & Özkul 2017: 92). Yaşlı kadınlarla ilgili ortaya çıkan sorunların çözümü ve gerekli politikaların oluşturulması için özellikle yaşlı kadınların sosyal sorunlarının belirlenmesi önem taşımaktadır. Bu doğrultuda, çalışmamızda yaşlı kadınlarının sosyal sorunlarının belirlenmesi amaçlanmaktadır. YÖNTEM Araştırma, tanımlayıcı ve kesitsel türde planlanmıştır. Isparta il merkezi ve mücavir alan içinde bulunan köylerde yaşayan 65 yaş üzeri kadınlar evreni oluşturmaktadır.31Araştırmaya, işitsel ve sözel yeteneklere sahip ve soruları cevaplayabilecek durumda olan, gönüllü 65 yaş ve üzeri 428 yaşlı kadın dâhil edilmiştir. Örneklem basit tesadüfî örnekleme tekniğiyle, hesaplanmıştır (%99 güven aralığı). Katılımcılara parklar, camiler, marketler gibi mekânlarda ulaşılmıştır. Veriler yüz-yüze görüşmeler yoluyla toplanmıştır. Verilerin toplanmasında, araştırmacılar tarafından ilgili literatür taranarak soru formu oluşturulmuştur. Soru formu, 2 bölümden oluşmaktadır. Soru formunun ilk bölümü, yaşlı kadınların demografik özelliklerini içermektedir. İkinci bölümü, kadınların sosyal sorunlarını saptamaya yönelik; eş ve çocukları ile olan ilişkilerini, otorite, üretkenlik ve rol performanslarını, sosyal aktivitelere katılımlarını ve serbest zaman etkinliklerini değerlendiren sorulardan oluşmaktadır. Araştırmada elde edilen veriler bilgisayar ortamında, istatistik programlarında değerlendirilmiştir. Veriler sayı, yüzde, ortalama, standart sapma, chi kare gibi istatistiksel yöntemlerle analiz edilmiştir. Bulgular %99 güven aralığında yorumlanmıştır. 3 Bu çalışma, “Kalaycı, I. (2015). Yaşlılık Statüsü, Rolleri Açısından Yaşlıların Toplumsal Beklentileri Ve Sorunları (Isparta Örneği) (Yayınlanmış Doktora Tezi).Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta” bir bölümüdür. 214 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI BULGULAR Demografik Özellikler Yaşlı kadınların yaş ortalaması 72,60+6,48’dir. En büyük yaş kategorisi 65-69 yaş aralığıdır (49,1%). Kadınların %52,6’sı kırsal alan doğumludur ve %72,9’u kentsel alanda ikamet etmektedir. Kadınların %28,3’ü okuryazar değildir ve %36,2’si ilkokul mezunudur. %50,7’si evli, %45,1’i dul ve %4,2’si bekârdır. Bireylerin yaşı ilerledikçe dul kalanların oranı da artmaktadır. Yaşlı kadınların %37,1’i emeklidir. Kadınların %54,7’si gelirini yetersiz olarak nitelendirmektedir. Kadınların %27,1’i yalnız, %50,7’si eşiyle ve %22,2’si çocuklarından en az biriyle aynı hane içerisinde yaşamaktadır. %85,8’i mülkiyeti kendilerini ait olan konutta, %7,5’i huzurevinde yaşamaktadır. Huzurevinde yaşayan kadınların %40,6’sı kuruma çocukları, komşuları, torunları ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’nün çalışmaları sonucunda yerleşmiştir. Kadınların %81,3’ü huzurevinde yaşamak istemediğini belirtmiştir. Yaşlı kadınlar, yaşlıların huzur evinde kalma nedenlerini “ailelerin yaşlıları yük olarak görmesi” (%44,8), “kurumun daha rahat olması” (%20,1), “yaşlıların isteği” (%18,7) ve “ekonomik sebepler” (%10,4) olarak ifade etmişlerdir. Yaşlı Kadınların Sosyal İlişkileri Kadınların %22,5’i eş ile olan ilişkilerinden memnun değildir. Eşlerinden şikâyetçi oldukları konuların arasında sinirli olması (%25,1), “tahammülünün az olması” (%9,1), “titiz olması” (%6,1) ve “hasta olması” (%4,9) bulunmaktadır. Katılımcıların %49,2’si çocuklarından en az biriyle günde 1-2 kez görüşmektedir ve %22,2’si çocuklarıyla olan ilişkilerinden memnun değildir. Çocuklarından şikâyetçi oldukları konuların başında kendilerine ilgi göstermemeleri (%19,2), başlarına buyruk olmaları (%11,2) ve kendilerine manevi destek olmamaları (%9,7) bulunmaktadır. Çocuklarıyla ilişkisinden memnun olan kadınların yaklaşık %65’i çocuklarından ilgi gördüğünü düşünmektedir (p<0,05). Çocuklarından ilgi görmediğini düşünen kadınlar, ilgisizliğin nedenlerini hayat şartlarının zor olması (%49,3), çocukların farklı şehirde yaşaması (%18,8) ve kişisel özelliklerinin farklı olması (%19,4) ve zamanında çocuğuna yeterli sevgi saygı göstermesiyle (%6,3) ilgili olduğunu düşünmektedir. Çocuklarının sözünü dinlemediğini düşünenlerin oranı %81,2’dir. Yaşlı kadınlar, aile üyelerinin tarafından önemsendiğini (%80,1), çocukları tarafından yük (%10,2) ve para kaynağı olarak görüldüğünü (%9,7) ifade etmiştir. Kadınların %45,6’sı kendisini başarılı, %30,5’i başarısız ve %23,8’ise bazen başarılı bir ebeveyn olduğunu düşünmektedir. Sosyoloji Çalışmaları 215 Üretkenliklerinde ve Rol Performanslarında Yaşanan Sorunlar Yaşlı kadınlar, aile içinde yapması gereken görevler arasında evin geçimine katkı sağlama (%69,8), torunlarına bakma ve eğitim faaliyetlerine katılma (%69,6), aile içi uyum ve huzuru sağlama (%89,3), aile içi otorite ve disiplini sağlama (%83,6), ailenin güvenliğini sağlama (%79,6), alış veriş yapma (%59,5) ve evin işlerine yardımcı olma (%70,6) gibi konularda sorumlulukları olduğunu düşünmektedir. Kadınların büyük kısmı bu sorumlulukları yapmaktan mutluluk duyduklarını ifade etmiştir (%86,4). Katılımcıların %28,3’ü ailenin karar aşamasına katılamadığını ve bu durumdan büyük üzüntü duyduklarını belirtmişlerdir. Yaşlı kadınlar, aile üyelerinin kendilerinin fiziksel ihtiyaçlarını karşılamalarını (%38,2), ev işlerine yardımcı olmalarını (%32,1), sosyal hayatına müdahale etmemelerini (%20,7) ve aile bütçesine katkı yapmalarını (%12,6) istediklerini ifade etmişlerdir. Sosyal Aktivitelere Katılma Kadınların, aile üyeleri ile bazı etkinliklere katıldıkları ve bu etkinliklerin başında akraba ziyareti (%90,5) olduğunu saptanmıştır. Yaşlılar, aile üyelerinin kendilerini restoran (%14,2), eğlence yerleri (%13,1) ve sinematiyatro (%11,6) gibi sosyal mekânlara götürmediklerini de eklemişleridir. Yaşlı kadınlara nedenleri sorulduğunda, kendilerinin sosyal mekânlara gitmek istemediği (%41), yaşlı oldukları için uygun görülmediğini düşünmeleri (%28,5), yürümede zorlanmaları (%4,9) ve aile üyelerinin kendilerinden utanmaları (%6,6) gibi çeşitli yanıtlar vermişlerdir. Serbest Zaman Etkinlikleri Kadınların %63,3’nün hobisi bulunmaktadır. Hobilerin arasında örgü örmek (%33,9), ibadet etmek (%18,8) ve bahçe işleriyle uğraşmak (%16,9) bulunmaktadır. Katılımcıların %88,5’nin vakıf-dernek üyelikleri bulunmamaktadır. TARTIŞMA Ülkemizde, ortalama hane büyüklükleri yıl bazında azalma eğilimi göstermektedir. Tek kişilik hane halklarının oranı %13,9’dan (2014 yılı) %14,9’a (2016 yılı) yükselmektedir. 2016 yılında toplam hane halklarının %6,5’ini ise anne ve çocuklardan oluşan hane halkları oluşturmaktadır (TÜİK, 2017c). Hane halklarının küçülmesi nedenleri arasında eşin ölmesi veya eşten ayrılma bulunmaktadır. 2016 yılı TÜİK verilerine göre, 15-64 yaş grubu içinde bulunan kadınlar arasında dul kalma oranı %29,9’dur. Yaşlı kadınlar arasında dul kalma oranı ise erkeklere kıyasla yüksektir. TÜİK verilerine göre, dul kalan (eşi ölmüş) yaşlı erkeklerin oranı %12,9, 216 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI yaşlı kadınların oranı ise %50,5’dir (TÜİK, 2016). Ülkemizde, cinsiyetler arasında ortaya çıkan bu oran farklılığının nedenleri arasında doğumda beklenen yaşam süresinin kadınlarda yüksek olması (genel olarak 65 yaşındaki kadınlar, erkeklerden ortalama 5,4 yıl daha fazla yaşamaktadır) ve erkeklerin yeniden evlenmesi bulunmaktadır (TÜİK, 2016). Eşin ölümü ya da boşanma haliyle ortaya çıkan yalnızlık, yaşlıların çeşitli mağduriyetleri ve mutsuzluğu yaşamasının en başta gelen nedenleri arasındadır. Çünkü dul kalan yaşlılar, en önemli maddi ve manevi desteklerini yitirmektedir. Dul yaşlı kadınlar, eşlerinin yokluğuna atıfta bulunarak yalnızlık hissettiklerini ifade edebilmektedir. Singh ve Kiran’ın (2013: 12) araştırmasında, dul yaşlı kadınların evli yaşlı kadınlara göre yalnızlık hissettikleri için yaşam kalitesinin düşük olduğu bildirilmektedir. Bu araştırmada yaşlı kadınların %45,1’i duldur ve dul olan yaşlı kadınlar arasında kendini yalnız hissetme oranı yüksektir (%75,2, p<0,05). Yalnızlık, bireyin etkileşimleriyle ilişkili olup toplumsal soyutlanmanın bir şekli olarak karşımıza çıkmaktadır (Steptoe vd., 2013: 5797). Bazı insanlar yalnızlığı geçmiş deneyimlerinden ve yaşadıkları stres gibi olumsuz duygularından dolayı tercih etmek durumunda kalabilmektedir. Yalnızlığın bireyler üzerinde fizyolojik (kan basıncının yükselmesi gibi) ve psikolojik (kendini boşlukta ve sevilmediğini hissetme, ihmal edildiğini ve terk edildiğini düşünme gibi) çeşitli olumsuz etkileri mevcuttur. Yalnız hissetme diğer bireylerle eğlenememek, depresyona girmekten ziyade bireyin toplumsal ilişkilerinde ki uyuşmazlıklar tarafından oluşturulan ve bireyi incitebilen bir durumdur (Singh & Kiran 2013: 10). Yaşlılar arasında sık görülen yalnızlık, eğitim ve gelir seviyesinde ki düşüklüklerle, medeni durumundaki değişmelerle, fiziksel ve ruhsal sorunlarla oldukça yakın ilişki içerisinde bulunmaktadır (Steptoe vd., 2013: 5797-5799; Singh & Kiran 2013: 12). Yalnızlık, hem yaşlıların yaşam kalitesini olumsuz etkilemekte hem de sağlık hizmetlerinde kendilerine yardımcı olabilecek nitelikte ki kişilerin bulunmamasına bağlı ölüm riskini de artırabilmektedir (Steptoe vd., 2013: 5797-5799). Çalışmamızda yaşlı kadınların %27,1’i “sıkça”, %26,9’nu “bazen” yalnızlık duygusu hissettiğini belirtmektedir. Özellikle evinde yalnız yaşayan yaşlı kadınlar arasında yalnız hissetme düzeyi yüksektir (%78,5, p<0,05). Üretken ve kaliteli yaşamın ön koşullarından biri olan eğitim faaliyetleri, bireylere bilgi, davranış ve tutum kazandırarak toplumsal ve bireysel değişimin hem aracı hem de bireyi mesleki faaliyetlere yönlendirerek cinsiyetler arasındaki dengesizlikleri azaltabilecek bir unsurdur. (Fägerlind & Saha 2016: 52; Yaşar, 2016: 209). Türkiye’de 25 yaş ve üzeri kadın nüfusun %8,5’i okuma ve yazma bilmeyenlerden oluşturmaktadır (TÜİK, 2018). Kadınların %78,4’ü 50 ve üzeri yaş grubundadır ve okuma yazma bilmemektedir (ASPB, 2017). Literatürde, 65 yaş üstü kadınların büyük Sosyoloji Çalışmaları 217 çoğunluğunun eğitimsiz, okur yazar olmadığı ve/veya ilkokul terk olduğu görülmektedir (Demir vd., 2017: 82; Aydın, 2017: 1643; Kalınkara & Kalaycı 2017: 27). Eldeki araştırmada okuma yazma bilmeyen kadın oranı %28,3’dür. Okuryazar olmayan kadınların %53,9’u, diplomasız okuryazar olan kadınların %42,9’u ve ilkokul mezunu kadınların %34,9’u gelir düzeyini yaşamlarını sürdürmek için yetersiz olduğunu ifade etmişlerdir (p<0,05). Kadınların eğitim imkânlarından eşit bir şekilde yararlanamamaları ve eğitim seviyesinin düşük olması, kadın işgücünün ekonomik faaliyetler içerisinde yer almasını engelleyen unsurlardan birisidir (Dücan & Polat 2017: 156). Bireylerin eğitim seviyesinde ki düşüklük yoksulluğu tetiklemekte ve yoksulluk ise bireylerin güvencesiz işlerde çalışmasına neden olabilmektedir (Özcan, 2016: 295; Öztürk & Çetin 2009: 2671). Bu araştırmada, eğitim seviyesi düşük olan yaşlı kadınların yaklaşık olarak %80’ninin emekli olmamış olması ya ekonomik faaliyetlerde yer almadığı ya da güvencesiz işlerde çalıştıklarını göstermektedir (p<0,05). Yoksulluk, bireylerin temel gereksinimlerini karşılayamaması ve yaşayabilecekleri en az yaşam standartlarını sağlayamamasıdır. Yoksulluk, eğitimsizlik, yalnızlık, işsizlik, eşitsizlik ve sosyal dışlanma gibi olgularla bir bütündür (Öztürk & Çetin 2009: 2661). Ülkemizde yoksulluk oranı %14,3’dür. Tek kişilik hane halkının yoksulluk oranı %8,9’dur. Özellikle yoksulluğun eğitim düzeyiyle ilişkisi değerlendirildiğinde, okuryazar olmayanlarda yoksulluk oranı diğer eğitim düzeylerine göre yüksektir (%26,2) (TÜİK, 2017b). Yoksulluk olgusundan etkilenen en önemli gruplardan biri de kadınlardır. Ülkemizde kadınların yoksulluğu konusunda istatiksel verilere ulaşmak zordur. Ancak kadınların erkeklere göre, eğitim düzeyinin düşük olması, ekonomik olarak başkasına bağımlı olması, istihdama katılımının az olması, yarı zamanlı ve güvencesiz işlerde çalışma, gelir düzeyinin düşük olması gibi nedenler yüzünden yaşamlarını yoksulluk koşulları altında sürdürmektedirler (Öztürk & Çetin 2009: 2670; Nygård, 2017: 682; TÜİK, 2017a). TÜİK verilerine göre, 2016 yılında kadınların %28’i istihdam edilmektedir (TÜİK, 2018). Yapılan bir araştırmada ise, çalışma yaşamında bulunan kadınların %66’sının sosyal güvencesine tabi olmadan çalıştığı ve bunların %58,1’inin tarım kesiminde ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı belirlenmiştir (Çakır, 2008: 29). Doğal olarak, yaşlı kadınların da yaşadığı önemli sosyal sorunlarından birisi de yoksulluktur. Sosyal güvencesi ve ücretli işi olmayan yaşlı kadınlar, yoksullukla karşı karşıya kalmaktadır. Çalışmamızda ise yaşlı kadınların %47,5’nin aile işçiliği dışında bir mesleği bulunmamakta ve %62,9’nun sosyal güvencesi bulunmamaktadır. Aynı zamanda yaşlı kadınların yarısı ise eve giren toplam gelirini geçimi için yeterli bulmamaktadır. Araştırma verilerimize göre, yaşlı kadınların çoğunluğunun yoksulluk yaşadığı ve literatüre uyumlu olduğu görülmektedir (Nygård, 2017: 690; Sullivan & Meschede 2016: 61; Stolz vd., 2017: 1006). 218 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Yaşlı bireyler, fonksiyonel ve fiziksel yetersizlikleri nedeniyle ailelerinin yanında veya huzurevinde kalmak arasında tercih yapmak zorunda kalmaktadır. Türkiye genelinde Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğüne, bakanlıklara, belediyelere, dernek ve vakıflara, azınlıklara, özel kuruluşlara bağlı olmak üzere toplam 379 tane huzurevi bulunmaktadır (ASPB, 2014). Isparta ilinde bulunan huzurevi sayısı, Türkiye genelinde bulunan huzurevi sayısının %1,3’üne karşılık gelmektedir. Yaşlı bireylere hizmet veren kurum sayısının az olması ve geleneksel ilişkilerin hüküm sürdüğü sosyo-kültürel yapı, evde bakım hizmetlerine verilen önemin artmasına neden olmaktadır (Öztop vd., 2008: 43). Kurum bakımı, aile üyeleri tarafından verilecek desteğe sahip olmasına rağmen bakım konusunda yardıma ihtiyaç duyan veya aile üyeleri tarafından bakılmasında sorun olan bireylerin her türlü ihtiyaçlarının giderildiği, serbest zaman faaliyetlerinin yapıldığı, sosyal ilişkilerinin ve aktivitelerinin arttırıldığı önemli bir bakım türüdür (Önal Dölek, 2012: 95). Ülkemizde kurum bakımı altında yaşayan yaşlı nüfusun oranı %4’ tür. (Örnek Büken, 2009: 217). Bu araştırmada, yaşlı kadınların %7,5’i huzurevinde yaşamaktadır. Yaşlıların huzur evini tercih etmenin diğer nedenleri arasında günlük ve enstrümantal yaşam aktivitelerini yerine getirmede güçlük yaşaması, çocuğunun olmaması, aile üyeleriyle yaşanılan tartışmalar, yetişkinlerden ihmal ve istismar davranışları görme, çocukların başka yerde yaşaması bulunmaktadır. Yaşlı kadınlar huzurevinde yemek ve banyo saatinin düzenli olmasından, kurumda hemşirenin çalışmasından ve sağlıkları bozulduğunda hemen hekime muayene olabilmesinden, yalnız kalmamaktan, huzurevi yönetiminin değişik etkinliklerle onları eğlendirmesinden memnun olduklarını ifade etmişlerdir. Diğer yandan kurumda yaşamayan yaşlı kadınlara “Huzurevinde yaşamak ister misiniz?” şeklinde soru yöneltilmiştir. Kadınların %81,3’ü huzurevinde yaşamak istemediğini belirtmiştir. Bu veri yaşlı kadınların kurum bakımına karşı ön yargılarının olduğunu da göstermesi açısından önemlidir ve bu konuda yapılmış çalışmalarla benzerlik göstermektedir. Kalavar ve Duvvuru’nun (2008: 203) çalışmasında, huzurevinde kaliteli yaşam sunulmasına rağmen yaşlıların, orada yaşamayı düşünmedikleri tespit edilmiştir. TÜİK (2017d) araştırmasına göre de, yaşlıların %92,3’ü huzur evinde yaşamak istemediğini ve huzurevinde kalmayı isteyenlerin (%7,7) ise kurum bakımını tercih etme nedenleri arasında çocuklarına yük olmayı istememeleri (%48,9), huzur evlerinde ki imkânların rahat olması (%20,2) ve çocuklarının kendileriyle birlikte yaşamayı istememeleri (%11,2) bulunmaktadır. Eldeki araştırmada yaşlı kadınlar literatüre benzer şekilde, yaşlıların aileler tarafından yük olarak görülmesinden dolayı kurum bakımını tercih etmek zorunda kaldıklarını düşünmektedirler. Yaşlı kadınların verdikleri bu yanıt kurum bakımına yönelik çeşitli çalışmaların ve faaliyetlerin yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Sosyoloji Çalışmaları 219 Evlilik iki birey arasında yasal olarak yapılan sosyal, duygusal ve ekonomik bir anlaşmadır ve aile birliğinin temelini oluşturmaktadır. Sanayileşme ve endüstrileşme olgusu, evlilik birliğinin niteliğini ve eşlerin birbirinden beklentilerini de değiştirmiştir. Evlilik birliğinin eşlere sunduğu katkılar, anne baba olmak, cinsel birlikteliği sağlamak, başarılı olmak, birçok açıdan dayanışmayı sağlamak, sosyal çevrelerindeki diğer bireylerin saygınlık atfetmesini sağlamak ve ekonomik bağımsızlığı sürdürmek vb.dir (Yıldız & Çevik, 2016:228). Türkiye’de kadınların %27,1’i eşini kendi kararı ve ailesinin rızası sonucu seçmiştir ve ilk evliliklerini en sık 20-24 yaş aralığında yapmıştır (%34). Genç kadınların eşleriyle yaşadıkları anlaşmazlıklar arasında ekonomik sorunlar, ev ile ilgili sorunlar, aile üyelerinin birbiriyle yeteri kadar vakit geçirememesi ve sigara, alkol gibi madde kullanımı bulunmaktadır (TÜİK, 2017b; TUİK, 2018). Araştırmamızda da yaşlı kadınların %22,5’i eş ile olan ilişkilerinden memnun değildir. Eşlerinden şikayetçi oldukları konular arasında “sinirli olması”, “tahammülünün az olması”, “titiz olması” ve “hasta olması” bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda, yaşlıların, eşleriyle olan ilişkilerinin bozulma nedenleri arasında sevgi ve saygının azalması, konuşmamak, ekonomik yetersizlik, sağlık sorunları, çocuklarına ilişkin konular, sigara, alkol gibi alışkanlıklarının bulunduğu saptanmıştır (ASPB, 2011:165166; Aközer vd., 2011: 117). Bu veriler, hem genç hem de yaşlı kadınların eşleriyle yaşadıkları sorunların benzer olduğunu göstermektedir. Aile ortamı içerisinde çocuklar, sosyalleşmeyi ve topluma uygun tutum ve davranışları sergilemeyi öğrenmekte, kültürel değerleri içselleştirmekte, bağımsızlıklarını kazanmakta ve benlik saygısını geliştirmektedir (Ertürk, 2017: 37; Wu vd., 2016: 1273). Kadınlara yüklenen rollerden en önemi rollerden biri olan annelik, bir takım sorumlulukları üstlenmek, bilgi ve beceri edinmek ve birçok konuda fedakârlıklar yapmayı gerektiren bir özel bir durumdur (Özyürek, 2017: 57). Yaşlıların çocuklarla etkileşimi bir yandan geleneksel geniş akrabalık ilişkisinin etkilerinin halen devam etmekte olduğunu diğer yandan da sosyal, ekonomik koşulların gerektirdiği bir karşılıklı alış veriş fonksiyonunu yerine getirmekte olduğunu göstermektedir (Zimmer vd., 2008: 597). Anneler ve yetişkin çocuklar arasındaki sosyal ilişkilerin niteliği, hayat boyunca kurdukları etkileşimlerini ve yaşam kalitesini etkileyebilmekte ve ilişkilerinde ki zorlanmaların, gerginliklerin ortadan kaldırılmasında önemli rol oynamaktadır (Polenick vd., 2016: 2-3; Wu vd., 2016: 1274). İstisnalar olmakla birlikte kadınlar çocuklarıyla daha sıkı ve sevgiye dayalı ilişki kurmak istemektedir. (TÜİK, 2017c). Araştırmamızda kadınların yaklaşık yarısı çocuklarından en az biriyle günde 1-2 kez görüşmektedir. Araştırmamızda, yaşlı kadınların büyük çoğunluğu çocuklarıyla ilişkilerinden memnunken, şikâyet ettikleri konuların başında ilgisizlik, başlarına buyruk olmaları ve kendilerine 220 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI manevi destek olmamaları ve sözlerini dinlemediği gelmektedir. Literatürde, yaşlıların çoğunluğunun çocuklarıyla iyi geçindiğini (%75) bildirilirken (Aközer vd., 2011: 118; ASPB, 2011: 167) kadınların çocuklarıyla yaşadığı sorunların başında arkadaş seçimi, evlilik hayatı, aile ilişkileri ve alkol ve sigara kullanımı gelmektedir (ASPB, 2011:175). Bulgularımız bu konuda yapılan çalışmalarla benzerlik göstermektedir. TÜİK verilerine göre, ülkemizde, bireylerin çoğunluğu yaşlandıklarında çocuklarının yanında yaşamayı tercih ettiklerini bildirmektedirler (%37,6) (TÜİK, 2017c). Bulgularımızda, yaşlı kadınların %22,2’si çocuklarından en az biriyle aynı hane içerisinde yaşamaktadır. Geleneksel toplumlarda (Çin gibi), yaşlıların çocuklarıyla aynı evde yaşama nedenleri arasında birbirlerine sevgi ve saygı göstermek, duygusal ve maddi destek sağlamak, güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak, hastalık ve/veya bağımlılık durumlarında bakım gereksinimlerini karşılamak bulunmaktadır (Jin vd., 2017: 3). Çin’de yapılan bir araştırmada, yaşlıların yaşı ilerledikçe ve hastalık düzeyi arttıkça çocuklarıyla birlikte yaşamak istedikleri, sağlıklı yaşlıların ise eşi varsa eşiyle birlikte veya yalnız yaşamayı tercih ettikleri belirlenmiştir (Jin vd., 2017: 11). Araştırmamızda, çocuklarından en az biriyle aynı hane içinde yaşayan kadınların %84,5’nin kronik hastalığı, %36,9’nun engeli ve %84,5’nin bakıma muhtaçlık sorununun bulunması literatürü desteklemektedir (p<0,05). Yaşlıların gücü elinde bulundurması, otoritesine saygı duyulması anlamına gelmektedir (Örnek Büken, 2009: 211). Ancak, yaşlıların fizyolojik, psikolojik ve sosyal işlevlerindeki azalma ile birlikte sözlerinin dikkate alınmaması ve aile içi kararlarında söz sahibi olamaması durumu ortaya çıkabilmektedir. Araştırmamızda, kadınların %81,2’si çocuklarının sözünü dinlemediğini ve %71,7’si ise aile üyelerinin kararlarına katılamadığını belirtmiştir. Pakistan’da yapılan bir araştırmada, yaşlıların %21,4’nün aile içi kararlarda söz sahibi olmadığı ve yaşları ilerledikçe aile içi kararlarda söz sahibi olma oranında düşüş yaşandığı tespit edilmiştir (Ahmed vd., 2015: 720). Bireyin gayri safi milli hâsılaya katkısı ekonomik açıdan üretkenlik olarak değerlendirilmektedir. Yaşlıların iş yaşamından ayrılmalarıyla birlikte artık üretken olmadıkları düşünülebilmektedir. Bu nedenle toplum üyeleri yaşlıları üretken olmayan ve sürekli diğer kişilerce desteklenen bağımlı bireyler olarak değerlendirilebilmektedir. Oysa yaşlılar ev işi yapmak, yemek yapmak, çocuk bakmak, gönüllü faaliyetlere katılmak gibi ücret almadan da üretici faaliyetlerine devam edebilmektedir. İspanya’da yapılan bir araştırmada, yaşlıların ücret almadan gönüllü şekilde yerine getirdikleri işlerden yaklaşık olarak yılda €9,054.64 kazanabilecekleri hesaplanmıştır (Fernández-Ballesteros vd., 2011: 206, 221). Çalışmamızda, yaşlı kadınlar evin geçimine katkı sağladıklarını (%69,8), torunlarına Sosyoloji Çalışmaları 221 baktıkları ve eğitim faaliyetlerine katıldıklarını (%69,6), aile içi uyum ve huzuru sağladıklarını (%89,3), aile içi otorite ve disiplini sağladıklarını (%83,6), ailenin güvenliğini sağladıklarını (%79,6), alış veriş yaptıklarını (%59,5) ve ev işlerine yardımcı oldukları (%70,6) saptanmıştır. Yaşlı kadınların büyük çoğunluğunun ücretsiz üretim faaliyetlerine katıldıkları ve bu işleri yapmaktan mutlu oldukları tespit edilmiştir (%86,4). Heterojen bir topluma sahip olan kentte insan ilişkileri daha yüzeyseldir. Kent yaşamında, rekabet yoğundur, bireyselleşme yüksektir ve çekirdek aile üyelerinin bile birbirlerine zaman ayıramadıkları bir yaşam şekli bulunmaktadır. Bu durum aile ilişkilerinin zayıflamasına, aile bağlarının kopmasına ve ailenin toplumsal görevlerini yerine getirememesine neden olmaktadır (Canatan, 2008: 66). Çalışma bulgusunda da bu duruma paralel olarak kentte yaşlı kadınların kendilerini başarısız ebeveyn olarak görme eğilimi yüksektir (%15,4 p<0,05). Yaşlıların aktif olması ve eve bağlı olmaması sosyalleşmeleri açısından büyük öneme sahiptir. Yaşlıların sosyalleşmesi günlük performanslarını etkilemekte, fiziksel ve mental sağlık düzeyini artırmakta, sosyal ilişkilerinin kalitesini yükseltmektedir (Lee vd., 2014: 93). Yaşlıların sosyalleşmesinde sosyal mekânlar önemli yer tutmaktadır. Yaşlıların sosyalleşmede kullandıkları mekânlar arasında ev ortamı, kamusal alanlar, parklar, yürüyüş yolları bulunmaktadır. Yaşlılar bu sosyal mekânlarda özellikle aile üyeleriyle, akrabalarıyla ve komşularıyla sosyalleşmektedir (Saghafi & Ahmadpour 2017: 665-666). Araştırmamızda, yaşlı kadınların %78,5’i aile üyeleriyle birlikte sosyalleşmektedir. Yaşlıların aile üyeleriyle birlikte yaptıkları etkinlikler genellikle ev ortamında akraba ziyareti ile sınırlıdır (%79). Diğer yandan yaşlı kadınlar aile üyelerinin sosyalleşmek için ev dışı ortamlara (lokanta, piknik, tatil yeri, sinema, tiyatro vb.) yaşlı olması, yürüyememesi, ailelerinin kendilerinden utanmaları gibi nedenlerle götürülmediklerini de belirtmişlerdir. Serbest zaman etkinlikleri, bireyin yaşamı için yerine getirmesi gereken faaliyetlerin yanında dinlenebilme, eğlenebilme, bilgi ve becerilerini geliştirebilme, sosyal yaşama katılabilme gibi unsurların gerçekleştirilebildikleri etkinliklerdir (Argan, 2013: 37-39). Literatürde, yaşlıların serbest zaman etkinlikleri içerisinde gerçekleştirecekleri sosyal etkinliklerin (tiyatroya gitmek, arkadaşlarla/akrabalarla görüşmek vb.), bilişsel etkinliklerin (okumak, yazmak vb.) ve fiziksel etkinliklerin (yürüyüş yapmak, egzersiz yapmak vb.) onları demans ve Alzheimer gibi hastalıklardan koruduğu bildirilmektedir (Blasko vd., 2014: 202). Çalışmamızda kadınların serbest zaman etkinliklerini değerlendirmede örgü örmek, ibadet etmek, bahçe işleriyle uğraştığı ve çok az kısmının dernek/üyeliği bulunduğu tespit edilmiştir (%11,5). Serbest zaman etkinliklerinin birey üzerinde fiziksel aktiviteyi artırmak, sosyalleşmeye 222 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI olanak sağlamak ve moral vermek olumlu etkileri olmasına (Kurar & Baltacı 2015: 48) karşın çalışmamızda yaşlı kadınlar arasında serbest zaman etkinliklere katılma düzeyi düşüktür. SONUÇ VE ÖNERİLER Araştırmanın yapıldığı, Isparta ilinde yaşayan yaşlı kadınlardan elde edilen verilerin değerlendirilmesi sonucu; yaşlı kadınların çeşitli sosyal sorunlarının ve beklentilerinin olduğu tespit edilmiştir. Ülkemizde yaşlı nüfus içerisinde yaşlı kadın oranında ciddi bir artış yaşanmaktadır. Bu durumda yaşlı kadınlar psikolojik, toplumsal, ekonomik ve kültürel sorunlar yaşamaktadır. Yaşlı kadınların yaşadıkları toplumsal sorunlarına yönelik çalışmalar yapılması ve sosyal politikaların oluşturulması gerekmektedir. Kadınlara, yaşlılık dönemine yönelik önceden yapılacak toplumsallaştırma süreci, yaşlılık dönemi ile ilgili kişisel ve kamusal maliyeti azaltacağı gibi, kadının ruhsal ve toplumsal uyumunu da kolaylaştıracak, kendisi ve çevresi için sorun kaynağı olma durumu azalacaktır. Yaşlı kadınlara aile, sosyal ve çevresel unsurlara dâhil edilen yaşam tarzının sağlanması, yaşlılık sürecinin nitelikli şekilde geçirilmesi için gereklidir. Bunun yanı sıra yaşlıların sosyal eşitsizlik ve yoksulluğun azaltılmasına yönelik politikalar belirlenmelidir. Medyanın yaşlılık olgusu ve sosyal sorunlara önem vererek toplumsal farkındalığı artırması gerekmektedir KAYNAKÇA AHMED, Aftab., CHAUDHRY, A. Ghafoor., & KHAN, Seemab, (2015), “Declining Age and Social Roles: A Gerontological Perspective of Older Persons of Rawalpindi”, Pakistan Association of Anthropology, 27(1), pp. 719-721. AKÖZER, Mehmet., NUHRAT, Cenap., & SAY, Şebnem, (2011), “Türkiye’de Yaşlılık Dönemine İlişkin Beklentiler Araştırması”, Aile ve Toplum, 12(7), ss. 103-128. ARGAN, Metin, (2013), Rekreasyon Yönetimi, Anadolu Üniversitesi Web-ofset Tesisleri, Eskişehir. AYDIN, Aykut, (2017), “Yaşlı İşgücünün Çalışma Hayatındaki Sorunları: Kırklareli İli Örneği”, Journal of Human Sciences, 14(2), ss. 1632-1646. BLASKO, I., JUNGWİRTH, S., KEMMLER, G., WEİSSGRAM, S., TRAGL, K. H., & FİSCHER, P, (2014), “Leisure Time Activities and Cognitive Functioning in Middle European Population-Based Study”, European Geriatric Medicine, 5(3), pp. 200-207. CANATAN, Ayşe, (2008), “Toplumsal Değerler ve Yaşlılar”, Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisi, 1, s. 64. Sosyoloji Çalışmaları 223 ÇAKIR, Özlem, (2008), “Türkiye’de Kadının Çalışma Yaşamından Dışlanması”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, (31), ss. 25-47. DEMİR, A. Pınar, ELMALI, A. Dilek., & IŞIK, A. Serpil, (2017), “Kırsal Alanda Kadınların Tarım ve Hayvancılık Faaliyetlerine İlişkin Sosyo-Ekonomik Katkısı”, İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dergisi, 43(2), ss. 81-88. DÜCAN, Engin., & Polat, A. Melike, (2017), “Kadın İstihdamının Ekonomik Büyümeye Etkisi: OECD Ülkeleri İçin Panel Veri Analizi”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 26(1), ss. 155-170. ERTÜRK, H. Gözde, (2017), Aile Kuramları, Yıldız, Güler Tülin (Ed), Anne Baba Eğitimi içinde (ss. 17-37), Pegem Akademi, Ankara. FÄGERLİND, Ingemar., & SAHA, J. Lawrence, (2016), Education and national development: A comparative perspective, PergamonPress, New York. FERNÁNDEZ-BALLESTEROS, Rocio., ZAMARRÓN, D. Maria., DIEZNİCOLÁS, Juan., LÓPEZ-BRAVO, M. Dolares., MOLİNA, M. Ángeles., & SCHETTINI, Rocio, (2011), “Productivity in old age”, Research on Aging, 33(2), pp. 205-226 JİN, Qian., PEARCE, Philip., & HU, Hui, (2017), “The Study on the Satisfaction of the Elderly People Living with Their Children”, Social Indicators Research, pp. 1-14. KALAVAR, Jyotsana., & DUVVURU, Jamuna, (2008), “Interpersonal Relationships of Elderly in Selected Old Age Homes in Urban India”, Interpersonal, 2(2), pp. 193-215. KALAYCI, Işıl., & ÖZKUL, Metin. (2017). “Geleneksel Kalabilsem Modern Olabilsem: Modernleşme Sürecinde Yaşlılık Deneyimleri”, Süleyman Demirel Üniversitesi Vizyoner Dergisi, 8(18), ss. 90-110. KALINKARA, Velittin., & KALAYCI, Işıl. (2017). “Yaşlıya Evde Bakım Hizmeti Veren Bireylerde Yaşam Doyumu, Bakım Yükü Ve Tükenmişlik”, Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisi, 10(2), ss. 19-39. KURAR, İhsan., & BALTACI, Furkan, (2015), “Halkın Boş Zaman Değerlendirme Alışkanlıkları: Alanya Örneği”, International Journal of Science Culture and Sport Special, (2), ss. 39-52. LEE, Kwang-Uh., KİM, Hong-Rong., & Yİ, Eun-Surk, (2014), “The Effect of Push Factors in The Leisure Sports Participation of The Retired Elderly on ReSocialization Recovery Resilience”, Journal of exercise rehabilitation, 10(2), pp. 92-99. NYGÅRD, Mikael., HÄRTULL, Camilla., WENTJÄRVİ, Annika., & JUNGERSTAM, Susanne, (2017), “Poverty and Old Age in Scandinavia: A Problem of Gendered Injustice? Evidence from the 2010 GERDA Survey in Finland and Sweden”, Social Indicators Research, 132(2), pp. 681-698. ÖNAL DÖLEK, Bilge, (2012), Evde ve Kurumda Uzun Dönemli Bakım, T. Beğer (Ed.), Klinik Gelişim (s. 95-99). İstanbul Tabip Odası, Ankara. 224 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ÖZKUL, Metin., KALAYCI, Işıl., & ASLAN, Arzu, (2017), “Yaşlılık ve Kadın Sorunlarını Toplumsal Sermaye Perspektifinden Düşünmek”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(27), ss. 366-386. ÖZKUL, Metin., & KALAYCI, Işıl, (2015), “Türkiye’de Yaşlılık Çalışmaları”, Sosyoloji Konferansları, (52), ss. 259-290. ÖZTOP, Hülya., ŞENER, Arzu., & GÜVEN, Seval, (2008), “Evde Bakımın Yaşlı ve Aile Açısından Olumlu ve Olumsuz Yönleri”, Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisi, 1, ss. 39-49. ÖRNEK BÜKEN, N, (2009), Yaşlılık ve Etik, H. Doğan, F. Mahmutoğlu, ve N. Arın (Eds.), Türk Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Araştırmaları Yıllığı içinde (s. 205218), Nobel Tıp Kitabevleri Ltd. Şti, Ankara. ÖZCAN, S. Emre, (2016), “Yoksulluk Göstergesi Olarak Hoşnutsuzluk Endeksi, Türkiye İçin Bir Deneme”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (48), ss. 294-313. ÖZTÜRK, Mustafa., & ÇETİN, Başak Işıl, (2009), Dünyada ve Türkiye’de Yoksulluk ve Kadınlar”, Journal of Yasar University, 4(16), ss. 2661-2698. ÖZYÜREK, Arzu, (2017), Anne-Baba Olmak Ve Anne-Babaların Çocuk Yetiştirme Tutumları, Yıldız, Güler Tülin (Ed.), Anne Baba Eğitimi içinde (ss. 41-57), Pegem Akademi, Ankara. POLENİCK, C. A., DEPASQUALE, N., EGGEBEEN, D. J., ZARİT, S. H., & FİNGERMAN, K. L, (2016), “Relationship Quality between Older Fathers and Middle-Aged Children: Associations with Both Parties’ Subjective Well-Being”, Journals of Gerontology Series B: Psychological Sciences and Social Sciences, 1-11. SAGHAFİ, M. Djavad., & AHMADPOUR, S, (2017), “Investigation into Structural Formation of Social Relations of the Elderly (Case Study, Golsar Vicinity, Rasht, Iran)”, Journal of Fundamental and Applied Sciences, 9(1S), pp. 662-675. STEPTOE, Andrew., SHANKAR, Aparna., DEMAKAKOS, Panayotes., & WARDLE, Jane, (2013), “Social isolation, loneliness, and all-cause mortality in older men and women”, Proceedings of the National Academy of Sciences, 110(15), pp. 5797-5801. SINGH, Bhawana., & KIRAN, U. V, (2013), “Loneliness among elderly women”, International Journal of Humanities and Social Science Invention, 2(2), pp. 10-14. STOLZ, Erwin., MAYERL, Hannes., WAXENEGGER, Anja., & FREIDL, Wolfgang, (2017), “Explaining the impact of poverty on old-age frailty in Europe: material, psychosocial and behavioural factors”, European Journal of Public Health, 27(6), pp. 1003-1006. SULLİVAN, L., & MESCHEDE, T, (2016), “Race, gender, and senior economic wellbeing: How financial vulnerability over the life course shapes retirement for older women of color”, Public Policy & Aging Report, 26(2), pp. 8-62. Sosyoloji Çalışmaları 225 T.C. AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI (ASPB), (2017), “Türkiye’de Kadın”, http://kadininstatusu.aile.gov.tr, Erişim Tarihi: 01 Kasım 2017. T.C. AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI (ASPB), (2014), “Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü Huzurevleri”, http://eyh.aile.gov. tr/kuruluslarimiz/kuruluslarimiz-yasli/genel-mudurlugumuze-baglihuzurevleri, Erişim Tarihi: 01 Ekim 2017. T.C AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI (ASPB), (2011), Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması, Afşaroğlu Matbaa, Ankara. TUFAN, İsmail, (2012), “Türkiye’de Demografik Değişimler ve Geropsikiyatri”, http://www.itgevakif.com/pdfs/ makale_gerontopsikiyatri.pdf, Erişim Tarihi: 05 Nisan 2015. TUNA, Muammer., & TENLİK, Özden. (2017), Türkiye’de ve Dünyada Yaşlanma, İ. Tufan ve M. Durak (Eds.), Gerontoloji Kapsam, Disiplinlerarası İş Birliği, Ekonomi ve Politika içinde (s. 3-26), Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara. TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK). (2018). “İstatistiklerle Kadın, 2017”, http://www.tuik.gov.tr/PdfGetir.do?id=27594, Erişim Tarihi: 10 Mart 2018. TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK). (2017a). “İstatistiklerle Yaşlılar”, http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=24644. Erişim Tarihi: 10 Aralık 2017. TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2017b), “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2016”, http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri. do?id=24579, Erişim Tarihi: 01 Kasım 2017. TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2017c),” İstatistiklerle Aile, 2016”, http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=24646, Erişim Tarihi: 01 Kasım 2017. TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2017d), “Aile Yapısı Araştırması, 2016”, http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21869, Erişim Tarihi: 01 Ekim 2017. TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU (TÜİK), (2016), “İstatistiklerle Kadın, 2015”, http://www.TÜİK.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21520, Erişim Tarihi: 17 Şubat 2017. YAŞAR, M. Ruhat, (2016), “Yoksulluk, Akademik Başarı ve Kültürel Sermaye İlişkisi”, Sosyal Bilimler Dergisi, 6(11), ss. 202-237. VARIŞLI, İrem, (2017), Türkiye’de Yaşlanma ve Demografi, İ. Tufan ve M. Durak (Eds.), Gerontoloji Kapsam, Disiplinlerarası İş Birliği, Ekonomi ve Politika içinde (s. 27-35), Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara. WU, Jing., KASEARU, Kairi., VÄRNIK, Airi., TOODING, L. Mai., & TROMMSDORFF, Gisela, (2016), “Associations between quality of relationships and life satisfaction of older mothers in Estonia, Germany, Russia and China”, Ageing & Society, 36(6), pp. 1272-1294 226 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI YILDIZ, Mehmet Ali., & ÇEVİK, Büyükşahin Gülşen, (2016), “A study on marital satisfaction and life satisfaction with married individuals”, Journal of Human Sciences, 13(1), pp. 227-242. ZIMMER Zachary, Z., KORINEK, Kim., KNODEL, John., & CHAYOVAN, Napaporn, (2008), “Migrant ınteractions with elderly parents in rural cambodia and thailan”, Journal of Marriage and Family, 70, pp. 585-598. Sosyoloji Çalışmaları 227 DEVRİM VE ÇOCUKLUK REVOLUTION AND CHILDHOOD Hatice Karakuş ÖZTÜRK1, Armağan ÖZTÜRK2 ÖZET Fransız devrimi dayandığı temel ilkelerin bir sonucu olarak milli, demokratik ve modern eğitimin çıkış noktası olarak görülmektedir. Devrim taraftarları okullar vasıtası ile çocukların eğitimi üzerinden yeni toplumun temellerini atmışlardır. İşte bu hedef doğrultusunda eski rejimin reddi üzerinden yol alan devrim kadroları, çocukluk anlayışını da sil baştan yeniden yazmışlardır denilebilir. Her yeni doğan çocuk doğduğu andan itibaren ailesine değil devletine ait olacaktı. Bu mülk ilişkisi içinde çocuklar yeni bir soyun da temsilcisi olarak rejimin hem geleceği hem de teminatını sağlama gibi büyük bir görevin küçük aktörleri olarak yol alacaklardı. Devrimci düşünce için gelecek bu düşünceye sahiplenen insanların gücünde saklı idi. Bu nedenle halkın bu yeni düzeni benimsemesi ve bu yeni düzene bağlılığını göstermesi gerekmekteydi. Aksi takdirde eskiye olan özlem canlanabilirdi. İşte bu amacın bir sonucu olarak yeni nesillerin yeni döneme uygun olarak eğitilmesi gerekmekteydi. Buna ek olarak devrimim halka vaat ettiklerinin gerçekleşebilmesi için de yeni nesle görev ve sorumluluklar düşmekteydi. Yeni çocukluk Fransa’da bu anlamda yoksulluğu ortadan kaldıracak, boş inançların gücünü kıracak, yeni bir soy yaratarak bir anlamda Fransa’yı yeniden yaratacaktı. Bu yeni dönemde bütün bunların bir sonucu olarak özerk, bağımsız, bireyci ve kendi aklı ışığında yol alan çocuklar yetişmiş olacaktı. Anahtar Kelimeler: Fransız Devrimi, Çocukluk, Ulus Devlet, Eğitim. ABSTRACT The French Revolution is seen as the starting point of the national, democratic and modern education as a result of the fundamental principles it is based on. The followers of the Revolution have laid the foundations of the new society with the education of the children through the schools. It can be said that in accordance with this aim, the revolution cadres who proceeded through the rejection of the ancient regime has also completely rewritten the sense of childhood. All newborn children would belong not to her/his family but to the state beginning from her/his birth. Within this property relation, the children would proceed as the representatives of the new lineage and the little actors of a great duty of providing both of the future and the assurance of the regime. For the revolutionary thought, the future was 1 Dr. Öğr. Üyesi Artvin Çoruh Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, hatice_karakusx@hotmail.com 2 Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, armagan. ozturk1980@gmail.com 228 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI implicit in the power of the people who embrace this thought. Hence it is necessary to make people embrace this new order and display their commitment to the new order. Otherwise, any longing for the past could be resurrected. As a result for this aim, new generations should be educated in compliance with the new period. Moreover, the new generation had duties and responsibilities for the realization of the things which were promised by the revolution to the people. In this sense, the new childhood would eliminate poverty, weaken the superstitions, and recreate France by creating a new lineage. In this new period, as a result of all these things, the children who are autonomous, independent, individualist and who proceed in the light of their own reason would be raised. Keywords: French Revolution, Childhood, Nation State, Education GİRİŞ Tocqueville’nin Fransız Devrimi üzerine yürüttüğü tartışmayı Devrim’i yorumlama noktasında uygun bir başlangıç sayabiliriz. Düşünürün dikkat çektiği birkaç hususun altı özenle çizilmelidir. Öncelikle Fransız Devrimi’nin aslında bir vatanı yoktur. Fransa sadece devrimin başladığı yerdir. Çünkü Devrim’in en belirgin özelliği evrensel insana hitap etmesi ve tüm insanlık için ortak bir yazgıyı ön plana çıkarmasıdır. Dile getirilmesi gereken bir diğer husus Devrim’in yarattığı coşkunun dinsel veya tinsel bir içeriğe sahip olduğudur. Bu bağlamda Devrim sadece siyasi değil, aynı zamanda dinsel bir olaydır. Devrimcilerin Devrim’in bizati kendisi ve amaçlarını kutsal sayması bu bahsi geçen dinselliğin bir ifadesi olarak görülebilir (Tocqueville, 2004: 59-62; Öztürk, 2014: 47; Öztürk, 2016: 14). Devrim’in siyasetteki etkisi mekansal konumla da yakından ilgilidir. Devrim bir başkent Devrimidir her şeyden önce. Paris’in taşra karşısındaki üstünlüğü Devrim’in yapılma biçimi ve sonuçlarını da etkilemiştir (Tocqueville, 2004: 141-2; Öztürk, 2014: 47). Devrim ile Paris arasındaki bu özdeşlik devrim ile karşı devrim arasındaki ilişkinin merkez-çevre şeklinde örgütlenmesine yol açmıştır. Neredeyse tüm karşı devrimci ayaklanmaların taşrada çıkması tesadüfi değildir bu nedenle. Fransız Devrimin en bilinen özelliklerinden biri sürekli bir şekilde istikrarsızlık ve tutarsızlık üreten savrulma halidir. Devrimci kadroların başka devrimci kadrolar tarafından yok etmesi sayesinde ilerleyen ve dolayısıyla gerileyen Devrim başladığı yere geri dönmüştür. Bu kendini yadsıma halinin en ironik ifadesi krallığı yıkan Devrim’in Napolyon’u imparator ilan etmesidir (Arendt, 2012: 156; Öztürk, 2014: 47). İstikrarsızlığın yapısal nedeni anti-kapitalist ve militer tavırda kendi politik konumunu somutlaştıran Paris kent yoksulları, yani Baldırıçıplak kitledir. Baldırıçıplak hareketi hiçbir zaman cumhuriyet yönetimini açıkça devralmasa da hemen her zaman Jakoben politikaları desteklemiştir Sosyoloji Çalışmaları 229 (Moore, 2003: 140; Öztürk, 2016: 19; Uslu, 2016: 219). Yoksulların burjuvazi üzerindeki baskısı Devrimi dinç tutup sürekli yeni eylem ve taleplerle zenginleşmesini sağladığı kadar hareketin önce terör ardından da savaşlarla zorunluluklar alanına teslim olmasına da yol açmıştır. Toplumsal sorunun şiddet ve zor kullanılarak siyasal yollarla çözülmesi çabası Fransız Devrimi’nin yapısal iç gerilimlerinin kaynağıdır (Arendt, 2012: 76, 119, 144-7; Öztürk, 2014: 47-8; Öztürk, 2016: 19, 21). Fransız Devrimindeki bir diğer istikrarsızlık unsuru savaştır. Robespierre ve birkaç Jakoben dışında devrimci kadroların büyük bir kısmı savaş istemiştir. Fransız Devriminde savaş devrimci hükümetin devrimi yaymak için başlattığı bir girişimdir. Ancak savaş bir kez başladıktan sonra savaş belirleyen devrim ise belirlenen bir konuma düşmüştür. Devlet ve savaş devrimi yutmuştur (Skocpol, 2004: 349; Furet, 2013: 106, 189; Öztürk, 2014: 48; Öztürk, 2016: 19). Savaş isteyen devrimcilere göre savaş devrimin ihraç edilmesini sağlayacaktı. Karşı devrimci tehlikenin önlenmesinin tek yolu dış dünyaya devrimin zorla da olsa kabul ettirilmesinden geçiyordu. Ayrıca savaş vatanseverlik üzerinden ulusun yeniden inşasının bir aracıydı. Savaş karşıtı azınlık ise savaşta devrim için çifte bir tehlike görmekteydi. Savaşın kaybedilmesi vatanı ve devrimi tehlikeye sokacak, kazanılması ise orduyu ve ordu komutanlarını ön plana çıkaracaktı. Devrimin yerini savaş aldıkça Sezar’a öykünen yöneticilerin sayısı artacaktı (Skocpol, 2004: 351; Ağaoğulları, 2006: 256-263; Öztürk, 2014: 48; Öztürk, 2016: 20). Devrimin getirdiği yeniliklerin büyük bir kısmının devrim öncesi dönemle ilintili olduğu, bu bağlamda Fransız Devriminin Fransa’nın modernleşme sürecindeki bir takım süreklilikleri tahkim ettiği, kesinlikle geçmişten ciddi bir kopuş veya sürüklenişi içerisinde barındırmadığı tezleri üzerinde durulabilir. Devrimin mutlakiyetçi bir çizgiye sahip olduğu açıktır. İktidarı özgürlük adına sınırlamaya dair liberal hassasiyet Fransız Devrim pratiğinin belirleyici unsuru değildir. Devrim egemenliğin kullanımıyla ilgili hakim bakış açısını olduğu gibi korumuş, sadece özne değişmiştir. Mutlak yetkilere sahip, iradesi ve kararları tartışılmaz kralın yerini aynı özellikle kendini tanımlayan halk iradesi ve devrimci meclis almıştır (Arendt, 2012: 95, 98-100, 207, 240-41; Öztürk, 2014: 48; Öztürk, 2016: 24). Benzerlik sadece ideolojik konum bakımından söz konusu olmaz. Devlet ve yasalar bağlamında da devrimin büsbütün yeni bir şey yaratmaktan çok gerçeklikle hukuksal kerte arasındaki farkı kapattığı söylenebilir (Kılıçbay, 2004: 14-6; Furet, 2013: 39; Öztürk, 2016: 24). Tocqueville’ye göre merkezileşme, sekülerleşme ve aristokrasi karşıtlığı gibi noktalarda devrim ona atfedildiği kadar radikal değildir. Fransız Devrimine gidiş sürecinde zaten devlet ciddi ölçüde merkezileşmiş, aristokrasi siyasi ve ekonomik gücünü yitirmişti. Köylülerin büyük kısmı toprak sahibiydi. Lord ile köylü 230 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI arasındaki ilişki köylüyü serf olarak tanımlayan bir konumda değildi. Kilisenin gücünü yitirmesi de Avrupa’daki sekülerleşme sürecinin parçası olarak okunabilir. Kilise ne devlet karşısında özerkti ne de toplumda eskisi kadar itibarlıydı. Devrim bu genel eğilimleri devam ettiren adımlar atmıştır sadece (Tocqueville, 2004: 33-5, 54-5, 78-9; Öztürk, 2014: 48-9). Arendt ve Tocqueville’nin devamlılık üzerine yaptığı tartışmaya birkaç noktada itiraz dile getirilebilir. Her şeyden önce krallıktan cumhuriyete geçilirken mutlakiyetçi bakışın devam ettiği tezi belli ölçüde doğrudur. Ancak liberalizm ve milliyetçilik gibi ideolojilerin doğumu ve yurttaşlığı besleyen yurtsever politik doğrultu bakımından Fransız Devrimin sonuçları kalıcı, benzersiz ve devrimcidir. Şöyle ki 1789 ile 1848 arası dönemde cumhuriyetçi burjuva düşüncesi tüm ilerici güçleri ortak bir siyasal hedefe doğru motive etmiş ve Avrupa’dan başlayarak dünyanın siyasal iklimi belirgin bir şekilde dönüşmüştür (Öztürk, 2008: 120-1). Cumhuriyetçilik insanları birleştiren yanları ön plana çıkarır. Kamusallığı vurgular. Kamunun ve dolayısıyla devletin bireyden daha üstün bir konumda olması gerektiğine yönelik uslama tarzı cumhuriyetçi düşünce içerisinde oldukça popülerdir (Skinner, 2006: 180-3; Öztürk, 2008: 122-3). Bu yorum da bize gösteriyor ki cumhuriyette de devlet en az monarşi kadar güçlüdür. Ancak krallıktaki devlet kralın devleti, bir anlamda bir kişinin mülküdür. Cumhuriyetteki devlet ise insanların ortak malıdır. Devlete atfedilen ülküsel pozisyon önemli ölçüde ortak iyinin ve bir arada yaşamanın değerinden kaynaklanır. Fransız Devrimi özelinde cumhuriyet liberalizme eklemlenir. Özgürlükçü yurtseverlik hem cumhuriyetçi rejimin hem de liberal demokratik yönelimin nirengi noktasıdır (Taylor, 2006: 959; Öztürk, 2008: 127). Cumhuriyetçi düşünce ilerlemecidir. İnsanlığın daha kötü bir durumdan daha iyiye doğru değişip dönüştüğü tezi bir tarih yasası olarak iş görür. İlerlemecilik iyimserlikle, akla ve bilime olan tutkulu tavırla, toplumu yeniden inşa etme yönünde radikal bir eylem ahlakıyla birlikte söz konusu olur (Nispet, 1980: 5-6; Febvre, 1995: 42; Öztürk, 2008: 129). Bir tür ilerici milliyetçilik biçimi olarak formüle edebileceğimiz yurtseverlik Fransız Devrim ideolojisi ve cumhuriyetçi düşüncenin bir diğer önemli özelliğidir. Ulus ya da halk hanedanlıklara karşı demokratik kültürün etik politik dayanağını oluşturur. Kralın yerini millet, tebaanın yerini yurttaş almıştır. Yurtseverlik yurttaşlığı da besler. Ortak kimlik duygusunun yaratılması ve yurttaşın politik bir özne olarak bu duyguyu içselleştirmesi süreçleriyle yurttaş olma hali arasında kopmaz nitelikte bağlar vardır (Hobsbawm, 2000: 70, 147-8; Öztürk, 2008: 131). Sosyoloji Çalışmaları 231 Tüm bu tartışmalar sonucunda şöyle bir ara yargıya varırız. Arendt’in devrim öncesi ve sonrası için ortaya koyduğu mutlakiyetin devam ettiğine dair sav siyasi amaçlar, söylem ve değerlerdeki değişiklikle birlikte düşünülmelidir. Liberalizm ve milliyetçilik gibi yeni ideolojilerin doğduğu, yurtsever yurttaşın temel politik özne olduğu Devrim Fransa’sı Krallık Fransa’sından büsbütün farklı bir içeriğe sahiptir. Benzer çekincelerle Tocqueville analizi de tartışmaya açılabilir. Düşünür devrim öncesi Fransa ile devrim sonrası Fransa arasında idari açıdan ve gündelik işler bakımından bir devamlılık olduğu kanaatindedir. Devrim ciddi bir kopuşa yol açmamıştır (Tocqueville, 2004: 301). Ancak bir dizi tarihsel ayrıntıya atıfta bulunarak devamlılığa yönelik Tocqueville vurgusu sınırlanmalıdır. Şöyle ki, devrim öncesi süreçte aristokrasi zayıflamaya başlamış, burjuvazi unvan ve memurluklar satın alarak devletle bütünleşmiş, Kral ise devlette yoğunlaşmış aristokrasi ve burjuvazi karşısında belirleyici konumunu yitirmişti. Kral mutlak ve bağımsız olmasına rağmen paradoksal olarak aynı zamanda zayıftı. Çünkü başı olduğu devletin sahibi değildi (Moore, 2003: 73; 90-1; Skocpol, 2004: 111). Kralı ve aristokrasiyi güçten düşüren ve zengin köylülerle burjuvaziyi güçlendiren bu tarihsel dönüşümün devrimle birlikte daha yoğun bir kerteye doğru evirildiği açıktır. Ancak Fransız Devriminin geçmişle köprüleri tamamen atan ve tarihte benzeri görülmemiş düzeyde yeni bir şeyin başlamasına ebelik eden bir yanı da vardır. Devletin dolaylı yönetimden doğrudan yönetime geçişi ciddi bir kopuşu beraberinde getirmiştir. Hükümetler aracılar olmadan yönetmeye başlamışlardır. Zorunlu vergiye dayalı güçlü bir mali sistem ve zorunlu askerliğe dayalı ulusal ordu devrimin en önemli kazanımlarıdır. Zorunlu eğitim aracılığıyla ulus devlet ve ulusal kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda insan yetiştirilmesi yine devrim sonrası çağın gerekleri arasındadır. Bu süreç içerisinde ciddi bir merkezileşme yaşanmıştır. Pek çok yerel ayrıcalığa son verilirken memurlar merkezden atanmaya başlanmıştır. Ayrıca tek biçimciliğin hakim kod haline geldiği, bu bağlamda tüm ülkede geçerli yasal mevzuatın ön plana çıktığı söylenebilir. En az bu mesele kadar önemli bir diğer husus devlet ile yurttaş arasındaki ilişkinin değişen niteliğiyle ilgilidir. Fransız Devrimini takip eden ulus devlet inşa sürecinde yurttaşlar silahsızlanmış, devletin yurttaşa karşı kullandığı zorun düzeyi de düşmüştür. Devrim sonrası konjonktürün ürünü olan doğrudan devlet her işle ilgilenen ve yurttaşa daha fazla hizmet sunan bir yapıyı karakterize eder. Devletin işlevlerindeki bu artış memur sayısını da ciddi ölçüde arttırmış durumdadır (Tilly, 2001: 187-8, 200-202; Skocpol, 2004: 369-376). Tüm bu hatırlatmalardan açıkça görülüğü üzere Fransız Devrimi sadece geçmişteki eğilimlerin olduğu gibi onandığı bir olay değil, o bahsi geçen modernleştirici eğilimlerin geleceği bakımından ciddi bir sıçrama eşiğine de karşılık gelir. 232 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Fransız Devrimi ve Çocukluk Fransız devrimi ve devrimin sosyo-politik yansımaları her alanda olduğu gibi çocukluk yazınında da yepyeni gelişmelerin habercisi idi. Devrimin yeni çocukluk algısında yerinden oynattığı bazı taşlar vardı. Her şeyden önce Fransız devrimi “eski rejimin tüm mirasının reddi” üzerine kurulmuştur. Cumhuriyetçi bir toplum ve bu topluma yaraşır erdemler silsilesi yaratma amacı taşıyan devrimciler, toplumu dev bir okula, halkı da uslu öğrencilere dönüştürme amacına yönelmişlerdir (Öztan, 2013: 26). 1802 yılına kadar süren (Türkoğlu, 178) ve politik ve kültürel bir zeminde ilerleyen (Bumin, 2013: 59) bu mücadelede, devrim liderleri Katolik kilisesini yeni rejimin düşmanı olarak görüyorlardı. Kiliseye bağlı okullarda eğitilen çocuklar din adamlarının etkisi ile devrime karşı çıkabilirlerdi (Türkoğlu, Tarihsiz: 191192). Ayrıca ”eski öğretim biçimleri halkı cehalet ve boş inancın boyunduruğu altında tutuyordu” (Bumin, 2013: 58). Bu anlamda cehalete karşı verilen savaş devrim kadroları için özgürlüğün de kapılarını aralayacaktı. Bir başka deyişle “özgürlük yeni eğitim ve öğretim anlayışı ile eski rejimin silinmesi ile mümkündü”. En nihayetinde hedeflenen aslında cumhuriyetçi devletin “Tanrı’yı okuldan çıkarmak yolunda geliştirdiği pedagojik ütopyadır” da denilebilir. Mesele biraz da “aydınlanmadan alınan mirasın öğretim yoluyla halka mal edilmesiydi” (Bumin, 2013: 57-72). İdare ve kanun önünde tüm vatandaşların eşit olduğu düşüncesini kendine ilke edinen Fransız devrimi, bütün bu girişimlerine bağlı olarak milli, demokratik, modern bir eğitimin doğuşu olarak kabul edilir (Türkoğlu, Tarihsiz: 180-181). Devrim taraftarları bu yeni dönemin toplum nezdinde kabul görüp benimsenmesi için topluma bazı vaatlerde de bulunmuşlardır. Şöyle ki İnal’a göre (2017) devrim sonrası kentleşme ve sanayileşme ile birlikte orta ve üst sınıf ailelerde daha özenli ilgi ve bilgiyle biçimlendirilmeye başlanan çocuğun, bireyliğini elde etmesinin toplumsal gelişmenin ruhuna uygun olacağı beklentisi vardı. Bu yeni dönemde kırsal kesimdeki yoksulluk kalkacak, endüstri ve tarımdan elde dilen ürünler iki misli artacaktı. Kentkırsal kesim ayrımı son bulacak, Fransa boş inançlardan arınacak, Paris bir aydınlanma merkezi olacaktı. Ve sonuçta Fransızlardan “cumhuriyetçi güçlü bir soy” yaratılacaktı (Bumin, 2013: 57-59). İyi bir öğretim topluma iyi evlatlar iyi eşler ve iyi babalar da sağlayacaktı. Kısacası toplum iyileşecekti. İşte bu beklenti “yetişkinlerin sosyal ve ekonomik amaçları tarafından yapılandırılan ve uygun bir bağlama yerleştirilen” (Ördem ve Mayall, 2016: 165) bir çocukluk algısını da yarattı denilebilir. Bu nedenle cumhuriyetçiler için eğitim uzun erimli planlarının önemli bir kısmını oluşturmaktaydı. Bu alanda yaşanacak olan bir başarısızlık toplumun eski düzene olan özlemini tetikleyebilirdi. Sonuç olarak çocukların bu riske karşı devrimin savunucusu olarak eğitilmesi şarttı. Sosyoloji Çalışmaları 233 Devrimin idealize ettiği yeni eğitim anlayışı büyük ölçüde “merkezi ve devletçi” (Bumin, 2013: 60) bir kimliğe sahiptir. “20 nisan 1792 de parlamentoya sunulan Condercet projesi eğitimin bir devlet görevi olarak ele alınmasını önermektedir. Bu projeye göre yetenekler ancak iyi bir eğitim politikası yoluyla çıkarılabilir, insanlar arasındaki gerçek eşitlik de sağlanmış olurdu. İşte bu ideale giden yolda öğretim genel ve mükemmel olmalı ve zümresel yapıya sahip geleneksel okul kuruluşları kaldırılmalıdır. Yine bu proje okulların kilise ve politik otoritelerin hakimiyetinden kurtarılmasını savunur. Tüm seviyelerde parasız laik bir eğitim ve öğretim yapılmasını önerir. Eğitim kadın erkek ayırımı gözetmeksizin tüm vatandaşlara zorunlu” (Türkoğlu, Tarihsiz: 181-182) olmalıdır. Dönemin milli eğitim bakanı Duruy milyonlarca insanın memleket işlerine karışmasının zorunlu ilköğretim ile olacağı kanaatine sahipti. Yine zorunlu eğitim ile milliyetçi düşüncenin çocuklar üzerinden yayılmasının da önü açılmış olacaktı (Öztan, 2013; Türkoğlu, Tarihsiz: 193). “Eğitimin merkezileşmesi ve devletleşmesi ile birlikte her sorunun çözüleceği, her ülkünün gerçekleşeceğine ilişkin beslenen inanç okullaşma oranının da artmasına sebep olmuştur” (Öztan, 2013: 27). Ulus yaratma, yurttaş olma, vatanseverlik duygusu gibi millet kavramının da özünü oluşturan beklentiler yeni çocukluk anlayışının içeriğini belirlemekteydi. İşte idealize edilen çocukluğun en iyi şekle sokulacağı sistem olarak okulların seçildiğini görmekteyiz. Okul bu anlamda çocukluğun yeniden yoğrulduğu yeni topluma uygun ve bu toplumun beklentilerini karşılama özelliğini gösterecek küçük yurttaşlar yaratacaktı. Okullar İnal’a göre (2017) çocuğu yurttaşa dönüştüren mekanlardı. Çünkü okul toplumun bir minyatürü, dahası devletin prototipiydi. Aynı zamanda “topluluğa katılma isteğinin aşılandığı ve geliştirildiği” (Schnapper, 1996: 149-150) yerlerdir. Bu şekliyle çocuk bir yönüyle de “rejimin geleceği ve teminatı olmak” gibi yeni bir anlam da kazanmaya başlamıştır (Şirin, 2013: 1277). Çocukluğa verilen bu yeni anlam sonrasında “eğitimin hem ideolojinin üretiminde hem de bu ideolojinin yeniden üretiminde yani sürekliliğindeki” (Appel, 2006: 90110) etkisi de ortaya çıktı denilebilir. Okul aracılığıyla yaratılan bu yeni düzen, bir yönüyle yurttaşlık idealinin de temelini oluşturuyordu. Yeni eğitim anlayışı Alkan’a göre (1989: 99) başta tarih, dil bilgisi, vatandaşlık (yurttaşlık) bilgisi gibi derslerle genç kuşakların yeni ulusal kimliğe uygun olarak biz duygusuna sahip olmasını sağlayacaktı. Okul, yeni ulusal değerlere bağlılığı sağlayarak sistemin meşruiyetinin sürdürülmesi işlevini yüklenmiştir. Amaç ”yeni siteye yaraşır yeni halk” (Bumin, 2013: 58) yaratmaktı. “Ulus için yasa yapıldı; şimdi söz konusu olan bu yasalar için ulus yapmaktır ve bu halkın eğitimi ile olacaktır.”(Libre/8, Payot: 93’den akt: Bumin; 2013: 58). 234 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Bu süreç aslında biraz da “çocuğun kamusal özne olma potansiyelinin” (Çiçek, 2012: 77) keşfedilmesi ile başladı. Devrimcilerin yaratmaya çalıştıkları özne (yurttaş) olarak çocuk, bir yandan ulusun geleceği adına değer kazanırken öte yandan da devletin çocuk üzerinde hemen her türlü tasarrufunu onaylayan yeni bir söylem üretti. Bu yeni söylemde çocuk siyasal anlamda özne olma yönelimli yurttaş olarak görülse de artık haklarından çok görevleri ile tanımlanmaya başlandı (İnal, 2017). Ailesinden önce millete ve devlete ait olan (Öztan, 2013: 26) bu yeni kuşak için insan beşiğinden hatta doğuşundan önce ele geçirilmeliydi. Çünkü doğmamış çocuk daha o haliyle vatana aitti (Bumin, 2013: 60). Devrim ile birlikte küçük yurttaş konumuna yükselen çocuk artık vatanın geleceği olarak görülüyordu. Ulus devlet bu anlamda çocukları idealleştirdi. Şöyle ki çocuklar, geleceğin yurttaşı olarak ülkenin asıl sahibidir ve gerekli adımların temeli bugünden atılmalıdır (İnal, 2017). Sırtında bütün bir toplumun ideallerini ve amaçlarını taşıyan çocuklar için okullarda hazırlanan özel müfredatlar da vardı. “Bilimsel veri ve ideolojik inançlar çerçevesinde çeşitli sıfatlar (öğrenci asker izci militan) yakıştırılan çocuk, toplumsal hayatın önemli öznelerinden biri haline getirilecekti” (İnal, 2017). “Vatan ve vatanseverlik temaları işleyen metinler çoğalmış, tarih ve coğrafya dersleri milli bir hüviyet kazanmış, kitle mobilizasyonunu mümkün kılan ritüeller eğitim sistemine dahil edilmiştir. Ayrıca askerlik, kahramanlık, cesaret, itaat ve fedakarlık gibi temaların yeniden üretimi ile vatanseverlik çocuk eğitiminin vazgeçilmez bir parçası olmuştur” (Öztan, 2013: 27-28). Laik temellere yerleştirilen okullar artık savaş şarkıları ile çınlayacaktı. Okullarda en fazla söylenen bir şarkının “asker öğrencinin” sözleri özetle şöyledir (Ozouf, 87’den akt: Bumin, 2013: 79). “Adam olmak için okumayı bilmek” Ve çok küçükken çalışmayı öğrenmek “Bir çocuk vatan için kendini eğitmeli” Ve okulda çalışmayı öğrenmeli Vakit geldi, düzgün adımlarla yürüyelim “Genç çocuklar asker olalım” “Sevgi, çalışmak, itaatle birlikte” “İşte üç sözcük ki unutmamak gerekecek “Onları unutmamak ve Fransa’ya söylemek” “O’nun için çocuklar yaşamayı ve ölmeyi bilmeli” Sosyoloji Çalışmaları 235 J.J. Rousseau’ya Göre Devrim Çocuğu Önemli bir aydınlanma düşünürü olan Rousseau için eğitim dönüştürücü bir güce sahiptir. Eski rejimin istenmeyen tüm kalıntıları eğitimin bu gücü ile silinecektir. Bundan önceki paragraflarda da vurgulandığı üzere devrimin kendi vitrinini oluşturacak yeni bir insana ihtiyacı vardı. Yeni toplumun beklentilerine göre evirilecek olan iyi insan ya da vatandaşın eğitimin dönüştürücü ve yaratıcı çarkları içindeki yerini alması gerekmekteydi. Bu anlamda yazarın “Emile” kitabı bizim için önemli bir referans kaynağıdır. Zira Emile “devrim döneminde yaşayacak bireyin nasıl eğitilmesi gerektiğini öğreten bir incelemedir (Philonenko, 2003: 283). Ek olarak Emile’de idealize edilen eğitim, devrimden sonra yapılan eğitim reformlarında da etkili olmuştur. Yine Emile’deki ilkelerin birçoğunu vatandaş eğitimi ile alakalı olarak da ele almak mümkündür (Badamchi, 2017: 109) Bir çocuk gözlerini açtığından ölümüne kadar vatanını görmeli ve her gerçek cumhuriyetçi vatan sevgisi ile yetişmiş olmalıdır. (Rousseau, 2004b: 189’den akt: Kabasakal, 2017) düşüncesinde olan Roussaeu’ya göre, sadakat ve dayanışma duygusunun empoze edilmesi ile birlikte vatan sevgisi belirecektir. İşte bu duygulara çocuğun gebe kalacağı mekanlar okullardır. Bu kurumlar “sadakatin oluşmasını sağlayacağı için topluma sadakat kamusal bir eğitim ile mümkündür” (Badamchi, 2017: 109). Görüldüğü üzere Rousseau için, eğitim devletin önemli bir işidir. Politik ve sosyal bir işlev kazanan eğitim kamusal bir hal almıştır böylece (Badamchi, 2017: 118). Yazara göre çocuklar birlikte eğitilmeli ve bir toplumun dayanışma duygusunu oluşturan, ortak oyunlar, vatanseverlik eğitimi ve şarkılar yoluyla (Korkmaz & Öktem, 2014: 177) kazandırılmalıdır. Eğitimin aileden alınıp kamusal alana devredilmesi ile ancak vatan sevgisinin tüm yeni kuşaklardaki standart gelişimini sağlamak mümkün olacaktır (Rousseau, 2004a: 20’den ak: Badamchi, 2017). Aileden arındırılan eğitim bu şekliyle hem önyargı ve yanlış inançların boyunduruğundan kurtulacak hem de bilinçli vatandaş yetiştirmenin merkezleri olacaktı. Nitekim Rousseau Emile’i salt bir birey olmaktan çok bir yurttaş olarak yetiştirmeyi amaçlar. Çünkü Emile’in göreli bir toplumda yaşayacak olmasına rağmen hem kendi orijinal doğasına uygun bir şekilde özgür kalabilmesi hem de toplumun meydana getirdiği yapaylıkların dışında “kendisi” olabilmesi oldukça önemlidir (Bakır, 2016: 77-78). “Yeni doğan bir bebeğin tamamen masum olduğunu ve kalbinde en ufak bir leke olmadığını kabul etmeliyiz” (Rousseau, 2005: 62) düşüncesi, yazarın “insan doğal olarak iyidir” görüşüne ne kadar yakın olduğunu göstermektedir. Bu kabul düşünürü çocuklarla ilgili olarak başka bir saptamaya daha götürmektedir. Mademki doğuştan iyidir çocuklar, o 236 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI halde bu doğaya müdahale etmemek gerekir. Çocuklara özgürlük verip az hükmetmek, baskıcı ve aşırı korumacı olmaktan vazgeçip kendi kendilerine iş başarmalarına imkan vermek ve başkalarına boyun eğen bir kişiliğe sahip olmalarını engellemek gerektiği (Rousseau, 2007: 27) vurgusu onun düşüncelerinin temel yapı taşıdır. Bu anlamda Rousseau için özerklik Emile’in eğitiminin amacını ve gerekçesini teşkil etmektedir (Kabasakal, 2017: 115). Yazar için özerklik kişinin kendi aklı dışında hiçbir otorite tarafından yönetilmemesidir (Rousseau, 2011: 351) diyebiliriz. Başkalarının fikirlerine, hırslarına ya da tutkularına kapılması muhtemel olan birey ancak özerklik duygusunun verdiği güç ile bu tuzaktan kurtulabilecektir. Bu anlamda Emile için “kendi aklı” yol gösterici tek gerçek ışıktır (Rousseau, 2011: 351). “Eğitim doğaya dayalı olmalı, insanın kendi eğilimlerini geliştirmeye fırsat vermeli; insan kendi doğrularını ve yanlışlarını kendisi bulmalı, araştırdığı nesne ve konuların bizzat içerisine girmeli, başkalarının doğrularına göre hareket etmek yerine kendi doğrularını bulmalıdır” (Rousseau, 2002: 8). Rousseau’nun Emile üzerinden ortaya attığı birey eğitimi açılımı dönemine göre radikal sayılabilecek bir içeriğe sahiptir. Düşüncelerinde ısrarcı olan düşünür yukarıda bahsi geçen tezlerini farklı benzetmeler üzerinden de temellendirmektedir. Bunlardan ilki doğumla birlikte yaygınlaşan bir gelenek olan bebeğin kundaklanması davranışıdır. Düşünüre göre çocuğun daha hayatının ilk günlerinden itibaren kundaklanması doğumla gelen özgürlükle bağdaşmayan bir durumdur. Kendi cümleleri ile devam edecek olursak; “Çocuk kılıflarından çıkıp da tam solumaya başlamışken, onun daha sıkışmış durumda kalacağı, başka kılıflar içine konmasına izin vermeyin. Ne baş yastıkları, ne sargılar, ne kundak olmalı; kollarını bacaklarını tümüyle serbest bırakan ve ne hareketlerini zorlaştıracak kadar ağır ne de havanın etkisini duymasını engelleyecek kadar sıcak, bol ve geniş kundak bezleri kullanılmalı” (Rousseau, 2011: 41). Rousseau için kundak esasında bir simgedir. Bireyin gelişim döneminin her aşamasında onu bağlanmaya götürecek olan tehlikelerin bir simgesidir. Hayatının daha ilk günlerinden bedensel özgürlüğü kısıtlanan insan için bu gelecekteki hayatında yaşayacağı olası kısıtlamaların habercisidir bir anlamda. Oysa bu eğitim yerine, sınırlarımızı tanımak zorunda bırakan doğa gücünün düzenini izlemek gerekirdi. Kundak nedir? Doğaya en aykırı olan şeydir çünkü doğumla gelen özgürlükle bağdaşmaz (Philonenko, 2003: 283) bir gelenektir. Birey eğitimini “bağlanmama” düşüncesi içine yerleştiren Rousseau’nun kullandığı ikinci benzetme ise Emile’in marangozluk eğitimi almasıdır. Sosyoloji Çalışmaları 237 Bu eğitim sonunda Emile tek gerçek ışık olan kendi aklının rehberliğinde yaşamayı öğrenecektir. “Rousseau öğrencisin onu başkalarına bağımlı kılacak ya da özellikle devrim döneminde tüm aşırılık ve çılgınlıkların merkezi olan kentte yaşamak zorunda bırakacak bir iş öğretmekten kaçınır. Felsefi nedenlerden dolayı demircilik mesleğini göz ardı eder. Bu durumda Emile marangoz olacaktır. Bu meslek açık havada yapılır ve hem güçlü bir kas yapısı hem de hareketlerde kesinlik gerektirir. Ayrıca bu meslek nesnel gereksinimleri karşılar. Bir yapı çatısını yeniden yapmak gereklidir. Ama örneğin piyanonun akordunu yapabilme bu denli zorunlu bir iş değildir. Marangozluk pek çok araç gereç gerektirmez. Marangoz testere ya da baltaya her zaman gereksinim duymaz Çünkü bunları her yerde bulabilir. Rousseau öğrencisinin köşedeki kahvede sekiz gün çalışıp ikinci sekiz gününde alnının teriyle kazandığı düşlere dalarak yediğini düşler. Dans öğretmeni Rousseau’nun öğrencisi kadar özgür değildir. Çünkü öznel gereksinimlere bağlıdır ve işini kanıtlayamaz. Devrim döneminde marangoz Emile köyden kente dolaşır ve gittiği her yerden ayrılacağının bilincindedir. Marangozluk Emile’nin bir şeye bağlanmamasını sağlar (Philonenko, 2003: 284-285). Özgür insanı yaratma amacı Rousseau’nun hayatı boyunca verdiği savaşımın özünü oluşturmaktadır. Düşünceleri ile içinde yaşadığı çağın çok ötesine geçmiş bir düşünür olarak eşitlik ve özgürlük konusundaki düşünceleri çocukluk algısına büyük ölçüde yansımıştır. Devrim sonrası kuşakların bağlanmama duygusu ile yetiştirilmesi eski rejime karşı verilen savaşımın özünü oluşturmaktadır. Başkaları tarafından konulan ve farklı düşüncelerin eseri olan kurallar bu düşünceleri bilmeyen zihinleri köleleştirip özgürlüklerini elinden alacaktır. İşte kundak ve marangozluk benzetmelerinin altında bu düşünceler yatmaktadır. Hayatı tanımadığı ilk zamanlarda bedeni özgürlükten mahrum bırakılan çocuk, farkında olmadan ilk kez bağlanma, özgürlükten yoksun olma duyguları ile tanışacaktır. Bu durum bebeğin sonraki hayatındaki özgürlük istencine de balta vuracaktır. Öte yandan çocuk marangozluk yaparken hem mesleki beceri geliştirecektir hem de hayal gücü kendi özgünlüğü ve bağımsızlığı içinde yol alacaktır. Ayrıca bedensel güç anlamında hissedilen güç süreç içinde psikolojik dayanıklılığa da evirilecektir. SONUÇ YERİNE 1789 Fransız devrimi insanlık tarihinin bütünü açısından çok az rastlanan bir mücadelenin sonucudur. Bu savaşım esasında fikri bir hazırlığın tarihe geçen adıdır. Yeni değerler dünyasını kendine şiar edinen bir düzenin eskinin tarihsel birikimine olan bir reddiyesidir aynı zamanda. Eski ile yeninin hiçbir uzlaşma noktasının olmaması bu reddiyenin en 238 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI temel sebeplerindendir. Kilise ve onun uzantılarına olan bu itirazda Tanrı, çocukların mekanı olan okullardan kovulmak istenmiştir. Dönemine göre oldukça radikal sayılabilecek bu girişim ile yeni bir fikrin topluma empoze edilmesinin de ilk adımları atılacaktı. Atılacak her bir adım geleceğe ve insanlığa bırakılacak bir miras niteliğindeydi. Bu anlamda bahsi geçen mirasın aktarımının kurumsal bir boyuta oturtulması, devrim ve çocukluk arasındaki ilişkiyi de doğal olarak ortaya çıkarmaktadır. Devrimin vaat ettiği evrensel nitelikli değerlerin taşıyıcıları sadece çocuklar olabilirdi. Bu yönüyle çocuklar, devraldıkları mirasın kuşaklararası transferinde rol alacaklardı. Yine çocukların devrime ve onun ilkelerine sadık kalacağı yönündeki bir inanç da, bu gelişmenin bir diğer tetikleyici nedeni olarak ele alınabilir. Modern eğitimin doğduğu topraklar olarak gösterilen Fransa’da, eğitim ilk etapta zorunlu ve parasız hale getirildi. Memleket meselelerinde o toprak üzerine yaşayan her bireyin etkin olması gerektiği yönündeki düşünce bu uygulamaya olanak sağlamıştır. Her çocuk için zorunlu, parasız ve laik ilkelere göre verilen eğitim ile çocuklara pek çok sorumluluk yüklendi. Her doğan çocuk öncelikle ailesine değil devlete aitti. Böylece çocuklar aitlik duygusu üzerinden devletle bir çeşit mülkiyet ilişkisi içine girmiş oldu. Bu ilişkide çocuklar haklarından ziyade görevleri ile tanınan ve rejimin teminatı olarak görülen bir role yerleştirildi. Bu ilişki ağında okullar devletin idealize ettiği yurttaş çocukların yetiştirildiği bir fabrika gibiydi. Merkezi ve devletçi kodların hâkim olduğu bu yapıda çocuklar Fransa’daki yeni soyun temsilcileri idi. Yeni bir soy yaratılacak ve ülke bu soy üzerinden gelişecekti. İşte bu düşünceler öncülüğünde çocuklar Tanrı’nın kovulduğu okullarda aldıkları eğitimler ile topluma karışacak ve ülkeyi kalkındıracaklardı. Yoksulluk, endüstriyel atılımlar, boş inançların hükümsüzlüğü, kır kent ayrımı gibi yapısal sorunlar yeni topluma aldıkları eğitim ile karışacak çocukların vatansever yükümlükleri arasındaydı. Bütün bu sorumluluk ve mücadele ortamında bireyci, bağımsız, özerklik duygusunu tatmış çocuklar ile devrim topluma mal olacaktı. KAYNAKÇA AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, (2006), Ulus Devlet ya da Halkın Egemenliği, İmge Yayınları, Ankara. ALKAN, Türker, (1989), Siyasal Bilinç ve Toplumsal Değişim, Gündoğdu Yayınları, Ankara. APPLE, Michael W., (2006), Eğitim ve İktidar, Kalkedon Yayınları, İstanbul. ARENDT, Hannah, (2012), Devrim Üzerine, Çev: Onur Eylül Kara, İletişim Yayınları, İstanbul. Sosyoloji Çalışmaları 239 BAKIR, Kemal, (2016), Natüralist Eğitim, Jean-Jacques Rousseau’da Eğitimin Toplumsal ve Ahlaki Temelleri, Pegem Akademi, Ankara. BADAMCHI, Devrim Kabasakal, (2017), Jean- Jacques Rousseau’nun Eğitim Anlayışının Temelleri: Birey Emile mi, Vatandaş Emile mi?, BeytulHikme An İnternational Journal Philosophy, 7 (1), pp. 107-127. BUMİN, Kürşat, (1983), Batı’da Devlet Ve Çocuk, Alan Yayıncılık, İstanbul. ÇİÇEK, Nazan, (2012), “Erken Cumhuriyet Döneminde Modern Çocukluk Nosyonunun Görünümleri Üzerine Bir Analiz”, Mülkiye Dergisi, Sayı: 36 (4), ss. 69-104. HOBSBAWM, Eric J., (2000), Devrim Çağı 1789 – 1848, Çev: Bahadır Sina Şener, Dost Yayınları, Ankara. FEBVRE, Lucien, (1995), Uygarlık, Kapitalizm, Kapitalistler, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, Ankara. FURET, Fronçois, (2013), Devrim’in Yorumu, Çev: Ahmet Kuyaş, Doğu Batı Yayınları, Ankara. İNAL, Kemal, (2017), Çocuk Hakları ve Siyaset, Propaganda Yayınları. KILIÇBAY, Mehmet Ali, (2004). “En gerçek senaryo”, Eski Rejim ve Devrim, Çev: Turhan Ilgaz, İmge Yayınları, Ankara, ss. 9-18. KORKMAZ, Murat ve Gönül ÖKTEM, (2014), “Rousseau’nun Eğitim Anlayışı”, Eğitim ve Öğretim Araştırmaları Dergisi, Cilt: 3, sayı: 1, ss. 174-186. ÖRDEM, Özlem Aydoğmuş ve Berry MAYALL, (2016), “Çocuk Hakları ile İlgili Çocukluk Dönemi Sosyolojisi”, Turkish Studies, Volume: 11/18, ss. 161-176. ÖZTAN, Güven Gürkan, (2013), Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. ÖZTÜRK, Armağan, (2008), “Cumhuriyetçilik Ayracında Yurtsever Anlayışın İdeolojik Kökleri”, (Der.), Nafız Tok, Cumhuriyetçilik, Orion Yayınları, Ankara, ss. 119-138. ÖZTÜRK, Armağan, (2014), “Devrim, Jakobenizm ve Özgürlük”, Bibliotech 20, ss. 48-53. ÖZTÜRK, Armağan, (2016), “Fransız Devrimi’nde Şiddet ve Devlet”, Düşünen Siyaset 32, ss. 13-27. MOORE, Barrington, (2003), Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Çev: Şirin Tekeli ve Alaeddin Şenel, İmge Yayınları, Ankara. NISBET, Robert, (1980), History of theIdea of Progress, Macmillan, London. PHILONENKO, Alexis, (2003), “Eğitim Maddesi”, Çev: Emel Ergun, Yayına Hazırlayanlar: P. Raynaud ve S. Rials, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul, 281-287. ROUSSEAU, J.J., (2002), Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine, Cev. Mehmet Basturk ve Yavuz Kızılcim, Babil Yayınları, Erzurum. 