Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Milliyetçilik Teorileri

Türk Yurdu, Mart 2012, cilt.32, sayı.295, s.345-352

MİLLİYETÇİLİK TEORİLERİ MELİH ÇOBAN* İ nsanlık tarihinin özellikle son iki yüzyıllık bölümü, dünya siyasi haritasının yıkılan, yeni kurulan veya bölünen devletlere istinaden sürekli yeniden çizildiği bir süreç olarak kendisini göstermiştir. 18. yüzyıl sonlarından itibaren Batı Avrupa’da yükselen milliyetçilik dalgası ve beraberinde getirdiği ulus-devlet modeli, bu süreç dâhilinde dünyanın farklı bölgelerindeki toplumları da etkileyerek günümüzde hâlen hâkim ve yaygın olan devlet biçimine geçişi sağlarken bir yandan da ulus-devletlerin sınırları dâhilinde yaşayan farklı etnik grupların varlığını sürdürmesi itibarıyla çatışmalara, sorunlara, bağımsızlık talepleri ve hareketlerine ve hatta savaşlara yol açmıştır. İki Dünya Savaşı, sömürge yönetimlerinin sona erdirilmesi ve Doğu Bloku’nun yıkılması gibi gelişmeler yeni ulus-devletlerin siyasi arenadaki varlığını doğurmuştur. Ancak, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde yükselişe geçen küreselleşme olgusu, bir yandan ulus-devletin hâkim konumunun ve milliyetçilik çağının sona erip ermediğinin sorgulanmasına yol açarken bir yandan da tüm farklı etnik unsurların anayasal yurttaşlık çerçevesinde birliğinin sağlanmasının giderek zorlaştığı, ayrılıkçı taleplerin ve hatta mikro-milliyetçiliklerin yaygınlaşmaya başladığı bazı ulus-devletleri de gözler önüne sermektedir. Kısacası, değişen dünyayla beraber milliyetçilikler de dönüşüm geçirmekte, ancak siyasi ve toplumsal gündemlerde milliyetçilik hem bir ideoloji, hem de bir realite olarak varlığını ve önemini sürdürmektedir. Ulus ve milliyetçilik bağlamındaki tartışmaların odağında, ulusu* oluşturan niteliklerin neler olduğu ve buna ilaveten, ulusların mı kendi milliyetçiliklerini yarattığı, yoksa bazı olgulara, dönüşümlere ve siyasi öncülerin çabalarına bağlı olarak belirli bir toplumu süreç içinde ulusa dönüştüren bir milliyetçilik ideo- lojisinin mi ulustan once var olduğunu sorunsalları yatmaktadır. Bu doğrultuda sosyal bilimlerde, ulusun ve milliyetçiliğin birer olgu olarak ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu yaklaşımların temel sorunsalları, ulusun tarihsel bağlamda hangi tip topluma özgü bir olgu olduğu sorusundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, ulus ve milliyetçilik kavramlarına getirilen kuramsal yaklaşımlar, ulusun doğal bir biçimde insanlık tarihi boyunca tarihsel bir kesintiye uğramadan var olduğunu, ve bunun aksine ulusun modern topluma özgü ve inşa edilmiş** bir olgu olduğunu savunan iki ekol dâhilinde biçimlenmiştir. Bu ekollerden birincisi olan ilkselci*** yaklaşım, ulusları eski çağlardan beri ve doğal olarak var olan yapılar olarak ele almaktadır. Bu yaklaşımın öncülerinden olan Clifford Geertz, bireyler arasında ilksel (primordial) bağlar olduğunu ve bu bağların zaman ve etkileşim ile yapılandırılmış değil, o toplumun içinde doğmak itibarıyla önceden verilmiş, doğal ve kan bağı, dil, inanç, tutum, gelenekler gibi doğal uyuşma noktalarıyla varlığını sürdüren bir niteliğe sahip olduğunu savunmuştur. Geertz’a göre, ilksel bağların gücü ve biçimi insandan insana, toplumdan topluma ve dönemden döneme değişiklikler gösterirler. Ancak, her insanın ve topluluğun içinde doğal hissiyattan çıkarımlanmış birtakım bağlar bulunur ve bu bağlar insan karakterinin rasyonel olmayan ve duygusallıktan beslenen alt yapısını oluşturur.1 Bir başka deyişle Geertz; etnik, dinî ve kabilesel türden kimliklere ilksel kimlikler adını vermektedir. Ona göre ilksel kimlikler doğumla kazanılmış ve doğal, sosyal etkileşim yoluyla açıklanamayan ama içinde yaşanan grup bazında zorlayıcı, ve esasen duygusal niteliklere sahiptir.2 İlksel bağların tarihsel bir süreklilik SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 345 niteliği taşıdığını ve modern toplumlarda da varlığını devam ettirdiğini öne süren Geertz’a göre, modern toplumun sunduğu maddi ilerleme, toplumsal reformlar ve yurttaşlık gibi avantajlara ulaşma çabası içinde olan gruplar arasında kan bağı, ırk, dil, din, bölge, örf ve âdetler gibi çeşitli ilksel bağlardan beslenen bir çatışma söz konusudur. Bu çatışmanın doğurduğu gerilim hailetilebilir olsa da asla tamamen giderilemeyecek ve bireyler üzerinde olan etkisini korumaya devam edecektir.3 Dolayısıyla, ister modern toplumlarda isterse modern öncesi toplumlarda olsun, grup aidiyetini ve gruplar arası ilişkileri etkileyen temel faktör her zaman ilksel bağlar olmaktadır. Geertz’ın bu