Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Emre Aracı KAYIP SESLERİN İZİNDE emre.araci@andante.com.tr NİŞANTAŞI’NDAN NEUSCHWANSTEIN’A Yazarımız Emre Aracı bir kartpostalda gördüğü Ren nehri ve buharlı “Lohengrin” gemisinin hayaliyle çıktığı yolculuğunda Alp dağlarından geçerek Bavyera Kralı II. Ludwig’in, bulutlara değen Alpsee gölünün yamacında inşa ettirdiği Neuschwanstein Şatosu’nda, bu tapınağı andıran mekânda, Wagner’in ruhuna ve o tarihin büyüsüne dokundu. Bavyera Alpleri’ndeki Neuschwanstein Şatosu. işantaşı’ndan Neuschwanstein’a doğru seyahate çıktığım bir Eylül gününün sabahında havaalanına giderken yol boyu bu iki özel ismin benzerliği üzerinde düşünüp durdum; hem fonetik olarak ses benzerliği, hem de ikisinin “taş” sözcüğü ile bitmesi dikkatimi çekmişti. Ancak bu iki yer, derecelerin yirmisekiz santigradı gösterdiği sırada arabada yoğun bir trafiğin içerisinde dura kalka yol aldığım topoğrafya ile tahminlerin üç derece santigradı işaret ettiği ve dahası yılın ilk kar tanelerinin o akşam düşeceğinin beklendiği istikametimle, küçük parmağımın ucu kadar bir cıva farkı olmasına rağmen, fersah fersah apayrı diyarlardı. N 54 Andante Her şey yine her zaman olduğu gibi tesadüfen görerek satın aldığım eski bir kartpostalla başlamıştı; Ren Irmağı’nda işleyen buharlı bir gemiden 20. yüzyılın henüz başlarında postalanmış olan bu kartpostalda Kaub yakınlarındaki Falkenau adası üzerinde bir gemi gibi duran Pfalzgrafenstein Kalesi ve tepedeki Gutenfels Kalesi arkada doğan dev mehtabın parıltılı ışıklarında betimlenmekte ve en altında ise Şirket-i Hayriye’nin eski Boğaz vapurlarını andırırcasına silindir bacasından tüten dumanın uzun bir çizgi halinde uçup gittiği, yolculuğun yapıldığı geminin kırmızı bir silüeti göze çarpmaktaydı. Ama beni en derinden etkileyen bu buharlı geminin adı olmuştu: “Lohengrin”. Ren www.andante.com.tr / Kasım 2015 Ren Irmağı’nda “Lohengrin” gemisinden yollanan kartpostal (Emre Aracı koleksiyonu). Irmağı’nda bir kaleden diğerine kim bilir ne hûlyalı yolculuklarda ne yolcuları taşımıştı bu dev kuğu? Kim bilir ne kartpostallar, ne mektuplar yazılıp yollanmıştı güvertelerinden mehtaplı gecelerde? Karşımda duran kartpostaldaki iki kale manzarası ve “Lohengrin” adı birkaç hafta öncesinde tesadüfen okuduğum bir konser haberini bana hatırlatıvermişti; Bavyera kralı II. Ludwig’in Alpler’deki peri masalı şatosu Nueschwanstein’ın meşhur Sängersaal’inde Wagner’in Lohengrin operasından bölümlerin seslendirileceği üç konser verilecekti. Daha önce Andante’deki iki makaleme de konu olan bu şato ve operanın böylesine özel bir konser şöleniyle bütünleşecek olması, Alpler’in tepesinde, Ludwig’in sihirli dünyasında, Nueschwanstein’ın gerçek dokusunda, bir akşam vakti, gün Ormanın içinde beliren Hohenschwangau Kalesi (Fotoğraf: Emre Aracı). batımında Lohengrin’i dinlemek düşüncesi bir mıknatıs gibi ruhumu derinliğinden çekse de nedense gidip gitmemekte bir türlü karar veremiyordum. Ama hiç beklenmedik bir anda önüme gelen bu Lohengrin kartpostalı sanki bir asır öncesinden bana bir davetiye gibi yollanmıştı. Ve bu daveti cevapsız bırakmamalıydım. Ren Irmağı’ndan mehtaplı bir gecede yollanan o kart bir asır önce sanki bana yazılmıştı ve beni çağırıyordu. Yaptığım