240 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ROUSSEAU, J. J. (2005). Emile “Bir Çocuk Büyüyor”, Selis Kitaplar, İstanbul. ROUSSEAU, J.J. (2007), Emile, Çev: Ülkü Akagündüz, Selis, İstanbul. ROUSSEAU, J. J., (2011), Emile ya da Eğitim Üzerine, Çev. Y. Avunç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. SCHNAPPER, Dominique, (1996), “Yurttaşlar Cemaati”, Dersimiz: Yurttaşlık, Haz. Turhan Ilgaz, Kesit Yayıncılık, İstanbul, ss. 145-155. SKINNER, Quentin, (2006), “Adalet, Kamu Yararı ve Özgürlüğün Önceliği Üzerine”, (Der.), Andre Berten, Liberaller ve Cemaatçiler, Çev: Kolektif, Dost Yayınları, Ankara, ss. 173-186. SKOCPOL, Theda, (2004), Devletler ve Toplumsal Devrimler, Çev: S. Erdem Türközü, İmge Yayınları, Ankara. ŞİRİN, Selçuk Funda, (2013), “İktidar ve Çocuk”, Turkish Studies, Volume: 8/8, ss. 1275-1284. TAYLOR, Charles, (2006), “Yanlış Anlaşmalar: Cemaatçi-Liberal Tartışması, (Der.), Andre Berten, Liberaller ve Cemaatçiler, Çev: Kolektif, Dost Yayınları, Ankara, ss. 77-104. TILLY, Charles, (2001), Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, Çev: Kudret Emiroğlu, İmge Yayınları, Ankara. TOCQUEVILLE, Alexis de, (2004), Eski Rejim ve Devrim, Çev: Turhan Ilgaz, İmge Yayınları, Ankara. TÜRKOĞLU, Adil, (Tarihsiz), “Türk ve Fransız Eğitim Sistemlerinin Evriminin Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi”, http://dergiler.ankara.edu.tr/ dergiler/40/504/6098.pdf, Erişim Tarihi: 10. 02. 2017, ss. 177-197. USLU, Ateş, (2016), “Jakobenizm ve Devrimci Halk Hareketleri (1789-1794)”, Doğu Batı 78, ss. 195-228. Sosyoloji Çalışmaları 241 BÜROKRATİKLEŞME, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI VE İMSAK VAKTİNİN TESPİTİ MESELESİ1 BUREAUCRATIZATION, DIRECTORATE OF RELIGIOUS AFFAIRS AND DETERMINATION OF İMSAK TIME QUESTION Mustafa GÜLTEKİN2* ÖZET Bu çalışma Türkiye’de son yıllarda neredeyse her Ramazan ayında tekerrür eden Diyanet İşleri Başkanlığı ve bazı ilahiyatçı ve din adamları arasındaki oruç ibadetine başlamayı simgeleyen imsak vaktinin tespiti meselesini tartışmaktadır. Bu tartışma yüzyıllardır her Müslüman’ın kolaylıkla belirleyebileceği bir dini vaktin Türkiye’de laik temellere sahip devletin dini görevleri olan bu kurumu aracılığıyla, neden resmi olarak kendi yayımladığı imsakiyeden ödün vermemesinin yönetimle ilgili nedenlerine odaklanmaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde Batı’da Aydınlanma sonrası dini otoritenin geriletilmesi ve devletin modern bilimin kılavuzluğunda laik yönelimli tek tipleşmesi süreçleri ve sosyolojik bir analiz aracı olarak Weber’in modern çağdaki “bürokratikleşme” kavramsallaştırması ele alınacaktır. İkinci bölümde birinci bölümdeki tartışmadan kalkarak, dini kurumları kaldıran (1924) Cumhuriyet Türkiye’sinin aynı yılda laik yapıda ama dini görevleri olan bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşunun arka planına yer verilecektir. Akabinde ise bu kurumun dini vakitler bağlamında Türkiye’deki Müslümanlar üzerinde “mantıksal bütünleşme”yi (Durkheim) tesis etme amaçlı “sembolik iktidar”ından (Bourdieu) yararlanarak dini hususlardaki tekel kurma mücadelesine yer verilecektir. Üçüncü bölümde ise imsak vaktinin tespiti tartışmasının karşıt taraflarını oluşturan Diyanet İşleri Başkanlığı ve bazı ilahiyatçıların ve din adamlarının medya aracılığıyla yaptıkları yorumlar analiz edilecektir. Anahtar Kelimeler: İmsak Vakti, Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam, Laiklik, Weber, Bürokratikleşme, Durkheim, Bourdieu, Sembolik İktidar, Kaideleştirme ABSTRACT This study discusses the almost annually recurring issue of the determination of imsak time -the sign of fasting praying- in Ramadan month among the Directorate 1 Bu çalışma, İksad tarafından 27-30 Ekim 2016 tarihleri arasında Antalya ilinde düzenlenmiş olan 3. Uluslar arası Çin’den Adriyatik’e Sosyal Bilim Kongresi’nde “Kamusal Zamanın İnşacısı Olarak Devletin İmsak Vaktini Belirlemesindeki Sembolik İktidarı Üzerine” adlı başlıkla sunulan bildiri metninin büyük ölçüde gözden geçirilmiş ve genişletilmiş halidir. 2 Dr. Öğr. Üyesi, Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, e-posta: mustafagultekin2@gmail.com 242 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI of Religious Affairs, some theologians and religious men. This debate focuses on the administrative reasons of not making concessions on the official Ramadan timetable, issued by this religious institution of laicist state, without which muslims had been easily determined this religious time for centuries. In the first part of the study, receding the religious authority into background after the Western Enlightenment, the processes of laicist-oriented standardization of State under the guidance of modern science and Weber’s conceptualization of bureaucratization in modern age will be covered. In the second part, starting from the first part’s point, background of the abolishing religious institutions (1924) by Republican Turkey, including the constitution of Directorate of Religious Affairs in the same year as laicist-structure but having religious functions will be discussed. Right after, this institution will be evaluated on monopolizing religious issues by utilizing symbolic power (Bourdieu) and establishing logical integration (Durkheim) on Muslims of Turkey in the context of religious times. In the third part, some interpretations of opposition side such as Directorate of Religious Affairs, theologians and religious men on the determination of imsak time will be analyzed. Keywords: İmsak time, Directorate of Religious Affairs, Islam, Laicism, Weber, Bureaucratization, Durkheim, Bourdieu, Symbolic Power, Codification GİRİŞ Türkiye’de son yıllarda özellikle Müslümanların kutsal ayı olan Ramazan ayında tekerrür eden tartışmalardan en önde gelenini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çıkardığı imsakiyelerde “imsak vaktinin (Müslümanların oruca başlama vakti) hatalı olduğu ve dolayısıyla oruç tutan Müslümanların olması gereken vakitten daha erken bir vakitte oruca başlatıldığı” iddiası oluşturmaktadır. Bu çalışma, bu iddianın resmi muhatabı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu iddiayı çeşitli gerekçelerle ileri süren veya arkasında duran ilahiyat hocaları ve din adamları–çalışmamızda Diyanet’in resmi görüşünü savunan ve din adamı olarak bilinen bir kimseyi de çalışmamıza dahil ettiğimizi unutmadan- arasında medya üzerinden gerçekleşen tartışmayı sosyolojinin kavramsal araçlarıyla analiz etmeyi amaçlamaktadır. Bununla birlikte, bu konunun seçilmesinin en önemli gerekçelerinden biri şöyledir: Osmanlı’da başlayan “sekülerleşme” ve “bürokratikleşme” eğilimini31 Cumhuriyet kadroları sürdürmekle birlikte, 1924’te seküler bir yapı içerisinde kurulmasına karşın dini görevleri olan bir birim olan Diyanet’in kurulmasıyla devletin ibadet saatlerini belirleme tekelini ele geçirmesidir. “Seküler” temelli bir devlet olmasına karşın “din”le ilgili bir hususu Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla kontrol altında tutması, ilk bakışta paradoksal bir izlenim uyandırmasına karşın, bu durum modern bir devlet olan yeni Cumhuriyet’in din kurumu dâhil tüm kurumları Weberci 3 Osmanlı’nın modernleşmesiyle hem dini kurumlar hem de seküler kurumlar “ikilik” halinde Cumhuriyet’in kurulmasına dek bir arada bulunmuştur. Sosyoloji Çalışmaları 243 anlamda “bürokratikleştirme”sinin bir örneğini teşkil etmektedir. Bu ön kabulle hareket eden bu çalışma; “modern devlet”in “bürokratikleşme” eğilimini mezkûr örnek üzerinden sınamaya çalışmaktadır. Ön kabul olarak ve kullandığımız analitik araç olarak Weber’in “bürokratikleşme” tezini kabul etmekle beraber, çağdaş sosyolojinin bilhassa 20. yy.ın son çeyreğinde ürettiği devasa sosyolojik külliyatla sosyolojik teorinin zirvelerinden biri olan Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün birbiriyle bağlantılı iki kavramını da akılda tutmak gerektiği düşüncesindeyim. Weber’in “Devlet, şiddetin meşru kullanımını tekelinde tutan bir topluluktur”(2002: 425) olarak yaptığı tanımda devletin “fiziksel iktidar”ına gönderme yapıldığını iddia eden Bourdieu, devletin ayrıca “sembolik iktidar”ın da tekelini elinde bulunduran yegâne mercii olduğunu ileri sürerek daha kapsamlı bir devlet tanımı ortaya koydu (Wacquant vd., 2007: 59). Bourdieu, Durkheim’ın özellikle son çalışması olan Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri’nde (2005) toplumun üyelerinin “ahlaki bütünleşme”sini sağlamanın aynı zamanda “mantıksal konformizm”in tesis edilerek sağlanabileceğine dair tezini (Bourdieu, 1977: 408) siyasi bir çerçevede yeniden ele aldı ve bireylerin sahip oldukları “kategoriler”in “toplumsal” olmakla beraber “içerme” ve dışlama” mekanizmasını sağlayan sembolik sistemler olduğunu (Swartz, 2011:126-127) ve sembolik sistemlerin esas üreticisinin devlet olduğunu keşfetti (Bourdieu, 2015:199-214). Ahmet Muhtar Paşa’yla41 beraber “pozitif bilim”in kılavuzluğunda hassas astronomik ölçüm aletleriyle 20. yy.ın başından itibaren ölçülmeye başlayan ibadet vakitlerinin bu şekilde tespiti devlet tarafından “meşru” görülür. “Zaman” üzerinde de “sembolik iktidar”a sahip olduğunu kabul ettiğimiz devlet, Weber’in dediği anlamda “hesaplanabilirlik”, “kişiden arındırılmışlık”, “nesnellik” ve “keyfiliğin dışlanması”yla “zaman” üzerinde tek “meşru otorite” olduğunu ilan eder. Ayrıca, Bourdieu’nün Weber’in bürokrasi ve bürokratikleşme kavramlarını hatırlatan “kaideleştirme” 4 Abdülaziz Bayındır, 1989 yılının Nisan ayında Ahmet Muhtar Paşa’nın bilimsel olarak iddia edilen tezinin hatalı olduğunu ayrıntılarıyla şöyle açıklamıştır: “Takvimlere gelince, bugünkü anlamda takvim çalışmaları Tanzimat’tan sonra yapılmıştır. Maalesef o zaman bir kısım aydınların ufkunu karartan batı hayranlığı namaz vakitleri konusunda da çok açık bir şekilde görülmüştür. Bu konuda kaynak kabul edilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa bilgilerini, fıkıh kitaplarında yazılı tanımlara uygun olarak yapacağı gözlemlere dayandırma yerine Avrupalıların yaptıklarını belirttiği çeşitli rasatlara dayandırmıştır. Fecr-i kazibin bir zodyak ışını, yani burçlardan gelen bir ışın olduğunu belirtmiş, bu ışın akşamleyin de görülebileceği için ayrıca şafak-ı kazib diye bir terim icad etmiştir. Islah-ı Takvîm adlı eserinde (s.67) belirttiğine göre ekvator kuşağı dışında fecr-i kazib yalnız Eylül, Ekim ve Kasım aylarında görülebilmektedir. Riyaz’ül-Muhtar adlı eserinde ise (s.320) 30° enlemden sonra fecr-i kazib’in görülemeyeceğini belirtmekte ve Dersaadet’te yani İstanbul’da doğan fecrin doğrudan doğruya (fecr-i sadık olduğunu ayrıca ifade etmektedir. Paşa, bu açık ifadesine rağmen fecr-i kazib’in zodyak ışınlarından (zıya-ı mıntakî) başka bir şey olmadığı hususunda şaşırtıcı bir ifade kullanmaktadır” (Bayındır, 1989). 244 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI kavramını da akılda tutmak faydalı olabilir. “Kaideleştirme” kısaca; devletin büyük bürokrasilerine düşen sembolik düzene sokma veya sembolik düzenin muhafazası işlemidir. Araç kullanımı örneğinde görüleceği üzere “kaideleştirme”, kolektif bir “netleştirme” ve “homojenleştirme” getirisi sağlar (Bourdieu, 2013: 128-130). Çalışma üç bölümden ibarettir. Birinci bölümde çalışmanın sosyolojik teoride ne tür bir kavramsal çerçeveye dayandığı verilmeye çalışılmıştır. İkinci bölümde Türkiye’ye özgü laikliğin Türkiye’de yaşayan tüm Müslümanları “birleştirici” bir mercii olarak icat ettiği “seküler” yapılı, ama dini görevleri olan Diyanet İşleri Başkanlığı tartışılmıştır. Üçüncü bölümde ise bu tartışmayı akademik alanda kimin başlattığı ve günümüzde medya üzerinden Diyanet’in ve bu hususta karşıt iddiaları olan muhaliflerinin yorumları analiz edilmiştir. 1. Kavramsal Bir Çerçeve 18. yy.da ortaya çıkan Aydınlanma düşüncesi bilhassa filozofların öncülüğünde Batı Avrupa’da önemli bir tarihsel kopuşa tanıklık etti. Amerikan ve İngiliz devrimleri tarihte Batı toplumları açısından yeni bir miladı temsil etmesine karşın, hususi olarak Fransız Devrimi ve devrimden ayrı düşünülemeyecek olan Aydınlanma düşüncesi/felsefesi, ansiklopedistlerle ve onların yücelttiği “akıl” ve “bilim” aracılığıyla Batı dışı tüm toplumların da model aldığı Weberci anlamda bir “ideal tipi” temsil etti. Aydınlanma’nın birçok ulusal görünümleri olmasına karşın onun ruhunu teşkil eden Fransız Aydınlanmasını ana hatlarıyla iki yorumda özetlemek mümkündür: 1) Bütüncül bir din eleştirine girişilmesi ve farklılıklar olmasına karşın bu yorum hattında ortak eğilimin dinin kurumsal işleyişinin toplumsal mutsuzluğun ana nedenlerinden birini oluşturması. 2) Ancien (eski) rejimin siyasal düzenine tepki ve yeniden düzenlenmesi talebi (Çiğdem, 2003: 36). Özellikle Fransız aydınlanmacıları, rahiplerin(din adamlarının) Fransa’da Tanrı’yı ve dini, kilisenin kendi sosyal imtiyazlarını devam ettirmek için kötücül bir şekilde enstrümanlaştırmalarına cepheden saldırdılar (Diderot & D’Alembert, 2005: 252-253; Çiğdem, 2003: 40). Ayrıca, “Tanrı” ya da “dini düşünce”nin tam bir reddiyesi olmamakla birlikte, “Tanrı” ve “din”i, aklın sınırları içerisine çeken ve onu “akıl” aracılığıyla kavramaya dönük daha önce görülmemiş biçimde yeni bir yorum da geliştirdiler (Diderot & D’Alembert, 2005: 192). Gelgelelim, Hıristiyanlığın geleneksel “Tanrı” ve “din” yorumuna “akıl”la beraber radikal bir eleştiri getirilse bile, Weber’e göre (2002: 217-218) günümüzde- kendi entelektüel serüvenini içeren 19.yy.ın son çeyreğinden 1920 tarihli ölümüne kadar olan dönemi muhtemelen kastediyor– dini dışlamayan bir bilimsel anlayış tarzı devam etmişti. Foucault ise bu iddiayı Sosyoloji Çalışmaları 245 başka bir tartışma bağlamında doğrulayacak biçimde; hümanist hareketin tarihinin 19.yy.ın sonuna denk geldiğini, 16. 17. ve 18.yy.larda ise kültürün tanrıyla, doğayla, şeylerin benzerliğiyle, uzayın yasalarıyla, bedenlerle, tutkularla, imgelerle meşgul olduğunu, kesinlikle insanın olmadığını (2004: 32) dile getirerek Tanrı’nın 19.yy. ın sonuna kadar “O” olmaksızın hiçbir şeyin anlaşılamayacağı temel bir belirleyici olduğunu vurguluyordu. Gelgelelim Weber, ifadenin geçtiği “Bir Meslek Olarak Bilim” adlı aynı konuşmada, yaşadığı dönemde “bilim”in “din” ve “anlam”la olan derin kopuşunu ayrıca şöyle açıklıyordu: “Başta Spenser olmak üzere dönemin tüm sofu teolojisi, Tanrı’nın Orta Çağlar’ın onun aradığı yol üstünde bulunamayacağını biliyordu. Tanrı görünmez. O’nun yöntemleri bizim yöntemlerimiz değildir. Ne var ki insanlar, O’nun eserlerinin fiziksel olarak kavranabileceği müsbet bilimlerde, O’nun dünya için planladıklarının izlerini bulma umuduna kapıldılar. Ya bugün? Doğa bilimlerinde rastlanabilecek birkaç büyük çocuk dışında, kim artık astronomi, biyoloji, fizik ya da kimya alanlarındaki bulguların bize dünyanın “anlamı” hakkında herhangi bir şey öğretebileceğine inanıyor?”(2002: 218) Kilise ve devletin birbirinden ayrılmasının Fransa’da bile 1905 yılında Combes’in bakanlığı sırasında bir kanunla çıkarıldığı (akt. Huther, 2013: 21) düşünüldüğünde, Fransa’da III. Cumhuriyet’ten (1870-1940) sonra kademeli olarak, diğer toplumlarda ise yakın dönemlerde, “modernleşme”, “sekülerleşme”/ “laikleşme”, “aklileşme”nin belli bir süreçle devlet kurumlarında yer etmeye başladığını gözlemlemek mümkündü. Bu durum da “sosyoloji”nin isim babası olan Auguste Comte’un “üç hal yasası”nın son evresi olan “pozitif aşama”yı andırır biçimde, pozitif bilimin “teoloji”nin ve “metafizik”in felsefenin yerini aldığına (Comte, 2001: 33) dair bariz değişimlerin habercisi gibiydi. Bu arada, modern bilimlerin gelişmesi ve modern devletin gelişmesi birbirine son derece paralel bir şekilde ilerliyordu. Örneğin, “modern devlet kararlarını dayandırabileceği daha kesin bilgiye duyduğu gereksinimi onsekizinci yüzyılda yeni bazı bilgilerin ortaya çıkmasına yol açmıştı” (Gulbenkian Komisyonu, 1998: 15). “Teoloji”nin ve “metafizik”in arkada bırakılıp “bilim”in yeni karar verici olması ve teknolojiye uygulanması -Batı’da da diğer Batı dışı toplumlarda da ilk olarak askeri alanda kullanılıyor- devlet kurumlarının “bilimselleştirilmesi”ni, dolayısıyla toplumların “bürokratikleşmesi”ni beraberinde getirdi. “Bürokrasi” ve “bürokratikleşme” olgusu klasik sosyolojinin kurucu babalarından Weber’in ilgilendiği temalardan birini oluşturuyordu (bkz. Weber, 2002: 290-324). Weber’in “bürokratikleşme” (ister devlet kurumlarında ister özel işletmelerde olsun) tasviri modern çağda devleti; her şeyin “standartlaştırıldığı”, “keyfiliğin dışlandığı” ve tüm ilişkilerin “kişiden arındırılmışlık”la karakterize edildiği yeni bir forma sokuyordu. 246 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Weber’e göre (2002: 308) “doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, birlik, tam bağımlılık, sürtüşmenin ve maddi ve kişisel maliyetlerin azaltılması bürokratikleşmiş bir yönetimde optimum noktasına getirilir.” Bununla birlikte, bürokratikleşmiş yönetimle piyasa ekonomisi arasındaki ilişkiyi Weber şöyle kuruyordu: “Bugün resmi yönetim işlerinin hatasız, net, sürekli ve olabildiğince hızlı görülmesini takip edenlerin başında kapitalist piyasa ekonomisi gelmektedir. Normal olarak, çok büyük modern kapitalist işletmelerin kendileri de katı bürokratik örgütlenmenin başlıca modelleridir. Tüm iş yönetimi giderek artan doğruluk, düzenlilik ve en önemlisi işlemlerin hızlılığı esasına dayanır hale gelmiştir” (2002: 309). Ayrıca, Weber, işin “nesnel” biçimde yürütülmesi her şeyden önce hesaplanabilir kurallara göre ve “kişilere göre değişmeyen” bir biçimde yürütülmesi demektir” (2002: 309) diyerek kişilere göre değişen keyfi karar almaların dışlandığını ilan ediyordu. Bu kavramsal tartışmadan hareket ederek son dönem Osmanlı ve Cumhuriyet bağlamındaki değişimleri araştırma konumuz açısından daha iyi kavramak mümkün gözükmektedir. Özellikle I. Dünya Savaşı Batı toplumları arasında büyük yıkımlar getirmekle beraber, birçok toplumda olduğu gibi Osmanlı’da da devlet yönetiminin geleneksel(örfi) ve dinsel teamüllerden kopartılarak tam bir “bürokratikleşmesi”ni bir zorunluluk olarak beraberinde getirdi. Bürokratikleşmesini belli bir seviyeye taşıyan Osmanlı Devleti’nin çöküşü sonrası kurulan Cumhuriyet, savaşın ve uluslararası piyasanın dayatmaları altındaydı. “Cumhuriyetçi” ve “laik” yönetici erk, inşa etmeye çalıştıkları Bourdieucü manada “sembolik düzen”e de uyacak biçimde, zamanı da (takvim ve saati) Batılı tarzda, tek tip, geleneksellikten ve keyfilikten uzak, bürokratik bir yapıya girmeye zorladı (Gültekin, 2017). Geç Dönem Osmanlı döneminde başlayan, Cumhuriyet’le beraber radikalleşen reformlarla geleneksel “saat” ve “takvim” hükümsüz kılındı ve tek bir “takvim” ve “saat” tipi tercih edilerek Batı tipi “saat” ve “takvim” kabul edildi (Wishnitzer, 2015: 183-192). Hilafetin ilgası (1924) Şeyhülislamlığın kaldırılması (1924) ve Cumhuriyet’i kuran kadroların din işlerinin laik temellere dayanan devlet tarafından salt dinin teknik kısımlarıyla ilgili işlerle sınırlandırılan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (1924) kurulması, Hicri takvimin resmi olarak ilga edilmesi ve resmi işlerde miladi takvimin kullanılmasının yasallaşması (1925), ezani/alaturka saatin resmi olarak ilga edilmesi ve alafranga saatin resmi işlerde kullanılmasının yasallaşması (1925), Müslümanların özellikle son yıllarda yoğun biçimde medyada tartışılan Türkiye’de özellikle ramazanda tam olarak ne zaman oruç tutmaya başlayacaklarına ve sabah namazını ne zaman kılacakları meselesini anlaşılır kılacak sosyo-tarihsel süreçteki yasal düzenlemeleri oluşturdu. Sosyoloji Çalışmaları 247 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın -gelecek bölümde daha detaylı bilgi verilecektir- çalışma konumuzu oluşturan görev ve sorumluluklarından biri de ibadetlerin zaman bakımından tayin ve tespitidir. Gelgelelim, sorun da tam bu noktada çıkıyor gözükmektedir. İslamiyet’in ilk yıllarından beri neredeyse akli melekeleri yerinde olan her Müslüman ferdin çıplak gözle kestirebildiği bir ölçme işlemiyle gerçekleşen ibadet zamanının tespiti meselesi, Cumhuriyet’in ilgili anayasal düzenlemelerindeki radikal değişimle toplum düzeyinde günümüze kadar süregelen bir sorun - bizim çalışmamız bu meseleyi imsak vaktinin tespiti üzerinden ele alıyor- halini alıyordu. Bu çalışmanın temel problematiği şöyledir: “Türkiye’de Cumhuriyet sonrası laikliği benimseyen modern bürokratik devlet, Ramazan aylarında Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla resmi olarak ilan ettiği imsak vakitleriyle -diğer vakitleri de beraber düşünürsek- Müslüman fertlerin ibadet saatlerini belirleme ve yorumlama gücünü ellerinden mi alıyordu?” Gelecek bölümde, Türkiye’ye özgü laikliğin tezahürlerinden olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili bir tartışmaya yer verilecektir. 2. Türkiye Laikliğinin “Bütünleştirici” Bir Mercii: Diyanet İşleri Başkanlığı Cumhuriyeti kuran kadroların kabaca “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak telakki edilen “laiklik” ilkesini nasıl algıladıklarıyla doğrudan ilişkili olan Cumhuriyet devrimlerinin ne gibi bir devlet ve toplum modeli benimsedikleri, son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda din-modernleşme-siyaset arasındaki ilişkilerin nasıl bir mahiyet taşıdığıyla mukayese edilmeksizin kolayca anlaşılamaz. İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’siyle belli bir kopuşu simgelediği din-modernleşme-siyaset arasındaki ilişkilerin, Osmanlı’da ne gibi bir özellik gösterdiğini şu şekilde açıklamaktadır: “İslamın bekasının devletin bekasıyla aynileştirilmesi ve devletin bekasının da “zarureten” ıslahatla mümkün görülmesi, dinin/ geleneğin aslına “sadakatten” daha ziyade uygun yeni çözümleri dini bir kalıp içerisinde sunma, sunabilme gayretlerini birinci plana çıkarmıştır. 1923 sonrasında Cumhuriyet Türkiyesi’nin dinsiyaset-batılılaşma düzleminde terkettiği işte bu modernleşme ile dinileşmeyi birlikte götürme istikametindeki üst siyasettir. Aslında Cumhuriyet ideolojisi de bir tür dinileşme politikası gütmüştür fakat bu siyaset, düşünce ve uygulama planında bir üst siyaset olmadığı gibi din-modernleşme-siyaset çizgisinde Türkiye’nin tarihi tecrübeleri zaviyesinden layık olduğu ve kendisini taşıyabilecek bir yöneliş de değildir. Ortaya çıkan siyaset, dinin politik manevralar, meşruiyet 248 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ve toplumsal nüfuz aracı olarak “kullanılması”ndan ibarettir”(Kara, 2016: 27-28). Cumhuriyet döneminde dinin devlet tarafından algılanma tarzında laik bir siyaset izlenmesi sebebiyle ciddi bir kopuş olduğunu ve dinin laik temellere dayanan yeni devlet için topluma sızılmasında politik niyetlerle işlevselleştirilen bir enstrüman olduğunu yorumlayan Kara, 1924’te Cumhuriyet kadrolarının gerçekleştirdiği üç reformla; Osmanlı devletinde siyasal, hukuki ve eğitim gibi alanlarda başat bir görevi icra eden ve en tepede Şeyhülislamlıkla temsil edilen dinin güçlü konumunun, Hilafetin İlgası, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun kurulmasıyla minimize edildiğini bir anlamda ileri sürer (2016: 55-57). Osmanlı devletindeki kritik konumundan başbakanlığa bağlı birim olarak bile kabul edilmeyip başbakanlığa bağlı bir başkanlık olarak görevlendirilen ve yetkilendirilen, dinin sadece itikat ve ibadet işlerini düzenleme görevine indirgendiği51 bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı, yukarıda zikredilen din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak karakterize edilen laiklik ilkesini62 uygulamıştır. Toplumsal birlik ve beraberliği sağlamaya yardımcı olan ve devlet elitleri tarafından kontrol altında tutularak tahakküm altında milli bir dinin oluşturulmaya çalışıldığını Kara şu şekilde yorumlar: 5 1978-1986 yılları arasında toplam 8 yıl 9 ay Diyanet İşleri Başkanlığını sürdürmüş olan Tayyar Altıkulaç, yeni kurulan laik Cumhuriyet’teki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsünü, devletin laik bir temelde olması sebebiyle önceki dönemde dinle devletin birbirinin mütemmim cüzü olduğu Osmanlı döneminden keskin bir kopuş sergileyerek devletin sadece muayyen konularla ilgilenen, muamelat konularına kesinlikle karışmayan konumunu şöyle izah eder: “1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken bu müessesenin bir önceki devrede mevcut olan Şeyhülislamlığın bir devamı gibi görülmediği kesin. Çünkü yeni bir rejim gündeme gelmiştir. Devlet yönetiminde laiklik temel bir ilke olarak kabul edilmiştir. Bu bünyeye uygun bir dini idare, diyanet modeli düşünülmüş ve bu düşünceden hareketle Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Tabii araya laiklik girince Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın ancak muayyen konularıyla ilgilenmesi, özellikle de muamelat konularıyla ilgilenmemesi ve bunların yasama organına bırakılması gibi temel bir ayırım ortaya çıkmıştır. Kısaca söylemek gerekirse, Diyanet İşleri Başkanlığı yeni kurulan devletin bünyesine uygun bir statüyle kurulmuştur” (akt. Ertunç, 2004: 169-170). 6 Laik bir temele dayanan bir devlette Türkiye’de uygulanan laikliğin Batı’daki muadillerine nazaran temelde ne tür farklılıklar taşıdığını anlamamız açısından Diyanet İşleri Başkanlığı bizatihi temel bir mukayese nesnesi olabilir. Ahmet Cemil Ertunç, birincil kaynaklara dayanan Cumhuriyetin Tarihi adlı çalışmasında (2004) söylediğimiz minvalde bir yorumda bulunur: “Türkiye laikliğinin Batı’dakinden farklı yönlerinden en önemlisini Diyanet İşleri Başkanlığı teşkil eder. Laikliğin Batı toplumlarında uygulanan biçimini ifade eden “otoritenin ayrışması” laik devletin din işlerine dinin ise laik devletin işlerine karışmamasını gerektirir. Fakat laikliğin Türkiye’ye uyarlanmasının getirdiği temel bir farklılık olarak devlet laikliğine rağmen dinle ilişkisini kesmez. Diyanet İşleri Başkanlığı ise bunun kurumsal karşılığı olur” (akt. Ertunç, 2004: 170). Bu eğilim de din ve devlet işleri arasında bir ayrım gözetmesine rağmen devletin dinsellikle ilgili mevzularda geniş bir denetim ve müdahale yetkisi veren laiklik anlayışına yönelik en büyük eleştiri noktasını oluşturmaktadır (akt. Narlı, 1994: 24). Sosyoloji Çalışmaları 249 “…laiklik ilkesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı organizasyonuna dair mevzuat ve uygulamalar çok alt düzeyde işlemiş, bir başka ifade ile siyasi merkezin dini alana ve giderek dini yaşantıya tahakküm etmesine dönüşmüştür. Dine tahakküm ve dini alanın daraltılması, kısıtlanması şeklinde anlaşılan ve yorumlanan din-siyaset ilişkileri, neticeleri itibariyle dini toplumsal gerilim ve tehlike/tehdit alanlarından biri saymak, siyasi meşruluk araçlarından biri olarak kullanmak, yeni, seküler ve uygun bir din yorumunun (milli din) ortaya çıkması için sürekli ve etkin tedbirlere başvurmaktan öte bir yere varmış gözükmemektedir” (Kara, 2000: 45). Ahmet Yaşar Ocak’a göre (2013:117) hiçbir tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar İslam’ı bir ideoloji haline getirmiş olan Osmanlı devleti, Cumhuriyet’i kurduktan kısa bir süre sonra Cumhuriyetçi radikal bir laisizme dönüşmüştü. Ocak, bu dönüşümü sağlayan inkılâpların nasıl İslam’dan radikal laik bir milliyetçi kimliğe geçiş yaptığını, inkılapların İslam’ın devletle ve toplumla ilişkisini resmi olarak kestiğini ve mezkûr dönüşümlerin çalışmamızla doğrudan ilgili olan 1924’te Umur-ı Diniye Riyaseti’nin (daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı olarak değiştiriliyor) kurulmasıyla cami hizmetleri ve Müslüman halkın diğer dini ihtiyaçlarına yönelik bütün kurumlaşmanın, yeni kurulan devletin kontrolü ve takibatına girmesi dolayısıyla, İslam’ın da devletin kontrol ve takibine alındığını ileri sürüyordu (2013: 118-119). Cumhuriyet kadrolarının dinin yeni konumunu tayin ederken zihinlerindeki varsayımlarını ise Gözaydın şu şekilde açıklar: “1) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük çoğunluğu İslam dinine mensuptur. 2) İslam’da ruhban sınıfı yoktur. 3) Ortak, gündelik temel ihtiyaçların devlet tarafından karşılanması gerekir tanımı içinde din de bir kamu hizmeti konusudur” (Gözaydın, 2014: 400). Bununla birlikte, Gözaydın’a göre (2014: 400) “devlet seküler yapısı içinde dini görevleri olan bir kutsama aracı üretiyor. Burada devletin ürettiği dini bilgi, sürekli rekabet halinde olduğu, lakin bir türlü ortadan kaldırmayı başaramadığı diğer dini eyleyicilerle giriştiği rekabetin bir parçası” olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı devlet yapısında devlet yönetiminin en üst noktalarından birini temsil eden halifeliğin 3 Mart 1924’te kaldırılması, devlet içinde şer’i işlerden sorumlu birimin bakanlık düzeyinde bir birim olmaktan Başbakanlığa bağlı bir başkanlık statüsüne indirilmesi ve 1928’de “Devletin dini İslamdır” ibaresinin kaldırılması, yüzyıllar boyunca Osmanlı devletinin mütemmim cüzü olan İslam dininin yeni kurulan Türk ulusal devletinin radikal laiklik politikalarıyla vicdanlara hapsedilmesine yol açtı. Devletin 250 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI “laik” ve “Batıcı” bir toplum inşa etmesinde temel bir unsur olmasının çok ötesinde, Durkheimcı anlamda “toplumsal bütünleşme”yi sağlamada devlet erkinin tercih ettiği ve Diyanet işleri Başkanlığı’nın kuruluş amacında da net biçimde ifade bulan; İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları71 ile ilgili işleri yürütmekle sınırları bir hayli çizilmiş olan dini alan tüm devlet kurumlarındaki işlevlerinden anayasal değişikliklerle kopartılmak suretiyle, sadece müminin inancını özel alanında İslami usule uygun olarak nasıl yaşaması konusundaki itikat ve ibadet işlerini düzenleyen bir düzeye indirgenmiştir. Yukarıda Kara’dan alıntıladığımız ve devletin din ile ilişkilerindeki değişimi karakterize eden üç anayasal değişiklikle İslam dininin özellikle, 1924 sonrası bazı toplumsal ve siyasal hadiselerinde82 devreye girmesiyle Yeni Türk devletinin bütüncül bir dünya görüşü değil de, kendi haklılığını türettiği Schmittci93 anlamda bir “siyasal kategori”ye zorlandığını Ahmet Çiğdem şu şekilde ifade eder: “Kemalist Kulturkampf ’ın kendisini önceleyen tarihsel örneklerinde olduğu gibi müminlerden yurttaş yaratma çabasının olmaması, İslamın bir kültür olarak kabulünü getirmemiştir. Kemalizmin en büyük keşfi, İslamı bir kültür olarak bırakmasını ona bir cemaat bahşetmekle eşanlamlı olacağını görmesidir. Dolayısıyla Kemalizm kendi İslamcı politik karını, İslamı siyasal bir kategori olarak yaşatmakla devşirmiştir. Nitekim ancak İslami talepler var oldukçadır ki, Kemalizm kendi haklılığını türetmekte zorlanmamıştır” (Çiğdem, 2001: 171). Böylelikle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki mücadele, laik, dinin devlet işlerine müdahalesine kesinlikle izin vermeyen, Batıcı değerleri ve sembolleri tüm topluma yaymak isteyen bir ideolojinin tüm kurumları dönüştürmesine sahne olmuştur. Hülasası, 1924’te Umur-ı Diniye Riyaseti veya bugünkü ismiyle Diyanet İşleri Başkanlığı olarak başbakanlığa bağlı 7 Ertunç, din ve devlet ilişkilerini belirleyen Anayasa maddesinin 136. Madde olmakla birlikte, bu maddenin diyanetin statüsünü belirlediğine işaret etmiştir: Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir”. Bu maddeden çıkarılacak olan şeyin dinin maddede yer alan dayanışma ve bütünleşmenin sistemin öngördüğü dayanışma ve bütünleşme olduğu ve bu durumunda 633 sayılı ve 1965 tarihli Diyanet kurumunun “ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek bahsinde belirtilen şeye tekabül ettiğini söylemiştir. Dolayısıyla ona göre Diyanet dini temelli bir ahlakın hâkim kılınmasının aksine ahlakın her an dine meyledebilecek yanlarını kontrol altında tutmakla irtibatlıdır ki; başörtüsü gibi en dini görünen konularda bile laik rejim fetvayı diyanete sormadan kendisi vermiştir (Ertunç, 2004: 172). 8 Şeyh Said Ayaklanması, TCF’nin kurulması, saltanata olmasa bile hilafete sempati duyan mebusların olması ve Takrir-i Sükûn gibi öne çıkan siyasi hadiseler vs. 9 Bkz. Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Yayınları, 2006. Sosyoloji Çalışmaları 251 bir birim olarak anayasanın ilgili maddesiyle görevleri belirlenmiş olan ve laik bir esasa dayanan bir devletin kontrol ve denetimiyle varlığını sürdüren bu kurum, devletin müminler üzerindeki resmi dinsel otorite olması bakımından dini meselelerde -bizim çalışmamızda bazı ilahiyatçılar ve din adamları- sürekli giriştiği dinsel bir meşruiyet kavgasının odağı olmaya devam etmektedir. 3. İmsak Vaktinin Tespiti Bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve Karşıtlarının Söylemleri Ramazan ayında tekerrür eden “imsak vakti”yle ilgili tartışmanın taraflarından birini; devletin din işleriyle ilgilenen ve devletin bu konularda anayasanın 633 sayılı kanunla10 yetkilendirdiği resmi karar mercii olan Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturmaktadır. Tartışmanın öteki tarafını ise, özellikle imsak vaktiyle ilgili Diyanet’in takvimlerde belirlediği “saatin hatalı olduğu ve müminlere yaklaşık 1 saat fazla oruç tutturulduğu ve dolayısıyla sabah namazının da vakti girmeden kılındığıyla” ilgili görüşler ileri süren bazı ilahiyatçılar ve din adamları112 oluşturmaktadır. Burada Diyanet Kurumu dışındaki karşıt yorumlara tartışmada öne çıkan belli aktörler üzerinden sınırlandırarak yer vermeye çalışacağız. Bu tartışmanın resmi kanadını Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturmaktadır. Diyanetin temel görevi; “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmektir” (Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, 1965: 4121). Ayrıca Diyanet’in din hizmetlerinden biri de çalışmamızı doğrudan ilgilendirecek şekilde namaz vakitlerinin tespitiyle ilgilidir. Diyanet, “ilgili birim ve kuruluşlarla işbirliği yaparak namaz vakitleri ve dini gün ve geceleri tespit ve ilan etmek, bunun için gerekli çalışmaları yürütmek” (Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, 1965: 4122-3) ile de yükümlüdür. Böylelikle devlet müminlerin dini ibadetleriyle ilgili Bourdieucü anlamda “sembolik iktidar”ından güç alarak Vakit Hesaplama Şubesi Müdürlüğü’nün kendi bünyesinde yaptığı çalışmalar neticesinde namaz saatlerini, dolayısıyla imsak vaktini ve iftar vakitlerini de tayin etmektedir. Astronomi uzmanları ve bu konuyla ilgilenen din adamlarıyla birlikte yürüttüğü çalışmaların 10 22/6/1965 senesinde yürürlülüğe geçen 633 numaralı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun ilk maddesi şöyledir: İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Ayrıca 633 sayılı Kanunun Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleriyle ilgili hükmü 1982 sayılı kanunda da herhangi bir değişikliğe uğratılmamıştır. 11 Çalışmamızda görüşlerine yer verdiğimiz din adamları-ilahiyatçılar şu isimlerden oluşmaktadır: Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr. Hüseyin Atay, Osman Ünlü, Ali Rıza Demircan, Cübbeli Ahmet Hoca. Devletin resmi görüşünü dile getirmekle yetkilendirilmiş ve görevlendirilmiş mercii ise Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. 252 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI neticesinde resmi olarak bu takvimi duyurmakta ve isteyen kişilerin bu bilgiyi edinmelerini sağlamaktadır. Gelgelelim, Ramazan aylarında sahurun bitiş zamanını ve sabah namazını doğrudan ilgilendiren imsak vaktiyle ilgili kurum son yıllarda ciddi eleştiriler almaktadır. Bu eleştiriler özellikle ilahiyatçılardan ve din adamlarından gelmektedir. Bu tartışmada hem diyanetin bu mesele hakkındaki “resmi söylem”ine hem de karşıtların söylemlerine yer verilecektir. Bu bölüme geçmeden evvel, bu tartışmanın başlatıcılarından olan ve bu mesele hakkında çalışmaları olan Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın iddialarına yer verilecektir. a) İmsak Tartışmasının İlk Kıvılcımı: Hüseyin Atay’ın Müdahalesi İmsak vaktiyle ilgili son yıllarda medya aracılığıyla Diyanet İşleri Başkanlığı, din adamları ve ilahiyatçıların yürüttükleri tartışmayı bundan yıllar önce ilahiyatçı Hüseyin Atay’ın12 başlattığını, öğrencisi de olan Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında (2015) dile getirmişti. Atay, söz konusu bilimsel çalışmasındaki iddiasını, imsak vakitlerinin tayin ve tespitini İslam dinindeki temel kaynaklar olan ayet, hadis, fıkıh ve fetva kitapları üzerinden haklılaştırmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, Diyanet ve bu konudaki karşıtlarının son yıllarda yaptıkları imsak vakti tartışmasına geçmeden önce, Hüseyin Atay’ın İmsak Vaktinin Tayin ve Tespiti (tarihsiz)132 adlı çalışmasından kısaca bahsedebiliriz. Atay, İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran-ı Kerim’de bu meseleyle ilgili tek ayetin olduğunu söyleyerek iddiasını gerekçelendirmeye başlar. Bu ayet şöyledir: “Tan yerinde siyah iplik ile beyaz ipliği ayırt edene kadar yiyiniz, içiniz, sonra orucu geceye kadar tamamlayınız”143 (Bakara Suresi, 178. Ayet). Atay’a göre İslam Peygamberi Hz. Muhammed bu ayeti şu şekilde açıklamıştır: “Hz. Peygamber, beyaz iplikten maksat gündüzün aydınlığı ve siyah iplikten maksat da gecenin karanlığı olduğunu açıklamıştı” (Tarihsiz: 2). Atay, Hz. Muhammed’in bu konu hakkındaki hadislerini titiz bir biçimde şu şekilde bir araya getirmiştir. Hz. Muhammed’in sözleri şöyledir: 12 Akademik çalışmalarına hala devam etmekte olan Hüseyin Atay’ın kendi adıyla kurduğu web sitesinde hazırladığı bir biyografisi mevcuttur. Bkz. http://huseyinatay.com/ Biyografi.html 13 İnternette pdf dosyası olarak sunulan ve tarafımızca kullanılan bu metinde, yayım tarihi hakkında herhangi bir kayıt düşülmediğinden yayım tarihi “tarihsiz” olarak ifade edilmiştir. 14 Bu ayetin farklı mealleri de vardır. Bunlardan biri şöyledir : “Fecrin ak çizgisi, kara çizgisinden sizce tam olarak seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın” (Bakara Suresi, 178. Ayet). Sosyoloji Çalışmaları 253 1) “Yiyiniz, içiniz yalancı şafak (kule şeklindeki aydınlık) yemenize mani olmasın.” (Ebu Davud, el-Sunan 1/548) 2) “Bilal’in ezan okuması, sahur yemenize engel olmasın, ufuktaki beyazlık da genişliğine yayılana kadar yemenize engel olmasın.” (Ali.b. Ömer Dare Kutni, 2/166) 3) a) “Yiyiniz, içiniz, Kule gibi yükselen aydınlık sizi aldatmasın. Kırmızılık ortaya çıkıncaya kadar yiyiniz, içiniz.” (Ebu Cafer Tahavi, Meanıl-Asar, 1/324-5, Bedreddin Mahmud b. Ahmed elAyni Umdetu-Karili Şerhil-Buhari, 5/211). b) “Yiyiniz, içiniz. Yükselen parlaklık sizi yemekten alıkoymasın. Kırmızılık yayılana kadar yiyiniz, içiniz.” (Sahih Tirmizi 3/224, Tahavi, Meanıl-Asar, 1/324-55) 4) “Allah Bilal’e acıma duygusu versin. Bilal olmasaydı, güneşin doğuşuna kadar bize yemek için ruhsat verileceğini umardık.” (Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalani, Feth ve Barı li-Şerhil Buhari 4/135) 5) “Sahurda Bilal’in sesi ve şu beyazlık (dikine olan) sizi aldatmasın, bırakın beyazlık yayılsın.” (Ebu Muhammed b. Ali b. Hazm elMuhalla 6/230) Atay’a göre (tarihsiz: 4) bu hadislerden şu hususlar ortaya çıkmaktadır: a) Ufukta göğe dikine kule gibi çıkan ışık hiçbir suretle muteber olmayıp buna yalancı şafak (fecri kazib) denmektedir. b) Ufuktaki beyazlık ufku kaplayacak şekilde yayılmasına kadar yenir. c) Ufukta kırmızılık yayılıncaya kadar sahur yenir. d) Güneşin doğuşuna kadar sahur yenmesinin imkânına Hz. Muhammed işaret buyurmuştur (Atay, tarihsiz: 4). Atay bu akıl yürütme ve gerekçelendirme neticesinde mevcut uygulamalarda iki yanlış olduğunu tespit etmiştir: 1) Takvimlerde yapılan iki hatayı düzeltmek gerekir. Bunlardan biri fıkıh ve hadis kitaplarında sahur vakti için gösterilen zamanın insana en zor olanını almış olmasıdır. Buna da ihtiyat denmektedir. Oysa bu yukarıda söz edilen hadislere ve dinin kolaylaştırılması emrine aykırıdır. 254 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 2) Kur’an-ı Kerimde, Hadis-i Şeriflerde, fıkıh ve fetva kitaplarında vakitler konumuz olan sahur vakti de hep tavsif, yani niteleme ve tasvir etme ile gösterilmiş ve anlatılmıştır. Dakikaya ve saate göre tayin ve tespit edilmemiştir. Bu tavsif ve tasvirleri ilk defa dakika ve saate çevirenler ve saate göre ayarlayanlar hata etmişler ve hala o hata devam etmektedir (Atay, tarihsiz: 19). c) İmsak Vaktinin Tartışma Platformu: Resmi Söylemin ve Karşıtlarının Medya Üzerinden Mücadelesi Devletin dine ilişkin “resmi söylem”ini temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu iddialara karşıt tez ileri süren ilahiyatçılar ve din âlimleriyle, Diyanet’in safında yer alan ve çalışmamızda değerlendirmelerine yer verdiğimiz 1 din adamının medya üzerinden yaptıkları değerlendirmelere ve bunların analizlerine burada yer verilecektir. Muhtelif televizyon programlarında imsak vaktiyle ilgili değerlendirmeler bir video halinde youtube.com adlı internet sitesinde ayrı bir bölüm olarak yayınlanan videolar transkribe edilerek analiz için hazırlanmıştır. Ayrıca bazı ulusal gazetelerin ve ulusal dergilerin internet sitelerinden de yararlanılmıştır. Zikrettiğimiz mezkûr tarafların görüşlerine ise şimdi geçebiliriz. Kuruculuğunu Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın yaptığı Süleymaniye Vakfı, 20.yy.ın başına kadar Müslümanların fecre bakarak imsak vaktini tayin edebilme gücünün Ahmet Muhtar Paşa’nın imsak vaktini bilimsel usullerle bulma çabalarıyla ekarte edilerek elinden alındığını ifade ediyor. Bu dönemden itibaren imsak vaktinin hassas aletlerle tespit edildiğini ve bu konudaki “bilimselleşme” için bir milat olmasına karşın gözlem için alınan tanın geçersiz olduğunu da ekliyor. “20.yy’ın başlarına kadar ufka bakarak Müslümanlar imsak vaktini tayin ederlerdi. Ahmet Muhtar Paşa’nın çalışmaları takvimi değiştirdi ve yaptığı çalışmalarla imsak vaktini -18 derece Astronomik Tan olarak belirledi. Bu olay insan gözüyle görülmez, sadece hassas aletlerle tespit edilebilir. Oysaki Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Fecrin ak çizgisi, kara çizgisinden sizce tam olarak seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın””(Bakara Suresi 178. Ayet) (tevhid_dersleri, 2015). İmsak vakti ve dolayısıyla namaz vakitleri için Diyanet’in esas aldığı Astronomik tanın (- 18 derece) namaz vakitleri için geçersiz bir ölçü olduğunu ayrıca iddia eden Abdülaziz Bayındır, gerekçelendirmesini bir konuşmasında şu şekilde yapıyor: “Diyanet İşleri Başkanlığı bugün yayınlamış oldukları bildiride diyorlar ki: Astronomik Tan’ı esas alıyoruz diyorlar. Astronomik Tan yıldız gözlemlerinde ancak kullanılabilir, namaz vakitlerinde Sosyoloji Çalışmaları 255 asla kullanılabilecek bir şey değil, yeryüzüyle alakalı bir tan değil. Bu tamamen yeryüzünden yaklaşık 400 km ve daha fazla yukarıda olan atmosferin en üst tarafına ışığın gelişi anıyla alakalı bir olaydır. Yıldız gözlemlerinde sadece işe yarar, onun dışında herhangi bir işe yaramaz” (Muvahhid Düşünce, 2013). Abdülaziz Bayındır’la ortak çalışmalarda da bulunmuş Ali Rıza Demircan, Bayındır’ın iddialarını desteklemekle beraber, asıl meselenin sabah namazının Ramazan ayında imsak vaktiyle eşitlenerek vakti girmeden kılınması olduğunu şu şekilde açıklıyor: “Abdülaziz hocamız benim dostumdur. Kendisiyle ilmi çalışmalarımızı sürekli beraber yürütürüz. Hocamız bu konuda haklıdır. Problem orucun elli dakika daha fazla tutulması değil, problem sabah namazının vaktinin girmeden kılınmış olmasıdır… Kuran’ın getirdiği bir ölçü var. “Sabahın aydınlığı gecenin karanlığından ayrıldığı vakite dek yemenize içmenize devam edin” buyuruluyor… Bunu gözlemlediğiniz zaman aslında İslam’ın iki büyük yüceliği var. Bunlardan bir tanesi koyduğu ölçülerin kolaylıkla yaşanabilir olması, bir diğer ölçüsü de anlaşılabilir olması herkes tarafından. Bu emrin muhatabı yalnızca İslam âlimleri değil, her bir oruç tutan Müslüman bu emrin muhatabıdır. Dolayısıyla bu emrin konusu olan vakit her bir Müslüman tarafından izlenebilir. Uzmanlığa da gerek yoktur. Şimdi sabahleyin Diyanet İşleri Başkanlığımızın ilan ettiği imsak vaktini lütfen balkonunuza çıkın, doğu ufkuna bakın, tıpkı gece yarısında olduğu gibi havanın kapkaranlık olduğunu göreceksiniz… Oruç emrinin muhatabı olan herkes kendi ölçüleri içinde bu gözlemleri yapmak zorunda… Aslında imsak vaktinin başlamasıyla birlikte sabah namazının vakti girmiş olur. Gerçi biraz önce okuduğumuz ayet bize orucun imsak vaktini vermekte. Ama aziz Peygamberimizin uygulamaları imsak vaktinin akabinde sabah namazının kılınmasıdır… Namazlar bize Kuran-ı Kerim ile vakitleri belirlenmiş vakitlerdir. Dolayısıyla öğle namazını 40 dakika önce kılamayacağınız gibi sabah namazını da kılamazsınız… Ramazanın dışında sabah ezanları güneşin doğuşuna 1 saat kala okunur, yarım saat kala da ne yapılır sabah namazı cemaatiyle birlikte namaz eda olunur. Fakat Ramazan’da imsak vaktiyle ezan okunuyor ve 20 dakika beklenip kılınıyor. Yani imsaktan yarım saat sonra sabah namazı bitiyor yani kılınmış oluyor. Erken kılınmış, yani vakit girmemiş oluyor” (Demircan, 2013). Cübbeli Ahmet Hoca, bir konuşmasında Diyanet’in imsak vakti konusundaki bilimsel zemini olan araştırmalarında tamamen haklı olduğunu, bunu da Abdülaziz Bayındır vb. doğrultuda düşünenleri zımnen (ad vermeden) eleştirerek şu şekilde dile getiriyor: 256 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI “Bu kadar bütünü bu dinin hesapla kitapla takvimle oluyor da, diğer namaz vakitlerinin hepsi bu takvimle, hepsi bu takvimle oluyor da, “Aydınlandı mı Aydınlanmadı mı?” diyerek bunu göz bakışına havale edemezsin. Çünkü bu göz bakışına değil, hesapladır. Yani ben onu gökte gördüğüm için Allah’ın dediği aydınlık gökteki çizgi bu yerdeki aydınlığı söylüyor. Ama “minel fecr” diyor. Beyaz iplik, siyah iplik nedir? Ufuktaki çizgiyi sen yerde durduğun yerde aydınlık oradan buraya yansır mı? Güneş mi doğdu ki burayı aydınlatsın! Ufuktaki çizgi orada duruyor, oraya bakan görür. Yani kesinlikle bu hesaba uyulması lazım. Milletin orucu Allah muhafaza çok büyük tehlikeye girer!” (Habertürk, 2014) Abdülaziz Bayındır’la imsak vakti hususunda aynı fikirde olan Yaşar Nuri Öztürk de kendi hocası da olan Hüseyin Atay’ın yaptığı tespit itibariyle müminlere 1 saat fazla oruç tutturulduğunu şu şekilde iddia etmiştir: “Bunun ispatını otuz sene önce Hüseyin Atay yapmıştı ve küçük bir risaleyle de bunu duyurdu. Ne diyordu Hüseyin Atay: “Kuran ve Sünnet’in verileri açısından baktığımızda bugün bizim toplumumuza 1 saat fazla oruç tutturuluyor”. Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır ki bir ilahiyat profesörüdür, o da araştırmalarıyla bu noktaya geldi ve bunu geçen sene bu sene verdi. Abdülaziz hocayı takip etsinler” (Kur’an Dersi, 2015). Osman Ünlü ise bu tartışmaların 12 Eylül sonrası Diyanet’in vakitler için kullanılan “temkin vaktini” kaldırmasından doğduğunu ve Ali Rıza Demircan gibi imsak vaktinin sabah namazı vaktiyle eşitlenmesinin dinen hatalı bir uygulama olduğunu dile getiriyor: “Hâlbuki burada esas şeyi (tartışmayı) Diyanet başlattı. Kendisi başlattı. Şimdi kalkıyor sitem ediyor Diyanet İşleri Başkanlığı falan ama esas Diyanet İşleri’nin kendisi değiştirdi bu takvimleri. İmsakla, yatsıyla, ikindi ve öğleyle falan. 1983’te yapıldı bu değişiklik. 1983’ten önceki Diyanet takvimlerine bakarsan öyle bir değişiklik söz konusu değil. Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı diyor ki bizim yaptığımız doğru… İmsakta temkin vakti vardı. Diyanet onu kaldırdı. Şu an Diyanet takvimlerinde ve diyanetten alınan takvimlerde imsak yazan yer sabah namazının giriş vaktidir. Hâlbuki oruca bundan 15-20 dakika önce başlamak lazımdır. (Sabah namazı vaktiyle imsak vakti) farklıdır, 15-20 dakika önce başlaması lazım” (Huzura Doğru (Osman Ünlü), 2016). Bu tartışmaların neşet ettiği mercii olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na yönelik yapılan “Diyanet 70 dakika fazla oruç tutturuluyor” eleştirilerine Diyanet şu şekilde karşılık vermektedir. Başkanlık Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nden yapılan yazılı açıklama, Sabah gazetesinde yapılan bir haberde şu şekilde aktarılıyor: Sosyoloji Çalışmaları 257 “Başkanlığın imsak vakitlerinden temkini kaldırarak, imsakı vaktinden daha sonraya bıraktığı ve böylece imsak vakti girmiş olmasına rağmen insanların yemeye içmeye devam etmelerine yol açarak oruçlarını tehlikeye attığı; imsaki vaktinden öne alarak insanları daha vakit varken bir saat öncesinden oruca başlattığı ve sabah namazını vaktinden önce kılmalarına yol açtığı ve böylece namazlarının batıl hale gelmesine sebebiyet verdiği yönünde eleştirilere maruz kaldığı belirtildi” (Sabah Gazetesi, 2012). Diyanet, süregelen uygulamasından dolayı imsak vaktinin yanlış hesaplandığına yönelik ileri sürülen eleştirilere cevap mahiyetinde, Ankara Üniversitesi’yle bu hususun açıklığa kavuşturulması için gözlem çalışması yapılması için yeni bir protokol imzalıyor ve buna ilişkin haber şu şekilde aktarılıyor: “Diyanet’in, imsak ve yatsı vakitleriyle ilgili hesaplarının yerindeliğini ölçmek ve muhatap olduğu iddiaların doğruluk derecesini tespit etmek üzere geçen yıl ramazan ayından sonra yatsı ve sabah vakitlerinin tespitine yönelik yeni bir gözlem çalışması yapmaya karar verdiği belirtilen açıklamada, bu karar çerçevesinde Ankara Üniversitesi ile protokol imzalandığı kaydedildi. Ankara Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sacit Özdemir’in başkanlığında, 2011 Eylül ayında başlatılan projenin, bir gözlem heyetince yürütüldüğü ifade edilen açıklamada, gözlemlerin hem gelişmiş astronomik aletler hem de denek gözlemcilerle yapıldığı belirtildi… Şu ana kadar ulaşılan sonuçları şöyle özetlemek mümkündür; hata payları da göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde aletle yapılan gözlemlerden kabaca elde edilen sonuçlar, Başkanlığımız takvimlerinde verilen akşam/yatsı ve imsak/ sabah vakitleriyle örtüşmektedir. Gözlem yeri, şehir ışıklarının yansıması, havanın berraklık durumu, gözlemci denek sayısı, insan gözüyle aletin algılama gücü farkı vb. etkenlerden kaynaklandığı düşünülen sebeplerle gözle yapılan gözlemlerle Başkanlığımız takviminde verilen akşam/yatsı ve imsak/sabah vakitleri arasında bir miktar farklılıklar izlenmiştir. Ancak bu farklılıklar büyük ölçüde temkin payları kapsamında değerlendirilebilecek niteliktedir’’(Sabah Gazetesi, 2012). Ayrıca, Diyanetin yapılan bu yazılı açıklamada kendisinin ölçü olarak aldığı -18 derecenin Türkiye dışındaki İslam ülkelerinde de uygulandığı iddiası ilgili haberde şu şekilde aktarılıyor: “İmsak vakti belirlenirken güneşin 18 derece ufka yaklaşmasını esas alan ölçünün, bütün İslam dünyasında imsak vakitlerinin belirlenmesinde esas alınan en düşük derece olduğu bildirilen 258 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI açıklamada, bazı İslam ülkeleri ve Müslüman toplulukların daha ihtiyatlı hareket etmek için güneşin 19 derece ufka yaklaşmasını esas aldığı belirtildi. İslam dünyasında imsak vakitlerinin belirlenmesinde 18 dereceden daha düşük bir ölçüyü esas alan herhangi bir ülke bulunmadığı vurgulanan açıklamada, ‘’Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’deki uygulama da böyledir. Ancak yaz aylarında yatsı ve imsak vakitlerinin oluşmadığı ileri enlemler bunun dışındadır’’ ifadesine yer verildi” (Sabah Gazetesi, 2012). İmsak vaktinin tayin ve tespitine ilişkin tartışmada Diyanet’e yönelik en sert eleştirileri getiren Abdülaziz Bayındır Diyanet’in, Uzay bilimleri Fakültesi yardımıyla hem bilimsel aletlerle hem de çıplak gözle yaptığını açıkladığı gözleminin geçersiz olduğunu şu şekilde aktarıyor: “Başkanlık Din İşleri Yüksek Kurulu, bakın burada çok açık ve net söylüyorum. Burada yazılanlara asla inanamaz. Bunu çok açık söylüyorum. Prof. Dr. Sacit Özdemir (Ankara Üniversitesi Uzay Bilimleri Öğretim Üyesi)’in adı geçiyor. Şöyle bir ifade var diyor: “Gözlemler hem gelişmiş astronomik aletler hem de göz ile denek gözlemciler ile olmak üzere birlikte iki yöntemle gerçekleştirilmiştir” diyor. Bir kere astronomiden küçücük bir bilgisi olan kişi -18 dereceyi gözlemlemek için çıplak gözle gözlemcileri asla götürmez. Çünkü çıplak gözle o saatte görülecek herhangi bir ışık yoktur. Şimdi ben burada sayın başkana ve az önce daha önceki İstanbul müftüsü olan arkadaşım Sayın Çağrıcı’ya buradan açıkça teklif ediyorum. Buyursunlar, herhangi bir akşam herhangi bir gece beraberce, sayın Başkan, sayın Çağrıcı ve Sayın Özdemir, bende İ. Ü. Uzay bilimleri öğretim üyesi Prof. Dr. Adnan Ökten beyi ve ekibimizde yer alan diğer arkadaşlarımızı çağıracam. Hep beraber çıkalım, bir tanyeri gözlemi yapalım ve orada ilgili ayetleri ve hadisleri okuyalım… Biz Allah rızası için bir hizmet olsun diye, tarihte ilk defa ekvatordan kutuplara namaz vakitlerini tespit ettik. Kutup bölgesindeki insanlar bundan sonra çok rahat oruç tutacaklar… Benim bu söylediğim şeylerde dört mezhebin tam bir ittifakı var. Kuran ve Sünnet arasında tam bir ittifak var. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı’nın söylediğinde, diğer İslam ülkelerinde uygulananlarda hiçbir tutar tarafı yok” (Muvahhid Düşünce, 2013). Mezkûr taraflar arasındaki tartışmadaki iddiaları şu şekilde özetlemek mümkündür: a) Ahmet Muhtar Paşa’dan beri imsak vaktini belirlemek için esas alın astronomik tan (-18 derece) çıplak gözle bir insanın görebileceği bir tan olmadığından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hesabı yanlış ve geçersizdir. b) Bu yanlış aynı zamanda sabah namazı vaktinin de yanlış vakitte kılınmasına sebebiyet vermektedir. c) Diyanet hem çıplak gözle hem de astronomik aletlerle hesap yaptığını ileri sürmesine karşın, zikrettiğimiz Sosyoloji Çalışmaları 259 gibi esas aldığı tanın sadece hassas aletlerle gözlemlenebileceğinin vurgulanması Diyanet’in çıplak gözle hesap yapması dolayısıyla deyim yerindeyse bir mantık hatası yaptığının ileri sürülmesine sebebiyet vermiştir. SONUÇ YERİNE Türkiye’ye özgü laikliğin ürettiği kurumlardan biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev ve sorumluklarından biri de, diğer dini vakitlerde olduğu gibi Ramazan aylarında oruca başlama vaktini gösteren imsak vaktini tespit etmesidir. Osmanlı’dan devraldığı devlet kurumlarındaki “bürokratikleşme” ve “bilimselleşme” eğilimini Cumhuriyet’i kuran yönetici erkin ladini (laik) politikalarla radikalleştirmesi, ciddi tartışma alanlarını da beraberinde getirmiştir. Bu tartışma alanlarından biri de; Osmanlı’dan kalan dini kurumların tasfiyesiyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerinden biri olan ülkedeki büyük çoğunluğu Müslüman olan halkın ibadet saatlerini, bilimsel/astronomik gözlemlerle ve ilgili birimlerle işbirliği içinde resmi olarak tespit ederek yayınlamasıdır. Son yıllarda imsak vaktinin tespitiyle ilgili özellikle çalışmamızda yorumlarına yer verdiğimiz ilahiyatçılar ve din adamlarının getirdiği eleştiriler –imsak vaktinin erken başlatıldığı- devletin ve bunun dini alanı kontrol etme hususunda görevlendirdiği kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dini meselelerdeki söz söyleme tekeline yönelik Bourdieucü anlamda “sembolik iktidar”ına yöneliktir. İlahiyatçılar ve din adamlarının ve özellikle Hüseyin Atay’ın imsak vaktiyle ilgili tespitleri -dinin vakit belirleme konusunda zorlaştırıcı olunmaması, bilakis kolaylaştırıcı olması gerektiği ve imsak vaktinin dakika dakika tespitinden ziyade İslam’ın temel kaynaklarında niteleme ve tasvir etme ile gösterildiği, ayet ve hadislerde de belirtildiği üzere tüm Müslümanlara imsak vaktini çıplak gözle belirleyebilme hürriyetini vermesi- birlikte düşünüldüğünde Diyanet’in devlet kanalıyla dini pratikleri Weberci anlamda “bürokratikleştirme” eğilimiyle taban tabana zıttır. Bununla beraber, muhalif kesim içerisinde özellikle bu durumun savunuculuğunu yapan Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır Diyanetin ve diğer Müslüman ülkelerin astronomik aletlerle yıldız gözlemlerinde kullanılan ve yeryüzüne ait olmayan bir tan olan Astronomik tanı (-18 derece) imsak vakti için referans almalarından kalkarak kendi iddiasını aynı zamanda bilimsel bir söylemle gerekçelendirmektedir. Profesör Bayındır’ın kuruculuğunu yaptığı Süleymaniye Vakfı’nın astronomik tanın hadislerde belirtilen fecr-i kazibe (yalancı fecir) denk düştüğünü söylemesi ve çıplak gözle hiçbir insanın Diyanet’in deneklerle yaptığı gözlemleri kastederek -18 derecedeki bir ışığı görmelerinin bilimsel olarak imkânsız olduğunu ve Güneş ufkun -9 derece altına geldiğinde ise Kur’anda tarif edilen fecr-i 260 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI sadığın15 meydana geldiğini (tevhid_dersleri, 2015) iddia etmesi Diyanet’i güç bir pozisyona itmektedir. “Bürokratikleşme”nin en temel unsurları olan “hesaplanabilirlik”, “keyfiliğin dışlanması”, “nesnellik” ve “kişiden arındırılmışlık”; dini vakitlerden biri olan imsak vaktinin devlet tarafından Bourdieu’nün dediği anlamda sembolik düzenin muhafazası çerçevesinde giriştiği “kaideleştirme”nin devlet söyleminin dışındaki tüm “yorumlama gücünü” ellerinden almaya çalışarak devlet dışındaki tüm görüşleri bertaraf ettiği “homojenleştirme” eğilimiyle ilişkili gözükmektedir. “Bürokratikleşme” eğilimindeki devlet, Türkiye’de Diyanet kanalıyla Müslümanların kendi ibadet vakitlerini belirleme ve yorumlama gücünü tekeline alma hususunda Müslüman fertlerin gözünde tarihsel bazı sebeplerden dolayı daha meşru gözükebilir. Gelgelelim, başta ilahiyatçılar ve din adamlarının kamuoyunda ürettiği tartışmalar, imsak vaktini belirleme üzerinden modern devletin dini pratikleri “bürokratikleştirme” eğilimini örseleyecek gibi gözüküyor. KAYNAKÇA BOURDIEU, Pierre (1977), “Sur Le Pouvoir Symbolique”, Annales. Économies, Sociétés, Civilisations, Vol. 32, N. 3, pp. 405-411. BOURDIEU, Pierre (2013), Seçilmiş Metinler, (Çev.: L. Ünsaldı), Ankara: Heretik Yayınları. BOURDIEU, Pierre (2015), Devlet Üzerine. Collège de France Dersleri (1989-1992), (Çev.: A. Sümer), İletişim Yayınları, İstanbul. HUTHER, Jacques-Coenen (2013), Durkheim’ı Anlamak, (Çev.: S. Akyüz), İletişim Yayınları, İstanbul. COMTE, Auguste (2001), Pozitif Felsefe Kursları, (Çev.: E. Ataçay), Sosyal Yayınlar, İstanbul. ÇİĞDEM, Ahmet (2001), Taşra Epiği, “Türk” İdeolojileri ve İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul. ÇİĞDEM, Ahmet (2003), Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul. DIDEROT & D’ALEMBERT (2005), Ansiklopedi ya da Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Açıklamalı Sözlüğü, (Çev.: S. Hilav), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. DURKHEIM, Émile (2005), Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri, (Çev.: F. Aydın), Ataç Yayınları: İstanbul. ERTUNÇ, A. Cemil (2004), Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul. FOUCAULT, Michel (2004), Felsefe Sahnesi, (Çev.: I. Ergüden). Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 15 “Doğru fecir” olarak tercüme edilebilir. Sosyoloji Çalışmaları 261 GÖZAYDIN, İştar (2014), “Bourdieu ve Din”, Cogito Dergisi, Pierre Bourdieu, sayı: 76, s. 389-401, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. GULBENKIAN KOMİSYONU (1998), Sosyal Bilimleri Açın, (Çev.: Ş. Tekeli), Metis Yayınları, İstanbul. GÜLTEKİN, Mustafa (2017), “Fiziksel İktidarın Ayrılmaz Parçası Olarak Sembolik İktidarın Tesisi: Cumhuriyet Türkiye’sinde Yasalarla Zamanın Laikleştirilmesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi ( The Journal of International Social Research), Cilt: 10, Sayı: 54, s. 545-560. KARA, İsmail (2000), “Din ile Devlet Arasında Sıkışmış Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 18, s. 29-55. KARA, İsmail (2016), Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 1, Dergâh Yayınları, İstanbul. NARLI, Nilüfer (1994), “Türkiye’de Laikliğin Konumu”, Cogito Dergisi, Laiklik, sayı: 1, s. 23-31, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. OCAK, A. Yaşar (2013), Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul. SCHMITT, Carl (2006), Siyasal Kavramı, (Çev.: E. Göztepe), Metis Yayınları, İstanbul. SWARTZ, David (2011), Kültür ve İktidar. Pierre Bourdieu’nün Sosyolojisi, (Çev.: E. Gen), İletişim Yayınları, İstanbul. WACQUANT, Loic (2007), “Loic Wacquant’la Söyleşi: Bourdieu ile Devleti Düşünmek”, (Çev.: A. Şaşmaz), (Söyleşen: V. F. Bozçalı, S. Aydın, C. Özden) İstanbul: Birikim Dergisi, S. 219, ss. 59-63. WEBER, Max (2002), Sosyoloji Yazıları, (Çev.: T. Parla), İletişim Yayınları, İstanbul. WISHNITZER, Avner (2015), Reading Clocks, Alla Turca: Time and Society in the Late Ottoman Empire, The University of Chicago, United States of America. İnternet Kaynakçası Abdülaziz Bayındır, Oruca Başlama Vakti, 1989, erişim tarihi:10/03/2018, erişim adresi: http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d038s011m1 Ali Rıza Demircan. (2013). Erişim tarihi: 10/10/2016, erişim adresi: https://www. youtube.com/watch?v=FkErynq0c8Q Atay, Hüseyin (tarihsiz). “İmsak Vaktinin Tayin ve Tespiti”, erişim tarihi: 14/10/2016, erişim adresi: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/69/1746/18539.pdf Habertürk. (2014). Erişim tarihi: 10/10/2016, erişim adresi: https://www.youtube. com/watch?v=3Lh2O5JZFwI&t=66s Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun (1965) Kanun Numarası 633,Yayımlandığı Resmi Gazete Tarih: 2/7/1965 Sayı: 12038, Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5 Cilt: 4 Sayfa: 2911, erişim tarihi: 10/03/2018, erişim adresi: http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.633.pdf 262 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Hüseyin Atay, Biyografi, 2015, erişim tarihi:12/03/2018, erişim adresi: http:// huseyinatay.com/Biyografi.html Huzura Doğru (Osman Ünlü). (2016). Erişim tarihi: 14/10/2016, erişim adresi: https://www.youtube.com/watch?v=ea_ANCu3vFI Kur’an Dersi. (2015). Erişim tarihi: 13/10/2016, erişim adresi: https://www. youtube.com/watch?v=s7uUZy8hiPg&t=2s Muvahhid Düşünce. (2013). Erişim tarihi:10/10/2016, erişim adresi: https://www. youtube.com/watch?v=-SpHBTEFqQo Sabah Gazetesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan imsak açıklaması, yayın tarihi: 26/07/2012, erişim tarihi: 15/10/2016, erişim adresi: https://www.sabah. com.tr/gundem/2012/07/26/diyanet-isleri-baskanligindan-imsakaciklamasi tevhid_dersleri ( 2015). Erişim tarihi: 13/10/2016, erişim adresi: https://www. youtube.com/watch?v=-a_khj1hcSg Turizm Çalışmaları Turizm Çalışmaları 265 TURİST REHBERLERİ ODALARINDA KURUMSAL SOSYAL SORUMLULUK UYGULAMALARI CORPORATE SOCIAL RESPONSIBILITY PRACTICES IN CHAMBERS OF TOURIST GUIDES Necibe ŞEN1, Ayşe ÇELİK YETİM2 ÖZET Günümüzde Kurumsal Sosyal Sorumluluk işletmelerin kendi çıkarlarını ve içerisinde yaşadığı toplumun çıkarlarının yanısıra paydaşların çıkarlarını da gözettiği önemli bir kavramdır. Kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri turizm işletmelerinin imajının oluşturulmasında önemli bir etken olduğu gibi kendilerini ifade etme şekli olarakta değerlendirilebilir. Kurumsal Sosyal Sorumluluk kurumların faaliyetlerini gerçekleştirirken etik değerleri dikkate almasını, sosyal kültürel ve ekonomik anlamda çevreye sorumlu davranmasını kapsamaktadır. Faaliyetlerin sorumluluk anlayışıyla gerçekleştirilmesinde Sivil Toplum Kuruluşları (STK) önemli aktörlerdendir ve devlet ile birey arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır. Günümüzde STK’lara örnek olarak federasyonlar, sendikalar, dernekler, vakıflar, birlikler, odalar, kooperatifler vb. verilebilir. Bu çalışmada, Kültür ve Turizm Bakanlığının denetiminde olan ve faaliyetlerini Turist Rehberleri Birliğine bağlı olarak gerçekleştiren Turist Rehberleri Odaları ele alınmıştır. Turist Rehberleri 13 bölgede kurulan bu odalara üye olmak zorundadır. Turist rehberleri Türkiye’nin tanıtım ara yüzü olarak kabul edilmektedir. Rehber odalarının uygulayacağı Kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri üyelerin odaya daha bağlı olmalarını ve odayı sahiplenmelerine katkı sağlayacaktır. Çalışmada Türkiye’deki rehber odalarının uygulamalarına yer verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Turist Rehberleri Odaları, Uygulamalar ABSTRACT Today, Corporate Social Responsibility is an important concept in which businesses observe their interests and the interests of the society they live in as well as the interests of stakeholders. Corporate social responsibility activities can be evaluated as a way of expressing themselves for the tourism enterprises and an essential factor in their image formation. Corporate Social Responsibility involves taking account of ethical values in the activities of institutions and acting responsibly for the environment in social, cultural and economic terms. Civil 1 Öğr. Üyesi Dr. Seyahat-Turizm ve Eğlence Hizmetleri Bölümü, Turizm ve Otelcilik Meslek Yüksekokulu, Erzincan Üniversitesi, necibe_emin@hotmail.com 2 Doç. Dr. Turizm İşletmeciliği Bölümü, Fethiye İşletme Fakültesi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, aysecelik@mu.edu.tr 266 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Society Organizations (CSOs) are important actors in carrying out the activities with a sense of responsibility and provide the connection between the state and the individual. Today, CSOs involve federations, trade unions, associations, foundations, unions, chambers, cooperatives, etc. This study adresses the Chamber of Tourist Guides which are under the supervision of the Ministry of Culture and Tourism and carry out activities in accordance with the Union of Tourist Guides. The Tourist Guides have to be members of this chambers established in 13 districts. Tourist guides are regarded as interfaces in promotion of Turkey. Corporate social responsibility activities to be implemented by the guide chambers will contribute to the members being more dependent on the chamber and having a sense of ownership for it. This Study includes the practices of guide chambers in Turkey. Keywords: Corporate Social Resposibility, Chambers of Tourist Guides, Practices GİRİŞ Kurumsal Sosyal Sorumluluk önemi son yıllarda giderek artan bir kavramdır. Kurumlar için faydaları çeşitli araştırmalarla ortaya konulmuştur. Birçok sektörde uygulanan kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri turizm alanında da etkin bir şekilde uygulanmaktadır. Kurumsal Sosyal Sorumluluk, toplumun refah seviyesini arttırmayı hedefleyen iş uygulamalarıdır (Kotler Ve Lee, 2006: 2-3). Dünya Seyahat Ve Turizm Konseyi’ne göre Kurumsal Sosyal Sorumluluk, etik değerlerin benimsendiği işletmenin açık ve şeffaf olabilmek için kullandığı araçlardır (Frey & George, 2010, s. 623). Kurumsal sosyal sorumluluk, çalışanların eğitilmesini çalışanların eğitilmesi de sağlıklı çalışma ortamı sağlar. Sağlıklı çalışma ortamı çalışanların kaliteli ürünler üretmesine yardımcı olur. Çevrenin korumasına özen gösterilmeli, yerel işletmeler desteklenmeli böylelikle yerel halkta desteklenmiş olur çünkü istihdam oluşturur. Yerelde gerçekleştirilen bu ilişkiler uzun vadeli ortaklıklara dönüşüp karşılıklı fayda sağlar, dolayısıyla paydaşları dahil ederek toplumsal kalkınmayı sağlar. Sorumlu bir işletmeden en çok faydalanacak olan tüketicilerdir ve bu maddeler birleştiğinde katma değer yaratır ve müşteri memnuniyeti kaçınılmaz olur (Şen, 2017, s. 55) Turizm sektörü paydaşları üzerinde gerçekleştirilen birçok araştırma bulunmaktadır. Bunların birçoğu da Türkiye’de uygulanmıştır. Ancak araştırmalar ağırlıklı olarak konaklama işletmeleri, seyahat işletmelerini kapsamaktadır. Çalışmada daha önce incelenmemiş olan Turist Rehberleri Odaları incelenecektir. Turist Rehberleri Birliğine bağlı olan 13 odanın Kurumsal Sosyal Sorumluluk faaliyetleri değerlendirilecektir. Turizm Çalışmaları 267 Kurumsal Sosyal Sorumluluk Yaklaşımları;  Ackerman’ın Sosyal Duyarlılık Modeli: İşletmelerin faaliyetlerinin temel hedef uyarlılık olmalıdır (Ackerman, 1973). Sosyal duyarlılık modelinin ilk aşamasında sosyal sorumluluğun çevre beklentilerini analiz edip, nasıl hareket edeceği konusunda kararlı olmasını içeren politika aşaması; işletme toplumsal sorunu tanımladığı ve söz konusu sorunun çözülmesi sürecinde nasıl hareket edeceğini özel ve örgütsel olarak değerlendireceği öğrenme aşaması ve son aşama olan örgütsel yükümlülük aşamasında ise uygulamalar hayata gerçekleşmektedir ve örgüt bu faaliyetleri kurumsallaştırmaktadır. (Post vd., 1996:74-76).  