Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
“Yeni Film, Eski Klişe: ‘Aynalar’ ” başlıklı bu metin, Serpil Aygün Cengiz’in, 01.06.2008’de İzmir’de düzenlenen “Şizofreniyle İlgili Damgalama ve Ayrımcılığa Karşı Mücadelede Medyanın Rolü” başlıklı/konulu Şizofreni Dernekleri Federasyonu Çalıştayları 3’te yaptığı sözlü sunumun özet metnidir. Bu özet metin http://psikiyatri.org/online/content/view/50/1/#aaaa adresinde 20 Ekim 2008’de yayımlanmıştır. Yeni Film, Eski Klişe: “Aynalar” Yard.Doç.Dr. Serpil A. Cengiz (Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi) Yönetmenliğini Alexandre Aja’nın yaptığı 2008 yılı yapımı “Aynalar” (Mirrors) filmi eski bir klişeyi yineliyor: Şizofrenler tehlikelidir! Başrolünde, “24” isimli televizyon dizisinden tanıdığımız Kiefer Sutherland’in oynadığı “Aynalar” filmi bir yandan ayna metaforunu bilinçdışını açıklamak için yaratıcı bir görsellikle kullanırken bir yandan da şizofreni hastalığına ilişkin eski bir klişeyi çok sevimsiz bir şekilde tekrarlıyor. Filmde, bir yıl öncesinde birisini öldürmüş ve bu olayla bağlantılı olup olmadığını anlamadığımız bir şekilde polislik mesleğinden ayrılmış, bu arada iki çocuğunun annesi olan çok sevdiği eşinden ayrıldığını öğrendiğimiz Ben Carson, bir süre önce yangında kül olmuş bir mağazanın kalıntılarında gece bekçiliği yapmaya başlar. Mağazanın yıkıntıları arasında tek sağlam kalmış olan şey, Carson silahla ateş ettiğinde bile kendi kendini onaran tekinsiz aynalardır. Aynalar, seçtikleri insanların ölümüne sebep olarak ruhlarını alıp içine hapsetmektedir. Bunu fark eden Carson, ailesini korumak amacıyla aynaların bunu neden yaptığını araştırdığında aynaların kendisinden Esseker adında birisini getirmelerini istediğini anlar. Araştırması sonucunda olayların cereyan ettiği binanın, mağaza olarak kullanılmaya başlanmasından elli yıl kadar öncesinde bir akıl hastalıkları hastanesi olduğunu ve bir gece bütün hastaların vahşi bir şekilde ölmesinden sonra hastanenin kapatıldığını; sağ kalan tek kişinin de orada tedavi edilen Anna Esseker isimli on iki yaşında şizofren bir kız çocuğu olduğunu ortaya çıkartır. Esseker’i bulduğunda, kadının, aynaların olmadığı bir manastırda artık iyileşmiş bir şekilde yaşamakta olan yaşlı bir rahibe olduğunu öğrenir. Aynaların istediği Esseker’in Carson’a geçmişteki olayları anlatmasından, hastanede (kendisi de dahil) tedavi gören şizofrenlerin her şeyi yakıp yıkan, yok eden kötülüklerini aynaların kendi içine aldığını, bu sırada diğerlerinin öldüğünü ama kendisinin şizofreniden iyileştiğini; bu kötülüğü de geriye tekrar içine alıp şizofren olmak istemediği için bir daha aynalarla karşılaşmak istemediğini öğreniriz. Fakat yine de Anna Esseker, Carson’ın ailesinin masumiyetinden etkilenecek ve mağazadaki aynalarla karşılaşmaya karar verecektir. Bu karşılaşma sonucunda şizofreniye sebep olan büyük kötülük aynaların içinden çıkıp serbest kalarak tekrar Esseker’in bedenine girecek ve kalan son yıkıntıları da yok edecektir. Bu son yıkımla mücadele eden Carson