MİLLİYETÇİLİK TEORİLERİ
MELİH ÇOBAN*
İ
nsanlık tarihinin özellikle son iki yüzyıllık bölümü, dünya siyasi haritasının yıkılan, yeni kurulan veya bölünen devletlere istinaden sürekli
yeniden çizildiği bir süreç olarak kendisini göstermiştir. 18. yüzyıl sonlarından itibaren Batı Avrupa’da
yükselen milliyetçilik dalgası ve beraberinde getirdiği ulus-devlet modeli, bu süreç dâhilinde dünyanın
farklı bölgelerindeki toplumları da etkileyerek günümüzde hâlen hâkim ve yaygın olan devlet biçimine
geçişi sağlarken bir yandan da ulus-devletlerin sınırları dâhilinde yaşayan farklı etnik grupların varlığını
sürdürmesi itibarıyla çatışmalara, sorunlara, bağımsızlık talepleri ve hareketlerine ve hatta savaşlara
yol açmıştır. İki Dünya Savaşı, sömürge yönetimlerinin sona erdirilmesi ve Doğu Bloku’nun yıkılması
gibi gelişmeler yeni ulus-devletlerin siyasi arenadaki
varlığını doğurmuştur. Ancak, özellikle 20. yüzyılın
son çeyreğinde yükselişe geçen küreselleşme olgusu, bir yandan ulus-devletin hâkim konumunun
ve milliyetçilik çağının sona erip ermediğinin sorgulanmasına yol açarken bir yandan da tüm farklı
etnik unsurların anayasal yurttaşlık çerçevesinde
birliğinin sağlanmasının giderek zorlaştığı, ayrılıkçı
taleplerin ve hatta mikro-milliyetçiliklerin yaygınlaşmaya başladığı bazı ulus-devletleri de gözler önüne
sermektedir. Kısacası, değişen dünyayla beraber
milliyetçilikler de dönüşüm geçirmekte, ancak siyasi
ve toplumsal gündemlerde milliyetçilik hem bir ideoloji, hem de bir realite olarak varlığını ve önemini
sürdürmektedir.
Ulus ve milliyetçilik bağlamındaki tartışmaların
odağında, ulusu* oluşturan niteliklerin neler olduğu
ve buna ilaveten, ulusların mı kendi milliyetçiliklerini
yarattığı, yoksa bazı olgulara, dönüşümlere ve siyasi öncülerin çabalarına bağlı olarak belirli bir toplumu
süreç içinde ulusa dönüştüren bir milliyetçilik ideo-
lojisinin mi ulustan once var olduğunu sorunsalları
yatmaktadır. Bu doğrultuda sosyal bilimlerde, ulusun
ve milliyetçiliğin birer olgu olarak ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.
Bu yaklaşımların temel sorunsalları, ulusun tarihsel bağlamda hangi tip topluma özgü bir olgu olduğu sorusundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla,
ulus ve milliyetçilik kavramlarına getirilen kuramsal
yaklaşımlar, ulusun doğal bir biçimde insanlık tarihi
boyunca tarihsel bir kesintiye uğramadan var olduğunu, ve bunun aksine ulusun modern topluma özgü
ve inşa edilmiş** bir olgu olduğunu savunan iki ekol
dâhilinde biçimlenmiştir.
Bu ekollerden birincisi olan ilkselci*** yaklaşım,
ulusları eski çağlardan beri ve doğal olarak var olan
yapılar olarak ele almaktadır. Bu yaklaşımın öncülerinden olan Clifford Geertz, bireyler arasında ilksel
(primordial) bağlar olduğunu ve bu bağların zaman
ve etkileşim ile yapılandırılmış değil, o toplumun
içinde doğmak itibarıyla önceden verilmiş, doğal
ve kan bağı, dil, inanç, tutum, gelenekler gibi doğal
uyuşma noktalarıyla varlığını sürdüren bir niteliğe
sahip olduğunu savunmuştur. Geertz’a göre, ilksel
bağların gücü ve biçimi insandan insana, toplumdan
topluma ve dönemden döneme değişiklikler gösterirler. Ancak, her insanın ve topluluğun içinde doğal
hissiyattan çıkarımlanmış birtakım bağlar bulunur ve
bu bağlar insan karakterinin rasyonel olmayan ve
duygusallıktan beslenen alt yapısını oluşturur.1 Bir
başka deyişle Geertz; etnik, dinî ve kabilesel türden
kimliklere ilksel kimlikler adını vermektedir. Ona göre
ilksel kimlikler doğumla kazanılmış ve doğal, sosyal
etkileşim yoluyla açıklanamayan ama içinde yaşanan grup bazında zorlayıcı, ve esasen duygusal niteliklere sahiptir.2 İlksel bağların tarihsel bir süreklilik
SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 345
niteliği taşıdığını ve modern toplumlarda da varlığını
devam ettirdiğini öne süren Geertz’a göre, modern
toplumun sunduğu maddi ilerleme, toplumsal reformlar ve yurttaşlık gibi avantajlara ulaşma çabası
içinde olan gruplar arasında kan bağı, ırk, dil, din,
bölge, örf ve âdetler gibi çeşitli ilksel bağlardan beslenen bir çatışma söz konusudur. Bu çatışmanın doğurduğu gerilim hailetilebilir olsa da asla tamamen
giderilemeyecek ve bireyler üzerinde olan etkisini
korumaya devam edecektir.3 Dolayısıyla, ister modern toplumlarda isterse modern öncesi toplumlarda
olsun, grup aidiyetini ve gruplar arası ilişkileri etkileyen temel faktör her zaman ilksel bağlar olmaktadır.
Geertz’ın bu önermelerinden yola çıkan ilkselci
yaklaşım, ulus ve etnik grup kavramlarını bir nevi
eş anlamlı olarak kullanmaktadır. Antropolog I.M.