Davis’in Sosyal Sorumluluk Modeli: Davis (1973: 321) sosyal sorumluluk faaliyeti göstermeyen işlemelerin zamanla müşterilerinin ve toplumun gözünden düşeceğini belirtmiştir. Davis’in sosyal sorumluluk modeli beş varsayımdan meydana gelmektedir. Bunlar (İnternet; Özüpek, 2004: 79); (a) sosyal sorumluluk sosyal güçten kaynaklanır. (b) işletme toplumdan girdi alan ve topluma faaliyetlerini sunan bir sistemden oluşur (c) işletmeler faaliyetlerinin sonuçlarını kestirerek gerçekçi kararlar vermelidir. (d) her bir sorumluluk faaliyeti müşterilere yansıtılmalıdır çünkü dolaylı bir ürün bileşenidir. (e) bir vatandaş olarak işletmenin sosyal sorunlarla ilgilenme yükümlülüğü vardır.  Sethi’nin Sosyal Sorumluluk Modeli: Sethi (1975: 63), pazar etkenlerine dayalı geliştirdiği sosyal sorumluluk modelinde (a) sosyal zorunluluk, (b) sosyal sorumluluk ve (c) sosyal yanıtlayıcılık aşamaları yer almaktadır.  Carroll’un Üç Boyutlu Sosyal Sorumluluk Modeli : Carroll (1979)’un geliştirdiği sosyal performans modeli sosyal sorumluluk alanları, sosyal sorun alanları ve sosyal sorumluluk felsefesi boyutlarından oluşmaktadır. Sosyal sorumluluk alanları ekonomik, yasal, etik ve gönüllü sorumluluklar; sosyal sorun alanları olan tüketici hakları, kadın hakları, ayrımcılık, çevresel uygulamalar, toplum sağlığı gibi alaları kapsarken, işletmenin üstlendiği, benimsediği sosyal sorumluluk felsefesidir.  Bunun yanında kurumsal sosyal sorumluluk modelleri Frederick’in sosyal sorumluluk modeli, Wartick ve Cochran’ın sosyal sorumluluk modeli ile Wood’un sosyal performans modeli olarak sıralanmaktadır. İşletmelerde Kurumsal Sosyal Sorumluluk Alanları Kurumsal sosyal sorumluluk alanlarını Caroll (1979) ekonomik sorumluluklar, etik sorumluluklar, yasal sorumluluklar ve gönüllü sorumluluklar olarak isimlendirmektedir. Ekonomik sorumluluklar işletmenin kar etmesine yönelik faaliyetleri içerirken yasal sorumluluklar işletmenin hu- 268 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI kuki düzenlemeleri yerine getirmesi gerektiği ile ilgilidir. Etik sorumluluk toplum beklentilerini karşılama ve toplumsal kurallara uygun davranmayı ifade etmektedir. Gönüllü sorumluluklar ise toplumun ve bireylerin yaşam kalitesini arttırmayı hedefleyen girişimler olarak açıklanabilir (Caroll, 1991). Söz konusu sorumluluklar işletme çalışanlarına karşı, rakiplere karşı, devlete karşı, çevreye karşı, tüketicilere karşı, topluma karşı, tedarikçilere karşı ve hissedarlara karşı sorumluluklar olarak sıralanmaktadır (Pelit, Keleş ve Çakır, 2009). Kurumsal Sosyal Sorumluluk Girişimleri “Kurumsal sosyal sorumluluk girişimleri; sosyal amaç teşvikleri, amaca yönelik pazarlama, kurumsal toplumsal pazarlama, kurumsal hayırseverlik, toplum gönüllülüğü, sosyal açıdan sorumluluk taşıyan iş uygulamaları olarak sıralamıştır (Kotler ve Lee, 2006: 26). Bu sınıflandırmaya ilave olarak günümüzde işletmeler tarafından sıklıkla kullanılan yeşil pazarlama ve sosyal amaç bağlantılı etkinlikler eklenebilir.” (Meydan Uygur ve Çelik Yetim, 2016: 17) bunun yanında sosyal pazarlama ve sürdürülebilir turizm uygulamaları kurumsal sosyal sorumluluk girişimleri olarak değerlendirilebilir. Turizm İşletmelerinde Kurumsal Sosyal Sorumluluk Mirzayeva, Civelek, Oruç, Kaya Gök ve Batman, (2016:) Çalışmalarında Türkiye’deki 4 ve 5 yıldızlı işletmelerin web sitelerini incelemiş ve den yalnızca 118’i web sitelerinde sosyal sorumluluk faaliyetlerine yer verdiği sonucuna ulaşmışlardır. Caroll’ın ölçütlerine göre sınıflandırılan ifadeler kategorize edildiğinde Gönüllü sorumluluk ifadelerine daha çok yer verildiği sonucuna ulaşılmıştır. En az yer verilen ifade ise ekonomik sorumluluğa aittir. (Mirzayeva, Civelek, Oruç, Kaya Gök Ve Batman, 2016: 28-29) Meydan Uygur ve Çelik Yetim (2016: 25) çalışmalarında otel işletmelerinde uygulanan kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri hakkında bilgi vermiştir. Bu bağlamda Hilton oteli Türkiye Down sendromlu gençlerin hayata katılmasına katkı sağladığı projesinde down sendromlu gençlerin mutfak becerilerini geliştirecekleri bir kurumsal sosyal sorumluluk faaliyeti gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte İşletmenin insan ve çevre sağlığını korunmasına ilişkin girişimleri, çevreci yönetim, su ve enerji koruma ve kullanma dengesi, atık azaltılması ve yeşil yapılar inşasına ilişkin yeşil mühür sertifikası uygulanmaktadır. Marriott otellerinin sosyal sorumluluk Faaliyet alanlarının; iş etiği ve insan hakları, sürdürülebilir iş modelleri, toplumsal faaliyetler, çevre faaliyetleri, küresel çeşitlilik ve kaynaştırma, sağlık güvenlik ve refah, doğal sermaye-koruma girişimleri, sorumlu satın alma, paydaş angajmanı ve politika taraflılığı, kadınların güçlendirilmesi, Turizm Çalışmaları 269 iş gücü geliştirme ve gençlere iş fırsatlarından oluşturulmasından meydana geldiği belirtilmiştir. Turist Rehberliği 22 Haziran 2012 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6326 Sayılı Turist Rehberliği Meslek Kanununda turist rehberi; “söz konusu kanun hükümleri uyarınca mesleğe kabul edilerek, turist rehberliği hizmetini sunma hak ve yetkisine sahip olan gerçek kişi” şeklinde ifade edilmiştir. Turist rehberi, ilgili dilde yerli veya yabancı gruplara, gezinin yapılacağı bölge veya alanla ilgili doğa, tarih, ekonomi ve kültür vb. konularda detaylı bilgi vererek programda belirtildiği gibi gezinin tamamlanmasından sorumlu olan ve acentayı temsil eden kişidir. Turist Rehberleri Meslek Kanununa (2012)’a göre, turist rehberi olmak için bazı şartlar gereklidir. Bunlardan birincisi, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olmaktır. İkinci şartı başvuru tarihi itibariyle onsekiz yaşını doldurmuş olmaktır. Üçüncü şartı, üniversitelerin turist/turizm rehberliği bölümlerinin önlisans, lisans veya yüksek lisans programlarından mezun olmak veya çeşitli usul ve esaslar çerçevesinde Bakanlığın denetimi altında birlikler tarafından düzenlenen turist rehberliği sertifika programlarını başarıyla tamamlamaktır. Dördüncü şart, yabancı dil yeterlilik belgesine sahip olmaktır. Rehber olmak için son şart turist rehberliği uygulama gezisini başarıyla tamamlamış olmaktır. Türkiye’de turist rehberi olmak isteyen ve yukarıdaki şartları yerine getiren kişiler Kültür ve Turizm Bakanlığına başvuru yapar. Bakanlık turist rehberinin başvurusunu kabul ettiği taktirde ruhsatname düzenler. Ruhsatname turist rehberinin mesleğini icra etmesi için verilen belgedir. Bu belgeyi elde eden turist rehberi mesleğe kabul şartlarını kaybetmediği müddetçe Turist Rehberliği Odalarına kayıt yaptırarak mesleğini icra edebilir. Bu noktada Turist Rehberliği Odalarının mesleğin icrasında önemli görevleri ve sorumlulukları bulunmaktadır. Turist Rehberleri Odaları Turist Rehberliği Meslek Kanunu (2012) Madde 4’de turist rehberliği mesleğinin serbest meslek olduğu belirtilmiştir. Türk Dil Kurumuna (2018) göre “oda”, serbest meslek adamlarını içinde toplayan resmi birliktir. Türkiye’de 13 adet Turist Rehberleri Odası bulunmaktadır. Bu odalar Turist Rehberleri Birliğine bağlı olarak faaliyetlerini sürdürürler. Bunun yanında Türkiye Seyahat Acentaları Birliği gibi birliklerle iş birliğinde bulunmaktadırlar. Turist rehberliği oda ve birlikleri, Kültür ve Turizm Bakanlığının denetimindedir ve bakanlık her türlü iş, işlem, faaliyet ve hesaplarını denetleme yetkisine sahiptir. Oda ve birlikler denetim esnasında her türlü bilgiyi vermek ve belgeyi göstermekle yükümlüdür. 270 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Şekil 1:Turist Rehberlerinin bağlı olduğu hiyerarşik düzen Turist rehberleri, bulundukları ilde kurulmuş odaya, bulundukları ilde oda yoksa en yakın ildekine kayıt yaptırmak zorundadır. Turist Rehberleri Birliğine (TUREB) bağlı olan bu odalar ve yetkili olduğu iller tabloda sıralanmıştır. Tablo:1 Turist Rehberleri Odaları ve Yetkili Olduğu İller Kaynak: TUREB, 2018 Turizm Çalışmaları 271 Tablo 2’de rehber odaları eylemli eylemsiz, bölgesel ve ülkesel kategorilerinde rehber sayılarına yer verilmiştir. Tablodaki sayılar incelendiğinde toplam rehber sayısının 10329 olduğu görülmüştür. Bunların 6370’i eylemli ve 3959’u eylemsiz konumdadır. Türkiye genelinde görev yapabilen ülkesel eylemli rehber sayısı 5988’dir. Belirli bölgelerde mesleğini icra edebilen bölgesel eylemli rehber sayısı 382’dir. 4463 rehber ile en fazla üyeye sahip oda İRO- İstanbul Turist Rehberlerin Odasıdır. ARO- Antalya Turist Rehberleri Odası 1672 üye ile ikinci sırada ve İZRO İzmir Turist Rehberleri Odası 1045 üye ile üçüncü sırada yer almıştır. ODA ÜLKESEL ÜLKESEL EYLEMLİ ÜLKESEL EYLEMSİZ BÖLGESEL BÖLGESEL EYLEMLİ BÖLGESEL EYLEMSİZ EYLEMLİ EYLEMSİZ ODA TOPLAM REHBER Tablo 2: Rehber Odalarına Göre Turist Rehberi Sayıları ADRO 146 81 65 10 5 5 86 70 156 ANRO 706 310 396 32 22 10 332 406 738 ARO 1634 984 650 38 17 21 1001 671 1672 ATRO 530 391 139 62 44 18 435 157 592 BURO 102 66 36 16 12 4 78 40 118 ÇARO 135 96 39 21 17 4 113 43 156 GARO 106 76 30 34 17 17 93 47 140 İRO 4280 2654 1626 183 125 58 2779 1684 4463 İZRO 1000 599 401 45 33 12 632 413 1045 MURO 379 211 168 21 12 9 223 177 400 NERO 550 412 138 73 55 18 467 156 623 ŞURO 104 55 49 17 13 4 68 53 121 TRO 91 53 38 14 10 4 63 42 105 Toplam 9763 5988 3775 566 382 184 6370 3959 10329 Kaynak: TUREB, 2018 Turist Rehberlerinin ad soyad, eylemli ve eylemsiz oluşları ve sicil numaraları ilgili birlik ve odaların resmi internet sitesinde yayınlanmaktadır. 272 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Rehber ihtiyacı olan seyahat acentaları ilgili iletişim bilgilerini buradan temin edebilmektedir. Mesleği sadece eylemli rehberler icra edebilmektedir. Günümüzde Turist Rehberleri Birliği web sayfasında bulunan Rehber Bilgi Sistemi – RBS aracılığıyla rehberler çalışma kartı başvurusu ve eylemlilik başvurusu yapabilmektedir. Rehberler üyesi oldukları odaya aidat ödemekle yükümlüdürler. Rehberlerin meslek sicilleri odalar tarafından tutulur ve güncellemelerden ilgili birlik bilgilendirilir. Turist Rehberliği Meslek Kanununda Madde 8/3’te (2012) birlik ve odaların görev ve yetkileri açıkça belirlenmiştir. Birlik ve odalar öncelikli olarak tüm üyelerin ihtiyaçlarını karşılamalı ve gerçekleştirdiği faaliyetleri kolaylaştırmalıdır. Mesleğin gelişimi ve ülkenin tanıtımı için gerekli uygulamaları yapmalıdır. Rehberlerin birbirleri ve toplumla ilişkilerinde dürüst ve etik yaklaşımla hareket etmesini sağlamak, haksız rekabeti önlemeye yönelik çalışmak, yeni turist rehberlerinin yetişmesi için gerekli eğitim programlarını hazırlamak, organize etmek ve mesleğin gelişimi için araştırmalar yapmak oda ve birliklerin görevleri arasındadır. Bunun yanında bakanlık ile her daim bilgi alışverişinde bulunulmalı ve kanun ve mevzuatta yer alan görevleri ifa etmelidir. Turist Rehberleri Odaları Kurumsal Sosyal Sorumluluk Uygulamaları Turist rehberleri odalarının görevleri arasında bulunan, “Turist rehberlerinin birbirleriyle ilişkilerinde ve toplumla ilişkilerinde dürüst davranış ve etik yaklaşımı dikkate alması gerekliliği”, rehberler odalarının kuruluşunun kurumsal sosyal sorumluluk ilkelerine dayandığını göstermektedir. Rehberler odalarının sorumluluk alanı oranının en yüksek olduğu paydaşlardan biri “üyeleridir”. Web sayfasında üyelerinin çalışma ve faaliyetlerini kolaylaştırmak için müze ve ören yerleri, restoranlar, konaklama işletmeleri vb. de meydana gelen yeniliklerden haberdar etmek için güncel bilgileri sürekli yayınlamaktadır. Örneğin, “Yıldız Şale Köşkü restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalıdır” duyurusunun web sayfasında yayınlanması. Bunun yanında Topkapı Sarayı Broşürünün geliştirilmesi, rehberlerin ve toplumun hizmetine bilgilendirme amaçlı sunulması diğer önemli bir çalışmadır. Odalar turizm eğitimi veren kuruluşların düzenledikleri etkinlikleri web sayfasında duyurarak etkinliklerden üyelerin haberdar olmasını sağlamaktadır. Bu bağlamda üyelerine karşı sosyal sorumluluk bilincini gözettiği ortaya koymaktadır. Odalar üyelerinin 21 Şubat Rehberler Günü gibi mesleki özel günlerinde etkinlik düzenlemektedir. Bunun yanında yine üyelere yönelik yarışmalar düzenlenmektedir. Örneğin, fotoğraf yarışması. Turistlere doğru bilgilerin aktarılmasında önemli yere sahip olan Turist rehberliği mesleğinin Turizm Çalışmaları 273 sürdürülebilirliği için “Kılavuzunuz karga olmasın lisanslı rehberle gezin”, Is your tourist guide licensed?” içeriklerine sahip tişört ve kupa kampanyası yapılmıştır. Farkındalık oluşturma adına olumlu bir çaba olarak görülmektedir. Çeşitli alanlarda profesyonel turist rehberlerinden komisyon oluşturularak (Örneğin, Vegan ve Vejeteryan Rehberler Komisyonu) söz konusu alanların Türkiye’de yaygınlık kazanması için çalışmalar yapılmaktadır. Bu faaliyeti ise “topluma” karşı gerçekleştirdiği sosyal bir sorumluluktur. Odaların web sayfalarında bağlı bulundukları bölgenin turistik değerleri hakkında bilgi vermesi toplumun turistik değerler hakkında bilgi edinmesini sağlamaktadır. Toplumu ilgilendiren önemli olaylar hakkında kınama, kutlama, tebrik vb. duyuruları yayınlayarak toplumsal konulara duyarlılık göstermektedir. Örneğin, 8 Mart Dünya Kadınlar gününün kutlanması, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlaması. Rehberlik Odaları toplumda dezavantajlı birey ya da topluluklara yardım kampanyası yürütmektedir. Örnek, Soma maden ocağı faciası. Odaların “turistlere” yönelik de sorumlulukları bulunmaktadır. “Barış ve Dostluğa 50 Bin Kartpostal Kampanyası” önemli bir örnektir. 2000’li yıllarda 11 Eylül, Irak işgali, Sars, terör saldırıları vb. olumsuz sebeplerden dolayı Türkiye turizminde ortaya çıkan olumsuzluklardan sektör olumsuz etkilenmiştir. İRO tarafından bu gidişatı değiştirmek adına 2004 yılında dostluk ve sevgi mesajları içeren bir kartpostal basılmış ve turistlere gönderilmiştir. Bazı rehber odaları, kurumsal sosyal sorumluluğa verdikleri önemin belirgin göstergesi olarak web sayfalarında Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projelerinin bulunduğu bağlantılara yer vermektedir. “Sürdürülebilir Turizm için Alternatif Tur Rotaları Projesi”, “Çocuk ve Müze Projesi” düzenlenen projelere örnek olarak verilebilir. Odalar “yerel yönetimlerle” güçlü iletişimde bulunarak karşılıklı iş birliği yapmaktadır. Çeşitli projeleri birlikte yürütebilmektedir. Örnek, Belediye, Kalkınma Ajansları, İl Kültür Turizm Müdürlükleri vb. Rehberler odaları Turistik destinasyonları tanıtmak, destinasyonların korunmasını ve geliştirilmesinde farkındalık yaratmak amacıyla tanıtım kitapları yayınlamakta ya da yayınlayanlara katkıda bulunabilmektedir. Bunları yaparken ve diğer gerçekleştirdiği faaliyetlerin şeffaflığı için, gelir ve harcamalarla ilgili detay dökümü vererek ekonomik sorumluluklarını yerine getirmektedir. Yukarıdaki sosyal sorumluluk uygulamaları ve örnekler Caroll’un sosyal sorumluluk piramidinde yer alan ahlaki, ekonomik ve gönüllü sorumlulukları kapsamaktadır. Paydaşlar dikkate alınarak değerlendirilmiştir. 274 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI SONUÇ Jeopolitik konumu dolayısıyla Türkiye turizm sektöründe dönem dönem dalgalanmalar yaşamaktadır. Turist rehberliği mesleği de turizm sektörünün bu yapısından etkilenmektedir. Çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalmasına rağmen rehberler, entelektüel yapılarıyla mesleklerini icra etmektedir. Turizm sektörü konaklama işletmeleri, seyahat acentaları, ulaştırma işletmeleri vb. bir çok işletmeyi kapsamaktadır. Her bir işletme zincirin önemli bir halkasını oluşturmakta ve kendine biçilmiş sorumlulukları yerine getirmektedir. Profesyonel turist rehberliği bu zincirde ilk olarak acenta ve turist arasındaki bağı temsil etmektedir. İkinci olarak ise ülkenin turistlere doğru bir şekilde aktarılması ve tanıtılması için kilit roldedir. Her sektörde olduğu gibi turizm sektöründe de sivil toplum kuruluşları önemli görevler üstlenmektedir. Otel işletmelerini temsilen Türkiye Otelciler Birliği -TÜROB, Türkiye Otelciler Federayonu -TÜROFED çalışmalar yürütmektedir. Seyahat Acentalarının temsilini ise Türkiye Seyahat Acentaları Birliği - TÜRSAB gerçekleştirmektedir. Turist Rehberlerini, Turist Rehberleri Birliği ve ona bağlı 13 oda temsil etmektedir. Rehberler ve bağlı olduğu birlik ve odaların uymakla yükümlü olduğu kurallar kanun ve yönetmeliklerle belirlenmiştir. Ancak temel gereksinimlerin ve görevlerin yanında kurumların yapması gereken kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetleri de bulunmaktadır. Kurumsal sosyal sorumluluk kavramı kurumların başta, devlet, çalışanlar (üyelerine), müşteriler (turist, tüketici) ve yerel halk (toplum) olmak üzere tüm paydaşlarını dikkate alarak faaliyette bulunmasını kapsamaktadır. Türkiye’de bulunan turist rehberleri odalarının web sayfalarında yer alan kurumsal sosyal sorumluluk uygulamalarına bu çalışmada yer verilmiştir. Sonuçlar göstermiştir ki, 10329 rehberin bulunduğu ülkede turist rehberleri odaları kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerinde bulunmaktadır. Faaliyetlerin türleri ve hitap ettiği paydaşlar çeşitlilik göstermektedir. 4463 üye ile ülkedeki rehber popülasyonunun neredeyse yarısını barındıran İRO önemli kurumsal sosyal sorumluluk projelerine imza atmıştır. Diğer rehber odaları da çeşitli sosyal sorumluluk uygulamalarına yer vermektedir. Rehber popülasyonlarının yüksek olduğu illerde bulunan rehberler odalarının yanında diğer illerde ki odaların da kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerinin nitelik ve nicelik bakımından artış göstermesi turist rehberlerinin, turizm sektörünün ve paydaşların daha iyi şartlar altında yaşamalarına zemin hazırlayacaktır. KAYNAKÇA Ackerman, R. W. (1973). How companies respond to social demands. Harvard Business Review, 51(4), 88-98. Carroll, A. B.: 1979, ‘A Three Dimensional Conceptual Model of Corporate Social Performance’, Academy of Management Review 4, 497–505. doi:10.2307/257850. Turizm Çalışmaları 275 Carroll, Archie B. (1991), “The Pyramid of Corporate Social Responsibility: Toward”, Business Horizons, Vol. 34 Issue 4, pp. 39-48. Davis, K. (1973). The case for and against business assumption of social responsibilities. Academy of Management Journal, 16, 312-322. Frey, N., & George, R. (2010). Responsible tourism management: The missing link between business owners’ attitudes and behaviour in the Cape Town tourism industry. Tourism Management/ Elsevier(31), 621-628. İnternet: “Davis Model of Corporate Social Responsibility” (https:// managementinnovations. wordpress.com/2008/12/06/keith-davis-modelof-corporate-social-responsibility/) Erişim tarihi: 29.01.2016. Kotler, P. ve Lee, N. (2006). Kurumsal Sosyal Sorumluluk, çev. Sibel Kaçamak, İstanbul, MediaCat Yayınları. Meydan Uygur, S. ve Çelik Yetim, A. (2016). Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS). (Ed. Akyay Uygur) Stratejik Yönetimde Güncel Konular.2-28. Detay Yayıncılık: Ankara. Mirzayeva, G., Civelek Oruç, M. , Kaya Gök, D. , Batman, O. (2016). Turizm İşletmelerinde Sosyal Sorumluluk Yaklaşımları: 4 ve 5 Yıldızlı Konaklama İşletmeleri Üzerine Bir Araştırma. Türk Bilim Araştırma Vakfı. 9(4):2330 (File:///C:/Users/Toshıba/Downloads/ 5000188769-5000388320-1-Pb. Pdf). Özüpek, N. (2004). Kurum İmajında Sosyal Sorumluluk Kurumsal ve Uygulamalı Bir Çalışma. (Doktora Tezi). Selçuk Üniversitesi, Konya. Pelit, E., Keleş, Y. ve Çakır, M., (2009). ‘Otel İşletmelerinde Sosyal Sorumluluk Uygulamalarının Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma’, Celal Bayar Üniversitesi, Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt16, Sayı:2, 19–30. Post, James E., Anne T. Lawrence ve James Weber (1996), Business and Society, Eight Edition, New York: McGraw-Hill Inc. Sethi, s. p. (1975). Dimensions Of Corporate Social Performance: An Analytical Framework. California Management Review (pre-1986); Spring 1975; 17, 58-64. Şen, N. (2017). Sorumlu Turizm Oluşturmada Sorumlu İşletme Uygulamaları Seyahat Acentaları Üzerine Bir Araştırma. Doktora Tezi. Erzurum, Türkiye: Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Türk Dil Kurumu. (2018, 03 01). Güncel Türkçe Smzlük. Türk Dil Kurumu: http:// www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK. GTS.5aa85d3a2d8c41.91276466 adresinden alındı TUREB. Üye Odalar. 03 2018 tarihinde Turist Rehberleri Birliği: http://www.tureb. org.tr/tr/Oda adresinden alındı Turist Rehberliği Meslek Kanunu. (2012, Haziran 22). Turist Rehberliği Meslek Kanunu. Resmi Gazete: http://www.resmigazete.gov.tr/ eskiler/2012/06/20120622-2.htm adresinden alındı Turizm Çalışmaları 277 TURİZMİN SOSYO-KÜLTÜREL ETKİLERİ: KIRGIZİSTAN ARAŞTIRMASI SOCIO-CULTURAL EFFECTS OF TOURISM: THE RESEARCH IN KYRGYZSTAN Cemal İNCE1 - Tolga GÖK2 ÖZET Bu araştırma, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarını belirlemeyi amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda, turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin hususların halkın demografik özelliklerine göre farklılaşıp farklılaşmadığı ortaya konulmuştur. Alanyazına dayalı geliştirilen anket yardımıyla veriler toplanmıştır. Anket formları, Bişkek’te 2017 yılı Nisan ayında kolayda örnekleme yöntemi ile yüz yüze uygulanmıştır. Anket uygulaması sonucunda 394 ankete ulaşılmıştır. Elde edilen bulgulara göre, yerel halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarının cinsiyete göre farklılaşmadığı fakat medeni durum, yaş, öğrenim durumu, gelir düzeyi, yapılan işin turizmle ilgili olması ve işi gereği turistlerle iletişim durumuna göre anlamlı farklılık gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu sonuçlara göre, Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerini genel olarak olumlu algıladıkları düşünülmektedir. Çalışma, kamu otoriteleri ve akademisyenlere yönelik öneriler ile son bulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkileri, Yerel Halk, Bişkek, Kırgızistan ABSTRACT This research aims to determine the perceptions on the socio-cultural effects of tourism of the people living in Bishkek, Kyrgyzstan’s capital city. For this purpose, it has been revealed that the subjects related to the socio-cultural effects of tourism differ according to the demographic characteristics of the local people. The data were collected by the questionnaire developed based on the literature. The questionnaire developed based on the literature was applied face to face by convenience sampling method in April, 2017 in Bishkek. As a result of the questionnaire, 394 questionnaires were reached. According to the findings obtained, it is understood that the perceptions of the local people on the sociocultural effects of tourism are significantly different according to marital status, age, education level, income level, work related to tourism and communication 1 Dr. Öğr. Üyesi, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi / Gaziosmanpaşa Üniversitesi, cemalince@gop.edu.tr 2 Dr. Öğr. Üyesi, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi / Selçuk Üniversitesi, tolga@ selcuk.edu.tr 278 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI with tourists. There is no significant difference only with gender. According to these results, it is considered that the local people perceived the socio-cultural effects of tourism more positively. The study concludes with suggestions for public authorities and academicians. Keywords: Socio-cultural Effects of Tourism, Local People, Bishkek, Kyrgyzstan GİRİŞ Turizm, bugün dünyada bir milyardan fazla insanın aktif olarak içerisinde yer aldığı ve ülkelerin daima ilgi alanları arasında bulunan sosyal, kültürel ve ekonomik bir sektördür (Bulut, 2000:71). Gelişmiş ülkelerin turizm kaynaklarını maksimum düzeyde kullanarak katma değer oluşturma istekleri ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik sorunları ve açıklarının giderilmesinde turizmden yararlanmak istemeleri, turizmin önemini daha fazla artırmaktadır. Bu açıdan turizm bir emniyet sübapı işlevini başarıyla sürdürmektedir. Yaz döneminin gelmesiyle Türkiye’de turizm sektörü sayesinde cari açık düşmeye başlamaktadır. Turizmin dış ödemeler bilançosu, istihdam, gelir, bölgelerarası gelişmişlik farkının azaltılmasına katkılarıyla olumlu etkileri olduğu gibi, fırsat maliyeti (başka bir yatırımı engellemesi), bölgesel enflasyonu artırması, mevsimlik dalgalanma göstermesi, ithalatı artırması gibi olumsuz ekonomik etkileri de bulunmaktadır. Turizmin sosyal alanda kültür alış-verişi, halkın sosyal yaşam düzeyini artırma, yerel halka özgüven katma, turistik çekiciliklerin korunması gibi olumlu sosyal etkilerinin yanında, yerel halkta kültürel kimlik yozlaşması, geleneklerin bozulması, turistlere karşı olumsuz duyguların gelişmesi, ahlaki değerlerde yozlaşma, halk katmanları arasında sosyal eşitsizlikleri ortaya çıkarma, yerel halkta alkol, uyuşturucu, vb. kötü alışkanlıkları ortaya çıkarma, suç oranlarını artırma, iç göçleri teşvik etme, halkın duygularının ve ekonomik değerlerinin sömürülmesi gibi negatif etkileri de bulunmaktadır (Inskeep, 1991: 97). Turizm aynı zamanda turistik değer arz eden çevresel unsurların korunması, alt yapının geliştirilmesi, bölge imajına katkısı ve doğal yaşam alanlarının korunması gibi pozitif katkılar sağlamakla birlikte, doğal peyzajın bozulması, çarpık kentleşme, orman yangınları, flora ve faunaların yaşam alanlarına zarar vermek, su kaynaklarının kirletilmesi gibi pek çok negatif etkileri de bünyesinde bulundurmaktadır (Şahbaz, 1995:229-262). Turizmin ulusal ve uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal ilişkilerde oynadığı rol artarak devam etmektedir. Bu rol, sadece uluslararası turizmin büyük ülkeleri için geçerli olmayıp, değerli turizm kaynaklarına sahip olan gelişmekte veya az gelişmiş ülkeler için de oldukça önemlidir. Bu ise ulusal ve uluslararası alanda turizme verilen önemin devam etmesinin temel nedenlerinden birisidir (Özdemir ve Kervankıran, 2011:3). Turizm doğası gereği resmi veya resmi olmayan yollarla yerel halkı da içerisine alan Turizm Çalışmaları 279 ekonomik, sosyal ve kültürel bir endüstridir. Yerel halkın turizme olan ilgisi o bölgede turizmin gelişmesine doğrudan etki etmektedir. Yerel halkın turizm ve turiste göstereceği ilginin temelinde halkın turizme yönelik algısının pozitif veya negatiflik durumu önemli rol oynamaktadır. Yerel halkın yaşam biçimi, örf, ananeleri, eğitim durumu, turizme bakış açısı, doğal güzelliklere sahip çıkma ve koruma çalışmaları turizm faaliyetlerini olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir (Sekhar, 2003:340). Turizmin gelişimi ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Bunun en önemli nedeni ise yerel halkın turizme ve turistlere olan yaklaşımlarıdır. Örneğin Müslüman ülke halkları, Müslüman olmayan turistlere olumlu yaklaşmamaktadırlar (Robinson ve Meaton, 2005:69-75). Ritter (1975:5659) tarafından, Müslüman halkların, turizmin ahlaksız etkilerinden dolayı yabancı turistlere negatif yaklaşımda bulundukları belirtilmektedir. Hamira ve Ghazali (2012:801-802) İran’da yaptıkları çalışmalarda yerel halkın turistleri seks, alkol, gıda ve doğal kaynakları aşırı tüketen gruplar olarak tanımladıklarını ve buralarda yerel halkın turistlere negatif baktıklarını ifade etmektedir. Turist kabul eden bölgede, uluslararası sosyal ve kültürel ilişkilerin ortaya çıkması turist- turist, turist-görevli, turist-yerel halk arası etkileşim gerçekleşmekte ve turizm bu etkileşim sürecinin başlangıcı ve katalizörü olarak görev yapmaktadır. Turizm, turistler ile yerel halk arasında kültür alış-verişine olanak sağlayarak kültürel zenginleşme, kültürel kaynaşma çalışmalarına, turistlerin çevre değiştirici seyahatleriyle canlanmasına katkı sağlamaktadır (Berber, 2003: 210). Getz (1994:275), turizmin, yerel halk tarafından kabul görmesinin ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel olumlu etkilerinin olumsuz etkilerine göre daha fazla olduğuna inanması gerektiğini ifade etmektedir. Bilim insanlarının araştırmalarına göre yerel halklar turizmin kültürel değişim sağladığını, eğlence olanaklarını artırdığını, insanların birbirleri hakkında olumlu algılar geliştirdiğini belirtmektedirler (McCool ve Martin, 1994:32). Başka bir araştırmada ise yerel halk turizmin kültürel ve ahlaki değerlerin erozyona uğramasına neden olduğunu belirtmişlerdir (Prentice, 1993:219). Sonuç olarak, bilinçli veya bilinçsiz olarak turistler farklı derecelerde olmak üzere sadece fiziksel ve kültürel çevreyi değil aynı zamanda sosyal çevreyi de etki altına almaktadır (Kariel ve Kariel,1982:1). İlgili alanda çok sayıda araştırma olmakla beraber, Kırgızistan’da turizmin etkilerini araştıran sınırlı sayıda çalışmalara rastlanmıştır. Belirtilen sebeplerle bu çalışmada Bişkek’te şehir merkezinde yaşayan yerel halkın turizmin etkilerine yönelik algılarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada öncelikle turizmin sosyo-kültürel etkileri ile ilgili alanyazına değinilmekte, daha sonra ise turizmin sosyokültürel etkileri üzerine Bişkek’te yaşayan halk üzerinde yapılan bir araştırmaya yer verilmektedir. 280 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 1. TURİZMİN SOSYO-KÜLTÜREL ETKİLERİ İnsanlar kurdukları iletişim ile birbirlerine pozitif veya negatif sosyal ve kültürel veriler aktarmaktadır. Turizm, turistler ile yerli halk arasındaki yakın ilişkiler sayesinde bu verilerin yoğun aktarıldığı bir sektördür. Turistler ile yerli halk arasındaki ilişkiler sonucu her iki tarafı da etkileyen pozitif veya negatif sosyo-kültürel etkiler ortaya çıkmaktadır (Cooper ve diğerleri, 1998; Oppermann ve Chon, 1997). Turizmin ortaya çıkarmış olduğu sosyo-kültürel etkiler özellikle yerel halkın bakış açısıyla negatif ve pozitif yönlü olarak gerçekleşmektedir. Geleneksel yaşam biçimleri, değer sistemleri, aile ilişkileri, bireysel davranışlar ve toplum yapısında meydana gelen değişimler turizmin yerel halk üzerinde sebep olduğu etkilerdendir (Sebastian ve Rajagopalan, 2009:5). Bu anlamda turizmin insanların mekânsal yaşam alanlarında da etkileri olduğu görülmektedir. Çetin ve Özşahin (2011:317-340) tarafından yapılan çalışmada turizmin yerleşim birimlerinde mekânları da şekillendirdiği belirtilmektedir. Turizmin etkileri konusunda yapılan çalışmalarda, turizmden doğrudan fayda sağlayan yerel halkın turistler hakkında olumlu algılara sahip olduğu belirlenmiştir (Pizam 1978; Brougham ve Butler 1981; Perdue, Long ve Allen 1990; Ap 1992; Madrigal 1993; Pizam, Milman ve King 1994). Toplumsal anlamda turizm, turist-yerel halk arasında ve turist-turist arasında kültür alış verişini artırır, halkın yaşam standartlarını iyileştirir, kültürel eserleri (müze ve anıtlar, eskide kalmış gelenekleri, vb.,) korumaya yardımcı olur ve yerel halkın vatanları ile gurur duymalarına yardımcı olur (Budenau, 2005: 91). Turizm, sosyo-kültürel, siyasal ve çevresel niteliklere sahip bir faaliyetler bütünüdür. Aynı zamanda turizm, sosyo-kültürel ve çevresel alanda gerçekleştiği için bu alan içerisindeki bütün paydaşları pozitif veya negatif yönde etkilemektedir. Bu açıdan bakıldığında turizmin sosyal yapı üzerindeki etkileri, bireyler, aileler, toplum, hayat standartları, nüfus yapısı ve sosyal sınıflar gibi turizm bileşenleri üzerinde çeşitli etkileri ortaya çıkmaktadır (Civelek,2010: 333-336). Turizm amaçlı seyahatlere katılanların tutum ve davranışları zaman içerisinde yerli halkın yaşam tarzlarını etkilemektedir. Turistlerin kendilerine özgü davranışları, yerli halktan kişilerle kurdukları ilişkilerin türü ve nitelikleri bölge halkı üzerinde olumlu veya olumsuz etkiler ortaya çıkarmaktadır. Bu etkiler, daha ziyade turistlerle doğrudan ilişki kuran sektör çalışanları ile dolaylı ilişki kuran yerel halk üzerinde etkili olmaktadır. Bunun yanında turizmin sosyokültürel etkileri yerel ve toplumsal değerler, inançlar üzerinde göreceli olarak değişimlere neden olduğu bilinmektedir. Bu etkilerin derecesi ve hangi konuları etkileyeceği bölgeye gelen turist sayısına, turistlerin kültürel seviyesi, yöre halkının turizm farkındalığı, eğitim düzeyi, turizmin bölgeye ekonomik etkisinin düzeyine, vb. (Brunt ve Courtney, 1999:497). Turizm Turizm Çalışmaları 281 değer sistemlerinde, birey davranışlarında, aile yapılarında ve ilişkilerinde, toplumun ortak yaşam şekillerinde, toplumsal ahlak kriterlerinde ve toplumsal örgütlenme gibi konularda süreç içerisinde etkili olmakta ve değişimler meydana getirmektedir (Kadanalı ve Yazgan,2012:99). Turizm sadece yerel halk üzerinde sosyo-kültürel etkiler meydana getirmemektedir. Turistik destinasyon, farklı ülkelerden gelen aslında hepsi destinasyona yabancı olan farklı din, kültür, sosyal ve ekonomik yapı, cinsiyet ve milliyetlere sahip turistlerin bir araya geldiği yerdir. Burada bir araya gelen turistler birbirleri ile sosyo-kültürel etkileşimde bulunmakta ve etkilenmektedirler. Farklı ve yabancı kültürler yerel halkın ev sahipliğinde tanışırlar ve sosyo-kültürel etkileşimde bulunurlar. Bu şekilde farklı toplumlardan gelen turistler birbirlerini tanır ve karşılıklı saygı, sevgi ve barışı geliştirebilirler. Turizmin yerel halk üzerinde etkileri birçok bilim insanının araştırmasına konu olmuştur. Bu araştırmalarda turizmin birey, aile ve toplumsal çevre üzerinde değer ve inanç yapısının değişmesi, giyim ve yaşam şeklinde değişmeler gibi negatif etkileri olduğu da belirtilmektedir (Gürbüz, 2002:54; Kozak ve ark., 1997). Bunun yanında dilde yozlaşma, yapay sanatsal eserlerin ortaya çıkması, mimari estetiğinin kaybolması, insanlararası ilişkilerde arkadaşlık ve dostluğun yerini maddi çıkarların alması, özellikle genç yerli halklar arasında alkol, uyuşturucu vb. kötü alışkanlıkların yaygınlaşması, turistlerle yerel halk arasında kültürel çatışmaların oluşması, yerel halkın turistleri sosyal ve ekonomik anlamda kıskanması ve milliyetçilik çatışmaları gibi negatif etkiler de meydana gelmektedir (Gürbüz, 2002: 54-55). Turizm sezonunda trafik yoğunluğu, park sorunları, alışveriş merkezlerinde yoğunluk, kalabalık tesisler yerli halkın hayatını olumsuz etkileyebilir (Small ve Edwards, 2005: 67). Bunun yanında suç ve şiddette artış, aile içi anlaşmazlıklar, geleneksel ahlak değerlerinde bozulmalar, nesillerde kimlik kaybı vb. olmak üzere ciddi sosyal sorunlara da neden olabilir (Douglas ve ark., 2001; Farooquee ve ark., 2008:587). Ortaya çıkan bu sosyal olumsuzluklar yerli halkın turistlere karşı düşmanlık (hatta şiddet) duygularının gelişmesine neden olabilmektedir. Turizm, oluşturduğu sosyal etkilerden faydalananlar ile bunlardan yararlanamayanlar arasında bir takım eşitsizliklere de neden olabilmektedir. Karaman ve Avcıkurt (2011) tarafından yapılan çalışmada, turizmin yerel halkta sosyo- kültürel değişimlere neden olduğu, turistler ile yerel halk arasında hoşgörünün geliştiği, yerel halkın gelenek ve göreneklerinde değişime neden olduğu, halkın dini inanışlarına ve aile yapısına etki etmediği, ahlaki değişimlere ve zararlı bir takım alışkanlıklara (uyuşturucu, cinsel suçlar, alkol, vb.) neden olduğu belirtilmiştir. 282 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 2. YÖNTEM 2.1. Araştırmanın Amacı Araştırmanın amacı, Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerini nasıl algıladıklarını ortaya koymaktır. Ayrıca, bu çalışma ile turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algının katılımcıların demografik özelliklerine göre farklılaşıp farklılaşmadığını ortaya koymak amaçlanmaktadır. Son yıllarda turizmde gelişme kaydeden Kırgızistan’da hangi konuların daha etkili olduğunu belirlemek ve bunların kullanılması ile turizm alanında faaliyet gösteren turizm işletmelerine ve kamu otoritelerine katkı sağlanması da hedeflenmektedir. Kırgızistan’da turizm alanında yapılan çalışmaların az olduğu göz önüne alındığında bu çalışmanın ilgili literatüre katkı sağlaması beklenmektedir. Akova (2006) turizmin etkilerine ilişkin çalışmasında, katılımcıların yaptığı işin turizmle ilgisi ve işi gereği turistlerle iletişim durumu ile ilgili demografik değişkenlerle turizmin algılanan etkileri arasında anlamlı farklılıklar olduğunu ifade etmiştir. Türker ve Türker (2014) ise, cinsiyete göre turizmin etkilerine ilişkin algıların farklılık göstermediğini, yaş ve gelir düzeyine göre anlamlı farklılıklar olduğunu belirtmişlerdir. Tatoğlu ve ark. (2002) katılımcıların cinsiyetine göre, turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algıların farklılaşmadığını ifade etmişlerdir. Gelir ve öğrenim düzeylerine göre turizmin sosyo-kültürel etkileri arasında oldukça yüksek düzeyde farklılıklar olduğu ortaya konulmuştur. Dolayısıyla, demografik özelliklerine göre, Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarının farklılık göstermesi olasıdır. Bu nedenle, aşağıdaki hipotezler geliştirilmiştir. H1: Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algıları, demografik özelliklerine göre (Cinsiyet, yaş, medeni durum, öğrenim düzeyi ve gelir düzeyi) anlamlı farklılık gösterir. H2: Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algıları, yapılan işin turizmle ilişkisine göre anlamlı farklılık gösterir. H3: Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algıları, işi gereği turistlerle iletişim durumuna göre anlamlı farklılık gösterir. 2.2. Araştırmanın Yöntemi Araştırmada veriler literatürden yararlanılarak oluşturulan anket formu ile toplanmıştır. Anket formunda, Bişkek’te yaşayan halkın demografik özellikleri, yaptıkları işin turizm ile ilişkisini belirlemeye yönelik sorular ve turizmin sosyo-kültürel etkilerini ölçmeye yönelik 8 maddeden oluşan Turizm Çalışmaları 283 bir ölçek kullanılmıştır. Ölçek maddelerinin tepki kategorileri 5’li Likert derecelemesine tabi tutulmuştur (1=Hiç Katılmıyorum, .......,5=Tamamen Katılıyorum). 8 maddelik Turizmin Sosyo-Kültürel Etkileri ölçeği, Ap and Crompton (1998) tarafından geliştirilen ve Tatoğlu ve ark. tarafından kullanılan (2000:748) ölçekten alınmıştır. Araştırmanın evreni, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek şehrinde yaşayan 18 yaş ve üzeri insanlardan oluşmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre 2015 yılı Bişkek nüfusu 933.753’tür. Günümüzde bir milyonun üzerinde nüfusa sahip olduğu düşünülmektedir. Saruhan ve Özdemirci (2013) ise büyüklüğü 1.000.000 olan çalışmalar için %95 güven aralığı, %5 hata payı ile örneklem büyüklüğünün 384 olması gerektiğini ifade etmiştir. Bu doğrultuda tesadüfi olmayan örnekleme yöntemlerinden kolayda örnekleme yöntemi ile 394 anketin geri dönüşü sağlanabilmiştir. 1-30 Nisan 2017 tarihleri arasında yüz yüze gerçekleştirilen anket çalışması sonucunda 394 ankete ulaşılmıştır. Örneklem büyüklüğü olarak yeterli olduğuna karar verilmiş ve elde edilen verilerin analizinde betimleyici istatistiklerin yanı sıra bağımsız çift örneklem t-testi ve tek yönlü varyans analizinden yararlanılmıştır. Tablo 1: Ölçeğe İlişkin Aritmetik Ortalama, Standart Sapma ve Güvenirlik Analizi Sonuçları Değişken Aritmetik Standard Madde-Toplam Alfa Ortalama Sapma Korelasyon Turizmin Sosyal-Kültürel Etkilerine 3,8749 0,51516 0,356-0,544 0,756 İlişkin Hususlar Diğer kültürleri ve insanları 1 4,4235 0,78747 anlama Bölgedeki restoranların 2 3,7231 0,94921 çeşitliliğini arttırma Yerel kültürün ve mirasın 3 4,1990 0,71066 tanınması Kültürel aktivite çeşitliliğini 4 3,8821 0,78888 sağlama Yaşam tarzında değişiklik 5 3,5130 0,98388 sağlama Tarihsel yapıların restorasyonu ve 6 3,5153 0,91065 korunması Alandaki eğlence çeşitliliğini 7 3,7385 0,83090 arttırma Farklı insanların ve kültürlerin 8 4,0051 0,79116 halk tarafından anlaşılması Yanıt kategorileri: “1= Hiç Katılmıyorum, “2= Katılmıyorum, 3= Ne Katılıyorum Ne Katılmıyorum, 4= Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum” 284 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Turizmin sosyo-kültürel etkileri ölçeğine faktör analizi yapılmış ve tek faktör altında toplandığı belirlenmiştir. Ayrıca, ölçeğin maddelerinin toplanabilirliği kontrol edilmiştir. Bu amaçla ölçeğin iç tutarlılık (Alfa) katsayısı, madde-toplam korelasyonları ve bu korelasyonların işaretleri incelenmiştir. (Tablo 1) Ölçeğin Cronbach Alfa katsayısı 0,756 olarak tespit edilmiştir. Madde toplam korelasyonlarda negatif işaret bulunmamaktadır. Ölçeğin Cronbach Alfa (α) katsayısı 0.80’den büyükse ölçek yüksek derecede güvenilir, 0.60 ile 0.80 arasında ise oldukça güvenilir, 0.40 ile 0.60 arasında ise güvenirliği düşük ve 0.40’dan düşük ise güvenilir değildir şeklinde yorumlanır (Kayış, 2016:405). 3. BULGULAR Araştırmaya katılanların demografik özellikleri incelendiğinde (Tablo 1); katılımcıların 218’inin (%55,6) kadın, 174’ünün (%44,4) erkek; 130’unun (%33) 18-25 yaş arasında, 86’sının (%21,8) 26-35 yaş arasında, 88’inin (%22,3) 36-45 yaş arasında ve 90’ının (%22,8) 46 yaş üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. Araştırmaya katılanların medeni durumu ve gelir düzeyleri incelendiğinde; katılımcıların 190’ının (%49,7) bekar, 192’sinin (%50,3) evli olduğu; yaklaşık %60’ının (238 katılımcı) 20.000 Som (300 USD) altında gelir düzeyine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, katılımcıların 110’u (%27,9) turizm ile bir iş yaptığını ve 144’ü ise (%36,9) işi gereği turistlerle iletişim kurduğunu belirtmişlerdir. Tablo 2: Katılımcıların Demografik Özelliklerine İlişkin Dağılım Değişkenler Demografik Özellik Frekans % Kadın 218 55,6 Cinsiyet (n=392) Erkek 174 44,4 25 yaş ve altı 130 33,0 26-35 yaş 86 21,8 Yaş (n=394) 36-45 yaş 88 22,3 46 yaş ve üzeri 90 22,8 Bekâr 190 49,7 Medeni Durum (n=392) Evli 192 50,3 Lise 84 21,3 Öğrenim Düzeyi (n=372) Üniversite 228 57,9 Lisansüstü 60 15,2 15.000 Som altında 128 33,0 15.000-19.999 Som 110 28,4 arası Aylık Gelir (n=388) 20.000-24.999 Som 82 21,1 arası 25.000 Som ve üzeri 68 17,5 Evet 110 27,9 Mesleğinin Turizmle İlişkisi (n=394) Hayır 284 72,1 Evet 144 36,9 İşi gereği Turistlerle İletişim Kurma (n=390) Hayır 246 63,1 Turizm Çalışmaları 285 Araştırmada turizmin sosyo-kültürel etkilerinin, katılımcıların demografik özelliklerinden cinsiyet, medeni durum, yaptığı işin turizmle ilgisi ve işi gereği turistlerle iletişim durumlarına göre farklılık gösterip göstermediğini anlamak için t-testi yapılmıştır. Yapılan t-testi sonucuna göre, turizmin sosyo-kültürel etkilerini, kadınlar ve erkeklerin aynı şekilde algıladıkları yani kadınlar ile erkekler arasında anlamlı farklılık olmadığı anlaşılmaktadır. Tablo 3. Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Katılımcıların Medeni Durumuna Göre Karşılaştırılması (Özet Tablo) Hususlar ÖzelliklerN Ortalama Std. Sapma t-değeri Diğer kültürleri ve insanları anlama Bekâr 190 4,589 0,735 Evli 192 4,250 0,819 Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma Bekâr 190 3,829 0,904 Evli 192 3,625 0,963 Bekâr 190 3,726 0,854 Evli 192 3,323 0,932 Tarihsel yapıların restorasyonu ve korunması 4,264* 2,131** 4,409* *p<0,01; **p<0,05 Tablo 3’e göre, turizmin sosyo-kültürel etkileri katılımcıların medeni durumlarına göre karşılaştırıldığında, bekâr olanlar ile evliler arasında üç hususta anlamlı farklılık vardır. Bunlar, “Diğer kültürleri ve insanları anlama”, “Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma” ve “Tarihsel yapıların restorasyonu ve korunması” hususlarıdır. Bu hususlara ilişkin bekarların evlilere göre turizmin sosyo-kültürel etkilerini daha farklı algıladıkları görülmektedir. Özellikle bekar kesimin gençler olduğu ve evlilere göre daha özgür hareket edebilecekleri göz önünde bulundurulduğunda, farklı kültürden insanları tanıma isteğinin evlilere göre yüksek olması normal karşılanabilir. Bekarlar turizmin restoranların çeşitliliğine olumlu etkisi olduğu fikrini evlilere göre farklı değerlendirmektedir. Bunun nedeni son yıllarda Kırgızistan’da yiyecek içecek sektöründe çok fazla restoranın açılması ile gençler için yeni iş olanaklarının artması olarak ifade edilebilir. Son hususa ilişkin bekarların evlilere göre, turizmin tarihsel yapıların korunması ve gelecek nesillere aktarılması konusunda daha hassas oldukları söylenebilir. Diğer beş hususta anlamlı farklılığa rastlanmamıştır. Tablo 4, turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin hususlarda katılımcıların yaptıkları işin turizmle ilgisine göre yapılan karşılaştırma sonuçlarını göstermektedir. Tabloya göre, sekiz husustan yedisinde yapılan işin turizmle ilgisi olma durumuna göre farklılık olduğu görülmektedir. Turizmin sadece “Farklı insanların ve kültürlerin halk tarafından 286 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI anlaşılması” hususunda etkisine ilişkin turizm sektöründe çalışan ile çalışmayan arasında farklılık olmadığı anlaşılmaktadır. Tablo 4. Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Katılımcıların Yaptıkları İşin Turizmle İlgisi İtibariyle Karşılaştırılması Hususlar Özellikler Evet Diğer kültürleri ve insanları anlama Hayır Evet Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma Hayır Evet Yerel kültürün ve mirasın tanınması Hayır Evet Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama Hayır Evet Yaşam tarzında değişiklik sağlama Hayır Tarihsel yapıların restorasyonu Evet ve korunması Hayır Evet Alandaki eğlence çeşitliliğini arttırma Hayır N Ortalama Std. Sapma 110 4,818 0,473 284 4,271 0,831 110 4,122 0,745 284 3,568 0,975 110 4,436 0,657 284 4,107 0,710 110 4,071 0,713 284 3,809 0,806 110 3,873 0,940 284 3,374 0,967 110 3,782 0,828 284 3,412 0,921 110 3,909 0,841 284 3,672 0,819 t-değeri 8,195* 6,043* 4,213* 3,146* 4,633* 3,672* 2,555** *p<0,01; **p<0,05 İşi gereği turistle iletişim durumuna göre, turizmin sosyo-kültürel etkilerinin Tablo 4’tekine benzer bir şekilde farklılaştığı görülmektedir. İşi gereği turist ile iletişim kuranların, kurmayanlara göre turizmin sosyokültürel etkileri ile ilgili sekiz husustan yedisini farklı şekilde anladığı anlaşılmaktadır. Özellikle turistlerle iletişim kuranların doğrudan turizmin içinde olmasının turizmin pek çok hususta etkisini daha fazla görmesi anlamında etkili olduğu ifade edilebilir. Tablo 5. Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Katılımcıların İşi Gereği Turistle İletişimi İtibariyle Karşılaştırılması Hususlar Diğer kültürleri ve insanları anlama Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma Yerel kültürün ve mirasın tanınması Özellikler N Ortalama Std. Sapma t-değeri Evet 144 4,792 ,471 8,619* Hayır 246 4,215 ,850 Evet 144 4,066 ,791 Hayır 246 3,518 ,984 Evet Hayır 144 246 4,472 4,042 ,602 ,727 6,017* 5,991* Turizm Çalışmaları Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama Yaşam tarzında değişiklik sağlama Tarihsel yapıların restorasyonu ve korunması Alandaki eğlence çeşitliliğini arttırma Evet 144 4,109 ,721 Hayır 246 3,755 ,801 Evet 144 3,854 ,951 Hayır 246 3,330 ,949 Evet Hayır Evet 144 246 144 3,750 3,378 3,944 ,942 ,870 ,764 Hayır 246 3,630 ,849 287 4,494* 5,264* 3,950* 3,763* *p<0,01 Araştırmanın birinci hipotezi kapsamında turizmin sosyo-kültürel etkilerinin katılımcıların yaşlarına, öğrenim düzeylerine ve gelir düzeylerine göre farklılık göstereceği şeklindedir. Yapılan varyans analizi sonuçları incelendiğinde; katılımcıların turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarında yaş gruplarına, öğrenim düzeylerine ve gelir düzeylerine göre (p<0,05) istatistiki olarak anlamlı farklılıklar olduğu tespit edilmiştir. Bu farklılığın hangi gruplardan kaynaklandığını tespit etmek için varyansların homojen olduğu durumlarda Scheffe’s testi, varyansların homojen olmadığı durumlarda “Tamhane’s T2” testi yapılmıştır. Yapılan analiz sonucunda (Tablo 6), turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin “Alandaki eğlence çeşitliliğini arttırma” ve “Farklı insanların ve kültürlerin halk tarafından anlaşılması” hususlarında yaş gruplarına göre istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılığın olmadığı tespit edilmiştir. Tablo 6: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Yaşa Göre Karşılaştırılması Std. F Hususlar Gruplar n Ort. Farklılık Sapma değeri Diğer kültürleri ve insanları anlama Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma A 25 yaş ve altı 130 4,723 ,671 B 26-35 yaş aralığı 86 4,302 ,798 C 36-45 yaş aralığı 88 4,419 ,750 D 46 yaş ve üzeri 90 4,111 ,827 A 25 yaş ve altı 130 3,888 ,883 B 26-35 yaş aralığı 86 3,605 ,924 C 36-45 yaş aralığı 88 3,835 ,882 D 46 yaş ve üzeri 90 3,489 1,073 12,716* A>B A>C A>D 4,080* A>D 288 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 130 4,338 ,665 26-35 yaş aralığı 86 4,070 ,665 36-45 yaş aralığı 88 4,255 ,647 D 46 yaş ve üzeri 90 4,067 ,832 A 25 yaş ve altı 130 3,983 ,757 B 26-35 yaş aralığı 86 3,674 ,860 C 36-45 yaş aralığı 88 4,043 ,710 D A 46 yaş ve üzeri 25 yaş ve altı 90 3,778 130 3,731 ,790 ,969 26-35 yaş aralığı 86 3,198 ,953 36-45 yaş aralığı 88 3,580 ,890 A Yerel kültürün ve B mirasın tanınması C Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama B Yaşam tarzında değişiklik sağlama C Tarihsel yapıların restorasyonu ve korunması 25 yaş ve altı D 46 yaş ve üzeri 90 3,434 1,047 A 25 yaş ve altı 130 3,815 ,843 B 26-35 yaş aralığı 86 3,488 ,878 C 36-45 yaş aralığı 88 3,421 ,652 3,922* A>D 4,555* A>B C>B 5,585* A>B 9,183* A>B A>C A>D D 46 yaş ve üzeri 90 3,200 1,114 1. *p<0,01; **p<0,05 2. Yanıt kategorileri: “1=Hiç Katılmıyorum, “2=Katılmıyorum, 3=Ne Katılıyorum Ne Katılmıyorum, 4=Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum” Turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin diğer altı hususta ise yaş gruplarına göre anlamlı farklılık tespit edilmiştir. Bu hususlar; “Diğer kültürleri ve insanları anlama”, “Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma”, “Yerel kültürün ve mirasın tanınması”, “Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama”, “Yaşam tarzında değişiklik sağlama” ve “Tarihsel yapıların restorasyonu ve korunması”dır. Farklılık olan hususlar incelendiğinde, 25 yaş altında olan gençlerin diğer yaş gruplarına kıyasla turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin belirtilen hususları daha önemsedikleri söylenebilir. Yapılan analize göre (Tablo 7), turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin “Diğer kültürleri ve insanları anlama”, “Yerel kültürün ve mirasın tanınması” ve “Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama” hususlarında katılımcıların öğrenim düzeylerine göre istatistiksel açıdan anlamlı farklılık tespit edilmiştir. Diğer beş hususta ise anlamlı farklılık olmadığı anlaşılmıştır. Farklılık tespit edilen üç hususta, öğrenim düzeyleri Üniversite ve Lisansüstü olanların lise mezunlarına göre turizmin sosyokültürel etkilerini daha önemli düzeyde gördükleri ifade edilebilir. Başka bir ifadeyle, öğrenim düzeyi arttıkça kişilerin turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algı düzeylerinin arttığı söylenebilir. 289 Turizm Çalışmaları Tablo 7: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Öğrenim Düzeyine Göre Karşılaştırılması Ölçeğin Maddeleri Diğer kültürleri ve insanları anlama Gruplar Ort. Std. F Farklılık Sapma değeri A Lise 84 4,000 ,982 B C Üniversite 228 4,512 Lisansüstü 60 4,567 ,729 ,563 Lise 84 4,000 ,821 Üniversite 228 4,221 ,673 Lisansüstü 60 4,333 ,655 A Lise 84 3,667 ,841 B Üniversite 228 3,945 ,749 C Lisansüstü 60 3,933 ,733 A Yerel kültürün ve mirasın B tanınması C Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama n 15,133* A<B A<C 4,490** A<C 4,207** A<B 1. *p<0,01; **p<0,05 2. Yanıt kategorileri: “1=Hiç Katılmıyorum, “2=Katılmıyorum, 3=Ne Katılıyorum Ne Katılmıyorum, 4=Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum” Yapılan analiz sonucunda (Tablo 8), turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin üç hususta katılımcıların gelir düzeyine göre anlamlı farklılık tespit edilmiştir. “Bölgedeki restoranların çeşitliliğini arttırma” ve “Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama” hususlarında gelir düzeyi yüksek olanların düşük olanlara göre turizmin sosyo-kültürel etkilerini daha fazla önemsemektedirler. “Tarihsel yapıların restorasyonu ve korunması” hususunda ise gelir seviyesi düşük olanları yüksek olanlara göre turizmin sosyo-kültürel etkilerini daha fazla önemsedikleri ifade edilebilir. Tablo 8: Turizmin Sosyo-Kültürel Etkilerine İlişkin Hususların Gelir Düzeyine Göre Karşılaştırılması Ölçeğin Std. F Gruplar n Ort. Farklılık Maddeleri Sapma değeri A 15.000 Som altında 15.000-19.999 Som Bölgedeki B arası restoranların çeşitliliğini 20.000-24.999 Som C arttırma arası Kültürel aktivite çeşitliliğini sağlama 128 3,781 ,947 110 3,473 1,011 3,974* D>A 82 3,774 ,956 D 25.000 Som ve üzeri 68 3,933 ,771 A 15.000 Som altında 15.000-19.999 Som B arası 20.000-24.999 Som C arası D 25.000 Som ve üzeri 128 3,826 ,861 110 3,782 ,734 4,076* D>A ve B 82 3,829 ,767 68 4,173 ,712 290 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI A 15.000 Som altında Tarihsel 15.000-19.999 Som B yapıların arası restorasyonu 20.000-24.999 Som ve C arası korunması D 25.000 Som ve üzeri 128 3,625 ,823 110 3,673 ,996 5,037* 82 3,268 ,771 A>C B>C 68 3,309 ,993 1. *p<0,01 2. Yanıt kategorileri: “1=Hiç Katılmıyorum, “2=Katılmıyorum, 3=Ne Katılıyorum Ne Katılmıyorum, 4=Katılıyorum, 5=Tamamen Katılıyorum” SONUÇ VE ÖNERİLER Bu araştırmada, Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarının ortaya konulması amaçlanmıştır. Bu çerçevede, araştırmaya katılanların demografik özelliklerine göre turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarının farklılaşıp farklılaşmadığı değerlendirilmiştir. Bişkek’te yaşayan halkın turizmin sosyo-kültürel etkilerine ilişkin algılarının, demografik değişkenlerden cinsiyet değişkeni hariç yaş, medeni durum, öğrenim düzeyi ve gelir düzeyi değişkenlerine göre anlamlı farklılık gösterdiği gözlenmiştir. Bu durum Akova (2006) ve Tatoğlu ve ark. (2002) tarafından yapılan çalışmalarla benzerlikler göstermektedir. Katılımcılardan yaptıkları işin turizmle ilgisi olanların olmayanlara ve işi gereği turistlerle iletişim kuranların kurmayanlara göre, turizmin sosyokültürel etkilerine ilişkin hususları farklı şekilde algıladıkları araştırma sonucunda ortaya çıkmıştır. Elde edilen bu sonuç, Türker ve Türker’in (2014) çalışması ile benzerlik göstermektedir. Yapılan çalışma sonucunda, turizmin yeni gelişen Kırgızistan turizmine sosyo-kültürel etkilerinin yönetilebilmesi ve turizmin sürdürülebilir olması için aşağıdaki önerilerin yapılması uygun olacaktır: • Turizmin ortaya çıkarabileceği sosyo-kültürel olumsuzluklar konusunda halk bilinçlendirilmeli ve turizmden sosyo-kültürel çevrenin negatif etkilenmemesi için önlemler turistlerin ülkeye gelmesini etkilemeyecek şekilde alınmalıdır. • Turizmin sosyo-kültürel etkilerinin her yaş kesimi tarafından aynı duyarlılık içerisinde değerlendirilmesi için halkın farklı kesimlerini kapsayan sosyal projeler yapılmalıdır. • Turizm değeri taşıyan kaynakların korunması ve canlandırılmasına çalışılmalıdır. Müzeler ve Ören yerleri kurulmalı, kaybolmaya yüz tutmuş ve turistik değer taşıyan gelenekler, adetler ve yaşam biçimleri turizme kazandırılmalıdır. Turizm Çalışmaları 291 • Turizmin bütüncül bir şekilde her yönüyle gelişmesi için turistik destinasyonlarda gerekli alt ve üst yapı çalışmalarına yönelik yatırımlar yapılmalıdır. Yapılan araştırma, Bişkek şehrinde yaşayan halk üzerinde gerçekleştirilmiştir. Benzeri çalışmaların, Kırgızistan’ın diğer şehirlerini de kapsayıcı şekilde yapılması araştırmacılara önerilebilir. Farklı demografik değişkenler dahil edilerek araştırmanın kapsamı genişletilebilir. KAYNAKÇA Akova, O. (2006). Yerel Halkın Turizmin Etkilerini Algılamalarına ve Tutumlarına Yönelik Bir Araştırma. Akademik İncelemeler Dergisi, Sayı:2 Cilt:1. Ap, J. (1992). Residents’ Perceptions on Tourism Impacts, Annals of Tourism Research, 19(4), 665- 690. Ap, J. ve Crompton, J. L. (1998). “Developing and testing a tourism impact scale”, Journal of Travel Research, 37 (2), 120-131. Berber, Ş. (2003). Sosyal Değişme Katalizörü Olarak Turizm ve Etkileri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s:9, ss:205-221. Birleşmiş Milletler (2015). UNSD Demographic Statistics, http://data.un.org/ Data.aspx?d=POPvef=tableCode%3a240, Erişim tarihi: 29.11.2017. Brougham, J. E. ve Butler, R. W. (1981). A Segmentation Analysis of Resident Attitudes to Social Impact of Tourism, Annals of Tourism Research, 8(4), 569-590. Brunt, P., & Courtney, P. (1999). Host perceptions of sociocultural impacts. Annals of Tourism Research, 26, 493–515. Budenau, A.(2005). Impacts and Responsibilities for Sustainable Tourism: A Tour Operator’s Perspective, Journal of Cleaner Production, 13 (2005) 89–97. Bulut, E. (2000). Türk Turizminin Dünyadaki Yeri ve Dış Ödemeler Bilançosuna Etkisi, G.Ü. İİBF Dergisi, 3/2000, 71-86. Civelek, A. (2010). Turizmin Sosyal Yapıya ve Sosyal Değişmeye Etkileri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler MYO Dergisi, 13(1-2), 331-350. Cooper, C., Fletcher, J., Gilbert, D., Wanhill ve Stephen, R. (1998). Tourism principles and practice. New York: Longman Publishing. Çetin, T. (2009). Beypazarı’nda Turist-Yerli Halk Etkileşimi ve Turizmin Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Etkileri. Ege Üniversitesi Türk Dünyası İncelemeleri, 9(1), 15-32. Çetin, B. ve Özşahin, E. (2011). Turizm ve Mekânsal Değişime Etkileri Yönüyle Gönen (Balıkesir) Termal Kaynakları, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 292 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Volume 6/2 Spring 2011, p. 317-340, ISSN: 1308-2140, www.turkishstudies. net, DOI Number: http://dx.doi.org/10.7827/ TurkishStudies.2262, ANKARA-TURKEY Douglas, N., Douglas, N., ve Derrett, R. (Eds.). (2001). Special Interest Tourism: Context and Cases, Australia: John Wiley and Sons. Farooquee, N. A., Budal, T. K ve Maikhuri, R. K. (2008). Environmental and sociocultural impacts of river rafting and camping on Ganga in Uttarakhand Himalaya, Current Science, Vol. 94, No. 5 (10 March), 587-594. Getz, D. (1994). Residents’Attitudes Toward Tourism: ALongitudinal Study in Spey Valley, Scotland, Tourism Management,15(4), 247-258. Gürbüz, A. (2002). Turizmin Sosyal Çevreye Etkisi Üzerine Bir Araştırma, Teknoloji Dergisi, Yıl:5,S: 1-2, SS:49-59.Hamira, Z. F. ve Ghazali, M. (2012). The relationship between Islamic religiosity and residents’ perceptions of sociocultural impacts of tourism in Iran: Case studies of Sare’in and Masooleh, Tourism Management, 33, (4), 802-814. Inskeep, E. (1991). Tourism Planning: An Integrated and Sustainable Approach. New York: Van Nostrand Reinhold. Kadanalı, E., & Yazgan, Ş. (2012). Kırsal Turizmin Ekonomik-Sosyal ve Çevresel Etkileri, Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Sosyal Ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2012(2), 97-100. Karaman, S., ve Avcıkurt, C. (2011). Turizmin Halk Üzerine Etkileri (Samsun Örneği). Samsun Sempozyumu, 1-11. Kariel, H.G. ve Kariel, P.E. (1982). Socio-Cultural Impacts of Tourism: An Example from the Austrian Alps, Human Geography, Vol. 64, No. 1 (1982), 1-16. Kayış, A. (2016). Güvenilirlik analizi. Ş. Kalaycı (Ed.). SPSS Uygulamalı Çok Değişkenli İstatistik Teknikleri (s. 403-419) içinde. Ankara: Asil Yayın. Kozak,N., Akoğlan, M. ve Kozak, M. (1997). Genel Turizm, Ankara: Anatolia Yayınları. Madrigal, R. (1993). A Tale of Tourism in Two Cities, Annals of Tourism Research, 20(2), 336-353. McCool, S. F. ve Martin, S. T. (1994). Community Attachment and Attitudes Toward Tourism Development, Journal of Travel Research, 32(3), 29-34. Oppermann, M. ve Chon, K. S. (1997). Tourism in developing countries. London: International Thomson Business Press. Özdemir, M. A. ve Kervankıran, İ. (2011). Turizm ve Turizmin Etkileri Konusunda Yerel Halkın Yaklaşımlarının Belirlenmesi: Afyonkarahisar Örneği, Marmara Coğrafya Dergisi, S:24, 1-25. Perdue, R.R., Long, P.T.ve Allen, L. (1990). Rural Resident Tourism Perceptions and Attitudes by Community Level of Tourism, Journal of Travel Research, 28(3), 3- 9. Turizm Çalışmaları 293 Pizam, A. (1978). Tourist Impacts: The Social Mosts to the Destination Community as Perceived by Its Residents, Journal of Travel Research, 16(4), 8- 12. Pizam, A., Milman, A. ve King, B. (1994). The Perceptions of Tourism Employees and Their Families Toward Tourism, Tourism Management, 15(1), 53-61. Prentice, R. (1993). Community-Driven Tourism Planning and Residents’ Preferences”, Tourism Management,14, 218-227. Ritter, W. (1975). Recreation and Tourism in Islam Countries. Ekistics, 40(236), 56-59. Robinson, A. J. ve Meaton, J. (2005). Bali Beyond the Bomb: Disparate Discourses and Implications for Sustainability. Sustainable Development, 13(2), 69-78. Saruhan, Ş. D. ve Özdemirci, A. (2013). Bilim, Felsefe ve Metodoloji. (3. Baskı). İstanbul: Beta Basım Yayım. Sebastian, L. M. ve Rajagopalan, P. (2009). Socio-Cultural Transformations Through Tourism: A Comparison of Residents’ Perspectives at Two Destinations in Kerala, India, Journal of Tourism and Cultural Change, Vol. 7, No. 1, March, 5–21. Sekhar, N. U. (2003). Local people’s attitudes towards conservation and wildlife tourism around Sariska Tiger Reserve, India. Journal of environmental Management, 69(4), 339-347. Small, K., ve Edwards, D. (2005). Evaluating the socio-cultural impacts of a festival on a host community: a case study of the Australian Festival of the Book. In Proceedings of the 9th annual conference of the Asia Pacific Tourism Association (pp. 580-593). Sydney: School of Leisure, Sport and Tourism, University of Technology Sydney. Şahbaz, R. P. (1995).Turizmin Ekonomik, Sosyal (Toplumsal) ve Fiziksel Çevre Etkileri (Genel Turizm içinde). Ankara: Grafiker Yayınları. Tatoğlu, E., Erdal, F., Özgür, H., ve Azaklı, S. (2000). Resident perception of the impacts of tourism in a Turkish resort town. S.745-755. [Online] Available: http://www. opf. slu. cz/vvr/akce/turecko/pdf. Tatoglu. pdf (January 25, 2009). Tatoğlu E., Erdal, F., Özgür, H. ve Azaklı, S. (2002). Resident Attitudes Toward Tourism Impacts. International Journal of Hospitality ve Tourism Administration, 3:3, 79-100, DOI: 10.1300/J149v03n03_07. Türker, G. Ö., ve Türker, A. (2014). Yerel halkın turizm etkilerini algılama düzeyi turizm desteğini nasıl etkiler: dalyan destinasyonu örneği. Ejovoc: Electronic Journal Of Vocational Colleges, 4(1). Turizm Çalışmaları 295 BOŞ ZAMAN VE YAŞAM TATMİNİ LEISURE TIME AND LIFE SATISFACTION H. Dilek SEVİN1, Derya ŞAHİN2 ÖZET Bu çalışmada boş zaman, rekreasyon ve yaşam tatmini(doyumu) ilişkilendirilerek, konuyla ilgili literatür araştırmalarından bazıları ele alınmış ve boş zamanın, yaşam tatmini açısından önemi değerlendirilmiştir. Anahtar kelimeler: Boş zaman, Rekreasyon, Yaşam Tatmini. ABSTRACT In this study, some of the literature research on the subject has been discussed by relating leisure time to recreation and life satisfaction (content) and the importance of the leisure time has been evaluated in regard to life satisfaction. Keywords: Leisure time, Recreation , Life satisfaction. GİRİŞ Endüstrileşme sonrası gelişen ve değişen yaşam, bireyleri doğadan uzaklaştırarak, tek düze, yoğun, stresli ortamlarda hayatla mücadele eder hale getirmiştir. Yaşanılan çevrenin meydana getirdiği olumsuz etkiler, fiziksel ve psikolojik olarak birey sağlığını etkilemektedir. Diğer taraftan eşitsizlik, güvensizlik gibi toplumsal sorunlar bireylerin yaşam tatmin düzeylerinin azalmasına neden olmakta ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. “Yaşam tatmini, kişinin genel yaşam tatminini, yargılarını veya spesifik yaşam alanını içeren yaşam kalitesinin sübjektif değerlendirilmesi olarak” ifade edilmektedir (Nuran&Aytaç&Sam&Aytaç,2010:s.82). Bir başka ifadeyle, yaşam tatmini bireyin yaşamına ilişkin, yaşamsal olayların olumlu değerlendirilmesidir.Yaşam tatmini kavramı kişiye göre farklı algılanmaktadır. Sağlık, gelir, eğitim, boş zaman ve rekreasyon gibi yaşam tatminini etkileyen bir çok faktör vardır. Boş zaman aktivitelerinin sağlık, refah, mutluluk gibi etkileri alanyazıda farklı gruplar üzerine yapılan çeşitli araştırmalarla çalışılmıştır. Boş zaman ve yaşam tatmini konulu bu çalışmada, boş zaman, rekreasyon, yaşam tatmini kavramları literatür bilgilerine dayanılarak açıklanacaktır. 