ise filmde “Kaltak!” (“Bitch!”) diyerek aşağıladığı yaşlı, çirkin ve ölümcül derecede tehlikeli bu şizofreni hastasıyla savaşında ailesini kurtaracak, ama kendisini aynaların içine hapsolmuş bulacaktır. Akıl hastalıkları kitle iletişim araçlarında –bu örnekte de görüldüğü gibi- çoğu zaman, “Aynalar” filminde olduğu gibi damgalanmaktadır (stigmatize edilmektedir). Hangi hastalıkların daha çok damgalandığına baktığımızda ise karşımıza “şizofreni” çıkmaktadır. Bu damgalamanın yalnızca hastalara ve hastalıklara değil, hastaların yakınlarına, ruh sağlığı çalışanlarına, hatta hastaların iyileştirilmesi için kullanılan mekânlara bile yönelik olabildiği görülmektedir. “Aynalar” filminde kötülüğün kaynağı olarak yalnızca şizofreni hastaları değil, şizofreni hastası Anna Esseker’in tuhaf ailesi de parmakla gösterilmekte ve Anna’nın tedavi gördüğü “akıl hastanesi” de filmde kötülüğün barındığı yer olarak etiketlenmektedir. O kadar ki filmin ancak sonunda mekân yok edildiğinde izleyici olarak derin bir nefes alabilmekteyiz. Bir ruhsal hastalık olan ‘şizofreni’nin adının konulduğu 1908 yılından bu yana hastalığa yönelik olarak pek çok olumsuz anlamlarla yüklü söylenin (mitosun) dolaşımda olduğunu görmekteyiz. Dolaşımdaki bu öykülerin kaynağı nedir? Aslında sadece toplum değil, geleneksel tıbbi model de, hatta sağlık çalışanları da şizofreni hastalığına yönelik yargılayıcı, olumsuz tutumları üreten kaynaklar arasındadır. Ancak sorunun kaynağında asıl olarak medyanın olduğunu gösteren (1993 yılında Glasgow Media Group tarafından yapılan ünlü çalışmanın benzeri) pek çok araştırma vardır. Ruhsal hastalıklarda, kamusal bilgi kaynağı esas olarak kitle iletişim araçlarıdır. Ruhsal hastalıkların medyadaki temsilleri ile halkın ruhsal hastalıkları algılayıp yorumlamaları arasında anlamlı bir ilişki olduğu artık herkesin bildiği bir gerçekliktir. Medyada, şizofren hastalar arasındaki bireysel farklılıkların bu hastalıkta bir önemi olmadığından şizofreninin tedavisinde psikoterapinin yerinin olmadığına, hatta şizofreni hastalarının hepsinin zihinsel özürlü olduğuna kadar pek çok kalıpyargı sürekli üretilmekteyse de bu olumsuz önyargı yüklü kalıpyargıların en yaygını şizofreni hastalarının tehlikeli, saldırgan ve her daim suç işlemeye eğilimli olduğunun düşünülmesidir. Gazete başlıklarına rastgele bir bakış bile bu mitosun yaygınlığı hakkında hemen fikir sunmaktadır: “Şizofren kadın eşini baltayla öldürdü” (Hürriyet, 19.01.2007), “Şizofren genç annesini bıçakladı” (Vatan, 14.12.2006), “Parkinson ve şizofreni hastası koca eşini öldürdü” (Zaman, 18.05.2006). Şizofrenlerin tehlikeli, saldırgan oldukları inancı dışında en yaygın yanlış inanç ise şizofreni hastalığının kişilik bölünmesi veya çoğul kişilik bozulması olarak düşünülmesidir. Bu yanlış bilginin kaynağındaki en önemli nedenlerden biri Yunanca’dan türetilen “şizofreni” sözcüğünün anlamıdır: ‘şizofreni’, Yunanca “schizein” (yarılma) ve “phren” (zihin, ruh) sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. Dolayısıyla “akıl