Lewis’e göre ulus, yapısal bileşimi ve işlevselliği
açısından etnik gruplar ve kabilelerle farklılık göstermez. Ulusun tek farkı, daha büyük bir alana yayılmış
ve daha büyük bir nüfusa sahip olmasıdır. Dolayısıyla kabileler ve etnik gruplar, ulusun daha küçük
boyuttaki parçalarıdır ve bu üç kavram arasında bir
ayrım yapılması gereksizdir.4
İlkselci yaklaşım içinde gelişmiş olan ikinci bir bakış açısı, sosyo-biyolojik yaklaşımdır. Bu yaklaşımın
önde gelen temsilcisi Pierre van den Berghe’e göre
etnik ve ırksal duygular, aslında akrabalık bağlarının
uzantısıdır. Bu açıdan insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerde hısım ve akraba seçimi ve karşılıklılık
güdüleri önemli rol oynar. Berghe’e göre insanlar
doğaları itibarıyla kendileriyle kan bağı olanlarla yakınlaşma ve ilişki kurma güdüsüne sahiptir. Bu güdüden hareketle kurulan ilişkiler, karşılıklı bir faydayı
ve dayanışmayı da beraberinde getirir. Böylelikle
Berghe’in etni adını verdiği sosyal gruplar oluşur.5
İlkselci yaklaşımın bir başka temsilcisi olan Walker Connor’a göre ulus, ortak bir atadan geldiğine
inanan insanlar topluluğudur. Ona göre etnik bağlar,
ulusal bağlardan daha kuvvetli ve bağlayıcıdır. Conner; ulusu, modern toplumlara özgü bir inşanın aksine, eski çağlardan beri sürekliliğini koruyan etnik
grupların devamı niteliğinde bir yapı olarak ele almaktadır. Ulusun insan inşası bir yapı olduğunu iddia
edenlerin aksine, ulus-devlet dâhilinde oluşmuş bir
ulus kavramı yoktur. Bu doğrultuda ulus-devletlerin
tek bir ulus kavramını karşılamakta yetersiz olduğunu, dolayısıyla ulusların henüz oluşmadığını öne
süren Connor’a göre bu durumun en iyi göstergesi, gelişmiş Batı ülkelerinde de etnik çatışmaların
ve gerilimlerin hâlen devam etmesidir. Ona göre bu
durum, etnik sadakatin ulus-devlete olan sadakatin
önüne geçtiğini göstermekte, dolayısıyla gelişmiş ülkelerle etnik çatışmaların hâkim olduğu azgelişmiş
346 TÜRK YURDU • MART 2012 • SAYI: 295
ülkeler arasında hiçbir fark olmadığını ileri sürmektedir. Dolayısıyla, modernci yaklaşımın iddia ettiğinin
aksine, modern toplumda oluşmuş bir ulus yoktur;
sadece niteliğini ve birliğini ilksel bağların belirlediği etnik gruplar tarih boyunca sürekli yapılar olarak
varolmaktadır.6
İlkselci ekolün ulusun, modern çağdan ve milliyetçilikten önce varolmuş bir olgu olduğunu ileri
süren bu yaklaşımına karşıt olarak, ulusların ve milliyetçiliğin modernleşme süreçleri dâhilinde ortaya
çıktığını savunan inşacı veya modernci yaklaşımı
görmekteyiz: “Bu görüşe göre milletler ve milliyetçilik
kapitalizm, sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme, laikleşme gibi modern süreçlerle
birlikte ya da onların ürünü olarak ortaya çıkar. Milliyetçiliği bu süreçlerden bağımsız olarak düşünmek
mümkün değildir. Zaten eski çağlarda milliyetçiliğin
ortaya çıkmasını sağlayacak toplumsal, siyasi ve
ekonomik koşullar yoktur. Bu koşullar modern çağda
oluşup milletler ve milliyetçilik çağında sosyolojik bir
gereklilik haline gelir.”7
Modernci yaklaşımın öncülerinden sayılan Karl
Deutsch’a göre, geleneksel toplumdan modern topluma geçiş süreci ulusların ve milliyetçiliğin ortaya
çıkmasını sağlamıştır. Bu süreç dâhilinde gelişen bir
olgu olan iletişim, ulusun oluşumunda en önemli etkendir. İletişimle ulus bağlantısını modern toplumlarda ortaya çıkan toplumsal işbölümü olgusuyla açıklamaya çalışan Deutsch, bu işbölümünün toplumu
oluşturan bireyler arasında etkili ve sürekli bir iletişimi zorunlu kıldığını öne sürmüştür. Ona göre ulus,
dış gruplardaki insanlara oranla, birbirleriyle daha
yoğun ve etkin bir iletişim kuran insanlar grubudur.
Ticarileşme, endüstrileşme, şehirleşme, okur yazarlığın artması ve kitle iletişimi süreçlerinden geçilerek
uluslaşma ve milliyetçilik ortaya çıkmıştır. Deutsch,
bu süreçler arasında en çok iletişimin ana unsuru
olan dil üzerinde durur. Söz konusu süreçlerle güçlenen sosyal hareketlilik dili, dil ortak kültürü, ortak
kültür de milliyetçiliği güçlendirir.8
Bu yaklaşımın bir başka temsilcisi olan Paul
Brass, ilkselcilerin önermelerini reddederek ulus ve
milliyetçiliğin modernitenin ürünü olduğunu öne sürmektedir. Ona göre bunlar, modernleşme süreçleri
dâhilinde inşa edilmiş yapılardır. Brass, ulusun ve
milliyetçiliğin inşasında kültürün önemine dikkat çekmekte ve birleştirici bir unsur olarak kültürün, uluslaşma sürecinde siyasi elitler tarafından kullanıldığını öne sürmektedir. Ona göre kültürler, siyasi elitlerin
etniler ve uluslar yaratmak için toplum içindeki çeşitli
gruplardan aldıkları kültürel ham maddeleri bir araya
getirerek ortak bir kültür üretmeleri ve topluma dayatmaları sonucunda oluşur. Etni ve ulus kavramları
üzerinden bu elitler aslında kendi ekonomik ve siyasi
avantajlarını korumayı amaçlarlar. Brass’a göre etnik kimlik ve modern milliyetçilik, merkezîleşen devletlerin liderleri ve bu devletlerin sınırları dâhilinde
yaşayan ancak siyasi yönetimde söz sahibi olmayan
etnik grupların önde gelenleri arasındaki etkileşim
sonucu oluşur. Bu etkileşim etnik grupların elitlerinin merkezi elitlerin kültür dayatmasına uyması veya
karşı koyması gibi iki farklı şekilde sonuçlanabilir.