1 Dr. Öğr. Üyesi H.Dilek SEVİN, Gazi Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Rekreasyon Yönetimi Bölümü, dsevim@gazi.edu.tr 2 Derya Şahin, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enistitüsü, Rekreasyon Yönetimi A.B.D, Yüksek Lisans Öğrencisi 296 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI BOŞ ZAMAN, FONKSİYONLARI VE REKREASYON 1.1.Boş Zaman Kavramı Zaman sözlük anlamı olarak; “bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit: bu sürenin belirli bir parçası, belirlenmiş olan an” olarak tanımlanmıştır(Türk Dil Kurumu). Zaman, soyut ve bir çok anlama gelen çoğunlukla ölçü birimi olarak uzaklık, yakınlık, geçmiş, gelecek anlamları ile, dün, bugün, yarın gibi sözcüklerinin kullanımıyla belirli süreyi belirtmek içinde kullanılmaktadır. Zaman her toplumda bireylere adaletli dağıtılan, tekrarı mümkün olmayan, ödünç alınamayan, tasarruf edilemeyen, isteyerek ya da istemeyerek tüketilen değerli bir kaynaktır. Zamanın bu derece değerli olması, kullanımı ve yönetimini de önemli kılmaktadır. Yaşamda zamanını planlamayan ve doğru kullanmayan kişi düşünmeye ve dinlenmeye zaman ayıramadığı gibi, gerçekleştirmesini istediği konularda da sorunlar yaşar. Zaman yönetimi ise amaçlara ve hedeflere ulaşmada önemli bir kaynak olan zamanı verimli kullanma çabasıdır. Bireyin enerji düzeyi ile etkinlikleri arasında bir uyumun olması, zaman yönetiminde bazı olumsuzluklarla karşılaşılmasını önler, aynı zamanda da verimi en üst noktaya taşır(Yazıcıoğlu,2010:s.3-5). Bireylerin özel yaşamlarında ve iş yaşantılarında başarılı olmasını etkileyen oldukça fazla değişken bulunmakla birlikte, zamanı iyi yönetme becerisi önemli değişkenlerden biridir. Jensen(1995) tarafından zamanın üç farklı sınıflandırılması yapılmış (Karaküçük &Gürbüz 2007:s.17); Bunlar; Var olma zamanı(fizyolojik ihtiyaçlar), Zorunlu olarak yapılan işler için harcanan zaman( kişinin ekonomik kazanç elde etmek için kullandığı zaman dilimi) ve Boş Zaman(tüm bunlardan geriye kalan zaman) dır. Boş zaman; çalışma ve diğer görevlerden arta kalan zamanın, kişinin özgür iradesiyle, dinlenme, eğlenme, kültürel, sosyal açıdan etkileşim ve kaynaşma, psikolojik açıdan rahatlamasına yardımcı olan zamandır. Boş zamanın nasıl değerlendirileceği bireyin tercihi, yaşadığı çevre ve sahip olduğu kültürel özelliklere bağlı olarak şekillenecektir. Birçok çalışmada boş zamanının etkin değerlendirmesi ile bireyin sağlıklı olma, yaşam mutluluğu, yaşam tatmini, verimlilik, iş performansı gibi sağladığı olumlu etkilerinden söz edilmektedir. Veblen (1995), boş zamanı tembellik karşıtı bir kavram olarak nitelendirmiş, boş zaman kavramının tembelliği ya da istirahati değil, aksine bir faaliyeti gerektirdiğini ifade etmiştir (Saruhan ve Göksoy 2015:s.13). Mannell ve Kleibef (1997) göre, boş zaman terimi zaman, etkinlik ve deneyim olarak üç temel anlamını tanımlamak için kullanılmıştır. Zaman olarak, boş zaman, sahip olduğumuz isteğe bağlı, yükümlülüklerden muaf Turizm Çalışmaları 297 olan zamana atıfta bulunur. Bir etkinlik olarak boş zaman, boş zamanımızda yapılan aktiviteler olarak tanımlanır. Bir deneyim olarak boş zaman, içsel motivasyon sonucu etkinliklere katılmayı ifade eder (Rodriguez:s.24). Dünya Boş Zaman ve Rekreasyon Birliği (W.L.R.A) boş zamanı; “yaratıcılık, hoşnutluğun bulunduğu ayrıca kişinin tatmin seviyesinin arttığı ve eğlencelere zemin oluşturan yararları ile insan hayatının özel bir kesitidir” olarak tanımlamış(Önal, 2017:s.8). Boş zamanın kavramının üzerine araştırmacılar çeşitli sınıflandırmalar yapmışlardır. Bir sınıflandırmaya göre boş zaman dörde ayrılır(Karaküçük & Gürbüz, 2007:s.22); - Günlük boş zaman; her gün tekrarlanan ekonomik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanmasından sonra kalan zamandır. - Haftalık boş zaman; hafta sonu çalışmayan bir bireyin hafta içi yapamadığı aktiviteler için ayırdığı zamandır. - Yıllık boş zaman; yıl boyu çalışan bireyin hak ettiği zaman olup, bu zamanı seyahat, dinlenme ve eğlenme için kullanır. - Emeklilik boş zamanı; uzun bir çalışma yılından sonra emekli olan birey daha çok boş zamana sahip olup, yaşamdan zevk alma, hayata bağlanma adına çeşitli aktivitelerle bu zaman istediği gibi değerlendirir. Bir başka sınıflandırmaya göre boş zaman, uzun ve kısa süreli boş zaman olarak ayrılmış. - Uzun süreli boş zaman; çocukluk çağı boş zamanları, senelik izinler dönemi boş zamanları, emeklilik çağı boş zamanları, - Kısa Süreli Boş Zamanlar ise; mesai sonu (akşamüstü kısa süreli boş zamanlar),hafta sonu, kısa dönemli tatiller olarak sınıflandırılmıştır (Bedir, 2016:s.23). Boş zaman aktiviteleri konusunda araştırmacılar, aktif ve pasif, açık ve kapalı, bireysel ve grup, sportif, kültürel, ciddi ve kayıtsız olarak çeşitli sınıflandırmalar yapmışlardır. Robert Stebbins tarafından yapılan sınıflandırmada boş zaman aktiviteleri, ciddi boş zaman ve kayıtsız boş zaman olarak ikiye ayrılmıştır. Ciddi boş zaman; “Özel bilgi, beceri ve deneyim gerektiren, oldukça önemli, ilginç ve tatmin edici olan amatör, hobi ya da gönüllü faaliyetler ile ilgili kariyer elde etmek amacıyla, seçilen etkinliğe sistematik bir şekilde katılım göstererek takip etmek için harcanan zaman dilimidir”. Kayıtsız boş zaman ise; “Anında ve içsel faydalar sağlayan, etkinlikten keyif almak için özel bir çalışma gerektirmeyen ya da çok az 298 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI gerektiren ve nispeten daha kısa süreli hoşnutluk sağlayan aktivitelere dahil olunarak geçirilen zaman dilimi” olarak tanımlanmıştır(Akyıldız, 2013:s.49,52) 1.2. Boş Zamanın Temel Fonksiyonları Boş zamanın dinlenme, eğlenme ve gelişim olmak üzere üç temel fonksiyonundan söz edilmektedir. Dinlenme fonksiyonu; yenilenme veya çalışma sonrası stres ve yorgunluk atma, bedensel aşınma ve sinir gerilimini ortadan kaldıran temel bir fonksiyon olarak açıklanmaktadır. Eğlenme fonksiyonu; can sıkıntısından kurtulma veya sıkıntı sonra eğlenme, rahatlamayı ifade eder. Gelişim fonksiyonu ise bilgi almak ya da vermek, kültürü geliştirmek ve aniden ortaya çıkan ya da örgütlenmiş gönüllü sosyal faaliyetler olarak tanımlanmaktadır(Karaküçük,2005:s.47-48). Curtis (1979) boş zamanı değerlendirmenin yararlarını ise; fiziksel, psikolojik ve sosyal yararlar olmak üzere üç ana başlıkta toplamıştır. Boş zamanın doğru kullanımı ile elde edilen deneyim sonucu bireye sağladığı yararlar (Arslan,:s.7)aşağıda belirtilmektedir; - İyi ruh hali, kendine güven, kendi kararlarını kendi alma yetisi gibi olumlu duyguların oluşmasını sağlar. - Günlük sorunlardan uzaklaşma, can sıkıntısı ve stresten kurtulmayı sağlar. - Yoğun iş yaşamının getirisi olan yabancılaşmayı engeller. - Kişilerin toplumsallaşmasını ve toplumsal yaşamın sürekli olmasını sağlar. - Fiziksel sağlığın ilerlemesine yardımcı olur. - Kişisel değerlerin sorgulanmasını sağlar ve birey için neyin önemli olduğunun anlaşılması için fırsat yaratır. -. Çalışma ve okul yaşamının kişiye veremeyeceği özgürlük hissi verir. - Utangaç ya da içe kapanık insanlar, ortak ilgileri olan grup etkinliklerine katıldıklarında, iletişim becerilerini ve özsaygılarını geliştirir. - Yeni insanlarla tanışma, yeni şeyler öğrenme fırsatı sağlar. 1.3.Boş Zamanın Davranışı ve Katılımını Etkileyen Faktörler Boş zamanı değerlendirme davranışı etkileyen etmenlerle ilgili olarak alanyazıda bir çok araştırma ve çalışmalar yapılmıştır. Havighurst ve Donald (1959) ve Havighurst’un (1961) çalışmalarına göre boş zamanları değerlendirme etkinliklerine katılmanın en önemli nedenleri olarak; bu zamanı zevk alarak yaşamak, farklı bir şeyler yapmak, çevresi ile etkileşim Turizm Çalışmaları 299 kurmak, farklı deneyimler elde etmek, bir şeyleri başarmak, yeni şeyler ortaya koyarak bu duyguyu yaşamak, toplumsal yarar elde etmek ve zaman geçirmektir (Gökçe, 2008:s.8). Morgan, bireylerin boş zaman davranışlarını etkileyen faktörleri; aile, referans grupları, önceki fikirler, kişilik ve kültür olarak sınıflandırmıştır(Bedir 2016:s.21-23). Ailenin sahip olduğu kaynak ve olanaklar, içinde bulunduğu fiziksel ve sosyal çevre, inanç ve değerler, eğitim düzeyi gibi özellikler çocukların ya da gençlerin boş zaman katılımları ve tercihleri üzerinde önemli ölçüde etkilidir. Yetişkinlik yıllarına kadar geçen sürede, boş zaman değerlendirme modelleri, koşullara göre öğrenilmekte, gelişmekte, bırakılmakta veya tekrar öğrenilmektedir. Bireylerin boş zaman değerlendirmesi ailesi tarafından etkilenmekle kalmayıp, karşılığında da aileyi etkilemektedir. Aile dışında, akran, arkadaş ve komşuları gibi referans gruplarının davranış ve alışkanlıkları bireyin üzerinde etkili olmaktadır. Daha önce deneyimlenen ve yaşanan boş zaman tecrübeleri paylaşılır ve deneyimlerden yararlanılarak yeni boş zaman uğraşları üretilebilir. Bu tekrar paylaşılır ve yeni boş zaman aktiviteleri üretilir. Boş zaman değerlendirme şekillerini etkileyen diğer bir faktörde kişiliktir. Bireylerin ruh hali ve mizacı boş zamanda yapılacak faaliyetlerin seçiminde etkilidir. Kültür ise bireylerin yaşantılarını etkileme konusunda büyük bir güce sahiptir. Bu yüzden insanların yaptıkları boş zaman faaliyetleri de toplumun kültürüne paralellik gösterecektir(Yazıcıoğlu,2010:s.9-10). Bir başka kaynakta boş zaman katılımını etkilen faktörler aşağıdaki gibi gruplandırılmaktadır(Torkildsen,2005, s107); - Bireysel faktörler: Bir bireyin hayatının aşaması, ilgi alanları, tutumları, yetenekler, yetiştirme ve kişilik - Bireylerin kendilerini bulduğu koşullar ve durumlar: ait olduğu sosyal ortam, boş zaman olarak sahip olduğu sure, iş ve gelirleri - Bireye sunulan fırsatlar ve destek hizmetleri: kaynaklar, tesisler, programlar ve aktiviteler; onların kalitesi, çekiciliği ve yönetimi. 1.4. Rekreasyon Rekreasyon” Latince “re-tekrar” ve “create-yaratma” sözcüklerinden türemiş olup, bir şeyin yeniden yaratılması ya da kazanılması anlamına gelir. Rekreasyon insanların günlük yaşamın monotonluğundan uzaklaşarak, bedensel ve düşünsel olarak kendilerini yenilenmesi için gerçekleştirdikleri boş zaman değerlendirilmesidir(Özgeriş,&Karahan:s.41)”. Neumeyer ve Neumeyer (1958) rekreasyonu, ‘boş zamanda bireysel ya da grup olarak sürdürülen, özgür ve zevkli olarak kişinin kendi tercihi ile gerçekleştirilen herhangi bir aktivite olarak tanımlamıştır. 300 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Rekreasyon boş zamanda gönüllü olarak yapılan aktivite ve deneyimlerden oluşur. Rekreasyon aktiviteleri, fiziksel, kültürel ve eğlence odaklı olarak, aktif ya da pasif, bireysel veya grup katılımlı olarak açık ve kapalı mekanlarda gerçekleştirilir. Günümüzde rekreasyon bireysel ve toplumsal bir ihtiyaçtır. Toplumsal bakımdan rekreasyona duyulan ihtiyaç; toplumsal dayanışma, bütünleşmeyi sağlaması ve demokratik bir toplum yaratılmasıdır. Rekreasyonel aktivitelere katılım bireye çeşitli faydalar sağlar. Rekreasyon aktivitelerine katılımının bireye sağladığı faydalar; “fiziksel sağlık, zihinsel ve duygusal sağlık, bilgi gelişimi, kişilik gelişim, sosyal uyum, estetik ve maneviyat ve macera duygusunun” yaşanmasıdır. Rekreasyonel aktivitelere katılımın faydaları aşağıdaki gibi özetlenebilir(Tekin&Çalışır, 2017:s.19-21); - Fiziksel aktiviteler fazla enerjinin yakılması, rahatlama, aynı zamanda vücut kompozisyonu, kuvvet, koordinasyon becerilerine olumlu etkisi - Rekreasyonun denge ve kaçış sağlaması ile olumsuz duygulardan ve duygusal engellerden kurtulmayı sağlama - Rekreasyonun doğasında eğitimin olması, öğrenme açısından olanak sağlar - Rekreasyonun, özsaygı, özgüven, atılganlık, kontrol, azim sebat cesaret gibi kişilik özelliklerinin gelişimi üzerine etkisi - Rekreasyon bireyin başkalarını anlama, saygı duyma, sosyalleşme gibi sosyal ilişkilerinin geliştirilmesi üzerine olumlu etkisi vardır. - Rekreatif faaliyetler mutluk duygusunu ortaya çıkarır, birey güzeli ve estetik olanı arayışı içine girer. - Rekreatif aktivitelerin bazıları aynı zamanda macare ve heyacan arayan bireylerin beklentilerini karşılamaya yöneliktir. Farklı ve heyacan verenin peşinde olan bireyler macera duygusunu rekreasyon içerisinde bulabilir. 2. Yaşam Tatmini(Doyumu) 2.1. Yaşam Tatmini Kavramı Tatmin, bir diğer adıyla doyum olarak ifade edilebilir. Tatmin, beklentilerin, gereksinimlerin, istek ve dileklerin karşılanmasıdır. Yaşam tatmini(Life Satisfaction) konusunda alanyazıda çeşitli tanımlar yapılmıştır. Yaşam tatmini kavramı üzerinde araştırmacılar kesin ve ortak bir fikir birliği sağlayamamıştır. Yaşam tatmini sosyolojik, psikolojik, ekonomik ve kültürel boyutu olan bir kavramdır (Çevik&Korkmaz,2014,s.126) Turizm Çalışmaları 301 Yaşam doyumu Bearon tarafından (1989); mevcut durum ya da elde edilen başarılar ile istekler arasındaki ilişki olarak, Shichman ve Cooper (1984) ise yaşam doyumunu, daha iyi yaşama, hayatı sevme ve genel olarak daha iyi yaşam kalitesine sahip olma olarak tanımlamıştır (Gökçe,2008:s.24). Diener(1984) göre Yaşam mutluluğu, kişinin hayatının bilişsel değerlendirmesi olarak tanımlanır (Rodriguez:s.24). Günümüzde bireylerin mutluluğu, psikolojik iyi oluş, öznel iyi oluş, yaşam kalitesi, yaşam tatmini ve olumlu duygular gibi kavramlarla birlikte incelenmektedir(Dost,2007:s.133).Yaşam tatmini sık sık mutluluk kavramı ile karıştırılmaktadır. Mutluluk “pozitif psikolojide öznel iyi olmanın irdelenmesi şeklindedir” ve “günlük konuşmada öznel iyi olmaya mutluluk denilmektedir”(Kangal,2013, s.216). Mutluluk, bireyin yaşamda elde ettiği doyum ve olumlu duyguların bütünü olarak ifade edilmektedir. Öznel iyi oluş yapı olarak üç boyutludur. Bunlar; olumlu duygu, olumsuz duygu ve yaşam doyumudur. Öznel iyi oluşun duygusal bileşenleri olarak(Kangal,2013, s.216); - Olumlu duygu, neşe sevgi, çoşku gibi, hoş olan duygu ve genel olumlu ruh halidir. - Olumsuz duygu üzüntü, sıkıntı, endişe, stres, suçluluk, utanç ve kıskançlık gibi hoş olmayan duygu ve genel olumsuz ruh halidir. - Yaşam doyumu, bireyin yaşantısını bütün olarak nasıl değerlendirdiğidir. Doyum alanı ise, bireylerin fiziksel ve ruhsal sağlık, iş, boş zaman, sosyal ilişkiler ve aile gibi önemli yaşam alanlarını değerlendirirken oluşturdukları yargılardır Bu açıklamalara bağlı olarak, öznel iyi oluşu yüksek olan bireyler, hoş duygular hissetmekte, yaşam olaylarını olumlu değerlendirmekte, öznel iyi oluşu düşük olan bireyler sıkıntı, depresyon ve hoş olmayan duygular hissetmektedir(Kangal,2013, s.218). Yaşam tatmini, “insanın mutluluğu ile ilgili kavramlardan öznel iyi oluşun bilişsel yönünü temsil etmekte ve öznel iyi oluş, kişinin yaşamını bilişsel ve duygusal olarak değerlendirmesi olarak” tanımlanmaktadır(Dost,2007:s.133). İnsanlar daha çok hoş veya çok az hoş olmayan duygular hissettiklerinde, ilgi çekici aktivitelerde bulunduklarında, daha çok sevinç veya çok az acı yaşadıklarında ve yaşamlarından memnun olduklarında yüksek bir öznel iyi oluş hissi yaşamaktadırlar(Ülker& Recepoğlu,2013: s.207). Yaşam tatmini, bireyin ruh sağlığını ve toplumsal ilişkilerini etkileyen en önemli etmenlerden biridir. Bireyin yaşam doyumu elde etmesinde en önemli faktör yaşam kalitesinin arttırılması ve bunun içinde bireyin fiziki 302 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ve ruhsal durumu, aile ve çevresinden etkilenme ve etkileme düzeyleri önemlidir. Yaşam tatmini, bir insanın beklentileri ve mevcut istekleri ile elinde olanların karşılaştırılmasıyla elde edilen durumdur(Gül, 2016:s.41) Yaşam tatmini, genel olarak kişinin tüm yaşamını ve bu yaşamın çeşitli boyutlarını içerir. Yaşam tatmini denildiğinde, belirli bir duruma ilişkin doyum değil, genel olarak tüm yaşantıdaki doyum anlaşılır. Çalışmalara göre, yaşam tatminini anlama ve ölçmede cinsiyet, etnik kimlik, ekonomik durum gibi faktörlerin çok fazla bir etkisi olmadığı, kişisel eğilimler, yakın ilişkiler ve kültür gibi psikolojik faktörlerin etkili olduğu ifade edilmektedir (İskender,2015:s.49). Ayrıca yaşam tatmini, yaşam hakkında genel duyguların yansıtılması ve duygusal mutluluğun ölçülmesi olarak görülmektedir. Yaşam tatmini yaşamın genelini için değerlendirilebileceği gibi, yaşamın belirli alanlarından tatmin (iş,aile vb) gibi bir seviye içinde değerlendirilmektedir(Aşan&Erenler, 2008: s.206). Yaşam tatmin alanları ise; iş, aile, serbest zaman, sağlık, para, benlik ve kişinin yakın çevresidir. Diener ve Lucas’a (1999) göre, “yaşam doyumu, yaşamı değiştirme isteği, geçmişten doyum, gelecekten doyum ve kişinin yakınlarının o kişinin yaşamı hakkındaki görüşlerini kapsamakta” ve doyum alanları ise iş, aile, serbest zaman, sağlık, para, benlik ve kişinin yakın çevresi olarak belirtilmektedir(Dost,2007:s.133). Bir başka kaynakta yaşam tatmini etkileyen faktörler ise; Özgürlük, demokrasi, açık fikirli olmak, aktif olmak, politik istikrar, kendi hayatının kontrolünün kendi elinde olduğunu hissetmek, fiziksel ve ruhsal olarak sağlam olmak, evli olmak, ailesi ve arkadaşlarıyla iyi ilişkiler içerisinde bulunmak, spor yapmak, güvenilir bir bölgede yaşamak, sosyal çevrenin geniş olması, pozitif bireysel kimlik olarak açıklanmaktadır(Özdevecioğlu& Aktaş,2007:8). Yaşam doyumu kavramı kişiye göre farklı algılanmaktadır. Bireylerin yaşam doyumunu etkileyen unsurlar şu şekilde sıralanmaktadır(Keser, 2005:s.80). - Günlük yaşamdan mutluluk duymak; - Yaşamı anlamlı bulmak, - Amaçlara ulaşma konusunda uyum, - Pozitif bireysel kimlik, - Fiziksel olarak bireyin kendisini iyi hissetmesi, - Ekonomik güvenlik ve Sosyal ilişkiler. Turizm Çalışmaları 303 2.2. Yaşam Tatmini ve Boş Zaman İlişkisi Günümüz dünyasında, teknolojik gelişmeler çalışma hayatında olduğu kadar, gündelik hayat ve yaşadığımız çevreyi hem olumlu hem de olumsuz etkilemiş, daha fazla üretim ve daha fazla tüketim bireylerin psikolojileri üzerinde etkileri olmuştur(Gilovich&Amit&Lily,2014:s.1-14) Küreselleşme ile değişen dünyada bireylerin psikolojik sorunlarından daha çok bahsedilmekte, korku, yalnızlık, depresyon, stres, sosyal fobi, tükenmişlik, yabancılaşma, rekabetçilik, benmerkezcilik gibi sorunlar en fazla bahsedilenlerdir. Yaşam tatmini, bireyin yaşama dair beklentileri ve bunların karşılanma düzeyi ile ortaya çıkan durumdur; mutluluk, moral vb. gibi özelliklere bağlı iyi olma halini ifade eder. Bireyin yaşam tatminini etkileyen unsurlardan birkaçı günlük yaşamdan mutluluk duymak, yaşamı anlamlı bulmak, fiziksel olarak bireyin kendini iyi hissetmesidir. Kişinin fiziksel olarak kendini iyi hissetmesi, boş zamanların sportif aktivitelerle değerlendirilmesi ile ilişkilendirmektedir. Bir başka deyişle bireyin sportif aktivitelere katılımı psikolojik, ruh sağlığı ve yaşam tatminini olumlu etkileyecektir. Olumlu rekreasyon yaşantıları, bireye başarma mutluluğu yaşatması ile özsaygı ve özgüvenini arttıracaktır (Karaman, 2015:s.3). İş yaşamında sağlanan tatmin ve kazanılan tecrübe, çalışma dışı yaşamı etkilediği gibi, bireyin özel yaşamının da iş yaşamı üzerine etkisi vardır. Çalışma yaşamındaki doyumsuzluk, mutsuzluk, hayal kırıklığı, isteksizlik, bireyin genel yaşamına etki eder ve yaşamdan doyum almamaya başlamasına neden olur. Bu durum bireyin çevresini, ailesini ve arkadaşlık ilişkilerini de olumsuz etkileyerek, fiziksel ve ruhsal sağlığını bozabilmektedir(Keser, 2005:s.81). Sağlık, kişilerin fiziksel, sosyal ve ekonomik açıdan üretken bir yaşam sürdürebilmesi için gerekli durum olarak tanımlanır, sağlığı geliştirme ise, kişilerin kendi sağlıkları üzerinde kontrollerini artırmayı ve geliştirmeyi olanaklı kılmaktır. Bu bağlamda bireyler sağlıklarını korumak için çalışma zamanlarında davranışlarını düzenlendiği gibi boş zamanlarında da davranışlarını düzenlemelidir(Saruhan& Göksoy,2015: 11). Sosyal ilişkiler, yaşam doyumunu etkileyen faktörlerden biridir. Bunun nedeni eş, çocuklar ya da arkadaşlar gibi bireyin yakınlarının sosyal destek sağlaması, maddi yardımda bulunması, boş zamanlarını paylaşması ve eşlik etmesidir(Dağlı&Baysal,2016:1251). Boş zaman aktivitelerinin sadece dinlenme, eğlenme amaçlarının dışında toplum hayatı açısında gençlerin kötü alışkanlıklarının oluşmaması veya bu alışkanlıkların ortadan kaldırılması yönünde son derece önemli bir yere sahiptir. Kok ve ark. (2014), yapmış oldukları araştırmalarında Malezya’da yaşayan gençlerin intihar eğilimlerinin önlenmesi için boş 304 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI zaman aktivitelerinin önemine vurgu yapmıştır. Sosyalleşen gençler yapmış oldukları aktivitelerle kendilerini gerçekleştirmekte ve kendilerini keşfetmektedir (Kok& Goh& Gan,2015:69-77) Açık alan ve fiziksel aktiviteler, bireylerin mutluluk, yaşam tatmini, sağlık ve sosyal ilişkileri açısından önemlidir. Fiziksel aktivitelere katılım, bireyin, aktif yaşam biçimini ve sağlıklı olma durumunu olumlu etkilemektedir. Boş zaman aktivitelerine katılımın yaşlanma döneminde yaşam kalitesi üzerinde olumlu etkisinden söz edilmektedir. Sağlık açısından verimliliğinin azaldığı ve bağımlılığın arttığı yaşlılık dönemi, yaşam kalitesinin gerilediği dönemlerden birisidir. Rekreatif aktiviteler yaşlı bireylerin yaşamını zenginleştirir, fiziki ve ruh sağlığını olumlu etkiler. Sağlıklı bireylere verilen rekreasyon hizmetleri “Rekreasyon” kapsamında, engelli ve sağlık sorunu olan kişilere verilen rekreasyon hizmetleri “Rekreasyon Terapisi” kapsamında değerlendirilmektedir. Rekreasyon terapisi; “hasta ve engelli bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak için özel olarak belirlenmiş rekreasyon ve ilgili etkinlikleri sağlayan bir profesyonel veya uzmanın yönettiği hizmet olarak tanımlanmıştır”(Saruhan,2015:s.256). Rekreasyon terapisinin temel özellikleri; bireyin yaşam kalitesini artırır, fiziki sağlık gelişiminde önemli düzeyde pozitif etki sağlar, ruh sağlığı açısından moral, motivasyon ve özgüven kazandırır, yapılacak uygulamalı aktivitelerle zihinsel gelişim sağlar, ruhsal ve fiziksel gerilemeyi önler veya azaltır, sosyalleştirir, hayal gücünü geliştirir, beceri ve yeteneğini geliştirir, kişisel başarı ve verimin artışını pozitif etkiler, sosyalleşme, dayanışma ve bütünleşmeyi sağlar ve ailenin (refakatçinin) moral ve motivasyonuna dolaylı katkı sağlar(Saruhan,2015:s.256-260). Boş zaman aktivitelerinin seçiminde, bireyin yaşadığı çevre, aile, ekonomik düzeyi, yaşadığı toplum, bunduğu yörenin gelenek ve görenekleri, bireyin yaşı ve cinsiyeti ve kişilik özellikler etkili olmaktadır. Boş zamanın doğru kullanılması ile kişinin sorumluluk duygusunun artması bu zamanı en güzel şekilde değerlendirmesiyle mutlu olmakta ve kişisel gelişimine olanak sağlamaktadır. Rekreasyon aktivitelerine katılan birey kendini ifade etmekte, deneyimlerini başkaları ile paylaşmak, başarılarının farkına varma, yeni kişilerle arkadaşlık kurma ve çevresine uyum sağlamak gibi olumlu sonuçlara ulaşmaktadır. Böylece birey hayata olumlu bakmakta, ilgi alanlarına zaman ayırarak yaşam standartlarını yükseltmekte, sosyal çevre kazanarak öz benliğini güçlendirmekte, topluma faydalı ve sağlıklı bir birey olarak yaşamını sürdürecektir. (Şimşek&Ergül&Yüksel,2015:103). Boş zaman aktivitelere katılım genellikle yaşam tatmini ile pozitif ilişkili bulunmaktadır. Çalışan kadınlar, yaşlılar ve yetişkinler dahil olmak üzere çeşitli gruplar üzerinde çalışmalar yapılmış, bu ilişki test edilmiş ve desteklenmiştir. Örneğin, Schnohf ve ark.(2005) tarafından yapılan bir Turizm Çalışmaları 305 araştırmada, (Kopenhag’da yaşayanların rastgele örneklem ile n = 12,028), fiziksel aktivitelere (örneğin, koşu yapma) katılan bireylerin, sedanter yaşam tarzını benimsemiş olanlara göre, stres ve yaşam tatminsizliğine daha az eğilimli oldukları bulunmuştur. Hills ve Afgyle (1998) göre, boş zaman etkinlikleri gönüllüdür, birey zevk almak için katılır ve etkinlik katılımcı için güzel duygular yaşaması neden olurken, eğlenme sonunda kazanılan olum ruh halidir. Bununla birlikte, bazı aktiviteler genel yaşam memnuniyetine katkıda bulunsa da, ortaya koydukları yaşam doyumu ilişki düzeyi düşük olma eğilimindedir. Örneğin, Rodrfguez ve ark. (2008) yaptıkları yakın tarihli bir çalışmada, psikolojik ihtiyaçlar ve boş zaman aktiviteleri karşılaştırılmış, analiz edilen boş zaman aktivitelerinin, çeşitli psikolojik ihtiyaçların tatmin edilmesini kontrol ederken, yaşam doyumundaki varyansın sadece% 4’ünü açıkladığı bulunmuştur. Bu bağlamada farklı aktivitelere göre yaşam memnuniyeti arasında ilişki değişmektedir. Diğer bir çalışma, bazı aktivitelerin yaşam tatmini veya genel yaşam kalitesini önemli ölçüde etkilemediği bulunmuştur. Rodriguez ve ark. (2008), fiziksel aktiviteye katılımın kişinin yaşam tatmini üzerinde olumlu bir sonuç doğurabileceğini göstermiştir. Öte yandan, bu çalışma aynı zamanda belirli aktivitelere katılımın, kişinin yaşam memnuniyetine olumsuz etkide bulunabileceğini de göstermiştir. Boş zaman aktivitelerine katılım ile yaşam tatmini arasında ilişki düzenin düşük olması üç nedenle açıklanmıştır; - Birincisi aktivitelere katılımı motive eden nedenin, içsel ya da dışsal olduğudur. - İkincisi, boş zaman aktivitesinin sonuçlarına odaklanılmaktadır. - Üçüncüsü ise boş zaman aktivitesine katılımın genellikle yaşam doyumuyla doğrudan bir ilişkisi olduğu şeklinde analiz edilmesidir. Ancak, boş zaman tatmini, fiziksel ve ruhsal sağlık, stresin azaltılması, psikolojik ihtiyaçlar aracılık edebilir. Bunların olumlu ve olumsuz etkisi vardır(Rodriguez:s.30-33)). 2.4.Yaşam Tatmini İle İlgili Yapılmış Çalışmalar Yaşam tatminine ilişkin alanyazıda çalışmalar genel olarak değerlendirildiğinde yaşam tatmini ve çalışma performansı üzerine yoğunlaşmaktadır. Boş zaman ve yaşam tatmini konusunda farklı örneklem gruplarına yönelik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan bazıları aşağıda sunulmaktadır. Öğretmenler üzerinde yapılan bir çalışmasında(Taş,2011), öğretmenlerin yaşam doyumuna ulaşmada yaşamın onlar için anlamlı olmasının fazlaca etkili olduğunun vurgusunu yapmaktadır. Ayrıca öğretmenlerin işten sağladıkları doyum ile yaşam tatminleri arasında 306 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI pozitif bir ilişki olduğunu belirtmektedir. Yaşanılan hayatın bir anlamı olmaması durumunda yaşamdan zevk alamama ve doğal olarak yaşam kalitesi düşmektedir. Öğretmenlere yönelik yapılan bir başka çalışmada(Lapa&Ağyar&Bahadır,2012) ilk ve ortaokullarda görev yapan beden eğitimi ve spor öğretmenlerinin serbest zaman motivasyonu ve serbest zaman katılım sıklığını ele alınmış ve serbest zaman katılımı ile yaşam tatmini arasında pozitif yönlü bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Emniyet mensupları üzerinde yapılan çalışmada(Baştemur 2006), iş tatmini ve yaşam tatmini ilişkisini analiz edilmiş, iş tatmininin ve yaşam tatminini karşılıklı olarak birbirini etkilediğini ancak işin hayatın büyük bir bölümünü kapsaması nedeniyle iş tatmininin yaşam tatmini üzerinde daha etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır. Tekstil çalışanlarına yönelik(Öcal,2008) iş-aile çatışması, aile iş çatışması ile iş tatmini ve yaşam tatmini ilişkisini belirlemek amacıyla yapılan çalışmada, aile-iş çatışmasının iş tatmini ile ilişkisi olmadığı, iş-aile çatışması ile yaşam tatmini arasında ise olumsuz yönde bir ilişki olduğu, aile-iş çatışması ile yaşam tatmini düzeyi arasında bir ilişki olmadığı, iş tatmini ve yaşam tatmini arasında ise olumlu yönde bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Bir başka çalışma(Karaman,2015), 15 adet spor merkezi ve bu spor merkezlerine üye bireylerle gerçekleştirmiştir. Araştırmada bireylerin yaşam tatminlerinin, sırasıyla eğitim seviyesi, gelir seviyesi, boş zaman miktarı ve sağlık durumu gibi faktörlerin düşük ya da yüksek seviyede olması bireylerin yaşamdan tatmin olma durumlarını belirlemektedir. Ayrıca yaşam tatmini yüksek bireylerin umutsuzluk düzeylerinin düşük olduğu da belirtilmektedir. Araştırma da ayrıca rekreasyonel amaçlı spor yapan bireylerin yaşam tatmin düzeylerinin de yüksek olduğu saptanmıştır. Otomotiv sektöründe görev alan 562 kişi üzerinde inceleme (Keser 2005) yapılmış, araştırma sonucuna göre, “İş doyumu ile yaşam doyumu arasında pozitif bir ilişki vardır” ifadesine yer verilmiştir. Yaşam doyumu birçok faktörden etkilenebilmekte ancak en önemli unsur bireyin çalışma hayatının olduğu belirtilmektedir. Rekreasyon amaçlı spor aktivitelerine katılım ile yaşam tatmini, boş zaman tatmini ve algılanan özgürlük arasında ilişkinin belirlenmesine yönelik yapılan çalışmada(Lapa,2013), algılanan özgürlük, boş zaman tatmini ve yaşam tatmini arasında pozitif doğrusal bir ilişki bulunmuştur. Üniversite öğrencilerinin katıldıkları serbest zaman etkinliklerinden tatmin olma ve algılanan özgürlük düzeyleri cinsiyet ve yaşa göre incelenmiş, yapılan çalışmada(Serdar& Ay,2016) cinsiyet ve yaşın serbest Turizm Çalışmaları 307 zamanda algılanan özgürlük düzeyinde önemli bir faktör olmadığı, serbest zaman tatmin ölçeğine bakıldığında ise cinsiyete göre “Psikolojik”, “Eğitim”, “Sosyal” ve “Rahatlama” ve yaşa göre ise “Psikolojik” ve “Rahatlama” alt boyutlarında anlamlı farklılık tespit edilmiştir. Boş zaman etkinliği olarak, futbol ve basketbol branşlarında, seyircinin serbest zaman tatmini demografik değişkenler açısından incelenmiş(Gümüş&Karakullukçu,2015), yapılan analizler sonucunda, bireylerin serbest zaman tatminlerinde; büyüyüp yetiştikleri yer ve eğitim durumları açısından anlamlı bir ilişki göstermezken, medeni durumları, ekonomik düzeyleri ve katıldıkları spor branşları açısından anlamlı bir farklılık bulunmuştur. Beden eğitimi ve spor öğretmenleri üzerine yapılan bir çalışmada (Lapa&Ağyari&Bahadır,2012) yaşam tatmini, serbest zaman motivasyonu ve serbest zaman aktivitelerine katılım sıklığı arasında pozitif doğrusal ilişki saptanmıştır. SONUÇ Boş zaman bireyin özgür iradesiyle, çeşitli aktiviteler yoluyla geçirdiği zamandır. Rekreasyon ise boş zamanda yapılan aktivite ve deneyimdir. Rekreasyonel aktiviteler, fiziksel, kültürel, sosyal ve eğlence odaklı olabilir. Boş zaman ve rekreasyon, mutluluk, yaşam kalitesi, yaşam tatmini ile ilişkilidir. Bireyin yaşamına dair elde ettiği tatmin düzeyi ile boş zamanın değerlendirilmesi açısından bir ilişki vardır. Sonuç olarak yaşam tatminini olumlu etkileyen faktörlerden biri boş zaman ve bu zamanın olumlu aktivitelerle değerlendirilmesidir. KAYNAKLAR AKYILDIZ Müge(2013), “Boş Zamana “Ciddi” Bir Bakış: Boş Zaman Araştırmalarında Ciddi Boş Zaman Teorisi”, Pamukkale Journal of Sport Sciences, Vol.4, No.2, ISSN: 1309-0356 Pg:46-59. ARSLAN Sibel, “Serbest Zaman Kullanımı: Sıradan Serbest Zaman Etkinlikleri Ve Sistemli Serbest Zaman Etkinlikleri”, http://dergipark.gov.tr/download/ article-file/67818(Alıntı tarihi:21.3.2018) AŞAN Öznur & ERENLER Esra(2008), “İş Tatmini Ve Yaşam Tatmini İlişkisi”Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Y.2008, C.13, S.2 s.203-216. BAŞTEMUR Yakup (2006) “ İş tatmini ile Yaşam tatmini arasındaki ilişkiler. Kayseri Emniyet Müdürlüğünde bir araştırma. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kayseri 308 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI BAYRAM Nuran& Aytaç Serpil& SAM Neslihan& AYTAÇ Mustafa(2010), “ Yaşam Tatmini Ve Sosyal Dışlanma”, Ekim/October 2010, Cilt/Vol: 12, Sayı/Num: 4, Page: 79-92, ISSN: 1303-2860, DOI: 10.4026/1303-2860.2010.0159.x BEDİR ,Fatih(2016), Boş Zaman (Rekreasyonel) Aktivitelerinin Stresin Üstesinden Gelebilme Rolünün İncelenmesi, T.C Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Spor Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Spor Yönetimi Anabilim Dalı, Erzurum. ÇEVİK Nüket KIRCI& KORKMAZ Oya(2014) “ Türkiye’de Yaşam Doyumu Ve İş Doyumu Arasındaki İlişkinin İki Değişkenli Sıralı Probit Model Analizi”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1. DAĞLI.A&BAYSAL Nigah(2016) “Yaşam Doyumu Ölçeğinin Türkçeye Uyarlanması: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi. 15(59).1250-1262 http://dergipark.ulakbim.gov.tr/esosder/article/ view/5000189035/5000174459 DOST Meliha Tuzgöl (2007), “Üniversite Öğrencilerinin Yaşam Doyumunun Bazı Değişkenlere Göre İncelenmesi” Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi Yıl 2007 (2) 22. Sayı. GİLOVİCH Thomas&KUMAR Amit&JAMPOL Lily (2014)“A wonderful life: experiential consumption and the pursuit of happiness” Journal of Consumer Psychology, http://dx.doi.org/10.1016/j.jcps.2014.08.004 GÖKÇE Hüseyin(2008) “Serbest Zaman Doyumunun Yaşam Doyumu Ve Sosyo Demografik Değişkenlerle İlişkisinin İncelenmesi”, Pamukkale Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi Sporda Psiko-Sosyal Alanlar Anabilim Dalı, Denizli. GÜL Tolga(2016), “İşgörenlerde İş Ve Yaşam Doyumu İlişkisi: Çalışma Sosyolojisi Bağlamında Bir Araştırma (Konaklama İşletmeleri Üzerine, Kuşadası Örneği)”, Gazi Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Rekreasyon Yönetimi Anabilim Dalı / Rekreasyon Yönetimi Bilim Dalı, Ankara. GÜMÜŞ Hüseyin,& KARAKULLUKÇU Ömür F(2015), “Futbol Ve Basketbol Taraftarında Serbest Zaman Tatmini: Afyonkarahisar Örneği” International Journal of Science Culture and Sport (IntJSCS), July 2015 : Special Issue 3, ISSN : 2148-1148, Doi:10.14486/IJSCS306 İSKENDER Ali(2015), İşgörenlerin İş Ve Serbest Zaman Çatışma Düzeyleri İle Mesleki Tükenmişlik Ve Yaşam Tatmini İlişkisi, Gazi Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Rekreasyon Anabilim Dalı, Ankara. KANGAL Ayça,(2013), Mutluluk Üzerine Kavramsal Bir Değerlendirme Ve Türk Hanehalkı İçin Bazı Sonuçlar, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi Electronic Journal of Social Sciences Kış-2013 Cilt:12 Sayı:44 ISSN:1304-0278. KARAKÜÇÜK Suat(2005), Rekreasyon Boş zamanları Değerlendirme, Altıncı Baskı, Gazi Kitabevi, Ankara KARAKÜÇÜK Suat & GÜRBÜZ Bülent (2007) Rekreasyon ve Kentleşme Gazi Kitabevi, Ankara Turizm Çalışmaları 309 KARAMAN Merve(2015) “ Rekreasyonel Amaçlı Spor Yapan Bireylerin Yaşam Tatminleri Ve Umutsuzluk Düzeylerinin İncelenmesi”. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Gazi Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Ankara KESER Aşkın,(2005), “İş Doyumu Ve Yaşam Doyumu İlişkisi: Otomotiv Sektöründe Bir Uygulama” http://calismatoplum.org/sayi7/makale4.pdf. (Alıntı tarihi:14.01.2018) KOK Jin K & GOH Lee Y. Goh& GAN Chin C.(2014) “Meaningful life and happiness: Perspective from Malaysian Youth” The Social Science Journal (2015), http://dx.doi.org/10.1016/j.soscij.2015.10.002https://pdfs. semanticscholar.org/3507/7b41df6bbe77dcdb2b992f0a9225a5451b55.pdf LAPA Tennur Yerlisu (2013 ) “Life satisfaction, leisure satisfaction and perceived freedom of park recreation participants”, 3rd World Conference on Learning, Teaching and Educational Leadership (WCLTA-2012),Procedia Social and Behavioral Science ,ELSEVIER, ScienceDirect, Available online at www.sciencedirect.com LAPA Tennur YERLİSU&, AĞYAR Evren, BAHADIR Ziya(2012) Yaşam Tatmini, Serbest Zaman Motivasyonu, Serbest Zaman Katılımı: Beden Eğitimi Ve Spor Öğretmenleri Üzerine Bir İnceleme (Kayseri İli Örneği), SPORMETRE Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi. ÖCAL Özge(2008) , İş-Aile Çatışması, İş Tatmini Ve Yaşam Tatmini İlişkisini Belirlemeye Yönelik Tekstil İşletmesi Çalışanlarında Bir Araştırma, Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Antalya. ÖNAL Levent(2017), “Atatürk Üniversitesi Öğrencilerinin Boş Zaman Tutumları İle Boş Zaman Aktivitelerine Katılımını Engelleyen Faktörlerin İncelenmesi”, T.C Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Spor Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Erzurum-2017 ÖZDEVECİOĞLU Mahmut& AKTAŞ Aylin(2007), “Kariyer Bağlılığı, Mesleki Bağlılık Ve Örgütsel Bağlılığın Yaşam Tatmini Üzerindeki Etkisi: İş-Aile Çatışmasının Rolü”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 28, Ocak-Haziran ÖZGERİŞ, M.&KARAHAN, F., “Rekreasyonel Tesislerde Görsel Kalite Değerlendirmesi Üzerine Bir Araştırma: Tortum ve Uzundere (Erzurum) Örneği, ISSN:2146-1880, e-ISSN: 2146-698X, Yıl: 2015, Cilt: 16, Sayı:1, Sayfa: 40-49, https://scholar.google.com.tr/scholar? hl=tr&as_sdt =0%2C5&q=.+Özgeriş%2C+M.%2C++Karahan%2C+F.%2C, (Alıntı tarihi:14.01.2018) RODRİGUEZ Ariel, “Leisure and Relationship to Quality-of-Life Satisfaction”, Chapter 3, Quality of Life Community Indicators for Park, Recreation and Tourism Managemant,, Social Indıcators Research Series, 43,Springer, Londan. SARUHAN Gülnur(2015), “Sağlıklı Yaşlanma ve Rekreasyon Terapisi” 3. Rekreasyon Araştırmaları Kongresi. 5-7 Kasım. Eskişehir. 310 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI SARUHAN Gülnur& GÖKSOY Funda (2015), “Araştırma Görevlilerinin Sağlığı Getirici Davranışları ve Boş Zamanlarını Değerlendirme Durumlarının İncelenmesi”, 3. Rekreasyon Araştırmaları Kongresi. 5-7 Kasım. Eskişehir. SERDAR Emrah & AY Serap M(2016)“Üniversite Öğrencilerinin Katıldıkları Serbest Zaman Etkinliklerinden Tatmin Olma ve Algılanan Özgürlük Düzeylerinin İncelenmesi” İÜ Spor Bilimleri Dergisi, 2016, Cilt (Vol) 6, Sayı (No) 2 1303. ŞİMŞEK Kerem Yıldırım & ERGÜL Ceylan& YÜKSEL Ali(2015),”Kamu Kurumlarında Rekreasyonel Faaliyetlere Katılan Bireylerin Boş Zaman Etkinliklerine Motive Eden Faktörlerinin ve Yaşam Doyumlarının Belirlenmesi”, 3. Rekreasyon Araştırmaları Kongresi. 5-7 Kasım. Eskişehir. TAŞ İbrahim(2011).”Öğretmenlerde yaşamın anlamı, yaşam doyumu. Sosyal karşılaştırma ve iç-dış kontrol odağı açısından incelenmesi”. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Sakarya Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bilim Dalı, Sakarya TEKİN Ali&TEKİN Gülcan&ÇALIŞIR Melih(2017),“Rekreasyonel Spor” Rekreasyon Bilimi 2, (Editor:Suat Karaküçük vd), Gazi Kitapevi, Ankara. TOP Mehmet Şerif& ÖZDEN Salih Yaşar& SEVIM Meltem EFE (2003)” Psikiyatride Yaşam Kalitesi “Düşünen Adam Dergisi, 16(1): 18-23 http://www.dusunenadamdergisi.org/Ing/DergiPdf/DUSUNEN_ADAM_ DERGISI_9ef43f6a8afc4d7cab5ba66918f96fc3.pdf Erişim:23.03.2018 TORLAK E.Sülün., YAVUZÇEHRE S. Pınar(2018), Denizli Kent Yoksullarının Yaşam Kalitesi Üzerine Bir İnceleme, http//file:///C:/Users/Casper/ Desktop/e73d2f15db7421a_ek.pdf (Alıntı tarihi:21.3.2018) TORKİLDSEN George(2005) Leisure and Recreation, Management, Fifth edition, Taylor&Francis Group, London And New York. TÜMLÜ, Gamze Ülker& RECEPOĞLU Ergün(2013) “Üniversite Akademik Personelinin Psikolojik Dayanıklılık ve Yaşam Doyumu Arasındaki İlişki” Yükseköğretim ve Bilim Dergisi/Journal of Higher Education and Science, http://oaji.net/articles/2014/593-1394515520.pdf. TÜRK DİL KURUMU, gts&arama=gts&guid= http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_ TDK.GTS.5aba355b3d8877.32795704. (Alıntı tarihi:14.01.2018) YAZICIOĞLU. Metahan (2010), “Boş Zaman Yönetimi ve Rekreatif Faaliyetlerin Analizine İlişkin Bir uygulama” (Yayınlanmamış Yüksek lisans tezi) Beykent Üniversitesi, İşletme Yönetimi Ana Bilim Dalı, İstanbul. Turizm Çalışmaları 311 KIRSAL TURİZMİN KAVRAMSAL AÇIDAN İNCELENMESİ THE CONCEPTUAL ANALYSIS OF RURAL TOURISM Arzu GÜRDOĞAN1 ÖZET Sanayileşmenin gelişmesi ve yaşanan hızlı kentleşme ile birlikte günümüzde turizmin talep yönü değişim göstermiş, insanlar yorucu ve sağlıksız ortamlardan uzaklaşarak yazın deniz kıyılarına, kışın ise karlı, dağlık, ormanlık yörelere, kırsal alanlara yönelmişlerdir. Geleneksel kültürün zenginliği, doğal ortamların el değmemişliği, kent insanının rekreasyon gereksinimi gibi nedenler, günümüzde turizmin talep yönünü deniz, kum, güneş turizminin dışında kırsala doğru yönelterek kırsal turizmi cazip hale getirmiştir (Küçük, 2013:35). Başarılı bir turizm için temiz, düzenli ve sağlıklı bir çevreye ihtiyaç vardır. Çevre ve turizm etkileşiminde turizmin sürdürülebilirliği ancak çevre kalitesinin sağlanmasıyla mümkün olabilir. Çevre, insanların hem diğer canlılarla karşılıklı ilişkilerini hem de birbirleri ile olan ortaya koydukları ekonomik, sosyal, kültürel, tarihsel, vb. yapıları kapsamakla birlikte insan yaşamını koşullandıran doğal ve yapay öğeleri ifade eder. İnsan toplu yaşama geçişle birlikte içinde yaşadığı çevreyi ve doğal kaynakları olabildiğince fazla oranda kullanabilmenin yollarını aramıştır. Bunun sonucunda kendiliğinden var olan doğaya karşı, bu doğanın yeniden üretildiği ve insan emeğinin ürünü olan yeniden üretilmiş ikinci doğa oluşturulmuştur (Can, 2013:25). Çalışma, kırsal turizmin bu denli önemli hale geldiği günümüz şartlarında konunun kavramsal açıdan değerlendirilmesine yardımcı olmak amacını gütmektedir. Anahtar Kelimeler: Kırsal Turizm, Agro-turizm, Çiftlik Turizmi, Sürdürülebilir Turizm. ABSTRACT With the development of industrialization and rapid urbanization, today, the direction of demand for tourism has changed and people have moved away from the tiresome and unhealthy environments to the sea shores in summer and snowy, mountainous, forested regions and rural areas in winter. Traditional culture richness, untouched natural environments, necessity of recreation of urban people, and nowadays, rural tourism has become attractive by directing the direction of demand for tourism to rural areas other than sea, sand and sun tourism. A clean, tidy and healthy environment is needed for successful tourism. Sustainability of 1 Dr.Öğr.Üyesi Mugla Sıtkı Kocman University, Ortaca Vocational School, agurdogan@ mu.edu.tr 312 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI tourism in the interaction of environment and tourism can only be possible by ensuring the quality of the environment. The environment is an environment in which people interact with other living things, as well as economic, social, cultural, historical, etc. it includes natural and artificial items that condition human life together with the inclusions. With the transition to collective life, people have searched for ways to use as much of the environment and natural resources as possible. As a result, against the spontaneous nature, the reproduced second nature, the product of this nature and the product of human labor, is created. The study aims to help the conceptual assessment of the subject in today’s conditions where rural tourism becomes so important. Keywords: Rural Tourism, Agro-tourism, Farm Tourism, Sustainable Tourism. GİRİŞ Turizm olayı gelirin tabana yayılmasına, dengeli kalkınmanın gelişimine imkan sağlaması nedeniyle bölgesel ekonomik ve sosyal kalkınma açısından da önemli dinamiklerden biridir. Turizm sektörü özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin ekonomisinde önemli bir yer alır. Turizmin gelişmesinin çevresel ve ekolojik etkilerini yansıtan dört temel etkenden bahsedilmektedir. Bunlar: turistik alanın kullanım yoğunluğu ve gelişme düzeyi; ekosistemin kırılganlığı; turizmi geliştiren zaman perspektifi ve turizm gelişiminin dönüşümsel özelliğidir (Ceylan, 2001:171). 2023 Turizm Stratejisi’nde; Türkiye kıyı turizmi yanı sıra, sağlık ve termal turizm, kış sporları dağ ve doğa turizmi, yayla turizmi, kırsal ve eko-turizm, kongre ve fuar turizmi, kruvaziyer ve yat turizmi, golf turizmi vb. alternatif turizm türleri açısından da eşsiz imkanlara sahiptir. Ancak, bu potansiyel rasyonel anlamda kullanılamamaktadır. Söz konusu turizm kaynaklarının noktasal ölçekte planlanması yerine gelişim aksları boyunca turizm koridorları, turizm bölgeleri, turizm kentleri ve ekoturizm bölgeleri oluşturacak şekilde ele alınması, bu değerlerin tanıtımı ve kullanım kriterlerinin belirlenmesi açısından daha doğru bir yaklaşım olarak görülmektedir. Böylece, turizm potansiyeli bulunan bölgelerin diğer alternatif turizm çeşitleri ile çekiciliği de arttırılacaktır (Türkiye Turizm Stratejisi 2023, 2007: 16). Kırsal Turizm Dünya nüfusunun %12’sinin yaşamakta olduğu kırsal alanlarda doğa tabanlı turizm türlerinin gelişim göstermesi ile beraber istihdam oranlarında artış yaşanması, yeni iş imkânlarının oluşması, bölge halkının ek gelir elde etmesi ve bu alanlarda yüksek kalitede ürün yetiştirilmesi, turizmin kırsal kalkınma üzerinde olan potansiyel etkisinin artmasını sağlamıştır (Dinçer İstanbullu ve Çifçi, 2015:111). Kırsal alanlar, birçok batı ülkelerinde, azalan ekonomik faaliyetlerin arttırılması, tarım sektörünün Turizm Çalışmaları 313 yeniden yapılandırılması, yüksek eğitimli gençlerin dış göçlerinin azaltılması ve kırsal alanlardaki ekonomik ve sosyal yenilenmenin sağlanabilmesi ve turizmde kırsal alanların alternatif bir kalkınma stratejisi olarak benimsenmesine yol açmıştır (Briedenhann and Wickens; 2003:71). Avrupa’nın bazı bölgelerinde kırsal turizm yüz yılı aşkın bir süredir etkili kırsal sosyo-ekonomik yenilenme olarak kabul edilmiştir. Örneğin, Almanya, kırsal turizm geleneğine sahiptir ve kökeni 150’den fazla yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Kırsal turizmin dünya çapında gelişmesi ile birlikte, kırsal turizm kavramına birçok tanımlama yapılmıştır. Örneğin, Bramwell ve Lane çalışmasında, kırsal turizm için çiftliklerde doğa, macera, spor, sağlık, eğitim, sanat ve tarih gibi çok yönlü çiftlik tabanlı faaliyetleri içerdiğini ifade etmiştir. 1996 yılında, Pedford, kırsal turizme; yörenin folklor, yerel ve aile geleneklerini, değerlerini, inançlarını ve ortak kültürünü de içerecek şekilde kırsal turizm kavramını genişletmiştir (Su, 2011:1438). Berry ve Ladkin kırsal turizmin uygulanabilir çözümler ve pratik uygulamalarıyla küçük turizm işletmelerinin daha sürdürülebilir kalkınmalarına yardımcı olacağını ifade etmektedir (Tribe, Font, Griffiths, Vickery and Yale: 2000:482). Kırsal bölgelerdeki sürdürülebilir kalkınma kapsamında turizm; geleneksel, tarım odaklı kırsal politika eylemlerinin önemli bir alanı olduğunu ortaya koymuştur. Ancak, kırsal turizmin ekonomik büyümeye etkisi tartışmaya açıktır (Bel, Lacroix, Lyser, Rambonilaza and Turpin, 2015:562). Bölgeler arasındaki arz ve talepteki değişimlerinin sonucu olarak kırsal turizm kavramına farklı açılardan tanımlamalar yapılmıştır. Kırsal alanlardaki turizm arzı, konaklama tipi ve sunulan ek hizmetlerden etkilenir. Bu konuda yetkili otoriteler, farklı bölgelerin müşteri ihtiyaçlarını karşılamak için stratejiler oluşturmayı görev edinirler (Sweeney, 1995:329). Kırsal turizmde kavramsal olarak asıl ürünü sunanın kırsal çevre olduğu kabul edilmektedir. Bu durum, doğal kimliği, doğaya yakınlığı ve kültürel mirasın içinde yaşayan, kırsal bölgede oturan yerel halk tarafından her gün yaptığı işler olduğu için sıradan gelmektedir (Clarke, Denman, Hickman and Slovak, 2001:196). Bu nedenle, kırsal turizm gelişmekte olan turizm ürünlerinin genişlemesini yönlendiren çok değerli bir unsurdur (Devesa, Laguna and Palacios, 2010:548). Seyahatleri sırasında ziyaretçilerin hareketlilikleri ve yetenekleri de oldukça önemlidir. Çünkü, bu hareketlilik hassas kırsal bölgelerin mevsimsellik nedeniyle pek çok altyapı sorunlarını da beraberinde getirmektedir (Dickinson and Robbins, 2008:1110). Birçok kırsal bölgede, turizm ile tarımın yan yana olması sosyo-ekonomik yapının doğal bir parçası olarak kabul edilir. Kırsal turizmin kırsal olanaklara bağlı olduğu açıktır ancak, tarım ile bağlantısı ve net bir biçimde ortaya konulamamıştır (Fleischer and Tchetchik, 2005:493). Batı ülkelerinin ekonomilerinde kırsal turizm önemli ve baskın bir faktör haline gelmiştir. 314 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Ülkede tatil kavramı denildiğinde kırsal turizm ve rekreasyon ilişkisi anahtar iki kavram olarak ortaya çıkmaktadır (Fleischer and Pizam, 1997: 367). Kırsal turizmde sürdürülebilirliği artırmak ve karşılaşılan zorlukların üstesinden gelebilmek için bireyler, topluluklar ve dış kurumlar arasında daha belirgin ve yapılandırılmış tekrarlanan üçlü ilişki olduğu iddia edilmektedir (Slee, 2007:1153). Güneş ve kum turizmine alternatifler olan kırsal turizmin destinasyon için uygunluğunun derinlemesine analiz edilmesi gerekir. Kırsal turizm ve güneş- kum turizmi aynı sektörde yer alan iki dal olmasına rağmen turizm arzının temel özelliklerini paylaşırlar. Örneğin, aynı ulaşım (uçuş rotaları, yollar ve benzeri) faaliyetleri, hem kırsal hem de kitle turizminin birlikte kullandığı diğer altyapı tesisleri. Buna ek olarak, aynı zamanda benzer çekicilikleri de ortak paylaşmaktadır. Roberts ve Hall (2001); kırsal alanların ana özelliklerini şöyle belirlemiştir: a) Düşük nüfus yoğunluğu, b) Kırsal arazi kullanımı, c) Geleneksel kırsal kültür. Kırsal turist tipolojisi çeşitlidir, ancak bu özellikler gidilecek destinasyon için başlıca çekicilik unsurudur (Hernandez, Suarez-Vega, and Santana-Jimenez, 2016:44). Kırsal turizm, kırsal alanda tüketime dayalı ekonomiden, üretime dayalı ekonomiye geçişi temsil eden en önemli bileşenlerden biridir. Kırsal aktivitelerdeki kolaylıklar tüketime yönelik gıda üretiminin kimliğine önemli değişiklikler getirmiştir. Kırsal turizmin yaygın olarak; dinlenmeeğlenme, tedavi edici aktiviteler, ekonomik, sosyal, eğitimsel ve çevresel gibi çeşitli fonksiyonları da içeren tarım ürünleri, eko-ürünler, kültürel kaynaklar ve mekansal olanakları da içine alan geniş kapsamlı bir alan olduğu kabul edilmektedir. Şimdiye kadar kırsal turizm dünya ekonomisinin modernleşme sürecinde göz ardı edilmiştir. Kırsal kaynakların değerlerinin yeniden keşfedilmesi hem çiftçiler ve hem de politika düzenleyicileri için sadece tarım ürünlerine odaklanmak yerine daha geniş bir bakış açısı ile bakmalarını sağlar. Bu anlamda, kırsal turizm kırsal ve kentsel alanlardaki insanları çekmek için tarımsal üretim, yaşam tarzı ve kırsal aktivitelere bütüncül bir yaklaşımla yaklaşılmasını ifade etmektedir. Bu bağlamda, kırsal alanlarda tarihi binaları ve geleneksel kırsal folklorün yanında doğayı ve manzarayı koruma duygusu gittikçe artmaktadır (Hwang and Lee, 2015:502). Kırsal turizm, birçok Avrupa ülkesinde, turizm sektörünün oldukça önemli bir ayağı olmasına rağmen, hedef rekabet araştırmacıları arasında yetersiz ilgi görmüştür. Turizm destinasyonu kavramının tanımı konusunda kesin görüş birliği olmadığı anlaşılmaktadır. Niemi ve Kylanen “kırsal turizm destinasyonunu bir dizi tesis ve katılımcının seyrek nüfuslu alanlarda, geleneksel üretim-tüketim ikilemini dikkate alarak coğrafi ve/ veya idari alanda; pazarlama ile ilgili işlemler ve faaliyetlerin” yapıldığı yer olarak tanımlamaktadır (Komppula, 2014: 362). Turizm Çalışmaları 315 Azgelişmiş bölgelerin kırsal alanlarında ekonomik kalkınma açısından sınırlı seçenekler söz konusudur. Kırsal bölgelerdeki ekonomileri canlandırmak için, yerel kaynakların alternatif kullanımları ile gelir ve istihdam yaratılması nispeten avantaj sağlarken, turizm kırsal yaşam tarzlarını geliştirmek ve olumlu değişiklikler başlatılması için bir seçenek görülmektedir (Lui, 2006:879). Dünya Turizm Örgütü (WTO) son zamanlarda Avrupa’da kırsal turizm akımının durumu ve beklentileri ile ilgili birçok seminer düzenlemiştir. Modern kırsal turizm; yeşil turizm veya eko-turizm, agro-turizm, macera turizmi, açık hava spor turizmi ve kültür turizmi gibi tipolojileri de içerir. Bu farklı tipolojiler kırsal turizmin tek bir tanımının yapılmasını da güçleştirmektedir (Hernanadez Maestro, Munoz Gallego and Santos Requejo, 2007:951). Gelişmiş ülkelerin kırsal alanlarındaki turizm faaliyetleri 1970’lerden beri oldukça artış göstermiştir. Bu durum, ekonomik ve sosyal depresyonda olan bazı kırsal bölgelerin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Ama kırsal turizm alanları yeni bir fenomen değildir; Aslında bu çağrışımlar sanayi devriminden bu yana var olmuştur. Bu nedenle, kırsal ekonomik ilerleme için eve dönüş ya da geleneksel kırsal turizmi modern kırsal turizmden ayırt etmek önemlidir. Modern bir profile sahip turist sayısındaki kayda değer artış turizm yoluyla büyümek isteyen kırsal alanda önemli bir hedef haline gelmelidir (Yagüe Perales, 2002:1101). Bir turist faaliyeti olarak tanımlanan kırsal turizm, çoğu Batı ülkelerinde kırsal alanlarda geliştirilen ve bireylerin yaşamlarının ana motivasyon kaynağı olan ve/veya doğanın kırsal şekilde temas içinde olduğu güçlü bir büyüme yaşamaktadır. Canoves, Villarino, Priestley ve Blanco (2004) ‘a göre, bu büyümenin turizm için çeşitli yararları söz konusudur. Bunlar; hizmetler sektöründe altyapı ve kamu hizmetlerinin geliştirilmesinde yeni işletmelerin ortaya çıkması; arazinin (örneğin, manzara ya da doğal çevrenin korunması) korunması; ve turist (örneğin, özel hayatının fiziksel, zihinsel ve kültürel değişiminin iyi olması) (San Martín and Herrero, 2012: 341). Kırsal kesimde yapılan kırsal turizm, yaşamın farklı yollarını anlamaya çalışan ve doğa ile yakın temasta bulunarak hayatlarının daha düzenli olmasına imkan veren turistlerin istek ve arzularını yansıtır. Kırsal turizm dünya çapında gelişmemiş ulusal ekonomilerin ve alanların endüstrinin çeşitli yerlerinde önemli gelir getirici yeteneklerini ortaya koymakta ve onların yararlanmasını sağlamaktadır (Nieto, Hernández-Maestro and Muñoz-Gallego, 2014: 115). 316 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tablo 1: Yerel Gıda ve Turizm Arasındaki Tamamlayıcı İlişkiler Konu Alt Konular Kırsal Gelişim/Kırsal Turizm Otantiklik Sosyal Etkiler Kırsal Kültürel Miras Gıda Turizmi Yerel Gıda ve Turizm Şarap Turizmi Kırsal Turizm Mutfak Turizmi Organik Tarım ve Tarım-Ekoturizm Yayınlar Renko, Renko, & Polonijo, 2010; Sims, 2009, 2010; Vaz, Nijkamp, & Rastoin, 2009 Sims, 2009 Everett & Aitchison, 2008; Brandth & Haugen, 2011 Szlanyinka, 2009; Ohe & Ciani, 2011 Hall, Sharples, Mitchell, Macionis, & Cambourne, 2003 Hall, Sharples, Cambourne, & Macionis, 2000; Kim, Yuan, Goh, & Antun, 2009 Montanari & Staniscia, 2009; Horng & Tsai, 2010 Kuo, Chen, & Huang, 2006 Bélisle, 1983; Ohe, 2008; Telfer & Wall, 1996 Haven-Tang & Jones, 2006 Yerel Gıdanın Ekonomik Etkileri ve Turizm Ekonomik Kapsam Turizm Destinasyonlarının Farklılaşması Turistler Tarafından Gıda Tüketimi Geriye Dönük Ekonomik Bağlantı Hedonik Fiyatlandırma Yaklaşımı Tarım ve Kırsal Alan Tarımsal Kooperatifler Tarım Dışı Alanlar Teorik Gelişme Kim, Eves, & Scarles, 2009; Skuras, Dimara, & Petrou, 2006 Telfer & Wall, 2000 Ohe & Ciani, 2011 Azzam, 1998; Chavas, 2008; Chavas, Chambers, & Pope, 2010; Fernandez-Cornejo, Gempesaw, Elterich, & Stefanou, 1992; Hartarska, Parmeter, & Nadolnyak, 2011; Melhim & Shumway, 2011 Kondo, 1997; Schroeder, 1992 Chavas, Barham, Foltz, & Kim, 2012; Proir, 1996 Baumol, Panzar, & Willig, 1988; Chavas & Kim, 2007; Panzar & Willig, 1981 Kaynak: Ohe and Kurihara, 2013: 279. Turizm Çalışmaları 317 Tablo 1 ekonomik kapsamda turizm ve tarım ekonomisi arasında şimdiye kadar yapılmamış olan yerel gıda üretimi ve turizm arasındaki tamamlayıcı ortak ürünler ile ilgili ortaya çıkan literatür sonuçlarını göstermektedir. Kırsal alanlarda yerel marka tarım ürünleri ve turizm arasındaki ilişki iki ürün için ortak yerel kaynakları kullanma çabaları oluşmadığından dolayı belirlenmiş değildir. Ürünlerin ortaklaşa yerel kaynakların kullanımına dayalı üretildiği zamanda, kapsam ekonomisinin çerçevesi de geçerli olacaktır. Bununla birlikte, ampirik değerlendirmeler üzerinde ciddi veri kısıtlamaları yüzünden bu durumu ortadan kaldırmak pek mümkün görünmemektedir (Ohe and Kurihara, 2013: 279). Son yirmi yılda, Avrupa Birliği (AB) ve dünya çapında, yerel politika yapımında alternatif bir yaklaşım olarak kırsal kalkınmaya toplum katılımının ilgisi giderek artış göstermiştir. Savaş sonrası dönemde devlet öncülüğünde ithalatı desteklenen kırsal alanlardaki sanayi, teknoloji ve becerilerle ilgili dışsal kırsal stratejilere müdahale, devlet sübvansiyonuna bağımlılığın aşırı artması, yerel marjinalleşme, küçük ölçekli işletmeler ve yerel hareketsizliği koruma eleştirilerin artmasına neden olmuştur. Kırsal bağlamda, bütünleşme (entegrasyon) yatay ve dikey boyutları içerir. Dikey bütünleşme ‘aşağıdan yukarıya’, ‘tabandan’ veya ‘endojen’ yaklaşımlarının alternatifi olarak toplum katılımını sağlarken, oysa günümüzde yatay bütünleşme kırsal alanlarda sektörel çeşitlendirme sübvansiyon talepleri üzerine yapılmaktadır (Panyik, Costa and Rátz, 2011: 1353). Son otuz yıl içinde tarım, madencilik ve ormancılık gibi geleneksel kırsal endüstrilerdeki birçok kırsal topluluk düşüş gösteren ekonomik tabanını güçlendirmek için alternatif yollar keşfetme yoluna gitmiştir. Sonuç olarak, kırsal toplulukları güçlendirmek ve kendi ekonomilerini çeşitlendirmek için alternatif sektörler araştırılmış, kırsal turizm, ekonomik çeşitliliğin geliştirilmesinde yerel topluluklara yardımcı olan birincil sektörlerden biri olarak tespit edilmiştir (Park, Lee, Choi and Yoon, 2012: 1511). Park ve Yoon (2009)’un yaptığı çalışma sonucunda; heyecan ve heyecan bulmak, heyecan verici şeyler yapmak ve eğlenmek kırsal turizmin en önemli tercih etme faktörleri olarak belirlenmiştir. Bu faktörler, uzak kentsel yaşam koşullarından itme güdüsü olarak görülürken; aynı zamanda kırsal alanlara çekme güdüsü olarak da anılmaktadır (Park, and Yoon, 2009: 103). Son yıllarda turizm, bazı ekonomik ve sosyal açıdan baskın olan kırsal alanların gelişmesini teşvik için bir araç olarak görülmüştür. Ancak, bir kırsal büyüme aracı olarak turizm, iletişim ve promosyon tekniklerinin hakim olduğu son derece rekabetçi cari pazar mekanizmaları ile uyum içindedir. Bu nedenle, bu tür alanları ziyaret eden turistler hakkında detaylı bilgi sahibi olmak gerekir. Talebin belirleyici özellikleri hakkında bilgi sahibi olma; hükümetler, turizm ajansları ve bireysel turizm operatörlerinin bilgi pazarlama ve promosyon kampanyaları planlaması yapmaya ya da 318 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI belirli bir kırsal alanda etkili yatırım kararları almaya yardımcı olur (Pina and Delfa, 2005: 951). Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerine göre, kırsal turizm; turizm alanlarının kırsal turizm olarak anılmasıdır. Kırsallık, kırsal turizm paketindeki merkezi ve benzersiz tek satış noktasıdır. Dünyada kırsal turizm, küçük ölçekli şirketlerin, açık alan ve sürdürülebilirlik kırsal özellikli yerler üzerine inşa edilmelidir. Bramwell ve Lane (1994) kırsal turizmi çok yönlü faaliyetlerden ziyade çiftlik temelli kırsal alanlar üzerindeki turizm olarak ifade etmiştir. Aynı zamanda yürüyüş, tırmanma, tatil, avcılık ve olta balıkçılığı, macera, spor ve sağlık turizmi yanında eğitim seyahat, sanat ve miras turizmi, etnik turizm, ekoturizm ve özel ilgi doğa-tatil gibi çiftlik tabanlı tatilleri de içerir (Reichel, Lowengart and Milman, 2000: 451). Turizm uzun kırsal sosyo-ekonomik kalkınma ve yenilenme için etkili bir katalizör olarak kabul edilmiştir. Avrupa çapında, özellikle turizmin yaygın olarak geleneksel tarım sektörlerindeki düşüşü öncelikle ilişkili olduğu periferik kırsal alanlarda, sosyal ve ekonomik sorunları ele almak için bir araç olmuştur (Sharpley, 2002: 233). Diğer turizm destinasyonları üzerinde rekabet avantajı elde etmenin bir yolu da turizm kalkınma stratejisi olarak kırsal turizmi harekete geçirmektir. Sorumlu Turizm Ortakları, turizm sektöründe kazanılan gelirlerini artırmak amacıyla “önümüzdeki on yılda kırsal turizm alanlarına olan ilginin daha da artacağını” işaret etmektedir (Rid, Ezeuduji and Pröbstl-Haider, 2014: 103). Kırsal ekonominin daha da gelişme göstermesi için turistik gelişmelerle diğer faaliyetlerin entegre edilmesi gerekir. Bu faaliyetler; hükümetin kırsal kesimde yaşayan insanlar için doğrudan istihdam olanakları sağlaması, el sanatları üretiminin genişlemesi, balıkçılık, avcılık, binicilik, kayak ve uzmanlık gerektiren yüksek kaliteli gıda üretimi ve spor gelişimi ile sağlanabilir (Unwin, 1996: 272). Turizm, birincil olarak endüstri içindeki düşüşte olan kırsal ya da uzak alanlardaki ekonominin sürekli gelişimini sağlamak için gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde alternatif bir seçenek olarak ele alınmıştır (Ying and Zhou, 2007: 96). Kültürel turizm kapsamında geziye katılan eğitim ve gelir düzeyi yüksek bireyler, özellikle kırsal yerleşim yerlerine giderek yerel halkın yemeklerini tatmak, halk gösterilerini izlemek, festivallere katılmak ve eski el sanatlarını görmek istemektedir. Bu nedenle kültürel turizmi; Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini temsil eden tüm ihtiyaçlarını giderdikten sonraki en son basamak olan kendini gerçekleştirebilmenin bir parçası olarak kabul etmek mümkündür (Kurgun ve Yumuk, 2013: 28). Kırsal turizm; Avrupa Birliği (AB) tarafından yapılan çalışmaya göre; tarımsal ya da yerel değerlerle iç içe bulunarak hoşça zaman geçirmek amacında olan turistlere, beklentileri doğrultusunda konaklama, yiyecek, Turizm Çalışmaları 319 içecek ve diğer hizmetleri veren küçük ölçekli işletmelerin yer aldığı küçük yerleşimlerde gerçekleştirilen faaliyetler bütünü olarak tanımlanmaktadır (Küçük, 2013:36). Kırsal turizm, AB tarafından yapılan tanıma göre; tatillerini kırsal alanda, kırsal mirası görerek ve kırsal yaşam tarzından hoşlanan insanların arzusu olarak tarif edilmiştir (Akyol, 2012:80). Kırsal turizmin en önemli özelliği doğal çevreye ve kırsal kültüre zarar vermemesidir. Aksine doğal ve kültürel özelliklerinin korunmasına katkı sağlamasıdır. Avrupa Birliği tarafından yapılan çalışmalarda “kırsal turizm”, tarımsal ya da yerel değerlerle iç içe bulunarak hoşça zaman geçirmek olan turistlere, beklentileri doğrultusunda konaklama, yiyecek içecek ve diğer hizmetleri veren küçük ölçekli işletmelerin yer aldığı küçük yerleşimlerde gerçekleştirilen faaliyetler bütünüdür şeklinde tanımlanmaktadır. Soykan’a göre; “kırsal turizm”, kişilerin doğal ortamda dinlenmek ve değişik kültürlerle bir arada olmak amacıyla bir kırsal yerleşmeye gidip, orada konaklamaları ve o yöreye özgü etkinlikleri izlemeleri ya da katılmalarıyla gerçekleşen bir turizm türüdür (Ongun ve Gövdere, 2014: 52). Kırsal turizmde esas amaç bir köy, çiftlik ya da bir dağ evinde konaklayarak, kırsal kültürle tanışmak, kaynaşmak ve tatil yapmaktır. Kırsal turizm; genellikle serbest vakit geçirme, rekreasyon ve çok az iş amaçlı, aynı ülke ya da farklı ülkelerin şehirde yaşayan kişilerinin kırsal alanları kullanımını ifade etmektedir (Mikaelli ve Memlük, 2013:88). Dünyada da “Kırsal Turizm” kavramında algılanan konuların, çiftlik turizmi (farm tourism), köy turizmi (village tourism), yayla turizmi (highland tourism), tarımsal turizm (agro-tourism), eko-turizm (ecotourism), av turizmi (hunting tourism), mağara turizmi (cave tourism) ve açık hava doğa sporları gibi farklı isimlerle anlatıldığı görülmektedir (Akpulat, 2015:85). Kırsal turizmle iç içe girmiş iki turizm türü vardır. Bunlardan biri tarım turizmi ya da diğer adıyla agro-turizm diğeri ise çiftlik turizmidir. Zaman zaman bu iki turizm türü de kırsal turizm olarak tanımlanmaktadır. Tarım turizmi, genellikle kırsal alanlarda yapılan tüm turizm faaliyetlerini kapsamakta ve bir bakıma kırsal turizmle benzerlik göstermekte olup, kırsal turizmin bir alt dalı konumundadır (Ongun, Gövdere ve Kaygısız Durgun, 2015a:123). Agri-turizm ya da agroturizm olarak da adlandırılan tarım turizmi, tarımsal üretimin yoğun olduğu yörelerde gerçekleştirilen bir turizm türüdür. Bu özelliği ile tarım turizmi üreticilere bir ek gelir kaynağı yaratmaktadır. Böylece tarımsal üretimin turizm ile yer değiştirmesi yerine, turizm ile bütünleştirilmesi amaçlanmaktadır (Uygur ve Akdu, 2009: 147). Tarım turizmi, temel olarak küçük çiftlikler olmak üzere, çiftçilere ek gelir sağlamak amacıyla bağ, bahçe, tarla, ahır, ağıl, kümes vb. tarımsal üretim alanları ile küçük ölçekli ve geleneksel gıda işleme tesisleri gibi faaliyet alanlarını ziyaret etmek, günlük işlerine katılmak, çiftlik evinde gecelemek, gezinmek, eğlenmek, alışveriş yapmak ve bazen de eğitim almak 320 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI gibi aktivitelerin bir veya birkaçını kapsayan bir turizm türüdür (Ukav ve Çetinsöz, 2015:9). Sürdürülebilir turizmin klasik turizm anlayışından farkı, gidilen yerin insanları ile onların yasam ortamlarında beraber olmak, kültürü olduğu gibi kabul etmek ve doğa içinde konfor yerine, doğanın verdikleriyle yetinmektir. Bir ziyaret yerinin sürdürülebilirlik niteliğini taşıyabilmesi; çevrenin kalitesine, çevrenin tüm kaynaklarından “koruma-kullanma dengesi” nin sağlanarak yararlanılmasına ve turisti o yeri ziyaret etmeye motive eden tüm değerlerin devamlı bir süreç halinde korunmasına bağlıdır. Sürdürülebilir turizm anlayışıyla hazırlanan planlamada amaç, en kısa sürede en fazla turistin ağırlanması demek değil, yerel halkın kimliğini kaybetmeksizin hayat standardının yükseltilmesi ve mutluluk düzeyinin arttırılmasıdır. Sürdürülebilirlik faaliyetleri, turizm sektörünü geldiği noktadan ileriye taşıyabilecek önemli bir gelişmeler olarak nitelendirilebilir. İlk olarak 1987 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından yürütülen Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu Toplantısında, “Ortak Geleceğimiz” başlıklı raporla gündeme gelene sürdürülebilirlik kavramı, ilerleyen yıllarda gelişen eğilimlere uyacak şekilde ilkeler eklenerek gündemdeki yerini artırarak korumaya devam etmektedir (Akçura ve Karadağ, 2015: 105). Eko-turizm eko köylerin aracılığıyla yapılan doğa içinde yaşama açık yapılan turizm türüdür. Turizm amaçlı kullanımı düşünülen alanlarda çevre koruma, toplumun refahı, turistlerin hoşnutluğu önemlidir. Ekonomik katkı sağlanması ve bu amaçlarla turizm-çevre uygunluğuna ulaşmak için seçilen köy yerleşimi alanlarında doğaya, tarihsel, kültürel ve mimari değerlere uygun, yörenin özgün karakteristiği olan sosyal yaşamını bozmadan gerçekleşen turizm türü, eko-turizm olarak tanımlanabilmektedir. Eko köyler çevre değerlerinin sürdürülebilirliği için etkin bir olgudur ve sürdürülebilirlik kapsamında ekonomik, sosyal, çevresel alanlarda kırsal ve doğal hayatın turizme kazandırılmasını sağlayan köy yerleşim birimleridir. Doğanın, çevrenin, köy yaşantısı ve kültür mirasının korunması, toplumsal eşitliğin sağlanması ve ülke refahının tüm kesimlere eşit paylaşımını getirmesi eko köyleri önemli kılmaktadır. Eko köyler ekolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamıyla sürdürülebilir yerleşim birimleridir. Bunun için, doğaya, çevreye ve geleneksel yaşam biçimine, mevcut dokuya uyumlu yeni tasarım uygulamalarıyla da çevrenin ve geleneksel kültürün korunması hedeflenmektedir (Tuğun ve Karaman, 2014:324). BUĞDAY hareketi, 1990 yılından bu yana yaşamını sürdürürken diğer yaşamlarla uyum içerisinde ve ekolojik bütüne saygılı bir toplum hayalini besleyerek sürdürdüğü çalışmalarını 12 Ağustos 2002 yılında “Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği” çatısı altında toplayarak kurumsallaşmıştır. Dernek tarafından 1990’dan beri atılan adımlar; Turizm Çalışmaları 321 *Çevre ve insan sağlığına zarar vermeyen sürdürülebilir tarım yöntemlerinin yaygınlaştırılması *Geleneksel süreçteki üretimlerin korunması, sürdürülmesi *İnsan gereksinimlerinin ekosistem döngülerine uyum içinde yeniden tanımlanması *Bireyin doğa ve çevresi ile uyum içinde yaşayabilmesi için bilgilendirilmesi ve becerilerini geliştirebilmesi amacıyla faaliyet alanları yaratılması *Bilgi ve kültür alışverişini sağlayan turizm anlayışının geliştirilerek uygulanması şeklinde sıralanabilir (http://www.bugday.org). Buğday Derneği Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yer alan ekolojik çiftliklerde sürdürdüğü Ta-Tu-Ta (Tarım-Turizm-Takas) projesiyle ekolojik bir çiftliğe konuk olmak isteyenlere rehberlik etmektedir. Buğday derneği tarım turizminin tanıtılmasında, yaptığı çalışmalarla sektörde önemli bir rol oynamaktadır (Artuğer, Özkoç ve Kendir, 2013:4). Donnely (1999), Alborak ve Stable’da kırsal turizm ve rekreasyon aktivitelerinin geliştirilmesinde alınması gerekli kararlar ve planlama konularının neler olması (erişilebilirlik, doğal kaynaklar, çekicilik, sosyal ilişkiler) gerektiği üzerinde durmuştur. Topay (2003), kırsal alanlarda gerçekleştirilebilecek bazı rekreasyon-turizm etkinlikleri için en uygun alanların belirlenmesine yönelik bir çalışma yapmıştır. Bu amaçla, öncelikle kırsal alan rekreasyon-turizm etkinlikleri ve bu etkinliklere ait değerlendirme faktörlerini belirlemiş ve bu değerlendirme faktörleri doğrultusunda da örnek alanın doğal ve kültürel özellikleri, etkinliklere ait değerlendirme faktörlerine göre sorgulanarak her etkinlik için en uygun ve koşullu uygun alanlar saptanmıştır (Kiper ve Arslan, 2007:148). Kırsal turizmde amaç, köylerde, çiftliklerde konaklamak; buralarda tamamen doğal olarak yetiştirilen meyve ve sebzelerin tadına varabilmek, kısacası doğa ile iç içe yaşayarak, köy halkından birisiymiş gibi her türlü işi yapmaktır (Ongun, Gövdere ve Kaygısız Durgun, 2015b:102). SONUÇ Birleşmiş Milletler Örgütüne göre kırsal kalkınma; “küçük toplulukların içinde bulundukları ekonomik ve sosyal koşulları iyileştirmek amacıyla giriştikleri çabaların birleştirilmesi, küçük toplulukların ulusal bütünle kaynaştırılması ve ulusal kalkınma çabalarına gerekli katkıda bulunmalarının sağlanması süreci olarak tanımlanmaktadır. Kırsal kalkınmanın temel amacı; kırsal yörelerin veya mekanların sahip oldukları kaynakların etkin bir şekilde kullanılması sonucunda kent ile kır arasındaki sosyo-kültürel ve ekonomik gelişmişlik farkını en aza indirmek, kırsal kesimde istihdam 322 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI olanaklarını arttırarak kente göçü önlemek ve kırsal alandaki insanların yaşam standartlarını yükseltmektir. Bunlara ek olarak, kırsal alanlardaki altyapı, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin sayısında ve kalitesinde artış ve turizmin gelişmesi sonucu gelirlerin artması gibi faktörler de sıralanabilir (Ongun ve Gövdere, 2015:48). Ekoturizm, çevreyi koruyan ve yerel halkın refahını gözeten, doğal alanlara karşı duyarlı bir gezi olarak sürdürülebilirlik kavramını da içinde barındırır. Turizm-çevre ilişkilerinin önem kazanması ve sürdürülebilirlik tartışmaları ile birlikte gündeme gelen ekoturizm kavramı; sürdürülebilir turizmin alt başlıklarından biri ve bir alternatif turizm şekli olarak nitelenmektedir (Kaypak, 2012:11,12). Kırsal turizm kırsal çevreye bağlı bir turizm türü olmasına karşın tarım turizmi ekili alan ve çiftçiye bağlı bir turizm türüdür. Kırsal turizmle iç içe olan turizm türü de çiftlik turizmidir. Çiftlik turizmi; kırsal alanlarda, çiftlik organizasyonu amacıyla kurulmuş ve çevresine çiftlik ürünü sağlayan bir işletmenin aynı zamanda konaklama imkanı sağlayan, gelen turistlerin de isterlerse, konaklama ve yeme içme karşılığında, bir çalışma programına katılabilecekleri, kırsal yaşantının sahnelenmesine imkan veren bir turizm türüdür (Ongun, Gövdere ve Kaygısız Durgun, 2015a:123). Kırsal turizm turistlere farklı bir deneyim sunmanın yanında gerçekleştirildiği bölgeye ve bölgede yaşayan yerel halka ekonomik, sosyo-kültürel ve çevresel açıdan da katkı sağlamaktadır. Öncelikle kırsal turizm, tarımla geçinen yerel halkın turistik faaliyetler sayesinde istihdam olanaklarının ve gelirlerinin artmasına imkan vermektedir. Diğer taraftan yerel halkla turistlerin etkileşimi, örf, adet, gelenek ve göreneklerle yerel değerlerin korunması bölgenin sosyo-kültürel gelişimine katkıda bulunurken, doğal ve tarihi değerlerin sahiplenilerek koruma altına alınması, çevre kirliliğinin önlenmesi gibi unsurlar da çevrenin korunmasına katkı sağlamaktadır (Mil, Albayrak ve Toker, 2015:61). Sonuç olarak, kırsal turizmin, agroturizm, (tarım turizmi), çiftlik turizmi ve sürdürülebilir turizmden farklı kavramlar olmasına rağmen, birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceği de açıktır. Ülkemizde kırsal turizme olan bakış açısının diğer ülkelere nazaran yeni gelişmeye başladığı, bu anlamda kamu ve özel sektör kuruluşlarının destek vermelerinin ilerlemeyi hızlandıracağı düşünülmektedir. Ayrıca, kırsal turizm, yerel halkın etkin katılımı olmadan başarılı olamayacağı gibi, sürdürülebilirlik ilkesi göz önünde bulundurularak, eğitim, tanıtım ve pazarlama politikalarının teknolojik gelişmelerle birlikte hareket etmesi sağlanmalıdır. Turizm Çalışmaları 323 KAYNAKÇA Akçura, M. ve Karadağ, L. 2015. Yerel Halkın Bakış Açısıyla Kırsal Turizmin Uygulanabilirliği: Datça Örneği. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5 (1): 105-110. Akpulat, N. 2015. Ödemiş’in Kırsal Turizm Arz Kaynakları Açısından Değerlendirilmesi ve Öneriler. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5 (2): 84-91. Akyol, C. 2012. Kırsal Turizmde Ev Pansiyonculuğu Modeli ve Karadeniz Örneklemesi- Artvin. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 2 (2): 79-83. Artuğer, Ş., Özkoç, G.A. ve Kendir, H. 2013. Ta-Tu-Ta (Tarım-Turizm-Takas) Çiftliklerinin Pazarlanması ve Tanıtılması İçin Öneriler. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 3 (1): 01-05. Bel, F., Lacroix, A., Lyser, S., Rambonilaza, T. and Turpin, N. 2015. Domestic Demand for Tourism in Rural Areas: Insights from Summer Stays in three French Regions. Tourism Management. 46:562-570. Briedenhann, J. and Wickens, E. 2004. Tourism Routes as a Tool for the Economic Development of Rural Areas—Vibrant Hope or İmpossible Dream?. Tourism Management. 25: 71–79. Can, E. “Turizm Destinasyonlarında Sürdürülebilir Turizmin Sürdürülebilir Rekabet Açısından Değerlendirilmesi”. İstanbul Sosyal Bilimler Dergisi. 4: 23-40. Ceylan, T. 2001.Turizm ve Sürdürülebilir Gelişme. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi. 12: 169-177. Clarke, J., Denman, R., Hickman, G. and Slovak, J. 2001. Rural Tourism in Roznava Okres: a Slovak Case Study. Tourism Management, 22: 193-202. Devesa, M., Laguna, M. and Palacios, A. 2010. The Role of Motivation in Visitor Satisfaction: Empirical Evidence in Rural Tourism. Tourism Management, 31: 547–552. Dickinson, E.J. and Robbins, D. 2008. Representations of Tourism Transport Problems in a Rural Destination. Tourism Management, 29: 1110–1121. Dinçer İstanbullu, F.ve Çifçi, İ. 2015. Sürdürülebilir Kırsal Turizm Kapsamında Milli Parklar Üzerine Bir Araştırma: Munzur Vadisi Milli Parkı Örneği. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5 (1): 111-121. Foss, C. and Ellefsen, B. 2002. The Value of Combining Qualitative and Quantitative Approaches in Nursing Research by Means of Method Triangulation. Journal of Advanced Nursing. 40,2:242-248. Fleischer, A. and Pizam, A. 1997. Rural Tourism in Israel, Tourism Management, 18 (6): 367-372. 324 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Fleischer, A. and Tchetchik, A. 2005. Does Rural Tourism Benefit from Agriculture?. Tourism Management 26: 493–501. Hernandez, M.J., Suarez-Vega, R and Santana-Jimenez, Y. 2016. The Interrelationship Between Rural and Mass Tourism: The case of Catalonia, Spain, Tourism Management, 54:43-57. Hernanadez, M., Munoz Gallego, P.A. and Santos Requejo, L. (2007). The Moderating Role of Familiarity in Rural Tourism in Spain. Tourism Management, 28: 951–964. Hwang, J. and Lee, S. 2015. The Effect of The Rural Tourism Policy on Non-Farm İncome in South Korea. Tourism Management, 46: 501-513. Kaypak, Ş. 2012. Ekolojik Turizm ve Sürdürülebilir Kırsal Kalkınma. KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi. 14 (22): 11-29. Kiper, T. ve Arslan, M. 2007. Safranbolu-Yörükköyü Tarımsal Turizm Potansiyelinden Kırsal Kalkınma Açısından Değerlendirilmesi. Süleyman Demirel Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi. 2: 145-158. Komppula, R. 2014. The Role of İndividual Entrepreneurs in The Development of Competitiveness for a Rural Tourism Destination-A case study. Tourism Management, 40: 361-371. Küçük, M. 2013. Çamlık Kasabası Turizm Potansiyelinin Değerlendirilmesi için Çözüm Önerileri. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 3 (2):35-45. Kurgun, H. ve Yumuk, Y. 2013. “Yöresel El Sanatlarının Kültürel Turizmin Gelişimindeki Rolü: Görece (Boncukköy) ve Nazarköy Örnekleri”, Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, 3 (1): 27-32. Lui, A. 2006. Tourism in Rural Areas: Kedah, Malaysia. Tourism Management, 27: 878–889. Mikaelli, M. ve Memlük, Y. 2013. Kırsal Turizm ve Kültürel Turizmin Bütünleşmesi ve Kırsal Sürdürülebilir Kalkınma. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 3 (2): 87-91. Mil, B., Albayrak, A. ve Toker, E.M. 2015. Çatalca Bölgesinin Kırsal Turizm Potansiyeli ve Bölge Halkının Kırsal Turizme İlişkin Görüşleri. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5(1):61-68. Nieto, J., Hernández-Maestro, M.R. and Muñoz-Gallego, A.P. (2014). “Marketing Decisions, Customer Reviews, and Business Performance: The Use of The Toprural Website by Spanish Rural Lodging Establishments”, Tourism Management, 45, 115-123. Ohe, Y. and Kurihara, S. (2013). “Evaluating The Complementary Relationship Between Local Brand Farm Products and Rural Tourism: Evidence from Japan”, Tourism Management, 35,278-283. Ongun, U. ve Gövdere, B. 2014. Bölgesel Kalkınmada Kırsal Turizmin Etkisi: Ağlasun Yeşilbaşköy Örneği. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, 4 (2): 51-57. Turizm Çalışmaları 325 Ongun, U. ve Gövdere, B. 2015. Kırsal Turizmin Kırsal Kalkınmaya Etkisi: Şirince Örneği. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, 5 (2): 46-55. Ongun, U. ve Gövdere, B. ve Kaygısız, Durgun, A. 2015a. Isparta İli Kırsal Alanlarında Yapılabilecek Kırsal Turizm Türlerinin Kırsal Kalkınmaya Etkisi. Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi. 5(1): 122 –131. Ongun, U. ve Gövdere, B. ve Kaygısız, Durgun, A. 2015b. Burdur İlinin Kırsal Turizm Potansiyelinin Değerlendirilmesi: Sorunları ve Çözüm Önerileri. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 7(12): 99-116. Panyik, E., Costa, C. and Rátz, T. (2011). “Implementing Integrated Rural Tourism: An Event-Based Approach”, Tourism Management, 32, 1352-1363. Park, D., Lee, K., Choi, H. and Yoon, Y. (2012). “Factors Influencing Social Capital in Rural Tourism Communities in South Korea”, Tourism Management, 33, 1511-1520. Park, D. and Yoon, Y. (2009). “Segmentation by Motivation in Rural Tourism: A Korean Case Study”, Tourism Management, 30, 99–108. Pina, A.P.I. and Delfa, D.T.A. (2005). “Rural Tourism Demand by Type of Accommodation”, Tourism Management, 26, 951–959. Reichel, A., Lowengart, O. and Milman, A. (2000). “Rural Tourism in Israel: Service Quality and Orientation”, Tourism Management, 21, 451-459. Rid, W., Ezeuduji, I. and Pröbstl-Haider, U. 2014. Segmentation by Motivation for Rural Tourism Activities in The Gambia”, Tourism Management, 40, 102116. San Martin, H. and Herrero, A. (2012). “Influence of The User’s Psychological Factors on The Online Purchase İntention in Rural Tourism: Integrating İnnovativeness to The UTAUT Framework”, Tourism Management, 33, 341-350. Sharpley, R. (2002). “Rural Tourism and the Challenge of Tourism Diversification the Case of Cyprus”, Tourism Management, 23, 233–244. Selvi, S.M. ve Demirer, D. (2012). Ekolojik Tatil Çiftliklerinin TATUTA Projesi Deneyimine İlişkin Örnek Olay İncelemesi. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, 23 (2):187– 202. Slee, B. 2007. Rural Tourism and Sustainable Business, Aspects of Tourism, (D. Hall, I. Kirkpatrick, M. Mitchell (Eds.),Tourism Management, 28: 1152– 1153. Soykan, F. 2003. Kırsal Turizm ve Türkiye Turizmi için Önemi. Ege Coğrafya Dergisi, 12,1-11. Su, B. 2011. Rural Tourism in China. Tourism Management, 32:1438-1441. Sweeney, E. 1995. Rural Tourism ve Sustainable Rural Development. Tourism Management, 16(4):329. 326 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tribe, J., Font, X.Griffiths, N.,Vickery, R. and Yale, K. 2000. Environmental Management for Rural Tourism and Recreation. Cassell, London,422-424. Tuğun, Ö. ve Karaman, A. 2014. Çekirdek Köylerin Eko Turizme Kazandırılması için Sürdürülebilirlik Kavramı Çerçevesinde Bir Model. Megaron. 9(4):321337. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı (2007). Türkiye Turizm Stratejisi 2023. Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü. Yayın No: 3085. Ankara. Ukav, İ. ve Çetinsöz, C.B. 2015. Adıyaman İlinde Çiftçilerin Tarım Turizmi Üzerine Algılamaları. Mesleki Bilimler Dergisi. 4 (1): 8 – 20. Unwin, T. 1996. “Tourist Development in Estonia Images, Sustainability, and Integrated Rural Development”, Tourism Management, Vol. 17, No. 4: 265276. Uygur, M.S. ve Akdu, U. 2009. Çiftlik Turizmi, Kırsal, Tarım ve Ekoturizminin Kavramsal Açıdan İrdelenmesi. Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi Dergisi. 1: 143-166. Yagüe Perales, M.R. (2002). Rural Tourism in Spain. Annals of Tourism Research, 29 (4): 1101–1110. Ying, T. and Zhou, Y. 2007. “Community, Governments and External Capitals in China’s Rural Cultural Tourism: A Comparative Study of Two Adjacent Villages”, Tourism Management, 28: 96–107. Wimpenny, P. ve Gass, J. 2000. Interviewing in Phenomenology and Grounded Theory: Is There a Difference?. Journal of Advanced Nursing. 31(6):14851492. http://www.bugday.org/portal/hakkimizda.php?pid=3, Erişim Tarihi: 12.02.2017. Tematik 327 TURİZM İŞLETMELERİNDE REKREASYON VE ANİMASYON FAALİYETLERİNİN İNTERNET SİTELERİ ÜZERİNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ: TATİL KÖYLERİ ÖRNEĞİ EVALUATION OF RECREATION AND ANIMATION ACTIVITIES ON TOURISM OPERATIONS THROUGH THE INTERNET SITES: HOLIDAY VILLAGES EXAMPLE Ercan KARAÇAR1, Olca SEZEN DOĞANCİLİ2 ÖZET Turizm sürekli gelişen ve hızlı değişimler yaşayan bir sektördür. Hizmet sektöründe yer almasına karşın turizmde müşteri memnuniyetinin ve müşteri tatminin zor olduğu görülmektedir. Bu sebeple turizm işletmeleri son yıllarda sundukları ürünlerin dışında müşteri memnuniyetini sağlamak için ek hizmetlerde sunmaktadır. Söz konusu ek hizmetlerin başında rekreasyon ve animasyon faaliyetleri yer almaktadır. Bu çalışmada ülkemizde bulunan tatil köylerinin internet sitelerindeki rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Elde edilen veriler ışığında 74 adet tatil köyünde rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinin internet sitelerinde en sık olarak aktivite başlığı altında olduğu, en çok spor oyunları kapsamında masa tenisinin bulunduğu, spawellness faaliyetlerinin sadece Antalya ve Muğla illerindeki tatil köylerinde olduğu görülmektedir. Ayrıca tatil köylerinin internet sitelerindeki otel bilgilerinin ve rekreasyon faaliyetlerine ilişkin verilerin yetersiz olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu kapsamda işletme yöneticilerine internet sitelerini revize etmeleri ve faaliyetlerini fotoğraflarla zenginleştirmeleri önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Turizm, Rekreasyon, Animasyon, Tatil Köyü ABSTRACT Tourism is an industry that is rapidly developing and experiencing fast changes. It is seen that the customer contentment and customer satisfaction is hard to achieve in the tourism, even though it is a part of Services sector. Therefore, tourism enterprises are recently offering additional services apart from the products they offer for achieving customer satisfaction. Those aforementioned additional services are lead by recreation and animation activities. In this study, it is aimed 1 Dr. Öğr. Üyesi, Sinop Üniversitesi, Turizm İşlemeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu, ekaracar@sinop.edu.tr 2 Dr. Öğr. Üyesi, Sinop Üniversitesi, Turizm İşlemeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu, o.dogancili@sinop.edu.tr 328 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI to evaluate the recreation and animation activities of the holiday villages on their websites. In the data obtained, it is seen that recreation and animation activities in 74 holiday villages are the most frequently used activity titles in internet sites, table tennis is the mostly listed activity in sports category and spa-wellness activities are only present in holiday villages in Antalya and Muğla provinces. In addition, a conclusion is reached that the information about the hotel information on holiday villages’ internet sites and the data about recreational activities are inadequate. In this context, it is recommended that business managers to revise their internet sites and enrich their activities with photographs. Keywords: Tourism, Recreation, Animation, Holiday Village GİRİŞ Turizmin 20.yüzyılda hızlı bir şekilde ilerlemesinin temel sebepleri arasında boş zaman dilimindeki artışları söylemek mümkündür. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan çalışma saatleri insanların yaşamını kolaylaştırmış bununla birlikte insanların boş zamanlarında başka aktivitelere yönelmelerini sağlamıştır. İnsanlar turizmin bir parçası olabilmek için bağımsız tercih yapacakları gibi bir işletme üzerinden de tercihlerde bulunabilmektedir. Evrensel bir kavram olan turizm artık tek başına yeterli olmamaktadır. Özellikle değişen müşteri potansiyeli, beklenti ve istekler turizm faaliyetlerinin genişlemesine ve çoğalmasına neden olmaktadır. Günümüzde artık insanlar rekreasyon faaliyetlerine katılmak, eğlenmek ve hoşça bir vakit geçirmek istemektedir. Turizm sektöründe bu eğlence aktiviteleri rekreasyon faaliyetleri ve animasyon olarak adlandırılmaktadır. TURİZM İŞLETMELERİ Hizmet sektörü insanların hayatını kolaylaştıran, yararlı ürünler ve hizmetler üretmek amacını felsefe edinmiş bir sektördür. Her ne kadar ürettikleri soyut olsada bunu diğer sektörlerin yardımı ile yapmaktadır. Dünya’nın ve Türkiye’nin 3 önemli temel sektöründen biri olmasına rağmen ekonomik, sosyal değerlerin ortaya çıkmasında ve istihdam yaratma da diğer iki sektöre göre lider konumdadır. Hizmet sektörüde kendi içinde alt dallara ayrılmaktadır. Turizm hizmet sektöründe yer alan turizm ayrıca diğer sektörlerden girdiler alıp çıktı olarak sunmaktadır. Turizm sektörü kendi içinde konaklama, yiyecek içecek, eğlence, ulaşım, haberleşme, sağlık gibi birçok ekonomik olayları barındırmaktadır. Ulusal ve uluslararası düzeyde ekonomik faaliyetlerin yanı sıra istihdam yaratma, sosyal olanak sağlama gibi etkileride turizmin pozitif yönleri arasındadır. Karmaşık bir yapıya Tematik 329 sahip olan turizm sektöründe müşretilerin istek ve beklentileri daha çok işletmelere yön vermektedir. Destinasyonlardaki işletmeler gelişen teknoloji ile birlikte sürekli değişen müşteri istek ve beklentilerini bir araya getirerek müşteri memnuniyetini sağlamaktadır. Bunları yaparken de teknolojik gelişmeleri yakından takip etmekte ve bunun doğrultusunda işletmelerini dizayn etmektedir. Turizm işletmelerinin yapısı incelendiğinde kendi içlerinde 4 ayrı gurupta sınıflandırılmaktadır. • Konaklama işletmeleri: İnsanoğlu ilkel toplumlardan başlayarak ilk önce fizyolojik ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlamışlardır. Özellikle beslenme ihtiyacından sonra barınma amaçlı olarak mağaralarda başlayan bir giderme işlemi günümüzde lüks otellere kadar gelmektedir. İlk kez konaklama amaçlı işletmeler Romalılar zamanında yapılmıştır (Oral, 2005:21). Konaklama tesisleri müşterilerin beklenti ve isteklerine göre şekillenmektedir. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na göre konaklama işletmeleri şu şekilde sınıflandırılır; 1- Oteller 2- Moteller 3- Tatil Köyleri 4- Pansiyonlar 5- Kampingler 6- Apart Oteller 7- Hosteller. • Seyahat işletmeleri: Seyahat işletmeleri insanların turizme katılmasını sağyalayan en temel organlardan bir tanesidir. Özellikle turistlerin destinasyonlara varmalarına katkı sağlayan bu işletmeler turist deposu olarak adlandırılmaktadır (Atay, 2000: 28). Bunun dışında turistik ürün ve hizmet hakkında bilgi imkânı sunan seyahat işletmeleri kendi bünyesinde toptancı ve perakendeci olarak ikiye ayrılmaktadır. Toptancı diye adlandırılanlara tur operatörü denilirken, perakendeci olanlara seyahat acenteleri denilmektedir. • Yiyecek içecek işletmeleri: Müşterinin istek ve beklentileri doğrultusunda ugun ürün ve hizmet sunmak, uygun fiyatlandırma yapmak, en az maliyetler hazırlamak yiyecek içecek işletmelerin en asli görevleri arasında yer almaktadır. Bir konaklama işletmesi bünyesinde yer alabileciği gibi bağımsız olarakta hizmet sunmaktadır. Yiyecek içecek işletmeleri müşteriyi memnun edebileceği kadar müşterileride işletmeden kaçırabilir. Bundan dolayı bu işletmelerin daha başarılı olması istenilmektedir. 330 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI • Rekreasyon İşletmeleri: Rekreasyon inşaların boş zaman dilimlerinde bulundukları sıkıcı, stresli ortamlardan uzaklaşarak eğlenip dinlenmesini sağlayan ve gönüllü olarak katıldıkları etkinlikler olarak dile getirilmektedir (Özey, 1991: 42). Rekreasyon işletmeleri ise insanlara eğlenme, dinlenme ve boş zaman değerlendirme fırsatı sunan işletmeler olarak bilinemketedir (Kozak ve Diğ., 2007: 61). Son yıllarda özellikle büyük şehirlerde insanlara boş zaman değerlendirme fırsatı sunan işletmeler, kendi bünyeleri dâhilinde birçok etkinlik ve faaliyetler barındırmaktadır. REKREASYON VE ANİMASYON FAALİYETLERİ Ekonomiler için dünyanın en önemli sektörü olan hizmet dalında yer alan turizm sektörü son yıllarda sürekli gelişim içindedir. Bu gelişimle birlikte bulundukları ekonomilere katkı sağlayan sektör, rekabetinde olduğu bir yarış haline dönüşmüştür. Bu yarışta işletmelerin dikkat etmesi gereken konu ise sürekli değişiklik gösteren müşteri beklenti ve istekleridir. Buna bağlı olarakta üretilen mal ve hizmetlerdir (Erdem, 2010). Hizmet sektöründeki bir işletme rakiplerinden bir adım önde olmak için sürekli rekabet ettiği işletmelerden farklı hizmet üretmek zorundadır. Turizm sektöründe özellikle aynı konum, benzer bina konseptleri, sunulan benzer yiyecek içecek hizmetleri tüketiciler açısından negatif bir hava olarak görülmektedir. Müşteriler bu hizmetlerin yanında onların tatillerini daha eğlenceli yapacak bir pazarlama aracını ararlar. Son yıllarda bu pazarlama aracı ise rekreasyon ve animasyon faaliyetleridir. Rekreasyon ve animasyon faaliyetleri turizm işletmeleri için rekabet ortamını zenginleştiren unsurlar arasında yer almaktadır. Mevcut turistleri bir destinasyona veya işletmeye çekmek, bulundukları işletmelere bağımlılık yaratmak, sunulan hizmetleri çekici hale getirmek animasyon departmanlarının en önemli görevleri arasındadır. Özellikle işletmeler diğer işletmelere göre farklarını ortaya çıkarmak ve hizmetlerini pazarlamak için rekreasyon ve animasyon faaliyetlerini önemserler (Akdağ & Akgündüz, 2010). Rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinin işletmeler üzerinde pek çok etkisi vardır. Özellikle konaklama sekötüründe yer alan işletmelere olan etkilerini sıralayacak olursak; • Pazarlamaya ve rekabete etkisi • Oda satış gelirlerine etkisi • Gelir yaratıcı etkisi • Diğer hizmet satışlarına etkisi Tematik 331 • Yiyecek içecek gelirlerine etkisi • Tüketici bazında marka ve imaj bağımlılığı yaratma etkisidir (Gökdeniz & Dinç, 2000). Animasyon faaliyetlerinin konaklama işletmelerinde uygulanmasına yönelik yapılan bir araştırma (Gökdeniz & Dinç, 2000) sonuçlarına göre, işletmelerin uygulama nedenlerini şu şekilde ifade edebiliriz; • Mevcut Hizmet Satışlarını Arttırmak • İşletmeye Geliş Sıklığını Sağlamak • Boş Zaman Faaliyetlerine Aktif Katılımı Sağlamak • İşletmenin Çekiciliğini Arttırmak • Müşteri Bazında Marka İmajı Yaratmak • İşletmenin Reklam ve Tanıtımını Yapmak • İşletmede Geceleme Sayısını Arttırmak • Diğer İşletmelerle Rekabet Edebilmek İşletmelerde animasyon departmanı tatil için otele gelen müşterilerin boş zaman kalitesini arttırmak, tüm yaş gurupları için rekreasyon ve animasyon faaliyetleri sunmak, sağlık, spor ve kültürel eğlencelerden sorumludurlar (Costa & ark., 2004). Bu departmanların etkinlikleri bulundukları işletmlerin fiziki durumuna ve kaynaklarına bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Fiziki yapı ve kaynakların varlılığının yanı sıra animasyon faaliyetlerinin başarıya ulaşması iyi bir organizasyon yapısının olmasına da bağlıdır (Yılmaz, 2007). Organizasyon yapısının sağlam olması bu departmanda çalışacak personelin seçilmesini de önemli kılmaktadır. Rekreasyon ve animasyon faaliyetlerini programlayacak, yönetecek ve sunacak personellerin istihdamı son yıllarda büyük gelişme göstermektedir. Özellikle üniversitelerde ve özel kuruluşlarda turizm animasyon eğitimi verilmekte olup bunun dışında da özel eğitimlerle de sağlanmaktadır. Bu kişilerin rekreasyon ve animasyon konularında eğitimli olmasının yanı sıra psikoloji, pazarlama konularında yetenekli olması ve entelektüel kişiliğe sahip olması beklenilmektedir (Köktaş, 2004). Başarılı bir turizm animasyon personelinin taşıması gereken niteliklerden birkaç tanesinden bahsedecek olursak; • Rekreasyon ve animasyon konusunda bilgi, beceri sahibi olması, • Kararlı, açık, mantıklı, sempatik, objektif, hoşgörülü, sabırlı olması, • Fiziki görüntüsünün düzgün olması, 332 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI • Etkin iletişim berecerisi olması, • İnsanı ilişkilerinin iyi olması, • Animasyonlarda aktif edici ve teşvik edici olması, • Mesleki teorik bilgi ve deneyime sahip olması, • Pazarlama ve tanıtım konularında bilgi ve beceriye sahip olması, • Ekip çalışmasına yatkın olması, • Gurup yönetme becerisine sahip olması, • Tehlike durumlarını iyi analiz eden ve krizleri yönetme becersine sahip olması, • Plan ve program yapabilen ve uyabilen bir yeteneğe sahip olması, • Liderlik vasıflarına sahip olması, • Hitap etme yeteneğine sahip olması, • Mesleki içi rakiplerini takip etmeli ve değerlendirme yeteneğine sahip olması, • Departman içi ve dışı koordinasyon sağlayabilmeli, yönetebilme becersine sahip olması gibi birçok nitelikten bahsedebiliriz (Hacıoğlu, Gökdeniz & Dinç,2003). Animasyon departmanında iyi bir hizmet için ekip çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Ekibin içindeki uyum ve başarı iyi bir animasyon faaliyeti olarak işletmeye yansımaktadır. Animasyonun başarısı en üstte yer alan eğlence hizmetleri müdüründen başlayarak en altta yer alan animatörlere kadar herkesin başarısına bağlıdır. Her işletmede sayıları farklı olsada bir animasyon departmanının temel üyeleri aşağıdaki şekildeki gibidir. Tematik 333 Şekil 1: Animasyon Personelinin Organizasyon Şeması Sadece animasyon personelin olması bazen iyi bir animasyon faaliyeti için yeterli olmayabilir. Bunun dışında işletmelerin sunacağı rekreasyon ve animasyon faaliyetlerininde yeterli sayıda ve tatmin edici olması gerekemektedir. Konaklama işletmelerinde yapılan rekreasyon ve animasyon faaliyetleri turistlerin ihtiyaçlarına uygun şekilde olması beklenilmektedir. Bu konuda (Costa & ark., 2004) tarafından geliştirilen müşterilerin tatminini sağlayacak animasyon aktivitelerinin tasarlandığı modeli aşağıdaki gibidir. 334 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Şekil 2: Turistlerin ihtiyaç alanları ve animasyon aktiviteleri (Costa & ark., 2004) BULGULAR Çalışma kapsamında ele alınan tatil köyleri ülkemizde 81 adet olarak tespit edilmiş olup yer aldıkları iller bazında sınıflandırmalara tabii olmuşlardır. Söz konusu tatil köylerinin 6 tanesinin internet sitesi olmadığından ve 1 tanesinin kapanmasından dolayı çalışmaya 74 adet tatil köyü dâhil edilmiştir. Bu çerçevede tatil köyleri 6 ilde yoğunlaşmış olup bu iller Antalya, Muğla, İzmir, Aydın, Balıkesir ve Mersin olarak sıralanmaktadır. Söz konusu tatil köylerinin internet sitelerinde rekreasyon ve animasyon üzerine yer alan bilgilendirmeleri, içerdikleri uygulamaları, yer aldığı sekme başlıkları ve faaliyetlerde kullandıkları fotoğraf sayısı incelenmiştir. Analiz edilen tatil köylerinin bulunduğu illere göre sahip oldukları yıldız sayısına ilişkin verileri Tablo 1’deki gibi özetlenmiştir; Tablo 1: Tatil Köylerinin Bulundukları İller ve Yıldız Sayıları Yıldız Sayısı Bulunduğu il Toplam 1. 1.sınıf 2.sınıf 4 yıldızlı 5 yıldızlı Antalya 1 46 47 Muğla 2 6 16 24 İzmir 1 2 1 4 Aydın 1 2 3 Balıkesir 2 2 Mersin -1 1 Toplam 2 1 12 66 81 335 Tematik Araştırma kapsamında ele alınan işletmeler genel olarak 5 yıldızlı tatil köyleri sınıflandırmasına sahiptir. Bunun yanında 4 yıldızlı tatil köylerinin de yer aldığı ifade edilirken en çok tatil köyünün Antalya ilinde bulunduğu görülmektedir. Söz konusu 74 adet tatil köyünün oda sayısı, yatak sayısı ve sahip olduğu konseptine ilişkin veriler ise aşağıdaki gibidir; Tablo 2: Tatil Köylerinin Oda ve Yatak Kapasiteleri 41 9 Muğla 5890 15 2 3501 4 İzmir - - 1444 1 Aydın 2 2 1 1 258 2 605 - - 605 Mersin - 304 Balıkesir 22 1044 - - - - Belirtmeyen 6 Oda +kahvaltı Belirtmeyen 22 12443 Ultra Herşey dahil Belirten işletme 25 Konsepti Herşey dahil Belirtmeyen Antalya Yatak sayısı Belirten işletme Oda sayısı 7 5 2 33 2 - - 22 3 - - 1 - 1 - 2 - - 1 1 - - - 1 Antalya’da bulunan 47 tatil köyünden 25 tanesi oda sayısını belirtmekle beraber toplam 12.443 adet oda tespit edilmiştir. Yatak sayısı ise sadece 6 işletmede belirtilmiş olup 5.890 yatak kapasitesine sahip olduğu görülmektedir. Muğla’da ise 9 işletme oda sayısını belirtilerek 3.501 odanın bulunduğunu, yatak sayısında da 2 işletmenin sayılarını belirterek 1.044 yatağa sahip olduğu analiz edilmiştir. İzmir ve Balıkesir illerindeki tüm oteller oda sayısı hakkında verileri paylaşmış olup İzmir’de 1.444, Balıkesir’de 605 oda sayısına ulaşırken yatak sayılarına ilişkin herhangi veri elde edilememiştir. Aydın’da ise 1 işletme verilerine göre 304 oda ve 605 yatak kapasitesi bulunmaktadır. Mersin’de de sadece 1 işletmeden 258 oda sayısına ulaşılmıştır. Tatil köylerinin dâhil olduğu konsepte bakıldığında işletmelerin büyük çoğunluğunda herhangi bir bilgilendirmenin bulunmadığı göze çarpmıştır. 74 işletmeden sadece 21 tanesi konseptine ait veri bulundurmakla beraber ağırlıklı olarak “herşey dâhil” sistemini kullandıkları tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra ultra herşey dâhil ve oda-kahvaltı konseptlerinin de 336 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI bulunduğu ifade edilebilir. Söz konusu tatil köylerinin internet sitelerinde yer alan rekreasyon ve animasyon faaliyetleri ise birçok farklı isimlerle sekmeleştirilmiştir. Bunlar Plaj-Havuz, Spa&Wellness, Aktivite, Spor, Çocuk, Aquapark, Eğlence gibi sıralanmaktadır. Bu sekme isimlerinin her biri ayrı başlık altında incelenmiş olup plaj-havuza ilişkin uygulamalar Tablo 3’deki gibidir; Tablo 3: Plaj-Havuz Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler Açık-Kapalı Havuz Mavi Bayrak Aquapark Su Kaydırağı Plaj, Deniz, Havuz Voleybol Animasyon Çocuk Havuzu Hamam, Sauna, Buhar Odası Toplam Antalya 4 1 1 1 1 1 1 1 1 Muğla 1 - İzmir 1 - Aydın 1 - Balıkesir 1 - Mersin 1 - Toplam 6 3 2 1 1 1 1 1 1 12 1 1 1 1 1 17 Rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinde plaj ve havuz başlıklarını kullanan tatil köyleri ağırlıklı olarak Antalya ilinde yoğunlaşmaktadır. Kullanılan içeriklerde ise, işletmelerin sahip oldukları açık-kapalı havuzların kullanımı en çok tercih edilen unsur olurken mavi bayrağa sahip olan bazı işletmelerin bilgilendirmesini bu sekme altında yaptığı görülmektedir. Ayrıca hamam, sauna gibi Spa&Wellness içerikli uygulamaların da bu sekme altında ele alındığı söylenebilir. Buna ek olarak plaj ve havuz içeriklerinde toplam 129 adet fotoğraf tespit edilmiştir. Rekreasyon ve animasyon faaliyetleri için kullanılan diğer başlık Spa&Wellnes’dir. Bu başlığı kullanarak rekreatif faaliyet uygulayan işletmelere ait veriler ise Tablo 4’de bulunmaktadır; Tablo 4: Spa&Wellness Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler Fitness Masaj Hamam Sauna Spa&Welness Vücut Bakımı Cilt Bakımı Buhar Odası Jakuzi Havuz Güzellik Merkezi Aerobic Jimnastik Thalassospa Tuz Odası Toplam Antalya 44 12 11 8 5 6 7 3 2 4 2 1 1 1 1 108 Muğla 4 4 3 4 2 1 2 1 2 23 İzmir - Aydın 1 1 1 3 Balıkesir - Mersin - Toplam 44 17 16 12 9 8 8 5 3 4 4 1 1 1 1 134 Tematik 337 Spa&Wellness başlığını en sık kullanan ilin Antalya olduğu tespit edilmiş olup içerik olarak da fitness uygulamasını ele aldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra masaj çeşitleri, hamam, sauna, cilt bakımı gibi birçok uygulamanın da bu başlık altında incelendiği ifade edilmektedir. İlaveten Muğla’da fitness uygulamasının yer almayıp yoğun olarak masaj, hamam ve Spa&Wellness uygulamalarının yer aldığı söylenebilir. Ayrıca İzmir, Balıkesir ve Mersin illerindeki tatil köylerinde bu başlığın kullanılmadığı gözlenmiştir. Buna ek olarak Spa&Wellness başlığı altında yer alan uygulamalarda toplamda 171 adet fotoğraf olduğu görülmektedir. Çalışma kapsamında incelenen diğer sekme başlığı olan ‘aktivite’ye ilişkin veriler aşağıdaki gibi özetlenmiştir; Tablo 5: Aktivite Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler Tenis-masa tenisi Su sporları Jimnastik Aerobic Animasyon Spa&wellness Voleybol Havuz-plaj Dart Futbol Basketbol Fitness Boccia Disko-dans Şovlar Aquapark Yoga , pilates Sürat teknesi, bot, kataraman Spor Oyun salonu Mini club Sörf Golf Dalış Okçuluk Yelken Zumba Jet ski Havalı tüfek Shuffleboard Canlı müzik Macera parkı Lunapark Aktivite takvimi Sinema Hayvanat bahçesi Toplam Antalya 18 14 14 Muğla 13 14 9 İzmir 3 2 - Aydın 1 3 Balıkesir - Mersin - Toplam 35 30 26 16 11 11 11 9 6 6 12 8 9 10 8 2 9 4 7 5 5 5 7 8 3 5 3 1 6 1 1 1 2 1 2 2 1 1 2 - 1 1 3 1 1 2 1 1 1 - - 1 - 22 20 19 19 16 16 16 15 14 14 11 11 11 10 4 4 5 6 2 3 4 5 1 4 4 4 4 2 1 1 1 1 230 5 4 2 1 4 4 3 2 2 123 1 1 1 1 18 0 1 9 9 8 8 7 7 7 7 5 4 4 4 4 2 2 1 1 1 395 2 1 23 338 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Aktivite başlığı altında 395 uygulama incelenmiştir. Bu uygulamaların büyük çoğunluğunu Antalya ilinden elde edilirken bunu Muğla, İzmir ve Aydın illeri takip etmektedir. Bu başlık altında en çok ele alınan faaliyet tenis ve masa tenisi olurken su sporları, jimnastik-aerobic, animasyon gösterileri ile Spa&Wellness uygulamaları da sıkça kullanılmıştır. Ayrıca Balıkesir ilindeki tatil köylerinde bu başlığın hiç kullanılmadığı da ifade edilebilir. Buna ek olarak aktivite başlığı altında yer alan uygulamaların 251 adet fotoğrafla desteklendiği görülmektedir. Çalışmada ele alınan spor sekmesinde yer alan rekreasyon ve animasyon uygulamalarına ait veriler Tablo 6’daki gibidir; Tablo 6: Spor Başlığı Altında Yer Alan Rekreatif Faaliyetler Jimnastik Aerobic Antalya Muğla İzmir Aydın Balıkesir Mersin Toplam 4 3 - - - - 7 Su oyunları 2 4 - - - - 6 Tenis-masa tenisi 3 2 - - - - 5 Voleybol 2 1 - - - - 3 Sörf 1 2 - - - - 3 Boccia 2 1 - - - - 3 Bilardo 1 1 - - - - 2 Dart 1 1 - - - - 2 Futbol 2 - - - - - 2 Yelken 1 1 - - - - 2 Aquapark 1 - - - - - 1 Satranç 1 - - - - - 1 Dalış - 1 - - - - 1 Sürat motoru - 1 - - - - 1 Golf - 1 - - - - - Toplam 21 19 - - - - 40 Spor başlığı altında yer alan faaliyetler 15 uygulama altında sınıflandırılmış olup ağırlıklı olarak jimnastik-aerobic faaliyetlerinin kullanıldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra su oyunları, tenis-masa tenisi, voleybol, sörf ve boccia gibi birçok uygulamanın da ele alındığı görülmektedir. Ayrıca bu başlığın sadece Antalya ve Muğla illerinde kullanıldığı da elde edilen bulgular arasındadır. Buna ek olarak spor başlığı altında 29 adet fotoğraf kullanıldığı tespit edilmiştir. Son olarak çocuklara yönelik rekreatif faaliyetlerin içerikleri incelenmiş olup ilgili veriler aşağıdaki gibidir; 339 Tematik Tablo 7: Çocuklara Yönelik Olan Rekreatif Faaliyetler Antalya Muğla İzmir Aydın Balıkesir Mersin Toplam Oyun 8 1 - - - - 9 Park 6 2 - - - - 8 Kulüpler 7 1 - - - - 8 Havuz 7 1 - - - - 8 Disko 4 2 - - - - 6 Kaydırak 3 1 - - - - 4 Sinema 4 - - - - - 4 Yüz boyama 3 - - - - - 3 Eğlence 1 1 - - - - 2 Masal evi 1 1 - - - - 2 Voleybol 1 - - - - - 1 Futbol 1 - - - - - 1 Su sporları 1 - - - - - 1 Macera parkı 1 - - - - - 1 Animasyon - 1 - - - - 1 Jimnastik 1 - - - - - 1 Origami 1 - - - - - 1 Hayvanat bahçesi 1 - - - - - 1 Toplam 51 11 - - - - 62 Çocuklara ilişkin uygulamaların Antalya ilinde yoğunlaştığı ve ağırlıklı olarak oyun oynama üzerine faaliyetler belirlendiği söylenebilir. Bunu parklar, otellerde kurulan kulüpler, havuz, disko ve sinema gibi birçok faaliyet takip etmektedir. Ayrıca çocuklara ilişkin uygulamaların sadece Antalya ve Muğla ilinde yer aldığını, diğer illerdeki tatil köylerinin internet sitelerinde kullanılmadığı görülmektedir. Buna ek olarak çocuklara ilişkin rekreasyon ve animasyonlarla ilgili 193 fotoğrafın internet sitelerinde yer aldığı analiz edilmiştir. Yukarıda yer alan başlıkların dışında Aquapark, Tenis, Eğlence, Yakın Çevre Gezileri, Paragling, Hizmetlerimiz başlıkları altında gerek çocuk kulübüne yönelik gerekse de voleybol, golf, basketbol gibi aktivitelere yönelik veriler elde edilmiştir. Söz konusu başlıklarda kullanılan toplam fotoğraf sayısı da 98 olarak tespit edilmiştir. 340 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI SONUÇ VE ÖNERİLER Ülkemizde bulunan tatil köylerinin internet sitelerindeki rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinin verilerini analiz etmeyi amaçlayan bu çalışmada 81 adet tatil köyü tespit edilmiştir. 6 adet işletmenin internet sitesi olmadığından ve 1 işletmenin kapanmasından dolayı çalışmada 74 adet tatil köyü ele alınmıştır. Bu işletmelerin Antalya, Muğla, İzmir, Balıkesir ve Mersin illerinde bulunduğu görülmektedir. Söz konusu illerin deniz kenarında olmasından dolayı tatil köylerinin konumlandırılmasında denize yakınlığın göz önüne alınan bir faktör olduğunu söylemek mümkündür. Tatil köylerinin yarısından fazlasının Antalya ilinde bulunduğu tespit edilmiş olup bunun yaz sezonunun uzunluğu, sıcaklık, alternatif turizmdeki çeşitlilik gibi birçok unsurla açıklanabilmektedir. Bu kapsamda yer alan tatil köyleri 5 ve 4 yıldızlı olarak hizmet vermekle beraber 1. sınıf ve 2. sınıf tatil köylerinin de bulunduğu ifade edilmektedir. Tüm tatil köylerinin kapasitelerinin incelendiği çalışmada, işletmelerin oda ve yatak sayılarına ilişkin verileri internet sitelerinde yeterince bulundurmadıkları görülmektedir. Bu çerçevede İzmir ve Balıkesir’deki tüm işletmelerin oda sayılarını belirttiği ancak yatak sayısına ilişkin veri bulundurmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Belirtilen oda sayıları kapsamında bakıldığında, en fazla oda ve yatak sayısı Antalya ilinde bulunmaktadır. Turizm sezonunda yoğun olan Antalya ilinin gelen talepleri karşılayabilmek adına kapasitelerinin büyük olduğu söylenebilir. Söz konusu tatil köylerinin konseptine bakıldığında ise, büyük çoğunluğun bu konuda da bilgilendirme yapmadığı görülmektedir. İnternet sitesinde konsept hakkında bilgilendirme yapan işletmeler ise ağırlıklı olarak herşey dahil sistemini kullanmayı tercih etmişlerdir. Rekreasyon ve animasyon uygulamalarının tatil köylerinin internet sitelerindeki bulunma durumları analiz edildiğinde birtakım başlıkların kullanıldığı görülmüş olup bu başlıklar şu şekilde sıralanmaktadır; Plaj-havuz, Sps&Wellness, Aktivite, Spor, Çocuk, Aquapark, Eğlence vb. Söz konusu başlıklarda kullanılan faaliyetler açısından incelendiğinde en fazla Aktivite başlığının kullanılmış olduğu görülmüştür. Bunu Spa&Wellness, çocuklara yönelik, spor ve plaj-havuz başlıkları takip etmektedir. Aktivite başlığı içerisinde en yoğun olarak kullanılan faaliyetin masa tenisi-tenis olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra su sporları, jimnastik-aerobic ve animasyon gösterileri de sıkça tercih edilen faaliyetler olarak tespit edilmiştir. Spa&Wellness başlığında ise ağırlıklı olarak fitness, masaj ve hamam uygulamaları yer almaktadır. Ancak İzmir, Balıkesir ve Mersin illerindeki tatil köylerinin internet sitelerinde Spa&Wellness’e ilişkin herhangi bir veri bulunmamaktadır. Çocuklara yönelik olarak isimlendirilmiş Tematik 341 sekme altında ise, çeşitli oyunlar en sık tercih edilen unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu park, kulüpler, havuz ve disko gibi faaliyetler takip etmektedir. Spor başlığı altında yer alan uygulamalarda jimnastik-aerobic faaliyetlerine ilişkin veriler tercih edilmekle beraber su oyunları, tenis, masa tenisi, sörf, futbol gibi birçok faaliyet ele alınmıştır. Plaj-havuz başlığında ise işletmelerin sahip olduğu açık-kapalı havuzlar hakkında bilgilendirmeler görülmüştür. Çalışma kapsamında ele alınan tatil köylerinin internet sitelerini gerek aktiviteleri hakkında bilgilendirme açısından gerekse de oda-yatak kapasitesiyle sahip olduğu otel konseptine ilişkin bilgilendirmede yetersiz kaldıkları görülmektedir. Bu kapsamda tatil köyü yöneticilerine internet sitelerini revize etmeleri önerilmektedir. Çünkü işletmeleri tanıtıcı unsur olan internet siteleri aracılığıyla insanları işletmeye çekmek ve fiili müşteri haline getirmek mümkündür. Bunu gerçekleştirebilmek adına işletmeye ait verilerin eklenmesi, rekreatif faaliyetlere ilişkin daha fazla veri eklenmesi ve bunların fotoğraflarla desteklenmesi gerekmektedir. Ayrıca internet sitesi olmayan tatil köylerinin sosyal medyanın işletme tanıtımına olan olumlu katkılarını elde edemediklerinden dolayı internet sitelerini oluşturmaları ve içeriklerini doldurmaları önerilmektedir. Buna ek olarak İzmir, Aydın, Balıkesir ve Mersin illerinde yer alan Tatil köylerinin internet sitelerin yeterli rekreatif faaliyet bulunmadığı gözlenmiştir. Bu eksikliği giderilmesi için rekreatif açıdan ön plana çıkmış olan bölgelerin faaliyetlerini kendi işletmelerine ve bölgelerine göre uyarlaması önerilmektedir. Soyut olan turizm sektöründe hizmeti ve kaliteyi somutlaştırıcı unsur olarak fotoğrafların kullanılmasıyla işletmeler hakkında daha olumlu düşüncelerin oluşarak müşteri sayısının da artacağı düşünülmektedir. Bunun yanı sıra tatil köylerinde görülen rekreatif faaliyetlerin genel olarak benzer olduğu dikkati çekmektedir. Bu kapsamda diğer işletmelerden farklılaşabilmek ve rekabet avantajı sağlayabilmek adına rekreasyon ve animasyon faaliyetlerinde çeşitlilik sağlanması önerilmiştir. 342 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI KAYNAKÇA AKDAĞ Gürkan & AKGÜNDÜZ Yılmaz, (2010), Konaklama İşletmeleri Açısından Animasyon Faaliyetlerinin Önemi ve Kuşadası Otelleri Üzerine Bir İnceleme, 5. Lisansüstü Turizm Öğrencileri Araştırma Kongresi, 27-30 Mayıs 2010, Nevşehir, 229-239. ATAY, Lütfi (2000), “Seyahat Acenteciliği Faaliyetlerinin Hukuksal Açıdan İncelenmesi” Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt 2, Sayı:4, İzmir. COSTA George & TSITSKARI Efi.& TZETZIS George & GOUDAS Marios., (2004), The Factor For Evaluating Service Quality in Athletic Camps: A Case Study, Europen Sport Management Quarterly, 4, 22-35. ERDEM Barış, (2010), Lisans Düzeyinde Turizm Eğitimi Alan Öğrencilerin Otel İşletmelerinin Animasyon Bölümüne Yönelik Tutumları: Ampirik Bir Araştırma, Ege Akademik Bakış, 10 (3), 1085-1113. GÖKDENİZ Ayhan & DİNÇ Yakup, (2000), Konaklama İşletmelerinde Animasyon faaliyetlerinin Hizmet Satışlarına Etkisi, Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, 11, 99-106. HACIOĞLU Necdet & GÖKDENİZ Ayhan & DİNÇ Yakup, (2003), Boş Zaman ve Rekreasyon Yönetimi Örnek Animasyon Uygulamaları, Detay Yayıncılık, Ankara. KILBAŞ KÖKTAŞ Şükran, (2004), Rekreasyon Boş Zaman Değerlendirme, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara. KOZAK, Nazmi & KOZAK, Meryem A. & KOZAK, Metin (2007), Genel Turizm İlkeler Kavramlar, Detay Yayınları, Ankara. ORAL, Saime (2005), Otel İşletmeciliği ve Verimlilik Analizleri, Detay Yayıncılık, Ankara. YILMAZ Şükrü, (2007), Rekreasyon Faaliyetlerinin Yönetim ve Organizasyonu “Antalya Bölgesindeki Beş Yıldızlı Otel İşletmelerine Yönelik Bir Uygulama”, Akdeniz Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Antalya, Türkiye. Tematik Tematik 345 AŞAĞI SALAT VE TATARLI HÖYÜK FAUNASININ ZOOARKEOLOJİK ANALİZİ1 THE ZOOARCHAEOLOGICAL ANALYSIS OF ANIMAL BONES FROM ARCHAEOLOGIEAL SITES: AŞAĞI SALAT and TATARLI MOUD Okşan BAŞOĞLU2, Özge KAHYA3 ÖZET Diyarbakır İli, Bismil İlçesi, Yukarı Salat Beldesi’nin 3 km güneyinde yer alan Aşağı Salat Höyüğü, Dicle Nehri’nin ve Salat Çayı’nın kesiştiği noktanın 2 km doğusuna konumlanmıştır. Yapılan kazı çalışmaları sonucu Kalkolitik, Erken Tunç Çağı I, MÖ I. binyıl (Yeni Asur Dönemi) ve Ortaçağ’a ait 9 kültür katı tespit edilmiştir. Hayvan kemikleri Eski Tunç Çağı, Yeni Asur Dönemi ve Orta Çağ tabakalarına ait mezarlardan ele geçmiştir. Tatarlı Höyük, Adana’nın Ceyhan İlçesi sınırlarıiçindeyeralmaktadır.İlçenin yaklaşık 24 km. doğusunda ve Osmaniye sınırındaki Mustafabeyli Mahallesi’nin 5 km. kuzeyindeki Tatarlı Mahallesi’ndedir. Tatarlı Höyük, Neolitik Dönemden Geç Hellenistik Dönem sonuna kadar kesintisiz bir iskân sergileyen bölgedeki ender höyüklerden birisidir. Gerek konumu ve gerekse yakın çevresindeki su kaynaklarının/pınarların bolluğu yerleşimin her dönemde iskân görmesine sebep olmuştur. 2010 yılı kazı dönemine ait olan hayvan kemikleri höyüğün OrtaTunç Çağı, GeçTunç Çağı, Orta ve Geç Demir Çağı ve Helenistik tabakalarından ele geçmiştir. Aşağı Salat ve Tatarlı faunasını oluşturan hayvan kemikleri üzerinde aile ve cins/tür sınıflandırılması yapılmıştır. Kemikler üzerinde yapılan incelemeler tanımlanabilen cins\türlerin memeli sınıfına ait olduğunu göstermektedir. Aşağı Salat faunasının tamamına yakın bölümü evcil memelilerden oluşmakta, çoğunluk sığırlardan meydana gelmektedir. Hayvan kemiklerinin mezar alanlarından ele geçmesi, burada sunu-adak ritüelleri ve cenaze-ölü kültü ile ilgili ritüellerinin gerçekleştirildiğini düşündürmektedir. Tatarlı faunasının da büyük bir bölümü evcil memelilerden oluşmakta, çoğunluk koyun ve keçilerden meydana gelmektedir. Fauna içinde yabani hayvan örneklerine rastlanması avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Tunç Çağı, Helenistik Dönem, Roma Dönemi, Zooarkeoloji, Fauna. ABSRACT Aşağı Salat Mound that is at 3 km. south of Yukarı Salat which is a town in Diyarbakır/ Bismil is located at 2 km. east of the intersection of Dicle River and 1 Bu makale daha önce iki ayrı bölüm halinde dergide yayınlanmıştır. 2 Prof. Dr. Okşan Başoğlu, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Ankara. E-posta: oksanbasoglu@gmail.com. 3 Uzm. Özge Kahya, e-posta:ozge_kahya@windowslive.com. 346 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Salat Stream. As a result, 9 different layers dated to Chalcolithic Period, Early Bronze Age I, 1st Millennium BC (Neo Assyrian Empire) and Middle Age. Findings are discovered from the burials in Early Bronze Age I, 1st Millennium BC (Neo Assyrian Empire) and Middle Age layers. Tatarlı Höyük that is located in Adana/ Ceyhan. It is in Tatarlı (Yedioluk) Neighborhood which is at 24 km. east of Ceyhan District and 5 km. north of Mustafabeyli Neighborhood which is on the border of Osmaniye. Tatarlı Höyük is one of the rare in the region that exhibits a continuous settlement from the Neolithic up to the end of the Late Hellenistic Period.Both the location and the abundance of water resources in the close environment had to led the settlement in each period. The animal bones which belonged to the excavation period in 2010 were collected fromMiddle Bronze Age, Late Bronze Age, Middle and Late IronAge and Hellenistic Period layers. Genus/species classification are made on the animal bones constituting the fauna. The analysis shows that bones identifiable to genus\species belongs to the class of mammals. The Aşağı Salat Moud Fauna consists of domesticated mammals by a majority of cattle (Bos taurus). The discovery of animal bones from burial area suggests that an offering-sacrifice ritual and burial ceremony was performed. The Tatarlı Moud Fauna consists of domesticated mammals by a majority of sheep Ovis and goats Capra. The wild animals in the fauna of Tatarlı Höyük show that the continuation of hunting. Keywords: Bronze Age, Hellenistic Period, Roman Period, Zooarcheaology, Fauna. GİRİŞ Zooarkeoloji, arkeolojik kayıtlardan ele geçen hayvan kemiklerinin incelenmesi yoluyla arkeoloji bilimine katkıda bulunan bir disiplindir. Bulunan hayvan kalıntılarının izin verdiği ölçüde eski insan ve çevre uyumunu ortaya koymaya çalışır (Klein & Cruze-Uribe 1984; 1). Zooarkeolojinin amacı insan ve yaşadığı çevredeki hayvan grupları arasında kurulan ilişkiyi araştırmak ve dolayısıyla ekoloji-kültür ilişkisini anlamaya çalışmaktır. Zooarkeoloji çalışmaları sonucu, eski çağlarda uygulanan genel diyet, yararlanılan hayvan türleri, evcilleştirme, avcılık, çiftçilik ve hayvan ekonomisi gibi konular hakkında bilgiler elde edilebilmektedir (Reitz 2010). Tarihsel süreç boyunca çevresel koşulların ekonomik yapı ve şekillenme üzerindeki etkileri ortaya konulabilmektedir. Başka bir deyişle zooarkeoloji, insanı yaşadığı ortamı çeşitli buluntulara dayanarak resmetmeye çalışan arkeologların tablolarında eksik kalan bazı renk ve çizgileri yerine yerleştirmektir (Atıcı 1998; 233). AŞAĞI SALAT HÖYÜĞÜ Diyarbakır İli, Bismil İlçesi, Yukarı Salat Beldesi’nin 3 km güneyinde yer alan Aşağı Salat Höyüğü, Dicle Nehri’nin ve Salat Çayı’nın kesiştiği noktanın 2 km doğusuna konumlanmıştır. Höyük üzerinde bugün Yukarı Salat Beldesi’ne bağlı Aşağı Salat Mahallesi bulunmaktadır. Tematik 347 Yayvan bir höyük olan Aşağı Salat Höyüğü, Dicle Nehri kenarında, 3.5 m yükseklikteki holosen sekisi üzerine kurulmuştur. Höyük, Dicle Nehri ve kolları tarafından beslenen bir arazidedir. Aşağı Salat Mahallesi’nin altında kalmış olan höyük yaklaşık 150 x 100 m boyutlarındadır. Bugünkü nehir seviyesinin yaklaşık 3 m yukarısındaki teras üzerinde bulunan küçük boyuttaki höyüğün kültür dolgusu, modern yerleşmenin orta kesimlerinde yaklaşık 5 m yüksekliktedir. Dicle Nehri’nin taşkınları nedeniyle höyüğün güney kesimi tahrip olmuştur. Aşağı Salat yerleşmesi, çağdaş yerleşme ve Dicle Nehri tarafından tahrip edilmektedir ve güneydoğu kesiminin büyük bölümü su ile aşınmıştır (http://www.tayproject.org). Yapılan kazı çalışmaları sonucu Kalkolitik, Erken Tunç Çağı I, MÖ I. binyıl (Yeni Asur Dönemi) ve Ortaçağ’a ait 9 kültür katı tespit edilmiştir (Şenyurt 2002; 445). Bunlardan en eski kültür katı Kalkolitik Dönem’e tarihlenmiştir. Bu katın üzerinde ise mimari kalıntılarının yoğunlaştığı Erken Tunç Çağı I’e (MÖ 3000-2700) ait kültür katları bulunmuştur. Höyüğün batı kesiminde ise Erken Tunç Çağı I’e ait mezarlar ortaya çıkarılmıştır. En üstte ise MÖ I. binyıla ait kat ve İslami Dönem’e tarihlenen Ortaçağ katı bulunmaktadır. Erken Tunç Çağı I ile MÖ I. binyıl arasında höyükte bir yerleşim kesintisi söz konusudur. Arkeolojik sonuçlara göre, höyükteki kültür toprağının ve kültür katlarının kalın olmaması ve çoğu zaman belirgin bir mimari sunmaması, burada kısa süreli, kesintili yerleşmeleri düşündürmektedir (Şenyurt 2002; 445-447). Yapılan jeoarkeolojik araştırmalara göre, Kalkolitik Çağ’da iklim kurak olduğu ve dolayısıyla Dicle Nehri’nde taşkınlar söz konusu olmadığı için o dönemin insanları akarsuyun kenarında ve fazla yüksek olmayan bu alana yerleşmişlerdir. Erken Tunç Çağı I’in sonuna doğru iklim yavaş yavaş nemlenmeye başlamış ve ilk taşkınlar baş göstermiştir. Bulgular, Dicle kenarındaki alanların ETÇ I ile MÖ I. binyıl arasında akarsu taşkın tehlikesinden dolayı yerleşilemeyecek halde olduğunu ve önceden kurulan yerleşmelerin de bu dönemde terk edildiğini göstermektedir. Bu taşkınlara bağlı olarak höyükteki yerleşmelerin kısa dönemli olduğu ve belirli sürelerle kesintiye uğradığı tespit edilmiştir (Doğan 2002; 134-136). TATARLI HÖYÜK Tatarlı Höyük Adana’nın yaklaşık 50 km. doğusundaki Ceyhan İlçesi’nin sınırları içinde yer almaktadır. İlçenin yaklaşık 35 km. doğusunda ve Osmaniye sınırındaki Mustafabeyli Mahallesi’nin 5 km. kuzeyindeki Tatarlı (Yedioluk) Mahallesi’ndedir. Çukurova’nın doğu kesiminde yer alan höyük, konumu itibarıyla kuzey-güney, doğu-batı yönlerine giden önemli güzergâhların tam ortasında bulunmaktadır. Ceyhan Nehri Tatarlı’nın yaklaşık 10-12 km. kuzeyinden akmaktadır Yerleşme, Tatarlı Köyü’nün içinde, köyün güney-güneybatısında yer almakta olup ortalama 37 m. yüksekliğe sahiptir. Sitadeli en az 250 x 360 m. ölçülere sahip olan 348 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI höyüğün Aşağı Şehir ile birlikte boyutlarının çok daha büyük olduğu düşünülmektedir (Girginer vd. 2010). Verimliliği ve tarihî coğrafyadaki konumuyla sadece eski çağlarda değil, günümüzde de önemli bir konuma sahip bölgelerden biri olan Ceyhan Ovası ve Çukurova’da boyutlarıyla en dikkat çeken höyükler arasında TarsusGözlükule, Mersin-Yümüktepe, Yüreğir-Misis Höyük, Seyhan-Tepebağ Höyük, Ceyhan-Sirkeli Höyük ve Ceyhan-Tatarlı Höyük bulunmaktadır. Bu yerleşmelerin Hitit, Asur, Babil, Alalakh, Ugarit ve diğer çevre kültür bölgelerinin yazılı metinlerinde geçen Kizzuwatna kentlerinden en önemlileri olduğu düşünülmektedir (Ünal ve Girginer, 2007). Tatarlı Höyüğün coğrafî konumu ve yerleşim tarihi, özellikle Kizzuwatna arkeolojisi için önem arz etmektedir. Höyük, Yukarı Ova ve Çukurova’nın en doğusunda, Amanos Dağları’na yaklaşık 15-20 km. mesafede bulunmaktadır. Bu dağ silsilelerinin hemen doğusunda, yüksek uygarlıklar ülkesi Mezopotamya ve Kuzey Suriye başlamaktadır. Gerçekten devrin en önemli kentleri Alalakh, Tilmen Höyük-Haššu, Gedikli, Sakçagözü, Zincirli-Sam’al, Oylum Höyük, Halep-Halpa ve Kargamış bu alanlarda yer almaktadır. Bu kentler, gerek boyutları, gerekse içlerinde barındırdıkları resmi, özel, dini ve politik yapılar bakımından Kizzuwatna ve Orta Anadolu’daki kent merkezlerine göre daha gelişmişlerdir. Amanoslar’ın hemen batı eşiğinde bulunan Tatarlı Höyük’ün de bu yapılaşmalara sahip olması güçlü bir olasılıktır. M.Ö. II. binyılda durum böyleyken, Tatarlı Höyük ve çevresinin yer aldığı bölgenin M.Ö. I. binyılda önemi daha da artmıştır. Tatarlı Höyük, Bahçe-Aslan Beli üzerinden giden Azatiwataya/ Karatepe-Zencirli/Sam’al arasındaki güzergâh üzerinde yer almaktadır. Bu güzergah Geç/Yeni Assur kralı III. Salmanassar’dan beri sürekli Kilikya’ya yayılmak isteyen Geç/Yeni Assur krallarının kullandığı bir güzergâhtır. Bu krallar Amanos ve Gâvur Dağları’nı aşıp ister doğudan Bahçe – Düziçi Osmaniye üzerinden, isterlerse Beylan - İskenderun - Dörtyol -Toprakkale (Tili- Til Hamtun) üzerinden Adana ovalarına girdiklerinde buradan da geçmiş olmalıdırlar. Azitawata’nın Karatepe’deki yazıtlarına göre, bu kral Assur bölgede müstahkem kaleler kurmuştur. Tatarlı Höyüğün de bu kalelerden birisini barındırma olasılığı yüksektir (Girginer vd. 2010). Tatarlı Höyük’ün, Hititler dönemi boyunca bağımsız olarak varlığını sürdüren, Hitit İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İmparatorluğa katılan Kizzuwatna Krallığı’nın en önemli yerleşimlerinden biri olduğu belirtilmektedir. MÖ 2. binyılda olduğu kadar Demir Çağı ve Helenistik Dönem’de de kutsal niteliğini sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Ele geçen buluntulara dayanılarak, Tatarlı Höyük’ün Hititler’in Kizzuwatna’daki önemli kutsal merkezi olan Luhuzattia (Assur Ticaret Kolonileri Dönemi’nde)-Lawazantiya (Hitit Dönemi’nde)- Lusanda (Demir Çağı’nda) olabileceği ileri sürülmektedir (Girginer & Collon 2014). Tematik 349 MATERYAL VE METOT Çalışmanın materyalini Diyarbakır\Aşağı Salat Höyüğü kazı çalışmaları kapsamında Eski Tunç Çağı, Yeni Asur Dönemi ve Orta Çağ tabakalarına ait mezarlardan ele geçen hayvan kemikleri ile Adana\Tatarlı Höyük 2010 yılı kazı çalışmaları kapsamında höyüğün Helenistik, Demir Çağı, Geç Tunç Çağı ve Orta Tunç Çağı tabakalarından ele geçen hayvan kemikleri oluşturmaktadır. Küçük parçalar halinde ve korunma derecesi kötü durumda olan kemikler gerekli zooarkeolojik analizler gerçekleştirilmek üzere laboratuvar ortamında temizlenmiş, onarılmıştır. İlk aşamada onarılan kemikler tanımlanabilir ve tanımlanamaz olarak sınıflandırıldıktan sonra birbirine benzeyen kemikler takson farkı gözetmeden bir araya getirilmiştir. Daha sonra, tanımlanabilen her bir buluntunun hangi kemiğe (femur, humerus vb), kemiğin hangi bölümüne (proksimal, distal, gövde vb), hangi tarafa (sağ, sol) ait olduğu tespit edilmiştir. İkinci aşamada bir araya getirilen aynı kemikler üzerinde morfolojik özelliklerine göre aile, mümkünse cins/tür bazında saptamalar yapılmaya çalışılmıştır (Payne 1969; 295, Payne 1985; 142, Schmid 1972, Hesse ve Wapnish 1985; 6, Hilson 1992, Hillson 2005; 7, Davis 1995; 23-47, O’Connor 2004; 36, Klein ve Cruze-Uribe 1984; 21-24, 46-47). Yaşlandırma için epifizyal yaşlandırma (Schmind 1972) ve diş sürmesi (Hilson 2005; 207-255, Davis 1995; 39) yöntemleri kullanılmıştır. Ayrıca kasaplık, yanık ve işleme izleri incelenmiştir (Hesse ve Wapnish 1985; 20-56, Davis 1995; 91, O’Connor 2004; 45, Klein ve Cruze-Uribe 1984). Bunların dışında, hangi cins ve türe ait olduğu belirlenemeyen ancak boyut açısından ele alınabilecek durumda olan memeli kemikleri büyük, orta ve küçük boy olarak değerlendirilmiştir. Burada büyük boy memeliler at, eşek ya da sığır boyutlarındaki canlıları; orta boy memeliler koyun ve keçi boyutlarındaki canlıları, küçük boy memeliler kedi ve köpek boyutlarındaki canlıları ifade etmektedir. Bunun yanı sıra tanımlanabilen aile, tür ve cinslerin fauna içinde dağılımı ortaya konmuştur. Tüm bu bilgiler ışığında Aşağı Salat Höyüğü’nün zooarkeolojik yapısı belirlenmeye çalışılmıştır. Arkeolojik yerleşimlerde tespit edilen türler ve onların morfolojik özellikleri belli ekolojik nişlere işaret ettikleri için arkeolojik yerleşimlerde geçimin sağlandığı çevrenin kapsamı ve sınırları hakkında önemli ipuçları vermektedir (Uerpmann 1996, Çakırlar 2008; 255). Bunun yanı sıra ekolojik ortamın genel özelliklerini ortaya koyabilmektedir. BULGULAR Aşağı Salat Höyüğü Dicle Nehri yanına konumlanan Aşağı Salat Höyüğü’ndeki kemikler sık sık nehir taşkınlarına maruz kaldığı için iyi korunamamış ve çok parçalı halde ele geçmiştir. Höyükten ele geçen ve çalışma materyalimizi oluşturan 350 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 1267 kemik zooarkeolojik açıdan ele alınmıştır. Faunayı oluşturan 1267 kemikten 460 kemik (% 36.30) üzerinde cins/tür sınıflandırılması yapılmıştır. 131 kemik (% 10.33) büyük boy, 158 kemik (% 12.47) orta boy, 22 kemik (% 1.73) küçük boy olarak belirlenmiştir. Geri kalan 496 kemik (% 39.14) tanımlanamamıştır. Tanımlanamayan parçalar göz önünde tutularak sağlıklı sonuç alınamayacağı düşünüldüğünden minimum birey sayısı belirlenmemiştir. Tanımlanabilen 460 kemikten yola çıkılarak oluşturan Aşağı Salat Höyüğü faunası Tablo 1 de gösterilmiştir. Tanımlanamayan kemikler içerisinde yoğunluğu uzun kemik parçaları ve kaburga parçaları oluşturmaktadır. Kemikler üzerinde herhangi bir kasaplık ve yanık izine rastlanmamıştır. Kemiklerin korunma durumunun kötü olması tafonomik analiz yapmayı engellemiştir. Aşağı Salat Höyüğü hayvan kemikleri üzerinde yapılan faunal analizler sonucu tanımlanabilen aile ve cins\türlerin genellikle memeli sınıfına ait bireylerden oluştuğu saptanmıştır. Çalışmada az sayıda etçil kemikleri tanımlanabilmiştir. İncelenen örneklerin çoğunluğu otçullara aittir. Bununla birlikte nadir olarak Aves (kuş) ve Pisces (balık) kemikleri de ele geçmiştir. Az sayıda ele geçen küçük memeli kemiklerine de rastlanmıştır. Yeni Asur Dönemi’ne ait tabakalardan kunduz dişleri de bunlardan biridir. Ancak küçük memeli hayvanlara ait kemikler değerlendirmeye alınmamıştır. Elde edilen verilere göre fauna Ovis/Capra, Bos taurus, Equus sp., Sus scorfa, ve Canis famillaris’e ait kemiklerden oluşmaktadır. Aşağı Salat Höyüğü faunasının dağılımı Grafik 1’de yer almaktadır. Faunanın % 38’ini sığırlar oluşturmaktadır. Sığırların hemen ardından koyun ve keçiler (% 29) gelmektedir. At/eşek ve domuzlar ise % 14’lük bir oranla faunada temsil edilmektedirler. Geyikler oranı % 2 olarak belirlenmiştir. Etçiller faunanın sadece %3’lük dilimini oluşturmaktadır. Tablo 1: Aşağı Salat Höyüğü Faunası FAUNA LATİNCE ADI YEREL ADLANDIRMA Bos taurus Equus sp. Ovis sp. Capra sp. Evcil sığır At, eşek, katır Koyun Keçi b. Yabani Toynaklılar Cervus sp. Sus scrofa Geyik 2. ETÇİLLER Canis famillaris Köpek 3. KEMİRGENLER Castor Kunduz 4. KUŞLAR Aves Kuş, tavuk 1. OTÇULLAR a. Evcil Toynaklılar Tematik %14,57 351 %13,70 %2,61 %1,96 %29,57 EQUUS SP. OVİS\ CAPRA BOS TAURUS CERVUS SP. SUS SCROFA CANİS FAMİLLARİS %37,61 Grafik 1: Aşağı Salat Höyüğü Faunasının Dağılımı. Eski Tunç Çağı, Yeni Asur Çağı ve Orta Çağ’a ait nekropol alanlarından ele geçen fauna ve materyal sayısı Tablo 2’de verilmiştir. Kemiklerin iskeletin hangi bölümünü oluşturdukları belirlenmiştir (Grafik 2). En çok ele geçen kemikler izole dişler ve mandibula kemikleridir. Aşağı Salat Höyüğü’nde sığırlar; humerus, ulna, radius, femur, tibia, metapodium, phalanx, costa ve vertebra yoğunluğu açısından diğerlerinden farklılık göstermektedir. Fauna içinde en çok izole diş buluntusu da sığırlara aittir. Koyun ve keçilere ait kemiklerin dağılımı incelendiğinde en çok mandibula, vertebra ve astragalus örneklerinin bu grup içinde olduğu görülmektedir. At ve eşeklerde ise izole dişler, mandibula, vertebra ve costaların baskın olduğu görülmektedir. Domuzlar, ağırlıklı olarak mandibula, maxilla ve izole dişlerle temsil edilmektedir. Genel olarak bakıldığında domuz, koyun ve keçilerin kafatası ve alt çenelerinin, sığırların ön ve arka üyelerinin ve sırt bölgesinin tercih edildiği söylenebilir. Yapısal özellikleri bakımından doğada en iyi şekilde korunan dişler en çok ele geçen materyalleri oluşturmaktadır ve ikinci sırayı mandibula örnekleri almaktadır (Grafik 2). 20 10 0 12 8 9 4 8 2 8 5 15 2 18 7 7 1 2 4 4 29 11 15 2 14 4 26 4 7 12 6 2 60 10 2 1 1 1 2 1 31 18 1 2 2 1 1 5 - 36 17 6 2 - 2 7 30 1 2 40 BOS TAURUS CERVUS SP. SUS SCROFA CANİS FAMİLLARİS 50 EQUUS SP. OVİS CAPRA 60 K M MATERYAL ax orn il l M an a + di di Cranium bu ş la + Korn d i Ve ş rte Maxilla+diş br ae Co Mandibula+diş st ae Sc Vertebra ap ul Hu a Costa Ra me r di Scapula us us + Ul Humerus na Ph Radius-Ulna al an x Phalanx Co xa Coxa e Fe m Femur ur Tibia Ti M b et a p ia Metapodium od i As um Astragalus tra ga Calcaneus Ca lus lca İzole neDiş u İzo s le di ş Cr an iu m 352 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tablo 2: Aşağı Salat Höyüğü Memeli Faunası ve Materyal Sayısı. Equus sp. Cervus sp. Ovis/Capra Sus scrofa Bos taurus Canis famillaris Grafik 2: Aşağı Salat Höyüğü Kemik Materyal Dağılımı. Tematik 353 Koyun, keçi ve sığırların büyük bir kısmı erişkin bireylere aittir. Çok küçük kısmı kuzu, oğlak, buzağı diyebileceğimiz genç bireylere aittir. Evcil hayvan topluluklarında bu tip yaş dağılımı kentleşme sürecini işaret etmektedir (Wapnish ve Hesse 1988; 81). Çünkü yetişkin bireylerin çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün üretimi gibi hem tüketime hem de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere ağırlık verildiğini göstermektedir. Tanımlanabilmiş kemiklere dayanarak aile ve cins/tür dağılımına bakıldığında, fauna içerisinde evcil hayvan türü fazladır. Yapılan analizde az sayıda da olsa yabani hayvan olarak geyik kemiklerine rastlanması avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermektedir. Geyik ve benzeri hayvan populasyonları, bu dönemlerde Anadolu’ da geniş alanlara yayılmışlardır (Uerpmann 1987; 173). Avcılığın çok önemli bir geçim kaynağı oluşturmamakla beraber çevrede yapıldığı geyik kemiklerinden anlaşılmaktadır. Bu durum avcılığa nazaran hayvancılığın beslenme ekonomisinde çok daha önemli bir yer teşkil ettiği ortaya koymaktadır. Birey sayısı belirlenememekle birlikte materyallerin hayvan cinsleri üzerindeki dağılımlarına bakıldığında sığır gibi büyükbaş hayvanlarda yoğunluk olduğu gözlenmiştir (Grafik 1). Bu durum büyükbaş hayvancılığın Aşağı Salat Höyüğü insanları için önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Bu da doğrudan etten alınan protein açısından sığırın önemli hayvan olduğunu ortaya koymaktadır. Sığır ve at gibi su ihtiyacı koyun ve keçilere göre daha fazla olan hayvanların yoğunluğu Aşağı Salat yerleşmesinin bu tür hayvancılığa elverişli oldukça sulak bir ortama sahip olduğunu göstermektedir. Yerleşim bölgelerinin sahip olduğu yüksek yağış oranları büyükbaş hayvancılığın artışını sağlamaktadır. Anadolu’da çevre kuraklaştıkça büyükbaş hayvancılık azalmaktadır (Omar ve Erkman 2012; 95). Höyüğün Dicle Nehri’nin kıyısında yer alması bu ekolojik ortama uygun hayvancılığın gelişmesine neden olmuştur. Arkeolojik yerleşimlerde evcil domuzların olması ortamın sulak olmasına bağlansa da, yapılan araştırmalar Yakın Doğu’da yaban domuzların hem sulak hem de kıraç ortamlara uyum sağlayabildiğini göstermiştir (Falconer 1995; 399, Hesse 1986; 17, Wapnish ve Hesse 1988; 81, Upperman 1996, Çakırlar 2008; 259). Buradan yola çıkarak, Aşağı Salat Höyüğü’nde domuz kemiklerinin bulunması coğrafi ortamın yanı sıra sosyoekonomik koşullara da bağlanabilir. Her ne kadar koyun/keçi ve sığırlar kadar ekonomik olmasa da bu hayvanlar yerleşmede yetiştirilmiş olabilirler. Dönemlere göre fauna dağılımına bakıldığında yabani hayvanların daha çok Eski Tunç Çağı tabakalarında yer aldığı görülmektedir. Domuzlar sıklıkla Eski Tunç ve Yeni Asur tabakalarında rastlanmıştır. Eski Tunç ve Yeni Asur dönemlerinde ekonomik yapı büyük ölçüde domuz ve koyun/ keçilere dayanmaktadır. Hemen hemen tüm Anadolu’da ekonomik ürünler koyun ve keçiye endekslidir. İklimsel dalgalanmalardan büyükbaş 354 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI hayvanlar kadar etkilenmemektedirler. Bu dönemlerde mevsimlik bir yerleşme olarak kullanılan Aşağı Salat yerleşmesinde küçükbaş hayvanların büyükbaş hayvanlara göre yoğunlaşması koyun ve keçilerin daha kolay denetlenebilir, değiş tokuş yapılabilir en önemlisi ekonomik hayvanlar olmasına bağlanabilir. Zooarkeolojik araştırmalar, Erken ve Orta Tunç Çağı dönemlerinde kentlerdeki sosyoekonomik yapının gelişmesinin hayvan ekonomisini etkilese de asıl etkenin coğrafik bölge ve iklime bağlı olduğunu göstermektedir (Silibolatlaz ve Satar 2012; 95). Sığır ve atlar Orta Çağ’da en yoğun biçimde bulunmuştur. Bu yoğunluk höyüğün sahip olduğu coğrafik özelliklerin yanı sıra, Tunç Çağı’ndan itibaren değişen ve gelişen sosyo-ekonomik süreçlere de bağlanabilir. Ticari ilişkilerin gelişmesiyle beraber büyükbaş hayvanlar yük taşıma, alet yapımı gibi farklı amaçlar için de kullanılmaya başlanmıştır. Avcılık devam etmekle birlikte evcilleştirme ve hayvancılık tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir. Helen-Roma-Bizans dönemlerinde özellikle büyükbaş hayvancılık gelişmiştir (Silibolatlaz ve Satar 2012; 87). Aşağı Salat faunası bu durumu yansıtmaktadır. Tablo 3: Dönemlere Göre Aşağı Salat Höyüğü Faunası. Erken Tunç Çağı Yeni Asur Dönemi Orta Çağ Cervus sp. Bos taurus Bos taurus Ovis/Capra Ovis/Capra Ovis/Capra Sus scrofa Sus scrofa Sus scrofa Equus sp. Equus sp. Equus sp. Castor Canis familiaris Az sayıda ele geçen etçil kemiklerine rağmen, fauna içerisinde Ortaçağ tabakalarından bulunan önemli buluntulardan biri de iyi korunmuş durumda olan tam bir köpek iskeletidir (Resim 1). Eski çağlardan beri köpeğin önemli bir kurban hayvanı olduğu ve ölümle ilişkilendirildiği bilinmektedir. Mezarlardan ele geçen köpek iskeletleri bu durumu yansıtmaktadır. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren cesetlerin bir köpek eşliğinde gömülmesi köpeklerin koruyucu vasfına vurgu yapmaktadır. Hitit döneminde Anadolu’da benzer uygulamalar tespit edilmiştir. Hattuşaş’ta ele geçen mezarlarda bulunan köpek kemikleri, insanın öbür dünyaya sadık bir yoldaşla gitme dileğinin ifadesi olarak kabul edilmiştir (Florioti 2014; 59). Mezarlardaki at veya köpek gömüleri ölü insanın öbür dünyaya yolculuğunda eşlik etme anlamı taşıdığı düşünülmektedir (Vermeule 1984; 61). Tematik Resim 1: Ortaçağ tabakasından bir köpeğe ait iskelet. 