önermelerinden yola çıkan ilkselci yaklaşım, ulus ve etnik grup kavramlarını bir nevi eş anlamlı olarak kullanmaktadır. Antropolog I.M. Lewis’e göre ulus, yapısal bileşimi ve işlevselliği açısından etnik gruplar ve kabilelerle farklılık göstermez. Ulusun tek farkı, daha büyük bir alana yayılmış ve daha büyük bir nüfusa sahip olmasıdır. Dolayısıyla kabileler ve etnik gruplar, ulusun daha küçük boyuttaki parçalarıdır ve bu üç kavram arasında bir ayrım yapılması gereksizdir.4 İlkselci yaklaşım içinde gelişmiş olan ikinci bir bakış açısı, sosyo-biyolojik yaklaşımdır. Bu yaklaşımın önde gelen temsilcisi Pierre van den Berghe’e göre etnik ve ırksal duygular, aslında akrabalık bağlarının uzantısıdır. Bu açıdan insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerde hısım ve akraba seçimi ve karşılıklılık güdüleri önemli rol oynar. Berghe’e göre insanlar doğaları itibarıyla kendileriyle kan bağı olanlarla yakınlaşma ve ilişki kurma güdüsüne sahiptir. Bu güdüden hareketle kurulan ilişkiler, karşılıklı bir faydayı ve dayanışmayı da beraberinde getirir. Böylelikle Berghe’in etni adını verdiği sosyal gruplar oluşur.5 İlkselci yaklaşımın bir başka temsilcisi olan Walker Connor’a göre ulus, ortak bir atadan geldiğine inanan insanlar topluluğudur. Ona göre etnik bağlar, ulusal bağlardan daha kuvvetli ve bağlayıcıdır. Conner; ulusu, modern toplumlara özgü bir inşanın aksine, eski çağlardan beri sürekliliğini koruyan etnik grupların devamı niteliğinde bir yapı olarak ele almaktadır. Ulusun insan inşası bir yapı olduğunu iddia edenlerin aksine, ulus-devlet dâhilinde oluşmuş bir ulus kavramı yoktur. Bu doğrultuda ulus-devletlerin tek bir ulus kavramını karşılamakta yetersiz olduğunu, dolayısıyla ulusların henüz oluşmadığını öne süren Connor’a göre bu durumun en iyi göstergesi, gelişmiş Batı ülkelerinde de etnik çatışmaların ve gerilimlerin hâlen devam etmesidir. Ona göre bu durum, etnik sadakatin ulus-devlete olan sadakatin önüne geçtiğini göstermekte, dolayısıyla gelişmiş ülkelerle etnik çatışmaların hâkim olduğu azgelişmiş 346 TÜRK YURDU • MART 2012 • SAYI: 295 ülkeler arasında hiçbir fark olmadığını ileri sürmektedir. Dolayısıyla, modernci yaklaşımın iddia ettiğinin aksine, modern toplumda oluşmuş bir ulus yoktur; sadece niteliğini ve birliğini ilksel bağların belirlediği etnik gruplar tarih boyunca sürekli yapılar olarak varolmaktadır.6 İlkselci ekolün ulusun, modern çağdan ve milliyetçilikten önce varolmuş bir olgu olduğunu ileri süren bu yaklaşımına karşıt olarak, ulusların ve milliyetçiliğin modernleşme süreçleri dâhilinde ortaya çıktığını savunan inşacı veya modernci yaklaşımı görmekteyiz: “Bu görüşe göre milletler ve milliyetçilik kapitalizm, sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme, laikleşme gibi modern süreçlerle birlikte ya da onların ürünü olarak ortaya çıkar. Milliyetçiliği bu süreçlerden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Zaten eski çağlarda milliyetçiliğin ortaya çıkmasını sağlayacak toplumsal, siyasi ve ekonomik koşullar yoktur. Bu koşullar modern çağda oluşup milletler ve milliyetçilik çağında sosyolojik bir gereklilik haline gelir.”7 Modernci yaklaşımın öncülerinden sayılan Karl Deutsch’a göre, geleneksel toplumdan modern topluma geçiş süreci ulusların ve milliyetçiliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu süreç dâhilinde gelişen bir olgu olan iletişim, ulusun oluşumunda en önemli etkendir. İletişimle ulus bağlantısını modern toplumlarda ortaya çıkan toplumsal işbölümü olgusuyla açıklamaya çalışan Deutsch, bu işbölümünün toplumu oluşturan bireyler arasında etkili ve sürekli bir iletişimi zorunlu kıldığını öne sürmüştür. Ona göre ulus, dış gruplardaki insanlara oranla, birbirleriyle daha yoğun ve etkin bir iletişim kuran insanlar grubudur. Ticarileşme, endüstrileşme, şehirleşme, okur yazarlığın artması ve kitle iletişimi süreçlerinden geçilerek uluslaşma ve milliyetçilik ortaya çıkmıştır. Deutsch, bu süreçler arasında en çok iletişimin ana unsuru olan dil üzerinde durur. Söz konusu süreçlerle güçlenen sosyal hareketlilik dili, dil ortak kültürü, ortak kültür de milliyetçiliği güçlendirir.8 Bu yaklaşımın bir başka temsilcisi olan Paul Brass, ilkselcilerin önermelerini reddederek ulus ve milliyetçiliğin modernitenin ürünü olduğunu öne sürmektedir. Ona göre bunlar, modernleşme süreçleri dâhilinde inşa edilmiş yapılardır. Brass, ulusun ve milliyetçiliğin inşasında kültürün önemine dikkat çekmekte ve birleştirici bir unsur olarak kültürün, uluslaşma sürecinde siyasi elitler tarafından kullanıldığını öne sürmektedir. Ona