RÖPORTAJ
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan
"Ortak mirasımız olan geçmişi
küresel ölçekte ele alıp, bilimi
paylaşmak zorundayız"
30 Mayıs 1943’te İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini İngiliz Erkek Lisesi ve ardından Robert Kolej'de 1963 yılında tamamladı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Prehistorya Kürsüsü’nde yükseköğrenimine başladı. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi’nde “fahri asistan” olarak
çalışmaya başladı ve bütün akademik yaşamını İstanbul Üniversitesi’nde geçirdi. 1994 yılında
profesörlüğe yükselen Özdoğan, 2000 yılında Prehistorya Anabilim Dalı başkanlığını üstlendi,
2010 yılında da emekli oldu. Özdoğan, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) asli üyesi (20022011), Bilim Akademisi (2011), Amerika Birleşik Devletleri Bilim Akademisi (NAS) yabancı asli
üyesi (2005), Amerika Arkeoloji Enstitüsü (AIA), Alman Arkeoloji Enstitüleri (DAI) üyesidir.
Atıf: Özdoğan, M. C. (2022). Ortak mirasımız olan geçmişi küresel ölçekte ele alıp, bilimi paylaşmak
zorundayız (Röportajı yapan Hande Günözü). BRIQ Kuşak ve Yol Girişimi Dergisi, 3(4), 6-14.
RÖPORTAJ
"Dünya prehistoryası bakımından küresel bir bakış açısı getirmeye çalıştık ama bunu
Türkiye’de anlatabilmek epeyce zor. Sürekli olarak odaklanılan alan Mezopotamya olarak
kalmaktadır. Bırakın Orta Asya’yı, Balkanlar’ı, Avrupa’yı, Ege bile zor algılanır. Hâlbuki kültür
tarihi küreseldir ve küresel bir bakış açısı gerekir. Dünyanın her yeri ile birlikte geçmişe
bakmalısınız, konuyu küresel ölçekte ele almalısınız. Bir adayı koparttığınız zaman ona sahte
bir bilim uydurursunuz. Orta Asya’yı anlamak, bilmek için Yakın Doğu’yu çok iyi bilmek lazım
ama Güney Asya’yı; güneyinde Hindistan ve Pakistan’ı ve bütün Hint Okyanusu çevresini ele
almanız lazım. Bunların yanı sıra, her bölgenin bir çevresiyle etkileşimleri vardır bir de kendi
iç dinamiği ile olan süreçler vardır. Şimdi bütün bunları bir araya getirmek için küresel bir
bakış açısını edinmek gerekir. Herhangi bir uluslararası çalışma yapmak için sadece Orta Asya
için değil; ister İngiltere prehistoryası olsun ister Tanzanya olsun dünyaya, geçmişe, küresel
ölçekte bakmanın gerektiğini anlamamız lazım."
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan, BRIQ Yayın Kurulu üyesi Dr. Hande Günözü Ulusoy’un
sorularını yanıtladı.
Şanghay Arkeoloji Forumu, diğer ülkelerle
nasıl bir ortaklık kuruyor? Şanghay Arkeoloji Forumu’nun* kuruluş sürecinden ve yaptığı çalışmalardan bahseder misiniz?
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Şanghay Arkeoloji Forumu’nun kuruluşu, dünyada alıştığımız şekilde
A ülkesi ile B ülkesi arasında birebir ilişki kurma şeklinde
olmadı. Çin’deki durumu anlamak kolay değil, bizler için
çok yabancı bir ortam. Çinlilerin dünyayı anlamaya yönelik ve dünya ile paylaşmaya, dünya ile kaynaşmaya yönelik
bir yaklaşımları var. Şanghay Forumu bildiğim kadarıyla
4’üncü yılında ve bu sürecin en başından beri içindeyim.
Anladığım kadarıyla Çin Bilimler Akademisi’ndeki meslektaşlarım, dünyadaki diğer bilim insanlarını çağırarak,
Çin’deki bilgi birikimi ile kaynaştırmayı, Çinlilerin de
dünyada ne olduğunu anlamasını sağlayan bir temeli olan
ve bu alanda nasıl bir uluslararası işbirliği yapılabileceğini
düşünmeye yönlendiren bir forum oluşturmuşlar. Diğer
ülkelerle yapılan bu tip toplantılardan alıştığımız gibi, örneğin Almanya ile masaya oturursunuz ve ortak bir projeyi “Nasıl yaparız?”, “Kimlerle işi yürüteceğiz?”, “Botanik
veya zooloji ile ilgili çalışmaları kim yayınlayacak?” soru-
ları tartışılır. Şanghay Forumu öyle değil. Şanghay, doğrudan doğruya, dünyada o sırada yapılan önemli çalışmaları yapanların çağrıldığı, onların kendilerini tanıttığı ve
çalışmalarını sunduğu, karşılıklı bir ilişkinin kurulmasına
ortam sağlayan bir forum. Bu bir yerde Çin Bilimler Akademisi’nin geleceğe bakışını gösteriyor. “Dünyada bundan sonra ne yapılmalı?”, “Nasıl bir adım atılırsa doğru bir
adım olur, gerçekçi olur ve fonksiyonunu yerine getirir?”
gibi soruları anlamaya yönelik bir forum olarak görüyorum. Bir anlamda altyapı hazırlamaya yönelik diyebiliriz
çünkü Çin’in özellikle sosyal bilimlerde şimdiye kadar
dünya ile fazla bir entegrasyonu yoktu.