355 Resim 2: Bir sığıra ait astragalus Hayvan kemikleri arasında bir sığıra ait astragalus üzerinde bilinçli olarak oluşturulmuş bir delik gözlenmiştir (Resim 2). Bu tür kemiklerin oyun ya da süs aracı olarak kullanılmış olabilecekleri düşünülmektedir (Hopkins 2003). Antik Yakın Doğu, Anadolu, Kıbrıs ve Ege’de Bronz Çağından başlayarak mezarlarda görülmeye başlanmıştır. Antik dönemde Akdeniz bölgesinde yaygın bir şekilde olarak kullanılan bu kemikler farklı işlevsel amaçlar için kullanılmışlardır (Miniti ve Peyronel 2005; 18). Bu kemiklerin kehanetlerde bulunmak işlevi yanında düzenli olarak ölüyle birlikte mezar odasına konuldukları görülmüştür. Bunların kutsal alanda depolanmaları ise adak kurbanlarının işlevsel amacına dayandırılmıştır. Efes Artemisionu’nda bulunan astralagusların adak törenlerinin artıkları olarak tespit edilmiştir (Shadler 1996; 73). Ancak yaygın olan diğer bir görüş de bir oyun malzemesi olarak insanların kullandığı aşık kemiklerinin ölülere de sunulmasıdır. Bu durum günümüzde hala Anadolu’nun kırsal kesimlerinde oynanan “Aşık Atma Oyunu” nun eski çağlardan beri bilinen bir oyun olduğu göstermektedir. Bu örnek dışında incelediğimiz diğer hayvan kemiklerinde herhangi bir tafonomik bulguya rastlanmamıştır. Hayvan kemiklerinin yoğunlukla kült yerinden ve mezarlardan ele geçmesi burada bir cenaze-ölü kültü ritüelleri gerçekleştirildiğini düşündürmektedir. Literatürde de benzer sonuçlara ulaşan araştırmalar yer almaktadır (Satar ve diğ. 2006; 51). Eski Tunç Çağı ölü kültü geleneklerine göre cenaze töreni bittikten sonra bazı seremoniler yapılmaktadır. Bunlar, ölünün mezarı başında hediyelerin sunulması, kurbanların kesilmesi, çeşitli sıvı libasyonlarının yapılması ve yemek yenmesidir (Uhri 2006; 21-23). Orta Çağ Roma geleneğinde cenazeden sonraki dokuzuncu günde mezar başında yemek geleneğinin bulunduğu belirtilmekte, ölü için yiyecek sunuları mezara bırakılmaktadır (Erten 2015; 20). Bu bilgiler ışığında, mezarlardan ele geçen kemik buluntularının adak hayvanlarının ölüye sunulan parçaları ve ölü yemeği olarak yenilen hayvanlara ait kalıntılar olabileceği düşünülmektedir. Bir başka olasılık ise mezarlardaki hayvan kemiği buluntularının yukarıda bahsi geçtiği gibi ölüye eşlik etmesi amacıyla birlikte gömülen hayvanlara ait olmasıdır. 356 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tatarlı Höyük Höyükten ele geçen ve çalışma materyalimizi oluşturan 2352 kemik zooarkeolojik açıdan ele alınmıştır. Faunayı oluşturan 2352 kemikten 987 kemik (% 41.96) üzerinde cins/tür sınıflandırılması yapılmıştır. 171 kemik (% 7.27) büyük boy, 188 kemik (% 7.99) orta boy, 52 kemik (% 2.21) küçük boy olarak belirlenmiştir. Geri kalan 954 kemik (% 40.56) tanımlanamamıştır. Tatarlı Höyük kazısından ele geçen buluntular iyi korunamamış ve çok parçalı halde ele geçmiştir. Tanımlanamayan parçalar göz önünde tutularak sağlıklı sonuç alınamayacağından minimum birey sayısı belirlenememiştir. Tanımlanabilen 987 kemikten yola çıkılarak oluşturan Tatarlı Höyük faunası Tablo 4’ de gösterilmiştir. Tanımlanamayan kemikler içerisinde yoğunluğu uzun kemik parçaları ve kaburga parçaları oluşturmaktadır. Kemikler üzerinde herhangi bir kasaplık ve yanık izine rastlanmamıştır. Kemiklerin korunma durumunun kötü olması tafonomik analiz yapmayı engellemiştir. Hayvan kemikleri üzerinde yapılan faunal analizde genellikle Mammalia sınıfına ait bireyler olduğu saptanmıştır. Bos taurus, Cervus sp., Equus sp., Lepus, Lupus, Ovis sp., Capra sp.ve Sus scrofa örneklerinden oluşan bir memeli faunası ortaya çıkarılmıştır. Çoğunluğu memeli sınıfına ait türler oluşturmakla birlikte Aves ve Decapoda kemikleri de ele geçmiştir. Tatarlı Höyük fauna ve materyal sayısı Tablo 5’de verilmiştir. Fauna dağılımı ise Grafik 3’de yer almaktadır. Faunanın % 45.39’unu koyun/keçiler oluşturmaktadır. Koyun ve keçilerin hemen ardından sığırlar (%16.21), geyikler (%16.21) ve domuzlar (%15.40) gelmektedir. At/eşekler % 4.05’lik bir oranla faunada temsil edilmektedirler. Çalışmada az sayıda etçil kemikleri tanımlanabilmiştir. İncelenen örneklerin çoğunluğu otçullara aittir. Etçiller faunanın sadece % 1.62’lik dilimini oluşturmaktadır. Tablo 4: Tatarlı Höyük Faunası. FAUNA 1. OTÇULLAR LATİNCE ADI YEREL ADLANDIRMA Bos taurus Equus sp. Ovis sp. Capra sp. Evcil sığır At, eşek, katır Koyun Keçi b.Yabani Toynaklılar Cervus sp. Sus scrofa Geyik Domuz 2. ETÇİLLER 3.KEMİRGENLER 4. KUŞLAR 5. KABUKLULAR Lupus Lepus Aves Decapoda Kurt Tavşan Kuş, tavuk Yengeç a. Evcil Toynaklılar TÜR / CİNS MATERYAL Cranium Korn Maxilla Mandibula Molar Premolar İncisive Vertebra Scapula Humerus Radius/ Ulna Coxae Femur Tibia Fibula Metapod. Astragalus Calcaneus Phalanx Clamp TOPLAM= 14 23 - 5 1 - 4 11 4 - 4 21 46 4 3 - - BOS TAURUS 160 - 48 7 4 24 - 10 3 - 8 5 2 - - 2 39 5 3 - - CERVUS SP. 5 5 - - - - - - - - - - - - - - - - - - - DECAPODA 40 - 4 - - - - - - 1 1 1 - - 1 1 29 1 1 - - EQUUS SP. 6 - - - - 1 - 2 3 - - - - - - - - - - - - AVES 4 - - - - - - - - - 2 1 1 - - - - - - - - LEPUS 12 - - - - - - - - - - 2 1 - - - 5 3 1 - - LUPUS 448 - 30 10 32 45 25 5 3 12 17 - - - 5 148 103 12 1 - OVİS/ CAPRA 152 - 19 4 9 6 - - 2 3 7 - 2 6 10 12 - - SUS SCROFA - 62 10 357 6 Tematik 14 Tablo 5: Tatarlı Höyük Faunası ve Materyal Sayısı 160 - 358 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Grafik 3: Tatarlı Höyük Faunası Dağılımı. Kemiklerin iskeletin hangi bölümünü oluşturdukları belirlenmiştir (Grafik 4). En çok ele geçen kemikler izole dişler, mandibula ve metapodium kemikleridir. Fauna içinde en çok izole diş buluntusu keçi ve koyunlara aittir. Tatarlı Höyük’de koyun ve keçiler diş, mandibula, maxilla, radius, ulna, tibia, phalanx, astragalus ve calcaneus yoğunluğu açısından diğerlerinden farklılık göstermektedir. Sığırlarda humerus, metapodium, phalanx, astragalus ve calcaneus fazlalığı dikkat çekmektedir. At ve eşeklerde ise izole dişlerin baskın olduğu görülmektedir. Domuzlar, ağırlıklı olarak mandibula, maxilla, phalanx ve izole dişlerle temsil edilmektedir. Geyik buluntuları izole diş, metapodium ve phalanx örnekleri içermektedir. Genel olarak bakıldığında sığır, geyik, domuz, koyun ve keçilerin kafatası ve çenelerinin yanı sıra ön ve arka üyelerinin de tercih edildiği söylenebilir. Yapısal özellikleri bakımından doğada en iyi şekilde korunan dişler en çok ele geçen materyalleri oluşturmaktadır ve ikinci sırayı mandibula örnekleri almaktadır (Grafik 4). Koyun, keçi ve sığırların büyük bir kısmı erişkin bireylere aittir. Tatarlı Höyük insanları erişkin bireyleri tercih etmişlerdir. Faunanın tamamı erişkin bireylerden oluşmaktadır. Evcil hayvan topluluklarında bu tip yaş dağılımı kentleşme sürecini işaret etmektedir (Wapnish & Hesse 1988; 81). Çünkü yetişkin bireylerin çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün üretimi gibi hem tüketime hem de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere ağırlık verildiğini göstermektedir. Tanımlanabilmiş kemiklere dayanarak aile ve cins/tür dağılımına bakıldığında, fauna içerisinde evcil hayvan türü fazladır. Bunun yanı sıra fauna içerisinde yabani hayvan oranının (% 13.06) yüksekliği de dikkat Tematik 359 çekmektedir. Yabani hayvan olarak sıklıkla geyik kemiklerine rastlanması avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermektedir. Avcılığın ana geçim kaynağı oluşturmamakla beraber çevrede yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu durum hayvancılıkla birlikte avcılığın da beslenme ekonomisinde bir yer teşkil ettiği ortaya koymaktadır. Tavşan gibi küçük av hayvanlardan ziyade bu orta ve büyük boy av hayvanların tercih edilmiş olması, av hayvanı tercihin evcil hayvan eti üretimiyle benzer olduğu yani daha çok besin elde etmenin amaçlandığı söylenebilir. Grafik 4: Tatarlı Höyük Faunası Materyal Dağılımı. Avcılık önemli bir geçim kaynağıdır ve buna bağlı olarak buradaki sulak ortam ve geyiklerin çokluğu avcılık yapılmasının nedenidir. Amik Ovası, Ceyhan Ovası ve dolayısıyla Tatarlı Höyük, Asya, Avrupa ve Afrika zoocoğrafî bölgelerinin kesiştiği, doğa tarihi açısından zengin bir coğrafyayı yansıtmaktadır (Uerpmann 1987). Geyik ve ceylan benzeri hayvan populasyonları, bu dönemlerde Anadolu’ da geniş alanlara yayılmışlardır (Uerpmann 1987; 173). Geyik ve ceylanlar Amanos dağlarının yamaçlarında ya da Ceyhan Ovası’nın düzlüklerinde avlanmış olmalıdır. Ceylan populasyonlarının yayılım alanı Epipaleolitik Dönem’de batıda Antalya’ya kadar uzanmış olmasına rağmen, günümüzde Ceylanpınar Devlet Çiftliği’nde korunmaya alınmış bir populasyonla sınırlıdır. Geyikgillerden ise Amanos Dağları’nda günümüzde yaşayan tek tür karacadır (Çakırlar 2009; 259). Birey sayısı belirlenememekle birlikte materyallerin hayvan cinsleri üzerindeki dağılımlarına bakıldığında koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanlarda yoğunluk olduğu gözlenmiştir (Grafik 3). Küçükbaş hayvancılık Tatarlı Höyük insanları için önemli bir yer tutmaktadır. Bu da doğrudan etten alınan protein açısından koyun/keçinin, yerleşimdeki insanlar açısından öncelikli hayvanlar olduğunu göstermektedir. Koyun ve keçilerinin fazlalığı bölgede bu hayvanların kolayca yaşayabileceği ortamın varlığına ve dolayısıyla bölgenin coğrafyasına bağlanabilir. Bu tür hayvanlar hem marjinal ve kurak araziye hem de sulak araziye diğer hayvanlara 360 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI oranla daha iyi uyum sağlamaktadırlar. Sığır ve domuz gibi su ihtiyacı koyun ve keçilere göre daha fazla olan hayvanların varlığı Tatarlı Höyük yerleşmesinin bu tür hayvancılığa elverişli oldukça sulak bir ortama sahip olduğunu işaret etmektedir. Yerleşim bölgelerinin sahip olduğu yüksek yağış oranları büyükbaş hayvancılığın artışını sağlamaktadır. Anadolu’da çevre kuraklaştıkça büyükbaş hayvancılık azalmaktadır (Omar ve Erkman 2012; 95). Höyüğün Ceyhan Nehri Vadisi’nde yer alması ve göl kenarında bulunması bu ekolojik ortama uygun hayvancılığın gelişmesine neden olmuştur. Arkeolojik yerleşimlerde evcil domuzların olması ortamın sulak olmasına bağlansa da, yapılan araştırmalar Yakın Doğu’da yaban domuzların hem sulak hem de kıraç ortamlara uyum sağlayabildiğini göstermiştir (Falconer 1995, 399; Hesse 1986, 17; Wapnish & Hesse 1988, 81; Uerperman 1996; Çakırlar 2008, 259). Buradan yola çıkarak, Tatarlı Höyük’de domuz kemiklerinin bulunması coğrafi ortamın yanı sıra sosyoekonomik koşullara da bağlanabilir. Oldukça sulak ve verimli bir ortamda koyun/keçiler kadar olmasa da sığırlar kadar Tatarlı Höyük insanları tarafından beslenme ekonomisi açısından tercih edilmişlerdir. Dönemlere göre fauna dağılımına bakıldığında yabani hayvanların daha çok Orta Tunç Çağı ve Helenistik Dönem tabakalarında yer aldığı görülmektedir (Tablo 6). Tatarlı Höyük insanları yaşadıkları coğrafyanın sunduğu yabani hayvan bolluğu değerlendirerek onları beslenme stratejilerine dahil etmişlerdir. Domuzlar da sıklıkla Orta Tunç Çağı ve Helenistik tabakalarında rastlanmıştır. Höyüğün tüm yerleşim katlarında ekonomik yapı büyük ölçüde koyun/ keçiler (ağırlıklı olmak üzere), sığır ve domuzlara dayanmaktadır. Hemen hemen tüm Anadolu’da ekonomik ürünler koyun ve keçiye endekslidir. İklimsel dalgalanmalardan büyükbaş hayvanlar kadar etkilenmemektedirler. Tatarlı Höyük yerleşmesinde küçükbaş hayvanların büyükbaş hayvanlara göre yoğunlaşması koyun ve keçilerin daha kolay denetlenebilir, değiş tokuş yapılabilir en önemlisi ekonomik hayvanlar olmasına bağlanabilir. Zooarkeolojik araştırmalar, Erken ve Orta Tunç Çağı dönemlerinde kentlerdeki sosyoekonomik yapının gelişmesinin hayvan ekonomisini etkilese de asıl etkenin coğrafik bölge ve iklime bağlı olduğunu göstermektedir (Silibolatlaz & Satar 2012; 95). Sığır ve atlar Helenistik Dönem’de daha yoğun biçimde bulunmuştur. Bu yoğunluk höyüğün sahip olduğu coğrafik özelliklerin yanı sıra, Tunç Çağı’ndan itibaren değişen ve gelişen sosyo-ekonomik süreçlere de bağlanabilir. Ticari ilişkilerin gelişmesiyle beraber büyükbaş hayvanlar yük taşıma, alet yapımı gibi farklı amaçlar için de kullanılmaya başlanmıştır. Avcılık devam etmekle birlikte evcilleştirme ve hayvancılık tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir. Helen-RomaBizans dönemlerinde özellikle büyükbaş hayvancılık gelişmiştir (Silibolatlaz & Satar 2012; 87). Tatarlı Höyük Helenistik Dönem faunası da bu durumu yansıtmıştır. Tematik 361 Tablo 6: Dönemlere Göre Tatarlı Höyük Faunası. Orta Tunç Çağı Ovis/Capra (52) Bos taursus (37) Sus scrofa (11) Cervus sp. (16) Equus sp. (2) Lupus (1) Lepus (2) Aves (1) Decapoda (1) Geç Tunç Çağı Demir Çağı Ovis/Capra (10) Ovis/Capra (22) Ovis/Capra (279) Bos taurus (4) Sus scrofa (4) Cervus sp.(8) Equus sp. (3) Bos taursus (74) Sus scrofa (86) Cervus sp. (97) Equus sp. (22) Lupus (4) Lepus (2) Aves (2) Decapoda (2) Sus scrofa (3) Helenistik SONUÇ Aşağı Salat ve Tatarlı Höyük hayvan kemikleri, gerek nehir taşkınları gerekse yerleşim tahribatı gibi nedenler ile iyi korunmamıştır. Kemiklerin tanımlanmasında birinci kriter olan eklem uçları birçok materyalde kırıktır. Kemiklerin korunma durumunun kötü olması tafonomik analiz yapmayı engellemiştir. Bununla beraber genel zooarkeolojik yapı ve bulguların arkaeolojik birimlerle ilişkileri ortaya koyma açısından önemli bilgilere ulaşılmıştır. Aşağı Salat faunasında tanımlanan edilen hayvanların sadece üç tanesi genç erişkin olarak belirlenmiştir. Geri kalan bireylerin hepsi erişkindir. Erişkin bireylerin çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün üretimi gibi hem tüketime hem de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere ağırlık verildiğini göstermektedir ve kentleşme sürecini işaret etmektedir. Erken dönemlerden ele geçen geyik kemikleri avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermekle birlikte fauna çoğunlukla evcil hayvanlardan oluşmuştur. Eski Tunç ve Yeni Asur dönemlerinde küçükbaş hayvanlar daha çok tercih edilmiştir. Orta Çağ’da ise sığır kemikleri önemli bir çoğunluğa ulaşmıştır. Bu dönemde koyun, keçi, sığır ve köpek varlığı ekonomi faaliyetlerinde hayvancılığın önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Eski Tunç ve Yeni Asur dönemlerinde ekonomik olarak önemli bir hayvan olan domuz Orta Çağ’da azalmıştır. Bu azalma besin kaynaklarının değişmesi, sosyokültürel yapı gibi çeşitli nedenlerden ileri gelmiş olabileceği düşünülmektedir. Tatarlı faunasında tanımlanan cins ve türlerin çoğu erişkin bireylere aittir. Aşağı Salat faunası gibi Tatarlı faunasında da erişkin bireylerin çokluğu et üretiminden ziyade süt ve yün üretimi gibi hem tüketime hem de pazarlamaya yönelik ikincil ürünlere ağırlık verildiğini ortaya koymakta 362 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ve aynı zamanda kentleşme süecini işaret etmektedir. Ele geçen geyik ve az sayıda tavşan kemikleri avcılık faaliyetlerinin devam ettiğini göstermekle birlikte fauna çoğunlukla evcil hayvanlardan oluşmuştur. Faunayı oluşturan türler ve birbirlerine olan oranları hayvan ekonomisinde en önemli rolü evcil hayvanların oynadığını göstermiştir. Höyüğün tüm yerleşim dönemlerinde küçükbaş hayvanlar daha çok tercih edilmiştir. Helenistik Dönem’e doğru sığır ve atlarda önemli bir artış kaydedilmiştir. Bu durum sığırlardan elde edilen etin, Tatarlı Höyük insanlarının beslenmesinde en az küçükbaş hayvanlardan elde edilen et kadar önemli bir yer tuttuğun bir göstergesidir. Bununla beraber hem ovada hem de Amanos Dağları’nda avcılık yapılmış, genelde geyik gibi daha büyük boyutta hayvanlar tercih edilmiştir. Görüldüğü üzere, her iki fauna da çoğunluk evcil hayvanlardan oluşmaktadır. Bununla beraber yabani hayvanların varlığı avcılığın devam ettiğini göstermiştir. Faunaların neredeyse tamamının erişkin bireylerden oluşması hem tüketime hem de pazarlamaya yönelik ürünlerin tercih edildiğini göstermiştir. Bu da her iki yerleşim yerinde kentleşme sürecine işaret etmektedir. Aşağı Salat Höyüğü’nde erken dönemlerde küçükbaş hayvanların, daha yakın dönemlerde büyük baş hayvanların tercihi, Tatarlı Höyük’te ise tüm yerleşim dönemlerinde küçükbaş hayvanların çoğunluğu coğrafi ve kültürel nedenlere bağlanabilir. Aşağı Salat ve Tatarlı Höyük faunası ait olduğu dönemlerin paleoekolojisini, kültürel özelliklerini ve hayvan ekonomisini güzel bir şekilde yansıtmıştır. İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünü içeren prehistorik dönemler boyunca insanın yaşam mücadelesinde avcılık ve av hayvanları ne kadar önemli ise bugün kazılardan ele geçirilen hayvan kemikleri ve kalıntılarının araştırılması da aynı derecede önemlidir. Anadolu’da yapılan birçok arkeolojik kazı sonucunda ele geçen fauna analizleri ekonomik yapının şekillenmesinde hayvansal kaynakların rolünü ortaya koyma açısından önemlidir. Bu noktada zooarkeolojik çalışmaların gerekliliğinin ve arkeoloji bilimine katkılarının anlaşılması ve bu alanda yapılan araştırmaların hızla arttırılıp geliştirilmesi gerekmektedir (Atıcı 1998; 246). KAYNAKÇA ATICI, L. (1998). Zooarkeoloji: Amacı, Yöntemleri ve Arkeolojideki Önemi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt 38, Sayı 1.2, 230-246.Davis, S.J.M. (1995). The Archaeology of Animals. Yale University Press, New Haven and London. ÇAKIRLAR, C. (2008). Aççana Höyüğü’nde Arkeozooloji Çalışmaları: 2007 Yılı Raporu. 24. Arkeometri Sonuçları Toplantısı,253-267. DAVIS, S. J. M. (1995).The Archaeology of Animals. Yale University Press, New Haven and London. Tematik 363 DOĞAN, U. (2002). Aşağı Salat Höyüğü’nün Jeoarkeolojisi. 18. Arkeometri Sonuçları Toplantısı, Cilt I, 131-141. ERTEN, E. (2015). Olba Kült Alanlarından Cam Buluntular. Selevcia ad Calycadnvm, Sayı V, 61-77. FALCONER, S. E. (1995). Rural responses to early urbanism: Bronze Age household and village economy at Tell el-Hayyat, Jordan. Journal of Field Archaeology, 22(4), 399-419. FLORIOTI, DUYMUŞ, H. H. (2014). Eski Kültürlerde Köpeğin Algılanışı:Eski Mezopotamya Örneği. Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 33, Sayı 55 (Mart), 45-70. GİRGİNER, K. S., GİRGİNER O.Ö., AKIL, H. (2010). Tatarlı Höyük (Ceyhan) Kazısı: İlk İki Dönem,31. Kazı Sonuçları Toplantısı, Cilt 3, 453-476. GİRGİNER, K.S. & COLLON, D. (2014). Cylinder and stamp seals from Tatarlı Höyük, Anatolian Studies 64, 59-72. GUMERMAN IV G. (1997). Food and complex societies,Journal of ArchaeologicalTheory,4(2), 105-139. HESSE, B. and WAPNISH, P. (1985). Animal Bone Archaeology From Objectives to Analysis. Washington. HESSE, B. (1986). Animal use at Tel Migne-Ekron in the Bronze Age and Iron Age. Bulletin of the American Schools of Oriental Research, 264, 17-27. HILLSON, S. (1992) Mammal Bones and Teeth: An Introductry Guide to Methods of Identification. Institute of Archaeology, London. HILLSON, S. (2005). Teeth. Cambridge University Press, New York. HOPKINS, L. (2003) Archaeology at the Northeast Anatolian Frontier. VI. An Ethnoarchaeological Study of Sos Höyük and Yiğittaşı Village, Louvain. KLEIN, R.G. & CRUZ-URIBE, K. (1984). The Analysis of Animal Bones from Archaeologieal Sites. Prehistoric Archaeology and Ecology series, The University of Chicago Press, Chicago and London. MINITI, C. & PEYRONEL L. (2005). Symbolic or Functional Astragali from Tell Mardikh-Elba (Syria). Archaeofauna, 14,7-26. O’CONNOR, T. (2004). The Archaeology of Animal Bone. Sutton Publishing. Great Britain.. OMAR, L. & ERKMAN, A. C. (2012). Anadolu ve Yukarı Mezopotamya Tunç Çağı Yerleşkelerinin Faunal Analizi. Güleç, E., Özer, İ., Koca Özer, B., Sağır, M. (Ed.) Biyolojik Antropoloji, A. Ü. DTCF Yayınları, Ankara. PAYNE, S. (1969). Metrical Distinction Between Sheep and Goat Metacarpals. In; Ucko P. And Dimbleby G. (eds) The Domestication and Exploitation of Plants and Animals, 295-305. London, Duckworth. 364 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI PAYNE, P. (1985). Morphological Distinctions Between the Mandibular Cheek Teeth of Young Sheep, Ovis and Goats, Capra. Journal of Archaeological Science, 12, 139-147. REITZ, J. E. (2010). Zooarchaeology. Second Edition, Cambridge University Press, New York. SATAR, Z., BAYKARA, İ., GÜLEÇ, E., AÇIKKOL, A. (2006). Altıntepe/Tuşpa Nekropolü Faunasının Arkeozoolojik Analizi. 21. Arkeometri Sonuçları Toplantısı, 51-63, Ankara. SCHADLER, U. (1996). “Spielen mit Astragalen”, Archaologischer Anzeiger,1, 61–73. SİLİBOLATLAZ, BAYKARA., D., VE SATAR., Z. (2010). Anadolu Zooarkeolji Çalışmaları. Güleç, E., Özer, İ., Koca Özer, B., Sağır, M. (Ed.) Biyolojik Antropoloji, A. Ü. DTCF Yayınları, Ankara.. SCHMID, E. (1972). Atlas of Animal Bones for Prehistorians, Archaeologist and Quaternary Geologists. Elsevier Publishing Company. Amsterdam. ŞENYURT, S.Y. (2002). Ilısu Barajı-Aşağı Salat 2000 Yılı Kazısı, 23. Kazı Sonuçları Toplantısı, Cilt II, 445-453. UERPMANN, H. P. (1996). Zur Ökologie des Epipalӓolithikums im Vorderen Orient. In: D. Schyle & H.-P. Uerpmann: Das Epipalӓolithikum des Vorderen Orients.Beihefte zum Tübinger Atlas des Vorderen Orients. Reihe B Nr., 85(2). Wiesbaden. UERPMANN, H. P. (1987). The Ancient Distribution of Ungulate Mammals in the Middle East - Fauna and Archaeological Sites in Southwest Asia and Northeast Africa. Beihefte zum Tübinger Atlas des Vorderen Orients, Reihe A (Naturwissenschaften) Band, 27, 173. UHRİ, A. (2006).Batı Anadolu Erken Tunç Çağı Ölü Gömme Gelenekleri (Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi). İzmir. ÜNAL, A. & GİRGİNER, K. S. (2007). Kilikya-Çukurova. İlk Çağlardan Osmanlılar Dönemine Kadar Kilikya’da Tarihi Coğrafya, Tarih ve Arkeoloji, Homer Yayınevi,İstanbul. VERMEULE, E. (1984). Aspects of Death in Early Greek Art and Poetry. University, of California Press, Berkeley, Los Angeles, London. WAPNISH P.& HESSE B. (1988). Urbanization and the organization of animal production at Tell Jemmeh in the Middle Bronze Age Levant. Journal of Near Eastern Studie, 47(2), 81-94. WAPNISH, P. (1987). Faunal Remains. In: McCann, A. M., The Roman Port and Fishery of Cosa. Princeton University Press, 315-317. WAPNISH, P., HESSE, B. & OGİLVY, A. (1977). The 1974 Collection of Faunal Remains from Tel Dan. Bulletin of the American Schools of Oriental Research, 227, 35-63. İnternet Kaynakları http://www.tayproject.org/2016. Tematik 365 KEMALİZM’DEN ERDOĞAN LİDERLİĞİNİN YENİ OSMANLICILIĞINA OSMANLI GEÇMİŞİYLE KURULAN İLİŞKİDE MEDENİYET OLGUSU FROM KEMALISM TO ERDOĞAN LEADERSHIP THE PHENOMENON OF CIVILIZATION IN THE RELATIONSHIP ESTABLISHED WITH THE OTTOMAN PAST Aslı EGE1 ÖZET Kemalizm’den Erdoğan liderliğine temel fark, Türk toplumunun medeniyet algısında olmuştur. Erdoğan liderliği, medeniyeti Batı olarak anlayan Kemalizm’in yerine geçen eğilimin somutlaşmasıdır. Bu makale Kemalizm ve Erdoğan liderliğindeki medeniyet olgusunu, karşılaştırmalı bir perspektifte ele almaktadır. Bunu yaparken Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişki üzerinden ilerlemektedir. Kemalizm, bilimde evrensel olanı ve Batı medeniyetinde de bilimi gördüğünden Batı’yı evrensel bir karakter yüklemiştir. Osmanlı’da ise Doğu’yu görmüş, Doğu dini simgelemiştir. Buna karşın Erdoğan liderliği için Doğu, Osmanlı geçmişinden kaynaklanan kadim medeniyet havzasıdır. Dolayısıyla, Erdoğan liderliği için Cumhuriyet, onu Osmanlı’dan bir kopuş olarak değerlendiren Kemalizm’e karşılık, bir sürekliliktir. Kemalizm’in Batı’yla ilişkisini bilim üzerinden gelişirken, Erdoğan liderliğinin Doğu’yla ilişkisini İslam üzerinden tanımlamak mümkündür. Böylece, Erdoğan liderliği altında İslam üst kimliği, Kemalizm’in “rasyonel Türk” üst kimliğinin yerini almıştır. Kemalizm’le karşılaştırıldığında minimal devleti savunan Erdoğan liderliği altında, devlet sınırlarına çekilmiş, sosyo-kültürel İslam siyasal ve ekonomik sektörlere yerleşmiştir. Bunun dış politika yansıması olarak Erdoğan liderliği altında Yeni Osmanlıcılık girişimi Ortadoğu başta olmak üzere, tarihsel Osmanlı coğrafyaları üzerinde Osmanlı kimlik bileşenlerinin harekete geçirilmesidir. Böylece Türkiye’nin genişleyen etkinlik alanı Osmanlı barışı olarak ifade edilmiştir. Yeni Osmanlıcılık sekteye uğramıştır. Fakat Batının merkez dışı kalması anlamında halen bir referans noktasıdır. Artık Doğu’ya tanınan öncelikte Batı’nın anlamı dönüşmüştür. Dolayısıyla bu makalenin temel savı Kemalizm’den Erdoğan liderliğine medeniyet olgusunun Doğu-Batı sorunsalında, bu sorunsalın da Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişkide aranması gerektiğidir. Anahtar Kelimeler: Kemalizm, Erdoğan, Yeni Osmanlıcılık, Medeniyet, Doğu, Batı ABSTRACT The principal difference from Kemalism to Erdoğan leadership is in the changing perception of civilization. Erdoğan leadership is the concretization of the tendency replacing Kemalizm which understands civilization as the West. This 1 Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, asli.ege@marmara.edu.tr 366 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI article treats the phenomenon of civilization in Kemalism and Erdoğan leadership from a comparative perspective. While doing this, it proceeds from the relationship established with the Ottoman past. Kemalism for it sees the “universal” in science and science in the West, accorded the West a universal character. On the other hand, it saw in the Ottoman Empire the East and in the East it saw religion. In response, for Erdoğan leadership the East is a whilom civilizational basin resulting from the Ottoman past. Face to Kemalism which perceives the Republic in rupture from the Ottomans, Erdoğan leadership sees it as a prolongation. While Kemalism’s relationship to the West developed through science, Erdoğan leadership’s relationship to the East is defined through Islam. As such, under Erdoğan leadership, Islam sur-identity has replaced the “rational Turk” sur-identity of Kemalism. In this period, when compared to Kemalism, the state authority is drawn back to its limits and the socio-cultural Islam got integrated to the political and economic sectors. As a foreign policy reflection, neo-Ottomanism aims therefore to mobilize the elements of Ottoman identity over the historical Ottoman geographies. In this sense, Turkey’s enlargened space of efficiency is introduced as the Ottoman peace. Neo-Ottomanism has failed. But it still constitutes a reference point in the sense of decentralization of the West. Today, the sense accorded to the West has been transformed in the priority accorded to the East. Therefore this article claims that the phenomenon of civilization from Kemalism to Erdoğan leadership is to be interrogated within East-West problematic which remains in the relationship established with the Ottoman past. Keywords: Kemalism, Erdoğan, Neo-Ottomanism, Civilization, East, West. GİRİŞ Geçmişin anlaşılması, yani tarih, geleceğin hangi noktasından baktığımıza paralel olarak farklı anlam yüklemelerine, zaman zaman ise radikal dönüşümlere konudur. Ülkelerin kendilerine yönelik algıları tarihsel süreçleriyle uyum içerisinde gerçekleşmektedir. Tarihsel süreçte Türk modern tarihinde böyle bir algı Kemalistler ve İslamcılar tarafından koşullandırılmıştır. Temel sorunsal ise Doğu-Batı medeniyet retoriği olmuştur. Bununla ilgili olarak, bütün bir 19. Yüzyıl boyunca, Türk modern tarihinin temel sorunsalı, Doğu ve Batı arasındaki bir medeniyet tanımının ne şekilde olması gerektiği üzerine yoğunlaşmıştır. Kafaları kurcalayan, Türk kimliğini korurken arzulanabilinir Batılılaşma ölçüsü ne olmalıdır sorusudur. 19. Yüzyıldan itibaren bu süreçte, Doğu ile Batı, bir çeşit geri kalmışlık, üstünlük ya da eşitlik vurgusu içerisinde ilişkilendirilmiş, bu sorunsalın Cumhuriyet tarihine yansıması Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişkide ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Türkiye’de medeniyet olgusunu Doğu-Batı sorunsalında, bu sorunsalı ise Kemalistler ve geleneksel İslamcılar tarafından Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişkide anlamak mümkündür. Kemalist tarih yazımı, Osmanlı geçmişinde geri kalmış bir Doğu imgesini, Doğu’da ise İslam’ın Tematik 367 önceliğini görmüştür. İslami bir hareketin ilk kez tek başına iktidar olmasını simgeleyen ve üst üste kazandığı seçim başarılarıyla 2000’li yılları simgeleyen Erdoğan liderliğinin içerisinden çıktığı gelenekte ise, Doğu, kadim bir medeniyet havzasıdır. Nihayetinde özlere geri dönüş olarak tanımlanabilecek bir yöneliş en olgunlaşmış ifadesiyle Erdoğan liderliği altında Türk kimliğini tanımlamıştır. Erdoğan liderliği altında, Doğu’yu sahiplenen, Kemalizm’in Batıcılığını ve katı laiklik anlayışını dışlayan, Osmanlı medeniyet geçmişinden kaynaklanan kadim bağlara, geleneğe ve Türk olmanın gerektirdiği has kültüre vurgu yapan bu yöneliş, iç ve dış siyasette birbirini bütünlemektedir. İçeride, böyle bir yönelişin ağırlıklı vurgusu Türk-İslam kimliği olmuş, bunun dış politika alanına yansıması olarak Yeni Osmanlıcılık, Osmanlı kimlik bileşenleri üzerinden, Osmanlı tarih ve coğrafyası üzerinde bir etkinlik mücadelesini ifade etmiştir. Açıkçası, Kemalizm’in “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak üzere koyduğu hedeften bu yana Türk kimliği Doğu ile Batı arasında melez bir karakter içermektedir ve bu ikisi arasında kaygan bir zeminde yer alan toplum sosyolojisinin eğilimleri, medeniyet odaklı bir retoriğin iç ve dış siyasette belirleyici etmen olmasını sağlamaktadır. Kemalist tek parti iktidarından bu yana iç ve dış siyasette ilk kez bugün Erdoğan liderliği altında medeniyet retoriği bu kadar yoğun olarak yaşanmaktadır. Bu nedenle bu makale Kemalizm’den Erdoğan liderliğine medeniyet olgusunu konu almıştır. Bunu yaparken medeniyet algısı olarak Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişkiden hareket edilmiştir. Buradan hareketle, bu makale ilk olarak Kemalizm’in Osmanlı geçmişiyle ilişkisinde medeniyet olarak Batının öncülüğünü araştırmaktadır. Bunu takiben, karşılaştırılmalı bir perspektifte Erdoğan liderliğinin Kemalizm ile ilişkisi yine medeniyetsel bir perspektifte dile getirilmiştir. Son aşamada ise, “Kemalizm’den Erdoğan liderliğinin Yeni Osmanlıcılığına” başlığı altında Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişkinin dış politika yansımaları yer almaktadır. Osmanlı Geçmişiyle Kurulan İlişkide Kemalizm’in İçeriği: Medeniyet Olarak Batı Kemalistler tarafından medeniyet olarak Batı’nın tercihi Batı karşısında Osmanlı gerilemesiyle ilişkilidir. Kemalistler, Osmanlı’nın Batı’ya olan göreceli yenilgisinden Batının içine girdiği olağanüstü koşulları değil Osmanlı İmparatorluğu’nu sorumlu tutmuşlardır. Bu anlamda Kemalistlerin sahip çıktıkları devrimci söylem, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisinden çok, bu imparatorluğun Batı kıtasına karşı göreceli yenilmişliğinden kaynaklanır. Kemalistler bu bağlamda Doğu ile Batının karşıtlığı algısı içerisinde Osmanlı geçmişiyle aralarına mesafe koymuşlardır. Oryantalist yazının Batı ve Doğu arasında kurduğu karşıtlık ilişkisini benimsemiş, fakat bu tarz bir bakış açısının Batı düşüncesinin 368 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Doğu’ya dışarıdan yüklediği bir algı olduğunu görememişlerdir. Kemalist perspektife göre Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü Batı’nın tarihsel gelişimini yakalayamamasından, açıkça, Avrupa’nın kültürel, bilimsel, siyasal ve ekonomik gelişimlerinden uzak kalmasından kaynaklanır (Gönlübol & Kürkçüoğlu 1985: 35). Kemalist düşünce, özellikle kültürel kodlarını ötekileştirdiği Doğu dünyasının yerine, Batı’yı bilim üzerinden “evrensel” olanla eş tutmuştur ve Batı’yı İmparatorluğun çöküşüne engel olmak için bir araç olarak gören Osmanlılara karşı, onu bir amaç olarak görmüştür (Oran, 1999: 265). Bu anlamda, Cumhuriyeti takiben Kemalist tarih yazımı dini ve bilim üzerinden dünyevi arasında sarsılmaz bir zıtlık ortaya koymuştur (Toker & Tekin, 2004: 83). Bu ilk olarak çağdaş medeniyeti yakalamak amacıyla ilgilidir fakat daha çok basit bir gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Bir devrim geçmişle arasında lineer bir tarihsel süreklilik görmediğinden doğal olarak üzerine oturduğu düzeni bozmak ve yerine yenisini getirmek isteyecektir. Kemalist devrim Osmanlı geçmişini karşısına alarak, aslında aynı zamanda Avrupa kıtasının emperyalizmini de dışlamıştır, fakat yine de bu kıtanın yarattığı medeniyet havzasının bir parçası olmak fikri devrimin özüdür. Bunu yapacak olan ise Cumhuriyet’in kuracağı seküler vatandaşlık bilinci olmalıdır. Seküler bir birey tasarımı, sadece Osmanlı teokratik devlet yapısını dışlamakla kalmamış, aynı zamanda neredeyse dini gerici bir güç olarak algılamıştır. Aslında Osmanlının gerileme döneminde hâkim olan skolastik düşünce ulusal liderin dine olan yaklaşımını koşullandırmıştır. Buradan yola çıkarak, Osmanlı gerilemesi dinle ilişkilendirilir. Kemalist cumhuriyet bu anlamda Osmanlı devlet yapısıyla iki yönlü bir çatışma içine girmiştir. İlk olarak Osmanlı’daki din devleti anlayışı sonra da, yine din mevhumu üzerine kurulu Osmanlı millet sistemi reddedilmiştir. Yeni cumhuriyet dolayısıyla laik bir ulus-devlet anlayışı üzerine kurulmuştur. Bu anlamda Kemalist devrimin aşılamaya çalıştığı Türk milliyetçiliği, Türk ırkçılığı üzerine kurulu olmaktan çok, aslında İslam’ın evrensel ümmet anlayışından sıyrılmayı hedeflemiştir (Berkes 1978: 429). Bu doğrultuda, Türk milliyetçiliği, milliyetçi bir ekonomi ve dünya görüşü olarak bilime dayalı pozitivist yaklaşım, Lozan Antlaşmasından sonra açıkça ifade edilmiştir. Bunun nedeni ulusal zaferden sonra Kemalizm’in nihayet İslam’ın da içinde olduğu rakip bir ideoloji olmaksızın işleyecek serbest alan bulabilmesidir. Din ve metafizikten sonra bilimi insanlığın erişebileceği son evre olarak gören pozitivist ideoloji kapsamında Kemalizm’in amacı, Müslüman bir toplumda laikliğin kabulü üzerinden rasyonel bir Türk kimliği inşa etmektir. Bu çerçevede Kemalist laiklik anlayışı içersinde rasyonel Türk kimliğinin inşası erken Cumhuriyet tarihinde temel misyon olmuştur. Bu süreçte, Türklük, İslam’ın yerini tutacak bir üst kimlik olarak sunulmuştur. Tam olarak Türk kimliğinin geleneksel Osmanlı toplumunda Tematik 369 İslam’ın oynadığı birleştirici rolün yerine geçmesi amaçlanmıştır. Fakat Türk kimliğindeki İslam tümden reddedilemeyeceğinden, en azından İslam’ın devlet eliyle rasyonelleştirilmesi, akılcı bir İslam anlayışının benimsenmesi için çalışılmıştır. Bu anlamda, ilk olarak ulus üstü bir din devleti ve ulus altı tarikat oluşumları, yani ulusun üstünde veya altındaki herhangi bir dini oluşum reddedilir. İkinci olarak, din kamu alanından özel alana itilmiştir. Kemalist devrimin önemi, Müslüman bir toplum için getirdiği bilime dayalı evrensellik anlayışı içerisinde Batı medeniyetini bir bütün olarak görmesinde ve bu doğrultuda, Müslüman bir ülkenin, devleti ve toplumu örgütleyen ilk hareketi olmasında yatmaktadır (Kili, 2005: 402). Dolayısıyla Kemalizm için Doğu’yla Batı arasında bir tercih zaten söz konusu olmamıştır. Bunun nedeni, Kemalizm’in, Batıyı kültür ve medeniyet arasında bir fark görmeksizin, totaliter bir dünyevilik anlayışı içerisinde, bütüncül olarak algılamasından kaynaklanmaktadır. Buna göre, Genç Türklerin ideologu Ziya Gökalp’in yaptığı gibi, medeniyeti kültürden ayırmak sadece zor değil, aynı zamanda gereksiz bir uğraştır çünkü Batı bütün bir sistem olarak alınmalıdır (Oran, 1999: 264). Bilim evrensel olduğu için ve Batı küresel medeniyeti de bilime dayandığı için, bilimsel metodlara özel bir önem göstererek, Batı medeniyetinin temel prensiplerinin benimsenmesi, aynı zamanda Kemalist devrimin de evrenselliğini sağlayacaktır (Mango, 1968: 619). Eğer, Avrupa medeniyeti kabul edilecekse, kültür de modernleşmeli ve hatta rasyonelleşmelidir. Avrupa medeniyetinin kabulü bu anlamda sadece Batılı kurumların kabulünden geçmez. Aynı zamanda, bu medeniyeti oluşturan prensiplere de tümden katılımı gerektirir ve bu Türk halkının kendi gücü ve iradesi altında olacaktır (Tunaya, 2003: 213). Kemalistlerin, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Osmanlı kaynaklarını reddederek işledikleri yakın geçmişten kopuş tezi de, gelenek ve akılcılık arasında, karşı çıkılmaz bir karşıtlık ilişkisi kuran Batılı düşüncenin ürünüdür (Toker & Tekin 2004: 83). Dolayısıyla, Kemalist tarih yazımı, Osmanlı devletini kendilerinden apayrı bir tarih kesiti olarak görmüştür. Bunda, Kemalistlerin Osmanlı Devletinin çöküş dönemine denk gelmelerinin kendilerinde yarattığı tarihsel travmayla ilgilisi büyüktür. Aslında Osmanlı’nın klasik döneminden arda kalan büyüklük duygusu onlarda da var olmuş olmalı ki, böyle bir imparatorluğun yıkım sürecine girmesini kabullenmekte zorlandıkları oranda, karşıt bir tepki geliştirmiş olabilirler. Modern Türk kimliğinin Osmanlı tarihinden koparılması, neredeyse ütopik bir tarih anlayışıyla beslenmiş ve bu, Kemalist ideolojideki radikal Batılılaşmayla uyum içerisinde gelişmiştir. Gerçekten de Batıcılık, gerek gelenekle uyum içerisinde, gerekse karşıtlık içerisinde olsun, yeni bir kimliğin üretilmesinde kurucu bir rol üstlenebilmektedir (Çiğdem, 2004: 69). Radikal batılılaşma, sadece Osmanlı İmparatorluğu’na karşı değil, aslında onun temsil ettiği, bütün bir Osmanlı geleneğine karşıt olarak 370 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI gelişmiştir. Bu bağlamda Osmanlı geçmişini yok sayarak kökenlerini Türklerin İslam’ı kabulünden önceki tarih kesitinde gören Türk tarih tezi, bir yandan Türk geçmişine üstünlük atfeden bir söylem olarak gurur kaynağı olurken, Kemalizm’in Osmanlının dine dayalı düzeninden ayırt edilmesine yaramıştır. Bu çerçevede Kemalist ideoloji Türklüğü ve onun “gerçekten” ne anlama gelmesi gerektiğini bilimsel olarak çalışmış ve tek parti iktidarı boyunca, İslam’ın yerine neredeyse çağdaş sivil bir din olarak bilimi koymuştur (Mardin, 1995: 189-203). Bunu yaparken yeni bir Cumhuriyetçi, Kemalist tarih yazımı da doğmuştur. Erdoğan Liderliği Versus Kemalizm Kemalizm’in bilime dolayısıyla Batı’ya yüklediği evrensellik algısına karşı çıkış, ilk kez Demokrat Parti platformunda dile getirilmiştir. Daha sonra İslami hareketin yükselmesiyle Batılı modernleşme açık bir şekilde eleştirilmiştir. Geleneksel İslamcılar, 1970’li yılların koalisyon hükümetlerinde, azınlık olmalarına rağmen solcu harekete karşı kilit roller oynasalar da, 1990’lı yılların ortalarına kadar bir çoğunluk hareketine dönüşememişler, Erdoğan liderliği altında AKP hükümetlerine kadar partilerinin ard arda kapatılmasına engel olamamışlardır. Bu doğrultuda, geleneksel İslamcılar, Kemalizm’in Batıcılığına yönelik pejoratif bir algı beslemektedir. Geleneksel İslam, özellikle Kemalizm’in dinin özgür ifadesini kısıtlayan bir baskı politikası olduğunu savunmuştur. Kemalist seçkinler aslında 19. Yüzyılla beraber başlayan Osmanlı modernleşmesinin yarattığı Batılı seçkin sınıfın kendisidir ve her ne kadar Kemalist ideoloji kendisiyle Osmanlı geçmişi arasındaki bağı reddetse de aslında Batı yanlısı otoriter modernleşme anlayışları söz konusu olduğunda Osmanlı’nın bir uzantısıdır. Devletin laik karakteri devam etmekte fakat toplum İslamlaşmaktadır. Soğuk Savaş sonrası ideolojik kutuplaşmanın yerini bıraktığı boşlukta din olgusu, zaten 1945’de çok partili hayata geçişten itibaren yükselişte olan liberal İslam’ı da 2000’lerin başında ilk kez tek başına iktidara taşımıştır. Fakat daha 1980 darbesi sonrası ayrılıkçı Kürt ve solcu hareketlere karşı bir yöntem olarak formüle edilen Türk-İslam sentezi altında İslam öncelikli bir söylem haline gelmiştir. Bu doğrultuda, yukarıdan aşağıya Batılılaşma hareketini benimsemekte güçlük çeken 1990’larla beraber sosyopolitik dengeler tümden değişmektedir. Laik devlet yapısında toplumun İslamlaşması olarak nitelendirilebilecek bu süreçte din toplumsal yapıda ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Bu çerçevede, 1995’de İslami kanadı temsilen ilk kez iktidar olan Refah partisi, Batı ve AB karşıtı duruşuyla diğer partilerden farklılaşmaktadır. 2000’li yıllarda Refah Partisinden çıkan yenilikçi kanadın kurduğu Erdoğan liderliği altında AKP iktidarları iç ve dış siyasette Kemalizm’in önceliğini yerinden edecektir. Doğu boyutu Tematik 371 medeniyet anlayışında temel vektör haline gelmiş, Batı’nın önceliği Doğu’yla yer değiştirmiştir. Yeni algı artık radikal Batılılaşma adına Kemalizm’in Osmanlı’dan kopuş olarak algıladığı 1930’ların “Türk tarih tezini” reddetmektedir. Türkİslam senteziyle eş zamanlı olarak Osmanlı’ya yönelik bir ilgi uyanmıştır. Cumhuriyet tarihinin Osmanlı’nın bir uzantısı olduğu savunulmaktadır. Bu algıda, Doğu’yu temsilen din Kemalistlerin algıladığı gibi gerici bir güç değil, reddedilemeyecek kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır. Buna göre, Kemalist tarih yazımına karşı çıkan revizyonist tarih yazımıyla aynı doğrultuda, Batılı Kemalist modernleşme anlayışı, toplumun yukarıdan aşağıya bir dinamikle dönüştürülmesini içerdiği için toplumu, kopuk bir bütün olarak devlete yabancılaştırmıştır. Doğu, geçmişten geleceğe süregelen ve süregelecek olan, değişmeyen kültüre işaret ederken, Kemalizm’in Batıyı bütüncül kavrayışı içerisinde önerdiği kültürün de batılılaşması reddedilmiştir. Bu perspektifin öngördüğü açılım Kemalizm’e karşılık Erdoğan liderliğini koşullandıran temel etmenlerdendir. AKP lideri Erdoğan’ın 2002 seçim galibiyeti anlamlıdır; zira 3 Kasım 2002 seçimleri yerleşik Kemalist yapıya karşılık İslamcı çizgiden gelen bir hareketin ilk kez tek başına iktidar olması sonuçlanmıştır. 1996’da Refah partisinin temsil ettiği siyasal İslam’a karşı asıl amacı Kemalizm’i yeniden restore etmek olan 1997 post modern darbesinden sonra AKP’nin tek başına iktidara gelmesine destek veren düşünce çevreleri genel olarak liberaller olmuştur. Buna rağmen Erdoğan, Menderes ve Özal mirası ile kendisi arasındaki sürekliliği vurgulamış, İslamcı bir hareket olmaktan çok, kendini merkez sağ olarak konumlandırmıştır (Ongur, 2015: 424). Erdoğan’ın çizgisi dünyada neo-liberal yeni sağın değerlerini temsil etmiştir. Erdoğan o günden bu yana üst üste kazandığı seçim galibiyetlerinde merkeze yerleşerek, toplumsal yapının dönüşümünde İslam’ı gerici bir güç olarak algılamış olan Kemalist seçkinlerin yerleşik merkez konumunu yerinden etmiştir. Buna rağmen Erdoğan döneminin ilk iktidar yılları, Kemalist yapının ipleri elinde tuttuğu bir dönemi simgelemiştir. Erdoğan liderliğini ilk dönemde hem içeride, hem dışarıda, Kemalist yapıya karşı koşullandıran bir alan, 2005’te Türkiye’nin AB’ye adaylığının kabulü sürecine verdiği destek olmuştur. Erdoğan, AB’yi Türkiye için bir “olmazsa olmaz” görmemekle beraber, AB’nin yumuşak güç olarak Türk siyasal hayatının demokrasi içerikli sorunları üzerindeki “sessiz disiplin” gücü unutulmamalıdır. Erdoğan liderliği ilk iktidar döneminde, bunu içeride bir baskı unsuru olarak yaşamış, çelişkili olarak böyle bir baskıyı sivil siyasete müdahaleleri nedeniyle AB nezdinde gözden düşen Kemalist yapıya karşı da bir etkin bir mücadele aracı olarak görmüştür. Türkiye’deki asker-sivil ilişkilerinde dış dinamik olarak AB’nin de etkisiyle Erdoğan liderliği altında, Kemalist ordunun siyasetin üzerindeki konumu, 372 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI siyasete bağlı kılınmıştır. Bunun dışında, bu ilk dönemde, AB’ye yöneliş, “marjinalize” olmuş İslam kimliğinin tanınmasında önemli bir açılım teşkil etmiş (Magued, 2012: 32). Kemalist merkeze karşı, çevre”, bu dönemde AB’yi adeta bir güvenlik simidi olarak görmeye başlamıştır. Böylece, Erdoğan; askeri otoritarizm, Western determinizmi ve Kemalist ideolojinin hegomanyasına karşı çıkan “liberal laik”21 ve modern sektörlerle ittifak kurabilmiştir (Magued, 2012: 33). Erdoğan liderliğinin 2002 seçim başarısında büyük siyasal ve ekonomik faktörler etkili olmuş, Erdoğan 2001 ekonomik krizinin yarattığı sıkıntılar ve 1990’lar boyunca kurulan koalisyon hükümetlerinin yarattığı siyasal istikrarsızlık üzerine iktidara gelmiştir. Dolayısıyla, gerek başbakanlığı gerek cumhurbaşkanlığı döneminde, Erdoğan liderliği ile siyasal ve ekonomik istikrar arasında zorunlu bir ilişki kurulmakta (Ünay, 2010: 33). sürdürülebilir makro ekonomik istikrar ve az gelirli ve dezavantajlı kesimlere yönelik alt yapı yatırımlarıyla beraber, genel refah seviyesinde görülen gelişme Erdoğan iktidarına büyük bir meşruiyet kazandırmaktadır. Bu olağanüstü koşullar içerisinde, Erdoğan liderliğinin iktidarını koşullandıran retoriksel stratejileri eski-yeni ikiliği, geçmiş-gelecek, statüko karşıtlığı ve değişime yapılan vurguda görülmektedir (Caşın, 2013:141,142). Bütün bu vurgular dolaylı olarak Kemalizm’le hesaplaşma sürecini başlatmış, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim başarıları, onu iktidarı kullanmakta oldukça etkin bir konuma getirmiştir. Erdoğan’ın, AKP’nin lideri, üç dönem başbakan ve sonrasında Cumhurbaşkanı olarak kullandığı siyasi gücün hacmi ve etkinliği göz ardı edilememektedir. AKP’nin, TBMM’deki çoğunluğu elinde tutması; Erdoğan’a, atama ve görevlendirmelerde önemli bir alan açmış, böylece Kemalist statükonun bileşenleri ile kuvvetli pazarlık alanları yaratılabilmiştir (Toros, 2011: 191). Örneğin Erdoğan, Türkiye’de siyasal parti kapatmalarına karşı hem yargıyı ve hem de Kemalist orduyu sivil hükümete tabi kılmakta başarılı olmuştur (Heper, 2013: 150). Erdoğan liderliğinin iktidarını koşullandıran en önemli konulardan biri de Kemalizm’in katı laiklik anlayışına karşı türban sorununun çözümlenmesi olmuş, bunu 2007’de Kürt açılımı takip etmiştir. Bu her iki sorunun da Kemalizm’in açık bıraktığı sorunlar olarak Cumhuriyetin kuruluş ideolojisiyle beraber devam edegelen karakteri karşısında, Erdoğan, İslam’ı birleştirici bir çözüm yöntemi olarak görmüş, özellikle Kürt kimlik sorunsalı konusunda Kemalizm’in kimlik tanımında empoze etmeye çalıştığı Türklük üst şemsiyesi yerine bir meydan okuma olarak İslam’ı birleştirici bir üst kimlik olarak sunmuştur. Bu anlamda, 2007 2 Liberal laikler olarak tanımlanan kesim, bir bölümüyle Kemalist laiklerden kopmuş fakat laikliğin katı değil, liberal bir kültürel ortam içerisinde yumuşak yorumunu savunan kişilerden oluşmuştur. Tematik 373 yılının Kürt açılımı, her ne kadar başarısız da olsa ve Kemalist ordunun açık eleştirisini beraberinde getirse de (Toros, 2011: 186) insan haklarının, küreselleşmenin üst yapısı haline geldiği bir ortamda, dönemin ulusal ve uluslararası kamuoyunda da destek bulmuştur. Diğer yandan, Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK) 2010’da üniversitede türban yasağını kaldırmasını takiben 2013’de türbanın kamu sektöründe de serbest bırakılması, Erdoğan’ın demokratik meşruiyetini pekiştirmiş, Kemalist yapıya karşılık Erdoğan liderliğinin iktidarını koşullandırmıştır. Erdoğan Batılı ulus-devlet yapısını benimsemekteyse de Kemalizm’in, ekonomik devletçilik, Batıcılık, katı laiklik ve asker güdümlü siyasalarına karşı çıkmaktadır. Bunun, muhafazakâr hayat tarzının toplumsal egemenliğini meşrulaştırmaya yönelik bir gayret olduğu düşünülebilir. Erdoğan’ın görüşünde patriarkal değerler, geleneksel otorite yapıları, aile, Osmanlıcılık ve dindarlık önem taşımakta (Heper, 2013, p.153) Erdoğan, İslam’ın kamu ve özel alanlardaki görünürlüğünü, bir aidiyet meselesi olarak algılanmaktadır. Kemalizm’in toplumun da kültürel dönüşümüne yönelik katı laiklik anlayışına karşılık, Erdoğan’a göre, laik olan sadece devlettir (Heper, 2013: 153). Bu çerçevede, Türkiye kontekstinde din-devlet ilişkisi bağlamında, Erdoğan, Türkiye’de zaten merkez sağ çizginin siyaset anlayışında var olan tarikat geleneğinin bir yansıması olarak tarikatlardan destek görmüştür (Çavuşoğlu, 2009: p.275, 276). Buna rağmen, “AKP… merkezde yer alan bir kitle partisi profili çizmiştir” (Caşın, 2013: 142). Tarikatlar üzerinden gelişen toplumsal dayanışma içerisinde Türkiye’de tarikat ağları hiç olmadığı kadar gelişmiş, tarikatlar bu anlamda neredeyse bir sivil toplum işlevi görmüşlerdir. Diğer yandan Erdoğan liderliği altında, Anadolulu İslami burjuvazi İstanbullu burjuvazinin en önemli rakibi haline gelmiş, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) üyeliği, İslami kimliğe sahip çıkıldığının en önemli göstergelerinden biri olmuştur (Öniş & Turem 2001: 100). İslami sermaye için, AKP’nin Batılı liberal ekonomi programı herhangi bir engel teşkil etmemekte, zira onlar da Batıdaki pazarların nimetlerinden faydalanabilmek adına Batı ile iyi ilişkiler kurmayı tercih etmektedir (Kaynak, 2012: 83). Erdoğan’ın siyasal liderliği, Kemalist sektörler açısından problemli olmuş, onların bu muhalefeti, uygulanan ekonomi politikalarının kendileri için zararlı olması nedeniyle değil, laiklik ve kadrolaşma gibi siyasal ve kültürel içerikli sorunlardan kaynaklanmıştır (Beriş, 2008: 41). Anadolu sermayesinin İstanbul sermayesine karşı Erdoğan döneminde Kemalist seçkinci merkezi paylaşması geleneksel İslam’ın kapitalizmle kurduğu ilişkiyi göstermektedir. Dolayısıyla, Erdoğan Batı’nın kapitalist ekonomisine karşı değildir ancak Batıcılığı, “modern” olandan ayırmış, onun ekonomik/neoliberal ve sosyokültürel ajandası Kemalist-devlet-karşıtı bir söylem ifade etmiştir. Serbest 374 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI girişim ve devletçilik arasında karma bir rejimde ekonomiyi beş yıllık kalkınma planları altında yürüten Kemalizm’in ekonomi politiğine karşı Erdoğan liderliği, ekonomide özelleştirme odaklı bir politika izlemiştir. Erdoğan’ın söylemi kapitalizme eklemlenmiş bir düzende, devleti minimize etmek ve serbest girişimi hâkim kılmak üzerine kuruludur. Minimal devlet anlayışının bir uzantısı olarak kamu alanında dinin ifadesini de serbest kılmak Kemalist laiklik anlayışına bir meydan okumadır. Böyle bir girişimle başlayan 2000’lerin ılımlı İslamcılığı, her ne kadar siyasetin her şeyin üzerinde ve totaliter doğasının sınırlandıramadıysa da, Kemalizm’e karşılık, kamu alanında Batıyı merkezden alarak, Batının merkez dışı kalmasına karşılık olarak İslam’ı merkeze koymayı başarmıştır (Bakınız Houston, 2006). Bu çerçevede, yeni Osmanlıcılık yaklaşımı ilk olarak, içeride “çevre”nin merkeze geçmesini, klasik “egemen”lerin yerinden edilmesini ifade etmektedir. Dış politikada ise Kemalist meşruiyet anlayışını sorguya açmıştır. Kemalizm’den Siyasetine Erdoğan Liderliği’nin Yeni Osmanlıcılık Kemalizm’in kimlik tanımındaki Batıcılığı yerine, içeride İslami hassasiyetler yönünde gelişen bir medeniyet algısı, Soğuk Savaş yılları boyunca Türk dış politikasının Doğu’yu geri kalmışlık algısı içerisinde bir sorunlar yumağı olarak gören dış politikasını da yerinden etmiştir. Türkiye’nin, Soğuk Savaş boyunca, komşu coğrafyalara açılım göstermemesinin en önemli nedenlerinden biri ideolojiktir (Danforth, 2008). Dışarıda kapitalist ve komünist kamp arasındaki ideolojik kutuplaşma, içeride ise devlet aygıtının Kemalist temelleri komşu coğrafyalara ilgi duyulmasına engel olmuştur. “Bu ideoloji tabanlı bölgesel yabancılaşmanın özellikle Ortadoğu bağlamında hayata geçirildiği ve Osmanlı’nın son dönemine ait olumsuz imge ve anılar üzerinden şekillendirilen toplumsal tepki dalgalarının, bölgenin içselleştirdiği siyasal çatışma ve anlaşmazlıklar da referans alınarak, güvenliğe yapılan vurgu ekseninde meşrulaştırıldığı söylenebilir” (Tüysüzoğlu, 2013: 304). Türkiye’nin jeopolitik düzlemdeki Batı yönelişi, Kemalizm’in kendine ve ulus-devlete medeniyet olgusu üzerinden yüklediği kimlik tanımıyla da örtüşmektedir. İç ve dış politikanın kesişme noktasında, içerideki medeniyet algısı özellikle Soğuk Savaş döneminde Batı kampına bağlılığı koşullandırmış, fakat aynı zamanda Batı kampına bağlılık, Türkiye’nin medeniyet olarak Batılı kimliğinin onanmasına yaramıştır. Soğuk Savaş dönemi Türk dış politikası, Sovyet komünizmine karşı son kale olarak Batı kampına bağlılık göstermiştir, zira iki kutuplu dünya düzeninde, ekonomik ve askeri dış yardım politikalarını da içeren NATO bünyesindeki ittifak teorilerinin ötesinde Kemalizm’in kimlik algısı da Batı kampına bağlılığı Tematik 375 gerektirmektedir. Batılı kimlik algısının onanmasında AT’ye üyelik başvurusu temel etken olmuştur. Osmanlı geçmişiyle tesis edilen tarihsel süreklilik anlayışı içersinde “medeniyet derinliği” olarak tanımlanabilecek yaklaşım, ilk kez Özal tarafından yürürlüğe konmuş, fakat ancak içerideki Kemalist sınıfın tasfiye edilmesi sonrası yerleşmiştir. Bunda, Erdoğan liderliğinin Türk siyasetindeki bürokratik-askeri vesayeti tartışmaya açması ve kendisine olan toplumsal desteğin de günden güne artması sonrası orduyu siyasal işleyişin dışına taşıması önemli bir unsurdur (Burak, 2011: 161-165 ). Bu doğrultuda geleneksel İslamcılar, Soğuk Savaş Sonrası hem dış, hem de iç konjonktürün daha geniş bir perspektiften bakmaya olanak verdiğini ve Türkiye’nin güvensiz psikolojiyi üzerinden atarak sahip olduğu enerji ve olanakları değerlendirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti tarihini Osmanlı geleneğinden bir kopuş olarak değerlendiren Kemalizm’e karşılık, Cumhuriyetin Osmanlı’nın bakiyesi olduğunu savunan yeni Osmanlıcılık, 2009 başında Türk dış politikasında önemli bir yer edinmiş, öncesinde başbakan’ın dış politika danışmanı (2003-2009) olan Davutoğlu, 1 Mayıs 2009’da dışişleri bakanlığına atanmıştır. Yeni Osmanlıcılık altında Davutoğlu’nun dış politikayı, ülkenin sahip olduğu tarihsel sorumluluktan gelen kültürel, sosyal ve politik bağlara dayandırmasında Erdoğan liderliği ile bir düşünce birliği ve tam uyum içerisinde çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır (Bakınız Murinson, 2006). Dolayısıyla, Erdoğan liderliği için Türkiye’nin ulusal çıkarları büyük güç olmaktan geçmekte, bu da Osmanlıya benzer genişlikte bir etki alanı oluşturulması ile mümkündür (Güler, 2017: 207). Erdoğan, her platformda tarihi ve kültürel bağlara, daha doğrusu Osmanlı kimliğine başvurmuştur (Battır & Ateş, 2013: 36). Bu doğrultuda Davutoğlu, “stratejik derinlik” adlı eserinde, Türkiye’nin coğrafi ve tarihsel bir derinliği olduğunu dolayısıyla bu ülkenin dünya politikasında birden fazla bölgede potansiyel etkinlik alanları üzerinden merkez bir devlet olarak yükselmesinin, böyle bir stratejik derinlik içerisinde gerçekleşeceğini savunmuştur (Davutoğlu, 2012). Bunun için Türkiye, bölgesinin tarihi ve coğrafyasıyla iletişime geçmeli, Osmanlı kimliğinden kaynaklanan tarihsel derinliği ile coğrafi konumunun derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturulmalıdır (Davutoğlu, 2012). Bu konuda, yeni Osmanlıcılığın içerdiği hegemonya vurgusundan kaçınmak isteyen Davutoğlu, bunun yerine bölgede yeni bir düzenin ifadesi olarak Osmanlı Barışı kavramını kullanmayı tercih etmiştir. Burada kullanılan Osmanlı barışı kavramı, artık Osmanlı geçmişine yönelik gerileme algısının yerini bir olumlamaya bıraktığını göstermektedir. 376 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Osmanlı’nın olumlanması, içeride medeniyet olarak Osmanlı geçmişine yönelik büyük bir özlem ve alakayla bir arada yürümüş, Kemalizm’in Cumhuriyet tarihine yönelik Osmanlı’dan kopuş tezine bir meydan okumayı temsil etmiştir. Bu bağlamda, özellikle 1990’larda Osmanlı tarihi ve Cumhuriyet tarihini ele alan çalışmalar artmış; sonuçta revizyonist bir yaklaşımla, Osmanlı ile Cumhuriyetin birlikte anılmıştır. Cumhuriyetin Osmanlı’nın bakiyesi olduğu fikri yerleşmiş, Kemalist tarih yazımı sorguya açılmıştır. Türkiye’nin kendine yönelik tarihsel medeniyet algısı Osmanlı tarihiyle süreklilik anlayışı doğrultusunda geliştikçe, geleneksel İslam, iç ve dış politikada Kemalizm’in Batılı meşruiyet anlayışının yerini almıştır. Osmanlı geçmişine yapılan vurgu, medeniyet söyleminde Batı’yı merkez almış ve bu doğrultuda Ortadoğu’nun meselelerinde kendisiyle arasına mesafe koyan Kemalizm’in Batılı kimlik anlayışına bir meydan okumadır. Geleneksel İslamcılara göre, Yeni-Osmanlıcılığın yaratacağı etkinlik alanı, Osmanlı kadim tarihiyle süreklilik anlayışı içersinde çok daha geniş bir alanının meşru olarak savunulmasına olanak tanıyacaktır. Bu doğrultuda, Yeni Osmanlıcılığın özünde tek boyutlu dış politikanın yerine çok boyutlu dış politikayı koymak olduğu savunulmuştur. Yeni Osmanlıcılık kapsamında, Soğuk Savaş’ın Batı kampına bağlılık ve diğer coğrafyalara yönelik ilgisizliği ifade eden tek boyutluluktan kurtulmak ve “başta Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya olmak üzere komşu coğrafyalara açılımdan dem vuran dış politika stratejisi, komşu coğrafyalar nezdindeki Osmanlı geçmişi üzerinden anlamlandırılmıştır” (Tüysüzoğlu, 2013: 306). Ayrıca, artık sadece komşu ülkeleri ilgilendiren sorunlarla sınırlı kalmayarak, Afro-Avrasya coğrafyasındaki tüm sorunların çözümünde meşru bir aktör haline gelmek hedefi söz konusudur (Bakınız Erdağ & Tuncay, 2013). Bu bağlamda “Erdoğan’ın şu sözlerine rastlamak mümkündür: “Biz Asya’yı bırakıp Avrupa’ya, Avrupa’yı bırakıp Asya’ya yönelen bir ülke değiliz. Kuzeyi bırakıp güneye, güneyi bırakıp kuzeye yönelen bir ülke değiliz. Biz artık dünya ülkesi Türkiye’yiz” (Sunar, 2013: 447: Erdoğan). Bu söylemde Türkiye’ye yönelik dünya sahnesindeki merkezilik vurgusu da aşikârdır. Bu dönemde, Türkiye Yeni Osmanlıcılığın komşularla sıfır sorun siyaseti çerçevesinde başta Suriye olmak üzere sadece Ortadoğu’nun devletlerini yanına çekmekle kalmamakta, Orta Doğu ve bütün bir Afro-Asya bölgesinde arabuluculuk ve ekonomik işbirlikleri üzerinden pro-aktif bir diplomasi örneği göstermektedir. Çok-taraflılık” nosyonuna yapılan vurgu da, özellikle dünya’nın ekonomik ağırlık merkezinin Batı yarımküresinden Doğu yarımküresine doğru hareket ettiği ifade edilmekte,“politik bir yaklaşım olarak güçlü ve üretken ekonomik model stratejik düzlemde en önemli araç olarak görülmektedir” (Caşın, 2013: 151). Bu doğrultuda, Türkiye’nin çok yönlü girişimlerine örnek olarak Suriye ve Rusya ile vizesiz seyahat anlaşmaları Tematik 377 yapılmış, Lübnan, Suriye ve Ürdün ile serbest ticaret bölgesi anlaşmaları imzalanmıştır. Bunun dışında, Çin’le ilişkiler Uygur meselesinden bağımsız olarak ve Hindistan’la ilişkiler de Pakistan’la ilişkilerinden bağımsız olarak geliştirilmiştir. (Özkan, 2011: 126). Aynı zamanda, Kuzey Kore ve Japonya gerekse Endonezya, Malezya, Afganistan, Pakistan, Bangladeş gibi Asya’nın Müslüman ülkelerine yapılan geziler, çok yönlü bir aktivizmin sonucudur. Türkiye’nin Afrika Birliğindeki gözlemci statüsü (2005), Afrika Kalkınma Bankasına üyeliği (2008), Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliğindeki (ASEAN) gözlemci statüsü (2010), G-20’deki aktif varlığı, 2008-2010 arası BM Güvenlik Konseyindeki geçici üyeliği bu çok yönlü çerçevede değerlendirilmelidir (Özkan, 2011: 117, 129). Dış politika alanlarının çeşitlendirilmesinde, “Türkiye Şanghay İşbirliği örgütüne girmek istemekle de, etki alanını genişletmek ve “sert güç” ve “yumuşak güç” unsurlarının birlikte kullanılmasını ifade eden “akıllı güç” olma politikası izlemek istemiştir” (Erol, 2007: 48). Erdoğan liderliğinin, Kuzey ve Sahra altı Afrika ve Latin Amerika gibi zayıf ülkelere yönelik ekonomik açılımları da, uluslararası sistemde geniş bir kabul görme ve etkinlik arayışına işaret etmiştir (Ünay, 2010: 31). Batı boyutuna ek olarak sadece Orta Doğu’da değil, Asya’dan Afrika’ya tesis edilen bu çok yönlü ilişkiler trafiği içerisinde Türkiye’nin uluslararası arenada kendini belli eden, sözü geçen bir aktör olarak amaçladığı konum, Soğuk Savaş sonrası çok kutuplu dünyada bir etkinlik mücadelesini ifade etmektedir. Burada, aynen Kemalizm’in Batılı medeniyet anlayışının küreselleşmede birinci kampı temsil eden grupta yer alarak, dolaylı da olsa merkezi bir konumu amaçlaması gibi, 2000’lerin liberal İslam’ı da Doğulu bir medeniyet söylemi üzerinden, bu sefer Doğu dünyasında etkinlik ve liderlik anlayışı üzerinden küresel süreçlere dâhil olmayı amaçlamaktadır. Yeni Osmanlıcılık altında Türkiye’nin, Doğu’yla Batı arasında 1990’ların “köprü” retoriğinin amaçladığı merkez konumun da ötesinde, küresel bir rol üstleneceği savunulmuştur. Bu doğrultuda bölgesel çıkarlar söz konusu olduğunda Batı’yla ters düşülebileceği de kabul edilmiştir. Bu bağlamda, çok-taraflı ilişkilerin geliştirilmesinin, ülkeyi özellikle Batı bloğunun temsilcileri karşısında daha güçlü kılacağı önerilmektedir. Yeni Osmanlıcılık, Batı’yı reddetmemekle beraber, bu sefer “Batı’ya rağmen Doğu”’ya yönelişin, başka bir deyişle bölgesel çıkarlar gerektirdiğinde Batı’yla ters düşülebileceğinin bir ifadesidir. Örneğin, Yeni Osmanlıcılık altında Türkiye’nin çabası Orta Doğu’daki Batılı etkisini zayıflatmaya yönelik olmuş, dolayısıyla Türkiye her zaman ABD’nin çıkarları ve tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmemiş ve ABD için az öngörülebilir olmuştur (Karataşlı, 2015: 412). Erdoğan’ın, Hamas’a verdiği sürekli destek veya İslami hareketlerle ve örgütlerle olan bağları bu çerçevede algılanabilir. Yine Erdoğan’ın Davos çıkışı (30 Ocak 2009), Mavi Marmara olayı (1 Mayıs 378 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 2010) ile ilgili olarak, bu krizlerinin ana çıkış noktası İsrail’in Gazze’ye uyguladığı abluka siyasasıdır (Toros, 2011: 190). “Erdoğan’ın içeride orduya, dışarıda İsrail’e yönelik tavırları Kemalist statükoya ve hatta egemenlere karşı mücadelenin bir simgesi olarak da anlaşılabilmektedir” (Güler, 2017: 216). Bu süreçte, Türkiye açısından ne ABD, ne de İsrail ile ipleri koparma söz konusu olmasa da, Batı’ya karşı dik duran bir Türkiye imajı altında, Erdoğan liderliğinin içerideki meşruiyet zemini Doğu medeniyet algısından beslenmektedir. Yeni Osmanlıcılığın zirve yaptığı dönem 2011’dir. Bu dönemde, Orta Doğu’nun baskıcı yönetimlerine karşı demokrasi talep eden Arap Baharı ayaklanmalarında, kitleler demokratik bir ılımlı İslam modelini temsilen Türkiye’ye yüzünü dönmüştür. Türkiye modeli, bölgesinde istikrarın getirdiği güvenlik üreten ülke olarak bir kez daha öne çıkmış, Tunus Dışişleri Bakanı Addüsselam, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için Arap halklarının hep özlem duyduğu güçlü ve dürüst bir lider ifadesini kullanmış, Erdoğan’ın baskı altındaki halkların sesi olduğunu ve Türkiye’yi model aldıklarını ifade etmiştir (Caşın, 2013: 140,141). Osmanlı geçmişinden kaynaklanan ve Doğu’nun kültürel referanslarını temel alan geleneksel İslam için, Doğu, içeride birlik ve bütünlük içeren harsın daha geniş bir uzantısı olarak ortak bir medeniyet havzasını simgelemektedir. Fakat Doğu addedilen kuşak içerisinde, dil, din, mezhep, etnik aidiyet gibi içerikler belirgin bir biçimde farklılaşmakta, bu da bölgenin neden halen bugün savaş ve terörün merkez üssü olduğunu açıklamaktadır. Bu durumda Arap Baharının yerini adeta bir Arap sonbaharına bırakmasıyla baş gösteren kaos ve çatışma ortamı altında Yeni Osmanlıcılık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Arap baharının sönmesiyle beraber, Orta Doğu’nun mevcut kaotik ortamının yerini çatışmaya bırakması, Yeni Osmanlıcılığın meşruiyet zeminini de zedelemiştir. Suriye politikası uzun süreli ve derin bir sorun sarmalına dönüşmüş, İsrail ile kriz olağanlaşmış, Kıbrıs konusunda daha ileri adımlar atılamamış, Irak ile sorunlu bir döneme girilmiş, Ermenistan’a açılım girişimi devam ettirilememiştir (Battır & Ateş, 2013: 38). “Komşularla sıfır sorun politikasının üzerine daha çok her biri diğerinden farklı olarak değerlendirilmesi gereken olayların gölgesi düşmüştür” (Falk, 2014: 17). Özellikle Orta Doğu söz konusu olduğunda, Erdoğan’ın dış politikası ideolojik, ütopyacı ve müdahaleci bir devlet politikası olarak yorumlanmış, bu şekilde herkesle çatışma içine girmenin kaçınılmaz olduğu öne sürülmüştür Bu nedenlerden ötürü Türkiye’de bir kesim, Erdoğan’ın dış siyaset politikasını “agresif ” ve güç kullanmaya meyilli olarak görmüş ve ülkenin sadece birkaç bölgesel müttefikle kalmasını olağan bulmuştur. Kemalist dış politika anlayışına karşılık, yeni Osmanlıcılığın Türkiye’yi Orta Doğu’laştırdığı, Batı yönelişine karşılık bir “eksen kayması” yarattığı ve ideolojik/İslamcı bir eksende formüle edildiği öne sürülmüştür. Tematik 379 Her ne kadar Osmanlı barışı ve Yeni Osmanlıcılığın komşularla sıfır sorun siyaseti sekteye uğramışsa da, halen bugün Türkiye’nin medeniyet retoriğinin Doğu’yu Batı’ya karşı öncelediği, hatta Afrika üzerinden Güney’e açılımı dahi Batının emperyalizmine bir eleştiri olarak Doğu-Batı retoriği üzerinden harekete geçirdiği gözlemlenmektedir. Yeni Osmanlıcığın, geleneksel Batıcı Kemalist dış politikanın terki ve çok boyutluluk anlamında, İslam kimliğinin ön planda olduğu Osmanlı geçmişine yönelik medeniyet algısı devam etmektedir. Yeni Osmanlıcılık siyasetinin getirdiği fark, Ankara’nın içeride medeniyet olarak Osmanlı geçmişinden esinlenen bir Doğuya yöneliş, dışarıda ise uluslararası sahneyi bugün artık kendisi açısından yorumlaması, Batı’yı dışlamamakla beraber, Batı’dan bağımsız bir siyaset düsturu edinmesidir. “Türk dış politikasındaki “medeniyet derinliği” arayışı olarak tanımlanabilecek bu yeni arayış, Kemalist dış politikanın bir türlü çözemediği kimlik sorununa ciddi bir açılım getirmekte, bu itibarla en büyük dönüşüm kimlik/benlik algılamasında yaşanmaktadır (Duran, 2010). “Türk iç ve dış siyasetinde dönüşen kimlik algılamalarının çerçevesini, yeniden canlandırılan bir medeniyet kurma bilinci oluşturmaktadır. Türkiye’nin merkez ülke olduğunu sıklıkla vurgulayan bu bilinç, Türkiye insanına medeniyet kurma ve düzen oluşturma rolünü hatırlatmaktadır.” (Duran, 2010). Bunu yaparken Osmanlı medeniyet geçmişine yapılan referans, Kemalizm’in aksine, Erdoğan liderliğini tanımlamaktadır. SONUÇ Pozitivist ideolojinin etkisi altında, Batının bilim üzerine kurulu olduğu ve eğer bilim evrenselse Batının da evrensel olması gerektiğini savunarak kültürün de Batılılaşmasını öngören Kemalizm, Osmanlı geçmişinde Doğuyu, Doğuda dini, dinde neredeyse gericiliği görmüştür. Erdoğan liderliğiyle karakterize edilebilecek 2000’li yılların Türkiye’sinde ise Doğu’nun olumlanması, hatta yüceltilmesi Osmanlı geçmişiyle kurulan bağda, bu bağ ise Türk kimliğindeki İslam’ın önceliğinde aranmalıdır. Erdoğan liderliğinin din, tarih ve geleneğe olan inancında ortaya çıkan bu bağ Türk toplumunun bugün için çoğunluğunu simgelemektedir. Bu bağlamda, geleneksel İslam, kendini Batı usulü olmaksızın büyük bir medeniyetin temsilcisi olarak görüşünde, klasik Osmanlı mirasından gelen tarihsel bir süreklilik anlayışını temsil etmektedir. Dini de kapsayan Doğulu hassasiyetleri önceleyen bu medeniyet algısı, artık Kemalizm’in Batı’ya olan inancını Doğu’yla kurulan duygusal bağın aldığını göstermektedir. Öyle görünmektedir ki, Osmanlı geçmişiyle arasındaki bağı koparırken Kemalizm’in İslam üst şemsiyesi yerine getirdiği rasyonel Türk kimliğinin yerini bir kez daha İslam üst kimliği almaktadır. 380 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Seksenlerden itibaren ortaya çıkan revizyonist tarih yazımı altında Kemalizm’in revize edilmesiyle başlayan bu süreç, Erdoğan liderliği altında Kemalizm’le hesaplaşmaya dönüşmüş, bundan Erdoğan liderliği galip çıkmıştır. Gerek, Kürt sorununa olan yaklaşımında, gerekse türban sorunun çözümünde Erdoğan liderliğinin İslam’ı birleştirici bir üst kimlik olarak önerisinde, İslam sadece bir din değil, tarih ve gelenek anlamına gelmiştir. Kemalizm’in, ekonomik devletçilik, Batıcılık, katı laiklik ve asker güdümlü siyasalarına karşı çıkmak anlamında, Erdoğan liderliği altında kabuk değiştiren bir Türkiye, Osmanlı geçmişiyle kurduğu ilişkide Kemalizm’in Osmanlıdan kopuş tezini reddederken, artık Osmanlı kökenlerine sahip çıkmaktadır. Bu durum, Osmanlı’nın merkezinde olduğu oryantalist bakış açısının Kemalistlere yüklediği Osmanlının geri kalmışlığına yönelik algıyı yerinden etmiştir. Bu doğrultuda, yeni Osmanlıcılığın bakış açısına göre, Kemalizm Tanzimat’tan bu yana Batının kendisine yüklediği değerler sistemini gönüllü olarak kabul etmiş, bu çeşit bir algı içerisinde oyun kurucu değil, Batı bağımlı bir politika izlemiştir. Bu bağlamda Erdoğan liderliğinin Yeni Osmanlıcılığı, İslam coğrafyası üzerindeki hak iddiasında, Batıyla ilişkilerinde de kendini daha çok İslam dünyasının parçası olarak görmektedir. Bunu yaparken Batıyla ilişkisini de yeniden tanımlamaktadır. Artık Batı reddedilmemekte, fakat merkez dışı edilmektedir. YeniOsmanlıcılık altında yaşanan özellikle Orta Doğu’ya yönelik Osmanlı barışının ifade ettiği etkinlik mücadelesi komşularla sıfır sorun siyasetinin sürdürülebilir olmaktan çıkmasıyla sekteye uğramıştır. Fakat Batının merkez dışı edilmesi anlamında Yeni Osmanlıcılık hem iç hem de dış sahnede halen bir referans kaynağı oluşturmaktadır. Bu doğrultuda Osmanlı kadim geleneğinden kaynaklanan yeni medeniyet algısı aslında aynı zamanda Batıya karşı yeni bir kimlik söylemidir. Dolayısıyla iç/dış politikada Kemalizm’den Erdoğan liderliğine Osmanlı geçmişiyle kurulan ilişkide medeniyet olgusunun içeriği, Doğu-Batı ilişkisini ayrıcalıklı bir sorunsal olarak kapsamaktadır. Bu sorunsal eşliğinde iç ve dış politikadaki eğilimler birbirini bütünlemekteyse de kaygan bir zeminde yer alan toplum sosyolojisinin uzun vadede konjonktürel etkiler altında değişmeyeceğini öngörmek güçtür. Tematik 381 KAYNAKÇA BATTIR, Orhan ve ATEŞ, Davut, (2013), “Türkiye Bölgesel Hegemonya Arayışında Mı?”