göre kültürler, siyasi elitlerin etniler ve uluslar yaratmak için toplum içindeki çeşitli gruplardan aldıkları kültürel ham maddeleri bir araya getirerek ortak bir kültür üretmeleri ve topluma dayatmaları sonucunda oluşur. Etni ve ulus kavramları üzerinden bu elitler aslında kendi ekonomik ve siyasi avantajlarını korumayı amaçlarlar. Brass’a göre etnik kimlik ve modern milliyetçilik, merkezîleşen devletlerin liderleri ve bu devletlerin sınırları dâhilinde yaşayan ancak siyasi yönetimde söz sahibi olmayan etnik grupların önde gelenleri arasındaki etkileşim sonucu oluşur. Bu etkileşim etnik grupların elitlerinin merkezi elitlerin kültür dayatmasına uyması veya karşı koyması gibi iki farklı şekilde sonuçlanabilir. Dolayısıyla, hem etnilerde hem de merkezi yönetimde yer alan siyasi elitlern arasındaki ilişki ve bu ilişkinin temel unsuru olan kültür, ulusun ve milliyetçiliğin inşası süreçlerini belirleyen temel etkenlerdir.9 Brass gibi kültür kavramı üzerinde durmuş olan bir başka sosyal bilimci ise Ernest Gellner’dir. Gellner’e göre ulus, kişilerin inançları, dayanışma ve bağlılık duyguları tarafından yaratılan, dolayısıyla insan yapımı bir olgudur.10 İnsan yapımı olması ise esasen halk kitlelerinin merkezî siyasi birimler hâlinde örgütlenmesi ihtiyacından gelmektedir. Söz konusu örgütlenme ihtiyacı ise, modern topluma özgü bir meseledir. Bu noktada Gellner, uluslaşmayı ve milliyetçiliği endüstri devriminin beraberinde getirmiş olduğu toplumsal değişimlere ve bu değişimlerin bir zorunluluk olarak ortaya koyduğu eğitime bağlamaktadır. Bu bağlamı modern toplum ve modern öncesi toplumlar arasındaki toplumsal yapı farklılıklarıyla açıklamaya çalışan Gellner’e göre, modern öncesi toplumlarda sosyal statüler doğuştan kazanılmakta ve değişmemekteydi (Feodalitedeki kalıtsal geçen unvanlar ve sınıf aidiyetleri gibi). Modern ve endüstrileşmiş toplumda ise dikey hareketliliğe olanak veren yeni bir toplumsal iş bölümü mevcuttur. Bu iş bölümü aynı zamanda işgücünün akışkan olmasını gerektirmekteydi. Söz konusu akışkanlığın sağlanabilmesi için de bireylerin belli bir ölçüde temel eğitim alması, hatta toplumun gelişimine paralel olarak bu eğitimin niteliğinin artması, yani başka bir deyişle uzmanlaşma bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktaydı. Söz konusu uzmanlaşmanın yolu ise eğitimden geçiyordu. Bunun yanı sıra modern topluma artık kültür hâkimdi. Bu kültürü “yüksek kültür” olarak tanımlayan Gellner’e göre, dil ve eğitim yoluyla bireyleri bu yüksek kültürle uyumlu hâle getirmek modern toplumun bir zorunluluğuydu. Bunu da ancak eğitim ve resmî dil politikaları itibarıyla devlet gerçekleştirebilirdi. Devletin verdiği bu eğitim aynı zamanda bireylere aşılanan kültür aracılığıyla meşruiyet kazanmaktaydı. Böylelikle yüksek kültüre uyumlu ve kültürlü bireylerin yetişmesi sayesinde devlet de kendi ulusunu yaratmış oluyordu.11 Gellner’in ifadesiyle “yüksek bir kültür tüm toplumu kaplar, onu tanımlar ve devlet tarafından devamlılığının sağlanması gerekir. Milliyetçiliğin sırrı budur.”12 Gellner’e göre milliyetçilik, siyasal ve ulusal birimlerin birbiriyle uyumlu olması gerekliliğine dayanan siyasi bir ilkedir.13 Ona göre, ister bir duygu isterse bir hareket olarak milliyetçilik, en iyi bu ilke dâhilinde ifade edilebilir. Milliyetçilik duygusu aslında bu ilkenin ihlali karşısında ortaya çıkan öfke veya bu ilkenin yerine getirilmesi karşısında duyulan tatminkârlıktır. Dolayısıyla milliyetçi bir hareket, bu türden duyguların harekete geçirilmesinin bir sonucudur.14 Gellner’e göre ulus, etnik bir grupla aynı şeydir. Ancak, bahsetmiş olduğu siyasi ilke itibarıyla milliyetçiliği, etnik sınırların siyasi sınırların karşısında olmaması şartını koşan bir siyasi meşruiyet kuramı olarak açıklamaktadır. Ulus devlette hâkim olan etnik grup, resmî semboller ve kanunların içine yerleştirilmiş olan ulusal kimliği belirler.15 Modernci yaklaşımın bir başka temsilcisi olan Benedict Anderson’a göre, ulus ve milliyetçilik inşa edilmiş olgulardır. Milliyetçiliğin ilk defa Latin Amerika’daki İspanyol kolonilerinde ortaya çıktığını ve Batı Avrupa milliyetçiliklerine model olduğunu ileri süren Anderson,16 Latin Amerika’daki milliyetçilik hareketlerini üç aşamalı bir gelişim modelinde ele almıştır. Ona göre birinci aşama, modern çağlarda zaman kavramının değişmesiyle ilgilidir. Geçmişgelecek bağlamında yer alan dikey zaman kavramının yanında yatay zaman kavramı da ortaya çıkmıştır. Bu kavramı zaman-mekan bağlamında ele alan Anderson’a göre aynı anda farklı mekanlarda yaşanan anlar olması