beş telefon görüşmesinin ardından sadece bir avuç biletin kaldığı 23 Eylül Çarşamba akşamı gerçekleşecek olan konsere son yerlerden birini zar zor bulabilmiş, uçak biletimi ve otelimi de ayırttıktan sonra Nişantaşı’ndan Neuschwanstein’a doğru yola çıkmıştım. Esasında böyle bir yolculuğu uçak yerine Lohengrin’in beni bağrına basacak güvertesinde, onun ruhuna sarılarak, yapmayı çok daha tercih ederdim, ama ileri bir teknoloji sayesinde geçmişe bir an evvel hızla seyahat ediyor olmak tesellisiyle yoluma devam ediyordum. Göz açıp kapayıncaya kadar Münih’e varmış ve havaalanından bindiğim S8 metro treni ile şehrin Merkez İstasyonu’na doğru yol almaya başlamıştım bile. Alman barometrelerinde ahşap bir köy evinin iki kapısında duran, güneş ve yağmuru gösteren kadın ve erkek figürleri gibi geleneksel Bavyera kıyafetleri içerisinde metro vagonunun açılan kapanan kapılarından sürekli olarak içeri girip dışarı çıkan genç hanımlar ve beyler Münih’te yer altında dahi Oktoberfest sezonunun devam etmekte olduğunu gösterirken, az sonrasında üst katında yerimi aldığım Londra otobüsü havasındaki iki katlı kırmızı tren çoktan Füssen’e doğru hareket etmişti. Hava giderek soğuyor, iki saatlik yolculuğun sonlarına doğru Bavyera Alpleri karanlık bir silüet halinde beliriyordu. Tren nihayet yemyeşil vadiler içerisinden geçerek barometredeki köy evleri arasından dağlara doğru ağır aheste, kıvrıla kıvrıla tırmanmaya başladı. Füssen kasabası trenin ulaştığı son durak. Ludwig’in de kraliyet treniyle geldiği bu küçük istasyona Wagner’in de gelmiş olduğunu düşünmek üçüncü defa seyahat ettiğim bu bölgeye varışımda duyduğum heyecanı ilk defa olduğu kadar içimde canlı tutuyor. İstikametim mütevazı bir aile oteli olan Waldmann; Füssen ile kalelerin arasında bulunan ormanın içinde bir dağ evi. Bu bölgede dört önemli ve tarihî yol kesişiyor; adları ise birbirinden büyüleyici: Romantische Strasse, König-Ludwig-Weg, Deutsche Alpenstrasse ve Via Claudia Augusta. Würzburg’u Füssen’e bağlayan ve birbirinden tarihî şehir ve kasabadan geçen Romantik Yol 385 kilometre uzunluğunda; 90 kilometrelik Kral Ludwig Yolu ise Starnberg’i Füssen’e bağlıyor. Zira tahttan indirilmesinin ardından Neuschwanstein’dan Starnberg’e son yolculuğunu yapan Ludwig 13 Haziran 1886’da doktoru Bernhard von Gudden ile Starnberg Gölü’nde ölü olarak bulunmuş. Bu yüzden de bu yolun ayrı bir önemi Hohenschwangau Kalesi’nin çatısındaki kuğu heykeli. 55 Eski bir karpostalda Hohenschwangau Kalesi. var ve pek çok kişi yaklaşık bir hafta süren bir yolculuk esnasında bu rotayı yürüyerek katediyor. 450 kilometre uzunluğundaki Alman Alp Yolu, Constance Gölü kıyısındaki Lindau’dan Berchtesgaden’e uzanıyor. Roma İmparatoru Claudius tarafından askerî amaçlı yaptırılan ve Kuzey İtalya’yı Almanya’ya bağlayan Claudia Augusta Yolu ise hâlâ önemini koruyan bir Alp geçidi. İşte böylesine tarihî yolların kesiştiği ve deniz seviyesinden 800 metre yüksekliğindeki bir coğrafyada otelime varır varmaz kalelere doğru giden Parkstrasse’nin yanındaki sessiz sakin yaya yolundan, ormanın kenarından, yukarı doğru yağmurda yürümeye başlıyorum. Hava giderek kararsa da bir anda ağaçların arasında, uzaktaki tepede beliren sarı kale burçlarının üzerinde duran beyaza boyanmış ve ışıl