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, No.29, ss.31-44. BERİŞ, Emrah H., (2008), “Türkiye’de 1980 Sonrası Devlet Sermaye İlişkileri ve “Parçalı Burjuvazi”nin Oluşumu”, Ekonomik Yaklaşım, Vol.19, No.69, ss.33-45. BERKES, Niyazi, (1978) Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul. BURAK, Begüm, (2011), “The Role of the Military in Turkish Politics: To Guard Whom From What?”, European Journal of Economic and Political Studies, 4, ss. 143-170. CAŞIN, Mesut Hakkı, (2013), “Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika Felsefesi ve Uygulamaları”, Haydar Çakmak (ed.), Liderlerin Dış Politika Felsefesi ve Uygulamaları, Doğu Kitabevi, İstanbul, ss.125-159. ÇAVUŞOĞLU, Hüseyin, (2009), “Türk Siyasal Hayatında Merkez Sağ Çizginin Tarihi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:19, Sayı:2, ss.265-278. ÇİĞDEM, Ahmet, (2004) “Türk Batılılaşması’nı Açıklayıcı Bir Kavram: Türk Başkalığı – Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon”, Kocabaşoğlu, U. (ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce – Modernleşme ve Batıcılık Vol.3, 3rd Edition, İletişim Yayınları, İstanbul, ss.68-81. DANFORTH, Nicholas, (2008), “Ideology and Pragmatism in Turkish Foreign Policy: From Atatürk to the AKP”, Turkish Policy Quarterly, Vol. 7, No.3, ss. 83-95. DAVUTOĞLU, Ahmet, (2012), Stratejik Derinlik–Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları (79. Baskı), İstanbul. DURAN, Burhanettin, (2010), “Burhanettin Duran: Türk Dış Politikasında ‘Medeniyet Derinliği’ Arayışı Var”, Anlayış – Aylık Siyaset, Ekonomi, Toplum Dergisi, Sayı 84, http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?makaleid=5375 (Adresinden 15 Aralık, 2017’de alınmıştır). DURAN, Burhanettin, (2011), “Türk Dış Politikasının İç Siyaset Boyutu: 2010 Değerlendirmesi”, Türk Dış Politikası Yıllığı 2010, SETA Yayınları, Ankara, ss. 13-64. ERDAĞ, Ramazan ve KARDAŞ, Tuncay, (2013), “Türk Dış Politikası ve Stratejik Kültür”, Burhanettin Duran, Kemal İnat ve Ufek Ulutaş (eds.) Türk Dış Politikası Yıllığı - 2012, SETA Yayınları 29, Ankara, ss.65-90. EROL, Mehmet Seyfettin, (2007), “11 Eylül Sonrası Türk Dış Politikasında Vizyon Arayışları ve “Dört Tarz-ı Siyaset””, Akademik Bakış, Vol.1, No.1, ss.33-55. FALK, Richard, (2014), “Can the U.S. Government Accept an Independent Turkish Foreign Policy in the Middle East?”, Insight Turkey, Vol.16, No.1, ss.7-18. GÖNLÜBOL, Mehmet and KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, (1985) “A General Look at 382 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Turkish Foreign Policy During the Period of Atatürk”, Turkish Review, No.1, ss.26-42. GÜLER, E. Zeynep, (2017), “Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos “Şovu” ve Etkileri”, Memleket Siyaset Yönetim, Sayı 28, ss.205-231. HEPER, Metin, (2013), “Islam, Conservatism, and Democracy in Turkey: Comparing Turgut Özal and Recep Tayyip Erdoğan”, Insight Turkey, Vol.15, No.2, ss.141-156. HOUSTON, Chris, (2006), “The Never Ending Dance: Islamism, Kemalism and the Power of Self-Institution in Turkey”, The Australian Journal of Anthropology, Vol.17, No.2, ss.161-178. KARATAŞLI, Şaban Savaş, (2015), “The Origins of Turkey’s “Heterodox” Transition to Neoliberalim: The Özal Decade And Beyond”, Journal of World-Systems Research, Vol:21, No:2, ss.387-416. KAYNAK, Bahadır, (2012), “Dilemmas of Turkish Foreign Policy”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Vol.8, No.32, ss.77-96. KİLİ, Suna, (2005) Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (9. Baskı), İstanbul. MAGUED, Shaimaa, (2012), “Restructuring State-Society Relations under the Rule of the AKP through Diplomacy”, Akademik İncelemeler Dergisi, Vol.7, No.2, ss.27-48. MANGO, Andrew, (1968) Turkey, Walker and Company, New York. MARDİN, Şerif, (1995) Türkiye’de Toplum ve Siyaset – Makaleler 1, İletişim Yayınları (5. Baskı), İstanbul. MURINSON, Alexander, (2006), “The Strategic Depth Doctrine of Turkish Foreign Policy”, Middle Eastern Studies, Vol.42, No.6, ss.947-954. ONGUR, Hakan Ovunc, (2015), “Identifying Ottomanisms: The Discursive Evolution of Ottoman Pasts in the Turkish Presents”, Middle Eastern Studies, Vol.51, No.3, ss.416-432. ORAN, Baskın, (1999), Atatürk Milliyetçiliği- Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme, Bilgi Yayınevi (5. Baskı), Ankara. ÖNİŞ, Ziya ve TUREM, Umut, (2001), “Business, Globalization and Democracy: A Comparative Analysis of Turkish Business Associations”, Turkish Studies, Vol.2, No.2, ss.94-120. ÖZKAN, Mehmet, (2011), “Turkey’s “New” Engagements in Africa and Asia: Scope, Content and Implications”, Perceptions, Vol.16, no.3, ss.115-137. SUNAR, Burcu, (2013), Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Dış Politika Söyleminde Temalar: Türkiye Bülteni Üzerine Bir İnceleme”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Vol.18, No.3, ss.431454. Tematik 383 TOKER, Nilgün and TEKİN, Serdar, (2004) “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri: Kamusuz Cumhuriyet’ten Kamusuz Demokrasi’ye”, Kocabaşoğlu, U. (ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce – Modernleşme ve Batıcılık Vol.3, 3rd Edition, İletişim Yayınları, İstanbul, ss.82-106. TOROS, Emre, (ed.), (2011), Türkiye’de Siyasi Liderlik: Dönemler, Özellikler ve Karşılaştırmalar: Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan Örnekleri, Ankara: Atılım Üniversitesi Yayınları. TUNCER, Hüner (2015), Özal’ın Dış Politikası 1983-1989, Kaynak Yayınları, İstanbul. TUNAYA, Tarık Zafer, (2003) Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), Bilgi Üniversitesi Yayınları (2. Baskı), İstanbul. TÜYSÜZOĞLU, Göktürk, (2013), “Milenyum Sonrası Türk Dış Politikası: Yeni Osmanlıcılık Ve Türk Avrasyacılığı Ekseninde İnşa Edilen Bir Pragmatizm”, Alternatif Politika, Vol.5, No.3, ss.295-323. ÜNAY, Sadık (2010), “Economic Diplomacy for Competitiveness: Globalization and Turkey’s New Foreign Policy”, Perceptions, Vol.15, No.3-4, ss.21-47. Tematik 385 MOTİVASYON PARAMETRELERİ YENİDEN YAPILANMA SÜRECİNDEN ETKİLENİR Mİ? : BİR ALAN ARAŞTIRMASI DO MOTIVATION PARAMETERS BE INFLUENCED FROM RECONSTRUCTION PROCESS ? A FIELD SURVEY Nilay KARASAKAL1 ÖZET Son yıllarda giderek artan küreselleşme olgusunun etkisi, teknoloji alanındaki gelişmeler, acımasız rekabet ortamı, sürekli değişen müşteri istekleri gibi nedenlerle, günümüz işletmeleri, ‘değişim’ konusu ile daha fazla ilgilenmek hatta bunu bir zorunluluk olarak görüp adapte olmak durumunda kalmışlardır. Yeni ve daha zor bir piyasa ortamında rekabet edebilmek için, işletmelerin yapılarında artık köklü değişiklikler gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bu durum işletmeleri, rekabetin yeni gerekleri doğrultusunda, köklü biçimde yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Yapılanma çalışmalarının insan kaynağı üzerindeki etkisi burada önemle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Çünkü, günümüzde işletme yönetimlerinin sahip oldukları ve farkına vardıkları en önemli kaynaklarının başında insan kaynakları gelmektedir. İnsan kaynağına odaklanan ve onun memnuniyetini öncelik alan yeni yönetim yaklaşımlarının temel hedefi, işletme çalışanının işe bağlılığını, motivasyonunu arttırmak ve onu organizasyonel yurttaş haline getirmektir. Değişen koşullara ayak uydurabilmek için yeniden yapılanma sürecini yaşayan işletmelerde, çalışanların motivasyonunu arttırmak için en doğru yöntemler uygulanmalıdır. Yapılanma süreci boyunca gerçekleşen değişiklikler işletme çalışanları açısından bir kaygı ve endişe doğurabileceği gibi bunun tam tersine bir gelişim ve ilerleme fırsatı olarak da görülebilir. Burada önemli olan işletme yönetiminin tutumu, davranışları ve insan kaynağına yönelik stratejileri ve politikalarıdır. Yapılanmanın bir değişimi getireceğini ve bu değişiminde kendilerini olumsuz etkileyeceğini düşünen çalışanlarda kaygı ve endişenin olması doğal bir sonuç olarak görülmelidir. Bu değişim hamlelerini kendisi için fırsat gören çalışanlar için ise yapılanmanın bir motivasyon kaynağı olması da düşünülebilmektedir. Yapılan bu çalışma ile, yeniden yapılanmanın işletme çalışanlarının motivasyonları üzerinde bir etkisinin olup olmadığı ve varsa ne yönde olduğunu ortaya koymak amaçlanmıştır. Araştırmada; ‘ Yeniden yapılanan 1 Dr., Kocaeli Üniversitesi, nkaleli78@hotmail.com 386 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI bir işletmede tüm çalışanların motivasyon parametreleri olarak tespit edilen kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki, kişisel yetke değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık var mıdır?’ sorusu cevaplandırılmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Yeniden Yapılanma, Motivasyon, Demografik Değişkenler ABSTRACT In recent years, due to causes as increasing globalization fact’s impact, developments in technology area, cruel competition ambience, everchanging customer demands, today’s businesses deal with ‘change’ issue more, even they observe this situation like obligation and adjust. In new and difficult market, for competing, businesses must revolutionise in their constructions. This situation force these businesses to reconstruction toward the new logic of competition. The impact of Reconstruction studies on human resources is very important point at this situation. Because, human resources are the most important resources which are owned and noticed by business managements. The basic aim of new management approaches which focus human resource and prioritize it’s pleasure increase employee motivation, bondage and reduce into organizational citizen. True methods which increase motivation must be practiced in the business in reconstruction process. During reconstruction process, realized changes can compose an anxiety for business employees on the other hand, reconstruction is seen as a development and an advance. The manners, behaviours, strategies and politics of business management for human resources are very important in this process. Reconstruction will reduce a new change and this change can create anxiety on employees that they thougt that it can do negative impact on them. This situation must be seen as a nature result. These change moves can be thought as a motivation source for employees in reconstruction process. With this study, reconstruction whether has a impact on business employees’s motivation or not and if there is , to determine direction of this impact are aimed. In survey, “do motivation parameters which are named as personal satisfaction, skill, influence and power be influenced from reconstruction process ?” and “is there a different between before and after of reconstruction ?” questions will be replied. Keywords: Reconstruction, Motivation, Demographic Variables Tematik 387 1.LİTERATÜR ÖZETİ Günümüzde, dünyada en fazla tartışılan ve konuşulan konuların başında, değişim kavramı yer almaktadır. Özellikle son yıllarda giderek artan küreselleşme olgusunun da etkisiyle işletmeler, ‘değişim’ konusu ile daha fazla ilgilenmek durumunda kalmışlardır. Yeni ve daha zor bir piyasa ortamında rekabet edebilmek için, işletmelerin yapılarında köklü değişiklikler gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bu durum işletmeleri, rekabetin yeni gerekleri doğrultusunda, köklü biçimde yeniden yapılanmaya zorlamaktadır(Tüz, 2004: 5). 20. yüzyılın son çeyreğinde olağanüstü bir hız, derinlik ve kapsam kazanmaya başlayan değişim kavramı şu şekilde tanımlanabilir; ‘ Mevcut durumun, iletişim ve irtibat halinde olunan çevre koşullarının ihtiyaçları karşısında, artık çaresiz ve kayıtsız kalınması durumunda işletmeyi yeniden yapılandıracak ve o ihtiyaçları giderebilecek düzeyde bireysel ya da organizasyonel anlamda yeni fikirler üretebilmek için karar verme ve bunu uygulama sürecidir(Vardar, 2001: 21). Kurumsal anlamda değişim, durumu çok daha zor ve karmaşık bir hale getirmektedir. Kurumsal anlamda değişebilmek ve gerektiğinde yeniden yapılanabilmek bireysel anlamdaki değişime nazaran çok daha komplike ve karmaşık olarak değerlendirilebilir. Organizasyonları değişime iten çevresel koşullardaki hızlı değişimi farkettiğimizde bile o değişiklikleri hayata geçirene ve uygulayana kadar yeni bir çevresel değişim etkisiyle karşı karşıya kalınabilir. Bu nedenle değişimi gerekli kılan problemlerle karşılaşmadan önce, bu problemlerin çözüm yollarını bulmak ve organizasyon yapısını bu şekilde geleceğe hazırlamak en önemli stratejilerden biri olmalıdır. Günümüzde çok üretebilmenin ötesinde kaliteli ve alıcıların ihtiyaçları doğrultusunda ürünler ortaya çıkarabilmek işletmenin en önemli stratejileri arasında sayılmaktadır. Kaliteli üretimin temelinde yatan en önemli unsur ise, o mamülü oluşturacak hammadde ve yarımamullerde kalitenin yakalanabilmesi mantığıdır. Günümüz işletmeleri, bu konuda önemli yatırımlara girmiş durumdadırlar. Çünkü, müşteri taleplerindeki değişim hızına ayak uydurabilmek ve rakiplerine göre daha kaliteli ürünleri ortaya çıkarabilmek adına yeniden yapılanmak zorundadırlar. Ancak bu sayede yeni ve değişen teknolojik gelişmelere paralel olarak işletmeler üretim girdileri açısından değişim süreci başlatabilirler. Yeni gelişen pazarlarda pay oranını yükseltebilmenin en temel unsuru ise, ürün ve hizmet çeşitliliğine gidebilmektir. Değişim ve yeniden yapılanma konusunda duyarsız kalan bazı işletmelerin, değişime odaklanmamalarının bazı temel nedenleri vardır. 388 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Kısa vadeli düşünme, ben merkeziyetçi bir yönetim anlayışını benimsemiş olma, yenilikçi düşünce ve yaratıcılık gibi unsurların azalması ya da yokolması, organizasyon içerisinde çıkar gruplarının değişime karşı tutum takınmaları, iletişim seviyesinin düşük olması ve liderlik ve ekip çalışması gibi noktalarda bilgi, beceri ve iş bitirme eksikliği bu temel etkenler olarak söylenebilir(Vardar, 2001: 25). Bir işletme yönetimi, üst ve ast yöneticileri dahil, sorumluluk paylaşımını ve tam katılımı ile insana saygıyı ön plana alan yönetim felsefesini, bir işletme kültürü olarak yerleştirmelidir. Amaç, kişilerin işlerini en verimli ve en tatminkar şekilde yapabileceği koşulları belirleyip, bu faktörleri işletme başarısına çevirebilmektir(Tekin, 2004:53). Organizasyon içerisinde iş üreten ekibin değişim ve yeniden yapılanma sürecindeki motivasyonunun arttırılmasında gerekli görülen en önemli unsur, hiyerarşik kademeler arasındaki iletişimin yüksek düzeyde sağlanması ve karar alma prosedürlerine alt kademe çalışanlarının da dahil edilmesi gerçeğidir. Genel olarak yeniden yapılanma, rekabet gücünü arttırarak hayatta kalabilmek, daha fazla kar etmek ve sürekli bir gelişme temposu içine girebilmek için; bir işletmenin hızla değişen dünya şartlarına ayak uydurmak üzere, kendisini fiziki ve psikolojik alanlarda baştan aşağı yeniden düzenlemesidir. Bunun için, işletmenin, hızla değişen dünya koşullarında işlerinin kısa, orta ve uzun vadede hangi istikamette gittiğini görebilmesi, bununla ilgili, geleceğe yönelik tahminde bulunması yani bir vizyon belirlemesi ve belirlenen bu vizyona göre yeni gelişme stratejilerini tayin ederek fonksiyonel organizasyonunu ve işletmesini yeniden düzenlemesi gerekmektedir(Çetin, 1996: 3). İşletmedeki herhangi bir yeniden yapılanma projesinin işletmede başarılı olabilmesi için, işletmenin en üst düzeydeki yöneticileri tarafından desteklenmesi gereklidir. Verilen destekle personel heveslendirilmeli, teşvik edilmeli ve moralleri yükseltilmelidir. Bu destek proje sürecince devamlı olmalıdır. Örgütsel eksikliklerin belirgin ve rahatsız edici bir boyuta gelmesi yine değişimi zorunlu kılmaktadır. Örgüt içerisindeki eksiklikler ise; yetki ve sorumlulukların belirtilmemesi nedeniyle çıkan problemler, karar vermede ve uygulamada yavaşlık, yetersiz iletişim, işletmenin çeşitli işlevlerinde dar boğazlar olması, amaçların açık ve belirgin olmaması, etkisiz ve verimsiz çalışmalar, bölümlerarası çatışmalar ve kişilik çatışmaları, iş tatmizsizliği, bölümlerin birbirlerine hatalı bir biçimde bağlanması ve dengelenmemesi, yürütme ve danışma organları arasındaki çatışmalar, yetersiz uzun dönem planlama ve araştırma, yeni fikir eksikliği ve denetim alanının aşırı genişliği olabilir. Yukarıda maddelenen örgütsel eksiklikleri ortadan kaldırmak ve çevredeki değişime uyum sağlamak için her yönetici yeniden Tematik 389 yapılanma çabasına girişmeli böylece işletmenin yeni alanlara girmesini kolaylaştıracak bir yapı oluşturulmalıdır. Hemen hemen bütün işletmelerde, uzun süre belli bir yöneticinin emrinde çalışan bir ast, yöneticinin değiştirilmesi ve yenisinin göreve getirilmesi durumunda da direniş gösterebilir. Ancak astın direniş gösterip göstermemesi ya da bu tepkilerin derecesi, astın önceki amiri ile olan ilişkisinin olumlu ya da olumsuz olması durumunda değişebilir. Başka bir ifade ile, uzun bir süre birlikte çalışılan ve alışılan amirin değiştirilmesi sonucu, yerine gelecek amir bir de kurum dışından biri ise, çalışanlarda yeni amire karşı bir korku ve çekingenlik oluşacaktır. Dolayısıyla, astlar, yeni amiri tanıyıp, ona alışıncaya ve iş yaptırma kurallarını öğreninceye kadar, yeni amire şüphe ve korkuyla bakacaklardır. Asıl önemli olan da, yeni üstün astlar hakkında ne gibi bir kanıya sahip olacağıdır. İşte bu gibi kaygılar, çalışanlarda güven ve tatmin sıkıntısı yaşatacak ve motivasyonu düşürecektir. İşletme yönetiminin yeniden yapılanmayı uygulama sürecinde, yukarıda ifade edilen çalışan tutumlarıyla karşı karşıya kalma sebeplerinden ve yönetimin yaptığı hatalardan bazıları; yeniden yapılanma hayata geçmeden önce söylentinin yayılması, süreçler üzerinde yoğunlaşılmaması, mevcut durumu analiz etmeye çok fazla zaman ayrılması, güçlü bir lider olmadan işe başlanılması, yapılanma sürecinde çekingen davranılması, tasarımdan hemen sonra uygulamaya geçilmesi, yeniden yapılanmada yavaş davranılması, işin bazı kısımlarının kapsam dışı bırakılması, geleneksel bir uygulama tarzının benimsenmesi ve çalışanların kaygılarının gözardı edilmesi şeklinde olabilir(Hammer&Stanton, 1998: 23). İşletme yönetiminin hata yapmaması ya da yapılan hataların tekrarlanmaması için bazı yönetim tarzları benimsemelerine yapılanma sürecinde ihtiyaç vardır. İşletme genelinde planlanan değişiklikler, işletme personeli tarafından kesin ve açık olarak bilinmelidir. Çoğu insanlar, onları etkileyecek olan değişiklikler hakkında yeterli bilgilere sahip olmazlarsa, yapılan bu değişikliklerde gizlilik sözkonusu olursa, bundan oldukça tedirgin olacaklardır. Bu durumda, yapılacak değişiklik bir organizasyonun hangi kısmı için yeni teknoloji, süreç ve yöntemleri uygulamaya koyacaksa, bunun açık ve kesin bir şekilde bildirilmesi gerekmektedir ve değişikliğin niteliği, insan kaynağına getireceği yararlı durum ve sonuçları açıklanmalıdır. Önemli bir konu da, değişiklikten etkilenen insan kaynağının, değişikliğin bizzat geliştirilmesine, yaratılmasına ya da bunlar mümkün olmazsa uygulama aşamasında katılarak bu konuda söz sahibi olmasına çalışmak gerekmektedir. İnsan kaynağının katkısının olması, değişikliği benimseme ve başarıya ulaştırmada motive edecek, böylelikle personel, kendisinin işletme için gerekli olduğuna inanacak, yeni yöntemleri başarıyla 390 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI yürütebilecek veya bu yöntemlere kolayca adapte olabilecek özelliğe sahip olduğuna inanacaktır ve bu da beraberinde iş tatminini ve işe bağlılığı getirecektir. Değişikliklere başlamadan önce, bu girişimin işletme içinde etkileyeceği yönetici ve insan kaynağını önceden hazırlamak gerekir. Bu hazırlama faaliyeti, işletme içinde insan kaynağına değişikliğin yararlarını ve getireceği iş kolaylıklarını açıklayarak, onları düşünsel olgunluğa ulaştıracaktır. İşletme içinde ve dışında, insan kaynağını yeni koşullara göre eğitmek, bu yolda atılacak önemli bir adım olacaktır. Böylelikle, ilgili insan kaynağı işletmeye gelmeden önce değişikliğe hazırlanmış olacaktır. Sonuç olarak, yeniden yapılanma sürecinde, birey ya da bireylerin ihtiyaç, tutum ve inançları ile örgütsel güçleri gözönüne alınırsa, işletme yönetimi başarılı olabilecektir. İşletmeler için stratejik ve önemli kriterlerden biri de, istihdam ettikleri kişilerdir. İnsan kaynaklarının kritik olmasının sebebi, onların başarısıyla ancak işletmenin başarılı olabileceğidir. Değişime ve gelişime açık, bilgili, tecrübeli, yetenekli, sürekli eğitilebilen ve aldığı eğitimleri uygulamaya koyabilen bilinçli bir insan kaynağı işletmenin temel yapı taşı olacaktır. Bu koşulları sağlamak ve işletmeye taze kan akışını sağlamak adına, yeniden yapılanmanın uygulanacağı alanlardan birisi de insan kaynakları ve onların motivasyonu üzerindeki politikaları olacaktır. Günümüzde işletmeler kendilerine uygun insan kaynaklarını seçerken daha sistematik biçimde, profesyonel danışmanlık firmalarından destek alarak, ınternetteki havuzlarda potansiyel işgücünü biriktirip kendileri için uygun olanı seçerek ve her şeyden önemlisi de kurumsal kültürlerine adapte olabilecek işgücünü tercih etme noktasında titizlik göstermektedirler. İşletme yönetimlerinin yapılanma stratejileri adı altında insan kaynağının değerlendirilmesi ve motive edilmesi için yapacağı uygulamalardan bazıları, performans değerleme ve insan kaynağının kariyerini planlamadır. Yeniden yapılanan işletmelerde özellikle, iş ve görev tanımları ile organizasyon şemasının oluşturulması konusunda performans değerleme sonuçları oldukça önem taşımaktadır. Performans değerleme kişi düzeyinde bireysel psikolojik bir ihtiyaç olduğu halde kurum içinde insan kaynakları yönetimi bakımından çok önemli bir ihtiyaçtır. Çünkü kurumun çalışanlarının başarılarını ve başarısızlıklarını görmesi daha sonraki çalışmalarını düzenlemesi kadar çalışanların motivasyonu bakımından da önemlidir. Aynı şekilde insan kaynakları yönetimi sisteminin bir alt sistemini oluşturan Kariyer Yönetimi de, insan kaynakları fonksiyonunun etkinliğini artıracak bir süreçtir. Doğru bir kariyer planının oluşturulması, yapılanma çalışmalarında işletme yönetimine katkı sağlayacaktır. Tematik 391 Kurumların sadece fiziksel varlık oldukları şeklinde klasik varsayıma uygun bir şekilde ele alınması, kurumsal negatif davranışın nedenlerinden biridir. Duygusal açlığa neden olan ve sosyal destek bulmayı engelleyen bir örgütsel iklimde pozitif davranışların ortaya konması kolay olmayacaktır. Duygusal ve sosyal destek sağlamayan kurumsal ortamlar, hiçlik duygusu, kişisel güven eksikliği, azalan kişisel saygı hissi, düşük motivasyon, işten ayrılma isteği, iş tatminsizliği gibi negatif tutum ve davranışlara neden olacaktır(Sutherland&Cooper, 1990: 44). Kurumsal verimlilik ve etkinliğin temelinde, pozitif tutum ve davranışlarda mevcuttur. İş tatmini, motivasyon, dayanışma, yardımlaşma, örgütsel bağlılık, pozitif davranışlardan bazılarıdır. İş tatmini, örgütsel bağlılık sağlar. Örgütsel bağlılık, çalışanların kurumsal süreçlere uyum sağlamasını kolaylaştırır, çalışan işyerinin bir üyesi olabilmek için güçlü istek duyar, onun yararı için beklenenden daha yüksek seviyede çaba gösterir, işyerinin kurallarını, değerlerini ve normlarını benimser ve bunların pekiştirilmesi için özel bir misyon duygusuyla hareket eder(Robins, 1996: 25). İşletmelerde işgücü açısından örgütsel bağlılığın oluşabilmesi için, işgücünün kendine olan güveni önemli bir faktördür. Çünkü, kendine güven, hayata karşı yapıcı ve olumlu bir bakış açısını ve kendi gücüne inanmayı gerektirir(Erdoğan, 1994: 266). Bir yöneticiyi örgüt üyelerinin gözünde güvenilir yapan, onun kişisel bütünlüğü ve yönetsel etkililiğidir. Yetkinlik, tutarlılık, dürüstlük, yardımseverlik, ilgi gösterme özellikleri, yöneticinin çalışanın gözünde güvenilirliğini arttıran temel unsurlardır(Eser, 2007: 28). İşletme yönetiminin geliştirmesi gereken bazı temel iş kuralları olmalıdır. Bu kurallar; gerek çalışanına, gerekse kurum dışı paydaşlarına karşı güven vermek, adil olmak, dürüst olmak, finansal bilgileri tam olarak açıklamak, anlaşmalardaki sorumluluklara uygun hareket etmek, faaliyet gösterilen ülkelerin ulusal bağımsızlıklarına saygı göstermek, ekonomik amaçlarını desteklemek, sosyal ve kültürel değerlerine saygılı davranmak, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygılı olmak, insanlara fırsat eşitliği sunmak, işletmenin bütünlüğünü ve saygınlığını koruyup yükseltmek, ilişkide bulunulan her bireye saygılı olmak, çevre ile ilgili düzenlemeleri önemseyip gereğini yerine getirmek, ayırımcılık yapmamak gibi ilkeleri almalıdırlar. Kuşkusuz içinde bulunulan duruma göre bu kurallara yenileri de eklenecektir(Asgary&Mitschow, 2002: 239). İşletmelerin geleceği, başlarındaki ileriyi görebilen vizyoner liderlerle şekillenecektir. Çünkü, bugün dünyadaki işletmeler bilgiye dayalı rekabete geçtikçe, fiziksel varlıkları yönetmek ve onlara yatırım yapmaktan çok, manevi değerleri açığa çıkarma yeteneğinin daha önemli hale geldiğinin farkına varmışlardır. 392 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Bir işletmede liderler, daima işletmeyi geleceğe taşıyan kişilerdir. Onlar, değişim çarklarını harekete geçirmek zorunda olan ve farklı bir işletme türü arayışında en inatçı olmak zorunda olan kişilerdir. Yapılan bu çalışma ile, yeniden yapılanmanın işletme çalışanlarının motivasyonları üzerinde bir etkisinin olup olmadığı ve varsa ne yönde olduğunu ortaya koymak amaçlanmıştır. Araştırmada; ‘ Yeniden yapılanan bir işletmede tüm çalışanların motivasyon parametreleri olarak tespit edilen kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki, kişisel yetke değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık var mıdır?’ sorusu cevaplandırılmaya çalışılacaktır. 2.ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ 2.1.Araştırmanın Problemleri Araştırma problemleri şunlardır: 1. Çalışanların motivasyonu, çalışanların demografik özelliklerinden etkilenmekte midir? 2. Motivasyonu oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki, kişisel yetke faktörlerinin değerinde yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık var mıdır? 3. Motivasyonu oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki, kişisel yetke faktörlerinin kendi içlerinde anlamlı bir farklılaşma var mıdır? 2.2.Araştırmanın Evreni Kocaeli bölgesinde, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren işletmelerin ve buna bağlı olarak yan sanayilerinin sayısının çok oluşu ve bu yan sanayi işletmelerin Kobi olmaları itibariyle, yeniden yapılanma çalışmalarının sıklıkla buralarda gerçekleşmesi gerçeğini dikkate alarak, yapılanma öncesi ve sonrası ölçümlerin bu işletmelerde daha doğru sonuçlar vereceğine dair kanaatimizle, araştırmada uygulama alanı olarak otomotiv yan sanayi seçilmiştir. Yaşadığımız çağda, ülke ekonomilerinin en önemli dinamiği görevini KOBİ’ler görmektedir. KOBİ’ler, faaliyette bulundukları pazarın gereksinimlerini karşılamakta, büyük işletmelerin ihtiyaç duydukları yan sanayi ürünlerini üretmekte ve ek hizmetlerle katkılar sağlamakta, diğer taraftan makro ekonomi açısından da istihdama büyük bir olumlu etki oluşturmaktadırlar(Kayabaşı, 2008: 37). Bu önem göz önüne alındığında, KOBİ’lerin faaliyetlerinin etkinlik düzeyinin arttırılması ve değişen koşullara ayak uydurmaları, sonuç olarak yeniden yapılanma sürecini sürekli olarak bu koşullar ışığında sürdürmeleri bir zorunluluk haline gelmektedir. Tematik 393 Araştırmanın evrenini, sektöründe ürettiği ürün çeşitliliği itibariyle tek olma özelliğini taşıyan ve sürekli yeniden yapılanma faaliyetleri içerisinde olan, İzmit-Alikahya beldesindeki bir otomotiv yan sanayi işletmesinin beyaz ve mavi yaka olmak üzere tüm çalışanları oluşturmaktadır. Araştırma, bir işletmenin tüm çalışanlarını kapsamasından dolayı pilot bir çalışma olduğu için, kolayda örnekleme yöntemi kullanılmıştır. 2.3.Araştırmanın Sınırlılıkları 1. Sektör açısından, otomotiv sektörü yan sanayisinde faaliyet gösteren Kobi sayısı fazla olduğu için, diğer sektörler örneklem dışı bırakılarak, sadece otomotiv sektörü yan sanayi baz alınmıştır. 2. Yeniden yapılanma çalışmalarının Kobi’lerde süreklilik taşıdığı düşüncesiyle, büyük ölçekli işletmeler örneklem dışı bırakılmıştır. 3. Sektöründe ürettiği ürün çeşidi itibariyle, tek tip ürün üreten işletmeler örneklem dışı bırakılmıştır. 4. Araştırma, zaman, maliyet ve güvenle ilgili bilgilerin elde edilme güçlüğü ve sektöründe ürettiği ürün çeşitliliği itibariyle tek olma özelliğini taşıyan tek bir işletme ile sınırlandırılmıştır. 2.4.Araştırmanın Varsayımları Araştırmanın varsayımları aşağıdaki gibidir: 1. Araştırmaya katılan işletmedeki tüm beyaz ve mavi yaka çalışanlarının anket formunda yer alan soruları, yansız ve gerçeği yansıtacak biçimde cevapladıkları varsayılmaktadır, 2. Araştırmaya katılan tüm çalışanların, anketin ne amaçla yapıldığını bilme ihtimaline karşı, bunun vermiş oldukları cevaplar üzerinde bir etkisinin olmadığı varsayılmaktadır, 3. Yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası verileri analiz edebilmek, bunun sonucunda karşılaştırma yapabilmek ve doğru sonuçları alabilmek için araştırma süresinin 1 yıl olarak verilmesinin yeterli olduğu varsayılmaktadır. 4. Yapılanma öncesi ankete katılan bireylerin, 1 yıl sonra yapılanma sonrası uygulanan anketteki bireyler ile aynı kişiler olduğu ve işe giriş ya da işten çıkışların anketi etkileyecek boyutta olmadığı varsayılmaktadır. 2.5.Araştırma Modeli ve Hipotezleri Araştırma, yapılanma öncesi ile yapılanma sonrasının karşılaştırılması neticesinde zamansal değişimleri belirlemeyi amaçladığı için, bir gelişim araştırmasıdır ve zamansal tarama modeline dahildir. 394 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Araştırma modelinde bağımlı ve bağımsız değişken olmak üzere iki temel değişken vardır. Araştırmanın bağımlı değişkenleri, işletmedeki çalışan motivasyonunun alt boyutlarını oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki, kişisel yetke faktörleridir. Bağımsız değişkenleri ise, yeniden yapılanma süreci, çalışanların demografik özellikleri (medeni durumu, cinsiyeti, yaşı, eğitim düzeyi, işyerindeki çalışma süresi, o an ki yöneticisi ile birlikte çalıştığı süre ve statüsü)’dir. MODEL 1: DEMOGRAFİK ÖZELLİKLER ÇALIŞAN MOTİVASYONU MODEL 2: ÇALIŞAN MOTİVASYONU === ÇALIŞAN MOTİVASYONU Araştırmanın hipotezleri aşağıdaki gibi oluşturulmuştur: H1:Çalışanların motivasyonu ile demografik özellikler arasında bir ilişki vardır. H2:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel iş tatmini değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır. H3:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel beceri değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır. H4:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel etki değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır. H5:Çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel yetke değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır. 395 Tematik H6:Motivasyonu oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki ve kişisel yetke faktörlerinin kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı seviyede bir farklılaşma vardır. 3.YAPILANMA ÖNCESİ ARAŞTIRMA BULGULARI 3.1.Araştırma Yöntemi Araştırmanın uygulama kısmında anket yöntemi kullanılmıştır. Anketin giriş bölümünde demografik bilgiler yer almaktadır. Bu demografik bilgiler, aşağıda görüldüğü üzere bir çapraz tablo matrisi şekline dönüştürülmüştür. STATÜ Beyaz Yaka Mavi Yaka Toplam n % n % n % Evli 45 12,9 202 57,7 247 70,6 Bekar 21 6,0 82 23,4 103 29,4 Kadın 15 4,3 7 2,0 22 6,3 Erkek 51 14,6 277 79,1 328 93,7 20-29 33 9,4 166 47,4 199 56,9 30-39 24 6,9 111 31,7 135 38,6 40-49 7 2,0 7 2,0 14 4,0 50 ve üzeri 2 0,6 0 0,0 2 0,6 İlköğretim 3 0,9 65 18,6 68 19,4 Lise 12 3,4 196 56,0 208 59,4 Önlisans 9 2,6 18 5,1 27 7,7 Lisans 30 8,6 5 1,4 35 10,0 Y.Lisans 11 3,1 0 0,0 11 3,1 Doktora 1 0,3 0 0,0 1 0,3 1 yıldan az 13 3,7 39 11,1 52 14,9 1-3 yıl 32 9,1 127 36,3 159 45,4 4-6 yıl 10 2,9 81 23,1 91 26,0 7-10 yıl 11 3,1 37 10,6 48 13,7 Yöneticisiyle 1 yıldan az 25 7,1 109 31,1 134 38,3 Çalışma Süresi 1-3 yıl 35 10,0 147 42,0 182 52,0 4-6 yıl 3 0,9 20 5,7 23 6,6 7-10 yıl 3 0,9 8 2,3 11 3,1 66 18,9 284 81,1 350 100,0 Medeni Durum Cinsiyet Yaş Eğitim Seviyesi Çalışma Süresi Toplam 396 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 3.2.Verilerin Analizinde Kullanılan Yöntem Değişkenler kümesinin varyans-kovaryans yapısını daha az sayıdaki faktörlerle açıklayarak yorumlanmasını sağlamak için ve genel olarak değişkenler arasındaki bağımlılık yapısını yok etme ve boyut indirgeme yöntemi olduğu için bu çalışmada faktör analizi tekniği kullanılmıştır. Bu nedenle faktör analizinin ilk aşamasında korelasyon matrisi elde edilmiştir. Bu çalışmada, ankete verilen cevaplar açısından sorular için (Çalışanların İş Tatmini ve Motivasyon Ölçümü) 20x20 boyutlu bir korelasyon matrisi oluşturulmuştur. Faktör analizi uygulaması ile deneklerce anlamlılık kazanan ifadelerin tek ve aynı başlık altında toplanması amaçlanmıştır. Faktör analizi çalışmalarının hemen başında elde edilen değerler, sorular için örnekleme yeterliliğinin yüksek ve çalışmanın anlamlı olduğunu ortaya koymuştur. Bu sonuca, Kaiser-Meyer-Olkin testi sonucunda ulaşılmıştır. Faktör analizi için yapılan tek testtir. Bu sonuç Tablo-1’de gösterilmiştir. Tablo1: Sorulara İlişkin İstatistiki Değerler Sorular Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) Örneklem yeterliliği 0,861 Serbestlik Derecesi 190 Anlamlılık (Sig.) 0,000 Yapılan analiz sonucunda elde edilen faktör sayısı 4’tür. Sorulardan elde edilen 4 faktörün içerisinde yer alan değişkenler ve Varimax yöntemi ile elde edilen faktör değerleri Tablo-2’de verilmiştir. FAKTÖR 2 FAKTÖR 3 Çalıştığım departmanda iş güvenliğine yönelik hiçbir kaygım yok. İşimi tam ve doğru yaptığım zaman yönetim maddi açıdan beni tatmin eder. İşimin karşılığında aldığım ücretten çok memnunum. İşyerindeki çalışma saatlerinden yana bir sıkıntım yok. Bu işyerinde yükseleceğime olan inancım tamdır. İşletme Yönetimi beden sağlığım ve güvenliğime yönelik her türlü tedbiri alır. İş arkadaşlarımla iletişim kuracağım ortamı çok sık buluyorum. Bu işyerinde nereye kadar yükseleceğimi biliyorum. Çalışma arkadaşlarımla sosyal ortamda sık sık biraraya gelirim. İşimi başarmak için gerekli yeteneklere sahip olduğumdan eminim. Yaptığım iş benim için çok önemlidir. İşimdeki faaliyetleri başarmak için gerekli kapasiteye sahip olduğumdan eminim. Yaptığım iş benim için anlamlıdır. B5 İşim için gerekli yetenekleri zaman içinde geliştirdim. 0,015 B10 Çalıştığım departmanda olup bitenleri büyük ölçüde kontrol edebilirim. B11 Faktörler 2 0,100 -0,052 -0,068 0,091 0,071 0,173 0,095 -0,052 0,227 0,906 0,906 0,891 0,877 0,753 0,089 0,265 0,268 0,125 0,878 0,161 Çalıştığım departmanda olup biten her şeyi önemli ölçüde etkileyebilirim. 0,213 0,080 0,852 0,233 B9 Çalıştığım departmanda olup bitenler konusunda etkim çoktur. 0,388 0,010 0,794 0,237 B7 İşimi nasıl yürüteceğime kendim karar veririm. 0,168 0,167 0,201 0,858 B6 İşimi nasıl yapacağım konusunda karar verme yetkisi büyük ölçüde bana aittir. 0,163 0,222 0,157 0,837 B8 İşimi bağımsız olarak ve serbestçe yapmam konusunda önemli ölçüde fırsat 0,329 verilmektedir. 0,168 0,288 0,682 FAKTÖR 4 397 4 0,159 0,111 0,019 0,032 0,119 0,150 0,279 0,061 0,159 0,124 0,030 0,160 0,042 Tematik 3 0,068 0,130 0,046 0,106 0,172 0,225 0,170 0,219 0,164 0,070 0,001 0,053 0,049 Tablo2: Döndürülmüş Faktör Matrisi (Varimax Yöntemi) FAKTÖR 1 B16 B14 B18 B19 B15 B12 B17 B20 B13 B3 B1 B4 B2 1 0,768 0,763 0,753 0,734 0,723 0,710 0,612 0,606 0,464 0,038 0,075 0,011 0,160 398 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Sorulardan elde edilen faktörlerin içerisinde yer alan değişkenlere göre faktörler aşağıdaki tabloda belirtilen isimlerle adlandırılabilir. Tablo3: Faktör isimleri Faktör 1 Kişisel İş Tatmini Faktör 2 Kişisel Beceri Faktör 3 Kişisel Etki Faktör 4 Kişisel Yetke 3.3.Faktörlerin Demografik Yapıyla İlişkisi Araştırma verilerinin analizi sonucunda ortaya çıkan faktörlerin, demografik yapıyla bir ilişkisi olup olmadığını, aşağıdaki tablolarda görmek mümkündür. Medeni Durum Elde edilen faktörler ile medeni durum yani iki değişken arasında yapılan test sonucuna göre bir ilişki olmadığı aşağıdaki tabloda görülmektedir. Yani, hiçbir faktörde p<0,05 şartı sağlanamamıştır. Tablo4: Medeni Durum İle Motivasyon İlişkisi Medeni Durum n % Evli 247 70,6% Bekar 103 29,4% TOPLAM 350 100,0% χ2 sd p r Kişisel İş Tatmini 0,938 1 0,333 -0,054 Kişisel Beceri 1,426 1 0,232 -0,042 Kişisel Etki 2,944 1 0,086 -0,084 Kişisel Yetke 1,261 1 0,261 -0,054 Cinsiyet Elde edilen faktörler ile cinsiyet yani iki değişken arasında yapılan test sonucuna göre bir ilişki olmadığı aşağıdaki tabloda görülmektedir. Yani, hiçbir faktörde p<0,05 şartı sağlanamamıştır. Tematik 399 Tablo5: Cinsiyet İle Motivasyon İlişkisi n % Kadın 22 6,3% Erkek 328 93,7% TOPLAM 350 100,0% Kişisel İş Tatmini Kişisel Beceri Kişisel Etki Kişisel Yetke χ2 sd p r 0,542 2,128 1,957 0,059 1 1 1 1 0,462 0,145 0,162 0,807 -0,030 0,006 0,072 -0,018 Yaş Ankete katılan kişilerin çoğu genç yaşlara sahiptir. Çalışmanın %56,9’una 20-29 yaşları arasındaki denekler oluşturmaktadır. Elde edilen faktörler ile yaşlar arasında yapılan testlerde bu iki değişken arasında bir ilişkinin olup olmadığı araştırılmıştır. Buna göre sadece çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan sorularda “Kişisel İş Tatmini” ve “Kişisel Etki” faktörleri yaş ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05). Yapılan korelasyon testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu aşağıdaki tabloda görülmektedir(r=0,158 ve r=0,210). Tablo6: Yaş İle Motivasyon İlişkisi Yaş Grupları n % 20-29 199 56,9% 30-39 135 38,6% 40-49 14 4,0% 50 ve üzeri 2 0,6% TOPLAM 350 100,0% χ2 sd p r Kişisel İş Tatmini 9,29 3 0,026 0,158 Kişisel Beceri 3,05 3 0,384 0,070 Kişisel Etki 17,22 3 0,001 0,210 Kişisel Yetke 6,54 3 0,088 0,119 Kruskal Wallis Testi uygulanmıştır. 400 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Eğitim Çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan sorularda “Kişisel İş Tatmini”, “Kişisel Etki” ve ‘Kişisel Yetke’ faktörleri eğitim ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05). Yapılan korelasyon testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu aşağıdaki tabloda görülmektedir(r=0,107, r=0,170 ve r=0,131). Tablo7: Eğitim İle Motivasyon İlişkisi Eğitim Seviyesi İlköğretim Lise Önlisans Lisans Y.Lisans Doktora TOPLAM n 68 208 27 35 11 1 350 % 19,4% 59,4% 7,7% 10,0% 3,1% 0,3% 100,0% Kişisel İş Tatmini Kişisel Beceri Kişisel Etki Kişisel Yetke Çalışma Süresi χ2 sd p r 15,25 5,78 20,15 12,82 5 5 5 5 0,009 0,328 0,001 0,025 0,107 0,012 0,170 0,131 Çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan ikinci grup sorularda “Kişisel İş Tatmini”faktörü çalışma süresi ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05). Yapılan korelasyon testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu aşağıdaki tabloda görülmektedir(r=0,007). Tablo8: Çalışma Süresi İle Motivasyon İlişkisi Çalışma Süresi n % 1 yıldan az 52 14,9% 1-3 yıl 159 45,4% 4-6 yıl 91 26,0% 7-10 yıl 48 13,7% TOPLAM 350 100,0% Kişisel İş Tatmini Kişisel Beceri Kişisel Etki Kişisel Yetke χ2 sd p r 14,53 1,88 5,00 0,29 3 3 3 3 0,002 0,598 0,172 0,962 0,007 0,032 0,050 0,000 Tematik 401 Yöneticisiyle Çalışma Süresi Elde edilen faktörler ile yöneticiyle çalışma süresi yani iki değişken arasında yapılan test sonucuna göre bir ilişki olmadığı görülmüştür. Yani, hiçbir faktörde p<0,05 şartı sağlanamamıştır. Sonuç aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Tablo9: Yöneticisiyle Çalışma Süresi İle Motivasyon İlişkisi Yöneticisiyle Çalışma n % Süresi 1 yıldan az 134 38,3% 1-3 yıl 182 52,0% 4-6 yıl 23 6,6% 7-10 yıl 11 3,1% TOPLAM 350 100,0% χ2 sd p r Kişisel İş Tatmini 2,75 3 0,432 0,091 Kişisel Beceri 1,96 3 0,581 -0,077 Kişisel Etki 4,38 3 0,223 0,042 Kişisel Yetke 0,59 3 0,899 -0,020 Statü Çalışanın motivasyonunu ölçmeye çalışan sorularda “Kişisel İş Tatmini”, ‘Kişisel Etki’ ve ‘Kişisel Yetke’ faktörleri statü ile ilişkili çıkmıştır (p<0,05). Yapılan korelasyon testinde bu ilişkilerin pozitif yönde çok zayıf olduğu tablo 10’da görülmektedir(r= 0,156, r= 0,234 ve r= 0,173). Tablo10: Statü İle Motivasyon İlişkisi Statü n % Beyaz Yaka 66 18,9% Mavi Yaka 284 81,1% TOPLAM 350 100,0% Kişisel İş Tatmini Kişisel Beceri Kişisel Etki Kişisel Yetke χ2 sd p r 10,54 0,19 19,39 10,08 1 1 1 1 0,001 0,660 0,000 0,001 0,156 0,016 0,234 0,173 402 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 4.YAPILANMA SONRASI ARAŞTIRMA BULGULARI Araştırmanın ikinci kısmında örneklemi oluşturan bireylere, yine aynı sorular sorularak yeniden yapılanmanın ortaya çıkardığı farklılıklar incelenmeye çalışılmıştır. Elde edilen bulgular aşağıda verilmiştir. 4.1.FAKTÖRLERİN KENDİ İÇLERİNDEKİ YAPILANMA ÖNCESİ VE SONRASI İÇ TUTARLILIKLARI Aşağıdaki birinci tabloda yapılanma öncesi elde edilen faktörlerin iç tutarlılıkları analiz edilmiştir. Yapılan testler sonucunda tüm faktörlerin kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı seviyede farklılaştıkları tespit edilmiştir. (p<0,05) Yapılan Friedman testi sonucunda ise faktör sıralaması içerisinde, kazandıkları önem bakımından fark olup olmadığı, hangi faktörün daha çok anlamlılık kazandığı anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu aşamada tüm faktörlere ilişkin ortalamalar alınarak , bunlara Friedman testi uygulanmıştır. Friedman testine ilişkin sonuçlar aşağıdaki tabloda yer almaktadır. Tablo11: Faktörlerin Yapılanma Öncesi İç Tutarlılıkları Çalışanların Std. Faktör İş Tatmini ve Ortalaması Sapma Motivasyonu t-test sd p %95 Güven aralığı Alt Limit Üst Limit Kişisel İş Tatmini 2,88 1,08 47,46 317 0,000 2,76 3,00 Kişisel Beceri 4,48 0,89 90,10 317 0,000 4,38 4,57 Kişisel Etki 3,32 1,12 52,89 317 0,000 3,19 3,44 Kişisel Yetke 3,24 1,29 44,91 317 0,000 3,10 3,38 Aşağıdaki tabloda ise yapılanma sonrası elde edilen faktörlerin iç tutarlılıkları analiz edilmiştir. Yapılan testler sonucunda tüm faktörlerin kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı seviyede farklılaştıkları tespit edilmiştir. (p<0,05) Tematik 403 Tablo12: Faktörlerin Yapılanma Sonrası İç Tutarlılıkları Friedman Testi Çalışanların İş Tatmini ve Motivasyonu Faktör Std.Sap χ2 Ortalaması Kişisel İş Tatmini 3,0 1,05 71,17 Kişisel Beceri 4,6 Kişisel Etki Kişisel Yetke sd p 36 0,000 1,82 0,82 1807,45 16 0,000 3,60 3,1 1,33 101,06 12 0,000 1,97 3,7 1,19 181,74 12 0,000 2,61 Ortalama Sıralaması Anlamlılık χ2=462,400 sd=3 p=0,000 Çalışanların iş tatmini ve motivasyonunu etkileyen faktörler incelendiğinde, bu faktörlerin birbirleri arasında anlamlı seviyede farklılaştığı görülmektedir (p=0,000<0,05). Bu sonuç aşağıdaki tabloda görülmektedir. Motivasyonu oluşturan faktörlerde %89,5’lik bir oranla en fazla kişisel becerinin motivasyonu etkilediği ortaya çıkmaktadır. Tablo13: Motivasyon Faktörlerinin Birbirleri Arasındaki Farklılıklar Çalışanların İş Tatmı̇ nı̇ ve Motı̇ vasyonu Önem Sıralaması Önem Derecesi (%) Test Değerleri Kişisel İş Tatmini 1,81 57,5 χ2=338,984 Kişisel Beceri 3,55 89,5 sd=3 Kişisel Etki 2,35 66,3 p=0,000 Kişisel Yetke 2,29 64,7 5.MOTİVASYON FAKTÖRLERİNİN ARALARINDAKİ YAPILANMA ÖNCESİ VE SONRASI FARKLILIKLAR Yapılanma öncesi motivasyona dair elde edilen veriler ile yapılanma sonrası elde edilen veriler karşılaştırıldığında çalışanların iş tatmini ve motivasyonunda yapılanma sonrasında bir farklılık bulunmuştur. Bu farklılık çalışanların kişisel etki ve kişisel yetke faktörlerinde gözlenmiştir. Kişisel etki yapılanma sonrasında %7 artış gösterirken, kişisel yetke motivasyonunda %12 düşüş ortaya çıkmıştır(p<0,05). Sonuçlar aşağıdaki tabloda görülmektedir. 404 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tablo14: Motivasyon Faktörlerinin Yapılanma Öncesi ve Sonrası Aralarındaki Farklılıklar Önce Çalişanlarin İş Tatmini ve Motivasyonu n 3,00 1,05 350 2,88 1,08 318 1,453 96% Kişisel Beceri 4,60 0,82 350 4,48 0,89 318 1,807 97% Kişisel Etki 3,10 1,33 350 3,32 1,12 318 -2,319 107% Kişisel Yetke 3,70 1,19 350 3,24 1,29 318 4,775 88% İş mean sd n Z* Değişim oranı sd Kişisel Tatmini mean Sonra *Z (α/2) = 1,96 Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, motivasyon faktörlerinin yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası arasındaki farklılıklarına yani ortalama değerlerine (mean) bakıldığında, değerlerin birbirine çok yakın olduğu ve aralarında anlamlı bir farklılığın olmadığı görülmektedir. Ancak, yapılan Z testi sonuçlarına bakıldığında ise, kişisel iş tatmini ve kişisel beceri faktörleri için Z değerlerinin kabul bölgesinde kaldığı, kişisel etki ve kişisel yetke faktörleri için Z değerlerinin ise red bölgesinde olduğu görülmektedir. Bu göstermektedir ki; yapılanma öncesi çalışan motivasyonuna dair elde edilen veriler ile yapılanma sonrası elde edilen veriler karşılaştırıldığında çalışanların motivasyonlarında anlamlı bir farklılık olmuştur. Dolayısıyla H4 ve H5 hipotezleri kabul edilerek, Ho hipotezi red edilmiştir. SONUÇLAR Yukarıda sunulan araştırma bulgularından çıkarılan sonuçlar genel olarak aşağıda verilmiştir; - H1 hipotezi kabul edilmiştir. Yani, çalışanların motivasyonu ile demografik özellikler arasında bir ilişki vardır. Yaş, eğitim, çalışma süresi ve statü özellikleri ile motivasyon faktörleri arasında pozitif bir ilişki olduğu görülmüştür. Yaş arttıkça, kişisel iş tatmini ve kişisel etki artmakta; Eğitim düzeyi yükseldikçe, kişisel iş tatmini, etki ve yetke artmakta; çalışma süresi ilerledikçe, kişisel iş tatmini artmakta ve statü yükseldikçe yine kişisel iş tatmini, etki ve yetke artmaktadır. - H2 ve H3 hipotezleri red edilmiş, Ho hipotezi kabul edilmiştir. Çünkü, çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel iş tatmini değerinde ve çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel beceri Tematik 405 değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık yoktur. - H4 ve H5 hipotezleri kabul edilmiştir. Yani, çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel etki değerinde ve çalışan motivasyonunun bir ölçütü olan kişisel yetke değerinde, yapılanma öncesi ve yapılanma sonrası bir farklılık vardır. Kişisel etki yapılanma sonrasında %7 artış gösterirken, kişisel yetke motivasyonunda %12 düşüş ortaya çıkmıştır. Bu da işletmedeki yönetim politikasına bağlı olabilir. Yönetim çalışanın sorumluluk alanını arttırırken, yönetsel yetke kullanımını ve karar verme yetkisini azaltmış olabilir. - H6 hipotezi kabul edilmiştir. Yani, motivasyonu oluşturan kişisel iş tatmini, kişisel beceri, kişisel etki ve kişisel yetke faktörlerinin kendi içlerinde istatistiksel olarak anlamlı seviyede bir farklılaşma vardır. Çalışanların iş tatmini ve motivasyonunu etkileyen faktörler incelendiğinde, bu faktörlerin birbirleri arasında anlamlı seviyede farklılaştığı görülmektedir. Motivasyonu oluşturan faktörlerde %89,5’lik bir oranla en fazla kişisel becerinin motivasyonu etkilediği ortaya çıkmaktadır. KAYNAKÇA ASGARY, Nader & MITSCHOW, Mark C., (2002), “Toward a Model for International Business Ethics”, Journal of Business Ethics, Vol 36, pp.239246. ÇETİN, Canan, (1996), Yeniden Yapılanma, Girişimcilik, Küçük ve Orta Boy İşletmeler ve Bunların Özendirilmesi, Der Yayınları, İstanbul. ERDOĞAN, İlhan, (1994), İşletmelerde Davranış, Beta Yayınları, İstanbul. ESER, Gül, (2007), Etik İklim ve Yöneticiye Güvenin Örgüte Bağlılığa Etkisi, T.C. Marmara Üniv., SBE, İşletme ABD, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. HAMMER, Michael & STANTON, Steven, (1998), Değişim Mühendisliği Devrimi, Sabah Yayınları, 1998. KAYABAŞI, Aydın, (2008), “ KOBİ’lerde Rekabet Gücünün Geliştirilmesinde Müşteri İlişkileri Yönetimi ”, MPM Verimlilik Dergisi Sayı:3, s.37. ROBINS, Stephen, (1996), Human Resource Management, 5. Edit, John Willey, New York. SUTHERLAND, Valerie J., & COOPER, Cary L., (1990), Understanding Stress A Psychological Perspective For Health Professional, Chapman And Hall. TEKİN, Mahmut, (2004), Toplam Kalite Yönetimi, 3. Baskı, Ankara. TÜZ, Melek, (2004), Değişim ve Kaos Ortamında İşletme Davranışı, Alfa Yayınları, İstanbul. VARDAR, Abdül, (2001), Bireysel ve Kurumsal Değişimde Yeniden Yapılanma Stratejileri, Kariyer Yayınları, 1. Baskı, İstanbul. Tematik 407 TÜRKİYENİN COĞRAFİ BİLGİ SİSTEMLERİ TABANLI İNSANİ GELİŞİM ENDEKS HARİTASI GEOGRAPHIC INFORMATION SYSTEMS BASED HUMAN DEVELOPMENT INDEX MAP OF TURKEY Handan ÇAM1 ÖZET İnsani gelişmenin birçok yönü bulunmaktadır. Bu kapsamda Birleşmiş Milletlerin insani gelişim endeksi adı altında üç değişkenle hesapladığı endekste de tamamen insan hayatının refahına dayalı bir hesaplama yöntemi kullanılmaktadır. Bu üç değişken; kişinin gelir düzeyi, eğitim düzeyi ve sağlık düzeyidir. Bu temel bileşenler yüksek oranlarla bu endeksin içine girdiği zaman zaten insan hayatının refah seviyesi ve diğer alanlardaki ilerleme ve gelişme imkanları da artacaktır. Bu bağlamda çalışmanın amacı; Bileşmiş Milletler tarafından belirlenen insani yaşam endeksinin alt parametreleri olan, doğumda beklenen yaşam süresi, yetişkin okur/yazar oranı, okula kayıt oranı, satın alma gücüne göre hesaplanan kişi başına GSYİH değişkenlerini kullanarak coğrafi bilgi sistemleri tabanlı haritasını oluşturmaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon analizi kapsamında Türkiye IBSS 3 düzeyinde bölgelere ayrılmıştır. Farklı gelişmişlik düzeyleri lokal R² değerlerine göre farklı renklerle birbirinden ayrılmıştır. Elde edilen bölgesel olarak farklı değerlerdeki endeksler değerlendirilerek refahın en yüksek ve en düşük olduğu bölgeler belirlenmiştir. Ayrıca çalışmanın çıktıları kapsamında, alınacak tedbirler için önerilerde bulunulmuştur. Anahtar Kelimeler: İnsani Gelişim İndeksi, CBS, Mekânsal Regresyon ABSTRACT There are many aspects of human development. In this context, the indispensability that the United Nations has calculated with three variables under the name of human development index is entirely based on the welfare of human life. These three variables are income level, education level and health level. When these basic components enter this index with high ratios, the level of prosperity of human life and the possibilities of progress and development in other fields will also increase. In this context, the aim of this study is to construct a geographic information systems based map using the subparameters of the human life index determined by the Composite Nations, life expectancy at birth, adult literacy rate, enrollment rate, GDP per capita calculated on purchasing power. The scope of geographical weighted regression analysis, Turkey is divided into regions in IBSS3 1 Dr. Öğr. Üyesi, Gümüşhane Üniversitesi İ.İ.B.F., Yönetim Bilişim Sistemleri Bölümü, hcam@gumushane.edu.tr 408 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI level. Different levels of development are separated by different colors according to local R² values. The obtained indexes in the regions with different values determined the regions with the highest and lowest welfare. In addition, within the scope of the outputs of the study, suggestions have been made for the measures to be taken. Keywords: Human Development Index, GIS, Spatial Regression GİRİŞ İnsani gelişim endeksi, şehir yaşam endeksi ve öğrenci geçim endeksi gibi birçok endeks, çeşitli kurum ve sivil toplum kuruluşları tarafından kullanılmaktadır (Çam, 2013: 130). Bunların içinde en geniş ölçekli kullanım ise UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) birimince geliştirilen insani gelişim endeksidir. UNKP tarafından 1990 yılından bu yana yayınlanan insani gelişim raporlarında yer alan endeks sadece insanların gelirine bağlı bir parametre oluşturmak yerine gelirin yanında eğitim, sağlık, yaşam süresi gibi farklı değişkenlere bağlı bir parametre oluşturarak insani gelişimi sadece maddi boyutuyla sınırlandırmamıştır. UNDP oldukça isabetli bir tespit olan bu yaklaşımı dikkate alıp her yıl bu bakış açısını yineleyerek gelişmekte olan ülkelere rehberlik etmektedir. Anand ve Sen 1994 yılında insani gelişim endeksi içerikli çalışmalarında yaşamda meydana getirilen tüm faaliyetlerin insan refahı üzerine kurulu olduğunu ve insanların yaşadığı hayatın sadece gelir ile sınırlı olmadığını, özgürlüklerin ve başarıların ve diğer insani özelliklerin temel alınması gerekliliğini vurgulamışlardır. 1990‘da ilki yayınlanan insani gelişim endeksinin amacı, küresel boyutta birçok politika ile desteklenen ekonomik oluşumların aslında insan refahı için yapıldığını ve insanların yaşam kalitesinin odak noktası olması gerekliliğinin vurgulanmasıdır. İlk yayınlandığı yıllardan bu yana insani gelişim endeksi, yayın araçları, akademik çevre, sivil toplum kuruluşları ve devlet kurumları tarafından insanların yaşam refahını artırma yolunda yeni politikalar üretmek, elde edilen verileri değerlendirerek farklı bölgelerdeki yaşam seviyelerini karşılaştırmak ve insan refahı açısından ortada olan eksiklikleri belirlemek için kullanılmaktadır. Bu bağlamda çalışmanın amacı; UNDP tarafından belirlenen insani yaşam endeksinin alt parametreleri olan, doğumda beklenen yaşam süresi, yetişkin okur/yazar oranı ve gayrı safi okula kayıt oranı, satın alma gücü paritesine (SGP) göre hesaplanan kişi başına GSYİH değeri dikkate alınarak coğrafi bilişim sistemleri yöntemleri kullanılarak Türkiye’yi IBSS 3 düzeyinde insani gelişim endeks bağımlı değişkenine göre bölgelere ayırmaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon yöntemiyle her şehir için ayrı bir endeks hesaplanarak haritalandırılacaktır. Farklı gelişmişlik düzeyleri standart sapma değerlerine göre farklı renklerle birbirinden ayrılacaktır. Elde edilen bölgesel olarak farklı değerlerdeki endeksler Tematik 409 değerlendirilerek refahın en yüksek ve en düşük olduğu bölgeler belirlenecek ve bu doğrultuda gerekli tedbirler için akademik seviyede önerilerde bulunulacaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon yöntemiyle her şehir için ayrı bir endeks hesaplanarak haritalandırılacaktır. Farklı gelişmişlik düzeyleri standart sapma değerlerine göre farklı renklerle birbirinden ayrılacaktır. Elde edilen bölgesel olarak farklı değerlerdeki endeksler değerlendirilerek refahın en yüksek ve en düşük olduğu bölgeler belirlenecek ve bu doğrultuda gerekli tedbirler için akademik seviyede önerilerde bulunulacaktır. Türkiye UNDP tarafından 2015 yılında yayınlanan rapora göre 0,761’lik insani gelişim endeks puanı ile 188 ülke arasında 72. Olmuştur. 2016 yılında ise bir sırada daha yükselerek 0,767 endeks puanı ile 188 ülke arasında 71. Sırada yer almıştır. 1990 ile 2015 yılı arasında endeks puanı açısından Türkiye %32,2 lik bir artış göstermiştir. Ayrıca bunun yanında kişi başına gayri safi milli hasıla oranında ise bu yıllar arasında yaklaşık %78,2’lik bir artış göstermiştir. Çalışma bu noktada da elde edilen en son 0,767’lik endeks puanının hangi bölgeler tarafından güçlendirildiğini hangi bölgeler tarafından zayıflatıldığını tespit ederek bölgesel bir karşılaştırma yapma imkanı sunacaktır. Bu endeks puanının daha yüksek bir noktaya taşınabilmesinde hangi bölgelerin daha fazla desteklenerek güçlendirilmesi gerektiği de ayrıca tespit edilecektir. Bu doğrultuda örneklem olarak IBSS 3 düzeyinde yer alan şehirler kullanılacaktır. Analizler için coğrafi bilgi sistemlerinin verilerinin analizinde sık kullanılan ArcGIS 10.3 paket programından faydalanılacaktır. 1. LİTERATÜR TARAMASI Hicks (1997) yapmış olduğu çalışmada; Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından tasarlanan IGE (İnsani Gelişim Endeksi)’ne gelir, eğitim ve uzun ömürlülüğün dağılımsal eşitsizliklerinin de dahil edildiği bir yöntem önermiştir. Çalışmada 20 tane gelişmekte olan ülke için Gini katsayıları oluşturuluyor ve yıllık gelirdeki eşitsizlikleri eğitimsel kazanımı ve yaşam boyu kazanımı ölçüyor. Daha kapsamlı bir endeks oluşturulmaya çalışılıyor. Bu hesaplamalar, Bir Eşitsizliğe Uyarlanmış İnsani Gelişme Endeksi (IAHDI) üretmek için İGE’den gelen verilerle birleştirilmiştir. Gelişimi değerlendirmek ve geliştirmek için bu önerilen endeksin sonuçları dikkate alınmıştır. Lee ve diğerleri (1997) yapmış oldukları çalışma ile Dünyadaki bebek ve anne ölüm oranlarını tahmin etmiş ve IGE’nin bireysel bileşenlerinin bireysel ülkeler için bebek ve anne ölüm oranlarını ne kadar iyi tahmin ettiğini değerlendirmişlerdir. IGE bileşenleri için ölüm oranları ve değerler hakkındaki veriler Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası’ndan alınmıştır. 1987-1908 döneminde dünya genelinde yılda yaklaşık 9 milyon bebek ölümü ve 349.000 anne ölümü meydana geldiğini, sırasıyla 100.000 canlı 410 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI doğumda 1000 bebek ve 250 anne ölüm oranı elde edilmiştir. IGE, hem bebek hem de anne ölüm oranlarının güçlü bir göstergesidir. Çalışmanın sonucunda, IGE’nin her bir bileşeninin, hem bebek hem de anne ölüm oranları ile güçlü bir şekilde ilişkisi olduğunu ve IGE’den beklenen yaşam beklentisinin ortadan kaldırılması, IGE’nin bebek veya anne ölüm oranları için tahmin gücünü önemli ölçüde azaltmadığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca IGE’nin sadece sosyoekonomik kalkınma için yararlı bir önlem değil, aynı zamanda bireysel ülkeler için bebek ve anne ölüm oranlarının güçlü bir yordayıcısı olduğu tespit edilmiştir. Ravallion, (1997) yaptığı çalışmada, 1996 İnsani Gelişme Raporu (UNDP, 1996) ekonomik büyüme ve insani gelişme ile ilgilidir. Serideki geçmiş raporlarla uyumlu olarak, belirli büyüme oranlarında “insani gelişme göstergelerini” iyileştirmede ülke performansının çeşitliliğini vurgulamıştır. Bu makale, İnsan Gelişim Raporlarının bu konuda ne söylediğini gözden geçirmekte, ana mesajların veri ve analizle ne kadar iyi desteklendiğine ve bunların kamu eyleminin temeli olarak ne kadar zor olduklarını değerlendirmiştir. Noorbakhsh (1998) yaptığı çalışmada, 1990 yılında UNDP tarafından yayınlanan insani gelişim endeksini farklı parametrelerle değiştirerek yeni bir gelişim endeksi elde etmeye çalışmıştır. Çalışmanın sonucunda elde edilen yeni endeks farklı gelişmişlik düzeyindeki farklı gruptaki ülkeler tarafından ortaya çıkan farklı durumları tanımlamak için kullanılabileceğini göstermiştir. Sagar ve Najam (1998) yapmış oldukları çalışmada; raporların kavramsal boyutta görevlerini ne kadar yerine getirdiğini değerlendirmişlerdir. Bu bağlamda İGE’nin gelişmesi konusunda ilerlemeler ortaya çıkarmayı planlamaktadır. Yapılan incelemeler sonucunda, raporların orijinal vizyonları ile koptuğunu ve endekslerin Dünyanın içinde bulunduğu esas durumu yakalamakta başarısız olduğunu gösteriyor. Morse (2003) yapmış olduğu çalışmada, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) İGE’’nin doğasında bulunan uçuculuğu araştırmayı amaçlamıştır. IGE, insani gelişmedeki ilerlemeyi karşılaştırmak için basit ve şeffaf bir araç olmayı amaçlamakta ve kişi başına düşen yaşam beklentisi, eğitim ve GSYİH toplamını içermektedir. Bu makale, UNDP tarafından istihdam edilen çeşitli metodolojileri kullanarak, basitleştirilmiş 114 ülke örneği için İGE’yi yeniden hesapladığı sonuçları sunmaktadır. Sonuçta, HDR’lerde verilen orijinal sıralarla kıyaslandığında yeniden hesaplanan İGE sıralamada bir dizi sapma göstermiştir. Despotis (2005) yapmış olduğu çalışmada, IGE değerlendirmesi veri zarflama analizi (VZA) ışığında tekrar ele almıştır. Ülkelerin basit bir sıralaması yerine, insani kalkınmada en iyi ülkelerin deneysel gözlemleri Tematik 411 temelinde kıyaslanmıştır. İlk olarak, IGE ile aynı çizgide, ülkelerin kalkınmadaki göreceli performanslarını değerlendirmek için VZA ile bir model geliştirmiştir. Son olarak, insan gelişiminin değerlendirilmesinde dönüşüm paradigmasını tanıtmıştır. Ülkelerin gelirleri bilgi ve yaşam olanaklarına dönüştürmede göreli verimliliğini tahmin etmek için bir VZA modeli geliştirmeye çalışmıştır. Gürses (2009) İnsani Gelişme ve Türkiye” isimli çalışmasında, ilk olarak ‘insani gelişmeyi kavramsal temelini oluşturan ‘yapabilirlik yaklaşımı’ çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır. Çalışmanın devamında ise Türkiye’nin insani gelişme açısından uluslararası sırasını ve yıllar içinde gösterdiği gelişimi değerlendirmiştir. Çalışmanın sonucunda, Türkiye gelişen ülkeler arasında yer almaktadır fakat yüksek insani gelişme kategorisindeki ülkeler arasına girememiştir. Gürses, ilerde uygulanacak politikalar açısından eğitime yatırımların artırılmasının isabetli bir karar olacağını belirtmiştir. Harttgen ve Klasen (2011) çalışmalarında, iç göçün, gelişmekte olan ülkelerdeki en büyük insan akışını oluşturmakta ve insanların insani gelişimlerini iyileştirmek için en önemli fırsatlardan biri olduğunu belirmişlerdir. Göçmen olmayanlara göre iç göçmenlerin insani gelişme düzeyleri arasındaki farklılıkları değerlendirmek için İçsel Göçmenlik Durumunu kullanarak İnsani Gelişme Endeksi’ni hesaplamışlardır. Çalışmada, düşük gelirli 16 ülkenin örneklemine yönelik ampirik bir örnek, genel olarak, iç göçmenlerin göçmen olmayanlara göre biraz daha yüksek bir insani gelişme düzeyine ulaştığını göstermektedir. Bu gelişmelerin nedeninin ise büyük ölçüde göçmenlerin yüksek gelirlerine bağlı iken, eğitim ve sağlıktaki farklılıkların daha küçük olmasından ileri geldiği tespit edilmiştir. Herrero ve diğerleri (2012) “Daha Yeni Bir İnsani Gelişme Endeksi” isimli çalışmalarında, İnsani Gelişme Endeksi, İnsani Gelişme Raporu’nun 2010 baskısında önemli değişiklikler yaşadığını ve bu değişikliklerin, bu endeksin geleneksel tasarımının bazı bilinen eksikliklerine cevap vermekte ve önemli gelişmeler sağladığını düşünmektedirler. Yeni endekste ele alınması gereken bazı tutarsızlıklar vardır (özellikle eğitim başarılarına yaklaşmak için bir karma değişkenin kullanımı, gelir değişkeni için logların kullanımı ve benimsenen normalleşme türü). Bu çalışmada, bu tutarsızlıkları tartışılarak bunlardan kaçınmak için yeterli olabilecek bazı küçük değişiklikler önerilmiştir. Beja Jr (2014) İGE’yi tekrar gözden geçirmiştir. Çalışmasında, Eşitsizliğe Uyarlanmış İnsani Gelişme Endeksi, 2010 yılında İnsani Gelişme Raporlarının 20. Yıl dönümünde kabul edildiğini ve bununla birlikte, Eşitsizliğe Uyarlanmış İnsani Gelişme Endeksinin (EUIGE) hesaplamaları için bir ceza düzeneği kullanıldığında, sonuçların ayarlamaları abarttığını 412 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI göstermiştir. Bu makalede, hesaplamaların İnsani Gelişme Endeksinin altta yatan kazanımı ile uyumlu hale getirilmesi ve düzeltmelerdeki yanlılığı en aza indirgemek için prosedürde revizyon önerilmektedir. Çalışma ayrıca, EUIGE’ne bir uzantının, özellikle de EUIGE’nin hesaplanmasında öznel bir eşitsizlik ölçüsünün dahil edilmesini önermektedir. Ray ve diğerleri (2016) IGE ile ilgili yaptıkları çalışmada, Biokütlenin, gelişmekte olan dünyanın kırsal bölgelerindeki en güvenilir enerji kaynaklarından biri olduğunu ve biyolojik kütlenin enerji kalitesi ve emisyon yoğunluğu açısından, türlerden türlere ve ayrıca işleme tekniklerine göre değiştiğini vurgulamışlardır. Etkin enerji üretimi ve emisyon yoğunluğu, sağlık, eğitim ve gelir üretme üzerinde doğrudan etkiye sahip olduğundan, bunlar insani gelişim endeksinin (IGE) ana girdisi haline gelir. Çalışmada, enerji kalitesinin IGE değeri üzerindeki etkisini ölçmek için farklı coğrafi bölgelerdeki birkaç kırsal alanda uzun dönemli arazi çalışmaları yapılmıştır. Çalışmanın sonuçları, coğrafi konumların ve mevcut altyapının üstün kaynaklara erişim sağlamada ayrı bir rol oynadığını göstermiştir. Ayrıca bu kaynakların adaptasyonu ekoloji, ekonomi ve yetkilendirme konusunda önemli olumlu katkılarda bulunmuştur. Spangenberg (2016) makalesinde, mevcut, genellikle karmaşık ve veri ağırlıklı kurumsal KSS yönetim ve raporlama araçlarına, makro düzeyde bir kavramdan borç alarak şeffaf, kolay anlaşılır bir ek önermiştir. Sermaye stoku yaklaşımını ve emeğin geleceği konusundaki söylemini kullanarak, UNDP’nin İGE’sinin kriterlerini ve kategorilerini şirket seviyesinde yansıtmak suretiyle CHDI’yı oluşturmuştur. Temel bileşenleri (1) uzun ömürlü ve endüstriyel ilişkiler, (2) eğitim, bilgi ve beceriler ve (3) yaşam standardı ve dağıtım adaletidir. CHDI’yı kurumsal yönetime ve hedef belirlemeye entegre etmek, paydaş yönetimli bir kilit grup olan kurumsal personele genişleterek risk yönetimine bir katkı sunmaktadır. Riahi ve diğerleri (2018) yılında yapmış oldukları çalışmada, 2015 yılında 5 yaş altı çocuklarda her 1000 doğumda İGE diyare ölümleri üzerindeki etkisini araştırmıştır. Ayrıca, İGE ile daha iyi içme suyu kaynakları ve sanitasyon tesisleri kullanımı arasındaki ilişki değerlendirilmiştir. Bu çalışmaya, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yürütülen Küresel Analiz ve Sanitasyon ve İçme Suyunun Değerlendirilmesi (GLAAS) ‘da yer alan 75 ülke katılmıştır. Çalışmanın sonucunda, 2015 yılında çocuklarda 1000 canlı doğumda IGE ve diyare ilişkili ölümler arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermiştir (B = −354.85, CI95%: −408.91, −300,79). Çalışmadaki bu bulgular, IGE ile çocuklarda diyare hastalığına ilişkin önlemler arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bu nedenle, çocuk sağlığına ilişkin Binyıl Kalkınma Hedefleri’ne ulaşmak için, politika yapıcıların sağlığı etkileyen çevresel ve sosyal faktörlere odaklanmaları gerektiğini göstermiştir. Tematik 413 Freire ve diğerleri (2018) çalışmalarında, İGE boyutları arasındaki bireysel ilişkileri (örn. eğitim, gelir veya yaşam beklentisi) ve olası erişimleri araştırmayı amaçlanmışlardır. Araştırmalar EMBASE ve PubMed veritabanlarında yapılmıştır. Çalışmada, sistematik bir inceleme ile otuz beş makale yer almıştır. Hiçbir çalışma IGE’ni bağımsız değişken olarak kullanmamıştır, ancak seçilen tüm makaleler aynı çalışmada, yürüyüş performansı ile bireysel ya da iki IGE boyutu arasındaki ilişkiyi bulmuştur. IGE ana değişken olarak hiçbir çalışmada bulunamamıştır. Çalışmada kanıtlar üç IGE boyutuyla güçlü bir ilişki göstermiştir: eğitim, gelir ve yaşam beklentisi, bireysel düzeydeki sosyal faktörlerin yürüyüş performansını etkilediğini düşündürmektedir. 2. METODOLOJİ 2.1. Araştırmanın Amacı Araştırmanın temel amacı; UNDP tarafından belirlenen insani yaşam endeksinin alt parametreleri olan, doğumda beklenen yaşam süresi, yetişkin okur/yazar oranı, gayrı safi okula kayıt oranı, satın alma gücüne göre hesaplanan kişi başına GSYİH değeri dikkate alınarak coğrafi bilgi sistemleri yöntemleri kullanarak mekânsal olarak ağırlıklandırmaktır. Türkiye IBSS 3 düzeyinde insani gelişim endeksi bağımlı değişkenine göre bölgelere ayrılacaktır. Coğrafi ağırlıklı regresyon yöntemiyle her şehir için ayrı bir endeks hesaplanarak haritalandırılacaktır. Farklı gelişmişlik düzeyleri lokal R² değerlerine göre farklı renklerle birbirinden ayrılacaktır. Elde edilen bölgesel olarak farklı değerlerdeki endeksler değerlendirilerek refahın en yüksek ve en düşük olduğu bölgeler belirlenecek ve bu doğrultuda gerekli tedbirler için akademik seviyede önerilerde bulunulacaktır. 