Şanghay Arkeoloji Forumu’nun bu çerçevede yürüttüğü çalışmalar nelerdir?
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Şanghay
Arkeoloji Forumu belirli bir çalışma yapmıyor. İki yılda bir aşağı yukarı 40-45 ülkeden (en son sanırım yaklaşık 180 idi) bilim insanını Çin’e davet ediyor, kendi
çalışmalarını anlatmalarını istiyor. Forum, o yıl yapılan
en iyi arkeolojik kazı, en iyi araştırma, en iyi buluntu
payesini vermek gibi önde gelen çalışmaları ödüllendiriyor. Orada 10 gün kadar farklı ülkelerden gelen bilim
* Şanghay Arkeoloji Forumu, 2013 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin Bilimler Akademisi bünyesinde kurulan, dünya çapında araştırmaları
destekleyen ve dünya arkeoloji mirasını korumaya ve değerlendirmeye çalışan bir kuruluştur.
7
RÖPORTAJ
insanlarını ağırlıyor. Bu sayede farklı ülkelerden gelen
bilim insanlarının bir araya gelip birbirlerini tanımalarını, Çinli meslektaşlarla birlikte vakit geçirip, aradaki
bağların pekişmesini sağlıyor. Bu aynı zamanda Çinli
meslektaşlarımızın dünyanın her sene 46 ülkesinde yapılan çalışmaları izleyeceği bir ortamı sağlıyor.
Çok akıllıca kurulmuş bir Forum diyebiliriz.
Üçüncü forumda şöyle bir tartışma olmuştu: O zaman
Çin Bilimler Akademisi’nin Başkanı “Şanghay Forumu
için bir yürütme kurulu kuralım” diye teklif etti. O zaman gerek ben, gerek İngiliz meslektaşım Lord Colin
Renfrew de oradaydık. İkimiz de buna karşı çıktık.
Şimdiye kadar bu tip uluslararası oluşumların hepsinde
yönetim kurulları kuruldu, bu kurullara değerli meslektaşlar seçildi. Ancak hemen hemen hiçbirinde istenen
sonuç ortaya çıkmadı. Kuruluş, yönetim bürokrasisine
saplandı, kişilik sorunları ve çekememezlikler ortaya
çıktı. Bu tür kuruluşlar çok sık olarak dünyanın çeşitli
yerlerinde toplantı yapmanın gereğini duyduğundan,
seçtiğimiz yöneticiler bilimden kopup dünyayı gezen
bürokratlar haline geldiler, bakış açıları bilimsellikten
kuram ve kuralcılığa dönüştü. Bilimden koptukları için
bu tür kuruluşlara seçilenler birbirleriyle yer değişerek
sürekli uluslararası kuruluş yöneticiliği gibi bir meslek
oluşturdular. Oysa Şanghay Forumu, Çin Bilimler Akademisi’nin tarafsız, işin gereğini öne çıkartan yaklaşımı
nedeniyle kurulduğundan bu yana niteliğini kaybetmeden süregeldi. Onun için “bu sistemi bozmayın” dedik ve hala aynı fikirdeyim. Forum toplantısı maalesef
bu sene pandemi koşulları nedeniyle yapılamadı.
Çin’e daha evvel de birkaç kez başka toplantılar için gittim. Gördüğüm şey, Çinli meslektaşlarımız
dünyada doğru bir sistemi oturtmak için “Yeni bir şey
nasıl kurarız, yeni bir oluşum için neler gerekir? Neler
yanlış? Doğrusu ne olmalı?” sorularının yanıtını arıyor.
Buradaki iyi niyet, bilimin gelişmesi, bilimin doğru
yere oturması için. Tek bir ülkenin tekelinde olmadan,
uluslararası işbirliğinin nasıl yürütüleceğine ilişkin bir
sistem kurmaya yönelik olarak görüyorum.
Bilimsel İşbirliğinde Doğru Yöntem
Gelişmekte olan ülkeler arasında kültürden, bilim ve
teknolojiye, ekonomik ve ticari ortaklıklara uzanan
bir işbirliği girişimi olarak hayata geçirilen ve ana
felsefesi “paylaşarak gelişme” olan Kuşak ve Yol
Girişimi (KYG) çerçevesinde arkeoloji alanında nasıl
bir bilimsel işbirliği geliştirilebilir, geliştirilmelidir?
Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, 4. Şanghay Arkeoloji Forumu'nun kapanış konuşmasını yaptı. (Jiangxi Kültürel Miras ve Arkeoloji Enstitüsü, 2019)
8
RÖPORTAJ
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Bu sorunun yanıtı, çok basit değil. Bir kere şunu baştan söyleyeyim geçmiş herkesindir, geçmiş dönemler hiçbir ülkenin tekelinde
değildir, hepimizin ortak mirasıdır. Siz belirli bir kısmı
seçip tekelinize aldığınız zaman bu diğerlerini dışlamak
anlamına gelir. Fakat birlikte çalışabilmek için grupların
aynı anlayışta, aynı bakış açısında ve aynı bilimsel düzeyde
olması lazım. Sorun da oradan çıkıyor. Onun için birlikte
çalışanların temelinin aynı düzleme gelmesi gerekir. Aksi
takdirde biri öbürünü bastırır ve ortak bir çalışma değil
bir tarafın hegemonyası haline gelir ki şu anda hiçbirimiz
böyle bir şey istemeyiz. Bu bağlamda birçok olumsuz örneği sıralamak mümkündür. Örneğin Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra ortaya çıkan genç cumhuriyetler
dünya ile bütünleşmek için büyük beklentilerle kapılarını
bilimsel çalışma olanağı ve birikimi olan ülkelere açmışlardır. O bölgelere iyi niyetle giren ekipler o ülkelerin iç
politikalarını, bilimsel araştırmaları düzenleyen bürokrasiyi, kültürel birikimi doğru olarak algılayamadıklarından
öyle bir art niyetleri olmasa da 19. yüzyılın kolonyalist
ilişkilerine benzer durumlar ortaya çıkmıştır. Deneyimli
ülkelerden gelen meslektaşlarımın araştırma yaptığı, yerelin ise bilimsel işbirliğinden çok bu ortak çalışmayı diğer
ülkelere uygun koşullarda gezi yapma olarak görmesi de
istenmeyen olumsuz örnekler arasındadır.
Türkiye’nin özellikle sosyal bilimlerde,
arkeoloji alanında sağlam bir temeli var.
O zeminde, çalışmak istediği, birlikte
ortaklık yapmak istediği ülkelere, çağdaş
bilimsel düzeyin önce aktarılması,
onu kazanıp onu uygulayabileceklerle
birlikte çalışılması lazım.
Burada ilişki dengesiz olduğu takdirde, bilgisi, yöntemi
iyi olan bir bilim insanı, bir ekip oraya geliyor, diğerleri
sırf onların isminden yararlanıyor ve sonunda iş bilimsel
şantaja dönüşüyor. Yani “Ben sana burada çalışma imkânı veririm, ben bir şey yapmam ama benim adım yayına
girsin, ben de o yayın sayesinde akademik ilerleme sağla-
yayım” düşüncesi. Bu sistemin olduğu ülkelerde bilim hiç
gelişmedi.
Türkiye’de bizim avantajımız şuydu: Biz Batılı meslektaşlarla eşit şartlardaydık, biz devletin koruma şemsiyesine
girmedik. Bundan on sene evveline kadar Türkiye’deki arkeoloji sistemi, Batılı diğer ülkelerden gelen arkeologlarla,
yerli arkeologları aynı düzeyde tuttu. Yani bize bir arkeolojik şemsiye sağlamadı. Biz açık rekabete girmek zorunda
kaldık. Bu Türkiye’deki arkeoloji bilimini ileriye götürdü.
Onlar ile biz açık rekabet ile mücadele ettiğimiz için ilerleme imkânımız oldu.
Türkiye’nin özellikle sosyal bilimlerde, arkeoloji alanında sağlam bir temeli var. O zeminde, çalışmak istediği,
birlikte ortaklık yapmak istediği ülkelere, çağdaş bilimsel
düzeyin önce aktarılması, onu kazanıp onu uygulayabileceklerle birlikte çalışılması lazım. Yoksa kolay paydaş bulmak ona orada her türlü kapıyı açacak ama hiçbir iş yapmayacak gibi bilim etiğine sığmayan yollara girilmemesi
gerekir. O yüzden “paydaş arama”, artık çağdışı bir şey. 1819. yüzyıllarda Batı’nın yaptığı yöntemdi bu. Bu yöntem ile
diğer ülkelerle ortak bilim anlayışı gelişmedi. Bu nedenle
ortak çalışma yapılacağı zaman sadece “gel beraber çalışalım” değil, “gel bilimi beraber düşünelim ve bilimin nasıl
yapılması gerekli olduğunun temelini beraber hazırlayalım” gibi daha zor ama doğru bir yolun seçilmesi lazım.