Dolayısıyla, hem etnilerde hem de merkezi yönetimde yer alan siyasi elitlern arasındaki ilişki ve bu ilişkinin temel unsuru olan kültür, ulusun ve milliyetçiliğin
inşası süreçlerini belirleyen temel etkenlerdir.9
Brass gibi kültür kavramı üzerinde durmuş olan bir
başka sosyal bilimci ise Ernest Gellner’dir. Gellner’e
göre ulus, kişilerin inançları, dayanışma ve bağlılık duyguları tarafından yaratılan, dolayısıyla insan
yapımı bir olgudur.10 İnsan yapımı olması ise esasen halk kitlelerinin merkezî siyasi birimler hâlinde
örgütlenmesi ihtiyacından gelmektedir. Söz konusu
örgütlenme ihtiyacı ise, modern topluma özgü bir
meseledir. Bu noktada Gellner, uluslaşmayı ve milliyetçiliği endüstri devriminin beraberinde getirmiş
olduğu toplumsal değişimlere ve bu değişimlerin bir
zorunluluk olarak ortaya koyduğu eğitime bağlamaktadır. Bu bağlamı modern toplum ve modern öncesi
toplumlar arasındaki toplumsal yapı farklılıklarıyla
açıklamaya çalışan Gellner’e göre, modern öncesi
toplumlarda sosyal statüler doğuştan kazanılmakta
ve değişmemekteydi (Feodalitedeki kalıtsal geçen
unvanlar ve sınıf aidiyetleri gibi). Modern ve endüstrileşmiş toplumda ise dikey hareketliliğe olanak
veren yeni bir toplumsal iş bölümü mevcuttur. Bu iş
bölümü aynı zamanda işgücünün akışkan olmasını
gerektirmekteydi. Söz konusu akışkanlığın sağlanabilmesi için de bireylerin belli bir ölçüde temel eğitim
alması, hatta toplumun gelişimine paralel olarak bu
eğitimin niteliğinin artması, yani başka bir deyişle
uzmanlaşma bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktaydı. Söz konusu uzmanlaşmanın yolu ise eğitimden
geçiyordu. Bunun yanı sıra modern topluma artık
kültür hâkimdi. Bu kültürü “yüksek kültür” olarak tanımlayan Gellner’e göre, dil ve eğitim yoluyla bireyleri bu yüksek kültürle uyumlu hâle getirmek modern
toplumun bir zorunluluğuydu. Bunu da ancak eğitim
ve resmî dil politikaları itibarıyla devlet gerçekleştirebilirdi. Devletin verdiği bu eğitim aynı zamanda bireylere aşılanan kültür aracılığıyla meşruiyet kazanmaktaydı. Böylelikle yüksek kültüre uyumlu ve kültürlü bireylerin yetişmesi sayesinde devlet de kendi
ulusunu yaratmış oluyordu.11 Gellner’in ifadesiyle
“yüksek bir kültür tüm toplumu kaplar, onu tanımlar
ve devlet tarafından devamlılığının sağlanması gerekir. Milliyetçiliğin sırrı budur.”12
Gellner’e göre milliyetçilik, siyasal ve ulusal birimlerin birbiriyle uyumlu olması gerekliliğine dayanan
siyasi bir ilkedir.13 Ona göre, ister bir duygu isterse
bir hareket olarak milliyetçilik, en iyi bu ilke dâhilinde
ifade edilebilir. Milliyetçilik duygusu aslında bu ilkenin ihlali karşısında ortaya çıkan öfke veya bu ilkenin
yerine getirilmesi karşısında duyulan tatminkârlıktır.
Dolayısıyla milliyetçi bir hareket, bu türden duyguların harekete geçirilmesinin bir sonucudur.14
Gellner’e göre ulus, etnik bir grupla aynı şeydir.
