Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
2007’de Ne Oldu? “Gerçek, haberden daha önemlidir”[1] [Giorgio Agamben] Yöntem İnsan ömrüne sığacak sürede dahi, olan biteni “tarihin tekerrürü” olarak görmek, işlemekte olan mekanizmayı anlaşılmaz kılıyor. Her bir kuşak veya siyasal iktidarla yeni bir tarih anlatısı inşa edildiğinde, süreklilik görülmez oluyor. İnsanın olayların seyrini, olayların içinden görmesi, ayrı bir zorluk getiriyor. Fiziksel meseledir, yakından bakılan cisim büyük görünür; tarihsel yakınlık, fiziksel yakınlıkla eşdeğerdir. İçinden geçilen sürecin kavranması için kavramsallaştırma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Halk, kavramsallaştırmayı ihtiyacını hep kendi üslubuyla gidermiştir. Örneğin “yedisinde ne ise yetmişinde de o” ya da “huylu huyundan vazgeçmez” genellemeleri, basit olmakla beraber nüans barındırmaktadır. Aynı olayın tekrarından ziyade davranış geliştirmeye, tutumda sürekliliğe işaret etmekteler. İnsan, ağırlıklı olarak gençliğinde yaşadığı deneyimler neticesinde, yaşamsal sorunlarına yanıt olarak davranış kalıpları geliştiriyor. Daha sonra benzeri sorunlarla karşılaştığında bu kalıplar kural olarak işliyor. Deneyimleme, öğrenme, hafızaya yerleştirme, yeni olayların etkisiyle kanaatleri inceltme, değiştirme bir döngü değil, süreklilik meselesidir. Devletin ömrü de kabaca böyle anlaşılmalı. Her bir kuşağın, kendi çağında karşılaştığı olaylar karşısında tarihsel bilgiyle ilişkilerine göre, devletlerin tutum alışlarına iki farklı anlam verdiğini görüyoruz: “Böylesi hiç görülmemişti” tutumunun karşısına “Hep aynı şeyler” oturtulabilir. İlki birkaç on yıl öncesinden habersiz bir kanaatin sözüyken, ikincisi teorisiz malumata işaret ediyor. Kısacası, devletin kuruluşu (özellikle kuruluşunu koşullayan krizi) ve gençliği, okunmalı bilinmeli ancak bugünü okurken bir süreklilik kabulü ile ele alınmalıdır. Devletin (ona hâkim sınıfın) öğrenmesi ve uygulaması, edilgen tekrardan başka bir durumdur. Birbirine benzeyen dönemsel iç döngüler olduğu varsayımı hayata, dolayısıyla hakikate ters olduğundan, teorik olarak redde tabi tutulmalıdır. Çıkarları çelişkili iki toplumsal sınıfın olduğu siyasal coğrafyada sınıf mücadelesi, edilgen tekrarı imkânsızlaştırır, sürekliliği mutlaklaştırır. Teyakkuz esastır. Olaylar ve durumlar yenidir, ancak bilinç eskiye dayanır, tutum süreklidir. Sola hâkim olan orta sınıf hafızası da Devlet’e hâkim olan sınıfınki kadar kuvvetli olmasa da vardır; tutum alışta belli bir tutarlılığı koşullar. Artık gözden düşen oryantalist Doğu tahlillerinin temelinde yatan “sınıfsızlık/çatışmasızlık” dolayısıyla “durağanlık, tekerrür ve azgelişmişlik” kabulleri, bu gerçeklerin inkârı değil midir? Teorik kabul, tüm detayları ile somut olarak gösteremediğimiz, ancak kavradığımız hakikatin izahı için şarttır. Mesele devlet olunca teorik kabule gitmeye, teoriyle kavramaya onun yapısı itibariyle de mecburuz, çünkü devlet geniş olmakla birlikte, icra organı kapalı bir örgüttür. Bu organ, karar alır, kararların çok azı ifşa olur. 30’lar Özellikle 1934 Eşiği İzmir Yargılamaları (1926) ve nihayetinde Nutuk’un (1927) yazımıyla bitimi ilân edilen Cumhuriyet’in ilk krizini belirleyen temel sorun, var olma ve kapitalist dünya dahlinde var olma sorunudur. Mustafa Suphilerin ve onlar nezdinde temsil olunan solun üç Doğulu damarının tasfiyesi[2], bu sürecin esaslı çatışmalarındandır. Devlet, bu çatışmadan öğrenerek çıkmıştır. Devletin sivil toplum, dernek/cemiyet ve terör politikası bu dönemde incelmiştir. Siyasal faaliyetin terörize edilmesi, kamuoyu oluşturma, dış dünyaya takdim etme ve sorunu mevzuata bağlama pratikleri, İttihatçılığı aşan bir maharet yaratmıştır. Kanun işi ciddiye alınmış, politik kırılma anları genelde bir kanunla işaretlenmiştir. Bugün de işleyen mekanizma ve mevzuat, o dönem kök salmıştır. Bu dönemi Türk Kanunu Medenisi (1926) ve Türk Ceza Kanunu (1926) işaretler. Bu eşikten sonra Nutuk irad edilmiştir. 30’lara şu şartlar altında girilmektedir: Sol, örgütsel ve politik olarak etkisizleşmiştir. Sınırlı etkisi, Sovyetler’in de varlığıyla, ideolojik ve edebi sahadadır. 1929 ekonomik krizi, etkisini tedricen Türkiye’de de göstermektedir.[3] Batılılaşma adımlarıyla halk tabanının düzleştirilmesi çabalarının halkta yarattığı tepki, yoksulluk ile birleşmiştir. Kent/kır nüfus dengesi (%25’e, %75) 1950’lere kadar sabit kalacaktır. Devlet, yeni dönemi bir esneme hareketi ile karşılamıştır (bu da Osmanlı’dan tevarüs edilmiş bir metottur). Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu (1930) planlı olsa da sonuçları beklenenin ötesine geçmiştir. Hesaba göre, kontrollü bir parti çoğaltma hamlesi ile halk tepkisi yüzeye çıkartılıp denetim altına alınacaktı. Ortaya çıkan tablo tahminleri geride bırakmış; halk, Serbest Cumhuriyet Fırkası’na âdeta hücum etmiş, sokaklar taşmıştır. Özellikle İzmir ve Samsun’da ortaya çıkan tablo, düzen açısından korkutucudur. Aynı yıl içerisinde Serbest Cumhuriyet Fırkası kapatılmıştır. Tabanda Serbest Cumhuriyet Fırkası’yla da yakınlaşan Türk Ocakları’nın kapatılması (1931), Halk Evleri’nin kurulması (1932), Kadro dergisinin çıkması (1932) artık soldan korkulmadığının, sağın devlet terbiyesi altına alındığının göstergesidir. Sol o tarihe kadar büyük ölçüde ezilmiş; bakiyesi genel olarak Kemalistleşmiştir.[4] Kadro dergisi, dönemin icaplarına uygun bir (planlamacı, devletçi, reaksiyoner) bir Kemalist ideoloji peşindedir. Türk Ocakları’nın yayın organının isim tercihi (Halka Doğru), kitle tehlikesine işaret eder. Alt ve orta sınıfların mobilizasyonu ile mümkün olan faşizm, sermayesi yetersiz ve ordusu henüz modern yönetim tekniklerine göre revize edilmemiş[5] Türkiye için pahalı ve risklidir.[6] Faşizmde sokağa çıkarılan kitlenin bir süre sonra içeri sokulması, iktidarın devlete/orduya devri şarttır; bu da bir kapasite sorunudur. Dolayısıyla 1920’nin ikinci yarısından beri solu sistematik olarak ezen Devlet’in, solun yokluğunda ve yoksulluğun bolluğunda baş göstermesi, muhtemel faşizme karşı ince ayar yapması doğaldır. Bu kapıdan girilen 30’lar, Devlet’in Sovyetler’den uzaklaşma hamlelerini de ördüğü yıllardır. 30’ları işaretleyen temel yasa, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’dur (PVSK). Cumhuriyet’in kuruluşundan 1934 yılına kadar bir polis yasası çıkarmak icap etmemiştir. Kanun, adli işlerden çok idari meseleleri ele almıştır. Düzenin korunması, sokağın elde tutulması esastır. Polise silah kullanma/öldürme yetkisi veren 16. madde ve kişileri yargı kararı olmaksızın alıkoyma yetkisi veren 18. maddesi, kanunun merkezini teşkil eder. PVSK Tasarısı, 1932’den beri meclise sunulmuş vaziyette beklemektedir, ancak tasarı gündeme alınıp kanunlaşmaz. 1934’te bir eşiğe gelinip detaylarına vakıf olamadığımız bir karar verildiği anlaşılmaktadır. Devlet’in kitle kontrolü yönünde kaygıları artmıştır; PVSK’ya ve arkasından gelen sürece bu açıdan bakmak gerekir. Kadro dergisinin 1934 sonunda kapatılması, yeni dönemin işaretlerindendir. 1934 eşiğinden geçildikten sonra Devlet temel bir sorunu çözmüştür: Alt ve orta sınıfların mobilizasyonunun yanında devlet üzerinde parti hâkimiyeti faşizmin bir diğer şartıdır. Recep Peker, bağımsız bir parti hüviyetine sahip bir CHP yaratmaya çalışan, faşizmi yerinde çalışmış ve benimsemiş bir genel sekreterdir. “1931’deki kurultaydan önce Recep Peker öne çıkmıştı bile. Genel Sekreter olmasıyla birlikte partinin günümüz deyimiyle yeniden yapılandırılması için de harekete geçti. Partiyi canlandırmak, örgütü su yüzüne çıkarmak, gevşekliği ve parti bürokrasisinin hımbıllığını kırmak için kollarını sıvadı. Aslında şimdiye kadar karanlıkta kalan bu dönemin Peker’in bakış açısından tarihi de henüz yazılmayı bekleyedursun, biz onun Genel Sekreterlik görevinden azledildiği 1936 yılına bir göz atalım. 15 Haziran 1936’da CHP’nin devletle bütünleşmesine karar verilmiş ve İçişleri Bakanı’nın partinin genel yönetim kurulu üyesi olarak CHP Genel Sekreteri olacağı öngörüldüğünden Peker görevinden alınmıştı. Dahası parti başkanlıklarına o ilin valileri atanmıştı. Parti başkanı olmak için önce vali olmak gerekiyordu. Genel Sekreter olmak içinse önce İçişleri Bakanı. Dolayısıyla devlet partiye el koymuştu.”[7] Peker’in genel sekreterliğe gelişi ile il başkanlıklarının kuruluşu ve genel merkezden atama yetkisinin düzenlenmesi peş peşedir (1931). Devlet’in merkezi denetimde tutma taktiğinin anlık bir karar eseri olmadığını, hazırlık yapıldığını görüyoruz. 1936’da Peker’in görevden alınışını 1931’de getirilen, merkezden atama yetkisi kullanılarak, il valilerinin il başkanı olarak atanması takip etmiştir.