"Ortak Dil Sorunu Bir Şekilde Aşılır"
KYG çerçevesinde arkeoloji alanında bilimsel iş
birliğinin geliştirilmesinde, dil birliğinin olmaması
nasıl bir engel teşkil ediyor?
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Çok önemli değil bence. Bakın bunun en iyi örneği Çin. Çin’deki meslektaşlarımızla ben ilk teması kurduğumda hiçbiri İngilizce bilmiyordu ama yanlarında çevirmenleri vardı
ve dünyadaki terminolojiyi, dünyada olup biteni, Çinliler kadar iyi izleyen kimseyi de görmedim. Son 10-12
yıl içinde Çinli meslektaşlarımız Batı’daki toplantılara
gelmeye başladılar, bizim kazılara da geldiler, gezdiler.
Hiçbiri İngilizce bilmiyordu ama dünyayı çok iyi anla9
RÖPORTAJ
dıklarını, çok iyi öğrendiklerini insan hissediyor orada.
Aynı durum Japonya için de geçerli. Japonya’daki üniversitelerin çoğunda akademisyenlerin çoğu İngilizce
bilmez ama dünyayı çok iyi izlerler ve dünya ile ilişkileri de gayet iyidir, Slav ülkelerinde de benzer durum var.
Demek ki dil olmadan da temel anlayış doğru olduktan
sonra dili bir türlü çözüyorsun ve tekrar söylemek istiyorum genç kuşağı hedeflediğiniz zaman, genç kuşak
o dil sorununu çok kolay çözüyor ve çok kolay diyalog
kurabiliyor. Onun için hedefin yeni yetişen, iyi niyetle
dünya ile bilgiyi paylaşmak isteyen, dünyaya açılmak
isteyen genç kuşaklar olması gerekiyor.
Ülkemizde üniversitede eğitim alırken, genelde Orta
Asya bölgesinden kopuk bir eğitim alıyoruz. Batı’yı
öğreniyoruz, Anadolu’yu öğreniyoruz ama Asya kültür
tarihini ve arkeolojisini iyi bilmiyoruz. O bölgelerde;
Çin, Çince yayın yapıyor ama İngilizce açısından da o
bölgede en çok yayın yapanlardan bir tanesi Çin. Orta
Asya bölgesindeki arkeolojik çalışmalarda neredeyse
bütün yayınlar Rusça. Rus dilini bilmeden gerçekten
o bölgelerin arkeolojisini araştırmanız imkânsız hale
geliyor. Bu gibi zorlukları nasıl aşabiliriz?
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Bakın benim
Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı
(TİKA)’ya ilk yaptığım öneri de oydu. Yani Ay’a
gitmiyoruz. O bölgeler bilim geleneği olan, bilimsel
çalışmaların bizden evvel başladığı ve bizden daha yoğun
gittiği yerler. Onun için Kazakistan örneğini verdim,
Kazakistan’da 1993 yılına kadar 8,000 kurgan kazılmıştı,
Türkiye’deki bütün kazıları toplasanız o kadar yapmaz.
Kültür Tarihine Küresel Bakış Zorunlu
Sorun sadece dil sorunu değil. Türkiye’deki arkeoloji
eğitimine bakış açısı Mezopotamya odaklıdır. Geç dönemleri bir yana bırakırsak, Mezopotamya’ya yönelik bir
eğitim sistemi vardır. Balkanları ve Avrupa’yı yok sayar,
sanki dünyanın başka bir yerinde insan yaşamamış gibi.
10
Biz İstanbul Üniversitesi’nde bunu kırmak için epeyce
uğraştık. Dünya prehistoryası bakımından küresel bir
bakış açısı getirmeye çalıştık ama bunu Türkiye’de anlatabilmek epeyce zor. Sürekli olarak odaklanılan alan
Mezopotamya olarak kalmaktadır. Bırakın Orta Asya’yı,
Balkanlar’ı, Avrupa’yı, Ege bile zor algılanır. Hâlbuki kültür tarihi küreseldir ve küresel bir bakış açısı gerektirir.
Sadece Orta Asya derseniz olmaz. Dünyanın her yeri ile
birlikte geçmişe bakmalısınız, konuyu küresel ölçekte ele
almalısınız. Çünkü insanlar sürekli hareketli ve her dönemde hareketler, paylaşımlar var. Bir adayı koparttığınız
zaman ona sahte bir bilim uydurursunuz. Orta Asya’yı
anlamak, bilmek için Yakın Doğu’yu çok iyi bilmek lazım
ama Güney Asya’yı; güneyinde Hindistan ve Pakistan’ı ve
bütün Hint Okyanusu çevresini ele almanız lazım. Doğuda Çin bölgesi var ama kuzeyde büyük bir Avrasya stepi
var. Avrasya, aşağı yukarı Kore’den, Macaristan’a kadar
giden tekdüze kültür bölgesidir. Daha çok Türklerden
bahsedilir ama kendi içinde hareketli, her milletin içinde
olduğu her kültürün kaynaştığı bir çorbadır. Bu, kimsenin tekeline almaması gereken bir çorbadır. Bu durum,
Orta Asya’nın doğudan batıya her yeri için geçerlidir.