Ancak, bahsetmiş olduğu siyasi ilke itibarıyla milliyetçiliği, etnik sınırların siyasi sınırların karşısında
olmaması şartını koşan bir siyasi meşruiyet kuramı
olarak açıklamaktadır. Ulus devlette hâkim olan etnik grup, resmî semboller ve kanunların içine yerleştirilmiş olan ulusal kimliği belirler.15
Modernci yaklaşımın bir başka temsilcisi olan
Benedict Anderson’a göre, ulus ve milliyetçilik
inşa edilmiş olgulardır. Milliyetçiliğin ilk defa Latin
Amerika’daki İspanyol kolonilerinde ortaya çıktığını
ve Batı Avrupa milliyetçiliklerine model olduğunu ileri süren Anderson,16 Latin Amerika’daki milliyetçilik
hareketlerini üç aşamalı bir gelişim modelinde ele
almıştır. Ona göre birinci aşama, modern çağlarda
zaman kavramının değişmesiyle ilgilidir. Geçmişgelecek bağlamında yer alan dikey zaman kavramının yanında yatay zaman kavramı da ortaya çıkmıştır. Bu kavramı zaman-mekan bağlamında ele
alan Anderson’a göre aynı anda farklı mekanlarda
yaşanan anlar olması itibarıyla farklı anların varlığı söz konusudur. Eş anlılık olarak ifade edilen bu
boyutta ilk başta farklı mekanlarda aynı anı yaşayan bireyler birbirlerinin farkında değildirler.17 İkinci
aşamada ise, Latin Amerika’daki kolonilerde görevli
memurlar arasında anavatan, yani İspanya düşüncesi belirir. Bu memurlar İspanya kökenli ama kolonide doğmuş olan ve Creole adı verilen bir gruba
menspturlar ve İspanya Krallığı’nın koymuş olduğu
koloni yasaları gereği koloniyi terk etme şansları
olmadığından onlar için en üst idari birim koloni olmuştur. Koloni içindeki diğer yerleşim birimlerindeki
meslektaşlarıyla aralarında iletişim arttıkça birbirleriyle olan benzerliklerini görmüşlerdir. Hepsi de asla
anavatana gidemeyecek, hayatları aynı koloninin
sınırları içinde geçen insanlardır. Aralarındaki benzerliğin ve kader ortaklığının bilincine daha da vardıkça kendilerini anavatandaki soydaşlarından farklı
görmeye başlamışlardır.18 Üçüncü aşamada ise, bu
kolonilerde basın yayının gelişmeye başlaması ve
eş anlılık kavramları örtüşür. Eş anlı olarak ortak bir
kültürü yaşama bilinci oluşur. Bir gazete okuru, aynı
gazeteyi hiç tanımadığı binlerce kişinin aynı anda
ama farklı yerlerde okuduğunun bilincinde olmaya
SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 347
başlamıştır.19 Böylelikle gözlerinin önünde kendileriyle benzeyen ve aynı anı yaşayan bir topluluğun
hayalini kurmuşlardır.20 Bu hayali toplulukların yeni
bir vatan düşüncesiyle bir araya gelmesi sonucu da
milliyetçilik ortaya çıkmıştır.
Bu açıdan Anderson, ulusları hayal edilmiş topluluklar olarak adlandırmıştır. Ulusun üyeleri birbirlerini tanımayacak, birbirleriyle tanışmayacak, hatta birbirlerinden söz edildiğini bile duymayacaktır. Ancak,
her birinin zihninde birbirlerinin bütünlüğü bir hayal
olarak mevcuttur. Ve bu hayalin sınırları vardır, çünkü hiçbir ulus kendisini sınırlarını aşan diğer uluslar
bütünüyle hayal edemez.21 Anderson, bu hayal edilmiş toplulukların ortaya çıkışını, modern ulusların
çağından önce hâkim olan din ve monarşik otoriteler
bağlamında açıklamaya çalışmıştır. Bu bağlamda
Avrupa’da 16. yüzyıla kadar hâkim olan dinî düşüncenin gücünü kaybetmesine neden olan iki gelişmeyi ortaya koymuştur. Ona göre bunlardan birincisi,
insanların başka dünyaları da keşfetmek suretiyle
dünyaya bakış açılarını değiştirdikleri denizaşırı keşilerdir. Bahsettiği ikinci gelişme ise, Latincenin aydınlanmayla birlikte önemini yitirmeye başlaması ve
İncil’i kendi dillerinde okumaya başlayan kitlelerin kilisenin kendilerine sunmuş olduğu din anlayışından
uzaklaşmalarıdır.22 Bu noktada, Creoleler örneğinde olduğu gibi, Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine
bağlı olarak gelişen basın yayın -ve Latincenin eski
önemini kaybetmiş olması- sayesinde ulusal dillerin
kullanımı yaygınlaşmış ve Avrupa’da yeni tür hayali
toplulukların bu diller aracılığıyla uluslara dönüşmesini sağlamıştır.23
Anderson gibi, ulusların ve milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkışında dil unsurunun rolü üzerinde
duran Hans Kohn’a göre, milliyetçiliğin doğuşundan
önce aynı coğrafyanın birbirine uzak bölgelerinde
yaşayan insanlar, mekânsal ve amaçsal açılardan
kısıtlı olan seyahat olanakları nedeniyle aynı dili konuştuklarının bilincinde değillerdi. Lehçe farklılıkları olsa bile genelde konuşulan diller aynıydı ve dil,
günlük hayatın doğal bir gerçekliği olarak benimsenmişti. Ticaretin gelişmeye başlaması ve buna bağlı olarak uzak bölgelere seyahatlerin başlamasıyla
insanlar kendileriyle aynı dili konuşmayan yabancılarla karşılaşmaya başlamış ve böylelikle farklı dil
konuşanlar zihinlerde yabancılaştırılmıştır. Ancak,
söz konusu dil farklılıklarından doğan bu farklı olma
bilinci henüz milliyetçi bir bilince dönüşmemişti. Kökenini bu yabancılık hissinden alan ve İncil’in farklı
Avrupa dillerine çevrilmeye başlamasıyla yerleşmeye başlayan ortak dil bilinci, modernleşmeye bağlı
olarak kitle eğitiminin ve matbaa gibi teknolojilerle
basın yayının yaygınlaşması sonucu ulusal dil bilin-
348 TÜRK YURDU • MART 2012 • SAYI: 295
cine dönüşmüş ve milliyetçilik akımının gelişmesini
sağlamıştır.24
Ulusun ve milliyetçiliğin doğuşunu modern toplum bağlamında açıklamaya çalışan bir başka yaklaşım da Miroslav Hroch’tan gelmiştir. Hroch’a göre,
modern toplumun oluşumunda üç aşama mevcuttur.
Birinci aşamada mutlak monarşiler ve yükselmekte olan burjuvazi arasında bir hâkimiyet çatışması
mevcuttur. İkinci aşama, burjuvazinin zaferiyle sonuçlanan ilk aşamanın ardından gelen kapitalizm
çağıdır. Bu çağda aynı zamanda örgütlü bir işçi sınıfı hareketi de başlar. 20. yüzyılı kapsayan üçüncü
aşamada ise dünya çapında bir bütünleşme ve daha
önce benzeri görülmemiş bir kitle iletişimi çağı başlayacaktır25.