ışıl aydınlatılmış taştan kuğuyu görüyorum. Burası Ludwig’in çocukluğunun geçtiği ve hiç şüphesiz onun romantik ruh halini yoğurarak şekillendiren Hohenschwangau Kalesi. Çocuk masallarında okuduğunuz bir hayatın veya suluboya resimlerini gördüğünüz büyülü bir şatonun karşınızda aniden beliren bu somut örneği ve ortamın sükûneti Lohengrin’in dünyasına adım atmış olduğunuzu size müjdeliyor. Geçen sekiz saat içerisinde esasında sekiz asırlık bir geçmişe yol aldığınızı fark etmeniz ise hiç de uzun sürmüyor. Hohenschwangau Kalesi’ni Ludwig’in babası II. Maximilian veliaht iken Alpler’i yürüyerek dolaştığı bir gün harabe bir halde görüp, konumundan ötürü hayran kalarak, satın almış ve o zamanlar adı “Schwanstein” olan bu Ortaçağ kalesini Gotik bir üslupta Domenico Quaglio’nun tasarımıyla 1833 - 1837 yılları arasında yeniden inşa ettirmişti. Quagliolar daha çok sahne tasarımları ve opera dekorları ile tanınan önemli bir aile idi. Füssen’de taze çiçeklerin hâlâ açtığı mezarını ziyaret etme fırsatını da bulduğum Domenico Quaglio’nun, mimarisi 56 Andante Bavyera Kralı II. Ludwig. ve duvar freskleriyle, Kuğu Şövalye efsanesini opera dekoru havasında yeniden yarattığı bu kale, küçük Ludwig’in kendini rüya aleminde bir Ortaçağ prensi olarak görmesini sağlayan en önemli faktörlerden biri olmuştu. Christopher McIntosh The Swan King Ludwig II of Bavaria başlıklı kitabında Ludwig’in Lohengrin efsanesine olan düşkünlüğünü şöyle aktarıyor: “Ludwig kuğuyu sadece güzelliği ve azametli bir şekilde mesafeli duruşundan ötürü sevmemekte, Hohenschwangau’nun kendisine sunduğu diğer bazı hususlarla da bunları şuurunda ilişkilendirmekteydi. Kalenin pencerelerinden Alpsee’nin mavi yeşil sularına, ya da çamlarla kaplı vahşi dağ sırtlarına ve kayalık zirvelere baktıkça, hayalleri kanat açmaya başlıyor ve kendi yalnızlığı yükselen kuşun canlandırıcı yalın halini alıyordu. Ve başını pencerelerden çevirdiği zaman gözleri bu defa babasının ressam Moritz von Schwind’e yaptırttığı duvar resimlerine takılıyordu. Aynı zamanda elinin altında bu duvar resimlerinin sanatçı tarafından hazırlanmış olan eskizler albümü de bulunmaktaydı. Bunlar Tannhäuser, Holy Grail ve bir kuğunun çektiği kayıkta yol alan Grail Şövalyesi’nin efsaneleriydi. Şaşılmayacak bir şekilde Ludwig kurduğu fantaziler içerisinde kendisini Lohengrin ile özdeşleştirdi. Bir yarısı parıldayan zırh içerisindeki şövalye idi. Diğer yarısı ise kuğunun kendisiydi - mesafeli, azametli ve saf. Bir gün içindeki kuğunun kanatlanarak uçup gideceğini biliyordu”. Esasında akşam vakti uzun bir seyahatin ardından bu manzaraya karşı oturarak Hohenschwangau’nun tepesindeki taş kuğuya donup kalmış bir halde bakan ve bu hislere hassas herhangi bir ruhun benzer hayâllere dalmaması mümkün değildi. Bu yoldan geçerek bu kaleye 1854 yılının Haziran ayında Hans Christian Andersen de Kral Maximilian’ın davetlisi www.andante.com.tr / Kasım 2015 Disney’in şatosu gibi gezen otobüs dolusu olarak gelmiş ve üç gün kalmıştı. Onun peri turist kafilelerinden çıkma birkaç kişinin masallarına bundan daha uygun bir manzara zaman zaman gölün ve vadinin yankılı olabilir miydi? Küçük Prens Ludwig, pek çok akustiğini denemek için tarzan gibi bağırarak çocuk gibi bana da hasta günlerimde