[8] Neticede, 1936-1939 yılları arasında CHP delegeleri il başkanı seçemez hâldedir, il başkanlıkları merkezden atama ile valilere bağlanmıştır. Taban-yönetim ilişkisi dağıtılmıştır. CHP geçmişten getirdiği tüm gerilimlerinden (İlk meclisin kalıntısı olarak mecburen Halkçılık, Osmanlı’nın kalıntısı olarak İttihatçılık, savaşın kalıntısı olarak Kuvayı Milliyecilik, vb.) sıyrılarak yaşayan bir parti olmaktan çıkarılmıştır. Daha sonra bu tedbirler gevşetilmiş, vali/il başkanı, içişleri bakanı/genel sekreter birleşimine son verilmiştir (1939). Gerek kalmamıştır, dünyada faşist kamp belirginleşmiş, sınırları çizilmiştir. Bu tarihe kadar, parti geçici de olsa devlete hâkim olamadığı için faşizm tehlikesi bertaraf edilmiş, kriz atlatılmıştır. 1946’da Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) katılım sürecinde sendikalar yasası çıkarılmış, katılım işlemleri tamamlandıktan sonra sendikalar ve bunlarla bağlantılı sol partiler kapatılmıştır. Demokrat Parti’nin meclise girmesinin hemen ardından 1946’da Peker yeniden sahneye sürülerek (bu sefer başbakan olarak) meclis disiplini sağlanmış, iki yeni sol parti (TSP, TSEKP) kapatılmış; Peker bir yıl sonra geri çekilmiştir. Yeni dünyaya dâhil olmak esastır. Peker geri çekildikten sonra İkinci Dünya Savaşı gerekçesiyle ilân edilen sıkıyönetim 1947’de kaldırılmış, yine 1948’de PVSK’nın 18. maddesi, estirilen özgürlük rüzgârları arasında kaldırılmıştır. Bunların her birisi, ya CHP eli ile ya da CHP desteği ile olmuştur. Demokrat Parti henüz iktidar değildir. 1948 aynı zamanda Türkiye’nin Sovyetler’e sırt çevirişinin resmileştiği ve Marshall Planı’na kabul edildiği yıldır. 1945’ten beri sola karşı tırmandırılan şiddet dalgası (Tan baskını, solcu hocaların Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden tasfiyesi, Sabahattin Âli’nin katli gibi) neticesini 1948’de vermiştir.[9] Neticede, Türkiye Cumhuriyeti’nin gençlik çağında edindiği alışkanlıkların bazıları şunlardır denilebilir: 1.      Bu yasalı bir Devlettir. Önemli eşiklerde yasa yapar veya göreceğimiz gibi değiştirir (ki bu da yasa yapmaktır). 2.     Geleneği ve gücü olan, ancak kapasitesi sınırlı bir Devlettir. Mecburen denge kurar. 3.     Denge kurarken önce solu ezer, sonra araçsallaştırır. Merkez ideolojiye yedekler, işi bitince bu işlevden de eder. Sağ ve merkez partilerin muktedir olmasına da müsaade etmez, el koyar. 4.    Dönemeç alınırken güçlü partiye el koyan Devlet, dönemeçten alındıktan sonra yeni dönemin inşasında güçlü partiyi kullanır, onun eli ile ona muhalif gibi görünen yeni aktörler yaratır. 2000’ler Özellikle 2007 Eşiği 1934 eşiğini işaretleyen PVSK, Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun ömürlü kanunlarındandır. Türk Kanunu Medenisi, Türk Ceza Kanunu gibi pek çok temel yasa kaldırılıp yerine yenisi getirilmişse de o, yerini korumuştur. PVSK’nın esaslı maddeleri (silâh kullanma yetkisi: m.16 ve yargısız alıkoyma yetkisi: m.18) 2007 yılına gelindiğinde yeniden ele alınmıştır. Silâh kullanma yetkisi artırılmış, yargısız alıkoyma yetkisi “durdurma” adı altında yeniden kanunlaştırılmıştır. 2006 yılında da Terörle Mücadele Kanunu’na eklenen madde ile “terör operasyonlarında” tek başına “teslim ol” sözüne uymamak, öldürmek için yeterli hâle getirilmişti. Ahmet Necdet Sezer, bu düzenlemenin daha yumuşak bir versiyonu için Anayasa Mahkemesi başkanıyken iptal oyu vermişken[10] (1999), Cumhurbaşkanı sıfatıyla onay vermiştir (2006). İptal oyu 90’ların Türkiye’sinden çıkışa, onama kararı 2007 sonrası Türkiye’ye girişe işaret eder. Bir eşik aşılmak üzeredir. Neticede “[…] hukuk ilkeleri, toplumsal ilişkileri değerlendirme noktasında başvurulacak bağımsız rasyonel ölçütler kümesi bağlamında nesnel kurallar olarak anlaşılmamalı, toplumsal ilişkileri kontrol eden ve onlardan kaynaklanan şeyler olarak izah edilmelidirler.”[11] Her krizden[12] çıkış, dönemsel de olsa yeni bir kuruluşu koşullar; ikinci cumhuriyet vb. liberal kavramsallaştırmalar bunu örter. 12 Eylül 1980’den 2001 krizine kadar ithal ikameci dönemin tasfiyesi ve bu tasfiyenin yarattığı sonuçlar belirleyici olmuştur. Yeni liberal ekonomik süreç, sömürü oranını kat be kat artırırken, düzen aktörlerinin halk nazarında yıpranması doğaldır. Bu sürecin muhalefet odakları, sürecin bir ürünü olarak gecekondu mahallelerinde merkezileşen sol, Kürt ulusal hareketi ve yeni şehirli İslamcılıktır. Devletin bu krizde de gençlik çağında edindiği alışkanlıklarla davrandığını kabul etmek, teorik bir zorunluluktur. Milli Mücadele sonrası tüm milliyetçi dinamikler CHP’de cem edildiği gibi, 28 Şubat ve bir dizi operasyonla önce İslamî dinamikler ve giderek tüm sağ, AKP’de cem edilmiştir. 