Modern toplumun üç aşamalı gelişiminin ardından Hroch, milliyetçilik hareketlerini de benzer biçimde üç aşamalı olarak incelemiştir. Ona göre bir
ulusal hareketin ilk aşamasında bir etnik grubu ulusa dönüştürme amacıyla ve bu amaç doğrultusunda
grubun kültürel, toplumsal, tarihsel özelliklerini keşfetmek ve gruba yaymak çabasıyla bir araya gelmiş
eylemciler veya öncüler vardır. İkinci aşamada ise,
bu eylemciler grubu ortaya çıkar ve ulusal bilinci
uyandırmak amacıyla kitlelerin desteğini sağlamaya
çalışırlar. Üçüncü aşamada ise, etnik grubu oluşturanların çoğunluğu bu uluslaşma çağrılarına olumlu
yanıt vermiş olur ve kitlelerin katılımıyla ulus yaratılmış olur.26
Modernci yaklaşımın bir başka temsilcisi olan
Eric J. Hobsbawm, Ernest Gellner’in tanımını kabul ederek milliyetçiliği ulusal ve siyasal birimlerin
uyumluluğunu gerektiren bir ilke olarak tanımlamıştır. Ulus sadece modern ve toprak esasına dayanan
bir devletle, yani ulus-devletle ilişkilendirildiği kadarıyla toplumsal bir birimdir. Ona göre uluslar teknolojik ve ekonomik gelişme bağlamında varolurlar.
Bu iddiasını ise ulusal dillerin günümüzdeki hâline
ancak matbaa sayesinde yaygınlaşmış bir kitlesel
okuryazarlık ve kitlesel eğitimle ulaşabilmiş olduğuna dayandırmaktadır.27
Hobsbawm’a göre uluslar ve milliyetçilikler birer toplumsal mühendislik ürünüdür. Ona göre, hızlı
toplumsal değişimlerin yaşandığı sanayileşme gibi
süreçlerde, toplumun bu değişimlerden etkilenerek
bölünmemesi amacıyla siyasi elitler birlik ve düzeni
sağlama yoluna giderler. Bunun yanı sıra, değişen
toplumda geniş kitlelerin siyasi süreçlere katılımı da,
bu elitler açısından kitleleri kendi yerleşik düzenlerini tehdit etmeyecek biçimde kontrol etme yolları
aramaya iter. Bu yollardan biri olarak siyasi elitler,
halk kitlelerinin enerjisini kanalize edecekleri ve de-
vamlı tekrarlarla içselleştirecekleri gelenekler icat
etmişlerdir. Hobsbawm’ın “icat edilmiş gelenekler”
olarak adlandırdığı bu kavram, törensel veya sembolik bir nitelik taşıyan ve kabul edilmiş kuralları
olan bir alışkanlıklar ve pratikler dizisidir. Bu açıdan
Hobsbawm’a göre toplumu denetim altında tutabilmenin sadece üç yolu vardır: spor, festivaller gibi
yeni kurumlar oluşturmak, hiyerarşik eğitim sistemi
ve kraliyet törenleri gibi yeni statü sistemleri ve sosyalleştirme metodları icat etmek ve grubun bütünlüğünü simgeleyen topluluklar -yani ulus- yaratmak.
Ona göre, simgesel topluluklar yaratma yolu seçkinlerce tarih boyunca daha çok tercih edilmiştir ve
bu açıdan milliyetçilik de icat edilmiş bir gelenektir.28
Dolayısıyla uluslar milliyetçiliği değil, milliyetçilikler
ulusları doğurmaktadır.29
Hroch’un geliştirmiş olduğu milliyetçiliğin üç aşamalı gelişim modelini kabul eden Hobsbawm’a göre,
19. yüzyıl başlarına doğru Avrupa’da ortaya çıkan
milliyetçilik kavrayıcı ve bütünleştirici bir niteliğe
sahipti. Bu nitelik dâilinde gelişen ulus kavramı da
halk ve devlet kavramlarıyla eşanlamlı olarak kullanılmaktaydı. Bu kullanımlara erken dönem Amerikan ve Fransız ulus devletlerinden örnekler veren
Hobsbawm’a göre bu anlayış dâhilinde ulus “kolektif egemenlikleri kendilerinin siyasi ifadesi olan bir
devlette somutlaşan bir yurtttaşlar topluluğuydu.”30
19. yüzyıl sonlarına doğru ise, bu anlayış terk edilmeye ve yerine etnik köken veya dil unsurları ön
plana çıkmaya başlamıştı. Bu unsurlara dayanarak
kendisini ulus sayan her halk topluluğu, kendi topraklarında egemen bir devlet kurma talebiyle öne
çıkmaktaydı. Söz konusu unsurların ön plana çıkışı
da milliyetçiliğe, erken dönemdeki devrimci ve ilerici,
yani solcu, niteliğinin aksine sağcı bir siyasi nitelik
kazandırmaktaydı.31 Bunu takiben iki dünya savaşı
arası dönemde ise milliyetçilik zirve noktasına ulaşmıştır. Bu dönemde Hobsbawm’ın dikkatimizi çektiği
bir husus da Birinci Dünya Savaşı sonunda yeniden çizilen Avrupa haritasının milliyetçilik açısından
önemli sorunlar doğurmuş olmasıdır. Savaşın sonunda Orta ve Doğu Avrupa’daki imparatorlukların
yıkılmasıyla bu imparatorlukların mirasçısı olarak
ortaya çıkan ulus devletlerin, çok uluslu yapıların devamı niteliğinde olduklarından içerdikleri farklı etnik
gruplar itibarıyla, modern anlamda azınlıklar kavramının doğuşuna sahne olmalarıdır.32 İki savaş arası dönemde Hobsbawm, milliyetçiliğin Almanya ve
İspanya örneklerinde olduğu gibi faşist yönelimine
değil, anti-faşist ve sol yönelimine dikkati çekmektedir. Bu dönemde yükselen faşist milliyetçiliğe karşı
anti-faşist bir tepki olarak ortaya çıkan milliyetçiliğin
sol bir içerik taşıdığını ve üçüncü dünya ülkelerinde
yükselen sömürge karşıtı ulusal kurtuluş hareketle-
rinin de büyük ölçüde bu milliyetçilik anlayışından
etkilendiğini belirtmektedir.33 Hobsbawm’a göre,
özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını takiben 20.