anneseslerini geri duymaya çalıştıkları bir ortamda annemin okuduğu “Kurşun Asker” hikâyesaniden Lohengrin’i duyar gibi oldum. Acaba inden bilhassa etkilenmiş ve Danimarkalı Ludwig yeni bir sürpriz mi hazırlamıştı? yazar bu Kuğu Kalesi için de ayrılmadan Yoksa hayâllerim mi bu defa şuuruma daha önce bir peri masalı yazacağına söz vermişti. etkin bir şekilde hâkim olmuştu? Sanki rüya Hattâ “kendi harikulâde goncasını terk görüyordum; hayâlle hakikatin karıştığı, ederek Hohenschwangau’nun duvarları şair Paul Verlaine’in “asrın gerçek kralı” güzel tablolarla bezeli odalarından uçup dediği Ludwig’in dünyasına yakışır bir rüya. geçen ve daha da güzel şeyler gören Alpgülü Karşımdaki gölün dekoru yüce bir gücün perisi için bir peri masalı yazılabilir” diyen kudretiyle her an değişiyordu; bir an sahne Andersen ne yazık ki böyle bir masalı hiç spotu gibi bulutların arasından bir güneş yazmadı, ama içimizdeki “Kurşun Asker” zaLohengrin kılığında Kral II. Ludwig hüzmesi iniyor, yeşilin tonu açılıyor, maten Hohenschwangau’da Ludwig’in hayâllerve mehtabın yüzünde Richard viye dönüyor, sahne kararıyor, derken yine inin hayâliyle nasıl olsa yeniden canlanmıştı. Wagner (Der Floh - 30 Ocak 1885). aydınlanıyordu. Üstelik turistlerin objektifleri Hikâyedeki karton oyuncak kale ise o an ve yemlerinden kaçmayı başaran göldeki bütün heybetiyle sarı boyasıyla karşımızda beyaz kuğu da bu dekorun içerisinde mesafeli taştan yükselmiyor muydu? ve azametli bir şekilde suda ilerlemeye başlamıştı. Anlaşılan Babasının ani vefatının ardından 18 yaşında 1864’te Bavyakşam Nueschwanstein’da Lohengrin’i seslendirecek olan era tahtına çıkan Ludwig, Münih’in kendisi için giderek artan Amerikalı tenor Corby Welch turistlere böylesine bir tabiatta klostrofobik havasından kaçmak üzere daha çok zamanını sesin nasıl yankılacağını göstermek istemişti. Böylelikle beni de Alpler’de ve Hohenschwangau Kalesi’nde geçirmeye başladı. bir anda 25 Ağustos 1865 akşamına geri götürmüştü. Yanına çağırttığı ilk kişi ise 1861 yılının Şubat ayında izlediği İlk defa bir konser mekânına “dikkat şahin çıkabilir” gibi Lohengrin operasının ardından üzerinde büyük bir hayranlık uyarı işaretlerinin arasından ormanda yürüyerek ulaştıktan hissi bıraktığı ve efsanede kendisini özdeşleştirdiği Elsa’yı kursonra o akşam otobüslerle Neuschwanstein Şatosu’na götürültaran Grail Şövalyesi gibi yardımına koştuğu Wagner oldu. O ürken Ludwig’in Wagner’e yazmış olduğu 13 Mayıs 1868 sırada alacaklılarından kaçan Wagner, operalarına Alpler’de tarihli mektubunu düşünüyordum: “Niyetim Pöllat geçidinin gerçek dekorlar inşa etmeyi tasarlayan ve bütün borçlarını yanındaki eski kale yıkıntısı Hohenschwangau’yu eski Alödeyerek ona huzurlu bir ortam sağlamak istyen bu genç ve man şövalye kaleleri mimarisinde tekrar inşa ettirmek ve yakışıklı Bavyera kralının huzurunda kendisini buldu. İşte bu itiraf etmeliyim ki üç sene içerisinde burada yaşamak için diyarlar onların hayallerinin taştan inşa edildiği, cam göbeği sabırsızlanıyorum; Säulling [Dağı]’nın muhteşem manzarasına ve türkuaz yeşili tonlarındaki suyunun zaman zaman çivit mave ovanın ötesindeki Tyrol Dağları’na karşı birkaç tane de konvisine döndüğü doğal bir Alp gölü olan Alpsee’de Ludwig’in doğum gününde, 25 