1930’ların CHP’sinin yerini 2002’de AKP almıştır. İşaretler bu yöndedir. 2007 bir karar yılı olmuş, bu tarihten sonra zamansal yakınlıktan dolayı tam olarak tespit edemediğimiz bir tarihte Devlet, AKP’yi yutmuştur. Bu dönemde Devlet’in kitle hareketlerine ve sola yaklaşımı da aynı dönemsel kıyaslamaya uyar. 2007 bir eşiğe işaret ediyorsa öncesine ve sonrasına bakmak gerekir: AKP’nin ilânından (2001) önceki üç yıl üst üste önemli hazırlık operasyonları gerçekleştirilmiştir: 28 Şubat 1998 askerî müdahalesi, 15 Şubat 1999 Abdullah Öcalan’ın yakalanması, 19 Aralık 2000 cezaevleri operasyonu. Bunlar, 12 Eylül sonrası beliren muhalefet odaklarının dağıtılması/ehlileştirilmesiyle ilgilidir. AKP’nin sorunsuz bir beş yıl geçirmesi, bu hazırlıklarla mümkün olmuştur. 2001 ekonomik krizi sonrası finansal rahatlamanın da etkisiyle 2002’den sonraki ilk beş yıl kısmî bir refah ve demokrasi havası esmiştir. 2004 yılında yeni liberal ceza yasaları CHP desteği ile kabul edilmiştir. Neticede ordunun siyasetteki rolü de yüksek sesle tartışmaya açılmıştır. Politik imaj alanında AKP’yi bir parti olarak ayıran nedir? Taşıdığı İslamî gelenek ve askerin rolüne ilişkin tutumundan başka (bunların sonucu da olarak) yoksullarla kurduğu bağ ve özellikle mobilize olmaya yatkın muhafazakâr orta sınıf temsiliyeti, ayırt edicidir. Ekonomide ayırt ediciliği ise yeni liberal düzenin inşasında gösterdiği maharettir. Sermaye, en çok AKP döneminde büyümüştür. Özelleştirme tablosu, AKP’nin rolünü gösteren en anlaşılır veriyi sunar: 1986-2003 yılları arası yapılan toplam özelleştirme tutarına (8.240 Milyar USD), tek başına 2005 yılında (8.222 Milyar USD) ve tek başına 2006 yılında (8.096 Milyar USD) ulaşılmıştır. Hazineye yapılan transferde 2007 yılında zirveye ulaşılmış (7.576 Milyon USD) bundan sonra uzun süreli düşüş başlamıştır.[13] AKP, piyasa düzenini inşa etme görevini esasen ilk beş yılda yerine getirmiştir. 2008 yılı özelleştirme transferlerinin düşüşü yanında ekonomik kriz yılı olacaktır. 2007 yılına kadar memleketin seyri Devlet hafızasında 1927 yılına kadarki Türkiye’ye denk düşer, 2007 sonrası ise 1929 krizi sonrası 1930’lu yılları hatırlatır. 2008’e doğru gelinirken ekonomik/siyasal krizin belirtileri de aşikârdır. 2007 yılında, bu bölümün girişinde değindiğimiz PVSK değişikliklerinin yanı sıra Tanık Koruma Kanunu çıkarılmıştır. Aynı yıl başlayan Ergenekon operasyonlarının belkemiğini teşkil eden, bugün de hukuksuzluğu koşullayan “gizli tanık” uygulamaları, bu yasa ile kurumsallaşmıştır. Bu yasanın TBMM Komisyon çalışmalarında MHP çekimser kalmış, CHP tam da yasanın çıkarılma amacı olan “örgütlü suçlar” açısından açık destek vermiştir. Operasyon hazırlıklarının başlangıcı, AKP’nin iktidar geldiği yıllara dayanır. Medya’da 2001 yılından beri bir kazan kaynatılmaktadır.[14] 2002’den itibaren Ergenekon belgeleri adliyede ve poliste istiflenmeye başlanmıştı (Ör: Tuncay Güney’in tesadüfen gözaltına alınması vakası ve ele geçen dokumanlar). Yine 2007 yılında PVSK’ya eklenecek olan yargılamasız alıkoyma yetkisi, kanun değişikliğinden önce 2003’te “durdurma” biçiminde Yönetmeliğe girmişti. 1930’ların Türkiye’sinde kısa süreli Serbest Fırka dönemi dışında, düzen içi dinamikler CHP bünyesinde barındıklarından, düzen için hamleler CHP içi meseleler olarak temayüz etmiştir. 2000’li yılların Türkiye’sinde ise düzen aktörleri ayrı bünyelerde temsil edildiğinden hamleler de çeşitlenmiş, ancak Devlet’in iş tutma biçimi baki kalmıştır. Bu yazıda kaba bir tekerrür fikri savunulmadığı, girişte izah edilmeye çalışılmıştı. Kitle kontrolü, merkez partisine el konulması ve solun yedeklenmesi/ezilmesi, 2000’li yıllarda 30’lara göre daha parçalı, inişli çıkışlı ancak geçmişten öğrenilmiş devlet alışkanlıklarıyla kotarılan süreçlerdir. Bu hatırlatmayla soluklandıktan sonra devam edelim: 2007 yılında belli bir kararlılığa ulaşan müdahalelerin önemli bir hedefi de 30’lardakiler gibi kitle hareketliliğini kontrol altına almaktır. Sonuçta da alınmıştır. Örneğin: “2000’li yılların başlarında (2005-2006 yıllarına kadar) zaman zaman yaşanan büyük ölçekli işçi eylemleri, özellikle 2007-2008 yıllarından sonra hızla gerilemeye başlamıştır.”