yüzyılın sonunda ortaya çıkan yeni milliyetçi hareketler ise, aslında Birinci Dünya Savaşı sonunda eski
imparatorlukların toprakları üzerine kurulu yeni ulusdevletlerin devralmış olduğu çoklu etnik yapıların
yeniden canlanmasıdır. Hobsbawm’ın deyişiyle, “ayrılıkçılığın 1988-1992’deki patlaması en basit yolla
1918-1921’in yarım kalmış işi diye adlandırılabilir.”34
Ulusun ve milliyetçiliğin doğuşu konusunda ilkselci yaklaşımla modernci yaklaşım arasında bir
orta yol bulmaya çalışan sosyal bilimci Anthony D.
Smith’e göre, kapitalizmin endüstriyel devrimleri ve
kitlesel eğitim ulusların oluşumuna yol açarken modern öncesi toplumlarda oluşmuş kimlik ve kültürlerin çoğunu ortadan kaldıramamıştır. Aksine, bunların
bir kısmının biçimi değişmiş, diğer bir kısmı da yenilenmiş ve canlanmıştır. Bu kimlik ve kültürleri oluşturan unsurların uluslaşma süreçlerinde yeni anlam ve
işlevler yüklenerek yeni koşullara adapte olabildiğini
belirten Smith’e göre, ulusun temellerinin söz konusu
kültürel kimliklerde aranması gerekmektedir35. Söz
konusu kimlikleri icra eden etnik toplulukları (Pierre
van den Berghe gibi) etni olarak adlandıran Smith’e
göre, etnileri oluşturan altı bileşen mevcuttur. İlk olarak tüm etniler kolektif bir isime sahiptir. Bu isimler
onların simgesidir ve onlara özlerini hatırlatır. İkinci
olarak tüm etnik gruplarda ortak soy mitleri mevcuttur. Mekansal ve geçici kökenlere, göçe, atalara,
aynı kök ve soydan olmaya, şanlı geçmişe, düşüş,
sürgün ve yeniden doğuşa ait mitler bütünü, etnik
grubun dayanışma ve kendini tanımlama olgularını
etkiler. Üçüncü olarak etnik topluluğu birleştirici bir
ortak tarih mevcuttur. Dördüncü olarak, etnik grupları diğer gruplardan ayıran ve grup üyelerini birbirine
bağlayan bir özel ortak kültürün varlığı sözkonusudur. Bu ortak kültürü oluşturan etkenler arasında
Smith en çok ortak dil üzerinde durmaktadır. Beşinci
olarak, etnik gruplar kendilerini belli bir toprak parçası ile özdeşleştirirler. Bu özdeşleştirme sadece üzerlerinde yaşadıkları toprak parçası ile kısıtlı değildir.
Bu noktada etnik grubun bireylerini birleştirici bir
unsur olan anayurt kavramı ön plana çıkar. Smith’e
göre etnik anayurt kavramının üç boyutu mevcuttur.
Her anayurtta dinsel-etnik bağlamda kutsal sayılan
ve yapılan ziyaretler sayesinde grubun etnik bilincini güçlendiren kutsal ve tarihi merkezler mevcuttur.
İkinci olarak, etnik grup anayurdundan ayrıldığında
bile grubun üyeleri ile anayurt arasında bir bağ varlığını korur ve kendilerini anayurttaki kökenleriyle tanımlarlar. Anayurt etnik gruba ait bilginin bir parçası
ve kolektif rüyaların rüyaların odağı haline gelir. Son
olarak da, etnik grup dışındaki diğer gruplar, o etnik
SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 349
grubu topraksal kökenleriyle tanımladığında söz konusu etnik grubun kendisini anayurduyla özdeşleştirmesi olgusu daha da güçlenir. Anayurt kavramından
sonra Smith’in üzerinde durmuş olduğu altıncı ve
son bileşen dayanışma duygusudur. Ona göre söz
konusu dayanışma duygusu, etnik grup dış tehditlere maruz kaldığında daha da güçlenir ve topluluk
aidiyeti duygusu ön plana çıkar36.
Smith’e göre etniler sürekli ve değişen koşullara
göre kendisini yenileyen yapılardır. Söz konusu yenilenme daha çok dış tehditlere yönelik bir tepki olarak
ortaya çıkar ve üç farklı biçimde kendisini gösterir.
Birinci olarak etnik grup önceden kendi hâkimiyeti
altında olan toprakları yeniden ele geçirmek, bir başka deyişle topraksal yenilenme, suretiyle kendi kimliğini yenileyebilir. İkinci olarak, yerleşik bulundukları
bölgedeki diğer etnik grupların kültürlerinden ithal ettikleri mitler ve benzeri unsurlarla bir soykütüksel yenilenme yolunu seçebilirler. Üçüncü olarak da, kendi
etnik kültürlerini tehdit eden dış etkenler karşısında,
çoğunlukla sözkonusu etken ortadan kalktıktan sonra, grubu birleştirici ortak kültür yeniden canlandırılır
ve bir kültürel yenilenme yaşanır37.