Bu nedenle o bölgeyi anlamanız için bölgeyi çevreleyen
kültür bölgeleri ile birlikte ele almalısınız. Bunların yanı
sıra, her bölgenin bir çevresiyle etkileşimleri vardır bir
de kendi iç dinamiği ile olan süreçler vardır. Şimdi bütün
bunları bir araya getirmek için küresel bir bakış açısını
edinmek gerekir. Herhangi bir uluslararası çalışma yapmak için sadece Orta Asya için değil; ister İngiltere prehistoryası olsun ister Tanzanya olsun dünyaya, geçmişe,
küresel ölçekte bakmanın gerektiğini anlamamız lazım.
Bir Uygarlığı Anlamak için Gerekli Bütünsel
Bakış
Bu yaklaşım sadece bizim dışımızdaki coğrafyalar için
değil kendi bölgemiz Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’yi anlamak için sadece Suriye, Irak’a değil; Kırım’a
da, Bulgaristan’a da, Akdeniz’e de bakılması gereklidir.
RÖPORTAJ
Bizim eğitim sistemimizde bu yok. İster tarih açısından,
ister dilbilim ya da arkeoloji açısından küresel, bütünsel
bir bakış açısına sahip olmadan ne kendi ülkemizin ne
de başka bir ülkenin uygarlık tarihindeki yerini anlamamız mümkün değildir. Bütünsel bir bakış açısı dediğimiz
zaman bunun doğru anlaşılması gerekir. Bu yalnızca insanların yaptığı eserler ve anıtlar değil, yaşam koşullarını
belirleyen iklim salınımları, doğal çevre ortamı değişimi,
diğer bölgelerin etkisi ya da diğer bölgelerle olan ilişki,
nüfus yapısı, bilgi birikimi gibi çok farklı girdilerle birlikte düşünmeyi gerektirir.
Bilimin paylaşılması gerekir, bilim
ortaktır. Bunu en doğru yapan kişi
Atatürk’tür. Erken Cumhuriyet
döneminde düşünün; herşeyi
millileştirmiş Atatürk, bir tek “bilim
uluslararası olur” der.
Bu kadar çok girdinin olduğu bir bağlamda uzmanlaşmanın tanımı da sürekli olarak değişmektedir; benim
öğrencilik yıllarımda Tunç Çağı çalışan bilim insanı
Orta Asya’dan İngiltere’ye kadar olan her bölgeyi bilirdi
ve bilmek zorundaydı. Aradan geçen zaman içinde bilgi ve bilgi çeşitliliği öylesine arttı ki artık uzman tanımı dar bölgelerle sınırlandı. Örneğin, “ben hem Suriye
hem de Özbekistan üzerinde uzmanım” diyemezsiniz.
Ancak farklı bölgelerde ne olduğu hakkında temel bir
bilgi birikiminizin olması da gereklidir. Bizim eğitim sistemimizde çok yanlış bir şey var: Geçmişi kendi içinde
sıkıştırarak tek düzleme getirmek, yani zaman ölçeğini
kaldırmak. O bölgenin neolitiği farklı, paleolitiği farklı, o
bölgenin kendi içindeki Tunç Çağı oluşumu, devlet oluşumu, kent oluşumu, tarımın başlangıcı, bunun hayvancılığa dönüşümü, aldığı ve verdiği göçler vs. farklı.
Konuyu Orta Asya’dan açtığımıza göre hiç bilmeden
Yakın Doğu bakış açısıyla Orta Asya’yı anlatmaya çalışırsanız dünyadan aya bakmak gibi çok aykırı bir tablo
ile karşılaşırsınız. Bu söylemin doğru bir yere oturma-
sı gerekir. Eğer Orta Asya’ya yönelik bir şey yapıyorsak
küresel bakış açısının yanı sıra Orta Asya’nın paleolitiği,
prehistoryası, ön tarih dönemleri, Orta Çağı, Yakın Çağı
gibi orada da uzun bir sürecin olduğunu, bunların her
birinin birbirinden farklı olduğunu ve Orta Asya gibi çok
büyük ve kendi içinde çeşitlilik gösteren bir coğrafyaya
farklılıkları yokmuşçasına tek bir bütün olarak bakılamayacağını, örneğin; Aşkabad ile Kaşgar’ın kültür coğrafyaları farklarını göz ardı etmememiz gerekir. Bunun
yanı sıra yine Orta Asya örneğinden yola çıkarak oraları
hiç araştırılmamış bir bölge gibi görmekten vazgeçmemiz gereklidir. Yalnızca Ruslar ve Çinlilerin değil, Batılı
meslektaşlarımızın da çok uzun süreden beri o bölgede
yaptığı iyi çalışmalar var örneğin son yıllarda Altaylarda
yapılan çalışmalar gibi. Bu çalışmaları göz ardı edip yeniden, sıfırdan başlayan bir bilim olmaması gerekir.