Ağustos 1865’te, Wagner’in direktifi altında forlu ve ev rahatlığında misafir odası olacak. Burada ağırlamak yapılan hazırlığın ardından Hohenschwangau’nun burçlarından istediğim saygıdeğer misafirin kim olduğunu biliyorsun; burası bulunabilecek en güzel yer, kutsal ve ulaşılamaz; dünyaya, operanın çeşitli bölümlerinin bando tarafından çalındığı bir selâmet getiren, iyilik yapan o ilahi dosta layık bir tapınak. gecede aydınlatılmış ahşap bir kuğu üzerinde yerini alan yaveri Burada sana Tannhäuser’ı (arkada şato manzarasıyla SängerPrens Paul von Thurn und Taxis’in Lohengrin’i canlandırdığı saal) ve Lohengrin’i (şato avlusu, açık koridor ve şapele giden böylesine duygu yüklü bir tabiat cenneti idi. yol) hatırlatacak unsurlar olacak”. Babasının izinden giderek En son Alpsee’nin kıyılarına 2011 yılının Ağustos ayında Hohenschwangau’ya hâkim bir tepede yeni bir romantik şato gelmiş, Ludwig’in doğum gününde bu gölde canlandırılan o inşa ettirmeye karar veren Ludwig’in “tanrılar bizimle birlikte meşhur Lohengrin temsilini hayâl ederek yüzmüştüm. Şimdi bu yüce yükseklikte yaşayacak, cennetin havasını soluyacak” yine bu gölün kıyılarında hayatımdaki o özel ve unutulmaz diye tanımladığı Neuschwanstein’ına yavaş yavaş tırmanırken günü hatırlayarak sivri tepelerine bulutların indiği sarp dağlara ve şatonun avlusundan içeri girereken Alpler’in bu ulu sahnekarşı tek başıma bu efsanelere dalıp gitmişken buraları Walt Alpsee (Fotoğraf - Emre Aracı). Akşam konser için Neuschwanstein Şatosu’nun opera dekoru avlusundan içeri girerken (Fotoğraf - Emre Aracı). 57 Kral II. Ludwig Nueschwanstein’ın balkonundan bakarken Sängersaal - Neuschwanstein Şatosu sinde gerçek bir opera dekoruna adım atan figüranlar olmuştuk âdeta. Nitekim Allgäuer Zeitung gazetesi de birkaç gün sonraki konser kritik yazısında “Ortaçağ’a Yolculuk” başlığını atacak ve Neuschwanstein Şatosu’nun giriş avlusunun inşaatında temel alınan Lohengrin operasından ikinci perde tasarımını sayfasına taşıyacaktı. Ludwig hayâlindeki şatoyu zaten Angelo Quaglio’nun dekorlarında çoktan görmüştü ve ne enteresandır ki normalde sahne tasarımcıları bilinen bir binadan esinlenerek setlerini tasarlarlarken, burada tam tersi olmuş ve bir opera sahnesinden gerçek bir şato meydana çıkmıştı. Bavyera’nın bu yalnız kralı hayâllerine kavuşmuş, bizlere de sislerin sis makinesiyle yapılmadığı, ama zaman zaman sivri kuleleriyle bulutların üzerine çıkan bu konumdaki böylesine bir binada bu görevin tabiata bırakıldığı sihirli bir opera dekoru hediye etmişti. Çocukluğumda bilmediğim bu şatonun tahta bloklardan maketini yaparken bir gün gelip de beni bu şekilde içine konuk edeceğini tahmin edemezdim elbette. Lohengrin’in şatosunda karanlık bulutlar Alpsee’nin ötesindeki dağlara inerken konser başlamadan önce Ludwig’in balkonuna çıktım; onu bu balkonda akşam zamanı uzaklara bakarken betimleyen kartpostallar vefatından kısa bir süre sonra sirkülasyona girmiş, orijinal bir tanesi ise çoktan İngiltere’deki evimin duvarında yerini bulmuştu. Pöllat geçidinin altından akan şelâlenin sesi kulaklarıma geliyor, şatonun dördüncü katında Wartburg Şatosu’ndaki Usta Şarkıcılar salonundan esinlenerek ve Tannhäuser için yapılan Sängersaal’de orkestra ve solistler bizleri Neuschwanstein