Smith’e göre, etnik grupların sürekliliği nüfuslarını korumalarına bağlı olmakla birlikte, grup içinde
kültürel devamlılığının sağlanması daha önemli bir
etkendir. Bu açıdan Smith, etnik grupların üç temel
kültürel öğesi üzerinde durmaktadır: bir nüfus birimi
için ortak olan sembolik, düşünsel ve normatif öğeler; kuşaklar boyunca onları bir arada tutan adetler
ve töreler; ortak olarak sahiplenilen, onları diğer
halklardan ayıran duygular ve tavırlar38.
Modern öncesi dönemlerden beri var olan etnik
grupların bu genel tanımlamalarından sonra Smith,
etni ile modern ulusların doğuşu arasındaki ilişkiyi etnilerin nezdinde uluslaşma ihtiyacını doğuran
Avrupa’daki devrimsel gelişmelerle açıklamaya çalışır. Bu bağlamda feodaliteden kapitalizme geçiş sürecinde güçlenen merkezî devletlere ve bu devletlerin oluşturduğu vergi toplama, askere alma, merkezî
alt yapı gibi gelişmelere değinen Smith, reform hareketiyle gücü azalan kilisenin yerini alan bu güçlü
devlet mekanizmasının sağladığı ortak eğitim ve
değişen toplumsal koşulların ortak iletişim aracı olarak gerektirdiği dil ve gelişen teknolojiye bağlı olarak
gelişen okuryazarlık sayesinde devletlerin kolektif
kimlikleri tüm bireylere yayabilmesi sonucu modern
anlamda ulusun ortaya çıktığını belirtmektedir.39
Smith, ortaya çıkan bu ulusların etni ile olan bağını ise “etnik çekirdek” (core ethnie) kavramıyla
açıklamaktadır. Bahsetmiş olduğu toplumsal devrimlerin doğal bir sonucu olarak etnik gruplar siyasi
350 TÜRK YURDU • MART 2012 • SAYI: 295
bir yapının bütünleştiriciliği altında örgütlenme ihtiyacını duyarlar ve bu süreçte bazı etniler diğerlerinin
önüne geçerek ulus olma talebiyle ön plana çıkar.
Böylelikle etnik çekirdek konumuna ulaşan bu grup,
kendi kültürel değerlerine göre şekillendirdiği bir ulusun temellerini atmış olur.40 Ancak söz konusu etnik
çekirdekler iki türlüdür ve buna bağlı olarak ulusların
oluşumu iki farklı biçimde yönlenir. Birinci biçimde,
Smith’in “yanal etni” adını verdiği bir etnik çekirdek
uluslaşma hareketinin başını çeker. Bu grup soylular, din adamları, bürokratlar gibi toplumun üst sınıfında yer alan kişilerden oluşmaktadır. Bahsetmiş
olduğu toplumsal devrimler sonucunda uluslaşma
ihtiyacını hisseden bu grup, toplumun alt sınılarını
da dâhil ederek uluslaşma sürecini başlatır ve ulus
oluşturulur. Oluşturulan bu ulus, Batı Avrupa’da ortaya çıkan ilk ulus örneklerinde kendisini göstermiştir.
Ulus oluşumunun ikinci biçiminde ise, Smith’in “dikey etni” adını verdiği ve büyük oranda homojen bir
kültüre sahip olan geniş bir halk kitlesi, Batı Avrupalı
ulus modelini örnek alan bir aydın seçkin grubu tarafından ulusa dönüştürülür. Ancak söz konusu dikey
grubun kültürel homojenliği büyük oranda ortak din
ve geleneklere dayanmaktadır. Bu durum karşısında
aydınlar mevcut kültürel yapıyı devam ettirme, yapıyı yeni bir kültür yaratmak ve o kültürü benimsetmek
suretiyle değiştirme, veya eski yapının değerleriyle
Batılı değerleri bir araya getirerek kültürel bir sentez
yaratma gibi üç farklı yolu izleyebilir41.
Ulus ve milliyetçiliği modern toplum veya ilksel
bağlar bağlamlarında ele alan bu yaklaşımların yanısıra, bu bağlamlardan hareket etmeyen alternatif
yaklaşımlar da mevcuttur. Bu yaklaşımlardan biri,
aynı zamanda ulus ve milliyetçilik kuramlarının öncülerinden olan Friedrich Meinecke tarafından geliştirilmiştir. Meinecke’ye göre bir topluluğun ulus olarak kabul edilmesi için gerekli beş koşul vardır: ülke,
kan bağı, dil, entelektüel yaşam ve bir devlete sahip
olma. Bu unsurlar arasında kan bağı ve ülke birinci
derece önem taşır; diğerleri ise ikincil derecededir ve
mevcudiyetlerinin eksikliği ulusun oluşumuna engel
teşkil etmemektedir. Ancak ülke ve kan bağı bir ulusun olmazsa olmaz koşullarındandır. Ulusun oluşum
sürecinde bu iki unsurdan birinin ön planda olması,
ulusun niteliğini değiştirmektedir. Meinecke’ye göre
kan bağı, ulusu birleştirici ve şekillendirici unsur olarak öne çıkarılırsa ortaya “kültürel ulus” adını verdiği
bir tür çıkar. Bu uluslar, kan bağı unsuru etrafında
gelişen ortak bir kültürel miras üzerinde yükselirler.
Ülke unsuru ön planda tutulduğu takdirde ise, bireyler açısından bir siyasi örgütlenme çatısı altında
varlıklarını sürdürme ve bu siyasi yapıya bağlılık ve
onunla beraber varolma güdüleri ön plana çıkar ve
Meinecke’nin “anayasal veya siyasi ulus” adını verdiği tür oluşur42.