[15] 2007-2008 yılları Sirkeci, Beyazıt eylemleri, Taksim 1 Mayıs’ı, Telekom grevi gibi fiili meşru temelde gelişen, yasal grev kalıbına sığmayan işçi eylemliklerinin “havasını” içinde bulunmamış olanlar için yazıyla aktarmak güçtür. İlk bölümde çerçevesini çizmeye çalıştığımız modeli 2000’li yıllara uyguladığımızda, kitle kontrolü kaygısı ile yapılan yasa değişiklikleri, merkez partinin sıkı devlet kontrolüne alınması ve solun resmi ideolojiye (o dönemin paradigmasına göre her ne ise[16]) yedeklenmesinin takip etmesi gerekir. 2007 yılı Cumhuriyet Mitingleri, bir yönüyle AKP’nin çevrelenmesiyle ilgilidir, diğer yanıyla da solun resmi ideolojiyle güncel sıcak temas noktası olmuştur. Bu fasıl, solun derlenmemiş ve tartışılmamış yakın tarihinde medfûndur. Dolayısıyla kazarak, parça parça açığa çıkartabiliyoruz: Bugün çekinmeden, ağzını doldurarak laiklik savunuculuğu yapan TKP, 2007 Cumhuriyet Mitingleri’nde kitlenin etrafından bildiri dağıtarak ısınma turları atmaktaydı. Yine bugün laiklik siyasetinin solda önde gelen temsilcilerinden Halkevleri’nin ilerleyen yıllarda Başkanlığını eline alacağı DİSK, 2007 yılında bir yandan Cumhuriyet Mitingleri’ne katılacağını ilân ederken, diğer yandan 1 Mayıs’ta Taksim çağrısı yapmaktaydı.[17] Bugün neredeyse varlık gösterdiği ana saha laik eğitim talepli etkinlikler haline gelen Eğitim-Sen, 2007’de KESK’in merkezî kararına rağmen Cumhuriyet Mitingleri’ne tabandan destek vermekteydi.[18] Müesses sol örgütlerin dışında, sesi kamusal alanda duyulmayan sol çevrelerin içinde de ayrışmaya varan tartışmalar yaşanmıştır; örneğin Orhan Gökdemir’in “Sol”a geçmesi bu momentin bir ürünüdür.[19] İştirakî blogun 2008 yılında yayın hayatına başlaması da 2007 eşiğine karşı alınmış bir tutumun mütevazı neticelerindendir. 2007 yılı itibari ile solun ana gövdesinin resmi tezlere râm olduğuna ilişkin karşı cephede oluşan derin kanaatler çeşitli vesilelerle ifşa olmuştur.[20]  Solun laiklik siyasetine çekilmesinin yanında, kapıldığı bir diğer akımın kapısını Kürt siyasal hareketi hamiliğinde gelişen 2007 yılı bağımsız adaylar süreci açmıştır. Bu kapıdan girilen Çatı Partisi girişiminden bugün HDP’ye çıkılmıştır. Sol, âdeta yaklaşan tufana karşı Nuh’un gemisine sığınmış, istihdam edilmiştir.[21] Örneğin ESP gibi dinamik örgütler dahi 2007’den sonra tedricen kendi adı ve sloganları ile siyaset yapmaz/yapamaz hâle gelmişlerdir. 2007 ve hemen devamında, solun merkeze çekilmesinin yanında, AKP’nin (ve dolayısıyla onun bünyesinde barınan esnaf, memur vb. küçük burjuvalar ile örgütsüz kent yoksullarının) kontrol altına alınması için üst üste adımlar atılmıştır. Cumhuriyet Mitingleri’nin yanı sıra, Ordu/Yargı eliyle Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin engellenmesi girişimi, Nisan 2007 muhtırası, Dolmabahçe’de gerçekleşen Büyükanıt/Erdoğan görüşmesi, AKP’ye kapatma davasının açılması, aynı amaçla atılmış adımlardır. Yukarıda belirttiğimiz gibi 2000’ler her açıdan 30’lardan karmaşıktır. AKP’nin bir parti olmaktan çıkarılması, Devlet’e bağlanması daha uzun sürmüş, inişli çıkışlı bir sürece yayılmışa benzemektedir. Ancak 2007’de (en geç 2008’de) bir eşiğin aşıldığı anlaşılmaktadır. 2009 yılına girildiğinde solu içine alan ve Kürt siyasal hareketini de hedefleyen şiddetli bir polisiye/adli operasyon dalgası başlamış, muhalefet âdeta torba davalara doldurulmuştur. Bakılan tarih kesiti yaklaştıkça detay arttığından, bu ölçekteki bir yazının kapsamı ister istemez yetersiz kalacaktır. Ele alınan (ve alınamayan) olayların ayrıca detaylı polemiklere tabi tutulması ihtiyacı açıktır. Özetle sol açısından, 2009-2014 aralığında polisiye/adliye sahasında oldukça kıyıcı bir sürecin yaşandığı söylenebilir. 2014 yılına gelindiğinde, Fethullahçılarla girilen kavganın da etkisiyle, 1946 yılında sahneye konulan yarım yıllık rahatlamaya (veya kısmen 1948 yılının TBMM tartışmalarına) benzer bir liberal dönem yaşamıştır. Örneğin yılın başında, savcılık dosyalarının üzerinde tüm gizlilik kararları kaldırılmış, tahliyeler birbirini izlemiş, arama ve telefon dinleme kararlarının alınması oldukça zorlaştırılmış; aynı yılın sonunda ise bu uygulamalardan geri dönülmüştür. 2014 yılı sonunda yasaların aldığı yeni (yeni eski) bu şekil, 2015 yılının da habercisidir. 2015 yılın Mart ayında kabul edilen İç Güvenli Yasası ile PVSK’nın yargısız alıkoyma yetkisi veren 4/A maddesi (yukarıda değinildiği üzere 1934’te yürürlüğe konulup 1948’de kaldırılan 18. maddesinin karşılığı-2007’de PVSK’ya eklendi) güçlendirilmiş, polise savcı emri olmadan gözaltı yapma yetkisi getirilmiş, valilere adli soruşturma yürütme yetkisi verilmiştir. Bundan birkaç ay sonra patlak veren Hendek Olayları’nın ilk etabı, ordunun aktif ve yoğun desteği olmaksızın, 2015 yılı içerisinde sona ermiş; ordunun inisiyatifi aldığı ikinci etabında 2016 yılı başı itibari ile hendek/barikat direnişi ezilmiştir. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden üç hafta önce İl İdaresi Kanunu’nda yapılan değişiklikle (12. madde), ordunun şehir merkezlerine çıkması, operasyon yapması hukuken mümkün kılınmıştır. Bu durumda, polisin komutası dahi askerî komutana geçecektir. Yasa, bugün yürürlüktedir. Askere yetki, İçişleri Bakanı’nın teklifi ile verilecektir. Yine, 25 Temmuz 2016 tarihinde Jandarma tümüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştır. Bu İçişleri Bakanı, 31 Ağustos 2016 tarihinden itibaren Süleyman Soylu’dur. Erdoğan’a tabi olmadığı geçtiğimiz ay aleniyet kazanmıştır. Âdeta emaneten yürütülen Milli Savunma Bakanlığı da (2018’e kadar üç yılda beş kez bakan değiştirerek) Hulusi Akar’ın emekliliğinin ertesi günü onun nezdinde Genelkurmay’a teslim edilmiştir. 2016 yılından sonra AKP’nin şeklen, devlet adına iktidarda olduğu söylenebilir. Parti, dinamizmini kaybetmiş, teşkilât bütünlüğü dağılmış, tek başına seçim kazanamaz hâle gelmiş, MHP vesayetine girmiştir. “Metal Yorgunluğu” budur; bu ve benzeri söylemler, 1930’lu yıllarda CHP kongrelerinde, delegelerin il başkanı dahi seçemedikleri için taban dinamizmini kaybettiklerine yönelik yakınmalarına denk düşer.[22] En geç 2016 yılında AKP, geçmişten getirdiği tüm gerilimlerinden (İslamcılık, Milli Görüşlülük, Ümmetçilik, orta/alt sınıf temsiliyeti vb.) sıyrılarak Devlet tarafından yutulmuştur. 1936 şartlarına gelmek zaman alsa da nihayetinde gelinmiştir. Bugün AKP’nin il başkanlıklarının icraî değil, kanun gereği temsilî makamlar olduğu söylenebilir. Örneğin “Vali Hasan Basri Güzeloğlu, AKP teşkilâtlarının video konferans ile gerçekleştirdiği toplantıya başkanlık etti. Toplantı, belediyenin resmi Twitter hesabından duyuruldu. Toplantı, büyükşehir belediyesinin resmi Twitter hesabından duyurulurken, ‘Sayın Valimiz Hasan Basri Güzeloğlu, Büyükşehir Belediye Başkanı, Ak Parti Diyarbakır İl Başkanı Serdar Budak ve İlçe Başkanlarının da katılımıyla düzenlenen video konferans görüşmesine başkanlık etti’ ifadelerine yer verildi.”[23] haberini veren Birgün’ün ve haberi okuyan solun ekseriyetle “Parti Devleti” yanılgısına düşmesi, teorik kavrayış yoksunluğuna işarettir. Aksine partinin devlete hâkim olmasının ihtimalleri ortadan kaldırılmaktadır. AKP, 2001’de kurulmuştur; Vali ise kaymakam çocuğu olarak yetişmiş, 1985’ten bu yana da bizzat Devlet yönetimindedir.[24] “Muhalefet” kıla/tüye takılmış gözükmektedir.[25] Güncel bir diğer örnekte Vali, AKP İl Başkanı’nı da huzuruna alarak, AKP’li Belediye Başkanı’nı yol yapım işlerindeki gecikmeden dolayı medya önünde azarlayabilmektedir. Haber, Erzurum Valiliğinin resmi internet sitesinde şu başlık ve içerikle verilmiştir: “Havalimanı’ndaki çalışmaların yetersizliği Vali Memiş’i kızdırdı. […] Vali Memiş, beraberindeki Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen ve AK Parti İl Başkanı Mehmet Emin Öz ile Erzurum Havalimanı'na gelip burada Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü’nce geçen yıl tamamlanması planlanan, ancak farklı nedenlerle yetiştirilemeyen CAT-3A sisteminin kurulum çalışmalarını inceledi. […] Durumu yazılı olarak Bakanlığa ileteceğim. Buradaki çalışma yeterli gözükmüyor, hiçbir mazeret kabul etmiyoruz. Burada çalışmaların aksamaması için her türlü izni aldık.”[26] Sol, 1950’ye gelinirken müstakbel Demokrat Parti kadrolarından medet ummaktaydı; demokratik bir sürece girilerek nefes alacağı, bir çatlağa sığışacağı umudundaydı. CHP’ye karşı Demokrat Parti muhalefeti ile bloklaşacağı hayal edilmekteydi. “İleri Demokrat Cephe” girişimi olarak Görüşler dergisi, bu umudun eseridir.