Bilimin Paylaşılması Gerekir
Bizim Orta Asya’ya araştırmacı olarak girmemiz
gerekli ve doğru ancak doğru adımlarla, doğru bilgi
ve doğru yöntem ile. O bölgede çalışan Çinli de
olsa, Alman da olsa, Amerikalı da olsa, Rus da olsa
bilim insanıdır. Bilimin paylaşılması gerekir, bilim
ortaktır. Seçmece bilim olmaz. Bunu bakın en doğru
yapan kişi Atatürk’tür. Erken Cumhuriyet döneminde
düşünün; her şeyi millileştirmiş Atatürk, bir tek “bilim
uluslararası olur” der. Bilimi uluslararası yapmıştır ve
Türkiye’deki kazılara da yabancıları davet etmiştir.
“Arkeoloji uluslararası olur” demiştir.
Örneğin bakın, Çin kendi sınırları dışında
kazılara yeni başladı ama çok dengeli başladı,
birden bire saldırmadı, yani her “buyur gel” diyene
gitmedi. Seçerek ve doğru adımlar atarak gitti. Genel
olarak Çinli meslektaşlarımın tutumlarının Batılı
ülkelerinkinden belirgin biçimde farklılaştığını
rahatlıkla söyleyebiliriz.
İpek Yolu üzerinde uygarlık tarihinin açığa
çıkarılması ve korunması alanında; Rusya,
11
RÖPORTAJ
Çin, Türkiye ve Orta Asya ülkelerinin devletleri,
araştırma kuruluşları ve üniversiteleri arasında
ortaklık ve işbirliği olanakları nedir, nasıl
geliştirilebilir?
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: İpek Yolu deyince
Hazar’ın kuzeyinden geçen yolu mu, Hazar’ın güneyinden
geleni mi, yoksa Hint okyanusundan dolaşıp gelen yolu mu
anlıyoruz? Yoksa aktarmalı, farklı farklı yollardan mı söz
ediyoruz ya da sürekli olarak yeri değişen bir yoldan mı
bahsediyoruz? “İpek Yolu’nu araştıralım” dediğimiz zaman
bu sorunun yanıtı gerekir. Bence bu soruya, İpek Yolu
sembolizmi arkasında, Doğu Asya ile Batı Asya arasındaki
ilişkiler denilebilir. Birçok şey doğudan geliyor ve doğuya
gidiyor doğru. Ama burada önemli yollardan biri Hint
Okyanusu. Yani Dilmun ticareti dediğimiz; Güney Çin’den
gelip Basra Körfezi’nden içeri giren çok ciddi bir ticaret
yolu var. M.Ö. 3000’den itibaren de etkili bunu biliyoruz,
zaman zaman bu Afrika’ya kadar da uzanıyor. Şunu göz
ardı etmemek gerekir eski dönemlerde deniz yolu kara
yolundan daha kolay ve daha güvenlidir. M.Ö. 3’üncü bin
yılda Tunç Çağında Doğu ve Güneydoğu Asya çıkışlı pirinç
ve tavuk gibi yaşamsal önem taşıyan birçok şey batıya
büyük olasılıkla karadan değil deniz yoluyla gelmiştir. Buna
karşılık yukarıda söz edildiği gibi doğuyu batıya bağlayan
iki karayolu Karadeniz’in kuzeyinde Avrasya steplerinden
geçen yol ile Orta Asya üzerinden Hazar’ın güneyinden
gelen yol at, deve ve eşeğin evcilleşmesinden sonra önem
kazanmış ancak bu iki bölge arasındaki coğrafya, politik
oluşumlara bağlı olarak sık sık kesintiye uğramıştır. Tarih
öncesi dönemler için Avrasya steplerinin atlı topluluklar
için otoban gibi ekspres bir yol oluşturduğunu, çeşitli
teknolojileri, toplumları ve hatta yaşamda iz bırakan
beğenileri iki bölge arasında aktardığı arkeolojik verilerle
açık olarak görülmektedir.
Asya’nın iki ucunda iki farklı kültür oluşum bölgesi
bulunmaktadır. İki bölge yani Çin ile Yakın Doğu
arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başladığımızda, zaman
ölçeğini unutmamamız gerekir. Uygarlık tarihinin binlerce
yıllık tarihi sürecini bastırıp tek boyuta indirdiğiniz zaman
ortaya çıkan resim, gerçeği değil görmek istediğinizi
gösteren tümüyle yanıltıcı bir resim olacaktır. İki bölge
arasındaki ilişki yönü, niteliği sürekli olarak değişir ve
devingendir; bu nedenle hangi tarih aralığında bakmanız
gerektiğini doğru tanımlamanız gerekmektedir.