Meinecke’nin siyasi/kültürel uluslar ayırımından
yola çıkan Hans Kohn, bu ayırımı Avrupa kıtasında
ortaya çıkmış milliyetçilik akımlarını analiz etmekte
kullanmıştır. Bu doğrultuda Batı ve Doğu tipi milliyetçilikler ayırımını yapan Kohn’a göre İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri ve
İngiliz dominyonları gibi bölgelerde ulus kavramı,
ulus-devletin oluşumuyla ortaya çıkmış ve siyasi
yapıya vatandaşlık yoluyla bağlılığı ön gören bir milliyetçilik anlayışı getirmiştir. Bunun aksine Orta ve
Doğu Avrupa’da ise ulus anlayışı, ulus-devletlerin
kurulmasından önce oluşmuştu ve temelde etnik birlik kavramına dayanmaktaydı. Bir ulus-devlete sahip
olmadan ortaya çıkan ve etnik temellere dayanan
bu milliyetçilik anlayışı, söz konusu ulusa bir anavatan bulma veya Almanya örneğinde olduğu gibi
aynı soydan gelen insanların oluşturduğu bölünmüş
siyasi birimleri bir araya getirerek ulusal birliği sağlama çabasıyla gelişmiş ve Batı tipindekinin aksine
vatandaşlığı ülke temeline değil, kan birliği temeline
oturtmuştur43.
Kohn’un bu ikili yaklaşımını eleştiren Anthony
D. Smith, ilkselci/modernci ayrımında olduğu gibi
gene sentezci bir yaklaşım izlemiş ve bu iki modeli
birbirlerinin karşıtı olarak değil, biribirlerini tamamlayan nitelikte ele almıştır. Smith’e göre ulus birbirine
karşıt iki modelin rekabeti bağlamında değil, bir tarihi kültürü ve anavatanı paylaşan bir siyasi topluluk
içinde birleşen bir kültürel ve siyasi bağı signify eden
bir kolektilik bağlamında ele alınmalıdır. Bu önermesini desteklemek için gene etni kavramına başvuran
Smith, İngiliz, Fransız ve İspanyol uluslaşma süreçlerini örnek vermektedir. Bu ülkelerin uluslaşmalarının erken dönemlerinde topraksal merkezileşmenin
kültürel standartlaştırma ile bir arada yürütüldüğünü
ve kurulan ulus- devletlerde hâkim olan kültürün “etnik çekirdek” adını verdiği grubun kültürü olduğunu,
dolayısıyla kültürel ve siyasi milliyetçilik anlayışlarının iç içe varolduğunu öne sürmüştür44.
Ulus ve milliyetçilik kavramları üzerine geliştirilmiş olan bu kuramsal yaklaşımlar ışığında farklı
coğrafyalarda ve farklı tarihsel dönemlerde ortaya
çıkmış olan milliyetçilik hareketlerini anlamaya çalışmak, bir başka makalenin konusu olup söz konusu
makalede buluşmak üzere.
______________________________________________
* Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
* Bu makalede milliyetçilik kelimesiyle genelde aynı cümlelerde ve sık kullanıldığından, ses tekrarı olmaması
açısından millet yerine ulus kelimesi kullanılmıştır.
** İngilizce kaynaklarda constructed olarak geçmekte olup
Türkçe’ye “inşa edilmiş” olarak çevirilmiştir.
*** İngilizce kaynaklarda primordialist olarak geçmekte
olup Türkçe’ye “ilkselci” olarak çevrilmiştir.
1 Viera Bacova, “The Construction of National Identity:
On Primordialism and Instrumentalism”, Human Affairs,
Ağustos 1998, ss.3-4
2 Joseph R. Llobera, Recent Theories of Nationalism,
Barcelona: ICPS, 1999, s.3
3 Christophe Jaffrelot, “Bazı Ulus Teorileri”, Jean Leca
(Der.) Uluslar ve Milliyetçilikler içinde. İstanbul: Metis
Yayınları, 1998, s.59
4 Thomas Hylland Eriksen, Ethnicity and Nationalism:
Anthropological Perspectives. London: Pluto Press,
1993, s.98
5 Daniele Conversi, “Mapping the Field: Theories of Nationalism and the Ethnosymbolic Approach”. Athena S.
Leoussi, Steven Grosby (Der.) Nationalism and Ethnosymbolism: History, Culture and Ethnicity in the
Formation of Nations içinde. Edinburgh: Edinburgh
University Press, 2006, s.16
6 Ozan Erözden, Ulus-Devlet, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1997, ss.64-66
7 Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir
Bakış. Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2008, ss.105-106
8 Llobera, s.8
9 Özkırımlı, ss.140-143
10 Ernest Gellner, Nations and Nationalism, London:
Blackwell Publishers, 1983, s.19
11 Gellner, ss.24-56
12 Gellner, s.18
13 Gellner, s.1
14 Gellner, s.2
15 Gellner, ss.1-2
16 Benedict Anderson, Imagined Communities. London:
Verso, 1991, ss.64-65
17 Anderson, s.22
18 Anderson, ss:52-54
19 Anderson, ss:62-63
20 Anderson, s.24
21 Anderson, ss:6-7
22 Anderson, ss.39-40
23 Anderson, ss.43-46
24 Hans Kohn, The Idea of Nationalism. Toronto: Macmillan Company, 1969, ss.6-7
25 Llobera, s.9
26 Özkırımlı, s.200
27 Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve
Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995, ss.23-25
28 Eric J. Hobsbawm, Terence Ranger (Ed.), The Invention of Tradition. Cambridge: Cambridge University
Press, 1983, ss.1-13
29 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik, s.24
30 Hobsbawm, a.g.e., ss.33-35
31 Hobsbawm, s.126
32 Hobsbawm, ss.159-160
33 Hobsbawm, ss.173-179
34 Hobsbawm, ss.194-195
35 Anthony D. Smith, Ulusların Etnik Kökeni. Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları, 2002, ss.23-24
36 Smith, ss.46-56
37 Smith, ss.79-84
38 Smith, s.134
39 Smith, ss.172-176
40 Smith, ss.203-204
41 Smith, ss.204-227
42 Erözden, ss.36-37
43 Kohn, ss:329-331
44 Smith, ss.192-198
SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 351