itibarıyla farklı anların varlığı söz konusudur. Eş anlılık olarak ifade edilen bu boyutta ilk başta farklı mekanlarda aynı anı yaşayan bireyler birbirlerinin farkında değildirler.17 İkinci aşamada ise, Latin Amerika’daki kolonilerde görevli memurlar arasında anavatan, yani İspanya düşüncesi belirir. Bu memurlar İspanya kökenli ama kolonide doğmuş olan ve Creole adı verilen bir gruba menspturlar ve İspanya Krallığı’nın koymuş olduğu koloni yasaları gereği koloniyi terk etme şansları olmadığından onlar için en üst idari birim koloni olmuştur. Koloni içindeki diğer yerleşim birimlerindeki meslektaşlarıyla aralarında iletişim arttıkça birbirleriyle olan benzerliklerini görmüşlerdir. Hepsi de asla anavatana gidemeyecek, hayatları aynı koloninin sınırları içinde geçen insanlardır. Aralarındaki benzerliğin ve kader ortaklığının bilincine daha da vardıkça kendilerini anavatandaki soydaşlarından farklı görmeye başlamışlardır.18 Üçüncü aşamada ise, bu kolonilerde basın yayının gelişmeye başlaması ve eş anlılık kavramları örtüşür. Eş anlı olarak ortak bir kültürü yaşama bilinci oluşur. Bir gazete okuru, aynı gazeteyi hiç tanımadığı binlerce kişinin aynı anda ama farklı yerlerde okuduğunun bilincinde olmaya SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 347 başlamıştır.19 Böylelikle gözlerinin önünde kendileriyle benzeyen ve aynı anı yaşayan bir topluluğun hayalini kurmuşlardır.20 Bu hayali toplulukların yeni bir vatan düşüncesiyle bir araya gelmesi sonucu da milliyetçilik ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Anderson, ulusları hayal edilmiş topluluklar olarak adlandırmıştır. Ulusun üyeleri birbirlerini tanımayacak, birbirleriyle tanışmayacak, hatta birbirlerinden söz edildiğini bile duymayacaktır. Ancak, her birinin zihninde birbirlerinin bütünlüğü bir hayal olarak mevcuttur. Ve bu hayalin sınırları vardır, çünkü hiçbir ulus kendisini sınırlarını aşan diğer uluslar bütünüyle hayal edemez.21 Anderson, bu hayal edilmiş toplulukların ortaya çıkışını, modern ulusların çağından önce hâkim olan din ve monarşik otoriteler bağlamında açıklamaya çalışmıştır. Bu bağlamda Avrupa’da 16. yüzyıla kadar hâkim olan dinî düşüncenin gücünü kaybetmesine neden olan iki gelişmeyi ortaya koymuştur. Ona göre bunlardan birincisi, insanların başka dünyaları da keşfetmek suretiyle dünyaya bakış açılarını değiştirdikleri denizaşırı keşilerdir. Bahsettiği ikinci gelişme ise, Latincenin aydınlanmayla birlikte önemini yitirmeye başlaması ve İncil’i kendi dillerinde okumaya başlayan kitlelerin kilisenin kendilerine sunmuş olduğu din anlayışından uzaklaşmalarıdır.22 Bu noktada, Creoleler örneğinde olduğu gibi, Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak gelişen basın yayın -ve Latincenin eski önemini kaybetmiş olması- sayesinde ulusal dillerin kullanımı yaygınlaşmış ve Avrupa’da yeni tür hayali toplulukların bu diller aracılığıyla uluslara dönüşmesini sağlamıştır.23 Anderson gibi, ulusların ve milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkışında dil unsurunun rolü üzerinde duran Hans Kohn’a göre, milliyetçiliğin doğuşundan önce aynı coğrafyanın birbirine uzak bölgelerinde yaşayan insanlar, mekânsal ve amaçsal açılardan kısıtlı olan seyahat olanakları nedeniyle aynı dili konuştuklarının bilincinde değillerdi. Lehçe farklılıkları olsa bile genelde konuşulan diller aynıydı ve dil, günlük hayatın doğal bir gerçekliği olarak benimsenmişti. Ticaretin gelişmeye başlaması ve buna bağlı olarak uzak bölgelere seyahatlerin başlamasıyla insanlar kendileriyle aynı dili konuşmayan yabancılarla karşılaşmaya başlamış ve böylelikle farklı dil konuşanlar zihinlerde yabancılaştırılmıştır. Ancak, söz konusu dil farklılıklarından doğan bu farklı olma bilinci henüz milliyetçi bir bilince dönüşmemişti. Kökenini bu yabancılık hissinden alan ve İncil’in farklı Avrupa dillerine çevrilmeye başlamasıyla yerleşmeye başlayan ortak dil bilinci, modernleşmeye bağlı olarak kitle eğitiminin ve matbaa gibi teknolojilerle basın yayının yaygınlaşması sonucu ulusal dil bilin- 348 TÜRK YURDU • MART 2012 • SAYI: 295 cine dönüşmüş ve milliyetçilik akımının gelişmesini sağlamıştır.24 Ulusun ve milliyetçiliğin doğuşunu modern toplum bağlamında açıklamaya çalışan bir başka yaklaşım da Miroslav Hroch’tan gelmiştir. Hroch’a göre, modern toplumun oluşumunda üç aşama mevcuttur. Birinci aşamada mutlak monarşiler ve yükselmekte olan burjuvazi arasında bir hâkimiyet çatışması mevcuttur. İkinci aşama, burjuvazinin zaferiyle sonuçlanan ilk aşamanın ardından gelen kapitalizm çağıdır. Bu çağda aynı zamanda örgütlü bir işçi sınıfı hareketi de başlar. 