Bu bağlamda “İpek Yolu”nu bu ilişkiler yumağının
bir sembolü olarak görebiliriz. İpek Yolu toplumla bunu
paylaşmak için iyi bir slogan, herkesin kulağında olan bir
şey ama bunun bilime aktarılmasında daha sağlam bir yere
oturulması lazım.
2023 yılında yapılacak Dünya Neolitik
Kongresi’nin çıkış noktası ve arkeoloji bilimine
sağlayacağı katkılardan bahseder misiniz?
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Neolitik Dönem,
uygarlık tarihinde en önemli kırılma noktalarından biri.
Farklı kültürlerden günümüze ulaşan özgün figürler (CSSN, 2019)
12
RÖPORTAJ
Bu sürecin başında Paleolitik olarak adlandırdığımız
insanın avcılık ve toplayıcılıkla geçindiği çok uzun bir
dönem vardır. Fakat günümüz uygarlığını oluşturan yani
üretim ve çiftçilik ile artı ürün ve artı değeri kente, devlete ve imparatorluğa dönüştüren sistemin kırılma noktası
Neolitiktir. Yani miras hukuku, aile hukuku, iş bölümü,
ustalıklar, kent, devlet, imparatorluklar, ordu, asker, savaş, tapınak, ruhban sınıfı, bürokrasi ne varsa Neolitiğin
getirdiği sonuçlardır. Günümüz uygarlığının temellerinin atıldığı bir süreç. Bizim Anadolu’da, Yakın Doğu’da
kırılma noktalarının biri var. Fakat sadece Anadolu’da
kırılmıyor. Bir Çin Neolitiği var, Güney Sibirya’da oluşan
bir Neolitik var, Orta Amerika’da oluşan bir Neolitik kültürü var. Güney Amerika’da olan bir Neolitik var, bugün
mesela patates, domates, mısırı onlara borçluyuz. Şimdiye
kadar her bölgenin neolitiği, beslenme modelleri, bio-genetik gibi farklı açılardan çok yoğun bir şekilde kendi
içinde tartışılmış. Fakat bunu bir araya getirme; hepsini
bir masa üzerinde karşılaştırma şimdiye kadar yapılmadı.
Son yıllarda, Güneydoğu Anadolu’da özellikle Göbeklitepe Kültür Bölgesi dediğimiz Yukarı Fırat, Yukarı Dicle
havzasında yeni kazılarda Neolitik dönemle ilgili bizim
ezberimizi bozacak kadar farklı sonuçlar çıkmaya başladı. Mesela biz “Önce tarım başladı sonra yerleşik hayat”
diyorduk, tam tersi çıktı. Orada önce yerleşik hayat sonra
tarım var.
Gelecek geçmişin tekrarı değildir,
olamaz. Gelecek kendi özgün koşullarına
göre farklı biçimlenecektir.
Sınıflı toplum, katmanlı toplum M.Ö. 3000’lerde çıktı diyorduk, hâlbuki orada sınıflara ayrılmış toplumu
gördük. Tapınaklar daha sonraki dönemdeydi, tapınak
gördük oysa orda. Bunun dünyada getirdiği heyecan ile
dünyadaki farklı Neolitik Dönemleri bir araya getiren bir
kongre yapmaya karar verdik. “Büyük Neolitikler” yani
Çin Neolitiği, Güney Sibirya Neolitiği, Amerika Neo-
litiği, Afrika’da da Nil’de çıkan bir Neolitik var, onları
aynı masada Anadolu ve Yakın Doğu Zağros Neolitiği ile
beraber görmek gerekiyor. Aynı zamanda bunun küreselleşme modellerini de… Çin’deki Neolitiğin batıya doğru
yayılması var; bizdeki Neolitiğin doğuya gidişi de oluyor
ve ikisinin de kaynaşma noktaları var. İkisinin kaynaşmasından ortaya çıkan yeni yaşam biçimleri var, Avrasya
kültür bölgesi gibi. Bunların tartışılabildiği ama her şeyi
burada sonuçlandırmak için değil fakat aynı masa üzerinde göreceğimiz bir kongre olacak.
Burada elbette ağırlık bizim Yakın Doğu Neolitik modeliyle, Doğu Asya modeline geliyor. Çin ve Japonya modelleri var. Onun da ilginç tarafını şöyle söyleyeyim, yani
beni heyecanlandıran tarafı şu, Çin’deki veya Japonya’daki Neolitik bizdekinden tamamen farklı nedenlerle başlıyor. Orada tarım çok sonra geliyor. Mesela ağaç fideciliği ile başlıyorlar ilk olarak. Tahıl değil, meyve fideciliği
ağırlıklı. Balıkçılık ile yerleşikliğe geçiliyor. Bizden yirmi
bin yıl evvel çanak çömlek kullanmaya başlıyorlar. Fakat
M.Ö. 3000 yılına geldiğiniz zaman her yerde sistem aynı.