[27] Solun bu sarhoşluğu, DP’nin tokadı ile son bulmuştur (1951 Tevkifatı). Bugün DP/MHP bakiyesi sağ aktörler (İmamoğlu, Yavaş vb.) başkanlığa hazırlanırken sol aynı sarhoşluğa düşmüş görünmektedir. Oysa, 2023’ün yolu örülmektedir. Cezaevlerinde salgın koşullarında, mafyası/katili salınırken muhaliflerin tutulması, gündemi bir iki gün dahi meşgul edememiştir. Teorik kavga elden düşmüş, “habercilik” ana faaliyet sahası olmuştur. Fikir, haberin altında ezilmiştir. Haberciliğin sığ zihniyetine teslim olunmuştur. Bugünü solu, 2007’den bu yana belirginleşen bir sürecin sonucunu yaşamaktadır. Merkeze hapsolmuştur, başına geleni idrak dahi edememektedir. Bugünün AKP’si, 2007’den beri işleyen bir sürecin neticesinde ölü bir partidir. Müslümanlar bir tabuta tıkılmıştır. Sol, bir ölü ile ağız dalaşındadır. Bugünün yoksulları ve sokağı, 2007 yılından bu yana tahkim edilen yasalarla kuşatılmıştır. Neyin içine düşüldüğü düşünülmeli/görülmeli, teorik kavga gündeme alınmalıdır. Onur Şahinkaya 10 Haziran 2020 Dipnotlar [1] Giorgio Agamben, “Bir Din Olarak Tıp”, 02.05.2020, İştirakî. [2] Tevfik Atmaca, “Kökler”, İştirakî. [3] Örneğin: “Buğday fiyatı bir yıl içerisinde üçte iki oranında düştü.”, Eric Jan Zührer, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (Çeviren: Yasemin Saner Gönen), İletişim, 21. Baskı, 2007, s. 285. [4] Kadro dergisi kurucu kadrosu: Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Hükümet komiseri denilebilir), Şevket Süreyya Aydemir (Öncesinde TKP Merkez Komite Üyesi), Vedat Nedim Tör (Öncesinde TKP Genel Sekreteri), Burhan Asaf Belge (Aydınlık Dergisi/TİÇSF), İsmail Hüsrev Tökin (Öncesinde TİÇSF/TKP), hepsi üst düzey memurlukta ve Kemalizm’in mutfağında yer aldı. [5] 1950’lere kadar Osmanlı’dan kalma Prusya tarzı yönetim teknikleri değişmeyecektir. Değişim, ABD’nin para, danışmanlık ve NATO eğitim programları ile meydana gelecek; bu süreçte inisiyatif alan genç subaylar, 27 Mayıs darbesini gerçekleştireceklerdir. Zührer, A.g.e., s.347, 348. [6] “Mussolini ve Roosevelt gibi Hitler de özellikle altyapıda büyük ölçekli kamu harcamaları yoluyla ekonomik sağlamlığı eski hâle getirmek için çalıştı. Otobanın [autobahn] 1913’te başlatılmış olmasına rağmen, Hitler, büyük tutarda Alman markının büyümeye harcanmasını garanti etti ve henüz yeniden istihdam edilmiş işçilerle birlikte kürek sallayan imgesiyle bu projeden propagandist bir tutumla yararlanmayı bildi. ABD’deki WPA gibi, Alman bayındırlık hizmetleri de liderlerinin ününü parlatmış olmasına karşın, işsizlik denilen o kara perdede çok küçük bir delik açabilmiştir. Son tahlilde her iki ülkede de işleyen şey, askerî Keynescilikten başka bir şey değildir.” Louis Proyect, “Faşizmin Ekonomi Politiği”, İştirakî, Sayı 12, 2018, s. 22. [7] Cemil Koçak, “CHP Devletle Bir Oldu mu; Yoksa Devlet mi CHP'yi Yuttu?”, Star, 27.10.2012, Star. [8] Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Ebru Deniz Ozan, Cenk Saraçoğlu, Mustafa Şener, Ateş Uslu, Melih Yeşilbağ, Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Siyasal Hayat, Yordam Yayınları, 1. Baskı, 2015, s. 268. [9] Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, 2. Cilt, 1. Baskı, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2007, s. 276. [10] Anayasa Mahkemesi’nin 06.01.1999 tarih ve 1996/68E. ve 1999/1K. sayılı Kararı, Anayasa. [11] Allen Wood, Karl Marx (Londra, 1981), 3. Bölüm, “Marxism and Morality.” Aktaran: Steven Lukes, İnsan Hakları, İştirakî. [12] “[…] ‘Krisis’ sözcüğü esasen tıbbi bir kavramdı ve Hipokrat’ın eserlerinde doktorun hastanın hastalıktan kurtulup kurtulmayacağına karar verdiği anı ifade ediyordu. Teologlar bu terimi aldılar ve son gün verilen nihai kararı ifade etmek için kullandılar.” Giorgio Agamben, “Bir Din Olarak Tıp”, 02.05.2020, İştirakî. [13] Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, 2018 Faaliyet Raporu, s. 54 vd.; HMB. [14] 01.05.2001’de Taha Kıvanç’ın (Fehmi Koru) kaleme aldığı, o dönem “alakasız” addedilmiş köşe yazılarından birisi için Bkz: Deli Saçması Sanmayın, 01.05.2001, Yenişafak. [15] Aziz Çelik, Türkiye'de 2000’li Yıllarda Grevler ve Grev Dışı Eylemler: Çalışma Hayatında “Pax Romana” mı?, s. 117 vd., Researchgate. [16] Adı her dönem aynıdır: Atatürkçülük/Kemalizm; ama tonu ve bileşenleri döneme göre değişiklik gösterir: 20’ler: Milliyetçilik, 30’lar: Otoriterlik, 50’ler: Demokratçılık, 60’lar: Kalkınmacılık/Ulusal Kurtuluşculuk, 80’ler: Liberallik, 90’lar: Ulusalcılık, 2000’ler: Laiklik, giderek Misakı Millicilik, Bölgesel Yayılmacılık. [17] “DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, 29 Nisan’da İstanbul’da yapılacak Cumhuriyet için Çağlayan Mitingi’ne katılma kararı aldıklarını bildirdi. Çelebi, yaptığı açıklamada, mitingin, darbeciliğe, ırkçılığa, şeriata karşı, ülke bütünlüğünden yana çağrısıyla yapılacak olduğunu iddia ederek mitinge DİSK olarak katılacaklarını söyledi. […] Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı, Çelebi hakkında, 1 Mayısı Taksim Meydanı’nda kutlayacakları yönündeki açıklamaları