20. yüzyılı kapsayan üçüncü aşamada ise dünya çapında bir bütünleşme ve daha önce benzeri görülmemiş bir kitle iletişimi çağı başlayacaktır25. Modern toplumun üç aşamalı gelişiminin ardından Hroch, milliyetçilik hareketlerini de benzer biçimde üç aşamalı olarak incelemiştir. Ona göre bir ulusal hareketin ilk aşamasında bir etnik grubu ulusa dönüştürme amacıyla ve bu amaç doğrultusunda grubun kültürel, toplumsal, tarihsel özelliklerini keşfetmek ve gruba yaymak çabasıyla bir araya gelmiş eylemciler veya öncüler vardır. İkinci aşamada ise, bu eylemciler grubu ortaya çıkar ve ulusal bilinci uyandırmak amacıyla kitlelerin desteğini sağlamaya çalışırlar. Üçüncü aşamada ise, etnik grubu oluşturanların çoğunluğu bu uluslaşma çağrılarına olumlu yanıt vermiş olur ve kitlelerin katılımıyla ulus yaratılmış olur.26 Modernci yaklaşımın bir başka temsilcisi olan Eric J. Hobsbawm, Ernest Gellner’in tanımını kabul ederek milliyetçiliği ulusal ve siyasal birimlerin uyumluluğunu gerektiren bir ilke olarak tanımlamıştır. Ulus sadece modern ve toprak esasına dayanan bir devletle, yani ulus-devletle ilişkilendirildiği kadarıyla toplumsal bir birimdir. Ona göre uluslar teknolojik ve ekonomik gelişme bağlamında varolurlar. Bu iddiasını ise ulusal dillerin günümüzdeki hâline ancak matbaa sayesinde yaygınlaşmış bir kitlesel okuryazarlık ve kitlesel eğitimle ulaşabilmiş olduğuna dayandırmaktadır.27 Hobsbawm’a göre uluslar ve milliyetçilikler birer toplumsal mühendislik ürünüdür. Ona göre, hızlı toplumsal değişimlerin yaşandığı sanayileşme gibi süreçlerde, toplumun bu değişimlerden etkilenerek bölünmemesi amacıyla siyasi elitler birlik ve düzeni sağlama yoluna giderler. Bunun yanı sıra, değişen toplumda geniş kitlelerin siyasi süreçlere katılımı da, bu elitler açısından kitleleri kendi yerleşik düzenlerini tehdit etmeyecek biçimde kontrol etme yolları aramaya iter. Bu yollardan biri olarak siyasi elitler, halk kitlelerinin enerjisini kanalize edecekleri ve de- vamlı tekrarlarla içselleştirecekleri gelenekler icat etmişlerdir. Hobsbawm’ın “icat edilmiş gelenekler” olarak adlandırdığı bu kavram, törensel veya sembolik bir nitelik taşıyan ve kabul edilmiş kuralları olan bir alışkanlıklar ve pratikler dizisidir. Bu açıdan Hobsbawm’a göre toplumu denetim altında tutabilmenin sadece üç yolu vardır: spor, festivaller gibi yeni kurumlar oluşturmak, hiyerarşik eğitim sistemi ve kraliyet törenleri gibi yeni statü sistemleri ve sosyalleştirme metodları icat etmek ve grubun bütünlüğünü simgeleyen topluluklar -yani ulus- yaratmak. Ona göre, simgesel topluluklar yaratma yolu seçkinlerce tarih boyunca daha çok tercih edilmiştir ve bu açıdan milliyetçilik de icat edilmiş bir gelenektir.28 Dolayısıyla uluslar milliyetçiliği değil, milliyetçilikler ulusları doğurmaktadır.29 Hroch’un geliştirmiş olduğu milliyetçiliğin üç aşamalı gelişim modelini kabul eden Hobsbawm’a göre, 19. yüzyıl başlarına doğru Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçilik kavrayıcı ve bütünleştirici bir niteliğe sahipti. Bu nitelik dâilinde gelişen ulus kavramı da halk ve devlet kavramlarıyla eşanlamlı olarak kullanılmaktaydı. Bu kullanımlara erken dönem Amerikan ve Fransız ulus devletlerinden örnekler veren Hobsbawm’a göre bu anlayış dâhilinde ulus “kolektif egemenlikleri kendilerinin siyasi ifadesi olan bir devlette somutlaşan bir yurtttaşlar topluluğuydu.”30 19. yüzyıl sonlarına doğru ise, bu anlayış terk edilmeye ve yerine etnik köken veya dil unsurları ön plana çıkmaya başlamıştı. Bu unsurlara dayanarak kendisini ulus sayan her halk topluluğu, kendi topraklarında egemen bir devlet kurma talebiyle öne çıkmaktaydı. Söz konusu unsurların ön plana çıkışı da milliyetçiliğe, erken dönemdeki devrimci ve ilerici, yani solcu, niteliğinin aksine sağcı bir siyasi nitelik kazandırmaktaydı.31 Bunu takiben iki dünya savaşı arası dönemde ise milliyetçilik zirve noktasına ulaşmıştır. Bu dönemde Hobsbawm’ın dikkatimizi çektiği bir husus da Birinci Dünya Savaşı sonunda yeniden çizilen Avrupa haritasının milliyetçilik açısından önemli sorunlar doğurmuş olmasıdır. Savaşın sonunda Orta ve Doğu Avrupa’daki imparatorlukların yıkılmasıyla bu imparatorlukların mirasçısı olarak ortaya çıkan ulus devletlerin, çok uluslu yapıların devamı niteliğinde olduklarından içerdikleri farklı etnik gruplar itibarıyla, modern anlamda azınlıklar kavramının doğuşuna sahne olmalarıdır.32 İki savaş arası dönemde Hobsbawm, milliyetçiliğin Almanya ve İspanya örneklerinde olduğu gibi faşist yönelimine değil, anti-faşist