Şatosu’nun duvarında Lohengrin 58 Andante bekliyordu. Operanın akışı hiç bozulmadan, akıllı bir kurgulamayla, hikâyenin bütünlüğüne sadık kalınarak kesintilerle sunulan bu konserde, üstelik hiçbir direktörün çağdaş fikirleriyle sabote edemeyeceği bu son derece tarihî ve akustiği de şaşırtacak derecede mükemmel olan, Ludwig’in huzurunda temsiller verilmesi için tasarlattığı, ancak ne yazık ki hiç bir tanesine katılmaya ömrünün yetmediği Sängersaal’in görkemli ortamında Evgeny Svetlanov Yarışması’nı kazanmış olan Amerikalı şef Robert Trevino idaresindeki Bamberg Senfoni Orkestrası’nın tam kadro halinde, Akın Yazgaç’ın benim için tercüme ettiği Klaus Schmidt’in Allgäuer Zeitung’deki yazısında da belirttiği gibi yaylıların “cam gibi berrak” tınısından duyulan o meşhur prelüdü çalmaya başlaması, daha ilk anda ne kadar özel bir sanat hadisesinin parçası olduğumuzu bizlere derhal hissettirdi. Lohengrin’i Corby Welch’in, Elsa’yı Astrid Weber’in ve Ortrud’u Monika Bohince’nin seslendirdiği mükemmel solist kadrosu ise çıtanın bir hayli yüksek olduğunu gösteriyordu. Hiç şüphesiz, dünyanın hangi operasında sahneye çıkacak olursa olsunlar, içinde bulunduğumuz mekân onların sanatsal kariyeri açısından unutamayacakları bir tecrübe olmalıydı. Ludwig’in inşa ettirdiği böylesine bir tapınaktan başka nerede ve nasıl Wagner’in ruhuna yaklaşabilirlerdi? Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki Lohengrin’in dünya prömiyeri İstanbul’dan dönüşünden üç sene sonra Franz Liszt’in idaresinde Weimar’da Goethe’nin doğum gününün yıldönümü olan 28 Ağustos 1850’de, ilk İtalya temsili ise Naum Tiyatrosu’nun eski direk- Alpsee - Michael Zeno Diemer www.andante.com.tr / Kasım 2015 törlerinden Angelo Mariani’nin idaresinde Bolonya’da 1 Kasım 1871’de gerçekleşmişti. Her ne kadar resmi müzik tarihçemizde bahsi geçmese de 1896 yılının sonbahar mevsiminde bir Fransız kumpanyası İstanbul’daki Tepebaşı Tiyatrosu’nda Lohengrin’i sahnelemişti. İkinci perdenin sonunda verilen arada Neuschwanstein’ın dinleyicilere açık diğer bölümlerini gezmek mümkündü ve kendimi şatonun İstanbul’daki Aya Sofya’dan esinlenerek tasarlanmış olan taht odasında bulmuştum. Burası da çoğu projesi gibi tamamlanamamıştı; ama bu gerçek opera dekorunun içinde böyle bir gecede dolaşmak, Ludwig’in rüyalarını onun hislerine ortak ruhlara son derece dramatik bir şekilde aşılamaya devam ettiğine tanık olmak inanılmaz derecede heyecan vericiydi. Ancak ne yazık ki Neuschwanstein’daki konserlere dört sene boyunca restorasyondan dolayı ara veriliyor. Bu konserlerin geleceği ise maalesef şüpheli. Dilerim bu belirsizlik ortadan kalkar ve konserler ilk fırsatta tekrar başlar. Ertesi gün Alpsee’nin etrafını tamamen yürürken ve İstanbul’a da gelmiş olan ressam Michael Zeno Diemer’in Neuschwanstein’ın suya vuran aksini betimlediği tablosundaki açıyı ve renkleri çamlı kayalığın üzerinde arayıp bularak ve sonrasında PindarPlatz’dan geçen kuğu ailesini izleyerek uzun uzun göle bakarken yeni açılan Wittelsbach Hanedanı Müzesi’nde gördüğüm Hohenschwangau duvar resimleri katalogu arasında kaledeki kuğu efsanesinin dışında hep aradığım bir tablo dizisini ilk defa görüyor olmanın coşkusunu da duyuyordum. 