Ortaya ne çıkıyor? Devlet, imparatorluk, ordu, ruhban sınıf, tapınak, yazı ve savaş. Sanki takdiri ilahi gibi bütün
Neolitikler aynı noktaya geliyorlar kendi içinde. Demek ki
ortada ilginç bir süreç, bir sistemin getirisi var. Bir kere bu
tetiği çektiğiniz zaman geldiği, geleceği yol devlet ve devletin düzenidir, mirastır, aile hukukudur. Anadolu’da da,
Çin’de de, Japonya’da da, Amerika’da da aynı noktaya geliyor bu şekilde. Bu kongrenin amacı bunları bir masada
görebilmek. Bu kongreyi eğer pandemi olmasaydı bu sene
Çin’de yapıyorduk. Daha evvel Novo Sibirsk Akademisi ile
de görüştük. Rus meslektaşlar da çok ilgilendi fakat o sırada konjonktür uygun değildi. 2019’da Çin Bilimler Akademisi çok sıcak baktı. Türkiye’deki son gelişmeler bunu
Türkiye’de yapma olanağını sağladığı için buraya çektik.
Çinli meslektaşlar da bunun içinde aktif olarak var.
Bu temel altyapıyı oluşturmak için çok önemli bir adım.
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Umarım, umarım… Tabi 2023’de pandemi koşullarının bitmesi ve herkesin
13
RÖPORTAJ
Dördüncü Şanghay Arkeoloji Forumu ödül töreni (Jiangxi Kültürel Miras ve Arkeoloji Enstitüsü, 2019)
buraya gelmesi gerekli. Bu kadar büyük bir kongre çevrim içi
olmaz. Bu sene çevrim içi olarak Kopenhag’ta “Yakın Doğu
Avrupa Neolitiği Kongresi” oldu, birkaç yüz bildiri vardı ama
yine de çevrim içi sadece yapılmış olmak için yapıldı.
Tekrar İlkel Yaşama Dönsek Tüm Bunları
Kim Değerlendirecek?
Doğayla uyumlu, insan merkezli yeni bir uygarlık için,
geçmişimiz bize ne anlatıyor, nasıl dersler sunuyor?
Prof. Dr. Mehmet Celal Özdoğan: Geçmişten ders
alındığına ben inanmıyorum, geçmişten ders alsak bu halde olmayız! Özet olarak ben şunu söyleyeyim: Kültür tarihine bütünsel bir bakış açısını getirecek yaklaşım ile bakan
Gordon Childe’ın ölümünden önce bıraktığı not bence
bu konudaki önemli derslerden biridir. Childe “Geçmişte
olan her şeyi açıklayabiliyorum ancak olması gerekli olup
olmayanları açıklayamamanın rahatsızlığını yaşıyorum”
diye yazmıştır. Bunu şu şekilde okumamız gerekir: Geçmişi bugünün gözlüğü ile okuyarak yorumluyoruz ancak
Childe’ın vurguladığı gibi kullandığımız gözlük diğer bütün kısımlarını görmemizi engelliyor. Geçmiş bugüne na14
sıl geldi? Bunu görmek lazım. Bu bakış açısı bize düşünsel
zenginliği kazandırır ve bunu benliğimize kazandırmamız
gerekir. Ancak bu geleceğin nasıl olacağının göstergesi değildir. Gelecek geçmişin tekrarı değildir, olamaz, gelecek
kendi özgün koşullarına göre farklı biçimlenecektir. Buna
bir Marksist açıdan baktığınız zaman “şöyle olması lazım”
diyorsunuz ama olmuyor. İsterseniz kapitalist açıdan bakın yine olmuyor. Çünkü dünyadaki dinamikler çok farklı
ve o kadar çok değişken var ki bunların hepsini hesaba katmanız lazım. Örneğin nerede, hangi yanardağın patlayacağı sorusunun cevabını biliyor musunuz? Üç tane yanardağ
patladığı zaman dünyada iklimi değiştirir. Oradan başlayıp birçok faktörü bir araya getirdiğiniz zaman ileriye projeksiyon yapamayız ama buradan ders alır mıyız? Bence
alınacak bir ders varsa; tekrar her şeyi unutup ağaca dönelim, ağaçta oturalım, “ağaçtan inmemiz hataydı” diyelim…
Dünyayı rahat bırakalım derim. Tekrar ağaca çıkarsak dünyayı rahat bırakırız ama o zaman bütün bunlara
kim “güzeldi” diyecek? Kim “iyiydi” diyecek? Yani birinin de bir şeyler bilmesi lazım ki bir eleştiri yapsın.
“Güzeldi, çirkindi, iyiydi, dünya güzeldi” diyebilecek bir
temel gerekiyor, onu da demedikten sonra ağaçta oturmanın ne faydası var.