yarılması/bölünmesi” anlamına gelen sözcük, şizofreni hastalığının “çoğul kişilik bozukluğu” olarak anlaşılmasına da kaynaklık etmektedir. Bu etimolojik nedenden ve yanlış enformasyondan dolayı şizofreni hastaları medyada “çift kişilikli” veya “çoğul kişilikli” olarak sunulmaktadırlar. Medyada bunun pek çok örneğini görmek olanaklıdır: Örneğin müzik sanatçısı Mercan Dede ile röportaj yapan gazeteci Ayşe Arman “Sizi tanıyoruz ama tam bilmiyoruz; Arkın Allen mısınız, Mercan Dede misiniz, yoksa Arkın Ilıcalı mı?” sorusuna “Hepsinin toplamıyım. İkisi de benim parçam” diyen sanatçıya Ayşe Arman, “Bu şizofrenik adamın hikâyesi nerede, ne zaman başladı?” diye soruyor (Hürriyet Pazar Eki, 28.10.2007). Şizofreni hastalığına yönelik önyargılara medyadan etkileyici bir örnek ise bir Orhan Pamuk haberinden: 30.09.2007 tarihli Sabah gazetesinde “Birçok noktada kitapları, Pamuk’un ‘iki ruh bir ruhtan iyidir’ hissini yansıtır. Pamuk, yaşadığı kültürel etkileşimi Paris Review dergisine şu sözlerle ifade etti: ‘Şizofreni sizi akıllı yapar’ ” şeklindeki haberde Orhan Pamuk’un yanlış bilgi üzerine kurulu kalıpyargısına karşılık Yeni Çağ gazetesi 02.10.2007’de “Orhan Pamuk manyaklığı savundu” şeklinde manşet yaparak şizofreni hastalığına yönelik damgalamayı katmerlendirmiştir. Şizofreniye karşı bütün bu yanlış bilgilerle yüklü kalıpyargılara ve damgalamaya karşı ne yapılabilir? Öncelikle, ilk kez 1974 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün “sağlığı geliştirecek ve koruyacak enformasyona ulaşma, anlama ve kullanma güdüsü ve yeteneğini belirleyen bilişsel ve sosyal yetiler” anlamında kullandığı “sağlık okuryazarlığı” kavramı iyice gün ışığına çıkarılmalıdır. Daha önemlisi yine ilk kez 1997’de Anthony F. Jorm ve arkadaşları tarafından kullanılan “ruh sağlığı okuryazarlığı” kavramı da medyada dolaşıma sokulmalıdır. Goldney, Fisher ve Wilson tarafından tartışma dünyamıza katılan ruh sağlığı okuryazarlığının bileşenleri bu kavramın nasıl işimize yarayacağının ipuçlarını da sunmaktadır: a) Ruhsal rahatsızlıkları/hastalıkları tanıyabilme, b) Risk faktörleri ve nedenleri hakkında bilgi sahibi olma, c) Kendi kendine yardım bilgisine sahip olma, d) Profesyonel yardım isteme/bulma becerisine sahip olma, e) Tanıma/ayrımına varma ile uygun yardım arayışı davranışlarını kolaylaştırıcı davranışlar geliştirme ve f) Ruh sağlığı bilgisini arama yolları bilgisine sahip olmak. Ruh sağlığı okuryazarlığını gündelik yaşamda her yerde ve her an geliştirme amaçlı çalışılmalıdır; ancak medyanın büyük gücü ve etkinliği düşünüldüğünde medya okuryazarlığı dolayımlı, medyanın içinden geçen bir ruh sağlığı okuryazarlığının geliştirilmesinin de ne kadar acil ve önemli olduğu görülmektedir. Ruh sağlığı okuryazarlığı kapsamında ise “şizofreni okuryazarlığı”nı geliştirme yoluyla şizofreni hastalığı hakkında hem kamuoyunu hem de medya profesyonellerini bilgilendirerek yanlış bilgileri ortadan kaldırmak, hastalıkla ilgili olumsuz imgelerin gücünü azaltmak ve stereotiplerle mücadele edebilmek mümkündür.