ve sol yönelimine dikkati çekmektedir. Bu dönemde yükselen faşist milliyetçiliğe karşı anti-faşist bir tepki olarak ortaya çıkan milliyetçiliğin sol bir içerik taşıdığını ve üçüncü dünya ülkelerinde yükselen sömürge karşıtı ulusal kurtuluş hareketle- rinin de büyük ölçüde bu milliyetçilik anlayışından etkilendiğini belirtmektedir.33 Hobsbawm’a göre, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını takiben 20. yüzyılın sonunda ortaya çıkan yeni milliyetçi hareketler ise, aslında Birinci Dünya Savaşı sonunda eski imparatorlukların toprakları üzerine kurulu yeni ulusdevletlerin devralmış olduğu çoklu etnik yapıların yeniden canlanmasıdır. Hobsbawm’ın deyişiyle, “ayrılıkçılığın 1988-1992’deki patlaması en basit yolla 1918-1921’in yarım kalmış işi diye adlandırılabilir.”34 Ulusun ve milliyetçiliğin doğuşu konusunda ilkselci yaklaşımla modernci yaklaşım arasında bir orta yol bulmaya çalışan sosyal bilimci Anthony D. Smith’e göre, kapitalizmin endüstriyel devrimleri ve kitlesel eğitim ulusların oluşumuna yol açarken modern öncesi toplumlarda oluşmuş kimlik ve kültürlerin çoğunu ortadan kaldıramamıştır. Aksine, bunların bir kısmının biçimi değişmiş, diğer bir kısmı da yenilenmiş ve canlanmıştır. Bu kimlik ve kültürleri oluşturan unsurların uluslaşma süreçlerinde yeni anlam ve işlevler yüklenerek yeni koşullara adapte olabildiğini belirten Smith’e göre, ulusun temellerinin söz konusu kültürel kimliklerde aranması gerekmektedir35. Söz konusu kimlikleri icra eden etnik toplulukları (Pierre van den Berghe gibi) etni olarak adlandıran Smith’e göre, etnileri oluşturan altı bileşen mevcuttur. İlk olarak tüm etniler kolektif bir isime sahiptir. Bu isimler onların simgesidir ve onlara özlerini hatırlatır. İkinci olarak tüm etnik gruplarda ortak soy mitleri mevcuttur. Mekansal ve geçici kökenlere, göçe, atalara, aynı kök ve soydan olmaya, şanlı geçmişe, düşüş, sürgün ve yeniden doğuşa ait mitler bütünü, etnik grubun dayanışma ve kendini tanımlama olgularını etkiler. Üçüncü olarak etnik topluluğu birleştirici bir ortak tarih mevcuttur. Dördüncü olarak, etnik grupları diğer gruplardan ayıran ve grup üyelerini birbirine bağlayan bir özel ortak kültürün varlığı sözkonusudur. Bu ortak kültürü oluşturan etkenler arasında Smith en çok ortak dil üzerinde durmaktadır. Beşinci olarak, etnik gruplar kendilerini belli bir toprak parçası ile özdeşleştirirler. Bu özdeşleştirme sadece üzerlerinde yaşadıkları toprak parçası ile kısıtlı değildir. Bu noktada etnik grubun bireylerini birleştirici bir unsur olan anayurt kavramı ön plana çıkar. Smith’e göre etnik anayurt kavramının üç boyutu mevcuttur. Her anayurtta dinsel-etnik bağlamda kutsal sayılan ve yapılan ziyaretler sayesinde grubun etnik bilincini güçlendiren kutsal ve tarihi merkezler mevcuttur. İkinci olarak, etnik grup anayurdundan ayrıldığında bile grubun üyeleri ile anayurt arasında bir bağ varlığını korur ve kendilerini anayurttaki kökenleriyle tanımlarlar. Anayurt etnik gruba ait bilginin bir parçası ve kolektif rüyaların rüyaların odağı haline gelir. Son olarak da, etnik grup dışındaki diğer gruplar, o etnik SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 349 grubu topraksal kökenleriyle tanımladığında söz konusu etnik grubun kendisini anayurduyla özdeşleştirmesi olgusu daha da güçlenir. Anayurt kavramından sonra Smith’in üzerinde durmuş olduğu altıncı ve son bileşen dayanışma duygusudur. Ona göre söz konusu dayanışma duygusu, etnik grup dış tehditlere maruz kaldığında daha da güçlenir ve topluluk aidiyeti duygusu ön plana çıkar36. Smith’e göre etniler sürekli ve değişen koşullara göre kendisini yenileyen yapılardır. Söz konusu yenilenme daha çok dış tehditlere yönelik bir tepki olarak ortaya çıkar ve üç farklı biçimde kendisini gösterir. Birinci olarak etnik grup önceden kendi hâkimiyeti altında olan toprakları yeniden ele geçirmek, bir başka deyişle topraksal yenilenme, suretiyle kendi kimliğini yenileyebilir. İkinci olarak, yerleşik bulundukları bölgedeki diğer etnik grupların kültürlerinden ithal ettikleri mitler ve benzeri unsurlarla bir soykütüksel yenilenme yolunu seçebilirler. Üçüncü olarak da, kendi etnik kültürlerini tehdit eden dış etkenler karşısında, çoğunlukla sözkonusu etken ortadan kalktıktan sonra, grubu birleştirici ortak kültür yeniden canlandırılır ve bir kültürel yenilenme yaşanır37. Smith’e göre, etnik grupların sürekliliği nüfuslarını korumalarına bağlı olmakla birlikte, grup içinde kültürel devamlılığının sağlanması daha önemli bir etkendir. Bu açıdan Smith, etnik grupların üç temel