2.2. Araştırmanın Değişkenleri 2.2.1. İnsani Gelişim Endeksi Gelişme kavramı çok yönlü ve içeriğinde birçok kavramı barından bir olgudur. Bu sebeple gelişme demek sadece üretim ve kişi başına gelir akla gelmemelidir. İktisadi, sosyal, kültürel, politik yapılardaki meydana gelen iyileşmelerde bu kavramın içinde olmalıdır (Han ve Kaya, 1999:2). 1980’li yıllardan itibaren iktisatçıların çoğu gelişimin belirlenmesinde kullanılan araçlardan birisi olan GSYİH’nın yeterli olmadığı savunulmaktaydı (Todaro, 1992: 359). İnsani gelişim kavramı ilk olarak 1990’da birleşmiş milletler kalkınma programı tarafından kullanılmıştır. Bu nedenle o dönemde ülkelerin kalkınmışlık parametrelerinin içeriği de değişmiştir. Bununla birlikte UNDP, 1990 yılından itibaren her yıl gelişimle ilgili rapor yayınlamaya başlamıştır. Bu rapor farklı ülkelerin gelişmişlik düzeyleri 414 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI belirten bazı endeksler ortaya koymaktadır. Bu endeksler 175’den fazla hatta son dönemlerde 188 farklı ülkenin insan refahına dayanan gelişmişliği ölçen endekslerdir (UNDP, 1998). Bu endeksin hesaplanmasında beklenen yaşam süresi, okuryazarlık oranı ve kişi başına GSYİH alt parametreler olarak belirlenmiştir. Gelir parametresi GSYİH’nın logaritması alınarak bulunmaktadır. İnsani gelişim endeksini oluşturan bu üç parametre eşit olarak ağırlıklandırılmıştır. Çünkü insan refahı için bu üç parametre eşit seviyede gerekli görülmektedir (UNDP,1990:109, UNDP,1999:12). Sen’in endeks hakkında yapmış olduğu çalışmalar dikkate alınarak 1999 yılında yayınlanan insani gelişim endeksi tekrar revize edilerek aşağıda belirtilecek olan formül elde edilmiştir. 1999 yılından itibaren de bu endeks değiştirilmeden kullanılmaktadır (UNDP, 2005:341). 2.2.2. Sağlık Düzeyi Sağlık ile ilgili endeks, doğuşta beklenen yaşam süresi (DBYS) değişkeninden oluşturulmaktadır. DBYS değişkeni, bir kişinin beklenen yaşam süresidir. Bu değişkene ait veriler Türkiye İstatistik Kurumu tarafından oluşturulmaktadır (TÜİK, 2016). 2.2.3. Eğitim Düzeyi: Okur/yazarlık ve Okullaşma Bilginin en önemli alt parametreli okur/ yazarlık ve okullaşma oranıdır. Okur/yazarlık bilginin ortaya çıkarılmasındaki ilk aşamadır. Kaliteli eğitime ulaşmanın ve bu eğitimle kaliteli yaşama ulaşmanın en önemli unsuru olan okur/yazarlık insani gelişimi niteleyen bir alt değişkendir (UNDP, 1990). 2.2.4. Gelir Düzeyi Kişi başına düşen milli gelir, bir ülkede veya beli bir bölgede yaşayan insanların ortalama gelir düzeyini ifade eden bir kavramdır. Kişi başına düşen milli gelir, bir ülkede yaşan bireylerin ulusal gelirden aldıkları gerçek geliri göstermemektedir. Kişi başına düşen milli gelir, bir ülkenin mevcut milli gelir varlıklarının o ülkenin nüfus oranına bölünmesi ile hesaplanmaktadır. 2.3. Örneklem Süreci ve Analiz Yöntemi Çalışmanın örneklemini İBSS 3 düzeyinde yer alan şehirler oluşturmaktadır. Avrupa Birliği’ne ayrıntılı veriler sunmak üzere Avrupa Birliği İstatistik Ofisi tarafından 1970-1975 yılları arasında İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırmasının (İBBS) ortaya çıkarılmasının temel nedeni, bölgesel tabanlı istatistiki verileri toplamak, sosyo-ekonomik analizler yapmak ve ülkeye yönelik bölgesel politikalar oluşturulmasıdır (Yılmaz ve diğ., 2007). Düzey 3 kapsamında her il bir İstatistiki Bölge Birimini Tematik 415 tanımlamış olup, toplam 81 adettir. Çalışmada kullanılan sağlık, eğitim ve gelir düzeyine ait veriler Türkiye İstatistik Kurumu veri tabanından indirilmiştir. Bağımlı değişken insani gelişim endeksi Birleşmiş Milletlerin 2005 gelişim raporunda belirtilen yöntemlerle hesaplanmıştır. Coğrafi ağırlıklı mekânsal regresyon konulu literatür tarandığında, bu yöntemin kullanılmış olduğu ilk çalışmaların Charlton, Fotheringham ve Brunsdon tarafından 1996, 1998, 1999, 2000, 2001, 2002 yıllarında ortaya konduğu görülmüştür. Bu çalışmalardan Fotheringham, Brunsdon ve Charlton tarafından 1996’da ortaya konulan “Geographically Weighted Regression; A Method for Exploring Spatial Nonstationarity” isimli çalışmada coğrafi ağırlıklı regresyon il defa ortaya koyulmuştur. Fotheringham, Brunsdon ve Charlton tarafından 2002 yılında yeni bir çalışma olarak ortaya konulan ve 2007 yılında tekrar düzenlenen “Quantitative Geography, Perspectives on Spatial Data Analysis” isimli çalışmasında coğrafi ağırlıklı regresyon modeli ile ilgili daha geniş çaplı ve ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Ülkeler, illler, kasabalar, köyler…vs. kültürel, sosyal ve ekonomik yönlerden farklıdırlar. Nedeni ise coğrafi olarak farklı olmalarından ileri gelmektedir. Coğrafi ağırlıklı regresyon analizleri yardımıyla coğrafi yönden farklı olan birimlerin ilişkileri tahmin edilebilmektedir. Işık ve Pınarcıoğlu (2006), Öcal ve Yıldırım (2010) yaptıkları çalışmalarda coğrafi ağırlıklı regresyon modelini kullanarak yerel katsayı tahminleri oluşturmuşlardır. Tüm birimler için yalnızca bir ilişki olduğunu varsayan klasik regresyon modeli şöyledir: Yi=α0+∑αk.Xk+Ui i=1,…,n (k=1,2,…,m) Formüldeki Yi değeri En Küçük Kareler Yöntemi (EKK) ile tahmin edilir. CAR Modellerinde ise lokal parametreler yer almaktadır. Yi=αi0+∑αik.Xik+Ui (i=1,2….n) Yukarıdaki formülde görüldüğü üzere klasik regresyon modeline göre coğrafi ağırlıklı regresyon modeli her bir lokasyon için ayrı ayrı regresyon katsayısı hesaplamaktadır. Ayrıca her bir lokasyon için hesaplanan ağırlık matrisine bağlı olarak her bir bölge için ayrı bir model kurmaktadır. Bunun sonucunda her bir lokasyonun mekânsal dağılımının farklılığı belirlendiği gibi sonuçlar harita üzerinde de gösterilebilmektedir. Çalışmanın mekânsal analizleri için ArcGIS 10.3 programı kullanılacaktır. 3. BULGULAR 3.1. Gelir Düzeyinin IBSS 3’e Göre Dağılımı Türkiye’de gelir düzeyinin 81 il bazında dağılımı Şekil 1’de gösterilmiştir. 416 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Şekil 1: Gelir Düzeyi Dağılımı Şekil 1’de görüldüğü üzere en düşük gelir düzeyinin Van, Bitlis, Siirt Muş, Şanlıurfa’da olduğu görülürken en yüksek gelir düzeyinin ise Ankara, İstanbul ve çevre illerde olduğu görülmektedir. 3.2. Sağlık Düzeyinin IBSS 3’e Göre Dağılımı Türkiye’de sağlık düzeyinin 81 il bazında dağılımı Şekil 2’de gösterilmiştir. Şekil 2: Sağlık Düzeyi Dağılımı Şekil 2’de görüldüğü üzere Doğu bölgeler de yer alan birkaç il hariç diğer illerin sağlık düzeyi olarak düşük olduğu görülürken iç kesimlerde yer alan illerde orta düzeyde, batı kısımlarda yer alan illerde ise üst düzeyde olduğu görülmektedir. Tematik 417 3.3. Eğitim Düzeyi IBSS 3’e Göre Dağılımı Türkiye’de eğitim düzeyinin 81 il bazında dağılımı Şekil 3’de gösterilmiştir. Şekil 3: Eğitim Düzeyi Dağılımı Şekil 3’de görüldüğü üzere Ankara, Eskişehir, Bursa ve çevre iller Türkiye’nin eğitim düzeyi en yüksek illeri olarak haritada yer almaktadır. Eğitim düzeyi en düşük iller ise Van, Muş, Diyarbakır ve çevre iller olarak görülmektedir. 3.4. Coğrafi Ağırlıklı Regresyon Analiz Bulguları Türkiye’nin coğrafi ağırlıklı regresyon dağılım haritası Şekil 4’de gösterilmiştir. Şekil 4: Coğrafi Ağırlıklı Regresyon Dağılım Haritası 418 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Şekil 4 incelendiğinde, gelişim endeksinin en düşük olduğu bölgeler Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgeleri iken Doğu Karadeniz ve İç Anadolu bölgesinde yer alan birkaç şehirde insani refah açısından düşük R² değerlerine sahip olduğu görülmektedir. Bolu, Ankara, Eskişehir ve çevre illerin gelişim endeks oranı olarak diğer iller arasında en yüksek R² değerlerine sahip oldukları görülmektedir. İnsani gelişim endeksi bağımlı değişken olarak ele alınarak test edilen modelin CAR analizi sonuçları Tablo 1’de yer almaktadır. Buna göre modelin R² değerinin 0,9337 olduğu görülmektedir. Bu değer bağımsız değişkenlerin bağımlı değişkeni ne oranda açıkladığını göstermektedir. Analiz sonuçları incelendiğinde AICc değerinin -401,501 olduğu görülmektedir. Analiz edilen CAR modelinde AICc değerinin düşük olması gerekmektedir. Bu değerin düşük olması gerekliliğinin nedeni AICc ne kadar küçük olursa modelin performans gücünün o boyutta iyi olduğu düşünülmektedir. Bu noktada literatür incelendiğinde, araştırmada elde edilen AICc değerinin oldukça küçük olduğu görülmektedir. Tablo 1: Gelir Düzeyi, Eğitim Düzeyi ve Sağlık Düzeyi Değişkenlerinin İnsani Yaşam Endeksi Üzerindeki Etkisine Dair CAR Coğrafi Ağırlıklı Regresyon Residual Squares Sigma AICc R² Uyarlanmış R² 0,0298 0,0202 -401,501 0,9337 0,9252 Tablo 2: Mekansal Otokorelasyon Analizleri Coğrafi Ağırlıklı Regresyon Kalıntılarının Mekansal Otokorelasyon Analizi Mekansal Ağırlık Matrisi Moran’s I Endeksi Z Değeri ve P değeri Birinci Derece Poligon Komşuluğu 0,761 9,1766 ve 0,000 CAR modelinin analizinde yorumlanması gereken bir diğer değer ise mekânsal otokorelasyon (Moran I), “herşey başka herşeyle ilişkilidir, yakın olan şeyler uzak olanlara göre daha çok ilişkilidir” cümlesine dayanan coğrafyanın ilk kuralı ile ilgilidir (Tobler, 1970:236). Hansen, (1997)’e göre Moran I; bir serinin dağılımının mekânsal örneğinin, mekanın içindeki değişkenlerin dizilişi ve bu değişkenlerin arasındaki coğrafi ilişkileri Tematik 419 vasıtasıyla ortaya çıkarılmasdır. Bu doğrultuda, mekânsal bir yer içindeki değişkenlerin benzerlikleri veya mekânsal bir kavramın kendisiyle olan ilişki derecesini ölçen kavrama mekânsal otokorelasyon denilmektedir (Cliff ve Ord, 1973; Ord, 1981). Moran I mekânsal otokorelasyonu ölçen en güçlü global ölçüm araçlarından birisidir. Global Moran’s I değerleri +1 ile -1 arasında değerler almaktadır. +1’e yakın değerler komşular arasında güçlü pozitif benzer ilişkiler gösterirken -1’e yakın değerler ise komşular arası güçlü negatif ilişkiler ortaya koymaktadır. Bu değerin sıfır olması ise mekansal rassallığı temsil eder (Tu ve Xia, 2008: 360; Rogerson, 2001). Bununla birlikte Tablo 2’de Moran I değerinin 0,761 ve Z değerinin -1,96’dan büyük olduğu görülmektedir. CAR modelinin anlamlılık düzeyinin ise P=0,000 olduğu görülmektedir. Yani yapılan coğrafi regresyon analizi sonucunda elde edilen modelin güçlü bir anlamlılığa sahip olduğu görülmektedir. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Son dönemlerde Birleşmiş Milletler tarafından 188 ülke bazında hesaplanan İGE insanların sadece gelire odaklı bir refahının olamayacağını savunmaktadır. Endeks üç alt bileşenden oluşmaktadır. Bileşenler incelendiğinde bir insanın refahının sağlıklı bir yaşam sürmesi, eğitim konusunda uygar düzeyde olması ve gelir seviyesinin yüksek olmasına endekslendiği görülmektedir. Bu bağlamda, Türkiye birleşmiş milletler tarafından 2015 yılında yayınlanan rapora göre 0,761’lik insani gelişim endeks puanı ile 188 ülke arasında 72. Olmuştur. 2016 yılında ise bir sıra daha yükselerek 0,767 endeks puanı ile 188 ülke arasında 71. Sırada yer almıştır. 1990 ile 2015 yılı arasında endeks puanı açısından Türkiye %32,2’lik bir artış göstermiştir. Ayrıca bunun yanında kişi başına gayri safi milli hasıla oranında ise bu yıllar arasında yaklaşık %78,2’lik bir artış göstermiştir. Çalışma elde edilen en son 0,767’lik endeks puanının hangi bölgeler tarafından güçlendirildiğini hangi bölgeler tarafından zayıflatıldığını tespit etmiştir. Çalışmanın genel R² değerinin 0,9337 olduğu görülmüştür. Z değerinin ise 9,1766 ile p=0,000 anlamlılık düzeyini desteklemiştir. CAR analizi ile test edilen modelin diğer bütün parametreleri istenilen düzeyde elde edilmiştir. CAR analizi sonucunda elde edilen Şekil 4’de yer alan harita incelendiğinde Ağrı, Van, Bitlis, Siirt ve bu bölge hattında yer alan bölgelerin insani gelişim endeksi bağımlı değişkeni kapsamında sağlık düzeyi, eğitim düzeyi ve gelir düzeyi bağımlı değişkenleri ile açıklanma oranının en düşük olduğu bölgeler olarak öne çıktığı görülmektedir. Bu illerin son dönemde elde edilen 0,782’lik gelişim endeksinin bu değeri almada en çok katkı sağlayan iller olduğu söylenebilir. Özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde yer alan tüm illerin açıklayıcılık oranı 420 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI olan R² değeri oldukça düşüktür. Değişkenler boyutunda elde edilen genel R²değeri 0,9337 elde edilen modelde kullanılan bağımsız değişkenlerin bağımlı değişkeni %93,37 oranda açıkladığını göstermektedir. Geriye kalan 0,0663 oranın ise başka değişkenlere bağlıdır. Bu bağlamda düşük R² değerine sahip olan illerin gelir seviyesi, sağlık seviyesi ve eğitim seviyesi bazında güçlü yatırımlara ihtiyacı vardı. İleriki dönemlerde yüksek bir gelir endeksi ile karşı karşıya gelmemiz bu illerin en güçlü endeks bileşeni olan gelir düzeyinin güçlendirilmesine bağlıdır. Bu bileşenin bahsedilen illerde yükseltilmesi için iş kollarının bu bölgelere yüksek oranda yatırımlarla desteklenmesi anlamına gelmektedir. Bu bileşen gereken düzeye çekildiği zaman insanların sağlık ve eğitim düzeyleri de bu değişkene bağlı olarak yükselecektir. Harita incelendiğinde İstanbul, Bursa, Çanakkale, Konya, Antalya gibi eğitim ve sağlık konusunda iyi donanıma sahip illerin en iyi endeks R² değerine sahip olmaları beklenirken orta düzeyde veya orta üst düzeyde R² değerlerine sahip oldukları görülmüştür. Bunun nedeni CAR analizlerinde nüfus ve yüzölçümüne göre de ağırlıklandırma yapmasıdır. İstanbul gibi kalabalık ve yüzölçümü büyük bir şehrin ağırlık oranı ile Bolu gibi daha düşük nüfusa ve yüzölçümüne sahip bir ilin ağırlığı aynı değildir. Yani İstanbul ilinin R² değerinin yükselmesi bileşenlerin güçlendirilmesine bağlıdır. BİBLİYOGRAFYA BEJA JR, Edsel, (2014), “Yet, two more revisions to the Human Development Index”, In Forum for Social Economics, Vol 43, Issue 1, pp. 27-39. BRUNSDON, C., Fotheringham, A. S., & Charlton, M, (2002), “Geographically weighted summary statistics—a framework for localised exploratory data analysis”, Computers, Environment and Urban Systems, Vol 26, Issue 6, pp.501-524. CLIFF, A. David, & ORD, J.Keith, (1981), Spatial Process: Models and Applications, Pion, London. CLIFF, A. David, & ORD, J.Keith, (1973), Spatial Autocorrelation, Monographs in Spatial Environmental Systems Analysis, Pion, London. ÇAM, A. Veli, (2013), “Paydaşlar açısından yeni bir endeks uygulaması: öğrenci geçim endeksi”, Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Vol 13, Issue 25, pp.127-144. FOTHERINGHAM, A. Stewart, & Brunsdon, Chris, (1999), “Local forms of spatial analysis”, Geographical Analysis, Vol 31, Issue 4, pp.340-358. FOTHERINGHAM, A. Stewart, Brunsdon, Chris,. & Charlton, Martin E, (2002), Geographically Weighted Regression: The Analysis of Spatially Varying Relationship, John Wiley and Sons LTD, Newcastle. Tematik 421 FOTHERINGHAM, A. Stewart, Charlton, Martin E, & Brunsdon, Chris, (1998), “Geographically weighted regression: a natural evolution of the expansion method for spatial data analysis”, Environment and Planning A, Vol 30, Issue 11, pp.1905-1927. FOTHERINGHAM, A. Stewart, Charlton, Martin E, & Brunsdon, Chris,. (2001), “Spatial variations in school performance: a local analysis using geographically weighted regression”, Geographical and Environmental Modelling, Vol 5, Issue 1,pp.43-66. FREİRE, R. Campos Pieruccini F Frederico, & Montero M. Odasso, M. (2017), “Are Human Development Index dimensions associated with gait performance in older adults? A systematic review”, Experimental Gerontology, Vol 102, p..59-68. GÜRSES, Didem, (2009), ‘İnsani gelişme ve Türkiye”, Balikesir University Journal of Social Sciences Institute, Vol 12, Issue 21, pp. 339-350. HAN, Ergül, & Kaya, A. Ayşen (2012). Kalkınma Ekonomisi: Teori ve Politika. (2. Baskı), Nobel Akademik Yayıncılık, Eskişehir. HARTTGEN, Kenneth, & Klasen, Stephan, (2011), “A human development index by internal migrational status”, Journal of Human Development and Capabilities, Vol 12, Issue 3, pp.393-424. HICKS, Douglas A, (1997), “The inequality-adjusted human development index: a constructive proposal”, World Development, Vol 25, Issue 8, pp.283-1298. IŞIK, Oğuz & Pınarcıoğlu M. Melih, (2006), “Geographies of a silent transition: a geographically weighted regression approach to regional fertility differences in Turkey”, European Journal of Population/Revue Europenne de Dmographie, Vol 22, Issue 4, pp. 399-421. LEE, Kwang-sun, Park, Sang-chul, Khoshnood, Babak, Hsieh, Hal-Lung, & Mittendorf, Robert, (1997), “Human development index as a predictor of infant and maternal mortality rates” The Journal of Pediatrics, Vol 131, Issue 3, pp.430-433. MORSE, Stephen, (2003), “For better or for worse, till the human development index do us part?, Ecological Economics, Vol 45, Issue 2, pp. 281-296. NOORBAKHSH, Farhad, (1998), “A modified human development index”, World Development, Vol 26, Issue 3, pp.517-528. ÖCAL, Nadir., Yıldırım, Jülide, (2010), “Regional effects of terrorism on economic growth in Turkey: A geographically weighted regression”, Journal of Peace Research, Vol 47, Issue 4, pp.1-13. RAVALLION, Martin, (1997), “Good and bad growth: The human development reports”, World Development, Vol 25, Issue 5, pp.631-638. RAY, Supriya, Biswajit Ghosh, Suchandra Bardhan, & Bidyut Bhattacharyya, (2016), “Studies on the impact of energy quality on human development index”, Renewable Energy, Vol 92, pp.117-126. 422 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI ROGERSON, A. Peter, (2001), Statistical Methods For Geography, Sage Pablications, London. RIAHI, Mina, Ali A. Mohammadi, Vahid K. Moghadam, Zahra S. Robati, Mohammad Bidkhori, (2018), “Diarrhea deaths in children among countries with different levels of the human development index”, Data in Brief, Vol 17, pp.954-960. SAGAR, Ambuj D, & Najam, Adil, (1998), “The human development index: a critical review1”, Ecological Economics, Vol 25, Issue 3, pp.249-264. SPANGENBERG, Joachim H, (2016), “The Corporate Human Development Index CHDI: a tool for corporate social sustainability management and reporting”, Journal of Cleaner Production, Vol 134, pp.414-424. TOBLER, Walde R. (1970), “A computer movie simulating urban growth in the detroit region”, Economic Geography, Vol 46, pp.234-240 TODARO, Michael P. (1992), “Human Development Report 1992”, Population and Development Review, Vol 18, Issue 2, pp.359- 363. TÜİK, (2016), Haber Bülteni, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri. do?id=18618, Erişim Tarihi: 05.02.2018 UNDP (1998), Human Development Report, Oxford University Press, New York. UNDP (2005), Human Development Report, Oxford University Press, New York. YILMAZ, Sevgi, S. Toy, M. A. Irmak Yılmaz, H, (2007), “Determination of climatic differences in three different land uses of the city of Erzurum, Turkey”, Building and Environment, Vol 42, pp.1604-1612. Tematik 423 KIDEM TAZMİNATI FONU TARTIŞMALARINA YÖNELİK BİR DEĞERLENDİRME1 AN EVALUATION ON THE DISCUSSIONS ABOUT THE SEVERANCE PAYMENT FUND Fatih AKPINAR, Özlem DEMİR2∗ ÖZET Kıdem tazminatı meselesi, çalışma yaşamı gündemine girdiği tarihten itibaren sürekli tartışılan ve iş mahkemelerinin ağırlıklı dava konusunu oluşturan bu uygulama olmuştur. Hem işçi hem de işveren tarafını ilgilendirmesi bakımından ortak bir uzlaşı gerektiren sorunlu bir konulardan biridir. 4857 sayılı İş Kanunu’nda kıdem tazminatına ilişkin ayrı bir düzenleme olmamakla birlikte, geçici 6. madde ile kıdem tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu kurulacağı ve bu fona ilişkin Kanunun yürürlüğe gireceği tarihe kadar 1475 sayılı mülga İş Kanunun 14. madde hükümlerinin devam edeceği belirtilmiştir. Bu nedenle kıdem tazminatı fonu üzerine tartışmalar güncelliğini korumaktadır. Çalışmada öncelikle kıdem tazminatı kavramı ve hak kazanma koşulları açıklanmakta, Kıdem Tazminatı Fonu Tasarı Taslağının getireceği yenilikler ve bu yeniliklerin hem işçi hem de işveren açısından yaratacağı değişiklikler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kıdem Tazminatı, Kıdem Tazminatı Fonu, Sendikalar ABSTRACT Severance payment has been a topic which is discussed consistently and filed in labour courts heavily since the date of its entry into force in labour agenda. It is among the problematic issues which requires a mutual agreement since it is related to both employee and employer. Although there is not a separate regulation in the Labour Law numbered 4857 regarding the severance payments, it has been stated that a severance payment fund shall be established with the temporary Article 6 and provisions of Article 14 of the former Labour Law numbered 1475 shall apply until the date of enforcement of the relevant Law on severance payment. Therefore, the discussions on the severance payment have not lost their topicality. This paper primarily explains the concept of severance payment and the ways to gain rights, and makes evaluations on the reforms brought by the Severance Payment Fund Draft and the changes to occur regarding both the employees and the employers. Keywords: Severance Payment, Severance Payment Fund, Unions. 1 Bu çalışma, 8-9 Nisan 2017 tarihinde düzenlenmiş olan “Uluslararası Balkan ve Yakın Doğu Sosyal Bilimler Kongre Serisi-Ruse/Bulgaristan” kongresinde sunulan bildirinin genişletilmiş şeklidir. 2 Arş.Gör, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, İİBF, fatih.akpınar@gop.edu.tr Dr. Öğr. Üyesi Gaziosmanpaşa Üniversitesi-İİBF, ozlem.demir@gop.edu.tr 424 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI GİRİŞ Hukuki niteliği konusunda farklı görüşler bulunmakla birlikte, işçiye işyerine bağlılığı karşılığı ve ayrıldığı işyerinde çalıştığı süre boyunca yıpranmasının karşılığı ödenen işten çıkış veya ayrılış tazminatı olarak tanımlanan kıdem tazminatı, ayrıca işçiye gelir ve iş güvencesi sağlaması bakımından da önemli bir uygulamadır. 1936 yılında 3008 Sayılı İş Kanunu ile çalışma yaşamına giren kıdem tazminatı üzerine, işsizlik sigortasının olmaması nedeni ile işsizlik sigortasıdır, kıdem tazminatı ücretin ödenmeyen kısmı olarak ücrettir, gerçek anlamda bir tazminattır, iş güvencesi sağlaması bakımından iş güvencesidir ve kıdem tazminatı ikramiyedir şeklinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu nedenle tek bir tanımlama yapılamamakla birlikte genel olarak kıdem tazminatı, belirli bir süre çalıştıktan sonra çeşitli nedenlerle (kanunda sayılan nedenler) iş sözleşmesi sona eren işçiye, kanuni şartların yerine gelmesi koşuluyla ve çalıştığı süreyle orantılı olarak işverence toplu ödenen para miktarını ifade etmektedir. Kıdem tazminatı konusu sosyal taraflar açısından iş hukukunun en tartışmalı konularından birini oluşturması anlamında güncelliğini korumaktadır. Türkiye’de İşsizlik Sigortası Fonu gibi birçok fon oluşturulmuş ve önemli miktarlarda paraların biriktiği bu fonların amacı dışında kullanıldığı görülmüştür. Bu anlamda kıdem tazminatı fonunun detaylarına değinmeden dahi fon uygulamasının başlı başına bir çekince nedeni olduğunu belirtmek gerekir. Henüz resmi olarak hükümetin TBMM gündemine getirdiği bir tasarı olmamakla birlikte gerek hükümet yetkililerinin çeşitli yer ve zamanda yaptığı açıklamalar gerekse hükümetle görüşme imkanı bulunan işçi ve işveren sendikalarının/ sendika konfederasyonlarının basına yaptıkları açıklamalar düşünülen değişiklikler hakkında bilgi vermektedir. Buna göre işverenin işçiye yapacağı ücret ödemelerinde belli bir oranda kesinti yapılarak kıdem tazminatı fonuna aktarılacaktır. İşçi işten kanuni koşullar çerçevesinde kıdem tazminatı hak edecek şekilde ayrıldığı veya haklı neden olmaksızın işten çıkarıldığı takdirde kıdem tazminatını doğrudan bu fondan talep ve tahsil edecektir. Çalışmada kıdem tazminatı kavramının ne ifade ettiği, mevcut kanuni düzenlemeler çerçevesinde kıdem tazminatına hak kazanma koşulları, kıdem tazminatı fonu taslağı tasarı hakkında genel esaslar ile işverenler ve işçiler açısından sürdürülen tartışmalar üzerinden kıdem tazminatı fonunun değerlendirilmesi yapılmıştır. Tematik 425 1. Genel Olarak Kıdem Tazminatı Kıdem tazminatı kurumu, hukukumuza ilk defa 1936 yılında 3008 sayılı kanun ile girmiştir3.1 Kabul ediliş gerekçesinde ise, ülkemizde yaşlılık ve işsizlik sigortası olmadığı için bu sigorta kolları kabul edilinceye kadar işçilere kıdem tazminatı adı altında bir ödeme yapılması uygun görüldüğü (Başbuğ, 2016:221-222) belirtilmiştir. Kıdem tazminatı, 3008 sayılı kanunun yürürlükte kaldığı sürede, gerekse 931 sayılı İş Kanunu ve bunun iptali üzerine yürürlüğe konulan 1475 sayılı İş Kanunu’nun çıkarılması sırasında değişikliklere uğramış, son olarak da 1475 sayılı İş Kanunu’nda değişiklikler yapan 1927, 2320, 2457, 2762 ve 2869 sayılı kanunların yürürlüğe konulmasıyla bugünkü biçimini almıştır (Çelik, 2000:217). 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu’nda ise, yeni bir düzenleme getirilmeyerek 120. maddede 1475 sayılı iş kanunun 14. maddesi hariç diğer maddelerinin yürürlükten kalkacağı ifade edilmiştir. Ayrıca geçici 6. maddede ise bir kıdem tazminatı fonunun kurulacağı, bu fona ilişkin kanuni düzenlemenin yürürlüğe gireceği tarihe kadar 1475 sayılı kanunun 14. maddesine göre kıdem tazminatı haklarının saklı olacağı (Aktay, Arıcı & Kaplan-Senyen, 2013:228) belirtilmektedir. 4857 sayılı iş kanunda kıdem tazminatına yönelik yeni bir düzenleme yapılmamasının nedeni; 4857 sayılı kanun çıkartılırken, kıdem tazminatının geleceği konusunda sosyal tarafların bir anlaşmaya varamamış olması (Limon, 2015:148) ile ilgilidir. 1.1. Kıdem Görüşler Tazminatının Hukuki Niteliği Hakkında İş sözleşmesinin sona ermesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan kıdem tazminatı hukuki niteliği konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bunun temel nedeni kıdem tazminatının farklı birçok işlevi bir arada görmesidir. Buna göre, kıdem tazminatı işsizlik sigortasının olmaması nedeni ile işsizlik sigortasıdır, kıdem tazminatı ücretin ödenmeyen kısmı olarak ücrettir, gerçek anlamda bir tazminattır, iş güvencesi sağlaması bakımından iş güvencesidir ve kıdem tazminatı ikramiyedir şeklinde çeşitli görüşler bulunmaktadır. -İşsizlik sigortası olduğu görüşü; Türk İş Hukukuna 3008 Sayılı İş kanunu ile dahil olan kıdem tazminatı, kabul ediliş gerekçesinde o tarihlerde yaşlılık ve işsizlik sigortası henüz olmaması nedeniyle bu sigorta kolları kabul edilinceye kadar bu işlevi görmesi amacıyla getirilmiştir (Başbuğ, 2016: 222 ; Tunçomağ & Centel, 2013: 233). Şu an 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası 3 3008 sayılı İş Kanunu 12.06.1936 tarihinde yayımlanmış olup 146.maddesi gereği bir yıl sonra yürürlüğe girmiştir. 3008 sayılı İş Kanunu m.13/4: “Bilumum işçiler hakkındaki fesihlerde, beş seneden fazla olan her bir tam iş senesi için ayrıca on beş günlük ücret tutarında tazminat dahi verilir”. Bu kanunda herhangi bir sebeple iş sözleşmesi feshedilen ve beş yıllık kıdemi bulunan işçilere her bir tam yıl için on beş günlük ücret tutarında tazminat verileceği hükme bağlanmıştır (3008 sayılı İ.K. m13/4). 426 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Kanunu’na dayalı olarak işsizlik sigortası uygulaması olmasına rağmen doktrinde bu kanunun yeteri kadar bu fonksiyonu yerine getirmediğinden bahisle kıdem tazminatının hala işsizlik sigortası olduğu görüşüne yer verilmektedir (Işıklı, 2013:109). -Kıdem Tazminatı Ücrettir; Kıdem tazminatının ücret niteliğinde olduğu görüşü iş hukuku gündemimize Türk-İş’in 1966 yılında gerçekleştirilen 6.Genel Kurulu İcra Kurulu Çalışma Raporu’yla beraber girmiştir (Narter, 2013:487). Bu görüşe göre kıdem tazminatı işçinin biriken emeği karşılığı bir ücret mahiyetinde bir gelirdir (Türk-İş 6.Çalışma Raporu, 1966: 70). -Tazminattır görüşü; Kıdem tazminatının hukuki niteliği hakkında bir başka görüş Yargıtay’ın bir kararında da paylaştığı üzere kıdem tazminatının kanundan kaynaklanan bir tazminat olduğu görüşüdür. (9.HD.,T.17.09.1964, E.1964/6250, K.1964/5809 (Güven & Aydın,2010:241)) Doktrinde bu görüşe yaklaşan yazarlar da vardır. Buna göre kıdem tazminatı, işçinin işyerine bağlılığı göz önünde tutularak, çalıştığı yıllara göre, işveren tarafından işçiye kanuni şartları varsa ödenmesi gereken bir işten çıkış veya ayrılış tazminatıdır (Aktay, Arıcı & Kaplan-Senyen, 2013:228). -İş Güvencesidir; Kıdem tazminatının işvereni kıdemli işçinin iş sözleşmesini sonlandırırken adeta fren mekanizması göreceğinden yola çıkan yazarlar kıdem tazminatının esas olarak iş güvencesi sağlayan bir kurum olduğu görüşüne yer vermektedir. Buna göre işçinin uzun yıllar boyu verdiği emeğin karşılığında eline toplu bir para geçmesi ile hem işçinin yeni iş bulma sürecinde bir miktar destek olur hem de işvereni kıdemli işçiyi çıkarırken iki kez düşünmeye itmesi nedeniyle iş güvencesi sağlar. (Narmanlıoğlu, 2014:536) -İkramiyedir; 3008 sayılı İş Kanunu yürürlükte kaldığı yıllar boyunca, iş sözleşmesinin fesih nedeni ne olursa olsun, başka hiçbir şart koşulmadan, beş yıldan fazla çalışan her işçi için kıdem tazminatı ödenmekte olması kıdem tazminatının ikramiye gibi algılanmasına neden olmuştur (Uyar, 2011: 4). Tüm bu görüşler kıdem tazminatının farklı işlevlerinden yola çıkarak ortaya atılsa da kıdem tazminatının niteliği hakkında tek bir görüşü paylaşmak isabetli olmayacaktır. Kanımızca kıdem tazminatı ücret olarak kabul edilemez. Zira ücret emek işçinin emeği karşılığı kanunen doğarken kıdem tazminatına her emek veren işçi hak kazanamamaktadır. Aynı gerekçeyle kıdem tazminatının ikramiye olduğu görüşünü de paylaşmak mümkün değildir. Yine kıdem tazminatını gerçek anlamda tazminat olarak da görmek zordur. Çünkü, tazminat kurumu niteliği gereği bir zararın olmasını da gerektirir. Kıdem tazminatı için kanuni şartlar yeterli olup işçinin ayrıca bir zarar görüp görmemesine bakılmamaktadır. Öte yandan kıdem tazminatı iş güvencesi de değildir. Aksi takdirde iş güvencesi tazminatıyla Tematik 427 birlikte uygulanmaması gerekirdi. Dolayısıyla kıdem tazminatı ne işsizlik sigortasının ne de iş güvencesi tazminatının alternatifidir. Aksine bu kurumların tamamlayıcısıdır (Aktuğ, 2009:225). Keza ILO’nun 158 Sayılı Sözleşmesi’nin 12.maddesi açık biçimde işçinin farklı tür ödemelerden bir arada yararlanacağını düzenlemiştir4.1 Tüm bu gerekçelerle doktrinde bazı yazarlarca da paylaşıldığı üzere kıdem tazminatı mevcut kurumlarla açıklanamayacak kendine özgü bir kurum olarak ifade edilebilir (Çelik vd. 2014:371; Süzek, 2014: 738; Akyiğit, 2014:279). 1.2. Kıdem Tazminatını Hak Kazanma Koşulları Mevcut kanuni düzenleme çerçevesinde işçinin kıdem tazminatına hak kazanabilmesi için bazı koşulların varlığı aranmaktadır. 1.2.1. İş Kanunlarına Tabi Olarak Çalışma İşçinin kıdem tazminat hakkedebilmesi için iş kanunlarına tabi olarak çalışması gerekmektedir. Bu haktan sadece İş Kanunu’nun 1.maddesinin ikinci fıkrasında sayılan kimseler değil, Deniz İş Kanunu’na göre işçi sayılan gemi adamları (m.2/b) ile Basın İş Kanunu’na göre işçi tanımının dışında kalan fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı çalışan gazeteciler (m.1) de yararlanırlar (Dz.İ.K.md 20, Basın İ.K. m.6). Ayrıca İş Kanunu kapsamı dışında kalan Borçlar Kanunu’na tâbi işçilerden, “50’den az (50 dahil) işçi çalıştıran tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerlerinde ve işletmelerde (İ.K.m.4/b) çalışan işçilerde, hizmet akdi veya toplu iş sözleşmelerinde hüküm bulunması” koşuluyla kıdem tazminatına hak kazanabilirler (Limon, 2015). 4857 sayılı İş Kanununun 4. Maddesi “istisnalar” başlığı altında iş kanunu kapsamı dışında olanları saymıştır; buna göre, “deniz ve hava taşıma işlerinde, 50’den az işçi çalıştıran (50 dahil) tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerlerinde veya işletmelerinde, aile ekonomisi sınırları içinde kalan tarımla ilgili her çeşit yapı işlerinde, bir ailenin üyeleri ve 3 üncü dereceye kadar (3 üncü derece dahil) hısımları arasında dışardan başka biri katılmayarak evlerde ve el sanatlarının yapıldığı işlerde, ev hizmetlerinde, iş sağlığı ve güvenliği hükümleri saklı kalmak üzere çıraklar hakkında, sporcular hakkında, rehabilite edilenler hakkında, 507 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Kanununun 2. maddesinin tarifine uygun üç kişinin çalıştığı işyerlerinde” çalışanlar için iş kanunu hükümleri uygulanmaz (İ.K m.4). 4 ILO 158 Sayılı Sözleşme 12.md. “Hizmet ilişkisine son verilen bir işçi, ulusal mevzuat ve uygulamaya uygun olarak aşağıdaki haklardan yararlanır; Miktarı, diğer unsurların yanı sıra, hizmet süresine ve ücret seviyesine göre belirlenecek ve doğrudan işveren tarafından veya işverenlerin katkısıyla oluşturulmuş bir fondan ödenecek bir kıdem tazminatı veya işten ayrılma nedeniyle doğan başka haklar, veya Tabi oldukları koşullar çerçevesinde, işsizlik sigortası veya yardımından doğan haklar veya yaşlılık yahut malullük gibi diğer sosyal güvenlik türleri yahut, bu tazminat ve ödeneklerin birleşimi.” 428 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI 1.2.2. Kanunda Belirtilen Hallerde İş Sözleşmesinin Sona Ermesi İş Kanunu 24. ve 25. Maddelerinde yer verilen ve işçinin haklı nedenle fesih ya da işverenin haksız feshi olarak inceleyeceğimiz işçiye kıdem tazminatı hakkı doğuran bu haller, tanımı İş Kanunu 10. maddesinde51 yapılan sürekli iş akitlerinde tatbik edilebilmektedir. Bu nitelikte bir işi konu alan iş sözleşmesinin ise haklı nedenle derhal feshin uygulanabilmesi açısından belirli veya belirsiz süreli iş sözleşmelerinde olmasının ise bir önemi yoktur (Süzek, 2014:511). Haklı neden teşkil eden bu haller Kanun’da tek tek sayılmıştır. Eklemek gerekir ki taraflar sözleşme ile Kanunda sayılan nedenleri “haklı neden” olmaktan çıkaramaz ancak bu nedenlerin dışında başka nedenlerin de haklı neden olacağını, emredici kaidelerin ihlal edilmemesi ve işçi aleyhine olmaması koşuluyla kabul edebilirler (Aktay, Arıcı & Kaplan-Senyen, 2013:207). 1.2.2.1. İşçinin İş Sözleşmesini Haklı Nedenle Derhal Feshi İş Kanunu 24. Maddesi işçiye bildirim süresini beklemeksizin iş sözleşmesini sonlandırabileceği ve bu suretle işçinin kıdem tazminatına hak kazanabileceği halleri saymıştır. Buna göre işçinin kıdem tazminatına hak kazanabilmesi için fesih iradesini 24.maddede sayılan sağlık sebepleri (md.24/I) , ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan vb. haller (md.24/II) ile zorlayıcı sebeplere (md.24/III) dayalı olarak ortaya koyması gerekir. -İşçinin Yaşlılık, Emeklilik, Malullük Aylığı Veya Toptan Ödeme Almak Amacı İle Sözleşmenin Sona Erdirmesi İşçinin bağlı bulunduğu sosyal güvenlik kuruluşundan yaşlılık, emeklilik, malullük veya toptan ödeme almak amacı ile iş sözleşmesini sona erdirmiş ise kıdem hakkı doğmaktadır. 1475 sayılı İş Kanununun yürürlükteki tek maddesi olan 14. maddesinin62 birinci fıkrasına ek olarak 25/8/1999 tarih ve 4447/45 md kanun ile 506 Sayılı Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin (a) ve (b) alt bentlerinde öngörülen yaşlar dışında kalan diğer şartları veya aynı Kanunun Geçici 81 inci maddesine göre yaşlılık aylığı bağlanması için öngörülen sigortalılık süresini ve prim ödeme gün sayısını tamamlayarak kendi istekleri ile işten ayrılmaları nedeniyle her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödeneceği hükme bağlanmıştır. 5 İş Kanunu madde 10: “Nitelikleri bakımından en çok otuz iş günü süren işlere süreksiz iş, bundan fazla devam edenlere sürekli iş denir. Bu Kanunun 3, 8, 12, 13, 14, 15, 17, 23, 24, 25, 26, 27, 28, 29, 30, 31, 34, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 59, 75, 80 ve geçici 6 ncı maddeleri süreksiz işlerde yapılan iş sözleşmelerinde uygulanmaz. Süreksiz işlerde, bu maddelerde düzenlenen konularda Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır.” 6 İş Kanunu md.120: “25.8.1971 tarihli ve 1475 sayılı İş Kanunu’nun 14 üncü maddesi hariç diğer maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır.” Tematik 429 -İşçinin Muvazzaf Askerlik Nedeni İle İş Sözleşmesinin Feshi Kıdem tazminatına hak kazanma koşullarından bir de iş sözleşmesinin muvazzaf askerlik nedeniyle feshidir. Muvazzaf askerlik, 1111 sayılı Askerlik Kanununda tanımı yapılan 20 yaşını dolduran ve sağlam olan her erkek Türk vatandaşının zorunlu olarak yapması gereken vatandaşlık ödevidir. Muvazzaf askerlik nedeniyle iş sözleşmesinin feshini işverenin ya da işçinin yapmasının bir önemi yoktur. Her iki durumda da işçi kıdem tazminatına hak kazanmaktadır (Limon, 2015:156). - İş Sözleşmesinin Evlenme Nedeni İle Sona Ermesi 1475 sayılı Kanunun 14. maddesine 29/7/1983 tarih ve 2869 sayılı kanunla eklenen bir hüküm ile kadın işçinin nikah tarihinden itibaren bir yıl içinde sözleşmeyi kendi isteği ile feshetmesi durumunda kıdem tazminatı kazanabileceği hükme bağlanmıştır - İşçinin Ölümü Durumunda Kıdem Tazminatı Hakkı İlk kez, 12.08.1967 yılından itibaren yürürlüğe giren 931 Sayılı İş Kanunu (m.14/7) ile getirilen (Oğuzman, 1967:225) bu hak, bir sonraki İş Kanunu olan 25.08.1971 gün ve 1475 Sayılı Kanununda yine 14. madde ile korunmaya devam edilmiştir. Buna göre; işçinin ölümü halinde doğan tazminat tutarı, kanuni mirasçılarına ödenmektedir. Ancak bu hüküm çerçevesinde sadece işçinin ölümü nedeni yer almış, ölüm olayının meydana gelişinde işçinin kusurunun olup olmadığı konusuna bir açıklık getirilmemiştir. Buna göre, işçinin mirasçılarına kıdem tazminatının ödenmesi için işçinin ölmüş olması yeterli olduğu (Aktay, Arıcı & KaplanSenyen, 2013:231) belirtilmektedir. 1.2.2.2. İş Sözleşmesinin İşveren Tarafından Haksız Feshi İş K. md.25 İşverene iş sözleşmesini haklı nedenle derhal feshedebileceği hallere yer vermiştir. Bu hallerin İş K.md.24 sistematiğinde düzenlendiğini görüyoruz; bu sağlık sebepleri (md.25/I) , ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan vb. haller (md.25/II) ile zorlayıcı sebepler (md.25/III) ve farklı olarak işçinin gözaltına alınması veya tutuklanması halinde devamsızlığın 17nci maddedeki bildirim süresini aşması (md.25/IV) ) Sayılan bu hallerden sadece ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan vb. haller söz konusuysa (md.25/II) işveren kıdem tazminatı ödemek zorunluluğundan kurtulabilecektir. Öte yandan haklı nedenin varlığı haklı nedenle derhal fesih için şart olsa da yeterli değildir. Haklı nedenin varlığı haklı nedenle derhal fesih için şart olsa da yeterli değildir. Haklı nedenin ortaya çıkışıyla doğan fesih hakkının taraflarca mutlaka kullanılması da gerekmektedir (Savaş; 2015:171). Bu hakkın kullanımı için İş Kanunu 26.maddesinde bazı süreler belirlenmiştir. 430 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Haklı nedenin varlığına rağmen tabi olduğu usul kurallarına (İK.md.26) uyulmadan yapılan fesih de haksız fesih olarak kabul edilir. 1.2.3. İş İlişkisinin En Az Bir Yıl Sürmüş Olması Kıdem tazminatı hakkının doğması için iş sözleşmesinin en az bir yıl sürmesi gerekmektedir. İşçinin işe başladığı tarihten itibaren iş sözleşmesinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödeneceği hükme bağlanmıştır (1475/ md.14). Kanunda açıkça ifade edilen, her geçen tam yıl için belirtilen ücret üzerinden kıdem tazminatı ödeneceği hükmü çerçevesinde kıdem tazminatı kazanabilmek için asgari sürenin bir yıl olduğu anlaşılmaktadır. Bir yıllık sürenin hesaplanmasında esas alınan süre, takvim yılı olmaktadır. Fiilen çalışılan süre değil, işçinin işe başlamasından itibaren iş sözleşmesinin süresi dikkate alınmaktadır. Ancak genel kural bu olmakla birlikte, grevde geçen süreler, tutukluluk süreleri ve makulü aşan rapor süreleri çalışılmış gün kavramına dahil edilmemekte ve kıdem süresinden düşülmektedir (Başbuğ, 2016:223). Ancak altını çizmek gerekir ki hukuku dolanmak adına işçinin sigorta kaydı çıkışı ve kısa süre sonra yeniden girişi yapılmak suretiyle kıdem süresinin sıfırlanmasına müsaade edilmemektedir7. 1 Örneğin işçi beş ay çalışıp işten çıkarılıp daha sonra yeniden sigorta girişi yaptırılarak yedi ay daha çalıştığı takdirde dahi kesintisiz çalışma olarak kabul edilip toplam bir yıllık süre şartı sağlanmış olur. 2. Kıdem Tazminatı Fonu Kıdem tazminatı, 1936 yılında 3008 sayılı İş Kanunu ile çalışma hayatına girdiği günden beri sürekli tartışılan bir konu olmuştur ve henüz sosyal taraflarca anlaşma noktasına varılamamıştır. İş mahkemelerinde işçi ve işveren uyuşmazlıklarının büyük bir çoğunluğunun kıdem tazminatına yönelik olması, mevcut sistemde her yüz çalışandan sadece %14’ünün kıdem tazminatı alabiliyor olması, kıdem tazminatı yükünün aylara bölünerek işverene kolaylık sağlama düşüncesi, fon oluşturularak yurtiçi tasarruf oranlarını artırma isteği, işçi için kıdem tazminatı hakkının güvenceye alınması, sitemin etkinleştirilerek sürdürülebilir hale getirmek düşüncesi gibi nedenlerle kıdem tazminatı yerine bir fon kurulması istenmektedir. Kıdem tazminatı fonu kurulması düşüncesi ise ilk kez İkinci Çalışma Meclisinde (1954) gündeme gelmiştir. Buna göre kıdem tazminatının 7 1475 Sayılı Kanun 14/II: “İşçilerin kıdemleri, hizmet akdinin devam etmiş veya fasılalarla yeniden akdedilmiş olmasına bakılmaksızın aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde çalıştıkları süreler göz önüne alınarak hesaplanır. İşyerlerinin devir veya intikali yahut herhangi bir suretle bir işverenden başka bir işverene geçmesi veya başka bir yere nakli halinde işçinin kıdemi, işyeri veya İşyerlerindeki hizmet akitleri sürelerinin toplamı üzerinden hesaplanır.” Tematik 431 iş yerlerinde kurulacak bir fonda ya da umumi bir fonda toplanması imkanlarının Çalışma Bakanlığınca araştırılması kararlaştırılmıştır (Baydere, 1966:219). 1962 yılında Üçüncü Çalışma Meclisinde basın işverenleri gündeme getirmiş, gazetecilerin kıdem tazminatlarının, işverenlerin ödeyecekleri primler karşılığında kıdem tazminatının Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından karşılanmasını istemişlerdir (Limon, 2015:160). Belirtmek gerekir ki gazete işverenleri bu suretle 1961 yılında artırılan kıdem tazminatını dengelemeyi amaçlamıştır (Karasu, 2011:41). 1975 yılına gelindiğinde ise o tarihte yürürlükte olan 1475 sayılı İş Kanununda bazı değişiklikler yapılmıştır8. 1Buna göre 1475 Sayılı Kanunun 14.maddesine “İşveren sorumluluğu altında ve sadece yaşlılık, emeklilik, malullük, ölüm ve toptan ödeme hallerine mahsus olmak kaydıyla devlet veya kanunla kurulu kurumlarda veya % 50 hisseden fazlası devlete ait bir bankada veya bir kurumda işveren tarafından kıdem tazminatı ile ilgili bir fon tesis edilir. Fon tesisi ile ilgili hususlar kanunla düzenlenir” hükümleri eklenmiştir. Bu düzenlemeye bakıldığında iki unsur ön plana çıkmaktadır. İlk olarak kanun koyucu bu hükümle kıdem tazminatı fonunu kıdem tazminatı doğuran tüm haller için değil yalnızca yaşlılık, emeklilik, ölüm ve toptan ödeme hallerinden kaynaklı olarak doğması halinde fondan ödenmesini öngörmüştür. Bu duruma, işverenin her ay kıdem tazminat fonuna ödeme yaparken bir yandan fon kapsamı dışında bir sebepten ötürü işçiye kıdem tazminatı ödemesi halinde kıdem tazminatına ilişkin mükerrer bir maliyete maruz kalması gibi sonuç doğurması nedeniyle haklı eleştiriler getirilmiştir (Erol, 2012:107). Söz konusu düzenlemede dikkat çeken ikinci unsursa fonun ne şekilde kurulacağı yönünde genel çerçeve çizmesidir. Kanun koyucu henüz karar vermemiş olmakla birlikte getirdiği kriterlerle fonun devlet garantisi ve yönetiminde olması gerektiğini hüküm altına almıştır (Uyar, 2011:14). Görüleceği üzere bu kanunla fon kurulmamış, fon kurulması buna ilişkin sonradan çıkarılacak kanuna bırakılmıştır. Keza yine yapılan değişiklikle 1475 Sayılı Kanun’a bir de geçici madde eklenmiştir. Buna göre fon tesisi ile ilgili kanun çıkarılıncaya dek kıdem tazminatı işverence ödenmeye devam edileceği belirtilmiştir. Ancak sonrada fon tesisine ilişkin bir kanun çıkarılmamıştır. Bu nedenledir ki bu kapsamda şu ana kadar yapılmış en ciddi çalışma, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının bir Bilim Kuruluna hazırlattığı Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı (2002) olup değerlendirmeler 8 1927 Sayılı 1475 Sayılı İş Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi ve 26 nci Maddesinin İkinci Fıkrasının Yürürlükten Kaldırılması, 193 Sayılı Gelir Vergisi Kanununun 25 inci Maddesinin 7 nci Fıkrasının Değiştirilmesi ve Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkında Kanun, R.G. 12.07.1975 Tarih ve 15293 Sayı. 432 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI büyük oranda bu taslak üzerinden yapılmaktadır9.1Hemen belirtmek gerekir ki çalışmada da ele alınan bu tasarı bu konudaki tek tasarı değildir. Daha önce 1976 yılında “Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı” hazırlanmış hatta, taslak 1978, 1980 ve 1982 yıllarında iş güvencesi kanun tasarısı ile birlikte gündeme gelmiş ancak kanunlaşamamıştır. (Özveri, 2005:19). Tasarının genel gerekçesinde; işsizlik sigortasının yürürlüğe girmesi ve iş güvencesinin 158 sayılı sözleşmeye uygun olarak yeniden düzenlenmesi, bu hususta bir kanun tasarısının hazırlanması kıdem tazminatına yeni bir biçim verilmesini ve bu hususta bir fon kurulmasını gerekli hale getirdiği (Aybıyık & Koç, 2010:127) belirtilmektedir. Ancak 4857 sayılı iş kanunun “iş güvencesi”ne ilişkin hükümleri olumlu bir adım olmakla birlikte kanun kapsamına giren tüm çalışanları kapsamaktan uzaktır. Getirilen bu düzenleme ile iş sözleşmesi fesihlerinin yaklaşık yüzde onunda ancak uygulama alanı bulmaktadır. Ayrıca işsizlik sigortasından yaralanma sınırlılıkları ve kısa süreli bir uygulama olması nedeni ile işsizlik sigortası bir çare olmayacağı (Uzun, 2005) açıktır. 2.1. Fon Tasarısının Genel Esasları 2.1.1. Fonun Amacı ve Kapsamı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2002 yılında hazırlattığı Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı’nın birinci maddesinde, kapsamına giren işçilere ve hak sahiplerine belirtilen esaslara göre kurulacak Kıdem Tazminatı Fonundan hak edecekleri kıdem tazminatının ödenmesi ve bu tazminatın güvence altına alınması şeklinde amacı belirtilmiştir. Bu kanun 2. maddesinde, 1475 sayılı İş Kanunu, 854 sayılı Deniz İş Kanunu, 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanuna göre hizmet akdine dayalı olarak çalışan işçilerle bunları çalıştıran işverenleri ve ölen işçilerin hak sahiplerini kapsayacağı belirtilmektedir. Fon ilişkisinin başlaması bu kanunun 2. maddesine göre kanunun kapsamına girenler bu kanunun yürürlük tarihinden itibaren, yeni işe alınanlar ise işe başladıkları tarihten itibaren kendiliğinden Kıdem Tazminatı Fonuna tabi olurlar (Taslak md.5). Böylece tasarıda işçinin geçmiş hak edişleri ile ilgili haklarının da fonda değerlendirilmesi yönünde bir tercihi olmuş olmakla birlikte hem önceki hak edişi hem de yürürlükten sonraki hak edişleri kıdem tazminatı fonunda birikecek düzenlemeye 9 Türkiye’de kıdem tazminatı konusunda 2002 yılında 4857 sayılı Kanun Çalışmaları ve IX. Çalışma Meclisi’ne Sunulan Fon Taslağından önce de çeşitli çalışmalar yapılmıştır: 1927 Sayılı Kanunda Öngörülen Kıdem Tazminatı Fonu ve İlk Taslak, 7. Çalışma Meclisi’ne (1984) Sunulan Kıdem Tazminatı Fon Taslağı. Tematik 433 gidilmiştir. Fonun kurulmasıyla birlikte çalışmaya devam eden ya da yeni çalışmaya başlayan kişiler kıdem tazminatı fonu sistemine dahil olacakları görülmektedir. 2.1.2. Fonun Hukuki Yapısı Kıdem tazminatı fonun hukuki alt yapısı ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı, özel hukuk hükümlerine tabi, mali ve idari yönden özerk, özel bütçeli ve tüzel kişiliğe sahip bir kamu kuruluşu olduğu şeklindedir ve bu fon bütçe kapsamı dışındadır, gelirlerinden hiçbir şekilde kesinti yapılamaz ve genel bütçeye gelir kaydedilemeyeceği hükmüne yer verilmiştir (Taslak md.3/2). 2.1.3. Fonun Yönetimi Taslakta fonun yönetimi konusuna yer verilmiştir. Buna göre Kıdem Tazminatı Fonu, Yönetim Kurulu tarafından işletilir ve yönetilir. Fon Yönetim Kurulu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının önerisi üzerine müşterek kararname ile atanacak bir temsilci ile en fazla işvereni temsil eden işveren konfederasyonu tarafından seçilen iki ve en fazla işçiyi temsil eden işçi konfederasyonunca seçilen bir üyeden oluşmakta ve üyelerin görev süresi dört yıl olarak belirlenmiştir. Burada işveren konfederasyonunca iki üye seçilirken işveren konfederasyonunca bir üye seçilecek şekilde üye dağılımının adil olmadığını belirtmek gerekir. (Taslak md.4) 2.1.4. Fonun Denetimi Fon, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu tarafından denetlenir. Fonun gelir ve giderleri üçer aylık dönemler halinde 3568 sayılı Kanuna göre ruhsat almış, denetim yetkisine sahip meslek mensubu yeminli mali müşavirlere denetlettirilerek denetim raporlarının sonuçları Resmi Gazetede ilân edilir. (Taslak md.3/3) 2.1.5. Kıdem tazminatı fonundan hak kazanma koşulları Bu kanunun kapsamına giren işçiler için hak kazanma koşulları; a) Bağlı oldukları kurum veya sandıklardan yaşlılık, emeklilik, malullük aylığı bağlanması yahut toptan ödeme almak amacıyla hizmet akitlerini feshetmeleri halinde, b) İşverence hizmet akdinin feshedilmesi durumunda işçinin hak kazandığı yaşlılık, emeklilik, malullük aylığı veya toptan ödeme almak amacıyla ilgili kuruma veya sandığa başvurması halinde, c) Adına en az 10 yıl Fona prim ödenen işçinin isteği halinde, d) İşçinin ölümü halinde kanuni mirasçıları, kıdem tazminatına hak kazanırlar. (Taslak md.7) 434 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI Tasarıda yer alan kıdem tazminatı hak kazanma koşullarına bakıldığında eskiye göre hakların daraldığı görülmektedir. Bu durumun 3008 sayılı Kanundan itibaren işçi lehine gelişen kıdem tazminatına yönelik kazanımların önemli ölçüde yitirilmesine yol açacağı açıktır. Şu haliyle iki koşul dışında hak kazanma koşulları uzun vadeli sigortalardan hak kazanma halleri üzerine inşa edilmiştir. (Kutal, 2009:11) Bir başka ifadeyle kıdem tazminatı bir tür emekli ikramiyesine dönüşmüştür. (Özveri, 2005:20) Örneğin fon sisteminde kadın işçi evlilik nedeniyle iş akdini sonlandırdığında kıdem tazminatı alamayacaktır. Ancak Taslakta tam olarak yer verilmeyen diğer husus ise tüm bu haller dışında işçinin bildirimli ya da bildirimsiz feshi durumunda yahut 10 yıl prim ödeme koşulunu dolduran işçinin iş akdinin işveren tarafından İş Kanunu m.25/2 çerçevesinde sonlandırılması halinde kıdem tazminatı doğup doğmayacağıdır (Kaya, 2005:187). 2.1.6. Fona Göre Kıdem Tazminatının Miktarı ve Primler İşçilere veya hak sahiplerine Fona prim ödenmiş olan her tam yıl için prim hesabına esas olan ücretinin otuz günü tutarında kıdem tazminatı ödenecek; bir yıldan artan süreler için veya toplam prim ödeme süresi bir yılın altında kalanlar için de aynı oran üzerinden ödeme yapılacaktır. Kıdem tazminatı fonu taslağında; “Kıdem tazminatına esas alınacak ücret, işçinin çalıştığı ve adına prim yatırılan son takvim yılının ortalamasıdır” şeklinde ibare bulunmaktadır (Taslak m.8/2). Ancak, çalışanların büyük bir kısmı gerçek ücret üzerinden değil, asgari ücret üzerinden sigortalı olması hak kaybı anlamına gelmektedir. Bir diğer husus son takvim yılının ortalamasının alınmasının mevcut duruma nazaran kıdem tazminatının daha düşük hesaplanmasına yol açacak olmasıdır (Karabulut, 2008:80). Zira mevcut durumda kıdem tazminatı hesaplaması işçinin aldığı son ücreti üzerinden yapılmaktadır. Ancak Fon öncesine ait tazminatın hesaplanmasında, son aylık ücretlerin mi yoksa fon kuruluş tarihindeki ücretlerin mi dikkate alınacak olacağı hususuna taslakta bir açıklık getirilmemiştir. () Hesaplanacak kıdem tazminatı tutarına tavan ücret uygulaması taslakta da korunmuştur. Taslakta taban tutar asgari ücret iken tavan tutar Devlet Memurları Kanununa tabi en yüksek devlet memuruna 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre ödenecek azami emeklilik ikramiyesi miktarıdır (Taslak md.8/3). Ayrıca, fon taslağına göre kıdem tazminatı fonu, tazminata hak kazanacakların işverenlerince taslakta belirtilen “prime esas kazançları”nın %3’ünü geçmemek üzere ödenecek tutarlardan oluşacaktır ibaresine yer verilmiştir. 2.1.7. Kıdem Tazminatı Zamanaşımı Fon tasarısında kıdem tazminatı zamanaşımı, tazminatlara uygulanan genel zamanaşımı süresi olan on yıl olarak belirlenmiştir. (Taslak md.9). Bu Tematik 435 zaman zarfı içinde işçi ne zaman başvurursa başvursun kıdem tazminatına hak ettiği tarihteki tutar kendisine ödenecek olup tazminata herhangi bir faiz uygulanmayacaktır (Taslak md.9). Ancak işçi kıdem tazminatını hak ettiğini gösterir belgeleriyle birlikte yazılı başvuru yapmak suretiyle Fona başvurmasına rağmen otuz gün içinde ödeme yapılmaması halinde kıdem tazminatı tutarına kanuni faiz işletilecektir (Taslak md.11). 3. Taraflar Açısından Değerlendirilmesi Kıdem Tazminatı Fonunun Kıdem tazminatı fonu tasarısı taslağında belirtilen hususlara ilişkin sosyal tarafların yaklaşımlarının farklı olduğu görülmekte, işçiler ve işverenler açısından olumlu ve olumsuz yanları söz konusu olmaktadır. Bu nedenle hem işverenler hem de işçiler açısından kıdem tazminatı fonunun değerlendirilmesi yerinde olacaktır. 3.1. İşveren Açısından Kıdem Tazminatı Fonu İşverenler açısından kıdem tazminatına genel yaklaşım, iş güvencesi ve işsizlik sigortasıyla ilişkilendirmek yönündedir. Bu kapsamda Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) kıdem tazminatı konusunda; Türkiye’nin zaman içinde işsizlik sigortasını benimsediği, iş güvencesini kabul ettiği fakat bunlara ilaveten mevcut kıdem tazminatının işletmeler üzerinde ağır yükü bulunduğuna dair açıklamaları olmuştur (Ataman, 2014:95). Bu nedenle işveren kesimi açısından artık kıdem tazminatına gerek kalmadığı yönünde bir eğilimin olduğu görülmekte ve kaldırılması ya da yükün hafifletilmesi istenmektedir. Taslağın genel gerekçesinde ifade edildiği üzere, zamanla işletmeler için ağır bir yük haline gelen kıdem tazminatı, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde işverenlerin ödeme güçlüğü içine düşmesine neden olmuştur. Bir kısım işveren işçi devrini artırmak gibi yollara başvurarak bu tazminatı ödememe çarelerine başvurmuştur. Böylece yılların emeği ile hak kazanılan bu tazminattan, zaman zaman işçilerin yararlanamadıkları bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Kıdem tazminatı alacağının Türk mevzuatında öncelikli alacaklar arasında yer almamasının da bu hususta etkili olduğu bilinmektedir (ÇSGB, Yayın No:118 s.13). ?? Kıdem tazminatı fonu düzenlemesinin işverenlere çeşitli fırsatlar sunmaktadır. Şöyle ki, işverenler kıdem tazminatı fonuna aylık ödeme yapacağı için kıdem tazminatı yükü oluşmayacak ve işverenin işçinin iş sözleşmesini feshederken kıdem tazminatı yükünü düşünmeyecektir. Ayrıca kıdem tazminatı ödemelerine ilişkin işçisi ile mahkemelik de olmayacaktır (Nurdoğan vd., 2016:1166-1167). Bir diğer avantaj ise primlerin prime esas kazancın yüzde 3’üyle sınırlandırılmasıdır. Böylece mevcut duruma 436 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI göre daha az bir kıdem tazminatı yükü oluşacaktır. Kıdem tazminatı fonu düzenlemesinin işveren için olası dezavantajı ise; daha önce kıdeminin düşünüp işyerinden ayrılmayan nitelikli işçileri işyerinde tutmakta zorlanması (Nurdoğan vd., 2016:1167) şeklinde olacaktır. Taslağın işveren açısından bir diğer önemli dezavantajı kıdem tazminatına hak kazanılan haller dışında işçinin fon ile ilişkisinin herhangi bir nedenle sona ermesi halinde o ana kadar işverenden kesilen Kıdem Tazminatı Fonu primleri iade edilmeyecek olmasıdır (Taslak md.13/3). Madde gerekçesine göre bu düzenlemeyle Fonun finansal dengesi korunmaya çalışılmıştır. 3.2. İşçi Açısından Kıdem Tazminatı Fonu Özellikle ülkemizde işçi ücretlerinin düşük olması ve belirlenen asgari ücretin yoksulluk sınırının bile altında olması, bu ücret düzeylerinde çalışanların birikim yapması ve işsiz kaldığı günleri karşılama olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle işçi tarafı kıdem tazminatını, işçinin 13. aylık ücreti olarak görmekte ve bu kazanılmış haklarına dokunulmasını (Uzun 2013:1) kabul etmemektedir. Bu nedenle işçi kesimi kurulacak olan kıdem tazminatı fonunun, kazanılmış haklarına dokunulmayacak şekilde düzenlenmesini istemektedir. Kıdem tazminatının işveren kesimi tarafından işsizlik sigortası ve iş güvencesi çerçevesinde değerlendirilmesi görüşü eleştirilerek kıdem tazminatının ücret geliriyle, işsizlik sigortasıyla, iş güvencesiyle ve emeklilik ikramiyesi ile ilişki olduğu ancak hiçbirisiyle aynı şey olmadığı vurgulanmaktadır. Bu nedenle işçiler ve sendikalar için sınıfsal bir mücadele içinde bir hak olarak elde ettikten sonra kanuni düzenlemeleri konu olması nedeni ile diğer tüm ödemelerin yerine geçirilemeyeceği (Ataman, 2014:96-97) açıktır. Öncelikle belirtmek gerekir ki kıdem tazminatı fonunun işsizlik sigortası ve iş güvencesi hükümlerine dayanarak kurulmak istenmesi gerçekçi görünmemektedir. Çünkü Ünsal’ın (2007:37) belirttiği gibi; işsizlere ödenmesi öngörülen en yüksek işsizlik ödeneği asgari ücretin netini geçemediği için, işsizlik ödeneğinin bir işçinin ailesi ile birlikte geçimini sağlamaktan çok uzak kalacağı açıktır. Öyleyse işsizlik sigortasının varlığının kıdem tazminatının kaydırılması için bir gerekçe olamamakta ve ancak kıdem tazminatı ile birlikte düşünülmesin durumunda çalışanların işsizlik dönemlerinde bir ekonomik güvenceye sahip olabilecekleri düşünülebilir. 4857 sayılı kanunda düzenlenen “iş güvencesi” ne ilişkin hükümler çalışan kesim bakımından olumlu ve ileri bir adım olmakla birlikte tüm çalışanları kapsamaktan ve mutlak bir güvence sağlamaktan uzaktır. Örneğin iş güvencesi kapsamında olabilmek için şartlardan biri “en az 30 işçi çalıştıran işyeri olmasıdır” ancak ülkemizdeki işletmelerin %80’i (Özveri, 2005:20) otuzdan az işçi çalıştıran işyerleridir. Yine haklı Tematik 437 sebeplerin varlığı halinde işinden ayrılmak zorunda kalan işçiler ile belirli süreli sözleşmelerle çalışanlar, mevsimlik çalışanlar ve işveren vekili sıfatını taşıyanlar feshe karşı korumanın kapsamı dışındadır. Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı, görüldüğü gibi, işçinin kıdem tazminatı alabilmesini sadece emeklilik ya da adına en az on yıl prim ödenmiş olması koşuluna bağlayarak bu tazminatı devlet memurlarında olduğu gibi bir emeklilik ikramiyesine dönüştürmek istemektedir (Ünsal, 2007:36; Uzun, 2013:2). Ayrıca mevcut çalışanların yeni sisteme geçişle birlikte geçmiş kıdemlerinin nasıl bir uygulamaya tabi olacağı da oldukça karmaşık bir konu olarak görülmektedir. Fon tarihinden önce çalışmaya başlamış olanların fona geçiş aşamasında işverenle anlaşması beklenmektedir. Ancak, işverenler işçilerin kıdem tazminatına hak eder şekilde iş sözleşmesinin sona erip ermeyeceğini kestiremediği için çalışana çok az oranda kıdem tazminatı ödemek isteyecektir. Çalışanlar ise daha yüksek bir ödeme talep edeceklerdir. Ayrıca yeni sisteme geçiş ile birlikte belirlenecek olan kıdem tazminatı oranını ödeyecek mali gücü olmayan işletmeler açısından da nasıl çözüleceği ayrı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çözüm için en kolay yol ise yeni sisteme geçenlerin eski tazminatlarının eski sistemin kurallarına tabi kılmaktır (Nurdoğan vd., 2016:1164) şeklinde öneri sunulmaktadır. Kıdem tazminatı fon çalışması konusunda en önemli sorularından biri prim ödemelerinin ne kadar olacağına ilişkindir. Bugün ödenmekte olan oran %8,3’lük bir orandır ve işverenlerin işgücü maliyetlerini azaltmak için aylık fona yatıracağı oran %8,3’ten az olması durumunda işçiler için mevcut haklarının daraltılması durumu söz konusu olacaktır (Nurdoğan vd., 2016:1161).Aynı şekilde kıdem tazminatına hak kazanma koşullarının daraltılması da kıdem tazminatına ilişkin kazanımlarda geriye gidiş olarak görülmektedir. İşçi tarafının bir diğer haklı eleştiri gerekçesi de geçmiş fon uygulamalarından edinilen olumsuz tecrübelerdir. Tasarrufu Teşvik Fonu (NEMA) ve Konut Edindirme Yardımı (KEY) gibi fon uygulamaları kötü örnek olarak hafızalarda yer almasıdır (Uğur, 2009:10). Kıdem tazminatı fonunun işçiler için bir takım avantaj sağlayacağı durumlar da belirtilmektedir. Kıdem tazminatı kriz dönemlerinde ya da işverenin iflası durumunda da ödenebilir hale gelecektir. İşçiler her halükârda kıdem tazminatına hak kazanabilecektir, kıdem tazminatı fonunda ikramiyesi biriken işçinin kıdem tazminatı almama baskısı üzerinden kalkacağından daha rahat hareket edebilecektir, mevcut uygulamada kıdem tazminatı işçiler için genellikle tüketime harcanmaktadır. Fon düzenlemesinde uzun süre sistemde kalınması ile hak kazanılacağından işçiler için daha büyük bir birikim oluşması söz konusu 438 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI olabilecektir (Akbıyık & Koç, 2011:274-275). Yine işverenin iflası yahut isteğe bağlı olarak ödemeyip işçinin mahkemeye başvurması gibi durumlar nedeniyle ortaya çıkan tazminatın işverenden tahsilatı sorunları ortadan kalkmış olacaktır. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Tartışmaları eskiye dayanmasına rağmen kıdem tazminatı fonu üzerinde hala sosyal taraflar arasında bir anlaşmaya varılamamıştır. Özellikle iş kanunda yapılan değişiklikler ile “iş güvencesi” ve “işsizlik sigortası” gibi uygulamaların getirilmesi ile kıdem tazminatının kaldırılması ve sınırlarının daraltılması istenmekte ve tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. İşveren tarafı kıdem tazminatını büyük bir yük olarak görürken işçi tarafı ise kazanılmış hakların kaybedilmesi ya da sınırlandırılması anlamında endişe duymaktadır. İşveren tarafı açısından düşünülen fon sisteminin en olumsuz yansıması nitelikli işgücünün kıdem tazminatı kaybı yaşamama düşüncesiyle işverene bağlı çalışmasının artık gerek kalmayacağı ve işçinin farklı bir işe şimdiye nazaran daha kolay yönelebileceğidir. Diğer önemli husus da hatalı tahsilat dışında herhangi bir şekilde işverene prim iadesi yapılmayacak olmasıdır. Kıdem tazminatı fonu kapsamında en önemli sorunlardan biri de prim oranına ilişkindir. Mevcut sistemde %8,3 olan oranın, 2002 tarihli tasarı taslağında düşünülen fon ile düşürülmesi planlamaktadır. Bu durum işveren için maliyet unsuru görülmekle birlikte işçi açısından da hak kaybına yol açması bakımından önemlidir. Bu nedenle her iki taraf içinde kabul edilebilir bir oranın belirlenmesi ile uzlaşı sağlanması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mevcut uygulamada işçilerin büyük bir kesimi bu haktan yararlanamamaktadır ve getirilen fon düzenlemesi iyi yönetilebilir ise yararlanamayan bu kesim için de olumlu olabileceği düşünülmelidir. İşçiler açısından mevcut haklarını daralttığı ve bazı hak kayıplarına neden olduğu yönünde haklı eleştiriler olduğu gibi, diğer yandan mukayeseli hukukla birlikte değerlendirildiğinde kıdem tazminatının kötü niyet tazminatı, ihbar tazminatı, iş güvencesi tazminatı tazminatlarının gündemde olduğu bir hukuk sisteminde eski fonksiyonunu yitirdiği ve işveren aleyhine oldukça ağır yükümlülükler doğurduğu yönünde eleştiriler de bulunmaktadır. Ancak yukarıda değinildiği üzere ülkemizdeki gerek işsizlik sigortası gerekse iş güvencesinin kapsam ve boyutu henüz tüm işçileri koruyacak ve kıdem tazminatının adeta yerini alacak düzeyde değildir. Bu nedenle kıdem tazminatının iş güvencesi anlamında da bir sigorta gibi işlev görmektedir. Aksi takdirde kayıt dışılık oranının yüksek olduğu ülkemizde fona ödenecek işveren primleri sadece işverenin bildirimde bulunduğu resmi ücret üzerinden yapılacağından işçinin yine ücret tespiti Tematik 439 açısından ve fark kıdem tazminatı alacağının tahsili açısından mahkemeye gitmesi gerekecektir. Bu durumda fon sisteminin yargı yükünü işçi işveren arasındaki uyuşmazlıklardan arındırma amacı gerçekleşmeyecektir. Bu durumda kıdem tazminatında fon sistemini işgücü piyasasında çalışma barışını destekleyecek bir düzenleme olarak değerlendirmek mümkün olmayacaktır. KAYNAKÇA AKTAY A. Nizamettin, ARICI Kadir, SENYEN/KAPLAN E. Tuncay, (2013) İş Hukuku, Gazi Kitabevi Yenilenmiş 6.baskı, Ankara. AKYİĞİT, Ercan, (2014), İş Hukuku, Seçkin Yayınları. 10.Basım, Ankara. AYBIYIK Nihat & KOÇ Muzaffer, (2010), “Kıdem Tazminatı Fon Tasarısı Üzerine Düşünceler” Akademik Yaklaşım Dergisi, C.1, Sayı1, (122-154). AKTUĞ, Semih, (2009) , İş Güvencesinin Uluslararası Dayanakları, EÜHFD, C. XIII, S. 1–2 ATAMAN, Üzeyir, (2014) Kıdem Tazminatı Tartışmaları Üzerine, DİSK-AR, http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2014/02/DiSKAR_11.pdf (94-107). BAŞBUĞ Aydın (2016), İş Hukuku Çalışanların Hakları ve Sorunları, Binyıl Yayınevi, Ankara. BAYDERE, Fuat (1966), İş Mevzuunda Tesirleri Bakımından Çalışma Meclisleri, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Cilt 0, Sayı 17, (212-222) ÇELİK Nuri, (2000) İş Hukuku Dersleri, Bata Yayıncılık, İstanbul. ÇELİK, Nuri & CANİKLİOĞLU Nurşen & CANBOLAT Talat (2014) İş Hukuku Dersleri, Yenilenmiş 27.bası Beta Yayıncılık, İstanbul ÇSGB, Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı- Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Taslağı, Yayın No:118. EROL, Abdullah, (2012), Kıdem Tazminatı Fonunun İşgücü Piyasasının Esnekliğinin Sağlanması Yönündeki Etkileri, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul IŞIKLI, Alpaslan (2013), İş Hukuku, Gözden Geçirilmiş 8.Baskı, İmaj Yayınevi, Ankara KARABULUT, Özlem, (2008), Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı, Hukuk Gündemi Dergisi, 2008-9, , Ankara, (77-81) KARASU, Zafer (2011), Kıdem Tazminatı Fonu, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum. KAYA, Pir Ali, (2005) “İş,Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt:7 Sayı:1 , (179-193) 440 SOSYAL, BEŞERİ VE İDARİ BİLİMLERDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR - VI KUTAL, Metin, (2009), Türk İş Hukukunda Kıdem Tazminatı Sorunu ve Çözüm Önerileri, Sicil Dergisi, Yıl 4 Sayı 16, (5-15) LİMON, Resul (2015) “Türkiye’de Kıdem Tazminatının Tarihi Gelişimi ve Kıdem Tazminatı Fonu, İş ve Hayat Dergisi, Sayı:1. (147-170) NARMANLIOĞLU, Ünal, (2014) Ferdi İş İlişkileri I, 5. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul NARTER, Sami, (2013) İş ve Borçlar Hukuku’nda İş Güvencesi ve Akdin Sona Ermesinden Doğan Tazminatlar, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 2.Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara. NURDOĞAN Ali Kemal & DUR Ali İhsan Burak & ÖZTÜRK Mustafa, “Türkiye’de ve Dünya’da Kıdem Tazminatı Fonu” Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi C.21, S. 4 (1153-1171) OĞUZMAN, Kemal, (1967), 931 Sayılı Yeni İş Kanunu’nun Özellikleri, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt 33, Sayı 3-4, (215-227) ÖZVERİ, Murat, (2005), Kıdem Tazminatı ve Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Cilt 6 Sayı 22, (16-20) SAVAŞ, Burcu, (2015) İş Sözleşmesinin İşveren Tarafından Haklı Nedenle Feshi, Beta Yayınları. 1. Baskı Aralık, İstanbul SÜZEK, Sarper, (2014) İş Hukuku, Yenilenmiş 10. Baskı Beta Yayıncılık, İstanbul TUNÇOMAĞ, Kenan, CENTEL Tankut, (2013) İş Hukukuk Esasları Beta yay. 6. Baskı, İstanbul. TÜRK-İŞ 6.Genel Kurul İcra Kurulu Çalışma Raporu, (1966) Türk-İş Yayını, Ankara. UĞUR, Suat, (2009), Kıdem Tazminatında Fon Sistemi, Çimento İşveren Dergisi, Sayı 6 Cilt 23, (1-18) UYAR, Umut, (2011), Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarısı Çerçevesinde Kıdem Tazminatı Ve Muhasebesi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli UZUN Bekir, (2005) Kıdem Tazminatı ve Kıdem Tazminatı Fonu Yasa Tasarısı, http://dosya.toprakisveren.org.tr/makale/2005-68-bekiruzun.pdf. UZUN Bekir, (2013), “Kıdem Tazminatı Fonu Yerine Kıdem Tazminatı Garanti Fonu Oluşturulmalıdır”, http://dosya.toprakisveren.org.tr/makale/2013100-bekiruzun.pdf ÜNSAL Engin (2007) “Kıdem Tazminatı Fonu Kanun Tasarı Taslağı Konusunda Bazı Düşünceler”, TUHİS İŞ Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt 21 Sayı:2-3, (31-39).