Doğa, Ayla Kutlu’nun pek çok yapıtında çok önemli bir yere sahiptir ancak Kadın Destanı, insan-doğa ilişkileri açısından yazarın en kökten duruşunu sergiler. Bu romanda Kutlu, uygarlığın en başına, Sümer’e yolculuk yapar ve Gılgameş...
moreDoğa, Ayla Kutlu’nun pek çok yapıtında çok önemli bir yere sahiptir ancak Kadın Destanı, insan-doğa ilişkileri açısından yazarın en kökten duruşunu sergiler. Bu romanda Kutlu, uygarlığın en başına, Sümer’e yolculuk yapar ve Gılgameş adıyla bilinen ve aynı adlı kahramanın serüvenlerinin anlatıldığı destanı yeniden ve Gılgameş’in karşısında konumlanan bir kadının, Liyotani’nin, bakış açısından bir bakıma tersten yazar. Kültür ve doğa arasında süregelmekte olan karşıtlığa tarihte ilk uygarlık olarak kabul edilen Sümerlerde rastlarız. Gılgameş mecazi olarak insan eliyle oluşturulan kültürün vahşi doğayı alt etmesini anlatır; ancak doğayla birlikte uygarlığın çeperlerine itilen, doğurganlığı kendisine karşı bir silah haline getirilen kadındır. Bu çalışma, Kadın Destanı’nı, ataerkil düzenin inşasında doğa ve kadının dışlanmasının eşzamanlılığının bir anlatısı olarak irdelemek amacındadır. Doğa ve kadın, bütünlüklerinden koparılarak erkek kültür tarafından bir yararlanılacak bir “kaynak”a indirgenmekle kalmamış, kendilerine yabancılaştırılmışlardır. Bu değişim, tarih öncesi çağların bütünselci Magna Mater’inin tarım devrimi sonrasında şekillenen bereket simgesi Toprak Ana’ya evrilmesini anlatır. Bu süreçte doğa, hem epistemolojik, hem de—vahşi doğadan bahçeye ve tarlaya ve nihai olarak da kente doğru yolculuğunda—teleolojik anlamda nesne haline getirilirken kadın da bakire, cadı-büyücü ve anne olarak bölünür (Merchant, Earthcare 29). Anlatıcı Liyotani’nin Nippukir’e dönüşmesi, ataerkil yapı içinde kadının bu türden bölünmüş tanımlanmalarının göstergesidir. Romanda Liyotani’nin kendi öyküsünü anlatması, bu bölünmüşlükten bütünlüğe, binlerce yıldır süren sessizlikten dile, nesneden özneye doğru ilerlemesine işaret eder. Liyotani’nin öyküsüne eşlik eden doğa imgeleri; Kadın Destanı’nın yalnızca kadının değil, doğanın da “dile gelme”sinin, yalnızca Liyotani’nin değil, parçalanan doğanın da bütünlüğüne kavuşmasının, daha da ötesi, dil ve beden, kültür (insan) ve doğa gibi ayrımların da sona erdirilmesinin olabilirliğinin bir anlatısı olduğuna işaret etmektedir.