nedeniyle kanunlara uymamaya tahrik suçundan iddianame hazırladı”, “Çelebi: Mitinge Katılacağız”, 28.04.2007, Evrensel. [18] “Cumhurbaşkanı Sezer ve CHP Genel Başkanı Baykal da katıldığı cumhuriyet mitinginde […] Tandoğan Meydanı'na gelen on binlerce kişi sık sık ‘Tam bağımsız Türkiye’, ‘Çankaya laiktir laik kalacak’, ‘Ya istiklal ya ölüm’ sloganları attı. […] Miting, Atatürk ve silâh arkadaşları için yapılan bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Bunun ardından hep birlikte İstiklal Marşı okundu. […] Mitinge aralarında KESK ve TMMOB'nin de bulunduğu birçok sendika ve meslek kuruluşu merkezî destek vermeyerek ‘Miting, ADD'nin öncülüğünde düzenlenmiştir. Bu derneğin başında darbeci bir general bulunmaktadır. Biz AKP iktidarına karşı olmakla birlikte bir darbeci generalin arkasından yürümek istemedik’ dediler. Öte yandan KESK ve Eğitim Sen pankartlarıyla mitinge katılan gruplar da oldu.’, “Cumhuriyet Mitingi Yapıldı”, 14.04.2007, Birgün. [19] Orhan Gökdemir, Aydınlanma Tarikatı, 2003, Tanıtım: “Aydınlanma, bir dönemin baskın düşünce akımı ve neredeyse çağımızın bütün düşünme biçimlerini yönlendiren bir ideoloji. Aydınlanma'ya dayanarak kendini konumlandıran ‘Batı’, bu olmanın yanında, dünya tarihine de cüretkâr bir saldırıdır; Aydınlanma ideolojisi, Batı'yı Doğu'dan ayırmış, giderek sistemli bir biçimde Doğu'yu aşağılamıştır.” Orhan Gökdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, 2017, Tanıtım: “Bugün Aydınlanma kavgası işçi sınıfı devrimcilerinin elinde yükselecek. Laiklik, cumhuriyetçilik, yurtseverlik; bu değerler geniş bir kesimin ortak paydası ama bugün bu değerler yaşayacaksa, onların neden ayaklar altına alındığı sorusunun yanıtlanması herkes için bir zorunluluk. İşte bu soruya kolektif bir yanıt veriyor elinizde tuttuğunuz kitap. Aydınlanma, sonuna kadar: Neden ve Nasıl?” [20] 10. 07.2008 tarih ve 2008/623 no’lu Ergenekon İddianamesi, Veli Küçük’ten aramada elde edildiği iddia edilen belgeler bölümü: “Bilgi Notları 21. Yüzyılda Kemalist Hareket isimli doküman içeriğinde; -Yakın tarihin en radikal sol örgütleri Kemalist olmuştur. -Türk/Kürt kardeşliği sloganı ile PKK'nın Kemalizme kaydırılmaya çalışıldığı…” [21] “Bugünün gerçeğinde tufanın karşılığı, ekonomik kriz ve savaştır. Ekonomik krizin ve savaşın lânetini yaşayanlara huzurlu, sakin ve mutlu bir zemin önerilmektedir.” [Eren Balkır, “Nuh’un Gemisi”, 12.07.2009, İştirakî. [22] Recep Tayyip Erdoğan’ın sürecin mağduru olduğu değil, 1930’ların Atatürk’ü, İnönü’sü gibi Devlet adına süreci yönettiği düşünmelidir. Parti talidir, esas olan Devlettir. Mağdur olduğu kabulünde de mekanizmayı değiştiren bir durum yoktur. [23] “Parti devleti: Kayyum Vali, AKP teşkilat toplantısına başkanlık etti!”, 07.05.2020, Birgün; “Vali, AKP teşkilatlarının toplantısına başkanlık etti”, 07.05.2020, Yeniçağ; Neredeyse aynı başlık ve içerikle: “Vali, AK Partili başkanların toplantısını yönetti”, 07.05.2020, Duvar. [24] D.Valiliği. [25] “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tavsiyesi ile son 2 yılda hızla yayılan bıyık bırakma modasına, bakan ve milletvekillerinden sonra valiler de katıldı. Doğu ve Güneydoğu'da görev yapan valilerin çoğunun, son aylarda bıyık bırakmaya başladıkları görüldü.” [Ferit Aslan, “Erdoğan’ın Bıyık Tavsiyesi”, 06.03.2018, CNNTURK. [26] “Havalimanı’ndaki Çalışmaların Yetersizliği Vali Memiş’i Kızdırdı”, 01.06.2020, E.Valiliği. [27] “Serteller’in Demokrat Parti’nin (DP) müstakbel kurucularından da yazı alacaklarını ilân ettikleri, yazar kadrosu içinde Serteller’in yanısıra Tevfik Rüştü Aras, Cami Baykut, Pertev [Naili] Boratav, Behice Boran, Berkesler, Hulusi Şerif, Adnan Cemgil, Esat Adil Müstecablıoğlu ve sair adların da bulunduğu Görüşler’in 1 Aralık günü yayımlandığı göz önünde bulundurulunca, ‘baskın’ın Tan’dan çok Görüşler’i susturmak ve dolayısıyla Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) ‘İleri Demokrat Cephesi’ni yıkmak için tertip edildiği düşünülebilir.” [Özgür Gökmen, “Çok-partili Rejime Geçerken Sol: Türkiye Sosyalizminin Unutulmuş Partisi”, Toplum ve Bilim, sayı 78, s.163-164]; “Görüşler dergisi, bu cephenin yayın organı olarak tasarlanmıştı. […] Demokrat Partiyi kuracak olan Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuad Köprülü, gibi isimlerin de yazması planlanıyordu.” [Mustafa Şener, Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset: Yön, MDD ve TİP, Yordam, 2. Baskı, 2015, s. 65.]