1833 yılında Ludwig’in babası Maximilian veliaht iken İstanbul’a gelmiş ve 21 Haziran’da Beylerbeyi Sarayı’nda Sultan II. Mahmud’un huzuruna çıkmıştı. Beraberinde İstanbul’a getirdiği ressamı Michael Wittmer bu seyahatin anısı olarak skeçler hazırlamış ve Hohenschwangau Kalesi’ni aldıktan sonra Maximilian bir odasını Domenico Quaglio’nun tanımıyla “Türk Odası” yapmaya karar vermiş ve İstanbul seyahatini betimleyen resimler buranın duvarlarını süslemişti. Ludwig şüphesiz bu tablolara da saatlerce bakmış olmalıydı. Kaleyi gezdiğim iki defada da sadece bir kısmını görebildiğim bu tablolar arasında en sonunda elimde tuttuğum katalogda Beylerbeyi Sarayı’nda iki hanedanın buluşma hatırasına tanık oluyordum. Attığı oklarla Nişantaşı semtine adını veren Sultan II. Mahmud’un hatırasını Ludwig’in babası Alpler’deki kalesinde böylesine canlı tutmuştu ve tepesinde beyaz bir kuğunun beklediği bu kaleye o akşam uzaktan bakarken mevcudiyetini duyduğum, ama hiç görmediğim bu tablo Lohengrin’i arayıp bulmak kadar Nişantaşı’ndan Neuschwanstein’a yapmış olduğum bu ani ve beklenmedik seyahatin aynı derecede Neuschwanstein’daki konserden bir kare (Allgäuer Zeitung). anlamlı bir başka bağını oluşturmuştu. Seyahatimin son gününde Alpsee’ye karşı oturmuş bir bankta sandviçimi yerken yaşlı bir karı kocanın altın renkli retriever cinsi köpeklerini gezdirmekte olduklarını fark ettim; bu şirin köpek Uzak Doğulu turist grubunun da ilgisini çekmişti ve köpeği sevmeye başladılar. “Mozart”, “adı Mozart” dedi yaşlı bey. Mozart hoplayıp zıplıyor, turistleri eğlendiriyordu. Derken oturduğum bankın üzerine çakılmış bir plaketi fark ettim; o kadar seçenek içerisinde hiç de fark etmeden bu banka oturmuştum; “Zum 150. geburtstag König Ludwigs II” Richard Wagner Freunde - München 1995 yazılıydı. Anlaşılan Kral II. Ludwig’in 150. doğum gününde, 1995’te Münih’teki Richard Wagner Dostları Derneği bu plaketi banka çakmışlardı. Alpsee’de bestecilerin ve kralların hatıraları her şekliyle yaşıyordu. Neşeli bir Oktoberfest grubu ile Füssen’den Münih’e trenle geri dönüp, Türk Hava Yolları uçağında İngiliz Edebiyatı ve Shakespeare okumuş bir kabin memuru ile kısa bir sohbetin ardından vardığım İstanbul’da Maçka Parkı’nda, Alpsee’den çok uzaklarda, Neuschwanstein’ı düşünerek yaptığım sabah koşusunun ardından zaman zaman ekmek almak için uğradığım pastanede ise beni hiç beklenmedik başka bir sürpriz bekliyordu. Bana uzatılan ekmeğin adı “König Ludwig” idi. “Bir Alman kralı için yapılırmış” dediler. “Deneyin beğeneceksiniz” diye de eklediler. “İnanır mısınız, daha dün Alpler’in tepesinde onun şatosundaydım” dedim. Belki de bana inanmadılar, ama o ekmeği tattığımda bütün seyahatim, Alpsee ve Lohengrin bir lokmada yeniden gözümün önünde canlandı. Dilerim o aynı tadı sizler de bu sihirli diyarlara turist akınlarından uzak yapacağınız kişisel yolculuklarınızda bulursunuz. Eski bir kartpostal beni böylesine bir seyahate çıkarttı ve sakın Elsa gibi tereddüte düşmeyin; kim bilir belki de bu makale sizleri de bir gün Ludwig’in dünyasında “Kurşun Asker”i hatırlayarak benzer bir yolculuğa çıkartacak... Sultan II. Mahmud’un Prens Maximilian’ı Beylerbeyi Sarayı’nda kabulü - Dietrich Monten’in tablosu (Schloss Hohenschwangau Die Wandebilder eines Gebirgspalasts - Alice Arnold-Becker) 59