kültürel öğesi üzerinde durmaktadır: bir nüfus birimi için ortak olan sembolik, düşünsel ve normatif öğeler; kuşaklar boyunca onları bir arada tutan adetler ve töreler; ortak olarak sahiplenilen, onları diğer halklardan ayıran duygular ve tavırlar38. Modern öncesi dönemlerden beri var olan etnik grupların bu genel tanımlamalarından sonra Smith, etni ile modern ulusların doğuşu arasındaki ilişkiyi etnilerin nezdinde uluslaşma ihtiyacını doğuran Avrupa’daki devrimsel gelişmelerle açıklamaya çalışır. Bu bağlamda feodaliteden kapitalizme geçiş sürecinde güçlenen merkezî devletlere ve bu devletlerin oluşturduğu vergi toplama, askere alma, merkezî alt yapı gibi gelişmelere değinen Smith, reform hareketiyle gücü azalan kilisenin yerini alan bu güçlü devlet mekanizmasının sağladığı ortak eğitim ve değişen toplumsal koşulların ortak iletişim aracı olarak gerektirdiği dil ve gelişen teknolojiye bağlı olarak gelişen okuryazarlık sayesinde devletlerin kolektif kimlikleri tüm bireylere yayabilmesi sonucu modern anlamda ulusun ortaya çıktığını belirtmektedir.39 Smith, ortaya çıkan bu ulusların etni ile olan bağını ise “etnik çekirdek” (core ethnie) kavramıyla açıklamaktadır. Bahsetmiş olduğu toplumsal devrimlerin doğal bir sonucu olarak etnik gruplar siyasi 350 TÜRK YURDU • MART 2012 • SAYI: 295 bir yapının bütünleştiriciliği altında örgütlenme ihtiyacını duyarlar ve bu süreçte bazı etniler diğerlerinin önüne geçerek ulus olma talebiyle ön plana çıkar. Böylelikle etnik çekirdek konumuna ulaşan bu grup, kendi kültürel değerlerine göre şekillendirdiği bir ulusun temellerini atmış olur.40 Ancak söz konusu etnik çekirdekler iki türlüdür ve buna bağlı olarak ulusların oluşumu iki farklı biçimde yönlenir. Birinci biçimde, Smith’in “yanal etni” adını verdiği bir etnik çekirdek uluslaşma hareketinin başını çeker. Bu grup soylular, din adamları, bürokratlar gibi toplumun üst sınıfında yer alan kişilerden oluşmaktadır. Bahsetmiş olduğu toplumsal devrimler sonucunda uluslaşma ihtiyacını hisseden bu grup, toplumun alt sınılarını da dâhil ederek uluslaşma sürecini başlatır ve ulus oluşturulur. Oluşturulan bu ulus, Batı Avrupa’da ortaya çıkan ilk ulus örneklerinde kendisini göstermiştir. Ulus oluşumunun ikinci biçiminde ise, Smith’in “dikey etni” adını verdiği ve büyük oranda homojen bir kültüre sahip olan geniş bir halk kitlesi, Batı Avrupalı ulus modelini örnek alan bir aydın seçkin grubu tarafından ulusa dönüştürülür. Ancak söz konusu dikey grubun kültürel homojenliği büyük oranda ortak din ve geleneklere dayanmaktadır. Bu durum karşısında aydınlar mevcut kültürel yapıyı devam ettirme, yapıyı yeni bir kültür yaratmak ve o kültürü benimsetmek suretiyle değiştirme, veya eski yapının değerleriyle Batılı değerleri bir araya getirerek kültürel bir sentez yaratma gibi üç farklı yolu izleyebilir41. Ulus ve milliyetçiliği modern toplum veya ilksel bağlar bağlamlarında ele alan bu yaklaşımların yanısıra, bu bağlamlardan hareket etmeyen alternatif yaklaşımlar da mevcuttur. Bu yaklaşımlardan biri, aynı zamanda ulus ve milliyetçilik kuramlarının öncülerinden olan Friedrich Meinecke tarafından geliştirilmiştir. Meinecke’ye göre bir topluluğun ulus olarak kabul edilmesi için gerekli beş koşul vardır: ülke, kan bağı, dil, entelektüel yaşam ve bir devlete sahip olma. Bu unsurlar arasında kan bağı ve ülke birinci derece önem taşır; diğerleri ise ikincil derecededir ve mevcudiyetlerinin eksikliği ulusun oluşumuna engel teşkil etmemektedir. Ancak ülke ve kan bağı bir ulusun olmazsa olmaz koşullarındandır. Ulusun oluşum sürecinde bu iki unsurdan birinin ön planda olması, ulusun niteliğini değiştirmektedir. Meinecke’ye göre kan bağı, ulusu birleştirici ve şekillendirici unsur olarak öne çıkarılırsa ortaya “kültürel ulus” adını verdiği bir tür çıkar. Bu uluslar, kan bağı unsuru etrafında gelişen ortak bir kültürel miras üzerinde yükselirler. Ülke unsuru ön planda tutulduğu takdirde ise, bireyler açısından bir siyasi örgütlenme çatısı altında varlıklarını sürdürme ve bu siyasi yapıya bağlılık ve onunla beraber varolma güdüleri ön plana çıkar ve Meinecke’nin “anayasal veya siyasi ulus” adını verdiği tür oluşur42. Meinecke’nin siyasi/kültürel uluslar ayırımından yola çıkan Hans Kohn, bu ayırımı Avrupa kıtasında ortaya çıkmış milliyetçilik akımlarını analiz etmekte kullanmıştır. Bu doğrultuda Batı ve Doğu tipi milliyetçilikler ayırımını yapan Kohn’a göre İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiliz dominyonları gibi bölgelerde ulus kavramı, ulus-devletin oluşumuyla ortaya çıkmış ve siyasi yapıya vatandaşlık yoluyla bağlılığı ön gören bir milliyetçilik anlayışı getirmiştir. Bunun aksine Orta ve Doğu Avrupa’da ise ulus anlayışı, ulus-devletlerin kurulmasından önce oluşmuştu ve temelde etnik birlik kavramına dayanmaktaydı. Bir ulus-devlete sahip olmadan ortaya çıkan ve etnik temellere dayanan bu milliyetçilik anlayışı, söz konusu ulusa bir anavatan bulma veya Almanya örneğinde olduğu gibi aynı soydan gelen insanların oluşturduğu bölünmüş siyasi birimleri bir araya getirerek ulusal birliği sağlama çabasıyla gelişmiş ve Batı tipindekinin aksine vatandaşlığı ülke temeline değil, kan birliği temeline oturtmuştur43. Kohn’un bu ikili yaklaşımını eleştiren Anthony D. Smith, ilkselci/modernci ayrımında olduğu gibi gene sentezci bir yaklaşım izlemiş ve bu iki modeli birbirlerinin karşıtı olarak değil, biribirlerini tamamlayan nitelikte ele almıştır. Smith’e göre ulus birbirine karşıt iki modelin rekabeti bağlamında değil, bir tarihi kültürü ve anavatanı paylaşan bir siyasi topluluk içinde birleşen bir kültürel ve siyasi bağı signify eden bir kolektilik bağlamında ele alınmalıdır. Bu önermesini desteklemek için gene etni kavramına başvuran Smith, İngiliz, Fransız ve İspanyol uluslaşma süreçlerini örnek vermektedir. Bu ülkelerin uluslaşmalarının erken dönemlerinde topraksal merkezileşmenin kültürel standartlaştırma ile bir arada yürütüldüğünü ve kurulan ulus- devletlerde hâkim olan kültürün “etnik çekirdek” adını verdiği grubun kültürü olduğunu, dolayısıyla kültürel ve siyasi milliyetçilik anlayışlarının iç içe varolduğunu öne sürmüştür44. Ulus ve milliyetçilik kavramları üzerine geliştirilmiş olan bu kuramsal yaklaşımlar ışığında farklı coğrafyalarda ve farklı tarihsel dönemlerde ortaya çıkmış olan milliyetçilik hareketlerini anlamaya çalışmak, bir başka makalenin konusu olup söz konusu makalede buluşmak üzere. ______________________________________________ * Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi * Bu makalede milliyetçilik kelimesiyle genelde aynı cümlelerde ve sık kullanıldığından, ses tekrarı olmaması açısından millet yerine ulus kelimesi kullanılmıştır. ** İngilizce kaynaklarda constructed olarak geçmekte olup Türkçe’ye “inşa edilmiş” olarak çevirilmiştir. *** İngilizce kaynaklarda primordialist olarak geçmekte olup Türkçe’ye “ilkselci” olarak çevrilmiştir. 1 Viera Bacova, “The Construction of National Identity: On Primordialism and Instrumentalism”, Human Affairs, Ağustos 1998, ss.3-4 2 Joseph R. Llobera, Recent Theories of Nationalism, Barcelona: ICPS, 1999, s.3 3 Christophe Jaffrelot, “Bazı Ulus Teorileri”, Jean Leca (Der.) Uluslar ve Milliyetçilikler içinde. İstanbul: Metis Yayınları, 1998, s.59 4 Thomas Hylland Eriksen, Ethnicity and Nationalism: Anthropological Perspectives. London: Pluto Press, 1993, s.98 5 Daniele Conversi, “Mapping the Field: Theories of Nationalism and the Ethnosymbolic Approach”. Athena S. Leoussi, Steven Grosby (Der.) Nationalism and Ethnosymbolism: History, Culture and Ethnicity in the Formation of Nations içinde. Edinburgh: Edinburgh University Press, 2006, s.16 6 Ozan Erözden, Ulus-Devlet, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1997, ss.64-66 7 Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış. Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2008, ss.105-106 8 Llobera, s.8 9 Özkırımlı, ss.140-143 10 Ernest Gellner, Nations and Nationalism, London: Blackwell Publishers, 1983, s.19 11 Gellner, ss.24-56 12 Gellner, s.18 13 Gellner, s.1 14 Gellner, s.2 15 Gellner, ss.1-2 16 Benedict Anderson, Imagined Communities. London: Verso, 1991, ss.64-65 17 Anderson, s.22 18 Anderson, ss:52-54 19 Anderson, ss:62-63 20 Anderson, s.24 21 Anderson, ss:6-7 22 Anderson, ss.39-40 23 Anderson, ss.43-46 24 Hans Kohn, The Idea of Nationalism. Toronto: Macmillan Company, 1969, ss.6-7 25 Llobera, s.9 26 Özkırımlı, s.200 27 Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995, ss.23-25 28 Eric J. Hobsbawm, Terence Ranger (Ed.), The Invention of Tradition. Cambridge: Cambridge University Press, 1983, ss.1-13 29 Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik, s.24 30 Hobsbawm, a.g.e., ss.33-35 31 Hobsbawm, s.126 32 Hobsbawm, ss.159-160 33 Hobsbawm, ss.173-179 34 Hobsbawm, ss.194-195 35 Anthony D. Smith, Ulusların Etnik Kökeni. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2002, ss.23-24 36 Smith, ss.46-56 37 Smith, ss.79-84 38 Smith, s.134 39 Smith, ss.172-176 40 Smith, ss.203-204 41 Smith, ss.204-227 42 Erözden, ss.36-37 43 Kohn, ss:329-331 44 Smith, ss.192-198 SAYI: 295 • MART 2012 • TÜRK YURDU 351